TEĞÂBÛN SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabımızın
64., nüzûl sıralamasına göre 108., mufassal kısmı beşinci sûreler grubunun ilk
sûresi olan Teğâbûn sûresi, Medine-de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
18’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
9. âyetindeki “Teğâbûn” kelimesinden almış âlimlerimizden çoğunluğun beyanına
göre Medine’de nâzil olmuş 18 âyetlik bir sûre ile karşı karşıyayız. İnşallah bu
sûresinde Rabbimizin yüce bilgileriyle muhatap olacağız. Bizi bilgileriyle
şereflendiren, bize yolumuzu gösteren Rabbimize hamd olsun. Sûrenin kimi
âyetlerinin Mekkî olduğunu söyleyen âlimlerimiz de vardır.
Sûrenin
ilk bölümünde mü’min kâfir ayırımı yapılmaksızın tüm insanlığa seslenilmektedir.
Tüm insanlık Allah’tan gelen yüce mesaja, Rabden gelen hayat programına imana
çağrılmaktadır. Bu konuda dört temel ilkeye dikkat çekilmektedir.
Bunlardan
birincisi; Tüm kâinat ve ondan bir parça olan şu içinde yaşadığınız dünya
sahipsiz değildir. Tüm bu varlıklar tesadüfen meydana gelmiş, başıboş, gayesiz
değildir. Onların tümünü meydana getiren bir sahip, bir yaratıcı vardır. O da
mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah’tır. O her türlü noksan sıfatlardan
münezzeh, tüm mükemmel sıfatların sahibidir. O’nun böyle yüce, azamet sahibi
oluşuna, ya-ratıcı ve yönetici oluşuna tüm mevcudat şahitlik etmektedir. Bir
bakın şu kâinata. Her şeyde O’nun tek Rab ve İlâh olduğunu, tüm varlıkların da
O’nun kulu kölesi olduğunu anlayacaksınız.
İkincisi;
bu kâinat ve içindeki canlı cansız tüm varlıklar gayesiz, boş yere, laf olsun,
oyun eğlence olsun diye yaratılmamıştır. Tüm varlıklar hikmet ve hakimiyet
sahibi Allah tarafından mutlak bir hikmete bağlı olarak yaratılmıştır. Öyleyse
zinhar bu hayatın boşluğuna hükmederek bir düşünce, bir inanış üretip hayatınızı
mahvetmeyin. Sizi var eden Rabbinizin sizi imtihan için var ettiğini ve sonunda
tüm yaptıklarınızdan hesaba çekileceğinizi bir an bile hatırınızdan çıkarmayın.
Çünkü sonunda hüsrana mahkum olursunuz.
Üçüncüsü;
Rabbiniz sizin yaratılışınızı en güzel bir şekilde tak-dir buyurmuştur. Akıl,
irade ve duyularla donatarak sizi imtihana hazırlamıştır. Sizi Rabbinizin görsel
ve işitsel âyetlerine mutabakat edebilecek bir kapasitede yaratarak iman ve
küfürden birini tercihle karşı karşıya bırakmıştır. Bunlardan her ikisini de
seçebilecek bir özgürlük vermiştir. Özgür iradelerinizle sonucuna kendiniz
katlanmak kayd u şartıyla bunlardan dilediğinizi seçebilirsiniz. İmanı da küfrü
de tercih edebilirsiniz. Ama unutmayın ki bu seçimlerinizin sonuçları farklı
olacaktır. Seçiminizi imandan yana kullanırsanız farklı bir sonuç, küfürden yana
kullanırsanız farklı bir sonuç sizi beklemektedir. Birisinde cennet, ötekisinde
cehennem vardır. İşte Allah sizi şu anda demektedir. Tercihinize bakacak ve
sonunda sizi onun karşılığıyla buluşturacaktır.
Dördüncüsü;
öyleyse sakın ha sakın bu dünyada başıboş bırakıldığınızı sanmayın. Keyfinize
göre bir hayat yaşamaya izinli olduğunuzu zannetmeyin. Sizi var eden Allah’ın
sizin adınıza gönderdiği kitabından ve o kitabın pratiği olan peygamberden
habersiz bir hayat yaşamaya kalkışmayın. Unutmayın ki yaşadığınız bu hayatın
sonunda Allah huzuruna döndürülecek ve orada her şeyiniz ortaya dökülecektir.
Hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. Allah sizlerin yaptıklarınızı,
söylediklerinizi bildiği, kalplerinizden geçirdiğiniz niyetlerinizi ve
hayallerinizi de bilmektedir. her şeyiniz O’nun bilgisi ve kontrolü altındadır.
Bundan
sonra söz kâfirlere çevrilmektedir. Onların akıllarının erdirilmesi için geçmiş
tarih üzerinde düşünmeye ve ibret almaya çağrılırlar. Hiç düşünmez misiniz ki,
sizden önce niceleri bu dünyadan gelip geçmiştir. Onlardan kimileri küfrü tercih
ettikleri, Allah’la çatışma içinde bir hayat yaşadıkları ve kendilerine
gönderilen Allah elçilerini reddettikleri için helâk edilmişler, yerin dibine
batırılmışlardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Allah’a ve elçilerine kafa
tutan hiçbir toplum Allah’la ve O’nun helâk yasasıyla baş edebilmiş değildir.
Âhireti, ölüm ötesi dirilişi ve hesabı kitabı reddederek yaşayan hiçbir fert,
hiçbir toplum sonunda Allah’ın huzuruna gitmekten kurtulamamıştır. Hepsi Allah
huzuruna gittiler. Allah dünyayı kirleten bu pisliklerin tümünü öldürüp
defterlerini dürmüştür. Eğer sizler de kendi âkıbetinizin onlarınki gibi
olmasını istemiyorsanız, akıllarınızı başlarınıza almak zorundasınız. Allah’ın
size yol gösterici olarak gönderdiği kitabına tabi olmak ve Allah bilgisi
rehberliğinde bir iman yoluna girmek ve küfrü, inkârı ve şirki terk etmek
mecburiyetindesiniz. Unutmayın ki yarınının bugün yaptığınız tercihinize göre
takdir edilecektir. Bu dünyada Allah’a, Allah’tan gelen hayat programına
Allah’ın istediği gibi iman edip bu imana dayalı sâlih ameller işleyenler
sonunda cennete uçarlarken, inkâr edip fesadı tercih edenler, Allah düzenini
bozanlar da cehenne-me akıp dolacaklardır buyurulmaktadır.
Bundan
sonra söz tekrar mü’minlere çevrilerek, onlara birtakım talimatlar
verilmektedir.
Ey
mü’minler, şunu kesinlikle bilesiniz ki yaşadığının bu imtihan dünyasında
iyi-kötü, hayır-şer, başarı-kayıp, zafer-mağlubiyet, hastalık-sağlık,
fakirlik-zenginlik olarak başınıza ne gelmişse hepsi Allah’ın takdiriyledir. Her
şey imtihan sebebiyledir. Rabbiniz size gönderdikleriyle sizi denemektedir.
Öyleyse kötü şartlarda imtihana çekildiğiniz zaman sabretmek zorundasınız. Çünkü
Allah sabredenleri kendi yoluna iletecektir. Her şart altında Rabbinize
kulluğunuzu bozmamalısınız. İmtihan gereği şartlar zorlayınca iman ve
kulluğunuzda geri adım atmamalısınız. Unutmayın ki zor şartlar altında dininden
dö-nen, Allah’a kulluğunda geri adım atan bir kimse bu davranışıyla Allah’ın
izni olmadıkça başına geleceklerden yine kurtulamayacaktır. Sonunda yine Allah
ne dilemişse o olacaktır. Dini konusunda vereceği taviz onun için hiçbir şeyi
değiştirmeyecektir. O halde Allah her şeye kâdir iken geri adım atmanız sadece
sizin kendi kendinizi büyük musibetlere ve helâke atmanızdan başka bir işe
yaramayacaktır. Unutmayın ki en büyük musibet kişinin Allah desteğini
kaybetmesidir. Allah’ın korumasından mahrum kalan kişiyi kim ne kadar
koruyabilecek de?
Yine
ey mü’minler, şunu da hiçbir zaman unutmayın ki, iman ettik deyivermekle her şey
bitmiyor. Dilinizle kelime-i tevhidi söyleyivermekle iş bitti sanmayın. İman
sadece bir iddiadan ibaret değildir. Eğer böyle olsaydı bütün münâfıklar da
Müslüman sayılırdı. Öyleyse iman Allah ve Resûlüne itaat ve teslimiyeti
gerektirir. Her konuda Allah ve Resûlüne itaat etmeyen kişi kendisine
gelebilecek her musibete, her zarara kendisini açmış ve sorumluluğu kendisi
üstlenmiş demektir. Mü’min kendisine değil, Allah’a güvenen kimsedir. Bir
Müslüman için malı, mülkü, eşi ve çocukları bir imtihan sebebidir. Çünkü bir
müslümanı bu dünyada Allah’a kulluktan, O’nun emirlerini yerine getirip,
yasaklarından kaçınmaktan çoğunlukla bunlar ala kor. Onun içindir ki bu imtihan
konularına çok dikkat etmek zorundadır. Onlarla ilişkisini Allah’tan bağımsız,
Allah’ın kitabından ve elçisinin sünnetinden habersiz belirlememelidir.
Malımıza, eşimize, çoluk çocuğumuza ilişkin görevlerimizi, sorumluluklarımızı
vahiyle belirlemezsek onlar bizim için bir fitne sebebi oluverir de bizi
cehenneme götürürler Allah korusun.
Yine
unutmayın ki, her insan gücü nispetinde sorumluluk taşır. Allah hiçbir kuluna
gücünü aşan yük yüklememiştir. Öyleyse Allah sizi neyle imtihana çekmişse, size
ne tür imtihan soruları göndermişse gücünüz yettiği kadar onlarla Allah’a kul
köle olmaya çalışın. Allah’ın hududunu çiğnemekten sakının buyurulmaktadır. İşte
bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım
inşallah. Rabbim anlayış ve kavrayış lütfetsin. Anladıklarımızla iman edip
hayatta yaşamaya muvaffak kılsın inşallah.
Sûrenin ilk âyeti tesbihatla
başlıyor:
1. “Göklerde olanlar ve yerde
bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Hükümranlık O’nundur, övülmek O’na mahsustur.
O her şeye kâdirdir.”
Göklerde ve yerlerde ne varsa
hepsi Allah’ı tesbih eder. Melekler, cinler, insanlar, bitkiler, madenler,
canlılar, cansızlar, yıldızlar, dağlar, taşlar tüm varlıklar Allah’ı tesbih
eder. Ancak kendilerine özgürlük verilen, iradeli yaratılan insanlar ve
cinlerden Allah’a iman etmeyenler hariç herkes ve her şey Allah’ı tesbih
etmektedir. Gerçi onlar da kerhen Rablerini tesbih etmektedirler. Ya da
iradeleriyle Allah’ı tesbih etmiyorlarsa da bedenleriyle, âzâlarıyla, elleri,
ayaklarıyla tes-bih ediyorlar.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ı tesbih ediyor, Allah’a kulluk ediyor, Allah’ın istediği kulluk
programını icra ediyor, Allah’ı gündeme alıyor, Allah’ın tek Rabb ve İlâh
oluşunu kabul ediyorlar. Çünkü:
Mülk O’nundur, hamd da O’na aittir.
Allah her şeye Kâdirdir. Göklerin ve yerin mülkü O’nunsa, Mâlik, yaratıcı O’ysa,
her şey O’na aitse, yetki, güç, kuvvet, egemenlik, saltanat O’nunsa, elbette
hamd da, yüceltme, övme, üstünlük de O’na aittir. Mükemmel O’dur, eksiksiz,
kusursuz O’dur. Allah, her şeye güç yetiren, herkese galip olandır. O’nun
gücünün, kuvvetinin, egemenliğinin, saltanatının ulaşmadığı hiçbir yer yoktur.
Bu dünyada her şeye güç yetireceği, hayat verip öldüreceği gibi, öbür tarafta da
dilediklerine hükmedip cehenneme, dilediklerini de cennete göndermeye kâdir
olandır.
Mülk elinde olan, mülke sahip olan
Allah hamde lâyıktır. Hamd ile mülk arasında bir ilişki vardır. Mülk kiminse,
hamde lâyık olan da O’dur. Övülmeye, sevilmeye, şükredilmeye, kulluk edilmeye,
teslim olunmaya, itaat edilmeye, sözü dinlenmeye, arzuları, yasaları uygulanmaya
lâyık olan sadece Allah’tır. Ondan başka hiçbir kimsenin hamde, şükre, övgüye,
kulluğa hakkı yoktur. Hamd, Allah bilgisine, Allah kitabına müracaat ederek bir
hayat yaşamaktır. Mülkün sahibi olarak bu dünyada hamd sadece O’na ait olduğu
gibi, ahirette de sadece O’na aittir. Dünyada da, ukbâda da övgü sadece O’nun
hakkıdır.
Bu dünyada Allah’a hamd edenler,
Allah’ı, Allah’ın istediği bir hayatı övenler, Allah’ın istediği gibi kulluk
yaparak Allah’ın övdüklerini övenler, Allah’ın övdüklerine sahip çıkanlar, yarın
ahirette de O’na hamd edecekler. Dünyada Allah’ı mülkün sahibi, kendilerinin
sahibi bilerek O’nun istediği bir hayatı yaşayanlar, ahirette de sadece
Rable-rini yüceltmeye devam edecekler ve bu dünyada Rablerini yüceltmelerinin,
Rablerinin istediği kulluğu gerçekleştirmelerinin karşılığı olarak cennette
kendilerinin de şanlarının, şereflerinin yüceltilmesine şahit olacaklardır.
Rableri tarafından dünyadaki hamd etmelerine karşılık cennetin ve nîmetlerin
ayaklarının altına serilmesine, akla hayale gel-medik nîmetlerin kendilerine
sunulmasına şahit olacaklar ve orada da bu mülkünü kendilerine lütfeden
Rablerine hamd edecekler.
Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi
mülkün sahibi olan, mülk elinde olan, hamde lâyık olan ve her şeye güç yetiren
hamd eder, O’-nu tesbih ederler. Rabbimiz insana bir kitap, vahiy göndererek
kendisini tanıtmıştır. Acaba öteki varlıklara kendisini nasıl tanıtmıştır, bunu
bilmiyoruz.
Evet, yerden, göğe ve hatta fezanın
derinliklerine kadar dikkatli baktığınızda, her şeyin Allah'ın zaaf, ayıp ve
noksanlardan mü-nezzeh olduğuna şehadet ettiğini görürsünüz. Şayet O'nun zat,
sıfat, fiil ve işlerinde küçük bir noksanlık ya da kusur olsaydı, böylesine
mü-kemmel bir nizama sahip olan kainatın ayakta kalması mümkün olmazdı. Aksine
biz bu kainatın eksiksiz, muazzam bir işleyişi olduğunu müşahede ediyoruz. Yani,
kainatın yegane Meliki O'dur. O, kainatı yaratıp harekete geçirmekle kalmayıp,
her an bu kainatı idare etmektedir. O'nun bu yönetiminde hiçbir kimsenin
ortaklığı söz konusu değildir. Şayet mahlukatın bir kısmında geçici ve sınırlı
bir tasarruf yetkisi bulunuyorsa, bu yetkiyi onlar, kendiliklerinden (zorla)
elde etmiş değildirler. Bu yetkiyi onlara Allah Teâlâ vermiştir. Allah'ın
dilediği bir zamana kadar, bu yetkilerini ellerinde tutabilirler. Dilediğinde
ise, Allah, bu yetkiyi onlardan alır. Öyleyse hamde lâyık olan sadece O'dur.
Kendisine kulluk edilmeye lâyık olan O’dur.
2. “Sizi yaratan O’dur; kiminiz
inkârcı kiminiz mü’mindir. Allah, yaptıklarınızı
görendir.”
Sizi Allah yarattı. Yaratan
Allah’tır ama gel gör ki kiminiz kâfir, kiminiz mü’mindir. Yaratıcınız O iken,
hayatınız O’ndan, her şeyiniz O’na aitken, kiminiz bunu kabul edip mü’min
olurken, kiminiz inkâr ediyorsunuz. Kiminiz yaratıcıyı kabul edip O’na iman
ederken, kiminiz de reddedip kâfir oluyorsunuz. Bunu şöyle kısaca
maddeleştirelim inşallah:
a)
"Sizi O yarattı. Sonra bazılarınız O'nun yaratıcı olduğunu kabul ederken,
bazılarınız inkar etti." Bu anlam, birinci ve ikinci cümlenin birlikte
okunmasından çıkmaktadır...
b)
"Sizi O yarattı ve mümin veya kafir olmakta sizleri serbest bıraktı. O bu konuda
sizleri zorlamadı. İman veya inkârınızdan sorumlu olan sizlersiniz." Bu anlamı
sonra gelen, "Allah yaptıklarınızı görmektedir." şeklindeki cümle de teyit
etmektedir.Yani, size bu serbestiyi vermekle, sizin bu serbestiyi nasıl
kullanacağınızı denemektedir.
c)
"O, iman edersiniz diye, sizi selim fıtrat üzere yarattı. Ancak bu fıtrat üzere
yaratıldıktan sonra, kimileriniz fıtratının aksine inkar etmiş, kimileriniz ise
fıtratı doğrultusunda iman etmek suretiyle, yaratıcısına tabi olmuştur." Bu âyet
Rum sûresi'nin 30. âyeti ile birlikte mütalaa edildiğinde, yukarıdaki anlam daha
sarih anlaşılır. "O halde yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın insanları kendisi
üzerine yarattığı fıtrata döndür." "Allah'ın yaratılışında bir değişim yoktur.
İşte dosdoğru din. Ama insanların çoğu bilmiyorlar."
d)
Allah'ın sizi nasıl yarattığını düşünecek olursanız O'nun si-ze verdiği
nimetlerden, yine O'nun verdiği vücut sayesinde istifade edebildiğinizi
görürsünüz. Şayet O sizi bu şekilde yaratmış olmasaydı, sizler yaratıcınıza
karşı gelme imkanı bile bulamazdınız. Fakat bazılarınız hiç düşünmeden, yahut
yanlış düşünerek inkar yoluna geçerken, bazılarınız da iman ederek, fıtrat üzere
olan doğru yola tabi olurlar.
Sizi O yarattı. Mü’min ve kâfir olma
konusunda sizleri serbest bıraktı. Allah sizi böyle yaratmasaydı, asla O’na
küfretme imkânı bulamazdınız. Öyle değil mi? Şu anda inkâr ederken bile insan
O’nun verdiği ağzı kullanmaktadır.
İman edesiniz diye Allah sizi selim bir
fıtrat üzere yarattı. İnsan, İslâm fıtratı üzerine yaratılmıştır. Ama sonradan
haricî etkilerle kiminiz bu fıtrî özelliğini öldürerek kâfir oluyor. Unutmayın
ki Allah yaptıklarınızı görmektedir. Allah yeryüzünde böyle bir yasa koymuştur.
İnsanları özgür yaratmıştır. Kimseyi ne mü’min olmaya, ne de kâ-fir olmaya
zorlamamıştır. Hattâ Rabbimiz kendilerindeki geçici güç ve kuvvetlerini
Allah’tan değil de kendilerinden zannederek kendisine kafa tutmalarına,
kendisiyle savaşa tutuşmalarına bile müsaade et-mektedir. Yeryüzünde Allah’a
hayat hakkı tanımayacağız, yeryüzünde Allah’a inanmış bir tek Müslüman
bırakmayacağız şeklindeki hezeyanlarına bile müsaade etmektedir. Rabbimiz yasayı
böyle koymuştur. Eğer Rabbimiz dileseydi, yeryüzünde bir tek kâfir yaratmaz, hiç
kimse de O’na küfredemezdi.
Dikkat ediyor musunuz? Rabbimiz imana
da, küfre de imkân veriyor. Bu ne büyük bir hürriyet? Kullarını yoktan yaratan
O, onların muhtaç oldukları rızıklarını, yağmurlarını, sularını, havalarını,
güneşlerini, yaşam şartlarını yaratan O, ama şu rahmete bakın ki onları illâ da
bana kulluk yapacaksınız, illâ da bana bütün bu verdiklerime karşılık teşekkür
edeceksiniz demiyor. Düşünün şu anda yeryüzünde hiçbir beşerî sistem Allah’ın
kullarına verdiği bu hürriyeti vatandaşlarına vermiyor. Bizim gibi
düşüneceksiniz! Bizim gibi inanacaksınız! Bizim istediğimiz şekilde
giyineceksiniz! Bizim dediklerimizin dışına çıkmayacaksınız! Laik olacaksınız!
Kemalist olacaksınız! Demokrat olacaksınız! Vs, vs… İşte yasaları belirleme
hakkını Allah’tan alıp, Allah’ı ha-yata karıştırmayıp Allah’tan başkalarını
hayatta söz sahibi kabul ederseniz, Rabbinizin size tanıdığı hakların milyarda
birini bile elde etme hakkınız kalmayacaktır.
Evet, kâfir, küfrü takdir edilen ve
üzerine yüklenilen, mümin i-se, imanı takdir edilen ve gereğini yapmaya muvaffak
kılınan demektir. Yâni Allah sizi ilmî olgunlukların ve ameliyenin prensiplerini
içeren güzel bir yaratılışla yaratmış, bununla beraber bazılarınız yaratılış
gereğinin aksine olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, ba-zılarınız
da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin ol-muştur. Halbuki
üzerinize vacip olan hepinizin imanı tercih edip halk ve icat nimetine ve ona
bağlı diğer nimetlere şükretmekti. Siz ise yaratılışınız itibarıyla buna
kabiliyetli olduğunuz halde öyle yapmadınız da kiminiz kâfir, kiminiz mümin olup
gruplara ayrıldınız.
Mamafih bu grup ve fırkalara ayrılmayı, Cebriye'nin dediği gibi kulun hiç
bir rolü olmayarak sırf Allah'ın takdirine nispet etmek nasıl doğru değilse,
Mutezile'nin anladığı gibi Allah'ın yaratma ve takdiri ol-aksızın sadece
kulların yaratmasına nispet de doğru değildir. Ebu Zerr demiştir ki: "Resulullah
(s.a.v) buyurdu ki: “Meni rahimde kırk gün durunca ona nüfus meleği gelir,
sonra O Allah'a yükseltilir. Melek "Ya Rab, Erkek mi dişi mi?" der. Allah Teâlâ
ne kaza buyuracaksa buyurur. Sonra melek "Cehennemlik mi cennetlik mi?" der.
Böylece ne ile karşılaşacaksa o yazılır."
Ebu
Zerr bu hadisi rivayet edip Te-ğâbün Sûresi'nin baş tarafından üç âyeti 3.
âyet'e kadar okumuştur. (Suyuti,
Durru’l-Mensur: 8/182)
3. “Gökleri ve yeri gerektiği
gibi yaratmıştır. Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır. Dönüş
Onadır.”
Allah gökleri ve yeri hakla
yaratmıştır. Bu kâinat belli bir hikmete dayalı yaratılmıştır. Yaratıklar
başıboş, gâyesiz, hikmetsiz yaratılmamıştır. Allah, yeryüzündeki varlıkları
birbirlerine hükmetsinler, bir-birlerini ezsinler diye yaratmamıştır. Hak bir
yasayla, hak bir oluşumla yeryüzünde hak hakim olsun, zulüm ortadan kalksın diye
gökleri ve yeri yaratmıştır. Hak olan kendi varlığına delil olsun, şahit olsun
diye yaratmıştır. Yarattığı kullarından da hak bir kulluk
istemiştir.
"Sizi şekillendirdi, şekillerinizi
güzel yaptı" Bu ifade ile insanın sadece yüzü değil, Allah'ın insana bağışladığı
ve onların yardımıyla insanın hayatını idame ettirdiği bedeni yapısı ile kuvvet
ve yetenekleri kast olunmaktadır. İnsan bu iki özelliğiyle diğer tüm mahluktan
üstündür ve dolayısıyla onlar üzerinde hüküm sürmektedir. İnsana kullanabilmesi
için münasip oranlarda boy, el, ayak ve diğer organlar verilir-ken bilgi elde
edebilmesi için hissiyat, elde ettiği bilgiden yararlanabilmesi için düşünme ve
muhakeme yeteneği beyin (feraset) ve iste-diği yolu seçmesi ve Allah'ın verdiği
yetenekleri hangi yolda kullanacağının bilinmesi için irade kuvveti
bağışlanmıştır. Yine insana, yara-tıcısına inanıp, inanmama, O'ndan yüz çevirme,
başka ilahlar edinme, hatta Allah'a karşı savaş açma özgürlüğü dahi verilmiştir.
Tüm bu ye-tenekleri ona vermekle Allah Teâlâ, diğer mahlukat üzerinde, insana
fiilen sahip olduğu bir iktidar bağışlamıştır.
Size şekil veren O’dur ve şeklinizi en
güzel bir biçimde yapmıştır. Dönüş de O’nadır. Mülk O’nun, yaratıcı O, Musâvvir
O, şekil veren O, düzene koyan O, Mâlik O, Rabb O, İlâh O… Gerçekten diğer
varlıklar içinde şekli, biçimi en güzel olan insandır. Ama elbette bütün bu
nîmetlerin sorulacak bir de hesabı vardır ki, dönüş Allah’a-dır. Hepiniz
yaşadığınız bu hayatın sonunda O’na dönecek ve hesabı O’na
ödeyeceksiniz.
4. “Göklerde ve yerde olanları
bilir; gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir; Allah, kalplerde olanı
da bilendir.”
Rabbimiz yine bize olan rahmeti
ve merhameti gereği kendisini tanıtmaya devam ediyor. Hamd etmemiz gereken Ben,
yüceltmeniz, kulluk etmeniz gereken Ben, bilgisi tam olan Benim diyerek bize
zâtını tanıtıyor. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilen, hepsinden haberdar
olan Allah’tır. İşte tesbihe lâyık, gündeme alınmaya lâyık o-lan O’dur. Sizin
gizlediklerinizi de açığa çıkardıklarınızı da bilen O’dur. Gizlide, tenhada, hiç
kimsenin görmediği yerlerde yaptıklarınızı da bi-len, sadırlarınızda,
kalplerinizde olanları da bilen O’dur. İç dünyanızda gizleyip kimseye
açmadıklarınızı da bilen O’dur. Ne düşünüyorsunuz? Ne hedefliyorsunuz?
Niyetinizde neler var, neler yok onların tümünü bilen Allah’tır.
5. “Daha önce inkâr edip de,
inkârlarının karşılığını tadan kimselerin haberi size gelmedi mi? İşlerinin
vebalini tattılar. Onlara can yakıcı azap vardır.”
Daha önceki kâfirlerin haberi
size gelmedi mi? Sizden öncekilerin haberlerini duymadınız mı? Nuh kavmi
kâfirlerinin, Hûd kavmi, Salih kavmi, Şuayb kavmi kafirlerinin, Medyen’in,
Eykeliler’in, Allah’la savaşan ve ağızlarının payı verilen Firavunların
haberleri size gelmedi mi? Duymadınız mı? Bilmediniz mi onların başlarına
gelenleri? Benim kitabımda anlattığım helâk haberlerini gündemlerinize almadınız
mı? İlgi kurmadınız mı Benim kitabımla? Okumadınız mı Araf’ı, Şuarâ’yı, Nemil’i,
Kasas’ı, En’âm’ı?
Onlar Benimle, elçilerimle, âyetlerimle
dalga geçtiler, yan çizdiler, Bana kulluğa yanaşmadılar da sonunda işlerinin
vebalini, amellerinin sorumluluğunu tattılar da işleri bitiverdi. Nuh’un (a.s)
toplumu 950 yıl kendilerine Allah’ı anlatan, Allah’a kulluğa çağıran Nuh’u (a.s)
dinlemedi de, içlerindeki bir kısım zalimlere tâbi oldular. Allah’a kulluğu terk
edip içlerindeki bir kısım salih kişileri putlaştırıp Allah yerine ikâme ettiler
de, bu eylemlerinin karşılığı olarak Rabbimiz onlara tufan azabını tattırıverdi.
Âd kavmi gücünü, kuvvetini,
medeniyetini, teknolojisini putlaştırıp Allah’a ve elçisine kafa tuttu da, bu
eylemlerinin vebali olarak Rabbimiz de onlara yedi gün, sekiz gece taş yağdıran
bir rüzgar gönderdi ve defterlerini dürüverdi.
Semûd kavmi dünyayı kıbleleştirip
saray, köşk sevdasına kapıldı da, Allah’ın kendilerine gönderdiği rahmet olan
deveyi öldürme veballeri olarak, Rabbimiz korkunç bir sayha, müthiş bir çığlık
göndererek işlerini bitiriverdi.
Lût’un (a.s) kavmi cinsel
ahlâksızlığı hemcinslerine götürecek, Peygamber misa firi meleklere saldıracak kadar
doruklaştırdı da, Allah melekleriyle şehirlerinin altını üstüne getiriverdi.
Firavun tanrılığa soyunmuştu da
Allah denizin dibine gömüvermişti. Yani Allah hepsinin eylemlerinin karşılığını,
vebalini tattırmış, acıklı bir azapla dünyada onlara ceza vermiştir.
'Vebâl',
sözlükte, otlağın otunun ağır olması demektir. Bura-dan hareketle 'vebâl'e
mecâzî olarak mutlak ağırlık ve tehlike, çekil-mez kötü sonuç anlamı
verilmiştir. Kavram olarak, sonunda ceza olan fiil, sorumluluk ve azap
kazandıran iş demektir. Vebal bir anlamda ağır günahtır. Kişi yaptığı bir işin
sonunda, işlediği bir fiilin neticesinde ağır, çekilmez bir karşılık görür.
Kişiyi bu ağır karşılığa götüren şeye vebâl denilmektedir.
Türkçe'de
de yaklaşık olarak aynı anlamda kullanılmaktadır.
Mâide
Sûresi 95. âyetinde hacc görevi yapanlara avlanmak yasakla-nıyor. İhramlı iken avlanan müslüman, öldürdüğü
hayvanın dengi bir hayvanı kurban kesmeli veya fakirleri doyurmalı, ya da
belirli bir oruç tutmalı. Âyetin sonu şöyle tamamlanıyor: "... Tâ ki böylece (ihramlı iken avlanan)
yaptığı işin vebâlini tatsın." Demek ki, ihramlı iken av-lanma yasağını
ihlâl eden kimse, yaptığı bu hatanın vebâlini yüklen-mekte, karşılık olarak da
üç cezâdan birisini yerine getirmekle so-rumlu tutulmaktadır. Görüldüğü gibi bu
cezalar tümüyle dünyalık ce-zâlardır ve hafiftir. Ancak bu âyetteki farklıdır.
İnkârcılar, kendilerine gelen peygamberi dinlememenin, Allah'a karşı
kibirlenmenin ve meydan okumanın karşılığını, yaptıkları işin sonucunu dünyalık
cezâlar ile aldılar. Âhirette ise onları Cehennem azâbı beklemektedir. Nitekim
Kur’an-ı Kerim, geçmiş kavimler içerisinde peygamberlerini dinlemeyen, azıp
bozgunculuk yapan kimselerin başlarına neler geldiğini, hangi cezaları hak
ettiklerini anlatmaktadır.
İnsanların
işlediği bütün amellerin karşılığı verilecektir. Sâlih amel işleyenler sevâbını,
kötü işler yapanlar, günah işleyenler de onun karşılığını vebâl olarak
alacaklardır. Kişinin yaptıklarına karşılık aldığı dünyalık cezâlara vebâl de
denilebilir. Görünen o ki, kişi kendi yaptıklarının vebâlini kendisi çeker.
Kimse kimsenin vebâlini yüklen-mez. Kur'an'da bu konuda ilginç bir örnek
bulunmaktadır:
"Küfre sapanlar, iman etmekte
olanlara dedi ki: 'Siz bizim yolumuzu izleyin, sizin hatalarınızı biz
yüklenelim.' Oysa kendileri, onların hatalarından hiçbir şeyi yüklenecek
değiller. Gerçekten onlar, elbette yalancıdırlar."
(Ankebût,
12)
Evet,
vebal; sonunda ceza, şiddet ve azap olan fiil, günah, sorumluluk ve kötü âkıbet
anlamında Arapça bir kelime. Vebâl, mera’nın (otlağın) otunun son derece bol
olması demektir. Bu manadan hareketle mecazi olarak mutlak ağırlık, vahamet ve
çekilmez kötü sonuç olarak kabul edilmiştir. Vebal, Türkçe'de bu mana ile
meşhurdur. Ağır günah manasında kullanılması da bundandır.
Bu âyette geçen "vebâl", inkârcıların
dünya hayatında karşılaştıkları sıkıntı ve çektikleri ceza demektir. Azap ise,
ahirette kendilerine verilecek olan cezadır. Ayrıca kitabımızın başka
âyetlerinde suç işleyenlerin işlediklerinin karşılığı olarak kendilerine dünyada
verilen cezalar da işlenen suçun "vebâl"i olarak tanımlanmışlardır. Yine me-selâ
Talak sûresinde: "vebâl" in dünya hayatındaki, "azab"ın ise, ahi-ret hayatındaki
ceza olduğu açıkça anlatılmaktadır.
"Rabbinin ve O'nun elçilerinin
emrinden uzaklaşıp azmış nice memleketler halkı vardır ki, biz onları çetin bir
hesaba çekmiş ve onlara şaşkınlık verecek bir cezaya çarptırmışızdır. Onlar
yaptıklarının vebâlini tattılar. İşlerinin sonucu da tam bir hüsran o!muştur.
Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O halde ey inanan, akıl selim
sahipleri, Allah'tan korkun; Allah size bir uyarı(cı Kitap)
indirdi"
(Talak,
8, 9, 10).
Hz.
Muhammed (a.s) de, vebâle sebep olan çeşitli kötülükler-den uzak durmayı
emretmiş ve bu husustaki bir hadiste şöyle buyur-muştur: "Biri, sendeki kusuru
öğrenince, dedikodu yaparak seni kötü-lerse, sen onda bulunan herhangi bir
kusurundan dolayı dedikodu-sunu yapma, onda bulunan kusurundan dolayı onu
kınama, kötüleme. Böylece bu işin vebâli onun üzerinde olur"
(Ebû
Davud, Libâs, 24)
Bütün
bunlardan anlaşıldığı gibi, Yüce Allah insanların iyi veya kötü, her türlü
amelini tespit eder. İyiliğin mükafatını ve kötülüğün de cezasını verir. İşlenen
iyilik veya kötülüğün karşılığı olan mükafat ve-ya ceza, Yüce Allah tarafından
dünya da verilebilir, ahirette de. İşte, insanların işlediği kötülük ve
günahlarının karşılığı olan ceza dünya hayatında verilirse, ona vebâl, ahiret
hayatında verilirse, ona da azap denir. Her insan, işlediği günahın karşılığı
olan vebâl ve azabı, kendisi taşıyacaktır. Hiç bir insan başka bir insanın
günahının karşılığı olan cezayı, onun yerine taşımayacaktır. Yüce Allah bu
hususta şöyle bu-yurmuştur:
Niye böyle yapmış Rabbimiz? Neden
cezalandırmış onları?
6. “Bu, kendilerine peygamberleri
belgelerle geldiğinde: “Bizi doğru yola bir insan mı eriştirecek?” diyerek inkâr
edip gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürüdür. Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığını
ortaya koymuştur. Allah müstağnîdir, övülmeğe lâyık
olandır.”
Çünkü onlara Allah’ın elçileri
apaçık âyetler, apaçık belgelerle, mûcizelerle geldiler. Allah’ın bu apaçık
belgeleri karşısında, “bizi doğru yola bir beşer mi eriştirecek? Bizi hakka,
hidâyete bir insan mı ulaştıracak? Bir beşer mi bize hidâyet edecek, yol
gösterecek?” diyerek Allah’tan gelen hidâyeti, o hidâyeti getiren Allah
elçilerini reddettiler, yüz çevirdiler; Allah da onlardan yüz çevirdi. Allah
Ğanî’dir, zengindir, onların imanlarına, kulluklarına ihtiyacı olmayandır,
Hamid’dir, övülmeye lâyık olandır.
Eğer sizler de tıpkı sizden öncekiler
gibi Rabbinizin sizden istediği bir kulluğu, bir hayatı yaşamaya yanaşmaz,
keyfinize göre bir dünya yaşamaya kalkışırsanız, bilesiniz ki Allah sizden
müstağnîdir. Allah'ın kimseye eyvallahı yoktur. Allah’ın ne namazlarınıza, ne
oruçlarınıza, ne secdelerinize, ne kıyamlarınıza, ne çalışıp çabalamalarınıza,
hiçbir şeyinize ihtiyacı yoktur. Allah size muhtaç değildir. Yeryüzündeki tüm
kullar, melekler, peygamberler gibi Allah’a kulluk yapsalar bile, bu Allah’ın
mülküne bir şey kazandırmayacağı gibi, hepiniz, tüm insanlar Firavun gibi
Rabbinize düşmanlık etseniz, O’nunla savaşa tutuşsanız bile bunun bir sineğin
kanadı kadar Allah’a bir zararı da dokunmaz. Allah’ın hiçbir zaman kullarından
bir beklentisi, bir haceti yoktur.
Dilerse sizin defterlerinizi dürer de,
daha önce sizden öncekilerin yerine dünya sahnesine getirdiği gibi sizin
yerinize de başkalarını halef kılar. Nuh toplumunu yok edip yerine Âd’ı getirip
yerleştirdiği, isyanlarından dolayı Âd’ın da defterini dürüp yerine Semûd’u
yerleştirdiği, küfürlerinden ötürü Semûd’u da yerin dibine batırıp yerine
başkalarını getirdiği gibi... Veya Selçukluyu, Osmanlıyı yok edip şu anda
onların yerine sizleri getirdiği gibi, sizi de yok edip yerinize başkalarını
getirir. Öyleyse size hakim olan, sizin üzerinize Kahhâr olan Rabbini-ze teslim
olup O’nun istediği hayatı yaşayın. Asla O’nun emirlerine isyan içine
girmeyin.
Bakın adamların itirazlarının temel
dayanağı şu: “Yani şimdi bir beşere mi tâbi olacağız? Bir insan mı bizi hidâyet
edecek? Bir beşer dedikleri Muhammed (a.s)… Beşer diye küçümsedikleri Nuh (a.s),
Hûd (a.s), Salih (a.s), İbrahim (a.s), Musâ, Îsâ (a.s) … Bunlar mı Allah’ın
bizim hidâyetimiz sebep kıldığı insanlar? Şimdi bizler bizim gibi bir insan olan
bunlara mı tâbi olacağız?” diyorlardı. Peki dün de, bugün de bir beşer olarak
Allah’ın elçilerine tâbi olmayan bu insanlar acaba kime tâbi oluyorlar? Kimi
dinliyorlar? Dün de bugün de bu insanların tâbi olup itaat ettikleri beşer değil
mi? Yöneticileri, yasa koyucuları insan değil mi? Hayatlarında söz sahibi kabul
edip yasalarını uyguladıkları kimseler insan değil mi? Firavunlar, Karunlar,
Nemrutla insan değil mi?
Ya da şu anda peygamberi bırakıp
ta kanunlarına tâbi oldukları egemen güçler insan değiller mi? Hattâ bir takım
zalim güçler ki, onların zâlimlikleri herkes tarafından bilinmekteyken bile
onları kendilerinin peygamberliğine, kendilerinin tanrılığına çağırdıkları
zaman onlara itaat ediyorlar. İtiraz
edemiyorlar. Ama bir peygamber çıkacak, onların mallarına, mülklerine göz
dikmeyecek, onlardan ücret istemeyecek, ırz ve namuslarına tasallut etmeyecek,
onlar hakkında hep ha-yır düşünecek, onları iyiliğe çağıracak, bir beşer diye
ona tâbi olmazlarken, analarını ağlatan, kendilerini aptal yerine koyan,
kendilerine sürüler gözüyle bakan öteki zalim beşerlere itaat edecekler.
Gerçekten bu adamların mantığını anlamak mümkün değildir.
7. “İnkâr edenler, tekrar
dirilmeyeceklerini ileri sürerler. Ey Muhammed! De ki: “Evet. Rabbime andolsun
ki, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra, yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu,
Allah’a kolaydır.”
Kâfirler ölümlerinden sonra
tekrar dirilmeyeceklerini zannettiler. Öldükten sonra tekrar diriliş olmayacak,
hesap kitap olmayacak, yaptıkları yanlarına kâr kalacak ve sümenaltı
edilecekler, unutulup gidecekler. İşte kâfirleri tarih boyunca böyle
azgınlaşmaya, Allah’a ve elçilerine kafa tutmaya sevk eden en büyük sebep budur.
Tarihin başlangıcından kıyamete kadar kâfirlerin Allah ve elçilerine savaş açıp
yeryüzünde Müslümanları küçük görmelerinin altında yatan sebep işte budur.
Dirilişi reddetmeleri, ölüm ötesi hayata hiç ihtimal vermemeleridir. Madem ki
dirilmeyecekler, madem ki yaşadıkları bu hayatın hesabı sorulmayacak, o zaman
niye inansınlar ki Allah’a ve elçilerine? Niye kaçırsınlar ki bu dünyada
keyiflerini? Bu yasaktı, bu haramdı, bu farzdı diye niye hayatlarına bir takım
kayıtlar koysunlar ki? Canları ne istediyse, keyiflerine ne uygun gelmişse
öylece bir hayat yaşarlar, olur biter. İşte böyle
düşünüyorlar.
“Peygamberim onlara de ki: “Rabbime
andolsun ki muhakkak siz dirilirsiniz ve amelleriniz size haber verilir. Bu
Allah’a göre hiç de zor değil, gâyet kolaydır. Ölümlerinizden sonra tekrar
dirileceksiniz ve bu dünyada yapıp ettiklerinizin tamamı size haber
verilecektir. İstediğiniz kadar dirilmeme zannıyla hayatınızı sürdürün,
istediğiniz kadar hayatınızı bu zanna bina ederek yaşayın, mutlak dirilecek ve
hesaba çekileceksiniz. Bu Allah için çok kolay bir şeydir. Zor mu
zannediyorsunuz? Allah sizi tekrar diriltemez mi zannediyorsunuz? Sizi ilk defa
yoktan var eden O değil mi? İlk defa yaratan, ikinci defa yaratmaktan âciz mi
kalacak? Eğer bu iş zannettiğiniz gibi zor ve imkânsızsa, ilk defa yaratmak
zordur. İşte gördüğünüz gibi Biz sizi, gökleri, yeri, göktekileri ve yerdekileri
yaratmışız.”
Hayır hayır, onlar ilk
yaratılışı kabul etmekle beraber, şu anda var olduklarını bilmekle beraber, şu
içinde yaşadıkları düzenin kuruluşunu, yaratılışını görmekle beraber işi
karıştırıp içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışıyorlar.
Yani dertleri, yaşadıkları bu
hayatta hesap-kitap gündeme gelerek iştahları kaçmasın, rahat rahat
zulmetsinler, kan içsinler, dilediklerini öldürsünler, diledikleri gibi bir
hayat yaşasınlar ve sonunda bir diriliş ve hesap olmasın. Yaptıklarının hesabı
sorulmasın, tüm yaptıkları yanlarına kâr kalsın. İşte yeniden dirilişi imkânsız
görerek reddedişlerinin altında yatan sebep budur.
Sorumluluktan kurtulmak için,
keyiflerine göre bir hayat yaşamak için reddediyor, imkânsız görüyorlar. “Allah
bu kadar insanı nasıl diriltecek? Bu kadar insanın amellerini nasıl tespit
edecek?” diyorlar. Halbuki Allah daha insanları yaratmadan önce onların tüm
amellerini tespit edip Levh-i Mahfuzda yazmıştır. Daha dünyaya gelmeden herkesin
ne yapacağını, nasıl bir hayat yaşayacağını bilmektedir. Sonra her bir insanın
yanı başında Kirâmen Kâtibin melekleri görevlendirmiş ki, onlar insanın nefes
alışverişini bile saymakta ve tespit etmektedirler. Sonra insanların
yaptıklarına semâ şahit, arz şahit, melekler şahit, insanın organları şahittir.
Öyleyse niye zor olsun ki bu Allah’a? Tabii Allah’ı tanımayan kâfirler bunlardan
habersizdirler.
8. “Öyleyse Allah’a, Peygamberine
ve indirdiğimiz nûr’a, Kur’an’a inanın; Allah işlediklerinizden
haberdardır.”
“Öyleyse ey insanlar, ey kullar
Allah’a iman edin. Allah’ın elçisine ve ona indirdiğimiz nûra, âyetlere, kitaba
iman edin. Haydi Allah’a, Allah’ın hayata karışıcı olduğuna iman edin. Allah’ın
hayatınıza karışmasında odak nokta seçip size örnek kul olarak gönderdiği
peygamberinin örnekliliğine iman edin. Resûlü aracılığıyla size nûr, yol
gösterici, hidâyet rehberi olarak indirdiği kitabına da iman edin. Hayatınızı
onunla düzenlemek üzere iman edin.”
Rabbimiz kendisine, peygamberine ve
kitabına iman istiyor bizden. Allah’a iman, O’nun istediği biçimde iman
demektir. Allah’a iman, Allah’tan gelenlere imandır. Allah’a iman, Allah’ın
hayata karışıcı olduğuna imandır. Allah’a iman, Allah’ın Rabb, Melik ve İlâh
oluşuna imandır. Allah’a iman, O’nun istediği gibi bir hayat yaşamaya imandır.
O’nun bizim hayatımızı düzenlemek üzere vahiy ve elçi gönderdiğine imandır.
Allah’ın belirlediği hayat programına iman demektir. Allah’a iman, kişinin
boynundaki kulluk ipini yalnız Allah’ın eline vermeye imandır. Kitabında
kendisini nasıl tanıttıysa, hangi sıfatların sahibi, hangi sıfatların karşıtı
olarak tanıttıysa öylece iman etmektir. Allah’a iman, göklere ve yere egemen
oluşuna, göklerde ve yerde kendisinden başka egemen, Rabb, Melik, İlâh
olmadığına, kendisinden başka kanun koyucu, yasa belirleyici olmadığına, ortağı
ve benzeri olmadığına, kulluğun, itaatin, teslimiyetin sadece kendisine ait
olduğuna imandır. İşte Rabbimiz bizden kendisine böyle bir iman
isti-yor.
Sonra elçisine iman istiyor Rabbimiz.
Peygambere iman, onu hayatın her bir
biriminde örnek bilip adım adım takip etmeye imandır. Peygambere iman, onun
bizzat Allah tarafından görevlendirilmiş, Allah tarafından yetkilerle donatılmış
bir Allah sözcüsü olduğuna imandır. Yeryüzünde Allah’ın izniyle Allah’ın konuşan
ağzı, dili olduğuna imandır. Peygamberin dinde temel rükün olduğuna imandır.
Peygambere iman, onun Allah sözcüsü olarak söylediklerinin, yaptıklarının mutlak
doğruluğuna imandır. Peygambere iman, onun hayatta örnek olduğuna, Allah’ın
bizden onun gibi bir kulluk istediğine ve onun adım adım takip edilmesi
gerektiğine imandır.
Peygambere iman demek onun
örnekliliğine iman demektir. Peygambere iman, Allah’ın bizden istediği kulluğu
icra ederken mutlak mânâda kendisine uyulması gereken model insan oluşuna,
numune insan oluşuna iman demektir. Peygambere iman, onun hayat programına iman
demektir. Peygambere iman, onun Allah’tan getirip haber verdiği şeylerin
tamamının doğruluğuna iman demektir. Allah’ın onun vasıtasıyla insan hayatına
karıştığına iman demektir.
Kitaba iman da Allah’ın vahiy
gönderdiğine iman demektir. Ki-taba, o kitabın Allah’tan geldiğine imandır.
Allah’ın bizimle konuştuğu-na, bize mesaj gönderdiğine, yeryüzünde bizi
kanunsuz, yolsuz, yordamsız, plansız, programsız bırakmadığına iman demektir.
Kitaba iman, onunla sorumlu olduğumuza imandır. Kitaba iman onun içindekilere
göre bir hayat yaşamaya, onunla hayatı düzenlemeye imandır. Onun mutlak sûrette
yasa olduğuna ve hayatımızda uygulanması ge-rektiğine imandır. Kitaba iman,
onunla hesaba çekilmeye imandır.
Kitaba iman demek, içindekilere iman
demektir. İçindekilerin doğruluğuna ve uygulanırlılığına, uygulanması
gerektiğine iman demektir. Kitaba iman, “Allah kitabında böylece buyurdu, ben de
bunu aynen anladım ve kabul ettim” demektir. Yani Allah kitabında ne dedi?
Bizzat Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kelâmıyla diyalog kurarak, ama bunu
Peygamber örnekliliğinde anlayarak onu amele dönüştürmektir. Unutmayalım ki
kitaba iman, kitapla yol bulabilmek, kitabı hayat programı yapabilmek için önce
kitabı tanımak zorundayız. Kitabı tanımayan bir adamın onunla amel etmesi ve onu
hayat programı yapması mümkün değildir. Bilelim ki uygulayacak kadar kitaptan
tanıdığımız âyetler bizim iman ettiğimiz âyetlerimizdir. Öyleyse bu kitabı
okuyalım, içindekileri tanıyalım, bu kitabın ortaya koyduğu Allah’ı, peygamberi
tanıyalım ve Allah’ın istediği şekilde bu imanlarımızı gerçekleştirmiş olalım.
Değilse siz bilirsiniz. Ama şundan haberiniz var mı?
9. “Toplanma günü (hesap sormak)
için, sizi bir araya getirdiği zaman, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı
gündür; Allah'a kim inanmış ve yararlı iş işlemişse, Allah onun kötülüklerini
örter, onları içinde temelli ve sonsuz kalacağı, içlerinden ırmaklar akan
cennetlere koyar; büyük kurtuluş işte budur.”
Allah bir randevu, bir toplantı
günü sizi toplayıp bir araya getirir. İşte o gün teğabun günüdür, aldanma,
aldatma günüdür. Kazananların, kaybedenlerin açığa çıkacağı gündür o gün. Ğabn,
ğaben kelimesi daha çok ticarî sahada kullanılır. Bu kelimeyi Rabbimizin
kul-landığı gibi kıyametle alâkalı düşündüğümüz zaman, o günün teğa-bun günü
olarak tavsif edildiğini görüyoruz. İnsanlardan pek çoğu bu dünyada gece-gündüz
bir aldanışın içindedirler.
Ama hakiki teğabun, gerçek
aldanış, kıyamet günü ortaya çıkacaktır. Kıyamet günü kimin kazanıp, kimin
kaybettiği, kimin kimi kandırdığı, kimin hakkının kime geçtiği, kimlerin ömür
sermayesini yanlış bir işe, yanlış bir inanca yatırıp iflas ettiği, kimin doğru
bir inanca, kârlı bir işe yatırıp sonunda kazananlardan olduğu açığa çıkacaktır.
Bakın bu konuda bir hadis
okuyayım:
“Bir adam kıyamet günü hesap
kitap için Allah huzuruna getirilir. Şu beş şeyden sorguya çekilmeden mümkün
değil yerinden ayrılmayacaklardır.” 1: Malını nereden kazanıp nerelerde
harcadığından. 2: Ne öğrendiği ve onunla ne amel işlediği konusundan. 3: Ömrünü
nerelerde ne şekilde harcadığından.”
Ne
dersiniz? Haydi ölüp bir hesaba çekilelim. Allah’ın huzuruna bir çıkalım.
Çıkalım da bir bakalım, aldananlardan mıyız, yoksa ka-zananlardan
mı?
1:
Ömrünü nerelerde ve ne şekilde harcadığından. Ömrümüz bize verilen en büyük
emanettir. Hayatımızı Allah bize onun süresini belli etmeden, ne zamana kadar
olduğunu demeden bize vermiş ve ey kulum, sen sana verilen bu ömürle beni razı
edeceksin, haydi bakalım demiş. Ama şekilde görüldüğü gibi, işte peygamberim
gibi demiş, bizi peygamberinin önünde tutmuş. Yasalarla belirlenen gibi demiş,
Kur’an’ın huzurunda tutmuş. Çevrende bulunanlarla beraber demiş görsel
âyetlerinin huzurunda tutmuş. Evet bir ömür vermiş ama bunun faturası ve hesabı
sorulacak demiş. İşte yarın bir hesap birimi olarak bu bize mutlaka sorulacak.
Ömrünü nerede ve ne şekilde harcadın.
O
zaman ömrümüzden harcadığımız bir bölüm adına soralım kendi kendimize. Diyelim
saat beşi seçelim. Ne yaptık, nerede harcadık o zaman birimini? Zamanınız,
mekanının, durumunuz, şekliniz, bi-çiminiz neydi, nasıldı? Ne yapıyordunuz? Kim
dedi de yapıyordunuz? Nereye gidiyordunuz, nereden geliyordunuz, kim dedi diye
gidip geliyordunuz? Neredeydiniz, neden? Yâni ömrün o bölümünü oraya niye
verdiniz? Ne için verme ihtiyacı duydunuz? Kim dedi sizin orada olmanızı? Neden
ordasınız? Peki nasıl ordasınız? Yâni o şekli, o biçimi sizden kim istedi?
Çaresiz miydiniz? Ciddi misiniz? Allah kabul edecek mi bu mazeretinizi? Yâni
Allah’ı aldatamayacağınızı bildiğinize göre kendi kendinizi kandırmaya
çalışmayın.
2:
Öğrendiklerimizden hesaba çekileceğiz. Neler öğrendik? O öğrendiklerimizi neden
öğrendik? O öğrendiklerimizle neler yaptık, ne ameller işledik? Bunlar hesap
sorusuymuş. Neler öğrendik? Eşya isimleri, plaka numaraları, şehir isimleri,
artist isimleri, sokak isimleri, nehir isimleri, futbolcu isimleri, araba ve
markaları, basınlar ve yayınlar, aktüaliteler, müzikler….
Peki
nerde kullandık bunları? Ne işe yaradı bu öğrendiklerimiz? Meselâ araba
kullanmayı bilmiyordunuz, öğrendiniz. Peki bu öğ-rendiğinizle ne yaptınız? Yerli
dil, yabancı dil öğrendiniz, peki ne yaptınız? Nerde kullanmak içindi bu? Nice
âletleri kullanmayı öğrendiniz, yani bunlar size zaman kazandıracaktı öyle mi?
Tüm teknolojiyi âdeta evine taşımadan yana olan bir adam şöyle bir itirafta
bulunmuştu: “Ben bana zaman kalsın diye her türlü araç ve gereci evime taşıdım,
ama onlar benim zamanımı daha çok çaldılar ve bana zaman bırakmadılar” diyordu.
Bizim ki de öyle mi? Her öğrendiğimiz bizi mutlu et-meliydi, acaba bu
öğrendiklerimiz bizi mutlu etti mi? Yoksa tamamen aksine mutluluklarımızı param
parça, darmadağın mı ettiler? A kare, c kare toplanınca ne olur, ne olmaz mı
öğrendiniz? Bunu nerede kullandınız? Oysa ilim öğrenecektiniz, o size Allah’ı
tanıtacak, sizi O’na kulluğa yönlendirecekti. Siz böylece Allah’ı tek Rabb ve
İlah bilecektiniz, size cennet yollarını açacak, cehennem yollarınıza barikatlar
koyacaktı. Var mı bunlar?
3:
Malınız kazanma ve harcama yerleriniz. Nereden kazandı bölümü var ya şu anda
gerçekten insan zorlanıyor. Nereden kazandı acaba? Adam biliyor aslında oradan
mal kazanılmaz. İslâm ona kazanç demez. Ama insanlar bunu hiç düşünmüyorlar,
olsun yeter ki di-yorlar. Gelsin de nereden gelirse gelsin
diyorlar.
Bir
bölge bakkalına orada matematik öğreten bir öğretmen gelmiş; “aman bakkal, canım
bakkal, ben çocuklara bir aydır çarpma işlemini öğretemedim. Toplamayı,
çıkarmayı, bölmeyi öğrettim de a-ma bir türlü şu çarpmayı öğretemedim, lütfen
gel de bir öğretiver” di-yor. Çarpmayı çok iyi biliyorlar ya adamlar. Herkes bir
çeşit çarpıyor. Can ile çarpıyorlar, mal ile çarpıyorlar, ruhla, bedenle
çarpıyorlar. Ya-ni ruh ve beden dengesini bozmak üzere nice çarpıklıklar
üretiyorlar. Ama unutmayın ki yarın hesaba çekileceğiz. Nereden kazandık,
nerelerde harcadık? Kimileri daha kazanmadan harcıyorlar. Cebindeki ka-dar
harcamaya bırakmıyorlar insanları. İnsanlar teşvik edip onsuz ol-maz diyorlar,
berikisi de harcamak zorunda kalıyor.
Evet,
vücudumuz, sıhhat ve âfiyetimizden sorulacak. Sağlığınızı nerede harcadınız?
Nerede nefes tükettiniz? Gözünüzün ferini nerede tükettiniz? Nerede gırtlak
patlattınız? Nerede burun çektiniz? Kimlere ve nelere kulak verdiniz? Sırtınızı
kimlere ve nerelere dayadınız? Nerede harcadınız sıhhat ve âfiyetinizi? Bunların
hesabını ver-meden oradan bir adım bile atamayacaksınız.
Yâni
Allah için bir bakın durumlarınıza. Acaba sizi hesaba çeken siz kendiniz olmuş
olsaydınız ne diyecektiniz kendinize? Kurtuluş ümidiniz var mı? Yoksa eyvahlara
başladınız mı? O zaman şimdiden bunu kendiniz söyleyin ve vazgeçin bu hayattan.
Daha bir müslüman olmak için imkan arayın, imkan hazırlayın
kendinize.
O gün kazananların kazandığını,
kaybedenlerin de kaybettiklerini anlayacakları bir gündür. Mü’minler
kazandıkları cenneti, mü’-minler kurtuldukları, âzât oldukları cehennemi
görecekler. Kâfirler hak ettikleri cehennemi ve kaybettikleri cenneti
görecekler. İki kere gülecek, iki kere sevinecekler. Bir cenneti kazandıkları
için, bir de cehennemden âzât olup kurtuldukları için. İki kere kahrolacak
kâfirler… Bir cehenneme aktıkları, bir de cenneti kaybettikleri için…
Müslümanlar kazandıkları cenneti, kurtuldukları cehennemi görecekler. Kâfirler
ka-zandıkları ateşi ve kaybettikleri cehennemi görecekler. Biri aldanmış, biri
aldatmış olacak. Biri kazanmış, biri kaybetmiş olacak. Zalimlerin, zulmedenlerin
amelleri zulmettiklerine verilecek, zalimler kaybedecek, mazlumlar kazanacak.
Mazlumların günâhları zalimlere yüklenecek, dünyada aldatanlar aldanacak,
aldatılanlar aldatacak. Zira kıyamet günü mal, mülk yoktur. Zalim, kardeşine
zulmetmenin yükünü yüklenecek. Onu burada indirmemenin aldanmışlığını taşıyacak.
Dünyada kurtarıcılara, şâfîlere bel bağlayıp aldananlar, o gün herkesin kendi
derdine düştüğünü görünce aldanmışlığı yaşayacaklar.
Öyleyse:
Kim Allah’a Allah’ın istediği gibi
inanır ve salih amel işlerse, hayatında bu imanını görüntülerse, iman kaynaklı
bir hayat yaşarsa, Allah onun tüm seyyiatını, tüm günâhlarını örtecek, tüm
sıkıntılarını, tüm problemlerini çözecek, geçmişini sıfırlayacak ve onu
altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirecek. Onlar ebedîyen o cennette
kalacaklardır. Sıkıntı yok, dert yok, problem, yaşlanma, ölüm, hastalık yok;
ebedîyen orada mutlu bir hayat yaşayacaklar. İşte en büyük kurtuluş, en büyük
başarı, en büyük kazanç budur.
10. “İnkâr edip, âyetlerimizi
yalanlayanlar, işte onlar da ateşliklerdir, orada temellidirler. Ne kötü bir
dönüştür!”
Ama küfredenlere, Allah’ı,
Allah’tan gelen vahyi, kitabı ve peygamberi örtenlere, Allah’ın dinini örtbas
edenlere, fıtratlarını örtenlere, kalplerini, azalarını, insan oluşlarını
örtenlere ve de âyetlerimizi yalanlayanlara, âyetlerimizi yok farz edenlere,
âyetlerimizin rolünü, işlevini bitirip, defterini dürenlere, onların yol
gösterisinden uzak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşayanlara
gelince, işte onlar da cehennem sohbetçisidirler. Onlar orada hiç çıkmamacasına,
ebedîyen kalacaklar. O cehennem, o ateş ne kötü bir gidiş yeridir? İşte
kı-yamet, işte cennet, işte cehennem, işte hesap ve işte mü’minlerin ve
kâfirlerin sonları.
Şu anda imtihandayız ve bu ikisinden
birini tercih hakkına sahibiz. İsterseniz dirilişi, hesabı, kitabı reddedin.
Olmaz böyle şey deyin. Bizim bu dünyadaki hayatımıza kimse karışamaz, biz
dilediğimiz gibi bir hayat yaşarız deyin. Siz bilirsiniz. İşte Rabbimiz ısrarla
uyarıyor. Tercihinizin sonucuna kendiniz katlanmak zorunda kalacaksınız,
unutmayın. Bugün kimse sizi zorlamıyor ama yarın çaresiz Allah’ın hükmüne boyun
eğeceksiniz.
11. “Başa gelen hiç bir musîbet
Allah’ın izni olmak-sızın olamaz; Allah’a kim inanırsa onun gönlünü doğruya
yöneltir. Allah her şeyi bilendir.”
Başına gelen hiçbir musîbet
yoktur ki bu Allah’ın izniyle olmasın. Başına ne gelirse bu Allah’tandır. Çünkü
mutlak yetki Allah’ındır. Allah’tan başka hiç kimsede mutlak yetki yoktur.
Allah’tan başka hiç kimse mutlak güç ve kudret sahibi değildir. Göklerin ve
yerin sahibi, Mâliki, Kâdiri sadece Allah’tır. Kula bir şeyler, bir musîbet
isa bet et-mez ki bu Allah’ın izni ve
takdiriyle olmasın. Hayatın ve ölümün sahibi sadece O’dur.
Kim Allah’a iman ederse Allah onun
kalbini hidâyete ulaştırır, sevk eder. Allah kendisine iman edenin kalbini
hidâyete açıverir. Kişi önce iman edecek, Rabbine teslim olacak, sonra da Allah
onun kalbini İslâm’a, hidâyete açacak. Öyleyse dilemek insandan, yaratmak ta
Allah’tandır. Yani kim ki hür iradesiyle hidâyeti talep ederse, Allah da onu
hidâyetine ulaştıracaktır.
İşte hidâyet ve dalâletin kanunu,
iman ve küfrün yasası budur. Elbette ki bunun ikisi de Allah’a aittir. Hidâyet
de, dalâlet de, iman da, küfür de Rabbimize aittir. Kim iman eder, kendisi için
hidâyeti diler, hidâyeti tercih ederse, Allah onun kalbini hidâyete açar. Onun
kalbine öyle bir genişlik, öyle bir inşirâh, öyle bir ufuk açar, o kadar rahat
bir gönül huzuruna kavuşur ki, İslâm’ı çok rahat yaşar, Allah’a çok rahat kulluk
yapar. Allah’ın emir ve yasaklarının tümünden razı olur, emirlerini yerine
getirmek ve yasaklarından sakınmak onun için çok kolay hale gelir. İslâm’a,
imana, Kur’an’a, sünnete, cennete ve itaate, ölüme hazırlığa
yönelir.
12. “Allah'a itaat edin;
Peygambere itaat edin; eğer bundan yüz çevirirseniz bilin ki Peygamberimize
düşen apaçık tebliğdir.”
Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin.
Rabbimiz kitabının her bir bölümünde kendisiyle birlikte Resûlü’ne itaat
istiyor. Kendisine itaatin yanı başında hemen peygamberine de itaat emrediyor.
Öyleyse anlı-yoruz ki Resule itaat Allah’a itaat, Resul’e isyan Allah’a
isyandır. Çünkü Allah’a itaat, peygamberden öğrenilir. Allah’a kulluğun, Allah’a
itaatin pratiği peygamberdir. Öyleyse bizler Allah’a itaat adına kitabı, Resul’e
itaat için de sünneti tanımak, öğrenmek ve onlarla bu itaatimizi gerçekleştirmek
zorundayız. Bu konuda kesinlikle Allah ve peygamberinin arasını ayırmaya
hakkımız da, yetkimizde yoktur.
Eğer yüz çevirirseniz, Allah’a,
peygambere itaatten yüz çevirir, itaatten çıkar, peygamberin örnekliliğini
reddederseniz, bilesiniz ki peygamberimizin görevi sadece apaçık bir tebliğdir.
Onun bundan başka bir sorumluluğu yoktur. O Resûl’ün tebliğine muhatap
olanlardan dileyen onun dâvetini kabul eder, dileyen de reddeder. O peygamber
zorba değildir. Yani onun zorla insanları Müslüman yapma yetkisi de, sorumluluğu
da yoktur. Yine onun nebîliğine kalben inanmadığı halde ben de inandım diyen bir
kimseye de o Resûl’ün diyebileceği, yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü kalplerin
sahibi de, o kalpleri hidâyete açıcı da Allah’tır. Resul ancak zâhire göre hüküm
verecektir.
13. “Allah vardır, O’ndan başka
tanrı yoktur. İnananlar yalnız Allah’a
güvensinler.”
Allah kendisinden başka İlâh
olmayandır. Kendisinden başka kulluk edilecek, itaat edilecek, sözü dinlenecek,
çektiği yere gidilecek İlâh yoktur. Emri dinlenecek, yasaları uygulanacak,
yasaklarından ka-çınılacak, kulları üzerine egemen olacak sadece Allah’tır.
Öyleyse mü’minler sadece O’na tevekkül etsinler. Mü’minler sadece O’na
güvensinler, boyunlarındaki kulluk iplerinin ucunu sadece O’na versinler, sadece
O’nun kararlarını uygulasınlar. Kendilerine Allah’tan başka velî, O’ndan başka
vekil aramasınlar. Vekaletlerini sadece O’na versinler. Sadece O’nun istediği
hayatı yaşasınlar. Çünkü O’ndan başka vekil yoktur.
Söyleyin, O’ndan başka
kullarından hangisinin vekilliği söz konusu olabilecek ki? Ölümlü olanlar, sonlu
olanlar, aciz olanlar, bilgisiz olanlar vekil olabilirler mi? Vekaletimizi
kendisine teslim ettiğimiz varlık bizim adımıza karar verecek ve biz onun bizim
adımıza aldığı kararları uygulayacağız. Onun bizim adımıza aldığı kararlara,
hayat programına güveneceğiz ve bağlanacağız. Şüphesiz ki insanın vekiline
ihtiyacı olacaktır. Bu vekil de onun ihtiyaçlarına her zaman cevap verecek.
Allah’tan başka böyle birileri var mı? Ölmeyen, dayandığınız zaman, güvendiğiniz
zaman sizi boşa çıkarmayacak birileri var mı? Sonra bu vekilin müvekkillerine,
kullarına hiçbir ihtiyacı da olmamalıdır. Kullarına ihtiyacı olan bir vekil
onlar adına alacağı kararlarda etki altında kalacak ve çoğu zaman onları
satacaktır. Halbuki Allah’ın kullarına hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi, kullarını
da satmaz. Eğer Allah berisinde kendimiz gibilerini vekil kabul eder,
velâyetimizi onlara verir, onların bizim adımıza aldığı yasaları uygulamaya
kalkışırsak, bir gün bize olan ihtiyaçlarından dolayı canları sıkılabilir, bizi
satabilir, bir gün ölebilir, yıkılıp gidebilirler. Ama kim ki Allah’ı vekil
kabul eder ve sadece O’na kulluk ederse kesinlikle bilesiniz ki o Allah bizi ne
satar, ne de ölerek bizi boşa çıkarır. İşte bakın her şeyi bilen, her şeye güç
ye-tiren vekilimizin bizim adımıza aldığı bir kararıyla, bir uyarısıyla karşı
karşıyayız:
14. “Ey İnananlar! Eşleriniz ve
çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur, onlardan sakının; ama, siz affeder,
suçlarını örter ve bağışlarsanız, bilin ki Allah da bağışlar ve
acır.”
“Ey iman edenler, ey benim
velâyetimi kabul edenler, muhakkak ki zevcelerinizden, hanımlarınızdan ve
evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır. Unutmayın ki onlar sizin için bir
fitne konusudur, onlardan sakının. Eğer affederseniz, barışırsanız,
kabahatlerini, kusurlarını örter, müsamahalı davranırsanız, bilesiniz ki Allah
Gafurdur. Bilesiniz ki Allah Rahîmdir.”
15. “Doğrusu mallarınız ve
çocuklarınız bir imtihandır. Büyük ecir ise Allah
katındadır.”
“Muhakkak ki ey mü’minler,
mallarınız ve çocuklarınız da sizin için bir fitne, bir imtihan konusudur.
Unutmayın ki en büyük ecir, en büyük mükâfat ta Allah yanındadır, Allah
katındadır.”
Velîmizin, vekilimizin bizim adımıza
iki dikkat çekmesiyle, iki uyarısıyla karşı karşıyayız. Bu uyarının ilkinde
eşlerimizin ve çocuklarımızın bize düşman oldukları anlatıldı, ikincisinde ise
mallarımızın ve çocuklarımızın bizim için bir deneme, bir imtihan, bir fitne
olduğu anlatıldı. Ama hemen uyarılarının devamında kendisinin Gafur ve Rahîm
oluşu, büyük ecirlerin katında oluşu gündeme geldi. Yani büyük mükâfatın
hanımlarımızın, çocuklarımızın yanında değil, mallarımızın-mülklerimizin yanında
değil, Allah yanında olduğunu öğrendik.
Velîmizin beyanına göre eşlerimiz ve
çocuklarımız bize düşmandır. Peki ne yapacağız? Nasıl anlayacağız bunu? Kaçacak
mıyız onlardan? Kovacak mıyız onları? Böyle bir şeyi nasıl yapabiliriz?! Çünkü
onlar bizim her şeyimiz. Onlarsız bir hayatı nasıl düşünebiliriz? Allah bizi
böyle yaratmış. Bir erkeği kadına, kadını da erkeğe muhtaç yaratmış. Evlilik
yasasını O koymuş. Eşlerimizi nefsimizden yaratmış ve onlarla evlenmeyi O
emretmiştir. Bizim onlarda, onların da bizde sükûna ererek, doyuma ulaşarak
Rabbimize rahat kulluğa yönelebileceğimiz anlatılmıştır.
Evlenmenin sonucunda oğullar,
kızlar veren de Allah’tır. Allah vermedikçe bir insanın asla bunlara ulaşması
mümkün de değildir. Toptan yaratırdı Rabbimiz bizi ve biz, kim kimin karısı,
kızı? Kim kimin oğlu, babası, bilemezdik. Ama Rabbimiz öyle yapmamış. Bizi baba,
ana, karı, koca, evlât şeklinde yaratmış. Yani bu yasayı kendisi böylece
belirleyen Rabbimiz şimdi bize diyor ki, “eşleriniz, çocuklarınız size
düşmandır.” Peki nasıl anlayacağız bunu?
Eğer bunlar Rabbimize kulluk adına
geldiğimiz, getirildiğimiz bu dünyada, bu imtihan salonunda eşlerimiz ve
çocuklarımız Allah’a kulluk yolumuzda önümüze engeller, bizim esas gâyemiz olan
kulluğumuza ayak bağı, cennetimize mâni olmaya başlamışlarsa, işte o noktadan
itibaren bilelim ki onlar bizim düşmanımızdır. Eğer hanımlarımız ve
çocuklarımız, kocalarımız ve çocuklarımız bizi Allah’a isyana, bizi kulluktan
uzaklaşmaya ve cehenneme doğru götürmeye başlamışlarsa, kesinlikle bilelim ki
işte o zaman onlar bizim düşmanlarımız-dır. Eğer biz kendi kendimizi hayırdan
şerre, kulluktan isyana, cennetten cehenneme doğru götürmeye başlamışsak,
kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizin düşmanı olmaya başlamışız demektir.
İşte görüyoruz. Allah’a kulluk yolunda
yürüyen mü’min bir kocaya aksi istikâmette yürüyen karısı ve çocukları veya
Allah’a itaate yönelmiş mü’mine bir kadına, aksi istikâmette yürüyen kocası ve
çocukları büyük engeller ve problemler çıkarabilmektedir. Genellikle Allah’a
kulluğu birinci plana almış, dünyayı, dünya ikballerini, dünya zevk ve sefasını
ikinci plana atmış bir erkeğe karşı hanımı ve çocukları büyük bir talihsizlik
olarak bakarlar.
Öyle ki, kocalarını, babalarını
cehenneme gönderme pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik
içinde bir dünya sunmasını beklerler. Yine Allah’a kulluğu birinci plana
çıkarmış pek çok mü’mine hanımın kocaları ve çocuklarının onların hayatlarını
zindan ettiklerini görüyoruz. Allah için bir cihada çıkacak kocaların önünde en
büyük engel, hanım ve çocuklardır.
İşte Rabbimiz bu konuda bizleri
uyardıktan sonra buyurur ki: “Eğer siz onları affeder, müsamaha ile muamelede
bulunur, onları Allah çizgisine çekmeye çalışır, eğitme yoluna gider, hem kendi
yolunuz, kendi kulluk programınızla onları tanıştırır, barıştırır, hem de
Allah’la aralarını düzeltirseniz, onları Allah’a iyi kullar, cennete iyi
aboneler yapabilirseniz, bunun kavgasını verirseniz, kesinlikle bilesiniz ki
Allah sizi de bağışlayacak, eşlerinizi ve çocuklarınızı da bağışlayacaktır.”
İkinci âyette de Rabbimiz, “mallarınız
ve çocuklarınız sizin için bir fitne, bir imtihan konusudur,” diyor.
Varlığıyla-yokluğuyla, azlığıyla-çokluğuyla bilelim ki mallarımız-mülklerimiz,
oğullarımız- kızlarımız bir denemedir, bir imtihandır. Rabbimiz bu verdikleriyle
bizi sürekli denemektedir. Mallarımız-mülklerimiz, oğullarımız-kızlarımız
konusunda cennete gidebilmenin hesabını güzel yapmak zorundayız. Eğer bir
imtihan sebebiyle bize verilen mallarımız ve çocuklarımızla ilişkilerimizi
Allah’ın istediği biçimde ayarlayamaz ve onların altında ezilirsek, dünya bize
hakim olursa, bu sahip olduklarımız bize Allah’ı, ahireti, Allah’ın hesabını
unutturursa, Allah korusun bu imtihanı kaybettik demektir.
Yani bu Rabbimizin bize
verdiklerini imtihan sebebi bilmez de, mutlak gâye olarak görmeye başlarsak
kaybetmişiz demektir. Ama bütün bu sahip olduklarımızı bize bir imtihan sorusu
olarak Allah’ın verdiğinin bilinci içinde onları Allah’a kullukta kullanmayı
becerebilirsek, eşimizi, oğlumuzu, kızımızı Allah’ın istediği bir yöne
yönlendirebilirsek, işte o zaman imtihanı kazanmışız demektir. Eşimizle,
malımızla, oğlumuzla, kızımızla Allah’a itaate ve cennet kazanmaya
yönelebilirsek, unutmayalım ki Allah’ın öbür taraftaki mükâfatı çok büyük
olacaktır.
16. “Allah'a karşı gelmekten
gücünüzün yettiği kadar sakının, buyruklarını dinleyin, itaat edin; kendinizin
iyiliğine olarak mallarınızdan sarf edin; nefsinin tamahkârlığından korunan
kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.”
Gücünüz yettiği kadar,
becerebildiğiniz kadar Allah’tan ittika edin. Takatiniz kadar Allah konusunda
takvalı olun. Allah’ın koruması altına girin. Allah’la yol bulun. Yolunuzu Allah
belirlesin. Hayatınızı Allah için yaşayın. Kendinizi Allah’ın beğenisine
harcayın. Eşinizi, oğlunuzu, kızınızı, malınızı Allah’ın istediği yerlerde
kullanın. Sahip olduklarınızın tümünü Müslümanlık yolunda tutun. Allah’ın helâl
ve haram sınırlarına riâyet edin. Allah’ın dur dediği yerde durun. Gücünüz
nispetinde Allah’tan ittika edin.
Dinleyin. İşitin, kulak verin
Allah’ın kitabına. Kulak verin Resû-l’ün
dâvetine. İtaat ediniz, okuyunuz, duyunuz, öğreniniz Allah’ın âyetlerini,
peygamberin dâvetini, sonra da uygulamak üzere itaat ediniz. İşitmeden, duymadan
itaat ettik diyenlerden olmayınız. İnfak ediniz. Hayatınızı paylaşmadan yana
olunuz. Allah’ın size verdiklerini Müslümanlara bol bol dağıtmadan yana olunuz.
İşte böyle yaparsanız, bilesiniz
ki bu nefisleriniz için hayır olur. Kim ki nefsinin cimriliğinden korunursa, kim
cömert olur, özveride bulunur, kardeşlerini kendi yerine koymayı becerebilirse,
kendisi muhtaç olduğu halde kardeşlerine verebilirse işte felaha erenler,
kurtuluşa erenler onlardır.
Kim ki sadece kendi menfaatini
düşünmez, sadece kendi dünyasını, kendi zevklerini düşünmeyip Müslüman
kardeşlerini de düşünürse, Rabbinin bir imtihan sebebiyle kendisine
verdiklerinden Müslüman kardeşlerinin evine de gitmesini isterse, kendi
zevkinden, kendi arzularından, kendi rahatından fedâkârlık yapmayı
becerebilirse, işte dünyada da ukbâda da kurtulanlar onlardır.
Rabbimiz, Allah’ın kitabına ve
Resûl’ünün sünnetine kulak veren, oradan aldığı emir ve yasaklara riâyet eden,
kendi nefsini cimrilik hastalığından kurtarıp sahip olduklarını Müslüman
kardeşleriyle paylaşmanın kavgasını veren kimseler kurtulanlardır, diyor.
17. “Eğer Allah'a güzel bir ödünç
takdiminde bulunursanız, onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar; Allah,
şükrün karşılığını verendir; Halîmdir.”
Kim ki Allah’a güzel bir borç
verirse unutmayın ki Allah onu sizin için kat kat katlar, size mağfiret eder,
sizin günâhlarınızı örter, geçmişinizdeki günâhlarınızı sıfırlar. Çünkü Allah
Şekûr’dür, şükürleri, teşekkürleri, kullukları kabul edendir, şükredilecek tek
varlıktır ve Halîmdir. Size karşı son derece yumuşak, merhametli olandır.
'Şâkir',
'şükr' mastarının fâil ismidir. 'Şekûr' ise bu fâil ismin mübâlağalı (abartılı)
halidir. 'Şükr', sözlükte, yapılan iyiliği bilmek ve bunu birtakım belirtilerle
ortaya koymak anlamına gelmektedir. İyiliğin ve ihsânın nereden geldiğini
düşünüp bilmek, nimet vereni anlamak, tanımak, sonra da bu bilmeyi birtakım
hareketlerle göstermektir. 'Şük-r'ün tam zıddı ise 'küfr'dür. Küfr, nimet vereni
inkâr etmek ve nimetin sahibini gizlemeye çaba harcamaktır. ‘Şâkir’ şükreden
demektir. Kur’-an-ı Kerim’de iki âyette Allah hakkında, diğerlerinde ise Allah’a
şük-reden mü’minler hakkında tekil ve çoğul olarak geçmektedir.
‘Şekûr’
sözlükte, çok çok şükreden demektir. Bu kavram da daha çok şükreden kullar
hakkında kullanılmaktadır. Ancak dört âyet-te Allah (c.c.)’ın ismi olarak
geçmektedir.
Kulun
Allah’a şükretmesi, O’nun verdiği nimetleri bilmesi ve bunu bizzat kulluk
yaparak, Allah’a itaat ederek yerine getirmesi şek-linde görülür. Ancak Allah’ın
‘Şâkir veya Şekûr’ olması böyle değildir.
Allah
hakkında kullanılan 'şâkir ve şekûr' kelimelerinin yalnız değil de, 'Ğafûr,
Halîm ve Alîm' sıfatlarıyla beraber gelmeleri dikkat çekmekte-dir. Allah (c.c.)
Şekûr’dur. Yani kullarının az amellerine karşı çok mükafat verendir, ecirlerini
kat kat artırandır.
Bir
başka deyişle şekûr, Allah’ın kullarını bağışlaması, amellerinin karşılığını
vermesi ve onları övmesidir. Kullarından gelen az bir şükre râzı olması da
Allah’ın ‘Şekûr’ olmasının bir sonucudur. Allah (c.c.) kullarından gelen az
şükre râzı olarak onları çok şükre teşvik etmekte, az da olsa şükrü küçümsemeyip
bu görevi yapmalarını istemektedir. Allah kullarının ecirlerini noksansız öder
ve kendi fazlından onların ecirlerini daha da artırır. Çünkü O Ğafûr ve
Şekûr’dur; bağışlayandır ve şükrü
kabul edendir (Fâtır, 30, 34). Allah iyilik e-denlerin
iyiliğini artırır. Çünkü O Ğafûr ve Şekûr’dur (Şûrâ, 23). Kim, kendisine farz
kılınan ibadetlerin fazlasını gönülden yaparsa, onun karşılığını alır. Çünkü
Allah (c.c.) Alîmdir (bilendir) ve Şekûr’dur (şükrün karşılığını verendir)
(Bakara, 158).
Şu
âyette de aynı sıfat Halîm ismiyle beraber kullanılmaktadır:
Evet,
eğer Allah’a güzel bir borç verecek olursanız (Allah rızâsı için ihtiyaç
sahiplerine infak eder veya fâizsiz borç
verirseniz), onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr’dur
(şükrü kabul edip çok ihsan edendir), Halîm’dir (ceza vermekte acele etmeyendir.
Allah’a
güzel bir şekilde borç vermek, O’nun yolunda malı iç-ten gelerek, severek ve
isteyerek infak etmek, karşılıksız borç vermek şeklinde tefsir edilmiştir. Allah
(c.c.), kuluna verdiği maldan infakta bulunmasını istiyor, bunun da karşılığını
bol bol veriyor. Kul, şükrünü noksan yaptığı zaman da ona ceza vermekte acele
etmiyor, ona hilimle (yumuşaklıkla) davranıyor.
Aynı
ifadeyi Kur’an’da iki yerde daha görmekteyiz (Bakara, 245 ve Hadîd, 11). Kullar,
şükrün bir ifadesi olarak Allah’ın kendilerine verdiği maldan ihlaslı bir
şekilde O’nun yolunda harcarlarsa, Allah’a borç verirlerse; Allah da bunun
karşılığını kat kat öder. Çünkü O, şük-rü karşılıksız bırakmaz. Veya kullar
namaz, oruç, cihad, emr-i bil’ma-ruf gibi kulluklar işleyerek bugünden Allah’a
borç olarak sunarlarsa yarın onlara en çok muhtaç oldukları bir ortamda Allah
onu onlara kat kat fazlasıyla verecektir.
‘Şâkir’
sözlükte şükreden anlamına gelmekle beraber Allah hakkında kullanıldığı zaman,
tıpkı ‘Şekûr’ gibi şükrün karşılığını, şük-reden kimseyi bilip ona hak ettiği
mükafatı veren demek olur. Bunun için Kur’an’da iki âyette ve Alîm sıfatıyla
birlikte geçmektedir. Bunun Alîm sıfatıyla birlikte kullanılması, bu ismin
yanlış anlaşılmasını önle-mekte, kulun yaptığı şükrün Allah tarafından bilinip
karşılığının veri-leceği açıkça bildirilmiş olmaktadır.
“Eğer şükreder ve iman ederseniz,
Allah size ne diye azap etsin? Allah, Şâkir’dir (şükrün karşılığını verendir),
Alîm’dir (bilendir)”
(4/Nisâ,
147)
Dikkat ederseniz Rabbimiz bizden bir
karz-ı hasen, güzel bir borç istiyor. Ama bu Yahudilerin iddia ettikleri gibi
Allah fakir de, bize ihtiyacı var da bizden kendisine borç istiyor değildir.
Allah Ğanî’dir, Allah zengindir, gökler ve yer O’nundur; O’nun bize bir minneti
yoktur. Bizden borç istemesi kendisi için değil, bizim içindir.
Değilse bizi de tüm diğer
varlıkları da doyuran, rızık veren O’-dur. Bize verdiklerinden bizim menfaatimiz
için istiyor Rabbimiz. “Size verdiklerimden Benim fakir kullarıma, ihtiyaç
içinde kıvranan kardeşlerinize verin,” diyor Rabbimiz. Ama sanki kendisine
istiyormuş gibi, kendini fakirler konumuna indirgeyip onlara karzda bulunmamızı
isti-yor. Bize verdiği ekmekten, paradan, imkândan, fırsattan, akıldan,
bil-giden, zamandan kullarına da ulaştırmamızı istiyor Rabbimiz. Ömrümüzden,
zamanımızdan, paramızdan, bilgimizden karşılığını Allah’tan bekleyerek Müslüman
kardeşlerimize ulaştıracağımız şeylerin karşılığında Rabbimiz bize bol bol
nîmetler verecek öbür tarafta. Kaldı ki zaten biz sahip olduklarımızı Allah’a
vermezsek, bir gün gelecek her şey bitecek. Ne ömrümüz kalacak, ne para, ne pul,
ne bilgi. Her şeyin bittiği gün biz göreceğiz ki, Allah için yaşamadığımız
hayat, Allah için muhtaçlara ulaştırmadığımız bilgi, Allah için dağıtmadığımız
mallar, mülkler hepsi boşa gitmiş.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar sahip
olduklarımızı Allah yolunda kullanalım. Sahip olduklarımızı Allah yolunda
yatırım yapalım. Na-maz, oruç, hac, cihad, infak, zaman gibi bugün Allah için ne
takdim etmişsek, bilelim ki yarın Allah katında onları hazır bulacağız. Hem de
kat kat artırılmış olarak. Bir de yarın onlara en muhtaç olduğunuz bir anda
onları Allah’ın yanında hazır bulacağız. Rabbimiz diyor ki burada, “kullarım
şimdi bu dünyada bana güzel borçlar sunun, güzel ameller takdim edin ki, onlar
bende emânet kalsın, yarın size en lazım olduğu günde benden alırsınız. Cennete
girmek için mi lazım oldu? Cehennemden ve azaptan kurtulmak için mi lazım oldu?
Onlara en çok muhtaç olduğunuz bir günde onları benden alırsınız.”
Bunları Allah’a vermeseniz de,
Allah hatırına kullanmasanız da zaten elinizden çıkıp gidiyor. Öyle değil mi?
Meselâ şu anda şu bir saatlik zamanı Allah’a ayırmasaydınız, nasıl olsa yine
geçecekti değil mi? Öyleyse zamanınızı Allah için harcayın, onu O’na bir emânet
olarak sunun ki, yarın ondan alırsınız. Akıllarınızı, zekalarınızı sadece para
kazanmaya değil de biraz da Allah’ın âyetlerini tanımaya, ağızlarınızı sadece
yemeye, içmeye değil de, biraz da Allah’ın dinini çoluk-çocuğunuza anlatmaya
harcayın böylece Allah’a güzel bir borç sunun ki, yarın Allah’tan onu alasınız.
Paralarınızı sadece kendi cebinize at-madan yana değil de, biraz da fakirlerin
cebine atmadan yana olun ki, yarın Allah’tan alırsınız. Yiyecekleri sadece kendi
evinize değil biraz da fakir kardeşlerinizin evine götürmeden yana olun ki,
yarın Allah’tan alırsınız.
Şu anda bir imtihanda olduğunuzu
unutmadan bir hayat yaşayın. Mallarınız, mülklerinizle, eşleriniz,
çocuklarınızla Allah’la barışık bir hayatın içinde olun. Allah için fedâkar
olun. Cennet kazanmanın hesabı içinde olun. O zaman Rabbinize şükredenlerden ve
Rabbinizin teşekkürüne hak kazananlardan olacaksınız. Çünkü unutmayın ki Allah
Şekûr’dür. Allah kullarına karşı Şakirdir. Eğer insanlar Allah’a Allah’ın
istediği biçimde iman eder, Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşarlarsa
kesinlikle bilsinler ki Allah onlar için Şâkirdir. Rabbimiz za-ten şükredilmeye
lâyık yegâne varlık olduğu gibi, aynı zamanda yaptıklarından ötürü kullarına
teşekkür edendir. Allah kullarına teşekkür eden, kullarının yaptıklarını
karşılıksız bırakmayandır.
18. “Görüleni, görülmeyeni
bilendir, güçlüdür, Hakîmdir.”
Çünkü gaybı da, şahadeti de bilen
O’dur. Gaybın da, şahidin de âlîmi O’dur. Görünenlerin de, görünmeyenlerin de
bilicisi Allah’tır. Azîz olan da, izzet, güç, kuvvet sahibi, kâfirlerden,
düşmanlarından intikam alan da O’dur, Hakîm olan da O’dur. Hayata hakim olan da,
hikmet sahibi olan da O’dur. Hem bu dünyada, hem de ahirette hükmü geçerli olan,
Müslümanlara izzet ve şeref kazandıracak da O’dur.
Bu sûre ile alâkalı bu kadar söz yeter
Rabbim gereğiyle iman edip amele dönüştüren kullarından eylesin. Vel hamdü
lillahi Rabbil’â-lemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder