Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
87., Nüzûl sıralamasına göre 8., Mufassal sûreler kısmının on birinci grubunun
üçüncü sûresi olan A’lâ sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
19’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1. “Ey insan! Yüce
Rabbinin adını tesbih et. 2. O, yaratıp şekil vermiştir. 3. O, her şeyi ölçüyle
yapıp doğru yolu göstermiştir. 4. O, yeşillikler bitirmiştir. 5. Sonra da onları
siyah çerçöpe çevirmiştir. 6. Ey Muhammed! Sana Kur’an’ı Biz okutacağız ve asla
unutmayacaksın. 7. Allah’ın dilediği bundan müstesnadır. Doğrusu açığı da,
gizliyi de bilen O’dur. 8. Kolay olanı yapmayı sana kolaylaştırırız. 9. Faydalı
olacaksa insanlara öğüt ver. 10. Allah’tan korkan öğüt alacaktır. 11. Bedbaht
olan ondan kaçınacaktır. 12. O, en büyük ateşe yaslanacaktır. 13. O, orada ne
ölecektir, ne de dirilecektir. 14-15. Arınmış olan, Rabbinin adını anıp namaz
kılan, saadete erişecektir. 16. Ama sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
17. Oysa âhiret daha iyi ve daha bâkîdir. 18-19. Doğrusu bu hükümler ilk
sahifelerde, İbrahim ve Mûsâ’nın sahifelerinde de vardır.”
Muhterem arkadaşlar, bu hafta A’lâ
sûresiyle karşı karşıyayız. İnşallah bu sûreyi tanımaya çalışacağız.
Kur'an-ı
Kerîm'in seksen ye-dinci suresi. İsmini ilk ayette geçen "el-A'lâ" kelimesinden
almaktadır. Mekke devrinin ilk zamanlarında nazil olmuştur. Ayetlerinin kısa
kısa oluşu, Allah'ın (c.c.) yeryüzündeki ayetlerine dikkat çekerek insanı
te-fekküre sevk etmesi, bu surenin de Mekkî olduğuna delîldir. Zâten Cumhur
(müfessirlerin çoğu) da bu görüştedir.
"Sebbih
Sûresi" de denilen A'lâ Suresi'ni Rasulullah (s.a.s.) çok severdi, hattâ bu
sureye "Efdalu'l Müsebbihât" ismini vermişti. Bayram ve cuma namazlarında Gâşiye
ve A'lâ sûresi'ni; bayram günü cumaya rast gelirse her iki sureyi de okuduğu pek
çok hadîste geç-mektedir. Bu surede Allahu Teâlâ, kâinâtın esrarını, var
edilişini ve ilerleyişini, düzenini, Kur'an-ı Kerîm'in kendine has üslûbuyla
ifade et-miştir. Kâinatta yürürlükte olan bütün kanunları, Allah bu surenin
satırlarına sığdırmıştır. Dolayısıyla bu sureyi dikkatle okumak gerekir. A'lâ
suresi on dokuz ayet olup, fâsılası "yâ" şeklinde yazılan
eliftir.
Eğer parayı düşündüğümüz kadar
A’lâ’yı düşünseydik eminim bugün böyle olmayacaktık. Çünkü A’lâ’yı tanıyan
insanların böyle pe-rişan bir hayatın adamı olmaları mümkün
değildir.
Bu sûre Mekke’de nâzil olmuştur. Mekke
döneminin ilk yılların-da Rasulullah efendimizin henüz vahye alışamadığı, vahyin
atmosfe-rine giremediği, bu yüzden de kendisine gelen sûreyi unutmamak için
ezberleme gibi kendince gerekli ama Allah’ça gereksiz bir sa’yin içine girdiği
ve Rabbimizin da bunun gereksizliği konusunda kendisini uyar-dığı bir atmosferde
nâzil olmuş bir sûredir.
Sûrede ağırlığıyla tevhid, risâlet ve
âhiret konuları anlatılır. Sû-renin başında Rabbimiz yüce isminin tesbih
edilmesi emrini verir. Kendisine kendisinin tanıttığı gibi inanılmasını,
kitabında kendisini hangi sıfatlarla muttasıf, hangi sıfatlardan münezzeh olarak
haber vermişse öylece tanınıp kabullenilmesini, tüm noksan sıfatlardan mü-nezzeh
ve tüm kemal sıfatlarla muttasıf olarak bilinmesini emirle söze başlar. Zatıyla
alâkalı tüm şirk unsurlarından arınmamızı emrederek söze başlar.
Sonra göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin tesbihine lâyık olu-şunun delillerini anlatır. Yaratıcı ve program
yapıcı olarak kendisini arzeder. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin var
edicisi, varlıklarının sürdürücüsü, tüm kâinatın hayat programının, kaderinin
tayin edicisi olarak kendisini ortaya koyar. Sonra sonsuz ilmi, hikmeti ve
kudretiyle var ettiği varlıkları adına koyduğu hayat yasasını anlatır. Koyduğu
bu yasa gereği varlıkların, bitkilerin doğup, büyüyüp kendilerine takdir edilen
bir süre yaşadıktan sonra çürüyerek ölüme mahkum olduklarını ve kendi zatından
başka hiç kimsenin bu konuda etkili ve yetkili olma-dığını anlatır. Kendi
zatının dışında hiç kimsenin hayatı meydana ge-tirmeye yetkili olmadığı gibi,
hayata son veren ölümün önüne geçme gücüne de sahip olmadığını anlatır. Hiç
kimsenin ilkbaharı getirmeye muktedir olmadığı gibi, sonbaharın gelmesine de
engel olamayacağı anlatılır.
Daha sonra Risâlet konusu gündeme
getirilir. Peygamberin konumu ve görevi anlatılır. En sonunda da kurtuluşa
erenler ve kay-bedenler ortaya konur. Kendilerini yoktan var eden Rablerini
tesbih eden, sonsuz yüceliğin sahibi olan Allah’ın isteklerini yerine getirip
O-nun adına bir hayat yaşamak zorunda olduklarını hiçbir zaman unut-mayan,
Rablerinin belirlediği yasalara uygun bir hayat yaşayan, na-maz kılarak, salih
ameller işleyerek bedenlerinde ve tüm hayatlarında Allah’ı söz sahibi bilen
mü’minlerin kurtulduklarını, ama bunun tama-men aksine yaratıcılarından, Onun
hayat programından habersiz, âhi-reti, hesabı, kitabı gündemlerinden düşürerek,
hayatı bu dünya haya-tından ibaret zannederek yaşayan kâfirlerin de ebediyen
kaybettikleri vurgulanır.
İnşallah
sûre üzerinde hızlı bir gezinti yapıp âyetleri tek tek ta-nımaya geçelim. Her
gün kıldığımız beş vakit namazın her secdesin-de en az üç defa söylediğimiz
tesbih cümlesi, bu suredeki ilk ayetin hükmüdür: "O çok yüce Rabbinin ismini
tesbih et." (1) Bundan evvel secdede "Allâhümme leke secedtü: Allah'ım
sana secde ettim." De-nirdi. Buradaki hitap Hz. Peygamber'e Rabbinden
gelmektedir. Hem de ayrı bir sevimlilik ve yakınlık havası içinde... Dolayısıyla
Hz. Pey-gamber bu emri okur ve surenin diğer ayetlerine geçmeden "sübhâne
Rabbiye'l-Â'lâ" derdi. Böylece emre, hemen itaat ettiğini bilfiil
gösterdi.
Kâinatta,
zerreden küreye, canlı cansız her şeyi yoktan var e-den, ahenkli yaratan,
devamlılık dengesini kurarak sevk ve idaresini programlayan... İnsana
doğruyu-eğriyi öğreten ve kâinatı insanın hiz-metine boyun eğdiren... O yüce
kudretin sahibinin Allahu Teâlâ oldu-ğunu şu ayetlerde okuyoruz: "Ki o, (her
şeyi) yaratıp düzene koyan-dır. Ölçüsünü takdir edip yol gösterendir."
(2-3)
Hayatı
verenin de alanın da Allah (c.c.) olduğu ve her canlının bir sonu, dünyanın ise
bir kıyâmeti olduğunu şu ayetler dile getirmek-tedir: "Yeşilliği (topraktan)
çıkaran, sonra da onu kapkara ve kupkuru hâle getiren odur."
(4-5)
Hz.
Peygamber (a.s.) Kur'an-ı eksiksiz tebliğ edebilmenin so-rumluluğunu biliyordu.
En küçük bir harfini bile unutmamak gayretiyle, Cebrâil'in (a.s.) okuduğu vahyi
âyet âyet tekrarlıyordu. Nihayet, Rab-binin bu hususu tekeffül ettiğini belirten
şu müjdeyle rahatlamıştı: "Sana (Kur'an'ı) okutacağız da Allah'ın dilediği
hariç- sen onu unutmayacaksın. Çünkü Allah, açığı da gizleneni de bilir."
(6-7) Zîrâ Ra-sulullah'a okutması da, onun unutmaması da Allah'ın sınırsız
iradesi altında, kendi nezdinde malum bir plân dahilinde olmaktadır. Şu ayette
belirtilen kolaylık da bu plâna dahildir: "Seni en kolay olana yöneltip
(muvaffak edeceğiz). Şimdi sen, fayda verecekse (kalplere girecek bir nokta ve
tebliğe bir vâsıta bulduğun yerde) öğüt ver." (8-9)
Verilen
böyle bir öğütten sonra, insanlar kendi durumlarıyla baş başadır. Vardıkları
netice, tuttukları yola bağlıdır. Allah onlara, bu öğüde verdikleri karşılığa
göre muâmele edecektir: "(Yaratıcının varlı-ğını anlayıp, ona saygı duyarak)
ondan korkan öğüt alacaktır. (Derin-ce düşünmeyen, gerçekleri anlamayan) kötü
kimse ise o öğüde uzak duracaktır." (10-11) "(Ki öğüde uzaktan bakan) o
kimse büyük ateşe girecek, orada ne ölecek, ne de (tam manasıyla) canlı
kalacaktır." (12-13)
Rasulullah
(s.a.s.) namazı kendi örnek kılışıyla ve hadislerdeki açıklamalarıyla biz
müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışı sûre-nin şu ayetlerine göre
düzenlenmiştir: "Gerçekten felâh buldu (her türlü kirden) temizlenen.
Rabbinin adını anıp namaz kılmış olan." (14-15) Önce maddî-manevî kirden
temizlik, Allah'ı zikretmek ve sonra namaz kılmak... Bu tertipten dolayı namaza
"Allahu Ekber" diyerek başlarız. İşte; öğüt alarak temizlenip, namaza "Allah'ı
zikrederek" başlayan, ilk ayetlerde geçen "Kudretullah"ı tefekkür ederek ve
kendini mecbur hissederek ibâdete devam eden kimse; a) Dünyada felâh
bulmuştur. Allah'a güvendiği ve onun kendisini koruduğuna inandığı için huzûr
içinde yaşamıştır. b) Ahirette felâh bulmuştur, büyük ateş-ten kurtulup,
haz ve nîmetler içinde yüzmektedir.
Ama
insanlardan bunu anlayanlar azınlıktadır: "Fakat siz (ey insanlar) âhiret daha
hayırlı ve daha devamlı olduğu halde, dünya hayatını tercih ediyorsunuz!.."
(16-17) Halbuki ahiret iki nedenden ötürü dünyaya tercih edilir: 1)
Ahiret, nîmet ve lezzet bakımından dün-yadan pek çok üstündür. 2) Dünya
fâni, Cennet hayatı ise bakîdir, e-bedidir. Dünyaya "dünya" denilmesi tesadüfi
değildir. Dünya, çabucak gelip geçici olduğu gibi, düşürücü ve alçaltıcıdır
da.
Ve
son olarak, bütün bu bilgiler, bu köklü ve derin gerçekler diğer semavî
kitaplarda da yer alır: "Şüphesiz bunlar, ilk (gönderilen) kitaplarda
-İbrahim ve Mûsa'nın sahîfelerinde- de vardır." (18-19) Bü-tün peygamberler
tek bir irade ile gönderilmiştir. Teferruat değişse bile, ana kaynak "Levh-i
Mahfûz" birdir ve Rabb'ın katındandır.
İşte bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini tek tek ta-nımaya çalışalım inşallah. Rivâyet edilir ki Vakıa
sûresinin son âyeti geldikten sonra:
“Çok büyük Rabbinin
adını tesbih et.”
(Vakıa 96)
âyeti nâzil olduktan sonra Allah’ın
Resûlü namazlarında rükuda “Sübhane Rabbiye’l azîm” demeye
başlamış, bu sûrenin ge-lişinden sonra da secdede Allah’ın Resûlü "Sübhane Rabbiye’l a’lâ” demeye
başlamıştır.
Sûrenin ilk âyeti tesbihle
başlıyor:
1. “Ey insan! Yüce
Rabbinin adını tesbih et.”
Rabbini yücelt, en yüce olarak O’nu an!
Allah’ın Resûlü, bayram ve cuma günlerinde A’lâ ve Ğâşiye sûrelerini okurdu.
Vitir namazında da Kâfirun, İhlas ve A’lâ’yı okurdu. Biz de tanıyacağız bu
sûreyi. Mânâsını, muhtevasını bilecek, anlayacak ve bunu namazlarımızda
okuyacağız. İmanımızı, kulluğumuzu, tevhidimizi yenileme adına biz de
okuyacağız. Sonra yatağa uzanıp bu îman ve tevhid tecdidinden sonra şöyle
diyeceğiz: “Ya Rabb böylece canımı al! Bu îman, bu ahid üzere canımı al!” Eğer
ertesi gün Rabbimiz o ahid üzere canımızı almamış, bizi yine kaldırmışsa, ertesi
gün yine buna devam edeceğiz.
“Rabbinin en yüce
ismini tazim et! Rabbinin en yüce ismini tesbih et! Yücelt,
büyükle!”
Tesbih, Allah’ı tam ve mükemmel kabul
etmektir. Tesbih, Allah’ı kendi sıfatlarıyla kabul etmektir. Yani Allah
kitabında kendini na-sıl anlattı, hangi sıfatlarıyla muttasıf olarak bildirdiyse
o şekilde kabullenip inanmaktır. Allah’a ait olan bu sıfatları Allah’tan
başkalarına ver-memek, Allah’tan başkalarının sıfatlarını Allah’a vermemek,
Allah’ı bunlardan tenzih ve takdis etmek, Allah’ı mübarek kabul etmektir.
Tesbih, Allah’ta olduğunu bildiğimiz sıfatların tümünü Allah’la beraber
düşünmektir. Allah’ın kendisine ait olarak bildirdiği sıfatları Allah’la
düşünmek ve o şekilde inanmaktır. Rahmân, Rahîm, Şekûr, Sabûr, Mütekebbir, Alîm,
Habîr, Kahhâr, Samed, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, Rabb, Melik, İlâh olarak
bilmektir. İşte tesbih, Allah’ı böylece kabullenmektir.
Değilse tesbihi elimize aldık, şöyle
bir kenara, insanlardan uzak bir tenhaya çekildik, Allah, Allah, Allah diyerek
Rabbimizi andık, hatırladık, bu tesbih değildir. Eğer sadece Allah’ı adıyla
tesbih edeceksek, o zaman bu ismin arkasına bir şeyler eklemek zorundayız.
Meselâ: “Ya Allah ihfaznâ” Ya Allah, beni
koru! Ya Allah, beni Müslüman et! Ya Allah, beni rızandan ayırma! Ya Allah, beni
Müslümanlığımın bilincinde kıl! Ya Allah, beni çocuklarımla ilgilenmenin
bilincinde kıl! Ya Allah, beni hanımımla münâsebetimin şuurunda eyle! Ya Allah
beni bağışla!” gibi başına, sonuna bir şeyler eklemeli, bir şeyler isteme adına
demeliyiz.
Tesbih, Allah’ı, Allah’ın kendisini
tanıttığı şekilde kabuldür. Ya Rabbi, sen kendini nasıl tanıttıysan seni öylece
kabul ediyoruz. Kendini hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi
sıfatlardan mü-nezzeh olarak anlatmışsan, sana öylece îman ediyoruz demektir. Ya
Rabbi seni senin sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan
noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz demektir. Seni, sıfatların konusunda tam ve
mükemmel kabul ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz.
Senin sıfatlarını parçalamayız, sana yetki sınırlaması getirmeyiz. Senin
sıfatlarından bazılarını senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya
Rabbi üstünlük sendedir, güç, kuvvet sendedir, ceberrut, azamet sendedir.
Kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz. Senden başkalarına
ibadet ve itaat etmeyiz demektir.
İşte tesbih budur. Dikkat ederseniz
tesbihin üç boyutu vardır. Buna göre:
Tesbih, Allah’ı Allah’ın haber verdiği
sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Tesbih, Allah kendisini Bakara’da, Âl-i
İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlatmışsa, hangi sıfatlarla muttasıf olarak
bildirmişse, işte öylece Allah’a inanmaktır.
Öyle bir Allah’a inanacağız ki O
mükemmeldir. O’nda zaaf yoktur, O’nda unutma, hata, cehalet yoktur. İşte Allah’a
böylece Allah’ın istediği biçimde îman, tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken
tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sı-fatlarıyla
tanıdıkça da sübhanallah diyeceğiz. Değilse Allah’ı kitabında kendisini bize
tanıttığı şekilde tanımadan, O’nda olanlarla tanımadan veya O’nda olmayanları
O’nda bilerek her dakika 100 bin de sübha-nallah desek, bunun hiçbir faydası
yoktur.
Allah kitabını, peygamberini,
hukukunu, ekonomiyi, kılık-kıya-feti, hayatı nasıl tanıtmışsa, Allah’ın
tanıttığı gibi bileceğiz, sonra da bunları bildikçe sübhanallah diyeceğiz.
“Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne
Mükerremsin! Sübha-nallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün ki böyle bir hukuk
va’zetmişsin! Sübhanallah ya Rabbi sen ne büyüksün ki böyle bir miras hukuku
koymuşsun! Sübhanallah ya Rabbi sen ne büyüksün ki böyle bir kılık-kıyafet
yasası belirlemişsin! Sübhanallah ya Rabbi sen ne muazzam bir hayat programı
belirlemişsin! Sübhanallah ya Rabbi sen ne büyüksün ki şunu şunu yasak
kılmışsın! Sen ne büyüksün ki şunları şunları farz kılmışsın!” demeye hakkımız
olacaktır. Değilse Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı gibi tanıyıp
inanmadıkça sübhanallah demenin bir anlamı olmayacaktır.
Bunları tanımadan, sübhanallah demenin
bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık konusunda Allah’ı tek Rezzâk bilmeyip, bu
konuda tümüyle ve sadece O’na güvenmeyip de ikinci, üçüncü derecedeki
Rezzâk’ların korkusundan ötürü Allah’ın kendisinden istediği bir kısım görevleri
yapmaktan çekinen kişinin günde 100 bin defa “Ya Rezzâk!” demesinin hiçbir
kıymeti yoktur.
Veya ilimde Allah’a tam olarak
güvenmeyip yerde O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler
aramaya kalkışan bir adamın günde milyon kere “Ya Alîm!” demesinin hiçbir
kıymeti yoktur.
Veya rubûbiyette Allah’ın
tekliğine inanmayıp, sadece O’nun Rabliğine güvenmeyip yerde O’nun bu eksiğini
tamamlamak üzere bir kısım Rabler, bir takım kanun koyucular, program yapıcılar
arayan, bulan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan günde milyon kere
de “Ya Rabb!” diye tesbih etse boştur.
Şifâ konusunda Allah’a
güvenmeyip, Allah’ı Şâfi bilmeyip yerde bir kısım şifa dağıtıcılar arayan
kişinin “Ya Şâfi!” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede, diriltmede, ruh
vermede Allah’a güvenmeyen birinin “Ya Muhyî, ya Mümît!” diyerek zikretmesi
boştur.
Veya Allah’ı Azîz bilmeyip,
izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin “Ya
Azîz!” demesi boştur. Veya mağfirette, afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak
bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin “Ya Tevvab!” demesi boştur. Kendi
kendisini kontrol etmede, murakabe etmede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım
aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin “Ya Hâfız, ya Müheymin!” demesi de
boştur.
Öyleyse Allah’ı Allah’ın kendisini
tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da sübhanallah
diyeceğiz.
Bir de tesbih, bir varlığın yaratılış
gâyesi istikâmetinde hareket etmesinin adıdır. Bir varlığı Allah ne için
yaratmışsa, kendisine ne tür bir sorumluluk yüklemiş, ne tür bir yörünge, bir
hayat programı çizmişse, o varlığın bu program dahilinde hareket etmesidir. Bu
mânâda, göklerde ve ne varsa tüm varlıklar Allah’ı tesbih ederler, gülün
ko-kuşu, suyun akışı, ateşin yakışı, bülbülün ötüşü, güneşin doğuşu, a-yın
batışı, bulutun yağmur yağdırması, ağacın meyve vermesi tes-bihtir. Allah’ın
yaratış gâyesi istikâmetinde rolünü icra eden her şey ve her varlık Allah’ı
tesbih ediyor demektir.
“Yedi gök, yer ve
bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler: O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey
yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O, Halîm olandır,
bağışlayandır.”
(İsrâ 44)
Yıldızlar, ay, güneş, bitkiler, semâ,
arz hepsi Allah’ı tesbih e-derler. Güneş Allah’ın kendisine çizdiği yörünge
istikâmetinde hareket ederek, ay, Allah’ın kendisi için belirlediği hayat
programının dışına çıkmayarak Allah’ı tesbih etmektedir. Çiçeğin açması, suyun
akması, ateşin yakması, bülbülün ötmesi, bulutun yağmur yağdırması, güneşin
doğması, batması, ısı ve ışık göndermesi tesbihtir. Öyleyse Allah’ın belirlediği
yasalarla hareket eden, Allah’ın istediği kulluğu icra eden, yani yaratılış
gâyesine uygun bir hayat yaşayan kimse de Allah’ı tesbih ediyor
demektir.
Bir de tesbih, sürekli gündemde tutmak,
gündeme almak demektir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi sürekli Allah’ı
gündemde tutarlar. Allah’ın emirlerine boyun bükerek, Allah’ın yasalarına itaat
ederek tüm varlıklar Rablerinin emirlerini yerine getirme konusunda görevli
olduklarını, kul olduklarını bir an bile unutmazlar.
Öyleyse bizim için de sürekli
gündemde tutulan, sürekli konuşulan, anlatılan, konuşulması gereken bu
olmalıdır. Eğer sürekli Rab-bimizi, Rabbimizin âyetlerini, Rabbimizin emir ve
yasaklarını gündemimizde tutarsak, biz de Rabbimizi tesbih ediyoruz demektir.
Eğer Al-lah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın kitabını, Resûlü’nün sünnetini,
Allah’ın bizden istediği kulluğu örterek, gündemlerimizden düşürerek kendimizce
sun’i bir kısım gündemler oluşturur, ya da kâfirlerin gerçek gündemimizi
unutturmak için oluşturdukları gündemlerin peşine takılırsak, o zaman
başkalarını tesbih etmiş oluruz. Bakın bugün insanlar en çok neleri gündemde
tutuyorlar? En çok neleri tesbih ediyorlar? En çok neleri konuşuyorlar? En çok
A’lâ’yı mı tesbih ediyorlar, parayı mı? En çok kitabı mı konuşuyorlar, yoksa
başka şeyleri mi?
Demek ki tesbih etme eylemini sürekli
kılmak, sürekli tesbih halinde olmayı becerebilmek ve kulluğu sürekli kılmak
için Allah’ın görsel ve işitsel âyetlerini akıldan çıkarmamak zorundayız. Her an
ve her zaman Allah’ın âyetlerini gözden, kulaktan, düşünceden ve akıldan uzak
tutmamak zorundayız. Her işi, her eylemi Allah adına yapmak, tüm hayatı Allah
için yaşamak ve O’nun huzurunda olduğumuzu, hayatın her bir saniyesinde yüce
Rabbimizi yüceltmek, O’nun rızasını baş tacı edinmek, sözle ve amelle sürekli
O’nu gündemde tutmak zorundayız. Öyleyse tesbih, Kur’an’la yaşamaktır. Tesbih,
vahiyle beraber olmak, vahiyle kuşanmak, vahiyle konuşmak, vahiyle düşünmek,
vahiyle yürümek, vahiyle yatıp kalkmaktır. Böylece hem ken-dimizi, hem de eşyayı
Allah’ın gösterdiği amaçlar doğrultusunda kul-lanmaktır.
Dikkat
ederseniz, burada “Rabbinin yüce olan adını tesbih et!” deniliyor. Anlıyoruz ki
Allah’ın adının yüce oluşu, münezzeh oluşu, Mükerrem oluşu kendisinin yüce,
münezzeh ve mükerrem oluşundandır. İsmini tesbih et deniyorsa bu, O ismin
sahibinin yüceliğini anlatır. Allah kendisi bizzat yüce olduğu için, ismi de
yücedir. Ama Allah’ın dışındaki varlıklar için bu böyle değildir. Allah’tan
başka varlıkların isimlerinin, makamlarının, konumlarının üstünlüğü,
şahıslarının üstün oluşundan, varlıklarının mükerrem oluşundan değildir. Şimdi
demokrasi anlayışında bazı isimler de öyledir değil mi? Meselâ Cumhurbaşkanlığı
deyince hemen saygınlık akla gelir. Bu saygınlık, cahilî sistemin ortaya koyduğu
cahilî bir saygınlıktır. Oraya oturan kişinin zâtından dolayı değildir. Yani
oraya kim oturursa otursun fark etmez. Ya da meselâ bir çocuk için baba
muhteremdir. Ama o çocuğun babasına hürmeti onun iyi bir insan olmasından, iyi
bir Müslüman olmasından, ya da ona karşı bir ruçhaniyetinden dolayı değil, onun
babası oluşundandır. Bir kadın için kocanın mükerrem oluşu da böyledir. Bir
kadının Allah’a isyan olmayan konularda kocasına itaati, onun meşrû isteklerini
yerine getirmesi onun şahsının mükerrem oluşundan değil, onun kocası, nikâhlısı
oluşundadır.
Baba, çocuk, kadın, koca isimlerinin
birbirlerine muhterem olu-şu, onların şahıslarının muhterem oluşundan, üstün
oluşundan değildir. Yani isimle müsemma sadece Allah için söz konusudur.
Rabbimi-zin isminin yüceliği, zâtının yüceliğindendir. Rabbimizin adını, zâtını
anmak, zâtını takdis etmektir.
Hepimiz köleyiz, ama en yücenin kölesi
olmak başkadır tabi. Herkes köle. Kimisi paranın kölesi, kimisi kadının, kimisi
makamın, koltuğun, kimisi ağanın, patronun, kimisi bordronun, kimisi toplumun,
kimisi âdetlerin, modanın, kimisi falanın, kimisi filanın kölesi. Herkes neyin
kölesi ise, elbette onu yüceltecek, onu tesbih edecek, onu gündemde tutacaktır.
Eğer bizler de Allah’ın kulu ve kölesiysek, elbette O’nu yüceltecek, O’nu tesbih
edecek ve O’nu gündemde tutacağız. Tesbihin zıddı ise
şirktir.
2-3. “O, yaratıp şekil
vermiştir. O, her şeyi ölçüyle yapıp doğru yolu
göstermiştir.”
Tesbih edeceğimiz, yörüngesinde hareket
edeceğimiz, sürekli gündemde tutacağımız, kitabını, âyetlerini, emirlerini,
yasaklarını bir an bile unutmadan yaşayacağımız Allah öyle bir Rabb ki, yaratıcı
ve şekil vericidir. Yarattı ve yarattığını düzenledi. Yaratan da O’dur,
düzenleyen de. Yaratan da O’dur, yarattığına çeki düzen veren de. Her şeye,
yarattığı her varlığa düzen vermiştir Allah. Yaratık olarak aklımı-za ne
geliyorsa hepsine bir düzen vermiştir. Meselâ Allah karıncayı yaratmış, onlara
bir aile düzeni vermiştir. Düzeltmiş, hayatlarını düzenlemiştir. Balığı yaratmış
ona da bir yaşayış düzeni vermiştir. Suyun içinde solunum düzeni vermiştir.
Geyik için özel bir vücut yaratmış ve buna uygun bir hayat programı
belirlemiştir. Balinaya verdiği vücudu ayıya vermemiştir. Ya da serçenin
uçuculuğu ayıda yoktur. Eğer ayı veya kedi de uçsaydı, kuşların işi bitikti.
Allah, yarattığı varlıkların her
biri için bir düzen koymuştur. Her şeyin, her varlığın yolunu da göstermiştir.
Çocuk doğar doğmaz süt emecek yeri biliyor. Ağlamasını biliyor. Kim öğretti ona
bunu? Allah öğretti, Allah gösterdi, Allah düzenledi. Yarattığı her şeyi düzgün
yarattı, düzgün yaptı. Meselâ şu anda bizler iki gözle tek görüyoruz. Eğer
bizdeki şu iki gözü ölçüp biçip vermeseydi Rabbimiz, iki gözle tek görmeyip
eşyayı iki görseydik veya bu gözlerden birini karnımızda öbürünü de ense
kökümüzde verseydi ne olurdu halimiz hiç düşündünüz mü? Meselâ dilimizi
alnımızda, dudaklarımızı da belimizde yaratsaydı ne
olurdu?
“Ey kullarım! Kendi varlıklarınızın
yaratıcısı, şu üstünde gezdiğiniz, yaşadığınız yeryüzünün sahibi ve yaratıcısı
siz değilsiniz, benim! Şu anda sahip olduğunuz ve istifâde ettiğiniz her şeyin
sahibi ve yaratıcısı benim. Peki sizler şu anda kimin arzında yaşıyorsunuz ve
kime kulluk yapmaya çalışıyorsunuz bunu hiç düşünmez misiniz? Kimin ekmeğini
yiyip de kimin kılıcını sallıyorsunuz? Hiç aklınız yok mu sizin? Unutmayın ki
İlâh olanın yaratıcı olması gerekir. Rabb olanın yaratıcı olması gerekir.
Yaratıcı olmayanlar asla Rabb ve İlâh olamazlar. Hani şu sizin Allah’a denk
tutmaya çalıştıklarınız, Allah’a ortak yapmaya çalıştıklarınız, kendilerini
tesbih edip yasalarını uygulamaya çalıştıklarınız bir şey yaratmışlar mı?
Bırakın bir şeyler yaratmalarını, kendilerini yaratabilmişler mi?
Sizi yaratan, sizin şu anda
hizmetinize sunulmuş bulunan her şeyi yaratan Allah sizin Rabbiniz, sizin
İlâhınızken, nasıl oluyor da O’nu bırakıp da hiçbir şey yaratmayan, sizin
yaratılışınıza en ufak bir katkısı olmayan, kendilerini bile yaratmamış olan,
kendileri de Allah tarafından yaratılmış olan bir kısım varlıkları Allah’ı ortak
koşmaya kalkışıyorsunuz?! Onları dinliyor, onlara itaat ediyor, onların hayat
programlarına tâbi oluyor ve onlara teşekkür ederek, onları tesbih ederek,
onlara kulluk yaparak nasıl da nankörlük yapıyorsunuz?”
Rabbinizin tek Rabb oluşuna sayısız
delillerden, sayısız âyetlerden sadece iki tanesi: Yaratmak ve yarattığına yol
göstermek. Yaratan Allah olduğu gibi, şu anda düzenli bir biçimde
yarattıklarının varlıklarını ve fonksiyonlarını yürüten de Allah’tır. Eğer böyle
olmasaydı düzen bozulur ve sizin hayatınız altüst olurdu. O kadar ki, kör,
sağır, dilsiz birisi bile bu iki âyeti görmezlikten gelemez. Bu iş elbette
tesadüfî olamaz. Bu muazzam düzen ne tesadüfe, ne kör tabiat kuvvetlerine, ne de
kendilerini bile yaratmaktan âciz olan şu egemenlik bizimdir diyen yeryüzü
tanrıçalarına verilemez. Bu düzeni kuran başkası değil, sizin Rabbinizdir.
O’ndan başka da tesbihe, gündemde tutulmaya, kulluk yapılmaya lâyık İlâh yoktur,
bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın, diyor Rabbimiz.
Meselâ yukarıdan atılan bir şey düşer.
Yerçekimi yasasını koymuş Allah. Eğer böyle olmasaydı, haydi ev yapın bakalım.
Veya vücudunuzu bir düşünün. Kesici dişleri ağzımızın ön kısmına, öğütücü kalın
dişleri de arkaya koymuştur. Bunun tam tersi olsaydı, ağzınıza aldığınızı kesmek
için arkaya götürecek, öğütmek için öne getirecek ve çok acayip bir manzara
olacaktı.
Veya meselâ tat alma duyusunu
dilimizin ucuna koymuş, ze-hiri, acıyı zamanında fark ediyor ve tükürebiliyoruz.
Eğer böyle olmayıp ta bunu karnımızın içine koysaydı, zehiri yuttuktan çok sonra
fark edecek ve iş işten geçmiş olacaktı. Veya meselâ yediğimiz burada kalsaydı,
midemize inmeseydi durumumuz ne olurdu?
Rabbimiz, sadece insanlar için değil
tüm yaratıkları için düzen koymuş, yol göstermiştir. Meselâ kuşlar belli
mevsimlerde belli yerlere giderler ve yanılıp şaşırmadan belli mevsimde de yine
dönerler.
Demek ki takdir de Allah’tan, hidayet
te Allah’tandır. Takdir, her şeye belli bir işlev, belli bir rol tayin etmektir.
İşte görüyoruz ki her şey, tüm varlıklar, gerek iç ve gerek dış cephelerinde
kendi tabiatında, kendi fıtratında var olan koşullara bağlı hareket
etmektedir. Dikkat edin, her varlık
kendi fıtratına en yakın bir çevrede kalkış yapmaktadır. Çünkü yaratıcı olan
Rabbimiz her canlı için o canlının yaşam koşullarını tespit buyurmuştur.
Rabbimizin bu takdiri gereği, her canlı yaşamını ve gelişimini sağlayabileceği
tüm ihtiyaçlarını yaratılış çevresinde hazır bulmaktadır. Onun içindir ki suda
yaşayan bir kuş, ya da karada yaşayan bir balık göremezsiniz. Çünkü o kuşun
yaşayabileceği yaşam şartlarını orası sağlayamaz. Bir balığın Rabbinin kendisine takdir
buyurduğu suyu terk edip karada yaşamaya kalkışması demek, Rabbanî takdir
kanununa ters düşmesi ve kendi elleriyle sonunu hazırlaması demektir. Aynı
şekilde sıcak iklimlerde yaşayabilecek özellikte yaratılmış canlılar sadece bu
iklimlerde hayatlarını sürdürebilirler. Öyle değil mi? Kuzey kutbunda yaşayan
bir hayvan türüne Ekvator’da rastlamak mümkün değildir.
Hidayet de ifade ettiğimiz gibi yol
göstermek, kılavuzluk etmek demektir. Her varlık için fıtratına uygun beslenme
yolları açan, onun taleplerini harekete geçirip onu tatmin edici araçlara
ulaştıran hidayettir. Her varlığa Rabbimiz böyle bir dürtü, bir içgüdü
bahşetmiştir. Öyle ki, o varlığın dışarıdan herhangi bir desteğe de ihtiyacı
yoktur. Anne karnından çıkan bir yavru hemen beslenme kaynağını bilip annenin
memelerine doğru yönelmektedir. Doğumu yaklaşan bir kedinin evin her yerini
didik didik araştırarak yavrularının emniyeti için en güvenilir bölgeyi seçmeye
yönelten nedir? İşte bu, Rabbimizin hidayetinden başka bir şey değildir ve aklı
olmayan tüm varlıklara ihtiyaçları nispetinde bu hidâyet verilmektedir. Meselâ
karıncalarda tat alma duygusu çok keskindir. Niye? Çünkü onlar bu duyuları
sayesinde yiyeceklerini kolay bulabilmektedirler. Yine kartal ve akbabanın
görüşleri çok keskindir. Çünkü bu sayede yiyeceklerini yüksekten görerek
beslenmektedirler.
Bütün bunlara hidâyet te
diyebilirsiniz, Kitabımızın bir başka âyetinin delâletiyle vahiy de
diyebilirsiniz. Nahl sûresinde buna vahiy denir. Sûrenin, 68. âyetinde,
Rabbimizin bal arısına dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler
edinip bal yapmasını vahyet-tiği anlatılır.
Allah tüm varlıklar için bir düzen
göstermiş de, insan için göstermemiş mi acaba? Göstermiş ama, insan biraz ukalâ,
bazen aciz olduğunu unutup O’na kafa tutmaya kalkışabiliyor. Güneşe şöyle
döneceksin! demiş, dönüyor. Aya bir yörünge tayin etmiş, ay da o yörüngede
hareket ediyor. İnsan için de böyle bir yörünge tayin etmiş. Yataktan yatağa bir
yörünge çizmiş. Uyu, sabahleyin kalk, abdest al, namaz kıl, zikirle, Kur’an’la
meşgul ol, hadisle, sünnetle ilgilen, helâlinden maişet ara, çocuğunla ilgilen,
hanımınla beraber ol, ilim öğren, iyiliği emret, kötülüğe engel ol, öğle,
ikindi, akşam, yatsı namazını kıl, sonra tekrar gelip yat! Yarın bir daha,
ertesi gün bir daha diye insan için de bir yörünge çizmiştir. Hayatın tümünü
kapsayan bir program veya başka bir deyişle kaderdir bu. Hiçbir varlık bu
kaderin dışında veya başıboş değildir.
4-5. “O, yeşillikler
bitirmiştir. Sonra da onları siyah çerçöpe çevirmiştir.”
Allah, bitkiler, yeşillikler de
bitirdi, büyüttü. Bitkiler bitiren, ama yemyeşil bitkileri sonra sapsarı edendir
Rabbimiz. Eşyanın tabiatına dikkat çekerek, onu kullanma, ondan istifâde
hakkının da kendisine ait olduğunu anlatıyor Rabbimiz. Hayatın, yaratılışın
kendisine ait olduğunu vurguladıktan sonra, ölümün de kendisinden başkalarına
ait olmadığını ortaya koyuyor. İlkbaharı getirenin de, sonbaharı yaratanın da
sadece kendisi olduğunu haber veriyor.
Görüyor musunuz Rabbimiz nasıl kolay
bir din anlatıyor? Âfâk ve enfüsümüzden, yakın çevremizden delillerle bize
dinini ve kendini anlatıyor Rabbimiz. Ne kadar hoş bir anlatım değil mi? Allah
hiçbir za-man bizim gibi zorlarla, felsefî ifâdelerle, insan zihninin almayacağı
konularla din anlatmıyor. Görünenden, bilinenden, merâdan, bitkilerden dikkat
çekerek din anlatıyor. Otlar, ağaçlar, nebatat bitirdik, diyor. Hem kendinizin,
hem de hayvanlarınızın yiyeceği şeyler bitirdik.
Ama bunlar bir
dönem, bir zaman gelir ki tamamen
sararmış, kararmış, solmuştur. Çerçöp olmuştur. Yanmaya, yakılmaya hazır
hale gelmiştir. Yakacak haline gelmişlerdir. Düşünün gencecik, dipdiri, çivi
diye çaksanız yere geçecek kadar güçlü, sıhhat dolu, Allah’a kulluk noktasında
mermeri delecek kadar müsait vücutlar, gün olacak sararıp solacak, geriye sayma
başlayacak. Ama Allah korusun da ki-mileri yarın yanacak hale gelecek, yarının
yakıtı, yakacağı haline gelecekler. Allah’a kulluğa tahsis edilmeyen bu dipdiri
bedenler, yarın cehennemin yakıtı olacak. Herhalde Rabbimiz bu âyetiyle bize
bunu anlatıyor.
Burada bizim ısrarla anlamamız ve
anlatmamız gereken şudur: Hayatın kaynağı Allah’tır. Veren de O’dur alan da
O’dur. Ya-ratan da O’dur, öldüren de. Az veren de O’dur, çok veren de. Vermeyip
mahrum eden de O’dur, verip hesap sorulmadan alan da. İlkbahar da O’na aittir,
sonbahar da. Eğer bu dünyada gözümüz görüyor, aklımız eriyor, elimiz tutuyor,
ayağımız yürüyorsa bilelim ki bunu bize Allah verdi. Allah’tandır bunlar. Yarın
bunlar işe yaramaz bir hale geleceklerse, bu da Allah’tandır.
Çocukken âcizdik, küçüktük,
güçsüzdük, şimdi büyüdük, güç-kuvvet sahibi olduk. Eğer bütün bunlar Allah’tan
değil de kendimizden, bizden olsaydı o zaman yaşlandıkça, ihtiyarladıkça daha
güçlenmeli değil miydik? Halbuki ihtiyarlayınca bunları kaybediyoruz, ge-riye
sayma başlıyor. Tüm otlar, bitkiler, ağaçlar gibi. Demek ki bütün bunlar bizden
değil, O verdi bütün bunları. Allah insanlara bir şeyler veriyor ve herkesi
kendi verdiğine göre imtihan ediyor. Birine mal ver-miş, öbürüne el vermiş. Biri
evli, diğeri evsiz. Biri beş çocuklu, ötekisi çocuksuz. O halde mal, evlât,
çoluk-çocuk her şey O’ndandır. Bu ko-nuda O’na hesap sormaya hakkımız yoktur.
“Ya Rabbi niye onu malla imtihan ettin de beni malsız imtihan ettin? Niye onu
elli, beni çolak imtihan ettin? Niye onu beyaz, beni esmer? Niye onu erkek, beni
de kadın yarattın? Niye onu güzel, beni çirkin yarattın? Niye onu zengin, beni
fakir, niye onu bilgili, beni cahil imtihan ettin? diye hesap sormaya hakkımız
yoktur.
Çünkü mülkün Mâlike hesap sorma
yetkisi yoktur. Bir de neden itiraz ediyoruz? Ne olmuş yani? Onun kazandığı ne
belli? Malla, parayla imtihan edilenin kazandığı, fakir kimsenin de kaybettiği
ne belli? Ya Rabbi niye onu erkek çocukla da beni kız çocukla, ya da çocuksuz
imtihan ettin? Ne olmuş ki? Onun kazandığı ne belli? Erkek çocukla imtihan
edilenin kazandığı, kız çocukla imtihan edilenin kaybettiği nereden belli? Kim
demiş bunu? Halbuki bunlar imtihan sebebidir. Allah, herkesi verdikleriyle
hesaba çekecek. Fakirler mi kazandı, yoksa zenginler mi? Bu yarın belli olacak,
bunu unutmayın, diyor Rabbimiz.
6-7. “Biz sana Kur’an’ı
okuyacağız ve sen asla unutmayacaksın, Allah'ın dilediği bundan müstesnadır.
Doğrusu açığı da, gizliyi de bilen O’dur.”
Sûrenin başında da ifâde ettiğimiz gibi
peygamberliğinin ilk zamanlarında Allah’ın Resûlü vahyin ne olduğunu bilmiyordu.
Allah sözüne alışık olmadığı için vahyin atmosferine giremiyordu. Çünkü bu ilk
dönemler Allah’ın Resûlü, vahiy nedir, Allah sözü nedir, peygamberlik, risâlet,
melek nedir? Allah sözünü nasıl gönderir? Bunların hiç-birisini bilmiyor,
zamanla Rabbinin uyarılarıyla öğreniyordu. Bu durum, yani Rasulullah Efendimizin
vahye alışması bir süre devam etti. Bunu Kur’an’ın başka yerlerinde de
görüyoruz. Alak sûresinde, Tâhâ, Şûra ve Kıyâmet sûrelerinde görüyoruz. Meselâ
Kıyâmet sûresinde görüyoruz ki, vahyin inzâli esnasında Allah’ın Resûlü
kendisine gelen âyetleri unutmamak, bir an evvel bellemek, ezberlemek ve onu
insanlara ulaştırmak için nötr halini bozup, gelen âyetleri ezberlemek için
dilini hareket ettirmeye çalışıyordu da Rabbimiz onu şöylece
uyarıyordu:
“Ey Muhammed! Cebrâil sana Kur’an okurken,
unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o
vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu
Cebrâil’e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak Bize
düşer.”
(Kıyâmet
1619)
“Ey Peygamberim! Kur’an’ı acele olarak,
süratlice belleyip kavramak ve unutmamak için dilini depretip, hareket ettirip
durma! Şüphesiz ki onu kalbinde toplamak ve onu sana okutmak bize
aittir!”
Vahiy normal geliyorken, Rabbimiz
vahyin konusunu, vahyin akışını keserek peygamberinin bir durumunu düzeltiyordu.
Peygamberim! Dilini depredip, oynatıp durma! Yani aceleye getirip durma işi! Ne
endişen var senin, niye acele ediyorsun? Değil mi ki Biz onu toplamış, bir araya
getirmişiz. Onu Biz cem etmişiz. Yani o harfleri, o ke-limeleri, o âyetleri bir
araya Biz getirmişiz, onu Biz okuyoruz. Onun Kur’an’ını da, okunuşunu da, onun
okunaklığını da Biz ortaya koymuşuz. Sana gereken, Biz onu okurken senin onun
okunuşuna uymandır! Biz hemen arkasından onu sana beyan edeceğiz, ya da sen onu
anlar hale geleceksin.
Burada da görüyoruz ki Rabbimiz vahye
henüz alışamamış olan Peygamberini uyarıyor. Allah’ın Resûlü kendisine gelen
vahyi ezberlemek, onu kafasında, zihninde muhafaza etmek sorumluluğunda
hissediyordu kendini. Onu ezberlemek, hafızasında muhafaza et-mek sorumluluğunun
kendisine ait olduğunu zannediyordu. Burada da Rabbimiz buyurdu ki:
“Peygamberim! Sen hiç
endişe etme! Biz sana okuyacağız ve sen asla unutmayacaksın!”
Bu aslında Kur’an’ın vahyedilmesi
ve muhafazasının Rasulul-lah’a ait bir görev olmadığını, böyle bir
sorumluluğunun olmadığını, bu işi Allah’ın bizzat kendi uhdesine aldığını haber
veriyor. Ama Allah’ın Resûlü önceleri bunu bilmiyordu. Allah’ın Resûlü Kur’an-ı
Kerîm gelirken, bu Kur'an ne kadar sürede gelecek, kaç yıl gelecek, ne kadar
gelecek, kaç âyet, kaç sûre gelecek, okunan bölüm, namaza tahsis edilen bölüm
olacak, unutulacak mı, unutulmayacak mı, bu konuda Kur’an’ın, vahyin muhafazası
konusunda bir gayreti, bir tedbiri olacak mı, olmayacak mı, bunu bilmiyordu. Ama
sonradan Rabbimiz tarafından anlatıldı ve Allah’ın Resûlü de
anladı.
Vahyi ezberleyebilmek, ya da unutmamak
için böyle bir sa’yin, böyle bir çabanın içine giren peygamberimize böyle
buyuruyordu Allah. “Peygamberim biz okuyacağız ve sen asla unutmayacaksın”
buyuruyordu. Demek ki biz de bunları Kur'an’dan öğreneceğiz. Kur’an’la birlikte
olacağız, onunla diyalogumuzu asla kesmeyeceğiz ve bilmediklerimizi ondan
öğrenecek ve unutmayacağız. Birilerine bir sûreyi anlatırken: “Aman şunu yaz!
Aman bunu ezberle!” demeyeceğiz. Zamanla olacak bu iş. Çünkü biliyoruz ki
sahâbenin yetişmesi böyle yaz-dırıp, ezberletip, yazılı, sözlü imtihan şeklinde
olmamış. Ne anlattım söyleyin? dememiş Rasulullah. Yazılı, sözlü imtihana
çekmemiş onları. Onlar hayatla imtihan olmuşlar, Bedir’le, Uhut’la imtihan
olmuşlar.
Biz sana okuyacağız, sen
unutmayacaksın, ezberleyeceksin. Veya bunun bir başka mânâsı da: “Peygamberim
Biz bunu sana oku-yoruz, öğretiyoruz sen de bunu asla unutmayacaksın” şeklinde
olacaktır. Yani Biz bunu sana öğretiyoruz, bu vahyi sana sunuyoruz sen de bunu
unutmamalısın ha! Nasıl? Nasıl unutulmaz Kur’an? Sadece bu Kur’an’ı mücerret
okuyarak, ezberleyerek değil, bununla diyalogu kesmeyerek, sürekli bununla
beraber olarak, gereğiyle amel ederek, hayata geçirerek bu öğrendiklerini
hayatınla muhafaza etmek zorundasın. Kur’an’ın gereğini yerine getirme görevidir
bu. Öyleyse bizler de öğrendiklerimizi gereğiyle amel ederek, hayatımıza
aktararak korumak, muhafaza etmek zorundayız.
Sen bu Kur’an’ı unutmayacaksın
ama:
“Allah’ın dilediği
müstesna.”
Bunun iki
anlamı vardır:
1. Unutmayacaksın ama bilesin ki bu
unutmaman da kendinden değil, Allah’tandır. Bu da Allah’ın takdiriyledir. Allah,
peygamberine buyuruyor ki, “Sana okuduğumuzu sakın unutma! Aynen onları ic-ra
et, mucibince amel et, ama bilesin ki unutmaman da senin elinde değildir. Sakın
unutmamam kendi elimdedir zannetme! Unutmaman da bendendir.”
Değilse biz biliyoruz ki
Rasulullah’ın insan olması hasebiyle zaman zaman unuttuğu da oluyordu. Meselâ
bir ara namazda bir âyeti unutarak atladı Rasulullah. Arkasında bulunan Übeyy
bin Ka’b: “Hayrola ey Allah’ın Resûlü! Bir âyet kalktı mı, yoksa nesih mi oldu?”
diye sordu da, Allah’ın Resûlü, “Hayır, ben unutturuldum” buyurdu. Ama tabi ki
bunun sebebi ümmetine talimdi. Yani bir insan unutursa ne yapacak? Bunu talim
etmek ve kıyâmete kadar gelecek insanlar için bu konuda hükmün vazedilmesi
içindi. Çünkü biz yine onun kendi beyanlarından biliyoruz ki, Rasulullah’ın
gözleri uyurdu ama kalbi her zaman uyanıktı. Mutlaka kalp uyanıktı çünkü o kalbe
vahiy geliyordu.
Yine meselâ bir yolculukta bir yerde
konakladılar. Hz. Bilal: “Ya Rasulallah siz de uyuyun, ben nöbet bekler sizi
uyandırırım” demişti. Ama Bilal da bir deveye yaslanıp uyuya kalmış, ilk uyanan
yine Rasulullah olmuştu. Allah’ın Resûlü baktı ki güneş doğmuş. “Niye böyle
yaptın ey Bilal?” diye azarlayınca, Hz. Bilal mahcup olmuştu. Çünkü tüm
sahâbenin sabah namazı geçmişti. Ama o konuda kıyâmete kadar ki insanlar için
hüküm konuyordu. Uyuduğunuz zaman siz de böyle yapın! diye bu konuda hüküm
konsun diye öyle yaptırdı Allah. Onun için Rabbimiz elçisinin uyumayan kalbini
uyuttu.
2. Peygamberim biz sana
okuyacağız ve sen unutmayacaksın ancak:
Allah’ın dilediği müstesnadır ifâdesini
şöyle de anlıyoruz: Vahyin bir bölümü Kur’an’a geçmemiştir. Yani muhtevası korunma altına alınmış ama lafzı
korunma altına alınmamış, Kur'an bölümüne geçmemiştir. Okumaya tahsis edilmemiş
vahiy bölümünün de olduğunu anlatıyor bu bölüm. Hayatı düzenlemiş, o günün
problemlerini halletmiş ama Kur’an-ı Kerîm’e geçmemiş vahiy bölümünün de
bulunduğunu haber veriyor.
Kur’an’da varlığından söz edildiği
halde Kur'an’da bulunmayan vahiy birimleri var. Yani peygambere vahyedilen
vahiylerin bir kısmının Kur'an’da olmadığı kesindir. Meselâ bir dönem Allah’ın
Resûlü ve Müslümanlar namazlarında kıble olarak Mekke’deki Kâbe’ye dönüyorlardı.
Ama onların Kâbe’ye dönmelerini emreden âyet yok Kur'an’da. Peki acaba Allah’ın
Resûlü ve Müslümanlar kendi kafalarından mı çı-karmışlardı Kâbe’ye dönmeyi?
Elbette kendi kafalarından çıkarmamışlardı bunu. Allah emretmişti, ama bu vahiy
birimi Kur'an’a geçme-miştir. Müslümanların Allah’ın Resûlü’ne bağlılıklarını
pekiştirmek için peygamberle yapmıştı bu işi.
Yine bakıyoruz Mekke’nin fethiyle
ilgili rüyada gelen vahiy birimi de Kur'an’da yoktur. Allah rüyasında her şeyi
Resûlü’ne göstermiş; müşriklerin kendilerini Hudeybiye denen yerde
durduracaklarını, o yıl hac için Mekke’ye sokulmayacaklarını, aralarında bir
anlaşma yapılacağını, daha sonra Müslümanlar adına ağır şartlar taşıdığı
zannedilen bu anlaşmayı kendilerinin bozacağı ve nihâyet Mekke’nin
fet-hedileceğini tümüyle rüyasında Rabbimiz peygamberine göstermişti. Hattâ bunu
bilmeyen sahâbe Allah’ın Resûlü’ne itiraz edecek noktaya gelirken, Allah’ın
Resûlü son derece rahattı. Rabbimiz de bu konuda sadece:
“Yemin olsun ki Allah peygamberine o rüyayı
doğru gösterdi. (Allah’ın gösterdiği rüya doğru çıktı) Yemin olsun ki inşallah
Mescid-i Haram’a mutlaka emniyet içinde gireceksiniz.”
(Fetih 27)
buyuruyordu. Bakın burada Allah diyor
ki: Allah’ın peygamberine gösterdiği rüya doğru çıktı. Peki hani ne o? Hani
nerede bu rüya? Kur’an’ın neresinde? Biliyoruz ki rüya da vahiydir. Allah’ın
Resûlü’ne gelen vahiylerden pek çoğu rüya halinde gelmiştir. Ama bakıyoruz ki
Rabbimizin sözünü ettiği bu vahiy birimi Kur'an’da yoktur.
Yine örneğin Tahrim sûresinin 3.
âyetinde Allah’ın Resûlü’nün hanımlarından birine gizlice söylediği bir sözün
ortaya çıkarılışı, Ah-zâb sûresinin 37. âyetinde anlatılan Rasulullah’ın Hz.
Zeynep’le evliliğinin bizzat Allah tarafından emredildiği konusu, Haşr sûresinin
5. âyetinde Müslümanların gerçekleştirdiği Beni Nâdir’in ağaçlarını kesme işinin
Allah’ın emriyle olduğunu anlatan âyet, yine Enfal sûresinin 7. âyetiyle
anlatılan konular da vahiy olarak Kur’an’da yoktur.
Peki buna ne diyeceğiz? Bu vahiy
birimlerinin adı nedir? Bunlar, bu vahiy birimleri Allah tarafından Rasulullah’a
bildirilmiş, hayatta pek çok problemleri çözmüş, ama Kur'an’a geçmemiş, yani
okunan vahiy birimi olmamış, lafzan Allah tarafından korunma altına alınmamış
vahiy birimleridir. Bir başka ifâdeyle bunun adı sünnettir ve dinimizin
yarısıdır. Okunan vahiy, okunmayan vahiy. Vahy-i metluv ve vahy-i gayri metluv.
Buhârî, Müslim, Tirmizi, Nesei, İbni Mâce, Ebu Dâvûd ve diğerleriyle birine,
İbni Abbas, Taberî, Kurtubî, Râzî, İbni Kesîr, Tefhim, Elmalı, Seyyid Kutup’la
da okunan vahiy birimine ulaşabileceğimize inanıyorum. İstedikten sonra her
ikisine de ulaşabileceğimize ve mutlaka ulaşmak zorunda olduğumuza inanıyorum.
Çünkü bu iki bölümün ikisi de vahiydir, ikisi de dindir ve Müslümanlar olarak
bizim için bağlayıcıdır. “Ancak Allah’ın dilediği müstesna” ifâdesini bir de
böyle anlamaya çalışıyoruz.
“O Allah cehri de,
hafiyi de, açığı da, gizliyi de bilendir.”
Ne vereceğini, ne emredeceğini,
ne isteyeceğini, sizi vahyin ne kadarıyla sorumlu tutup, kaç âyet göndereceğini
bilendir Allah. Mesele konunun Allah’a ircâıdır. Meselâ sabahleyin kalktığımız
da elimizdeki Kur’an’ın yarısını silse Allah, haberimiz olur mu bundan?
Sabahleyin bir kalktınız ve baktınız ki Kur’an’ın yarısı gitmiş, yarısı
si-linmiş. Haberiniz olur mu bundan? Şimdi haberimiz yok ki o zaman ol-sa. Şimdi
tanımıyoruz ki Kur’an’ı o zaman anlasak ne kadarı silinmiş, ne kadarı kalmış?
Öyle değil mi? Cebinde ne kadar para olduğunu bi-len kişi eksilince farkına
varır. Bilmeyen, cebinden habersiz yaşayan bir adam nerden farkına varacak bu
eksikliğin?
Kaldı ki zaten şu anda birileri
Kitabın kimi âyetlerini siliyor ama farkında değiliz. Birileri her gün
kitabımızın âyetlerini bozuk para gibi harcıyor, ama kimsenin haberi yok.
Kimsenin kılı bile kıpırdamıyor. Neden? Bilmiyoruz ki kitabımızı. Bilenler
bağırıyor da ancak o zaman farkına varıyoruz. Bizim kitap değil ki o,
birilerinin kitabı! Bizim cep değil ki o, başkalarının cebi! Cebinden,
kitabından habersiz yaşayan insanlar olup çıktık Allah korusun. Siler mi siler
Allah. Belki de o zaman sevinir Müslümanlar, “Ya Rabbi çok iyi oldu. Zaten bu
kadar âyet bize zor geliyordu. İşte hatimlerde, düğünde, dernekte, nişanda, ev
mübareğinde filan okuyabileceğimiz kadar beş-on sûre bize yeter!” diyecek,
memnuniyetlerini ortaya koyacaklar.
8. “Kolay olanı yapmayı
sana kolaylaştırırız.”
Bu din, kolay bir dindir. Bu din,
fıtrata uygun bir dindir. Sana kolayı göstereceğiz diyor Rabbimiz. Rasulullah’ın
hayatı peygamberliğinden sonra öyle bir kolaylaştı ki, tarifi mümkün değil.
Namazı, ab-desti, orucu, kazanması, harcaması, infakı, zekâtı, yemesi, içmesi,
meskeni, hesabı, sorumluluğu kolaylaştı. Ya da Allah’ın Resûlü onu kolay
biliyordu. Kolaylaştırılmıştı ona bunlar. Çünkü İslâm’ı yaşamak çok kolaydır.
Çünkü İslâm fıtrat dinidir. Bu yol, fıtratın sahibinin yoludur. Bu din, fıtratı
bilenin dinidir. Eğer bir vida bir yer için yapılmışsa oraya kolayca zorlamadan
girer. Ama vida o deliğe göre değilse, altından da olsa, gümüşten de olsa
zorlanacaktır. Tıpkı şu anda fıtrata uygun olmayan, fıtratı bilmeyen beşer
yapımı sistemlere uymaya zorlanan insanların zorlandıkları
gibi…
Rasulullah Efendimizin her şeyi
kolaydı. Elbisesi kolaydı, sadeydi. İlla da mavi giyeceğim, ya da şu model
giyineceğim diye bir derdi yoktu efendimizin. Veya ütüsü şöyle olacaktı, yakası
böyle olacaktı, rengi, deseni şöyle olacaktı diye özel bir zevki, bir derdi
yoktu. Ayakkabısı kolaydı. İlla da Japon köselesi veya İtalyan derisi olacak, modeli şöyle olacak diye özel bir
zevki yoktu. Zira o asla külfeti sev-mezdi. Önüne geleni yerdi, illa da şunu
getirin demezdi. İlla da bugün canım Panama muzu istiyor, canım kebap çekiyor,
bana bugün kuzu getirin, demezdi Allah’ın Resûlü. Özel yemek programları yoktu.
Yemeyi hedef bilmezdi. Meselâ bir defasında kertenkele getirdiler, fıtratı
sevmediği için onu yemedi ama yiyenlere de yasaklamadı.
Allah’ın Resûlü’nün konuşması kolaydı.
Tek tek, sade ve düz konuşurdu. Tumturaklı, edebî, felsefik konuşmazdı. Herkesin
anlayabileceği, herkesin ezberleyebileceği şekilde ağır ağır ve düzgün
konuşurdu. İstekleri kolaydı. İnsanların takat getiremeyecekleri şeyleri
istemezdi onlardan. Kulluğun dışında hiç kimseyi kendi özel hizmetinde
kullanmazdı. Öyleyse ey Müslümanlar gelin bu kolaya biz de talip olalım. Emin
olun en kolayı İslâm’ın dediğidir. İnanın eşyalarımız onunki gibi olsaydı,
hayatımız çok kolay olacaktı. Her an dünyadan gi-dici olduğunu bilen ve böyle
yaşayan Rasulullah Efendimizin tüm eş-yası bir atın sırtının alacağı kadardı.
Düşünebiliyor musunuz? Bir atın taşıyabileceği kadar eşya!
Eğer bizimkiler de bu kadar
olsaydı hayatımız çok kolaylaşacaktı. Temizlenmesi kolay, alması kolay,
yerleştirmesi kolay, çıkartması kolay, indirmesi kolay… Meselâ kerpiç bir ev
yıkılsa, yıkıntıdan çıkan malzemeyle aynen onun gibi bir ev daha yapabilirsiniz.
Şimdiki evler böyle mi? Betonu, demiri, mermeri, fayansı, boyası, cilası külfet
üstüne külfet. Meselâ şu ütü dedikleri şey nedir? Pantolonun şurasını
kıvrıştırıyorlar. Ne bu? Ne olacak bu? Niye şuradan değil de buradan? Kim dedi
bunu? Zorlaştırıyoruz hayatımızı. Veya meselâ gömleğin, yakası, ceketin
yırtmacı. Ne bunlar? Giyimi bile zor. Aman modeli şöyle olmalı, aman beli böyle
olmalıydı. Bunlar hayatı zorlaştırmaktan başka bir şey
değildir.
Meselâ düşünün ki bir kadın, çocuğu
gece uyanınca yerinden kalkacak, yatağını soğutacak, uykusunu bölecek, çocuğuna
mama yapıp gelecek ve yedirecek. Ne kadar zor değil mi? Halbuki yanı başında
Allah’ın kendisine verdiği göğüslerinden emziriverse ne kadar kolay, değil mi?
Evet İslâm en kolayıdır. Allah’ın
istediği hayat en kolay hayattır. Rabbimiz bu âyetiyle: “Peygamberim! Sana kolay
bir şerîat verdik. Seni kolay bir din, kolay bir yol üzerinde kıldık. Senin
yoluna, senin şerîatine tabi olmak, o yolda yürümek çok kolaydır.”
diyor.
Evet,
kolay olanı yapmayı sana kolaylaştırırız diyor Rabbimiz.
Biz biliyor ve inanıyoruz ki müslümanca bir yaşayış güzel ve kolay; gayri İslâmî
bir hayat da çirkin ve zor bir yaşamdır.
İnsanı
en iyi tanıyan, onun gücünün neye yeteceğini bilen merhametli Allah, ona kolay
dini vermiş, kaldırabileceği yükü yükle-miştir. Allah'a teslim olmuş müslüman
bir kula da Allah'a itimat, gü-ven, ve tevekkül yakışır. "Sen bunları
yapabilirsin, gücün yeter, bunlar kolaydır, senden zorluk istemiyorum"
deniyorsa, "hayır, yapamamam, zor!" demek, her şeyden önce bir isyan ve
yalanlamadır. Sırât-ı müs-takîm, dosdoğru yol demektir; Peygamberlerin,
sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yoludur. Bu dosdoğru İslâmî yolda yolculuk
kolaydır, ayağı kaymadan nice insan bu yoldan yürümüştür. Ayrıca bu yolda
tehlike-lere karşı uyarılar, işaretler, yardımlaşmalar, ilâhî ikram ve ihsanlar
vardır. Diğer yollar sapıklıktır, dolambaçlı, zikzaklarla dolu ve kaygan-dır,
zordur. Yaşadığımız ülke dâhil, hemen bütün dünyada yürürlük-teki kapitalizm,
insanların hayatını zorlaştırmaktan başka bir şey getir-memiştir. Tüketim ve
israf toplumu, bunalım toplumuna dönüşmüştür. Herkes daha çok tüketmek için,
daha çok kazanmaya, dolayısıyla da-ha zor bir hayata kendini mahkûm ediyor. Bu,
kırılması mümkün ol-mayan bir kısır döngüdür.
İslâm'ın
dışındaki tüm düzenler, dünya görüşleri ve ideolojiler birer şirk düzenidir.
Şirk ise, büyük bir zulümdür. İslâm dışı düzenler ve uygulamalar zorbalık ve
zulümdür, ağır yüktür. Haksız vergiler, hortumlar, adâletsiz hukukî
düzenlemeler, halkın sırtındaki ağır yük-ler. Toplumdaki bütün bireylerin
şikâyet ve huzursuzluğu, zorlukların ispatıdır. İnsanların hayatını
kolaylaştırma vaadiyle ortaya çıkan ma-teryalizm ve kapitalizm hayatın düzenini
bozmuş, insanların fıtratını dejenere etmiş ve ihtiyaç kavramını alabildiğine
genişletip bitmek tü-kenmek bilmeyen yarış içinde insanları tüketim araçlarının,
teknolojik aygıtların kölesi yapmış, maddî-mânevî zorluk üstüne zorluklar
üret-miştir.
Allah
Teâlâ, zor gibi görünen ibâdetleri farz kılmakla, esasen mü’min kullarını hayat
mücâdelesine, zorluktan kurtarıp kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı dilemiştir.
Namazla hevâsına direnecek, kötü-lük ve fahşâdan uzaklaşacak, oruçla kolay kolay
cihad etmeye alışa-cak, lüzumunda sabır yolları öğrenilecek, zekâtla nefsinin
paraya kul olmasından kurtulacak, hayatın zorlukları yenilecek, âhiret
saâdetin-deki güzellik, kolaylık ve saâdetlere erişecektir. İbâdetler insanı
olgunlaştırır, insanı maddî ve özellikle mânevî yönden güçlendirir. İbâdet ve
Allah’a tâat, O’nun hükümlerine riâyet, hevâsının/nefsinin kulluğundan kurtulmuş
mü’min için hiç de zor değildir. Allah’a iman edip O’na teslim olan insan, zorlukları aşacak, daha doğrusu şeytanın zor
gösterdiği kolaylıkları seçecektir. Şeytan, insana kötülüğü emreder, insanın
kendini küçültüp basitleştirmesine, ibâdetleri zor zannedip onlarla yücelip
güçlenmesine engel olmak ister.
Mü’min
şeytana ve hevâsına kanmayacak, imtihanını kazan-ma gayreti içinde Allah’a kul
olmanın, başka tüm kulluklardan daha kolay ve daha güzel olduğunu
unutmayacaktır. İslâm’ın hükümleri ne zordur, ne de çok basit. Müslüman da en
küçük görevi zor kabul edip kaçan basitlikte ve tembellikte bir insan değildir.
“Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!” Devin yükü ağırdır, ama kaldıramayacağı
kadar değil-dir. Dev için o yük kolay bir yüktür, ama seviyesi küçük olanlar
için o yük, kaldırılamayacak kadar zor kabul edilebilir; bu konudaki problem,
eşyanın içyüzüne vâkıf olamayan, kandırılıp yönlendirilebilen âciz alı-cılarla
bakmakta, yani serabı su, suyu da serap zannetmektedir. Mü’-min, Allah’ın
nûruyla bakar, kalp ve iman gözünü devreden çıkartmaz. Bilir ki, kâfirler,
bakmasını bilmeyen bakar körlerdir. Öyleyse:
9. “Faydalı olacaksa
insanlara öğüt ver.”
Sen öğüt ver peygamberim. Duyur, anlat,
hatırlat ki tedebbür eylesinler. Yaptır bunu onlara, hatırlatma mutlaka fayda
verecektir. Ya da fayda verdiği sürece sen onlara bunu hatırlat.
Buradaki “İn”i bazıları “İn-i şartiye” olarak
ele almışlar. O zaman mânâ şöyle olacaktır: Eğer uyarın fayda verirse insanları
uyar. Kimileri bunu “Mâ” mânâsına almışlar. Yani fayda
verdiği sürece insanları uyar, şeklinde anlamışlar. Bazıları da bunu
“Kad” mânâsına anlamışlar. Yani peygamberim sen uyar, çünkü uyarman
mutlaka fayda verecektir. Sen anlatmaya devam et, çünkü ona fayda vermese bile
sana fayda verecektir. Sen uyarmaya devam et, çünkü onun için faydalı olmasa
bile çocukları için faydalı olacaktır. Ona fayda vermese bile çevredekilere
fayda verecektir. Sen anlat, bugün olmasa bile yarın fayda verecektir
anlamlarına gelmektedir.
Bir de bu âyeti bir önceki âyetle
birlikte düşünecek olursak mânâ şöyle olacaktır: “Peygamberim! Sen tebliğ et,
ama bu Benim di-nimi insanlara duyurma konusunda da sakın kendi kendine zorluk
çıkarma. Sorumlu olmadığın şeylerle kendini sorumlu kılarak kendi kendini zora
sokma. Çünkü Ben senin işini kolaylaştırdım. Yükünü in-direrek hayatını
kolaylaştırdım. Öyleyse bilesin ki sen ölüleri diriltecek değilsin. Senin
sağırlara duyurma, körlere gösterme gibi bir sorumluluğun yoktur. Sen sana kulak
verip dinleyenlere anlatmaya devam et. Uyarıya müspet cevap verenleri de eğitip
terbiye etmeye devam et. Ama uyarı karşısında nötr davrananlar konusunda da
sakın kendine bir sorumluluk çıkararak işini zorlaştırma!”
Öyleyse fayda verirse de anlatacağız,
vermezse de anlatacağız. Zira biz bu âyeti Rasulullah’tan öğrendik. O nasıl
anlamış acaba? Nasıl anlamış ve nasıl uygulamış? Bunu öğrenip kraldan çok kralcı
olmamalıyız. Bakıyoruz Allah’ın Resûlü anlattı, anlattı, bir daha anlattı, sonra
döndü bir daha anlattı. Meselâ Ebu Cehil’e bir ömür anlattı. Bir Ebu Süfyan 23
yıllık bir uyarının sonunda adam oldu. Öyleyse bu bizim keyfimize kalmış bir şey
değildir. Yani “Şöyle bir bakalım vaziyete de, hoşuma giderse anlatayım,
gitmezse vazgeçeyim!” Hayır! Olmaz böyle şey.
Biz her zaman ve herkese anlatacağız.
Bu, meselenin bize yö-nelik veçhesi. Ama bir de meselenin uyarılanlara yönelik
veçhesi vardır. O da şudur:
10-11. “Allah’tan
korkan öğüt alacaktır. Bedbaht
olan da ondan kaçınacaktır.”
Sen anlat peygamberim, ama bilesin ki,
ancak günahtan, şirkten, isten, pastan kurtulmaya çalışanlar, Allah’a karşı
haşyet duyanlar faydalanacak, şakîlerse yan çizecek ve kaçacak ondan. Sen
anlatma-ya devam et peygamberim, ama şunu da unutma ki, senin uyarın kar-şısında
ancak haşyet sahipleri uyarılacak. Uyarıya müspet cevap ve-recek olanlar
durumlarından, yollarından, gidişlerinden emin olmayıp tezkirayla kendilerini,
durumlarını sağlama alan, hayatlarını Kitap ve Sünnetle gözden geçirmek
isteyenlerdir. Şakîlerse bilesin ki, hep sen-den, senin uyarılarından, senin
yolundan, senin sünnetinden kaçacak. Sakın bu durum seni ürkütmesin. Moralini
bozmasın, ümitsizliğe düşürmesin diye bunu önceden sana haber veriyoruz, diyor
Rabbi-miz.
Anlıyoruz ki Müslüman’la kâfire zikra
ayrı ayrı olacaktır. Yani bir adam ki şakîdir, dine, diyanete karşı gelmiş, hep
Müslümanlarla alay etmiş, hakaret etmiş, Müslüman’dan aldığını Müslümanın
aleyhinde kullanmış, nifak alâmetlerini, şikak alâmetlerini üzerinde taşıyor,
elbette böyle birine anlatırken farklı, bir Müslümana anlatırken farklı
anlatacağız. Müslümanla kâfire zikir ayrı olacaktır. Zira inanmayan bir kâfirden
amel isteme şeklindeki bir hatırlatma fayda vermez. Kâfire, “Öğle vakti geldi,
kalk namaz kıl” denmez. Veya, “Malının zekâtını vermelisin” denmez. Dense bile
fayda vermez. Ona önce Allah’a îman etmesi ve O’nun emirlerine teslim olması
gerektiğini hatırlatacak ve anlatacağız. Veya fâizi soruyor, ama Müslümanlıkla
alakası yoksa, ona fâizi değil Allah’a teslimiyeti anlatacağız. Çünkü henüz
Allah’ı tanımayan, Allah’a inanmayan birisi için fâizi anlatmak bir fayda
vermez. Ama adam Müslümansa ona fâizi de, namazı da, İslâm’ın her konusunu da
anlatacağız. Hattâ o bunları anlatmamızı istemiyor-sa da anlatacağız.
İşte bu hatırlatmaya kimileri müspet,
kimileri de menfî tavır alacaklar. Kimileri kabul edip teslimiyet gösterirken,
kimileri de reddedip kaçacaktır. Anlıyoruz ki zikir konusunda, uyarı konusunda
iki durum, iki öğe, iki taraf var. Bunlardan birisi uyaran, hatırlatan, diğeri
de uyarılan, hatırlatılandır. Bu uyarı işinin bir hatırlatana, uyarana bakan
yönü var, bir de hatırlatılana, uyarılana bakan yönü var.
Uyarı fayda verecekti,
vermeyecekti, sözüm tesir edecekti, et-meyecekti, bize ne bundan? Bu
karşımızdakinin problemidir. Bizi ilgi-lendirmez bu. Biz karşımızdaki onu
reddetse de anlatacağız, kabullense de. Fayda verse de anlatacağız, vermese de.
İşte meselenin bi-ze yansıyan yönü budur. Ama karşımızdakine yönelik veçhesi de
karşımızdaki onu ya anlayacak, evet diyecek, uygulayacak, yahut redde-decek,
kaçacak, yan çizecek. Bu da işin ona yansıyan yönüdür, bizi
il-gilendirmez.
Eğer bugün hâlini, tavrını, gidişatını
beğenmediğiniz bir insanın, kendisine Allah’ın dini ulaştırılınca değişeceğine
inanıyorsanız o halde görevinizi ihmal etmeyip süratlice ulaştırmak
zorundasınız. Korkanlar ibret alacaklar ama şakîler yan çizecekler.
Şakî, eşkıyâ kelimesi üzerinde de bilgi
verelim. Şakî; bedbaht,
kötü halli anlamında Kur'anî bir kavram. Şaki, şeka fiilinden ism-i faildir.
Şe-ki-ye, yeşkâ, şıkva(tun), şekva(ten) ve şekâ(en) şeklinde mastara geçiş şekli
vardır. Bu mastarlardan biri olan eş-şekâvatu, saadetin zıddıdır. Saadet asıl
olarak iki çeşittir: Dünyevi saadet ve uhrevî saadet. Dünyevî saadet ise nefsi,
bedenî ve harici olmak üzere üç şe-kilde olur. Şekâva(tun) de aynen saadet gibi
kısımlara ayrılır. Yine ay-nı kökten olan şekâ(un) mastarı ise ta'b
(yorgunluk)un içinde incelenir. Her şekâvet yorgunluk (ta'b) dır. Fakat her ta'b
(yorgunluk, güçlük, sıkıntı) şekâvet değildir. Yani ta'b şekâvetten daha genel
ve kap-sayıcıdır.
(Ragıb
el-İsfahanî, el-Müfredât Fi Carîbi'l Kur'an, 388)
Yukarıda
sözlük anlamı açıklanan şakî kavramı türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de
toplam on iki âyette yer almaktadır. Kelime Kur'an'ın her yerinde aynı manada
kullanılmamış, yukarıda verilen manaların hepsini karşılayacak biçimlerde
kullanılmıştır. Toplumda bazı insanlar vardır ki, sürekli şımarıklık
içerisindedirler. Her zaman anarşi çıkarır, hiç bir kanun nizam tanımaz,
sınırsız hürriyet peşinde-dirler. Her istediklerini yapmayı arzular, her türlü
pohpohlamaya hazır olup daima kendini ileri sürer, başkaları tarafından
kullanılmaya yat-kındırlar. Bunlar toplum içinde eşkıya, çapulcu ve ayak takımı
görevini yaparlar. İşte bu tür özelliklere sahip kimseler Kur'an'da şakî olarak
tarif edilir. Bu tür insanlar, dünyada haylazlıkları, geçimsizlikleri ve ku-ral
dışılıkları yüzünden bir şey elde edemedikleri gibi, âhirette de, dünyada iken
sürekli hakka karşı gelip şer güçler tarafından piyon olarak kullanıldıkları
için, aşağılıkların arasındadırlar. Ne dünyada iken iyi bir hayat sürerler, ne
de âhirette. İşte bu yüzden bu kimseler şakî yani bedbaht, bahtsız kimseler
olarak isimlendirilirler. Bedbaht-tırlar, çünkü yaptıkları hareketlerden dolayı
hiçbir menfaat elde ede-mezler. Bahtsızdırlar, çünkü amellerinin, fiillerinin
sonu boştur, yaptık-ları işler boşa gitmiştir. Her türlü güzel nimet ve iyi
sonuçtan mahrum-durlar.
Kur'an-ı
Kerim'de bu tür kimselerin, yani şakîlerin bazı özellik-lerine dikkat çekilir.
Bunların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1-
Hak'tan ve öğütten yüz çevirmek: Bunlara, hak hatırlatıldığı zaman, dinleme
zahmetine katlanmadan derhal yüz çevirirler. Bir ö-ğüt, bir nasihat
verildiğinde, dinlemeyip sırtlarını dönerler. Yüce Allah bu hususta şöyle
buyuruyor: Artık hatırlat (öğüt ver), eğer hatırlatma (öğüt verme) fayda verirse
Allah'tan haşyet duyan kimse öğüt alır. Fakat şakî olan, ondan yüz çevirir
(kaçınır). O, en büyük ateşe girer. Sonra orada ne ölür, ne de yaşar"
(A’lâ,
9-13)
2-
Hakikati yalanlamak: Şakînin bir özelliği de "husn" olanı ya-lanlaması, hakikat
inkâr etmesidir. Çünkü yalanlamak onun en büyük özelliğindendir. "Ben sizi alev
saçan bir ateşle uyardım (korkuttum). Ona şakî olandan başkası girmez. Öyle şakî
ki yalanlamış ve yüz çe-virmiştir"
(Leyl,
14-16)
3-
Başkaldırı, Ayaklanma, İsyankârlık: Şakînin diğer büyük bir özelliği de hakka
karşı ayaklanma, Allah'a karşı isyankârlık etmektir. Şakîyi şakî yapan, diğer
özelliklerle beraber bu özelliğin bulunmasıdır. İsyankârlık ve çapulculuk
şakînin karakterini yansıtır. Toplumda sü-rekli huzursuzluk çıkarıp gerçeğin
açığa çıkmasını önlemek, davetçi-lere karşı çeşitli demagoji ve şarlatanca
hareketler yaparak da'vetin anlaşılmasını engellemek de şakîlerin görev
saydıkları fiillerdendir. "Semûd (kavmi) azgınlıkları sebebiyle (hakkı)
yalanlamışlardı. Onların en şakîleri ayaklandığı zaman, onlara Allah'ın Rasûlü
"Allah'ın deve-sine ve onun su içme
hakkına dokunmayın" demişti. Fakat onu yalan-ladılar, deveyi boğazladılar.
Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi. Orayı dümdüz yaptı"
(Şems,
11-14)
İsa
(a.s) da Allah'ın kendisi için yaptıklarını söylerken şakî'nin bu özelliğini
belirtir: "(İsa) (Rabbim beni) anneme iyilik eder (kıldı). Beni zorba bir şakî
kılmadı"
(Meryem,
32)
Yukarıda
vasıflarını kısaca anlattığımız "şakî" kimselerin akı-betlerini, yani âhiretteki
durumlarını Yüce Allah bize şöyle anlatıyor:
"O
gün geldiği zaman hiç kimse onun izni olmadan konuşamaz. Ora-ya toplananlardan
kimi şakî (bedbaht, bahtsız) kimi de sait (mutlu) dir. Şakîiler ateştedirler.
Onların orada (o bunaltıcı ateş içinde) öyle bir soluk alış verişleri vardır
ki...Gökler ve yer durdukça orada sürekli ka-lacaklardır. Meğer ki Rabbin,
çıkmalarını dilemiş olsun. Çünkü Rab-bin her istediğini yapandır"
(Hud,
11/105/107)
Yine
Yüce Allah, tartıları hafif gelenlerin âhiretteki durumunu tasvir ederken,
onlara kendi ağızlarıyla şakî olduklarını itiraf ettiriyor: "Kimlerin tartılan
hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana sokan-lar, cehennem de sürekli
kalanlardır. (Orada onların) yüzlerini ateş yalar. Öyle ki (ateşin) içinde
(dehşetten dudakları gerilir de) dişleri açıkta kalır. Âyetlerim size okunurdu
da siz onları yalanlardınız değil mi?" "Rabbimiz" dediler, "şekâvetimiz
(bedbahtsızlığımız) bize galebe çalmıştı da, biz sapık bir topluluk olmuştuk.
Rabbimiz, biz bundan çı-kar. Eğer bir daha (kötü işlere) dönersek artık bizi
gerçekten zalim-leriz." Buyurdu ki: "Sinin orada, benimle konuşmayın. Zira
kullarımdan bir zümre Rabbimiz; inandık, bizi bağışla, bize merhamet eyle, sen
merhamet edenlerin en hayırlısısın" dedikleri için siz onlarla alay et-tiniz,
(onlarla o kadar uğraştınız ki) size beni anmayı unutturdular. Siz daima onlara
gülüyordunuz"
(Mü'minûn,
103-110).
Zekeriya
(a.s) da "Rabbim" demişti. "Bende kemik gevşedi, baş ihtiyarlık aleviyle
tutuştu. Rabbim, sana duamda hiç bir zaman şakî (bedbaht ve mahrum) olmadım.
Duama daima icabet ettin"
(Meryem,
4)
Yine
İbrahim (a.s) kavminden ayrılırken onlara şöyle demişti: "Sizden de, Allah'tan
başka yalvardıklarınızdan da ayrılıyor ve yalnız Rabbime yalvarıyorum. Umarım ki
Rabbime yalvarmakla (sizin gibi) şakî (bedbaht) olmam (istediklerimden mahrum
bırakılmam)"
(Meryem,
68)
Şakî'lik;
sözlük anlamı açıklanırken de belirtildiği üzere, zorluk çekmek, meşakkate
uğramak, sıkıntıya düşmek gibi manalara da ge-lir. Bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de
önceden işlenen kötü bir amel yüzünden sonradan meşakkat çekme durumunu anlatan
bir kaç âyet vardır. Cenâb-ı Hak, Rasûlullah (s.a.s)'a şöyle buyuruyor: "(Ey
Mu-hammed!), biz bu Kur'an'ı sana meşakkate düşesin diye indirmedik. Ancak
(Allah'tan) korkanlara bir öğüt (olarak indirdik)”
(Tâhâ,
2-3)
Allahu
Azimuşşan, Hz. Adem ve Havva'ya seslenerek onları şöyle uyarıyor: "Dedik ki: "Ey
Âdem, bu (iblis şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennetten
çıkarmasın, sonra şakî (dünya iş-le-rini yaparak meşakkate düşmüş) olursun”
(Tâhâ,
117)
"Dedik
ki: "Hepiniz oradan inin, birbirinize düşmansınız.Şimdi benden size bir hidâyet
geldiği zaman kim benim hidâyetime tabî olursa o, dalâlete ve şekâvete
(bedbahtlığa) düşmez"
(Tâhâ,
123).
Evet, o şakîlere gelince
onlar:
12. “O, en büyük ateşe
yaslanacaktır.”
Öyle büyük, öyle korkunç bir ateş ki,
insanı insanlıktan çıkaran, insanı mahveden, beyinleri kaynatan bir ateş. Ayağın
altına konan kor insanın beynini yakacak. Kan içirilecek, irin içirilecek ve
kancalarla karınları deşilecek. Düşünün, başlarında duran bir zebani elindeki
kanca ile karınlarına, kafalarına vuracak ve tüm organları dışarı çıkacak, bir
daha, bir daha tekrar edilecek. Beyni inci tanesi gibi parça parça dağılacak.
Boğazdan geçmeyen diken yedirilecek. İşte böyle bir azap mahalli.
Allah, en büyük ateşe yaslanacaklar,
diyor. Ateşe yaslanılır mı? Yaslanılırmış demek ki! Hani adam yorulunca duvara
yaslanır ve-ya kötü duruma düşen birisi arkadaşına yaslanır ya, işte bunlar da
ateşe yaslanacaklar.
13. “O, orada ne
ölecektir ne de dirilecektir.”
Orada ne ölebilecekler ne de
yaşayabilecekler. Buna ne yaşamak denir, ne de ölmek. Ne ölüp kurtulacaklar, ne
de doğru dü-rüst insan gibi yaşayabilecekler.
Ölüm isteyecekler Allah’tan, ama
ölemeyecekler. Cehennemin görevlilerine yalvarıp yakaracaklar. Diyecekler ki:
“Ey Mâlik! Ey cehennemin bekçisi! Ne olur dua et de Rabbin bize hükmedip bizim
işimizi bitirsin! Ne olur Rabbin bizi öldürsün de şu durumdan kurtulalım! Ne
olur yardımcı olun da bir nefes alalım.” Mâlik onlara diyecek ki: “Hayır hayır,
size ölüm, kurtuluş yok. Sizler burada ebediyen kalacaksınız. Sizler için burada
ebedî kalış söz konusudur.” Onlar orada ölemeyecekler. Ölümü temenni edecekler
ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep
ölümü ya-şayacaklar, hep ölüm halini yaşayacaklar ama bir türlü
ölemeyecekler.
Dikkat ediyor musunuz, zâlimler ölüm
istiyorlar. İstedikleri ne? İstedikleri yok olmak, helâk olup gitmek.
Kendilerini bir an olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz cehennem azabından
kurtaracak bir ölüm istiyorlar. Dayanılmaz azap çukurlarından yükselen ölüm
feryatları. Ama görüyoruz ki Kur’an’ın verdiği cevap bunların zaten bitmiş
ümitlerini biraz daha öldürecek, ümitsizliklerini biraz daha artıracak,
kahroluşlarını biraz daha artıracak bir cevap. Nasıl bir cevap geliyor bakın
kendilerine? Zuhruf sûresinin 46. âyetinde geçtiği üzere onlara şöyle
denece:
“Hayır hayır! Siz
böyle kalacaksınız!”
Siz burada kalacaksınız! Siz
ölmeden böyle kalacaksınız! Sizin kaderiniz bu! Aman Allah’ım, ne tüyler
ürpertici bir manzara değil mi? Sizin için ölmek de yoktur, yaşamak ta. Ölümü
temenni ettiren bir azabın içinde, ama ölümü de bulamadan ebediyen kalmak ve
unutulmak. Sizin için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü
temenni ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Tabi cehennemin görevli
meleğinin onların bu isteğine verdiği bu kahredici cevap, bunların
feryatlarından bin yıl sonra gelecek. Peki neden böyle denecek onlara? Neden
böyle bir azabın içinde çürüyecekler? Çünkü aynı sûrenin devamında denir
ki:
“Andolsun ki, size
gerçeği getirdik; fakat çoğunuz gerçeği sevmiyorsunuz.”
(Zuhruf 78)
Siz kendi kendinize ettiniz bunu.
Andolsun ki dünyadayken Biz size hakkı getirmiştik. Size Allah’ın âyetleri
gelmişti. Size Allah’ın kitabı ve Allah’ın elçileri gelmişti. Allah sizi bundan
haberdar etmişti. Si-ze Allah’ın elçileri, Allah’ın uyarıcıları gelmişti. Size
kitap gelmişti, pey-gamberler gelmişti. Haktan haberdar edilmiştiniz, ama siz bu
hakkı sevmiyordunuz. Sizi bugünün azabıyla uyaranları sevmiyordunuz. Uyarıya
karşı şakîlik ediyordunuz. Allah’tan gelen hakka burun kıvırıyor, İslâm’ı
beğenmiyordunuz. Siz Allah’ın istediği hayatı değil, keyfinize göre bir hayat
yaşamayı yeğliyordunuz. Siz kendi ellerinizle kendinizi ateşe attınız,
denilecek.
Orada, ateşin içinde ölmek de yok,
insan gibi yaşamak ta yok onlar için. Ölmek olmadığı gibi, yaşamak ta yok. Böyle
ölümle yaşamak arası pis bir durum. Üstelik pislik taraftarları dünyada da
kolayı değil, zoru tercih etmişlerdi.
Cehennemliklerin durumu böyledir. Ama
beri tarafta:
14-15. “Arınmış olan,
Rabbinin adını anıp namaz kılan, saadete erişecektir.”
Tezekkî eden, kendini temizleyen,
küfürden, şirkten, riyadan, haramlardan kaçan muhakkak kurtuldu. Kurtuluşa erdi.
Bu tezkiyeyi şöyle anlıyoruz:
Belirtmek gerekir ki, insanı tezkiye
edip arındıran önce Allah-tır. Çünkü faili mutlak O’dur. Yani tezkiyeyi,
tezekkî’yi, arınmayı, temizlenmeyi ortaya koyan Allah olduğuna göre, elbette
bunun yolunu, usûlünü, kuralını ortaya koyan da O’dur. Allah’ın tezkiye budur
dediği tezkiyedir. O’nun gösterdiği yol temizlenme ve arınma yoludur.
Rab-bimizin tarifinin dışındaki tüm yollar bâtıldır, boştur. İnsanlar bugün
kendilerince bir kısım tezkiye yolları, temizlenme usûlleri geliştirmişler.
Allah’ın tarifine uymayan bu yolların hepsi bâtıldır.
İkinci olarak tezkiye eden, arındıran
Allah’ın elçileridir. Kur’an-ı Kerîm’de elçilerinin tezkiye görevine ve
yetkisine sahip olduklarını anlatır Rabbimiz. Bakın bu hususu anlatan âyetlerden
birisi şöyledir:
“Andolsun ki Allah,
inananlara, âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve hikmeti öğreten,
kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar,
önceleri apaçık sapıklıkta idiler.”
(Âl-i İmrân
164)
Demek ki Peygamberin görevlerinden
birisi de ümmetini tezkiye etmek, insanları arındırıp tertemiz hale getirmektir.
Küfürden, şirkten, nifaktan, cahiliyeden insanları arındırmak, onların
vicdânlarını, kalplerini, düşüncelerini, niyet ve amellerini, aile hayatlarını,
sosyal ve içtimaî yaşantılarını, hayat programlarını temizlemektir. O halde bir
Müslüman yirmi dört saatlik hayatını Allah’ın Kitabına ve Resûlü’nün sünnetine
göre yaşarsa hayatını temizlemiş demektir. Bir toplum da hayatını bu kitaba ve
bu kitabın pratiği olan Peygamberin sünnetine, peygamberin hayat anlayışına göre
yaşarsa o toplum da temizlenmiş demektir. Öyleyse tezkiye bu kitaba göre bir
hayat yaşamaktır. Tezkiye, vahiyle hayat yaşamaktır. Tezkiye, Allah’ın istediği
hayatı yaşamaktır. Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk
yapmaktır.
Kitabın ve Peygamberin görevi buysa,
bizim de görevimiz bu olmalıdır. Biz de kendimize ve topluma Allah’ın âyetlerini
okuyacağız, tıpkı Allah’ın elçisi gibi toplumda bu âyetleri öğrenmek isteyenlere
öğ-reteceğiz, bilmek ve böylece temizlenmek isteyenlere bu kitabı bildireceğiz.
Kadın-erkek, genç-ihtiyar, köylü-kentli herkese bu Kitabı okuyacağız. Zaten bu
insanlar Kur’an’ı tanıyorlar, zaten okuyorlar, zaten îman ediyorlar. Neden
onlara yeniden okuyacağız, demeyeceğiz. Çünkü Kur'an Müslüman’a da uyarıdır,
kâfire de uyarıdır. Bilelim ki Kur'an, Müslüman’a hatırlatmadır, kâfire de
uyarıdır. Öyleyse bunu mutlaka biz de gerçekleştireceğiz. Bu okuduğumuz insanlar
arasından öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Kur'an’ı pratikte yaşamak
isteyenlere de işte kitabın pratiği budur diye onun pratiğini de göstereceğiz ve
böylece hem kendimizin, hem de o insanların temizlenmesini, arınmasını ve Allah’ın istediği hale
gelmesini sağlamış olacağız. İşte Peygamber (a.s.), insanları her türlü bâtıl
düşüncelerden, efsanelerden temizleyerek onları apaçık îmana ve hidâyete
ulaştırıyor.
Bu tezkiye konusunu Nâziât sûresi de
şöyle anlatır:
“Tuva’da, kutsal bir vadide, Rabbi ona şöyle
hitap etmişti: “Firavun’a git; doğrusu o azmıştır. Ona de ki: “Arınmağa niyetin
var mı? Rabbine giden yolu göstereyim ki O’na saygı duyup korkasın.”
(Nâziât
1620)
Bir zamanlar Hz. Mûsâ, Rabbinin emriyle
Firavun’un ayağına gitmişti de ona: “Ey Firavun! Var mısın, haydi temizleyeyim
seni! Hay-di istersen seni tezkiye edeyim! Temizleyeyim seni! Seni tezkiyeye,
temizlenip arınmaya götüreyim mi? Sana tezkiye yolunu göstereyim mi? İstersen
gel senin yolunu Rabbine çıkarayım! Rabbine, temizlen-meye giden yolu
göstereyim!” demişti. İşte tezekkî budur. İşte tezkiye, arınma budur. Rabbe
giden yola girmek, Rabbe kulluk yoluna girmek, Rabbin koruması altına girmek ve
Rabbin istediği hayata talip olmak…
Değilse, işte nefis tezkiyesi için bir
kenara çekileceksin, eline tesbihi alacaksın, şunları şunları yapacaksın vs, vs.
Hayır, tezkiye bu değildir. Allah’ın dediklerini yapacaktır kişi ancak o zaman
tezkiye olur. Allah’ın dediği gibi vahiyle tanışacak, tanıştıkça hem
niyetlerini, hem düşüncelerini, hem bakışlarını, hem de amellerini bu tanıştığı
vahiy doğrultusunda temizleyecektir. İşte o zaman tüm hayatı vahiyle yıkanmış ve
temizlenmiş olacaktır.
Vahye göre malın temizlenmesi,
tezkiyesi Allah’ın dediği gibi kazanıp harcamakla, zekât ve infakladır. Yani
mala ilişkin temizlik an-cak Allah’ın gösterdiği şekilde olur. Gerek kazanma,
gerekse harcama konusunda vahye mutabakat etmeyen, Allah’ın istediğine uygun
hareket etmeyen bir kişinin malı temiz değildir. Gözün temizlenmesi, gözün vahye
mutâbık kullanılmasıyla mümkün olacaktır. Onun Allah’ın bakılmasını, görülmesini
istediği yerde kullanılması, yani hakkı görmekte, hakka bakılmakta kullanılması,
Allah’ın metluv ve meşhud âyetlerinin okunmasında kullanılması gözün
tezkiyesidir. Başın temizlenmesi, başkalarına göstermemek ve kocasına
süslenmektir. Yoksa her gün şununla yıkamak, şu şampuanı kullanmakla değildir.
Ağzın temizlenmesi hakkın sözcüğüyledir. O ağzın Allah’ın istediği biçimde
vahyin sözcülüğünde kullanılmasıdır. Yoksa filan macunu kullanmakla, falan
estetik ameliyatla değildir.
Kalbin, nefsin tezkiyesi de
kişinin eylemlerinde, kavil, fiil ve davranışlarında niyetini Allah’ı halis
kılmasıyladır. Tüm yaptıklarında, tüm konuştuklarında Allah için niyet taşır
hale gelmesidir. Çünkü kalp, niyet makamıdır. Kalp, kabul ve ret makamıdır. İşte
kalbin tertemiz ol-ması budur. Kalp temizliği Allah’ın istediği biçimde olur. Bu
konuda kendi kendimize bir kısım usuller koymaya hakkımız
yoktur.
Hz. Mûsâ, Allah'tan emir alır almaz
hemen Firavun’a gitti ve bakın şöyle dedi: “Gel îman et ey Firavun! Îman et de
temizlen! Allah yoluna gir de arın! Var mısın gel seni tezkiye edelim! Seni
küfürden, şirkten, isyandan, Allah’a kafa tutmaktan, tâğutluktan kurtaralım! Gel
seni hevâ ve heveslerine tapınmaktan, Allah karşısında bilgi ve güç iddiasında
bulunarak kendi hayat programını Allah’ınkine tercih edişten kurtaralım. Yani
Firavunluğunu, Firavunlaşmanı bitirelim! Firavunluğuna bir son verelim!”
Tezkiye budur işte. Tezkiye,
Firavunluğa son verip Allah’a kul-luğu gerçekleştirmenin adıdır. Yani kendi
kendini putlaştırıp, hayat programını Allah’a sormadan yaşamaktan vazgeçip,
vahiyle diyalog kurmanın adıdır. Kitaptan habersiz bir hayat yaşamaktan vazgeçip
ki-tapla tanışmanın adıdır. Peygamberi tanımadan bir hayat yaşamayı bırakıp,
peygamber örnekliliğinde bir hayata talip olmaktır tezkiye. İşte Kur’an’ın
anlattığı tezkiye budur.
Bakın elçisi Hz. Mûsâ’nın şöyle
dediğini anlatıyor Rabbimiz: “Ey Firavun! Gel seni Rabbine ileteyim! Seni
Rabbini bilmeye, Rabbini tanıyıp O’nunla diyalog kurmaya ileteyim de O’ndan
korkasın, haşyet duyasın. O’nun koruması altına girerek O’nun istediği gibi bir
hayat yaşayasın!” Zira Rabbi bilmeyen O’na karşı saygı duymasını da bile-mez.
Rabbi tanımayan bir insanın arınması, temizlenmesi de mümkün değildir. Hani “Nefsini tanıyan Rabbini da tanır.”
Diyorlar ya, hayır bunun aslı tam tersidir. “Rabbini tanıyan nefsini tanır”
demek Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçektir. Çünkü biz nefsimizi de, onun
tezkiyesini de Rabbimizden öğreneceğiz. Bu konuda başka bir kaynağımız yoktur. O
halde Tezkiye, Rabbi bilmeye bağlıdır. Rab-bi bilmenin yolu da Kitap ve
Sünnetten geçer. O halde Tezkiye, Kitap ve Sünneti tanımak demektir. Kitap ve
Sünneti tanımayan birinin nefsini tezkiye iddiası da
boştur.
Nitekim âyetin devamında buyruluyor
ki:
Sonra da Hz.
Mûsâ, Firavun’un tezkiyesinin gerçekleşmesi için ona büyük âyetleri gösterdi.
Ona büyük mûcizeler, âyetler gösterdi. Öyleyse tezkiye Allah’ın âyetleriyle
gerçekleşecektir. Biz de Rabbi-mizin âyetlerini görerek, Rabbimizin âyetleriyle
tanışarak kendimizi tezkiye edip arındırmak zorundayız. Bizler de bu âyetlerle
kendimizi arındırdığımız gibi, kendi tâğutluklarımızı bu âyetlerle
temizlediğimiz gibi, Allah’ın elçileri gibi Firavunlara gideceğiz. Biz de çağdaş
Firavunlara gideceğiz ve Rabbine gel diyeceğiz. Gel Rabbinin kitabına diyeceğiz.
Bize gel! Bizim gibi ol! Bizim gibi yaşa! Bize bak! Bizi örnek al! Bizim
yolumuza, bizim metodumuza, bizim hizbimize, bizim partimize, bizim cemaatımıza
gel demeyeceğiz.
Ya ne? Gel
Rabbine! diyeceğiz. Gel Rabbinin dinine! Gel İslâm’a diyeceğiz. Zira unutmayalım
ki bizimki hiçbir zaman temel değildir. Allah bizim metodumuzun dışında da
farklı yollar tarif ediyor çünkü. Sonra insanları İslâm’a, Kuran’a ve Peygambere
değil de ken-dimize çağırırsak, insanlar bizde çakılır kalırlar ve bizi bir adım
öteye geçemezler, bunu da unutmayalım.
Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
bu tezkiyenin yolunu şöylece tarif ediyor:
Allah’ı
zikreden, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın emir ve yasaklarını,
Allah’ın hayat programını sürekli aklında, hayatında canlı tutan, onlarla yol
bulmaya, hayatını düzenlemeye çalışan ve bunu da namaz olarak ikame eden kişi
kurtulmuştur. Yani namazla Allah’tan sürekli mesaj alan ve hayatını bu mesajla
düzenleyerek, bu mesajı amele dönüştürerek onu unutmamaya çalışan kişi
kurtulmuştur. Çünkü Rabbin adını anmak hayatın her bir kademesinde Allah’ın
istediklerini hatırlayıp icra etmektir. Meselâ tuvalette hatırladınız Allah’ı, o
anda ne istiyor bizden? Sol eli kullanmamızı, orada bir şey yi-yip içemememizi,
kıbleye dönmememizi istiyor. İşte bunu uygulamak orada Allah’ı zikirdir. Veya
yemeğin başında Allah’ı zikir, o anda Allah’ın bizden istediklerini hatırlayıp
uygulamaktır. Ne ister Allah o anda bizden? Besmele çekmemizi, sağ elle
yememizi, önümüzden yememizi, acıkmadan oturmamamızı, doymadan kalkmamızı,
çevrede açlar varsa onları da çağırmadan oturmamamızı ister.
İşte sofranın
başında bunları hatırlamak değil sadece, uygulamaya koymak da zikirdir. Veya
meselâ elbiseyi giyinirken hatırladınız Allah’ı. Ne ister Allah bizden? Besmele
çekmemizi, sağdan başla-mamızı, geniş giyinmemizi, vücut hatlarımızı belli
etmeyecek model giyinmemizi ister. İşte o anda bunları uygulamak zikirdir. İşte
böylece Allah’ı zikredeceğiz, Allah’ın istediklerini hatırlayacağız, ama bunu da
namazla, O’ndan aldığımız mesajla gerçekleştireceğiz. Yani Allah’ın bizden ne
istediğini vahiyle diyalog kurarak öğreneceğiz.
Evet, demek ki
birinci olarak Allah’ı ve O’nun bizden istediklerini hatırda canlı tutmak
arınmak sebebiymiş. İkinci olarak da namaz anlatılıyor. Demek ki namaz da
tezkiye, arınma sebebiymiş. Namaz sahibi mü’min arınan kişiymiş. Namazın
düzgünlüğü hem bu dünyada bir arınma sebebidir, hem de öbür tarafta kurtuluş
sebebidir. Bu konuda Resûlullah Efendimizin bir hadisini okuyayım
inşallah.
“Kulun kıyamet günü ilk hesaba
çekileceği namazdır. Eğer o düzgün çıkarsa diğer amelleri de düzgün olur. Eğer o
bozuk çıkarsa diğerleri de bozuk olur”
Yâni
bir adamın dost mu düşman mı, iyi mi kötü mü, hayıtlı mı şerli mi olduğunu
düşüneceksiniz, bu hadise göre onun namazına ba-kıverin. Ama o namazını gösteriş
için mi kılıyor, samimi mi değil mi bunu biz tam bilemeyiz gibi ama, yine de
sanki namazı olmazsa zaten o işler yok diyeceğiz. Yâni namazı olanın o namazı
kabul mü değil mi, iyi mi kötü mü, samimi mi değil mi bunu biz bilemeyeceğiz
tamam ama, namazı olmayan kişi de hayır olur mu? Yâni en çok belki evlilik
konusunda, ya da bana intikal eden meselelerde en çok evlilikten sonra bir de
ortaklık konusunda namazı gündeme getirmemiz gerektiğini söyleyebilirim. Falan
var ya, onun oğluna benim kızı istediler, ne dersin? Yâni be o sözü edilen
falanı tanımıyorum, oğlunu da bilmiyo-rum. Gerekirse, gerekiyorsa, bana iş
düşüyorsa araştırayım, sorayım, öğreneyim, ama sen biliyorsan benden önce sen
söyle namazı var mı? Namaz var mı? Adam
o kadar iyi ki beş vakit camiden çıkmıyor diye başlıyor adam oğlanın babasını
anlatmaya. Ben de diyorum ki; gardaş eğer sen kızını babasına nikahlayacaksan
hiç düşün me veriver. Yâni ben oğlanın namaz kılıp kılmadığını soruyorum, o bana
babasını anlatıyor. Yâni insanlar nedense oğluna, kızına hanım ve koca
aramıyorlar da kendilerine dünür arıyorlar. Adam şöyle rahat oturup sohbet
edecekleri, ya da malından, mülkünden, statüsünden, makamından, mansıbından
istifade edecekleri birini arıyorlar ya, o yanlışa dikkat çekmek istedim.
Tekrar
dönüyorum, yâni bir insanın namazı yoksa siz o insana namazının dışındaki
özelliklerinden dolayı çok iyi insan diyebiliyorsanız, o zaman ben hadisi bir
daha okuyayım. “Kulun kıyamet günü ilk hesaba çekileceği ameli namazdır, eğer o
düzgünse diğer amelleri de düzgün olur, eğer o bozuk çıkarsa diğer amelleri de
bozuk olur”
Öyleyse
önce kendimizin namazına bir bakalım. Eğer namazımız güzelse, şöyle köşelerini
kenarlarını güzel rötuş etmişsek, cilasını verniğini tamamlamışsak, altına
sarkaçlarını, yaldızlarını, şeritlerini güzel yerleştirmişsek, tozunu iyi
almışsak… Bütün bunlar namaz dışındaki işler, namaz dışındaki amellerimizdeki
titizliklerimiz. Aman yağına iyi bakın, suyunu kontrol edin, göstergelere dikkat
edin, arka lambalara da bir göz atıverin… Halbuki biz namazdan söz ediyorduk.
Acaba bizim namazlar nasıl ki? Namazın rükusu nasıl mı? Eh bir tane rüku
ediyoruz işte, nasıl olacak da? Peki ya secdelerine ne dersiniz? Yâni kimse
duymasın, bizden olmayanlar, namaz kılmayanlar duymasın da, ama söyleyin ey
namaz kılanlar, başında “Allahu Ekber” dediğinizi belki hatırlıyorsunuz, galiba
sübhaneke’yi bir alışkanlık gereği okuyorsunuzdur, ama Fâtiha’yı da bilmeden
“elem tera” nın sonuna geldiğiniz için yeniden “Allahu Ekber” dediniz mi? Öyle
namaz kıldığınız oluyor mu bazen? Bu nasıl iş böyle? A! Ben arabanın benzininin
bittiğini fark etmeden aylardır biniyormuşum, demeye kimin hakkı var? Olmaz
böyle şey değil mi? Madde planında bunun olmayacağını biliyoruz. Ben ayağıma
çorap giymeden, üzerime elbise giymeden so-kağa çıkmışım, gömleksiz kendimi iş
yerinde bulmuşum. Hiç kimse yapmaz böyle şeyi değil mi? Peki ya namaza ne
dersiniz? Bir rekatı var, birisi yarım buçuk, birisi biraz boyalı, ötekisi biraz
karalı namazlarınız var mı?
Halbuki
pek çok konuda çok titizsiniz. Meselâ çay ve demi konusundaki titizliğinizi
bilirsiniz. Tiryaki olanlar için söylüyoruz. Peki na-mazınızda aynı titizliğiniz
yoksa ne anlama gelir bu? Namazda da tıpkı çayda olduğu gibi olmazsa olmaz
titizliğimiz niye yok? Yemek konusunda da öyle değil misiniz? Akşam sohbetleri,
sabah kahvaltıları, bahçeniz, gülünüz, çiçeğiniz, hayatınızda onsuz olmaz
dediğiniz konulardaki titizliğiniz namazınızda niye yok? Ama meselâ ben Cuma
konusunda çok titiz davranıyorum. Kılınır mı, kılınmaz mı, hangi camide, kimin
arkasında, bu hutbe oldu mu, bu imam yerinde mi? Öyle değil, namaz eğer cenaze
namazı da namazsa, kuşluk namazı da na-mazsa, beş vakit namaz da namazsa,
Ramazanda kılınanlar namaz ama Ramazan dışında kılınanlar da namazsa öyleyse
namaz konusunda titiz davranacağız. Eğer o düzgünse, Allah ve Resûlünün dediği
gibiyle, Allah’ın istediği Resûlünün örneklediği gibiyse diğer ameller de düzgün
olacakmış. Yâni ben buradan şöyle bir söz anlıyorum: Kıl-dığımız namaz
hayatımızı düzenleyen bir namaz olursa düzgün olurmuş. Lafı oraya getirmeye
nasıl da korkuyordum. Yâni çok düzgün kı-lalım namazımızı, tam kıraatine uygun
okuyalım, okuyacağımız sûreler, rükuumuz, kıyamımız, secdemiz tam
peygamberinkine uysun, ama öyle bir namaz kılalım ki sadece seccadede kalsın
namazımız. Tekbir ile selâm arasına gömelim onu ve işini bitirelim. Hayata
aktarmayalım, hayatı onunla düzenlemeyelim, böyle bir namaz peygamberinkine
benzemez ki.
“Namaz insanı tüm fahşa ve
kötülüklerden alıkor”
(Ankebût 45)
diyor
Allah kitabında. Yâni namaz insanı kötülüklerden alıkoyan bir namaz olmalıdır
diyor. Ve işte peygamberimiz de eğer öyle değilse o kişiye yüktür, hattâ onu
Allah’tan uzaklaştırır buyuruyor. Öy-leyse namazın düzgün olması, güzel olması
demek, hayatı düzenleyen bir namaz olması demektir. Eh artık söyleyelim, adamın
namazı hayatını düzenleyen bir namazsa öteki amelleri zaten düzene girmiş
anlamına gelecektir. Namaz güzel değilse diğer hayat da elbette bozuk olacaktır.
Yâni hayata etkili olmayan bir namaz olduğu için o namaz da elbette güzel
olmayacaktır.
Peki
bizim namazlar nasıl ki? Meselâ ara boşluklara sıkıştırılmış bir namaz mı bizim
namazlar? Yâni kılmayanlar bundan cesaret bulmasınlar. Bana namaz kıl deyip
duruyorsunuz, ama işte namaz kı-lanları görüyoruz, onların namazı da namaz
değilmiş demesinler. Onların yine de o namaz değilmiş gibi kıldıkları
namazlardan bir tanesi, iki tanesi güzelse hiç olmazsa o kadarı kâr olacak,
belki o güzel namazı kıldıkları anda ölüverecekler de diğer namazları onunla
çarpılıverecek, onun gibi kabul ediliverecektir. Yâni hiç kılmayanlara göre
kılanlar her zaman öndedirler, bunu kıyas bile etmiyoruz. Ama namaz kılanlardan
daha güzel namaz kılmalarını istiyoruz. Daha güzel namaz kılalım. Yâni namazımız
güzel olsun, hayatımız güzel olsun. Na-mazımız hayatımızı düzenleyen bir namaz
olsun. Namazımız peygambere benzeyen bir namaz olsun. Böylece yarın inşallah
hesabımız kolay olsun.
Demek
ki namazın bozukluğu iki şekilde açığa çıkıyor. Ya kılınmaması, terk edilmesi
şeklinde tam bozuk, yok bozuk, ya da kılınıyor ama bozuk düzen kılınıyor, Allah
güzel namaz kılmayı nasip buyursun, makbul namazlarda yardımını esirgemesin. Ve
bu şekilde kıldığımız namazlarla arınmamızı sağlasın
inşallah.
16-17.“Ama sizler dünya
hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha iyi ve daha
bâkîdir.”
Siz de hep dünyayı tercih ediyorsunuz.
Tercihinizi dünya adına kullanıyor, dünyalıklar elde etmeye çalışıyorsunuz.
Halbuki âhiret da-ha değerli, daha kalıcı iken siz hep basiti, değersizi tercih
ediyorsunuz. Fânîyi bâkîye tercih ediyorsunuz. Gelip geçici olanı kalıcı olana
tercih ediyorsunuz. Almanızda, vermenizde, sevmenizde, küsmenizde, evinizde,
eşyanızda, barkınızda, gelmenizde, gitmenizde, küsmenizde, barışmanızda hep
dünyayı tercih ediyorsunuz. Kızınızın dünyalık istikbalini düşünüyor, okula
gönderiyorsunuz. Oğlunuzun geleceğini düşünüyor, mühendisliğe, ya da iyi para
getirecek bir mesleğe yatırım yapıyorsunuz. Çeyiz, ev, bark, para, pul, makam,
koltuk, diploma, doktora peşinde koştuğunuz kadar Allah peşinde, ilim peşinde,
âhireti kazanma peşinde koşmuyorsunuz. Bunları dert edindiğiniz kadar âhiretteki
hesabı-kitabı dert edinmiyorsunuz. Parayı düşündüğünüz kadar A’lâ’yı
düşünmüyorsunuz. Yemeği düşündüğünüz kadar Bakara’yı düşünmüyorsunuz. TV’nin
haberlerinin peşinde koştuğunuz kadar Kur’an’ın haberlerini merak etmiyorsunuz.
İnsanlar mutlaka lâzım olacakları
bırakıyor da belki lâzım olacakların peşine düşüyorlar. Bâkîyi terk ediyorlar da
fânîyi tercih ediyorlar. Burada kalacak olan üç kuruşluk dünya menfaati için
kalıcı olan âhiretlerini öldürüyorlar.
“Halbuki
âhiret ise daha bâkîdir.”
Dünya göz açıp
yumacak kadar kısa iken, âhiret sonsuzdur. Dünyadakilerin hepsi burada kalacak,
ama âhiret için yapılanlar kalıcıdır. Dünyadakilerin hiçbirisi öbür tarafa
intikal etmeyecek ama âhiret için yapılanlar yarın bizimle birlikte olacaktır.
Dünya için burada kalacağın kadar, âhiret için de orada kalacağın kadar hesabını
unutmamak lâzımdır.
18-19. “Doğrusu bu
hükümler ilk sahifelerde, İbrahim ve Mûsâ’nın sahifelerinde de
vardır.”
Bütün bunlar yeni değil, ilk defa şimdi
oluyor değil. Öncekilerde de böyleydi. Yani şu anda sizin yaptığınız bu dünyayı
âhirete tercih ediş sadece sizin hayatınızda değil, öncekilerin hayatında da
vardı. Onlar da aynı şeyi yapmışlardı da yerin dibine batırılmışlar, cehennemi
boylamışlardı. Sanki sizden öncekilerin hayatlarından ibret almadan onları takip
ediyorsunuz, diyor Rabbimiz.
Ya da bunlar, bu âyetler, bu Allah
yasaları yeni değil, ilk sayfalarda da böyleydi. İbrahim’in, Mûsâ’nın
suhuflarında da Rabbiniz bu konuları inzâl ederek insanları uyarmış, onlara yol
göstermişti. Allah tarihin hiçbir döneminde kullarını vahiysiz bırakmamış,
sürekli yol göstermiş, hayat programı göndermiştir.
Allah’ın izniyle bu sûrenin de
sonuna geldik. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Sübhanekallahümme
ve bihamdike, la ilahe illa ente, estağfiruke ve etûbü
ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder