Mushaftaki sıralamaya göre kitabımızın
63., nüzûl sıralamasına göre 104., mufassal kısmı dördüncü sûreler grubunun
üçüncü ve son sûresi olan Münâ-fikûn sûresi, Medine’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 11’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Sûre Rasûlullah’ın Ben-i Mustalik
gazvesinden dönüşünde yolda nâzil olmuştur. Sûre "münâfıklar" adını almıştır.
Kur’an-ı Kerîm’-de münâfıklardan söz eden sûre sadece bu sûre değildir.
Medine'de nâzil olan diğer sûrelerde de münâfıkların karakteristik
özelliklerinden söz edilir. Münâfık zaten Medine toplumunun insanıdır. Mekke
toplumunda münafığa rastlamak mümkün değildir. Çünkü Mekke toplumunda, yani
Müslümanların zayıf oldukları, kâfirlerin de güçlü oldukları bir ortamda kâfir
olan birinin ben de Müslümanım diye münâfıklık yapmasının anlamı yoktur. Böyle
bir toplumda kâfir birinin Müslüman olduğunu iddia etmesi ona hiçbir menfaat
sağlamayacaktır. Aksine böyle bir toplumda kâfir birisinin Müslüman gözükmesi
ona zarar bile getirecektir. Çünkü Müslümanların imanlarından ötürü
kınandıkları, hakaretlere maruz kaldıkları Mekke ortamında bir adamın ben
Müslü-manım demesi bir bakıma işkenceye adaylığını koyması anlamına gelecekti.
Onun için kâfirin herhangi bir korkusu yoktu ki Mekke'de Müslüman olmadığı halde
Müslüman görünmeye çalışsın. Münâfık, Müslümanların güçlü oldukları ve
Müslümanlardan gelecek herhangi bir tehlikeden korkulduğu Medine toplumunda söz
konusudur.
İşte Medine’de meydana çıkan bu
münâfıklardan söz eden bu sûrede, münâfıkların Müslümanlara karşı kin ve
nefretlerinin üzerinde durulmuş, onların karakteristik özellikleri anlatılmış,
sûrenin sonlarına doğru da Müslümanlar bu düşman insanlar konusunda
uyarılmıştır. Uzaktan da olsa Müslümanların bu münâfıkların sahip oldukları
sıfatlardan herhangi birisine tutulmamaları konusunda sakındırılmış ve ısrarla
uyarılmışlardır. Özellikle onların temel karakterleri olan Allah için
fedakârlıkta bulunmamak, mal ve evlâtla meşgul olarak Allah’ı anmaktan gafil
olmak, infaktan kaçınmak gibi hususlara düşmemeleri emredilmiştir.
Medine'de Rasûlullah’ın hicretiyle
başlayan münâfıklık hareketi değişik şekiller alarak hiçbir şekilde bütünüyle
ortadan silinmeden o günden bu güne devam edip gelir. Sadece başvurdukları
usuller değişmiştir, ama münâfıklar her dönemde var olagelmişlerdir. Medine’-de
münâfıklık hareketinin oluşumunu şöyledir:
Medine’de bulunan Evs ve Hazrec
aralarında yıllarca süren savaşlar sonucunda çok yıpranmışlar, karşılıklı olarak
birbirlerinden çok kan dökmüşler, çok adam kaybetmişler, bu savaştan bıkıp
usan-mışlar ve nihâyet iki tarafın da kabul edebilecekleri bir şahıs etrafında
toplanmaya karar vermişlerdi. Bu şahıs, Medine eşrafından Abdullah bin Übeyy bin
Selül idi.
İşte böyle bir atmosferde İslam mesajı
Medine’ye ulaşmış ve bu iki kabilenin ileri gelenlerinden pek çok insan Müslüman
olmuştu. Daha sonra Medine’de Mus’ab bin Umeyr'in çalışmaları ile Müslümanların
adedi çoğalmış ve Allah’ın Resûlü Medine’ye hicret buyurunca hemen hemen
Medine’de her eve İslam girmiş, her aileden he-men hemen Müslüman olanlar
çoğalmıştı. Bu durumda Abdullah bin Übeyy çaresizdi. Çevresinde Müslüman
olanların kendisiyle ilişkilerini kesmesinden, Müslümanların güvenlerini
yitirmekten korkan Abdullah çaresiz Müslüman oldu. Kalben iman etmediği halde
görünürde iman etmiş, kabul etmiş göründü. Ben de Müslüman oldum diyordu ama
Rasûlullah’ın Medine’ye gelişine en çok üzülen oydu. Zira Allah Resûlü’nün
Medine’ye hicret buyurmasıyla bu adamın krallığı engellenmiş, saltanatı suya
düşmüştü.
Onun için Allah'ın ve Resûlü ve
gönülden ona iman eden mü'-minlerin varlığı onun içini kemiriyor, ama dışından
da iman ettiğini söylüyordu. Bu ikiyüzlülüğü sebebiyle çok tuhaf, birbirine zıt
davranışlarda bulunmuş, çok kötü tavırlar sergilemiştir. Öyle ki, her cuma, cuma
namazına geliyor ve Allah’ın Resûlü hutbeye çıkınca da şöyle diyordu: "Ey
cemaat! Allah’ın Resûlü aranızdadır! Allah sizi onunla şereflendirmiştir. Onun
sizin beldenize hicretiyle Rabbiniz size şeref kazandırmıştır! Bu yüzden o ne
diyorsa tasdik edin! Emirlerini dikkatlice dinleyin ve ona itaat edin!” Bir
yandan böyle diyor, bir yandan da için için Allah’ın Resûlü’ne ve Müslümanlara
düşmanlık için planlar düşü-nüyordu.
Bir defasında Allah’ın Resûlü yoldan
geçerken Allah’ın Resûlü’ne küstahlıkta bulunur. Rasûlullah’a hakaret eder ve
Allah’ın Resûlü de bunu Sa’d bin Ubeyde'ye anlatır. Sad bin Ubeyde de der ki:
“Ey Allah’ın Resûlü ona yumuşak davranın! Zira siz Medine’ye teşrif et-mezden
önce bizler ona taç giydirmeye hazırlanıyorduk.”
Zaman zaman bu münâfıkların nifaklarını
açığa vurdukları oluyordu. Bilhassa Uhud'da olduğu gibi gerek peygamberimizin ve
gerekse sahâbenin tehlikelerle karşı karşıya bulundukları en kritik, en zor
durumlarında oluyordu. Fakat onların bu küfürleri, nifakları, desiseleri hiç bir
zaman Rasûlullah’ın da, sahâbenin de gözünden kaç-mıyordu.
Nifak, münâfık, münâfıklık bir ahlâk
özelliğidir. Kişi söz verir de, verdiği sözü tutmazsa, sözüyle ameli uyuşmazsa,
dediği başka yaptığı başkaysa, sözleriyle amelleri başka başka vâdilerdeyse ve
bu haliyle, sözüyle, kavliyle, ameliyle, davranışlarıyla Allah'la ve peygamberle
dalga geçmeye devam ediyorsa, işte bu nifaktır, münâfıklıktır; bu tavrı gösteren
kişi de münâfıktır. “Ya Rabbi sen ne dersen tamam! Ya Rasulallah sen ne
emredersen yaparım!” der, arkasından yine kendi bildiğini yapmaya devam eder,
kendi bildiğini okumaya çalışırsa, bu tür bir tavır gösteren kimseye münâfık
demek lâzım. Ama peygamber öyle demiyordu. Allah’ın Resûlü, “Sen münâfıksın,”
demi-yor, “sende nifak alâmeti, münâfıklık izleri görüyorum, sende cahiliye
unsuru görüyorum kendine dikkat et ve onu temizle” diyordu.
“Aman ya Rasulallah! Sen Allah’ın
Resûlü! Sen Allah’ın elçisisin! Sen mübâreksin! Sen mütahhersin! Sen Allah’ın
bize gönderdiği en büyük nimetsin! İmamsın, öndersin, öncüsün, örneksin. Kendine
uyulacak, örnek alınacak, hayatı hayat bilinecek, emirleri emir bilinecek ve
uygulanacak yegâne varlıksın” diye güya yağ yakıyor, yağcılık yapıyor ama yine
bildiklerini okumaya devam ediyorlar.
Medine'de
inen sûrelerde, münâfıkların durumu sürekli olarak ele alınmış, hilelerinden söz
edilmiştir. Ancak, müstakil olarak, münâfıkların durumu her yönüyle yalnızca bu
sûrede işlenmektedir. Bakara sûresinde, muttakiler, kâfirler ve münâfıkların
hallerinden bahsedilmişti. Muttaki ve kâfirlerin sıfatlarıyla alâkalı konular,
Saf ve Cuma sûrelerinde genişçe işlenmişti. Münâfikûn sûresi ise, Bakara
sûresinde münâfıklardan bahseden âyetlerin tafsili ve tamamlayıcısı
durumundadır.
İslâm
toplumu içerisinde münâfıklık, Medine döneminde ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi
gayet açıktır; Mekke döneminde müslü-manlar azınlıkta olan ve sürekli ezilen bir
topluluk olduğu için, kimsenin onlardan çekinmesi veya onlara hoş görünmeye
çalışması diye bir şey söz konusu değildir. Bunun için, İslâm düşmanları gizlice
düşmanların aleyhine çalışıp, yüzlerine karşı gösteriş yaparak kendilerini
müslüman göstermek ihtiyacında değillerdi.
Medine
de ise durum tamamen değişikti. İslâm Medine'de güçlü bir konuma gelmişti. Hz.
Peygamber, Medine'ye gelir gelmez, Medine şehir devletinin tabiî başkanı kabul
edilmiş ve bütün işler onun emirlerine göre düzenlenmeye başlanmıştı.
Müslümanlar, gün geçtikçe kuvvetlenen siyâsî ve askerî bir güç olmuştu. İslâm
dairesi gazalarla her gün biraz daha genişliyor, müslümanlar sürekli
güçleniyordu. Bu durumda, Medine'de hiç kimsenin açıkça müslümanların karşısına
çıkacak gücü yoktu. Putperestlik duyguları içerisinde kıvrananlar, kalplerinde
kin ve nefret ateşiyle tutuşanlar ortaya çıktıkları ah imha edileceklerini
bildikleri için, Hz. Peygamber'in davetine ve nüfûzuna karşı çıkamıyorlardı. Hz.
Peygamber (s.a.s)'e hoş görünüp, dinin icaplarını zahiren yerine getirerek,
müslümanlarla yardımlaşmaktan başka bir çareleri yoktu.
Bunun
için oyunlarını, hilelerini, desiselerini aldatıcı bir uslûbla yürütüyor,
tuzaklarını kurmak için, uygun fırsatları gözetliyorlardı. Bu münâfıklar,
müslümanların sıkışık oldukları durumlarda, kritik anlarda, hemen harekete
geçerek çıkan fırsatları değerlendirmeye çalışıyorlardı. Fakat onların İslâm'a
karşı hazırladıkları komploların hiç birisi, Hz. Peygamber'in gözünden
kaçmıyordu. Muhâcir ve Ensar'dan meydana gelen samimi müslümanlar da bu
kimselerin durumlarının far-kında idiler.
Münâfıklar
çok etkili olabileceklerini kestirdikleri durumlarda küfür ve nifâklarını alenî
olarak açığa vurmaktan çekinmiyor, hile ve oyunlarıyla isteklerini
gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Bu oyunları Medine'ye Hicret'in ilk
zamanlarında çok tehlikeli bir mahiyet arz etmekte idi.
İslâm
ile küfür arasındaki mücadele kıyamete kadar devam edecektir. Kâfirlerin,
müslümanları yok etmek, dini yeryüzünden kaldırmak için verdikleri mücadelenin
yöntemlerinden birisi de, nifaktır. İslâm itikadını içten yıkıp, ümmeti
birbirine düşürerek parçalamak için, müslümanların arasına, satın aldıkları
uşakları vasıtasıyla girerek faaliyet göstermektedirler. Günümüzde bile bu tür
nifak olayları, asr-ı saâdet'ten hiç de geri değildir. Niceleri vardır ki, âlim
kılığına girerek, İslam'ı tebliğ ediyor görüntüsü altında dinin temellerini
tahrip etmeğe çalışmaktadır.
İşte
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de, münâfıkların yaptıkları rezaletleri, bir bir
ortaya koyarak hareket ve tavırlarının mahiyetini inananlara haber veriyor.
Münâfıkların şeytâni oyunları ve hileleri için mü'minler, uyarılarak, onlara
karşı uyanık olmaya çağrılıyor.
Münâfıkların
en bariz özelliği iki yüzlü olmalarıdır. Gerçek yüzlerini sürekli olarak
gizlemeye azamî gayret gösterirler. Onların bu durumu Kur’an-ı Kerim'de şöyle
açıklanır: "İman edenlerle karşılaştıkları zaman; "İman ettik" derler.
Şeytanlarıyla baş başa kalınca da; "Şüp-hesiz biz sizinle beraberiz. Onlarla
sadece alay ediyoruz" derler" (el-Bakara, 2/14).
Sûre,
ilk âyetine münâfıkların çalışma metodunu anlatarak başlıyor. Onlar küfürlerini
kalplerinde gizler, müslüman olduklarını, Peygamber'i tasdik ettiklerini
söylerler. Müslümanlara karşı yaptıkları hile ve oyunlarında bir açık verdikleri
veya İslâm'a karşı söyledikleri kötü sözleri duyulduğu zaman, hemen yemin ederek
küfürlerinin açığa çıkmasını önlemeye çalışırlar. Yemin, insanları Allah'ın
yolundan alıkoymak için arkasına saklandıkları bir siperdir. Onun arkasına
sak-lanarak hilelerinin açığa çıkıp rezil olmaktan kurtulacaklarını sanırlar.
Allah Teâlâ, bu durumlarını Peygamberine hitaben şöyle açıklıyor: "Münâfıklar
sana geldikleri zaman "Biz şehâdet ederiz ki sen mutlaka Allah'ın Resûlüsün"
derler. Ve Allah da bilir ki elbette sen, O'nun peygamberisin. Ve Allah şehadet
eder ki, münâfıklar muhakkak yalancıdırlar. Onlar yeminlerini kalkan edindiler
de insanları Allah yolundan alıkoydular, gerçekten işledikleri ne kötüdür"
(1-2).
İnsanların,
Allah'ın rahmetinden bir esinti almaları her zaman mümkündür. Ama, önce iman
edip sonra küfre dönerek müslümanları kandırmaya çalışanların kurtuluş ümitleri
hiç yoktur. Onlar apaçık deliller karşısında duyarsız bir hale getirilmişlerdir.
"Bu, önce iman edip sonra küf retmiş olmalarındandır. Bunun üzerine kalpleri
mühürlenmiştir de artık hiç anlamazlar" (3). Nasıl anlayabilsinler ki? İmanı
tanı-yıp onun zevkine erdikten, onun nuruyla aydınlanıp ferahladıktan sonra,
kalkıp küfrün o pis, katı, öldürücü havasına dönen kimse, nasıl hidayete
erebilir ki?
Yeryüzünde
Allah'a karşı hile yapmaya kalkışmaktan daha bü-yük ahmaklık yoktur. Bu
yaptıklarına karşılık kalpleri mühürlenmiştir. Hiç bir şeyi idrak etmeleri
mümkün değildir.
Daha
sonra münâfıkların bir tasviri yapılarak müslümanların onlardan sakınmaları
emredilir. Onlara bakıldığında, müslüman kılık-lıdırlar, görünüşleri İslâmî
olduğu için hoş görünür, konuştuklarında ise, herkesten çok âlim ve mücahid
kesilirler. Ancak gerçekte onlar hiç bir şey değildirler. Onlar İslâm'ın en
azılı düşmanlarıdır. Bunun için, onları tanıyıp zararlarından korunmak icap
eder. Kur'an-ı Kerim onları şöyle nitelendirmektedir: "Onlara baktığında
gövdeleri hoşuna gider; konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar giydirilmiş
odunlar gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır,
sakın onlardan. Allah onların canlarını alsın, nasıl olup da döndürülüyorlar"
(4).
Bu
tipler, her an ifşa olacaklarının korkusu ile titrerler. Kendilerinin
araştırıldığını ve durumlarının herkes tarafından bilindiğini zannederek
korkular içerisinde yaşarlar. Bunun içindir ki, "Her gürültüyü kendi aleyhlerine
sanırlar". Münâfıklar, kendileri için Allah Teâlâ'dan af dilesin diye Rasulullah
(s.a.s)'e götürülmek istendiklerinde, bunu hafife alıp büyüklenerek yüz
çevirdiler. Fakat onlar, o kadar korkunç bir durumdadırlar ki, âlemlere rahmet
olarak gönderilen ve duası her halükarda kabul edilen bir peygamberin bile, af
dilemesinin onlar için faydasız olacağı bildiriliyor; "Sen onlar için af dilesen
de dilemesen de Allah onları bağışlamayacaktır. Şüphesiz ki Allah, doğru yoldan
çıkanları hidayete erdirmez" (6).
Münâfıklar,
müslümanların güçlenmeleri ve Allah'tan başka hiç bir şeyden çekinmemelerinin,
Allah'ın verdiği güçten değil de, başka şeylerden ileri geldiğini sanırlar. Bu
durum Kur'an-ı Kerim de şöyle ifade edilir: "Onlar Rasûlullah’ın beraberinde
bulunan mü'minlere bir şey vermeyin de etrafından dağılıp gitsinler,
diyenlerdir. Şeref ve zillet konusunda da aynı sapık düşünceyi
taşırlar..."Münâfıklar: "Eğer Medine ye dönersek yemin olsun ki, en şerefli olan
en zelil olanı oradan çıkaracaktır" dediler. Oysa şeref Allah'a, peygamberine ve
mü'minlere aittir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler" (7-8). Bu âyetlerin nüzûlüne
sebep olan olay, Mustalik oğulları Gazvesi dönüşünde Medine mü-nâfıklarının
reisi olan Abdullah İbn Ubeyy'in, Hz. Peygamber ve Muhâcirler hakkında sarf
ettiği sözlerdir.
Sûrenin
sonunda mü'minler, münâfıklara ait bütün vasıflardan temizlenmeleri için
uyarılıyor. Burada uyarı konusu, dünya imtihanında insanoğlunu sapıtmak için baş
sırada yer alan mal ve çocuklardır. İnsan bunların kendisine veriliş hikmetini
kavrayamazsa, onları gerektiği gibi değerlendiremez ve onlarla oyalanmaya
başlar. Böylece yaratanını unutur ve hüsrana uğrayanlardan olur. Allah Teâlâ, şu
âyet-i kerime ile mü'minleri bu tehlikeye karşı ikaz etmektedir: "Ey iman
edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim böyle
olursa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır" (9).
Son
olarak, mü'mini münâfıktan ayıran en önemli nokta zikredilir. Allah'ın verdiği
rızıktan infak etmek. Bir münafığın en ayırıcı özelliği; malına sımsıkı
sarılarak, ondan başkalarının faydalanmasını engellemektir. Mü'minler bilmeden
böyle bir tehlike ortamına girmemeleri için uyarılmaktadır: "...Size verdiğimiz
rızıklardan harcayın" (10).
Sûre bu münâfıkların yalan
söyleyerek, yeminler ederek Allah ve Resûlü’yle dalga geçtiklerini beyanla söze
başlıyor. Allah diyor
ki:
1. “Ey Muhammed! İkiyüzlü münâfıklar sana
gelince: “Senin şüphesiz Allah’ın peygamberi olduğuna şahadet ederiz” derler.
Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir; bunun yanında Allah,
ikiyüzlülerin yalancı olduklarını da bilir.”
Kendilerini korumak, kendilerini
garantiye almak için böyle yapıyorlardı. Gerçek yüzlerini Müslümanlardan
gizlemek ve Müslümanlara yaranmak için böyle davranıyorlardı.
Buradaki münâfıklardan kasıt Abdullah
bin Übeyy ve arkadaşlarıdır. Bunlar Rasûlullah’ın yanına geldikleri zaman:
¬yÅV7! ”Y,«I«7 «tÅ9Ë! f«Z²L«9 diyerek yeminle beraber onun risâletine
şehadette bulunuyorlardı. Görüyoruz ki burada üç yemin var. Birincisi "Neşhedü"
cümlesinin ifade ettiği yemin, ikincisi "inne", üçüncüsü "Lam"dır. Yani böyle
te’kid üstüne te’kidle yemin ediyorlar. Peygambere ve Müslümanlara karşı
kendilerinin imanlarını ispat edebilmek, kendilerini mü'min kabul ettirebilmek
için yemin ediyorlar.
Rabbimiz de buyurur ki: “Allah biliyor
ki, sen Allah’ın Resûlü-sün. Ama yine Allah şehadet ediyor ki, muhakkak
münâfıklar yalan söylüyor. Elbette münâfıklar yalancıdırlar. Yani onlar dedi
diye değil, onların ne dediği hiç önemli değil, onlar ister desin ister demesin
hiç fark etmez. Üstelik münâfıklar yalan söylüyorlar.” Demek ki bu münâfıklar
şehadet etseler de, etmeseler de, biz Müslümanız deseler de, demeseler de yalan
söylüyorlar. Ey Müslümanlar, Peygamberi dinleyin, haktan ayrılmayın, deseler de
bunlar yalan söylüyorlar. Ama onlar f«Z²L«9 sözünde yalancı değiller, bu söz
doğrudur, sen Allah’ın elçisisin, ama onlar buna gerçekten inanmadıkları halde
inanmış gibi görünerek yalan söylemektedirler.
Mü’minlerle
alâkalı olan sıdk, münâfıklarla alâkalı olan kizb kavramları birbirinin zıddı
olarak kullanılır. Sıdk/doğruluk, haber verilen ile saklanılan şey arasındaki
uygunluktur. Bir başka deyişle, gönüldekinin dille söylenene uyması; kişinin
içinin ve dışının aynı olmasıdır. İnsanın içi ve dışı farklı olursa, sıdk
(doğruluk) gerçekleşmez. Böyle bir durumda sözün bir kısmına yalan, bir kısmına
doğru denilebilir. Örneğin; bir kâfir, içinden inanmaksızın, ‘Muhammed Allah’ın
Resûlüdür’ dese, bu hüküm söz olarak doğrudur. Ancak, bunu söyleyen kâfir,
içinden bunun doğru olmadığına inanmaktadır. Tıpkı işte burada olduğu gibi ki,
münâfıklar Peygamberimize gelerek dediler ki: “Biz şe-hâdet ederiz ki sen
Allah’ın peygamberisin.” Bu ifade söz olarak doğrudur. Allah (c.c.), Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in kendi resûlü olduğunu biliyor. Ancak, Allah (c.c.)
münâfıkların bu sözü söylerken yalancı olduklarına da şâhitlik
yapıyor.
Bunlar,
inandıklarını değil; inanmadıklarını haber verdikleri için de yalancıdırlar.
Haber, vâkıaya uygun, fakat itikadlarına uygun de-ğildir. Niyetleri doğru
olmadığı için yalancıdırlar. Sıdk, öncelikle kalp-ten gelmeli ve itikat halinde
olmalıdır; bu inancın dille ifadesi sıdk tır; ama kalben itikat edilmeyen bir
şeyin dille söylenmesi de yalandır. Söylenen sözü, fiilin doğrulaması, yani
tasdik de sıdkın unsurların-dandır.
Doğruluk için niyette ihlâs şarttır. Doğru düşünce, doğru karar ve doğru
davranışa niyet, sıdkın temelidir. Doğru bir işi yapmak, doğruluk için yeterli
değildir; sâdık/doğru olmak için, onu doğru bir niyetle yapmak da gerekir.
Ayrıca, doğruluğa azmeden insanın karar ve niyetinden vazgeçmemesi, düşünce ve
azmini sarsacak ortam ve sebeplerden uzak kalması da gerekir.
Yalancılık,
münâfıklığın ayrılmaz bir niteliğidir. Her yalancı, münâfık olmayabilir; ama her
münâfık mutlaka yalancıdır. Münâfıklar, sahip bulundukları düşünce yapısını ve
dünya görüşünü, yapmış ol-dukları bütün kötü fiilleri daima yalan ile gizlemeye,
kendilerini mâsum göstermeye çalışmışlardır. Bu ikiyüzlü insanlar, öncelikle
düşünce ve dünya görüşlerini, bakış açılarını gizlemek için yalana başvururlar.
Münâfıkların ağzından çıkan “sen muhakkak Allah’ın peygamberisin” sözü
münâfıklar tarafından kalplerinde doğrulanmamış ve tasdik edilmemiştir.
Sözleriyle onun peygamberliğini ikrar ederlerken kalpleriyle yalanlarlar.
İnançlarıyla ikrarları çelişir. Nefislerinde onun peygamberliğini kabul
etmezken, ağızlarıyla “sen muhakkak Allah’ın peygamberisin” demeleri, onların
yalancılığını gösterir. Yapmış oldukları kötü fiilleri de daima yalan ile
örtmeye, yalan söyleyerek kendilerinin suçsuz olduğunu göstermeye çalışırlar.
Münâfıkların
yalancılık karakteri inanç noktasında olduğu gibi, amel ve davranış alanında da
kendini gösterir. Zarar vermek için ger-çekleştirdikleri bir eylemi, “iyilik
olsun diye yaptık” diyerek yalanı rahat bir şekilde kullanırlar.
Münâfıkların
tüm hayatları yalan üzerine kurulmuştur. Yalan çok kötü bir şeydir. Yalan,
toplumda karşılıklı güven duygusunu yıkan, insanların birbirlerine karşı olan
sevgi ve saygı duygularını sarsan, yüksek ahlâkî değerleri tahrip eden büyük bir
âfettir. En içten toplumların dahi yıkılmasına yol açabilen bir hastalıktır.
Yalan, fıtratta olmadığı için bebekler ve küçük çocuklar kendiliğinden yalan
söylemezler, büyüklerini taklit ederek yalana alışırlar. Kasıtlı yalanın, temyiz yaşına tekabül eden
6-7 yaşlarından sonra söylendiği ileri sürülmektedir. Bu yaşa varmayan çocuk,
yalanı gerçekten ayırt edememekte, sadece bazı mübâlağalara sapabilmektedir. Örnek olarak hayvanat
bahçesinde yılan ve fil görmüş bir çocuk, yılan ve filin uzunluk ve cüsseleri
kendisine sorulduğunda hiç çekinmeden kasıtsız olarak yılanı, "çok uzun, dünya
kadar", fili ise, en az evleri kadar büyük olarak anlatır.
Yalan
söyleye söyleye insan kalbi, devamlı yalancı bir intibâ ile kaplanarak, ruh
hayatı, evhamlar dünyası halini alır. Artık kişi bu safhada âdeta iğneli bir
beşikteymiş gibi yaşamaya başlar. Bu durum, ileride büyük buhran ve streslere
sebebiyet verir. Nitekim münâfıkların yalana pervâsızca başvurmaları, onları
psikolojik bazda streslere it-miş olacak ki, Kur'an, onları hasta olarak
nitelemektedir:
"Onların kalplerinde bir hastalık
vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar
sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır."
(Bakara,
10)
Yalan,
toplumda büyük bir oranda nefret uyandırmaktadır. Toplumda yalan söylediği
görülen herhangi birinin, itibarı sarsılmakta-dır. Nitekim bir hadis-i şerifte
bu durum şöyle belirtilir;
"Bir insan, yalan söylediğinde
söylediği yalanın pis kokusu yüzünden melek ondan bir mil uzaklaşır."
(Tirmizî,
Birr 46).
Bu hadiste yalanın pis bir koku
salgıladığı söylenilmektedir. Rûhânî varlıklar olan meleklerin, bu pis kokudan
rahatsız olduklarını göz önüne aldığımızda, bu kokunun aynı sınıftan olan insan
ruhlarını da tiksindirdiğini, bunun da tesirinin toplum yaşantısında, nefret
şeklinde tezâhür ettiğini söylememizin mümkün olabileceği kanısındayız.
Kur'an,
en büyük tesirlerinden birisini, sosyal yaşantıda gös-termektedir. Birçok âyet,
cemiyet yaşantısını ihlâl eden suçları, büyük günah kategorisine sokarak onlara
karşı mücâdele eder. Bu münase-betle toplum yaşantısının dayanağı olan meslek ve
sanat sahiplerinin alışverişlerinde büyük oranda güvenilirlik ve doğruluğa
ihtiyaç duyul-maktadır. Yalan ise, bu husustaki güvenilirliği yıkmaktadır.
Bundan dolayı Kur'an yalana karşı amansız mücâdele vermiş ve ona devam edenleri
dalâlet bataklığına saplanıp kalmakla tehdit etmiştir:
"Allah haddi aşan ve (iddiâsında)
çok yalancı olan kimseyi doğru yola ulaştırmaz."
(Mü'min,
28)
"Şüphesiz Allah, yalancı ve
inkârcı kimseyi doğru yola iletmez."
(Zümer,
3)
Yalan,
fıtrata ters olduğu için, insan beyni başta olmak üzere birçok organın çalışma
yapısı anormalleşir, yalan söylemek için daha anormal ve olağandışı efor sarf
etmek zorunda kalır. Kalp ritimlerinde değişiklik, çeşitli salgılarda farklılık,
heyecanın artması gibi sinir siste-minde anormallikler ortaya çıkar. Bu normal
dışı davranışları tespit eden “yalan makinesi” insanın yalan söylediğini büyük
ihtimalle tespit eder. Beden dili de yalanı çoğunlukla ele verir: Burna fazla
kan pom-palandığından, kaşınma isteği ortaya çıkacak, bundan dolayı yalan
söyleyen çoğunlukla eliyle burnunu tutacaktır. İnsan diline söylettiği gibi
kolayca gözlerine de yalan söylettiremez, yalancı, muhâtabının gözlerine normal
bir şekilde bakmakta zorlanacaktır. Heyecan faktörü kendini belli edecek, ses
yapısı, normalin dışına çıkıp biraz farklıla-şacaktır. O yüzden iyi bir
gözlemci, (buna ferâset ve basiret sahibi o-lan da diyebiliriz), kişinin beden
dilinden yalan söyleyip söylemediğini büyük bir ihtimalle çıkarabilecektir.
Bunları bilip bedene de yalan söy-letmek, mümkün olabilir mi? Olabilirse, bu
kişinin psikolojik ve fizyo-lojik yapısında ne gibi sarsıntılara yol açar? Oraya
girmeden ifade edelim ki, yalanı insan ruhu, vicdanı, psikolojik yapısı,
fıtratı, hatta or-ganları (vücut dili), özellikle de imanı kabul etmemektedir.
Günümüzdeki
stres, rûhî bunalım ve sebepsiz sıkıntıların, suç-luluk duygusu, intihar isteği
gibi mânevî hastalıkların büyük bölümü-nün “yalan”la ilgisi olduğunu söylemek
zor olmaz. Bunlar, yalancılara verilecek esas uhrevî cezânın küçük avanslarıdır;
Yalandan kaçınan sâdıklar/doğrular ise, bütün bu acılardan ve vicdan azâbından
emîn oldukları gibi bu doğruluklarının karşılığını esas olarak âhirette
ala-caklardır. Unutmamak lâzımdır ki, esas cezâ ve ödül yeri âhirettir.
"Allah şöyle buyuracaktır: 'Bu,
sâdıklara/doğrula-ra, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde
ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan
râzı olmuştur, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç
budur."
(Mâide,
119)
Düzen,
yalanı el altından (hatta el üstünden) teşvik etmektedir. Sözgelimi, en nâmuslu
tüccarı zulümden farksız vergiler isteyerek, kendi malının yalancısı durumuna
zorlamaktadır. Gereksiz bürokrasi ve formaliteler de kişiyi yalana
alıştırmaktadır. Eğitimin de yalandan pek uzak olmadığını söylemek gerekir.
Zaten şirk en büyük yalan olduğuna göre, şirke dayalı câhilî eğitim ve kültürün
temel malzemesinin yalan olması kaçınılmaz olacaktır. Evrim teorisinden, inkılâp
ta-rihindeki balıkların kavağa çıkmasına, sosyal konularda hakka ve hakikate
ters çarpıtılmış olay ve yorumlara kadar sayısız yalan, bilim diye insanımıza
verilmektedir. İnsanın çevresi de Allah’tan hakkıyla kor-kan insanlardan
oluşmuyorsa, altta kalmamak, ayıplanmamak için, kalabalığa uymak endişesiyle
bulaşıcı mikroplardan çok hızlı bir şekil-de yalan mikrobu tüm çevreye
yayılacaktır. Tüccarın, esnafın, Pazar-cıların, ağızlarıyla veya tezgâhları ve
vitrinleriyle söyledikleri yalanlara şâhit olmayan kimse var mıdır? Malın
kusurunu söylemeyip gizlemek bile yalan kabul edilip kazancı haramlaştırdığı
halde, açıkça yalan söylemek, hatta yalan yere yemin etmek sıradan bir olay
halindedir. Günümüz medyası yalan pazarı halindedir. Arz-talep meselesi; yalan
alıcıları, hem de para vererek müşterileri varsa, yalandan para kaza-nan yalan
tüccarları niye olmasın ki?!
Yalancılık,
günümüz câhilî düzenlerinde ve İslâm dışı çevre-lerde açıkgözlük olarak
değerlendirilmekte, doğruluğun karın doyur-madığı için enâyilik olduğu
söylenmektedir. Öyle ya; “doğruluk karın doyurmaz!”, “doğru söyleyeni dokuz
köyden kovarlar.” Günümüzün en popüler
ve saygın kabul edilen meslekleri temelde “profesyonel yalancılık” diye
tanımlanabilecek, meslek icabı yalan söylemenin ka-çınılmaz kabul edildiği
uğraşlardır. Politikacılar, diplomatlar, avukatlar, reklâmcılar, pazarlamacılar,
halkla ilişkiler şirketlerinin temsilcileri, si-nema ve tiyatro sanatçıları,
falcılar, sihirbazlar, medyumlar, cinciler, muskacılar, antikacıların... bu
saygın(!) mesleklerinden dolayı görev ve meslek icabı, (geçim endişesiyle, yani
kutsal geçim tanrısının iz-niyle) çok rahat yalanlar söylemek zorunda(!)
oldukları kabul edilir. Nasıl sanatçıların sanat adına her boyaya girip, her
çirkinliği üzerle-rinde göstermeleri gerekiyorsa, bu durum, kutsal(!)
mesleklerinin ge-reği ise; aynen öyle, diğerlerinin de söyledikleri yalanlar,
günah veya kara değil; “beyaz yalan” kategorisine sokulmaktadır. Bu kimseler,
ya-lan söyleme becerilerini öylesine geliştirip parlatırlar ki, insanlar bu
yalanları duymak için can atarlar, teşvik ederler ve bundan mutluluk bile
duyarlar.
Evet, bu münâfıklar yalancıdırlar.
Yalan söylüyorlar. Bakara’da da aynı şey
belirtilir:
“İnananlarla karşı karşıya
geldiklerinde derler ki: İnandık!”
(Bakara 14)
Mü'minlerle karşılaştıklarında derler
ki: “Biz de inandık! Biz de mü'miniz!” Ama:
“Şeytanları (kendilerini aldatan akıl
hocaları) ile baş başa kalınca da, “biz sizinleyiz! Biz onlarla sadece alay
ediyoruz!” derler.”
(Bakara 14)
Kur’an-ı Kerim’de nifak ve münâfıklarla
ilgili nâzil olmuş âyetler üzerinde kısa bir gezinti
yapalım.
İçinden
gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından müs-lüman görünen kimse, aslî
mânâsını değiştirmeden dilimize geçmiş olan münâfık kelimesi İslâm toplumu
içinde -çeşitli sebeplerden dolayı ve menfaati icabı kendini müslüman göstererek
Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere düşmanlığını gizleyen kimsedir (Bakara,8; Âli
İmrân,167; Mâide,41)
"Nifak,
kalpte olursa küfür, amelde olursa suçtur" (Kurtubî, Tefsir, VIII, 212). Bu
bakımdan, münâfıklardaki nifak hâli îtikâdî ve amelî olarak iki grupta
toplanır:
1.
İtikâdî nifak: Kur'an-ı Kerim'de karakterize edilen, dünyada iken müslüman
muamelesi görüp, âhirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü
muâmeleye tâbî tutulmasına sebep olacak olan nifak hali. (Nisâ,145) "Akîdenin
hilafına îmanda mürâîliktir".
Kur'an-ı
Kerim insanları mü'min, kâfir, münâfık olmak üzere üç grupta toplar (Bakara,20)
ve insanların en kötüsü ve iki yüzlü olanı şeklinde tarif edilen münâfıkların şu
özelliklerinden söz eder: İslâm toplumu içinde fesatçıdırlar. "Yeryüzünde fesat
çıkarmayın, denildiğinde; "biz ıslah edicileriz" derler", (Bakara,9-13).
"Müslümanların inandıkları gibi inanın, diye örnek verilince; "biz de o
beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" diye itiraz ederler. İnananlarla yan
yana gelince de; "sizinle beraberiz" derler. Fakat reisleri ve şeytanlarıyla baş
başa kalınca; "biz onları aldattık" diye alay ederler"
(Bakara,13-15).
İman
ile küfür arasında bocalayan münâfıklar, bazen Allah'ı hatırlar gibi
davranırlar. Fakat, Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar.
Namaza da üşene üşene kalkarlar (Nisâ,142). İnsanları Allah yolundan döndürmek
için yalan yere yemin ederler (Mücadele,14)
Münâfıkların
kalbi verimsiz toprak gibidir (A'râf,58), menfaatlerine göre şekil alırlar,
dönektirler (Nisâ,141; Ankebût,10-11) Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz.
Peygamber'in yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin" denildiğinde
bunların, menfaatlerine dokunduğu için, kaçtıkları tespit edilmiştir.
(Mücâdele,13). Münâfıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı
davranışlara başvururlar. Nitekim, münâfıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b.
Selûl, kazanç sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu. Bu maksatla bir
nevi genelev de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası
üzerine, olayı yasaklayan âyet nazil olmuştur. (Nûr,33).
Münâfıklar
Allah'ı unutup cimrilik yaparak ellerini yumarlar (Tevbe,67), bir belâya uğrayıp
sıkışınca hemen fitneye düşerler (An-kebût,10), felâketin dönüp kendilerine
çarpmasından korktuklarını, kendi aralarında fısıldaşırlar (Mâide,52, 53);
olayların akışı münâfıkların lehine gibi ise, itaatle koşa koşa Peygamber'in
yanına gelirler (Nûr,49); bunlar zâhiren îman edip kalpleriyle kâfir
olanlardır.
"Allah'a,
Peygamber'e inandık, itaat ettik" diyen münâfıklar (Nûr,47; diğer taraftan Hz.
Peygamber'e isyanı, düşmanlığı fısıldaşırlar (Mücâdele,9-10). Onlar aynen
şeytanlara benzerler (Haşr,16); tabiatları gereği Allah'a ve Peygamber'e
muhalefet üzeredirler (Mücadele,20); fakat kalplerindeki gizlediklerini ortaya
çıkaran âyetlerin inmesinden de çok korkarlar (İnfitâr,4-5;
Tevbe,64).
Allah'a
kötü zanda bulunan erkek ve kadın münâfıklar (Fetih, 48/6), birbirlerinin
tamamlayıcı parçası olup, insanları kötülüğe çağırır, iyilikten vazgeçirmeye
çalışırlar. Onlar ebedî Cehennemliktirler (Tevbe,67-69). Kötü sözlerin
müslümanlar arasında yayılmasını isterler (Nûr,19); kötülük yapınca sevinirler;
yapmadıkları şeylerle övünmekten hoşlanırlar (Âl-i İmrân,188); Kur'an-ı Kerim
âyetleriyle alay ederler (Nisa,140); İslâm toplumu içinde yalan-yanlış uydurma
haber yayarlar (Ahzâb,60-61); cihada çıkacaklarını yemin ile ifade ettikleri
halde iş fiiliyata dökülünce kaçarlar (Nûr,63); düşman korkusundan ölüm
baygınlığına düşer (Münâfikûn,19); böyle bir ortamda kaçacak delik ararlar
(Tevbe,57). Mü'minler zafer kazanınca, başarıya ortak ol-mak, ganîmetten
faydalanmak için; "sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirler gâlip
gelince; "size mü'minlerden gelecek ziyanı biz önlemedik mi?" derler (Nisâ,141).
Savaşta çok şehid düşen olursa; "Allah lütfetti de iyi ki savaşta bulunmadım"
diyen münâfıklar, eğer ganîmet bölüşülecekse, "ah keşke ben de şu ganîmete
erseydim" derler (A'râf,72,73).
Kur'an-ı
Kerim'de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münâfıklar için Yüce Allah,
peygamberini şöyle uyarmaktadır: "O münâfıkların dış görünüşlerine aldanma.
Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider.
Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste
gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar" (Münâfikûn,1-4). Hak söz
tanımayan, âhirette topluca kâfirlerle bir araya gelecek olan (Nisa,140),
münâfıklara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Çünkü Allah bu fâsıkları
affetmeyecektir (Münâfikûn, 6).
Münâfıkların
İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatlerin, âhiret
hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur'an-ı
Kerim şöyle haber verir: "Âhirette münâfık erkek ve kadınlar îman etmiş
olanlara; "bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım" diyecekler. O gün
onlara; alayla "dönün arkanızda bir nur arayın" denilecek de, neticede îman
edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münâfıklar,
mü'minlere şöyle seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik? ". "Evet",
diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi
aldattı"(Hadid13-15). Böylece münâfıklar ve kâfirler Cehennemde bir araya gelmiş
olacaklardır (Nisâ,140).
Medine
döneminde, Yahudilerle dostluk kuran münâfıklarla mü'minlerin dost olmamaları
hatırlatılmakta (Mâide,51) ve Hz. Peygamber'e; asıl düşmanın münâfıklar olduğu,
onlarla savaş yapması, hattâ sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir. Hz.
Peygamber'in de münâfıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset
uyguladığı, gayr-i müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onları
İslâm toplumu içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite
ile tesirsiz hale getirdiği müşahede edilmektedir.
2.
Amelî Nifak: Bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kıs-mî bir benzeyiş
içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı
müslüman kişilerin durumu. Hadislerde geçen münâfık türü amelî (ahlâkî) yönden
olan nifakı vurgulamaktadır. Meselâ: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman
yalan söyler, va-dettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet
edildiğinde emanete hıyanet eder" (Tirmîzî, Îman,14) hadisi benzerî hadisler
îti-kâdî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler
ve tembihler mahiyetindeki emirlerdir. Zîra, amelî nifak çoğalınca ileride
müslümanın îti-kâdî nifaka yaklaşma tehlikesi
doğabilir.
2. “Onlar, yeminlerini kalkan edinerek
Allah’ın yolundan alıkorlar. İşledikleri işler gerçekten ne
kötüdür!”
Bunlar, Müslümanlardan kendilerine
gelebilecek öfkelere, tehlikelere karşı bu yeminlerini kalkan yapıyorlardı.
“Vallahi, billahi, tallahi biz şehadet ederiz ki sen Allah’ın elçisisin, vallahi
billahi biz de Müs-lümanız” diyerek ya da münâfıklıklarını yakalayan
Müslümanlara karşı, onların münâfıkça sözleri Allah’ın Resûlü’ne ulaştırıldığı
zaman “vallahi billahi biz bunu nifak olsun diye söylemedik, biz bunu münâfıklık
olarak yapmadık” diyerek yemin ediyorlardı. Böylece bu yeminlerin arkasına
saklanarak kendilerini gizleme imkânı bulduklarını zannederler. Böylece
kendilerini, kendi nefislerini aldatır, kendilerini Allah yolundan saptırırlar.
Nasıl saptırırlar? Kendi kendilerini Allah yolundan nasıl alıkorlar?
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu
yeminler Allah yoluna girmemeleri konusunda kendilerine kolaylık sağlıyordu.
Onlar bu tür yeminlerle toplumda yerlerini korumayı becerebiliyor, bu yüzden
herkes onları Müslüman zannediyor, Müslüman olmadıkları halde kendilerini
kamufle etmeyi beceriyor ve bunun için de ciddi ciddi İslam'a girme
zorunlulukları da ortadan kalkıyordu. Bu yeminlerle kendilerinden emin hale
gelmeleri kendi kendilerini Allah yolundan alıkoyuyordu. Böyle yeminlerle, yalan
dolanlarla güyâ Müslümanları aldatmaya çalışıyorlardı. Müslümanları Allah’tan,
peygamberden, dinden uzaklaştırmayı hedefliyorlardı. Bizans'la, dış dünyayla,
Yahudilerle, müşriklerle irtibata geçerek peygambere ve Müslümanlara karşı
çeşitli komplolara girişiyorlardı. Ama bir yandan da biz Müslümanız diye yemin
ederek peygamberi ve Müslümanları aldatmaya çalışıyorlardı.
İkinci olarak da bu tür yeminlerin
arkasına saklanarak insanları Allah yolundan saptırma imkânı buluyorlardı. İslam
konusunda fazla bilgisi olmayan insanlara karşı Müslüman gibi görünerek İslâm'la
alakalı yanlış beyanlarda, yanlış tavırlarda bulunarak onları Allah yolundan
saptırıyorlardı. Bugün de, “vallahi biz de Müslümanız, billahi biz de
inanıyoruz” diyerek söyledikleri, yaptıkları dinmiş, dindenmiş gibi, Müslüman
öyle olurmuş gibi insanları saptıran pek çoklarını görüyoruz. Yaptıkları
yeminlerle, kendi yeminlerini kalkan yaparak, kendi ye-minlerini kalkan kabul
ederek yeminlerinin arkasına saklanıyorlar da, insanları, çevrelerindekileri,
tanıdık, eş, dost, hısım, akrabalarını veya talebelerini, arkadaşlarını,
kadınlarını, çocuklarını Allah yolundan saptırıyor, Allah yolundan
alıkoyuyorlar.
“Biz de Müslümanız, biz de
Allah’ın dinini biliriz, biz de âyet ve hadise muttaliiyiz, biz de bu işin
tahsilini yaptık. Biz de Müslümanız, biz de inanıyoruz ama bu kadarı da olmaz
yani! Biz de Müslümanız ama bu kadarına da gerek yoktur” diyorlar. “Düğünde bu
kadar olmalı, evde bu olmalı, eşya böyle olmalı, kızın kıyafeti böyle olmalı, bu
devirde insanın mesleği, meşrebi, siyasî görüşü veya ekonomi anlayışı böyle
olmalı. Bu devirde insanın sofrası, evi, mutfağı, kazanması, harcaması şöyle
olmalı” diyor ve insanları Allah yolundan saptırmaya çalışıyorlar. Allah
korusun, günümüzde kalben inanmadıkları halde dilleriyle ve tavırlarıyla
Müslümanlık gösterisinde bulunan pek çok münâfık bugün yığınları arkalarından
sürüklemektedirler. İslam konusunda bozuk düzen düşünceler, yanlış kanaatler
uyandırarak insanları Allah yolundan saptırmaktadırlar.
Bunlar ne işler yapıyorlar? Yani
gerçekten olmayacak şeyler yapıyorlar. Olmayacak işlerin peşine düşüyorlar.
Haydi diyelim ki bu yeminleriyle, bu yalanlarıyla peygamberi ve Müslümanları
aldattılar. Peki Allah görmüyor mu bu yaptıklarını? Allah’ı nasıl atlatacaklar?
Allah onların kalplerini, dünyalarını, hesaplarını, hedeflerini biliyor. O bilen
Allah, peygamberine de sürekli vahiy indiriyor. Peygamber de o en bilen
Allah’tan gelenleri Müslümanlara aktarıyor. Şimdi bu adamlar kendi kendilerini
aldatmadan başka ne yapabilirler? Allah onları biliyor, peygamber ve Müslümanlar
da tanıyor. Rabbimiz onların özelliklerini o kadar âyân beyân ortaya koyuyor ki,
Kur’an'la bakabilen herkes onları tanıyor. Ama bu zavallılar zannediyorlar ki
kendilerini kimse bilmiyor ve yeminlerle Müslümanları kandırıp onlara galip
gelebilecekler.
Ne kadar kötü yapıyorlar değil
mi? Kendileri saptıkları gibi başkalarını da saptırıyorlar. Mesela bir adam
eline bir kerpeten alsa ve her gün kendi etinden, kendi vücudundan bir şeyler
koparsa, sonra bunu çocuklarına ve çevresine de alıştırsa. “Bakın ben bunu
yapıyorum, öyle zevkli, öyle hoş bir şey ki, o kadar zevk veriyor ki gelin bir
de siz yapın” diyerek çevresindekileri de buna çağırsa, çocuklarını da buna
alıştırsa… Böyleleri var mı? Evet, böyle birçok kimse var. Et ko-parmıyorlar ama
akıl koparıyorlar, iman, din koparıyor veya uyuşturucu alıyorlar değil mi? Peki
niye böyle yapıyor bunlar? Niye böyle davranıyor bu adamlar? Niye biraz
Müslüman, biraz kâfir gibi davranıyor bu insanlar?
3. “Bunun sebebi şudur: Onlar inandılar
sonra inkar ettiler, bu yüzden kalplerinin üzeri mühürlendi. Artık onlar
anlamazlar.”
Onların durumları şu ki, önce inandık
demişler, dıştan iman etmişler sonra da dilleriyle söyledikleri bu imanı
kalpleriyle ve amelleriyle küfretmişlerdir. Önce inandılar, yani ağızlarıyla
iman iddiasında bulunarak Müslümanların içine girdiler, ama sonradan bu
imanlarını hayatlarıyla yalanlayıverdiler. İşte sıkıntı buradadır.
Anlayabildiğimiz kadarıyla iş
şöyledir: Bunlar önce iman ettiler. Resul-i Ekrem Efendimiz Medine’ye geldiği
zaman iman ettiler. Herhalde imanlarıyla eskiden olduğu gibi bir ayrıcalık
kazanacaklarını zannettiler. Halbuki İslam'da öncelik takvada ve
teslimiyetteydi. Bunun dışında kimseye bir ayrıcalık yoktu. Bunlar eskiden
toplumun önde gelen insanları, zenginleri, idarecileri, ağaları ve
patronlarıydı.
Veya Rasûlullah’ın Medine’ye
teşrifinin arafesinde Medine’de reisliğe soyunmuş insanlardı. Ama Resul gelince
reislikleri de, ayrıcalıkları da bitti. Hukuken, siyasal yönden aynen diğer
Müslümanlar gibi oluverdiler. Elbette İslam’a göre böyle olacaktı. İşte adamlar
önce Müslüman oldular, sonra baktılar, gördüler ki öteki Müslümanlara kar-şı bir ayrıcalıkları olmayacak, keyiflerince bir dünya
yaşayamayacaklar, sonra kâfir oldular. İşte bundan dolayı kalpleri mühürlendi de
artık aklı ermeyen kimseler oluverdiler.
Veya bir başka değerlendirmeyle, bunlar
böyle ne açıkça kâfir olabilmiş, ne de mü'min olabilmişlerdir. Mü'minle kâfir
arası, imanla küfür arası bir yol tutturmuşlardı. Yani bunlar inanıyorlar
aslında, ama imanlarını, inançlarını örtüyor, örtbas ediyor, karıştırıyorlar.
Allah da onların kalplerini mühürleyiveriyor da duymaz, duygulanmaz hale
getiriveriyor onları. Duymaz, duygulanmaz, anlamaz, fıkıhsızlar haline
geliveriyorlar.
Peki acaba Allah niye mühürlüyor
onların kalplerini? Bir daha anlamasınlar diye mi? Ya da eğer Allah bunların
kalplerini mühürlediği için eğer bu adamlar duyamaz, anlamaz hale gelmişlerse, o
zaman acaba bu adamların suçu nedir? Kalbin mühürlenmesi ne demektir?
Kalbin mühürlenmesini nasıl anlayacağız?
Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Günahlar insan kalbini bir kılıf gibi
öyle bir sarar ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz oluverir.”
İşte kalbin mühürlenmesinin mânâsı
budur. Rabbimiz Mutaf-fifîn sûresinde bu hususu şöyle
anlatır:
“Hayır hayır; onların kazandıkları,
kalplerini paslandırıp körletmiştir.”
(Mutaffifîn 14)
İşte kalp, böyle günahlarla örtülünce,
Allah da onun üzerine mührünü basıverir. Bir kabın üzerine mühür vurulmuşsa,
artık o kabın içine ulaşmak ancak o mührü, o damgayı çıkarmaya, kırmaya
bağlıdır. Bu kalbe iman ancak o zaman girebilir. Peki acaba bu işin Allah’a
izâfesini nasıl anlayacağız? Yani eğer bu kâfirlerin kalplerini Allah
mühürlediği için bunlar kâfir olmuşlarsa, o zaman suçu ne bunların? Bir cebir
söz konusu değil midir burada? gibi bir soru hatırımıza geliyor. Halbuki Allah
şöyle buyurur:
“Ben kullarıma zulmedici
değilim.”
(Gaf: 29)
Bir başka âyet-i kerîmesinde
ise:
“De ki, Allah kötülükleri emretmez.”
(A'râf
28)
buyurur. Bütün bu âyetlerle bunu nasıl
telif edeceğiz? Âyetlerden ve hadislerden anladığımıza göre Allah herkese bir
kalp ve her insan kalbi için bir kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyici,
mühürleyici veya açıcı anahtarı Allah'tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün
Allah’tan oluşu bir cebir anlamına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradeleri,
hür iradeleriyle bu kilidin kapatılmasını Allah’a arz ederlerse, Allah onu
kapatır. Ya da Allah’tan açılmasını isterler, Allah da onu açıverir.
O halde isteyen kuldur, ama açan
ve kapatan her zaman din sahibi olan Allah’tır. Demek ki bu açma ve kapatma
işinde Allah yine de insana irade vermiştir. Yani insan kâfirken, kalbi
mühürlüyken, kapalıyken Allah’a tekrar müracaat edip kalbini açtırabilir ve
Müslüman olabilir. Müslümanken de
müracaat edip kapattırabilir ve mürtet olabilir.
Bu durumda kalbini açıkken kapattıran
ve mürted olan bu adama ne yapılır? Eğer bu kişi yakalanmışsa öldürülür. Ama
yakalanmamışsa, kaçıp kurtulmuş veya insanlardan gizlenmişse, o zaman dinle alay
eder gibi aç kapat, aç kapat olmaz. Yani kâfir oldu, Müslüman oldu, kâfir oldu;
Müslüman olunca artık bir daha kâfir olursa, o zaman da Rabbimizin şu âyeti
gündeme gelecektir:
“Onlar ki iman ettiler. Sonra
küfrettiler. Sonra iman ettiler, sonra küfrettiler. Sonra küfürde ileri
gittiler. Artık Allah onları mağfiret edecek değildir.”
(Nisâ 137)
Yani adam önce inandı, sonra inkar
etti. Sonra tekrar inandı, tekrar inkar etti. Kalbini açtırdı, sonra kapattırdı.
Sonra tekrar bir daha açtırdı, sonra tekrar kapattırdı. Artık bu dinle alay,
Allah’la alay anlamına gelir ki, Allah sonunda onun tevbesini kabul
etmez.
İşte bunlar kalplerinin kilitli
olmasını, kilitli kalmasını isteyen, kalplerini kullanmak istemeyen insanlardır.
Ondan sonra da artık hiçbir şey duymaz ve hiçbir şey anlamaz hale geliyorlar.
4. “Onları gördüğün zaman kalıpları
hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki dayanmış keresteler
gibidir. Her sayhayı kendi aleyhlerinde zannederler. Onlar düşmandır, onlardan
sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar?”
Gerçi sen onları görsen, bunlar pek
hoşuna gider. Cisimleri, cüsseleri hoşuna gider. Zira insan ruh ve bedenden
oluşmaktadır. Cisim; ceset ve konum demektir. Yani onların boşlukta işgal
ettikleri bir yer, konum, makam, statüleri vardır. Onların işte bu konumları
dikkat çeker. Âmirdirler, âlimdirler, fazıldırlar, bilgiçtirler, öğretmendirler,
mü-dürdürler, patrondurlar filan ya, işte onların bu durumları senin pek hoşuna
gider.
Dikkat ederseniz burada
"Ecsâmuhum" deniyor. Yani onların mânâları, akılları, bakışları, görüşleri,
basiretleri değil, cisimleri hoşuna gider diyor Rabbimiz. Bu adamların cisimleri
Rasûlullah’ın hoşuna gidiyormuş. Onların cisimlerini, kalıplarını, konumlarını
görünce, Allah’ın Resûlü “keşke şu adamlar Müslüman olsaydı” diyormuş. Niye
böyle diyordu Allah’ın Resûlü? Çünkü Rasûlullah’ın yanına geldiklerinde büyük
büyük, iddialı iddialı laflar ediyorlardı.
Rabbimiz diyor ki, “konuştukları zaman
neredeyse onları dinlemek istersiniz.” Fasih konuşurlar, düzgün konuşurlar
onları dinleyen birileri fesahat ve belâgatlarından ötürü sözlerine kulak verip
dinlemek ister. Şimdi de görüyoruz işte, adamlar milletin karşısına çıkıyorlar,
ekonomi diye başlıyor, ülke idaresi filan diyor, ciddi ciddi konuşuyorlar.
Onları dinleyince bayağı bayağı düşünen birisi filan zannediyorsunuz, ama
adamların ciğeri beş para etmiyor. Allah diyor ki, “onlar sanki duvara dayanmış
keresteler gibidirler.”
Bu adamlar Rasûlullah’ın
meclislerine gelir, gâyet ciddi, ağırbaşlı bir şekilde Allah’ın Resûlü’nü dinler
görünürlerdi. Söze kulak verir, sözü almaya ve anlamaya çalıştıkları tavrını
sergilerlerdi. Ama bu tavırlarının tamamen aksine kulaklarına asla söz gitmiyor,
kalplerine inmiyordu. Sanki söz duvara çarpıyor ve söyleyene geri dönüyordu.
Allah buyurur ki, “sanki onlar duvara yaslanmış kütükler, keresteler gibiydi.”
Kalplerinde hiçbir şey yoktur, onların kafaları bomboştur. Kal-binde iman
olmayan bir kimsede bilgi, izzet, şeref de yoktur. Dökülen elbiseler içinde de
olsa, evi, barkı, parası, pulu olmasa da, konuşması insanların alkışlayacağı bir
şekilde olmasa da, Allah için hayatını feda eden bir Müslüman üstündür. Ama beri
tarafta boylu, poslu, malı, mülkü, kavmi, kabilesi, güzel konuşma yeteneği olan,
ama kalbinde Allah’a iman ve teslimiyetin olmadığı kimse Allah katında beş para
et-mez.
Âyetteki kereste, kütük benzetmesinden
anlıyoruz ki, bu adamlar ruhu olmayan cesetler gibidirler. Yani Rasûlullah’ın
karşısında, ağaca bir insan elbisesi giydirilmiş gibi oturuyorlardı. Ruhu
olmayan, aklı olmayan, idraki olmayan, zerre kadar düşünceleri olmayan
cisimlerdir bunlar.
Konuştukları zaman kulak verirsin.
Acaba benden yana, Allah’tan, hayırdan, haktan yana bir şey söyleyecekler mi?
Diye düşünürsün. Ama bilesin ki peygamberim, onlar kereste gibidirler.
Hayatlarına, koltuklarına dayanmışlar, müdürlüklerine, mallarına, makamlarına
yapışmışlar. Peygamberim, sakın sen onların anlamalarını, kavra-malarını, inanmalarını ve amele dönüştürmelerini filan
bekleme. Bir oduna elbise giydirseniz adam olur mu? Söz dinler mi? İşte sanki
bunlar da böyledirler. Çok güzel elbiseler giydirseniz de kesinlikle bunlar adam
olmazlar.
Nerde bir ses, nerde bir sayha duysalar
bunu kendi aleyhlerine zanneder ve hemen korkarlar. Her sesi, her feryadı, her
hareketi, her kıpırdanışı kendi tepelerine inecek zannederler. Bir öksürük sesi
duysalar, acaba uyanıyorlar mı, acaba diriliş başladı mı, münâfıklığımız
anlaşıldı mı, maskemiz düştü de hesap sorma zamanı mı geldi diye ödleri patlar.
Bunlar sürekli her şeyden korkalar. Çünkü bunlar çok ince bir perdeyle
yüzlerinin örtülü olduğunu ve çok basit bir rüzgarla o perdenin açılıvereceğini
bilirler. Kalplerindeki ve ağızlarındaki yeminlerle, yüzlerindeki maskeyle
gizlemeye çalıştıkları münâfıklıklarının her an açığa çıkacağı korkusunu
yaşamaktadırlar. Bu yüzden şehirde bir hareket, bir yürüyüş görüverseler,
küçücük bir devinim, ya da bir tekbir sesi duyuverseler, hesap vakti geldi diye
ödleri kopmaktadır.
Korkuyorlar. Niye? Çünkü herkesi
kendilerine düşman zannederler. Öyleyse onlardan sakın. Onların yanına yaklaşma
peygamberim, bulaşma onlara. Allah kahretsin onları. Allah belâsını versin
onların. Bu, ya bu adamlara Allah tarafından lâyık görülen bir bedduadır, ya da
mü'minlere onlar hakkında böyle demeleri konusunda bir emirdir. Allah belâsını
versin, Allah kahretsin bu alçakları! Nereye gidiyor bu adamlar? Ne elde etmeye
çalışıyor bu adamlar? Neyin peşinde koşuyorlar? Rabbimiz hayret ifade eden bir
ifadede bulunuyor onlar için. Nasıl da haktan yüz çeviriyorlar? Nerden dönüyor
bu adamlar? Kimden kime kaçıyorlar? Allah’tan kaçıp kime kul olmaya çalışıyor bu
adamlar?
Bunlar düşmandırlar. Hem Allah’a, hem
peygambere, hem de Müslümanlara karşı düşmandır bunlar. Bunlardan, böylelerinden
sakının, diyor Rabbimiz. Dikkat edin. Şekillerine, cisimlerine, dış
görünüşlerine, tumturaklı sözlerine aldanmayın. Bunlar Allah’ı, peygamberi ve
Müslümanları aldatacaklarını zannedecekler, söyledikleri güzel sözlerin arkasına
saklanarak olmadık işler yapacaklar. Allah onları kahretsin. Allah onların
belâlarını versin. Nasıl da Allah’tan, peygamberden uzak bir hayat yaşıyorlar?
Nasıl da Allah’a ve peygambere karşı bir tavır alabiliyorlar? Bakın Bakara
sûresinde bu hususu anlatırken Rabbimiz şöyle buyurur:
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki
dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde
olana Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en
yamanıdır.”
(Bakara 205)
Âyet-i kerîmede sözleriyle davranışları
farklı olan, içi başka, dışı başka insan tipi anlatılıyor. Kalben inanmadığı
halde belli makamlara gelebilmek, belli menfaatler devşirebilmek, mü'minleri
kandırabilmek için kendilerinden olduğunu, kendisinin de inandığını söyler.
Kendisinin iyi bir Müslüman olduğuna, insanlar için iyi şeyler düşündüğüne
Allah’ı da şahit tutarak yeminler eder. Benim iyilikten başka bir şey
düşünmediğime Allah şahittir. “Ben şahsi çıkar için değil, Allah şahittir ki
insanlığın kurtuluşu için çırpınıyorum,” gibi tatlı tatlı sözler, parlak
ifadeler ve yeminler ederek insanları kandırmaya çalışır.
Seçimler yaklaşırken bu tür
insanları çok görürsünüz. Vatan, millet, Sakarya, ezan, bayrak, kitap, iman gibi
inanmadıkları mukaddes mefhumları ağızlarına alarak, “biz de Müslümanız, bizim
derdimiz de Müslümanlara hizmettir” diyerek Müslümanları kandırmaya çalışırlar.
Müslümanlara emniyet telkin ederek onların oylarını almaya
çalışırlar.
Halbuki Allah şöyle buyurur: “Oysa o azılı bir düşmandır.”
Düşmanların en yamanıdır o. Tatlı dilleriyle Müslümanlardan görünerek onları
aldatan ve sonunda onların dinleriyle, imanlarıyla ve tüm mukaddes mefhumlarıyla
oynayan azılı bir düşmandır o. Sözleri hoşunuza gitse de bu tür insanlara
aldanmayın. Hayatlarında inandığınız mefhumların kokusu bile olmayan, İslam’la
uzaktan ve yakından en küçük bir ilgileri olmayan bu tür insanlara güvenmeyin,
insanları sırf sözlerine göre değil amellerine göre değerlendirin, diyor
Rabbi-miz. Bakın bu adam:
“O dönüp gitti mi (Yahut bir iş başına
geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri
bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.”
(Bakara 205)
İşte bu adam "tevellâ" edince.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun iki mânâsı vardır:
1- Senin, sizin yanınızdan ayrılınca, o
atmosferi terk edip de kendi dünyasına dönünce.
2- Bir iş başına geçince, velî olunca,
birilerinin velâyetini üzerine alıp idareci olunca… O zaman da yeryüzünde fesat
çıkarmak, düzen bozmak, ekinleri ve nesilleri yok etmek, telef etmek, bozmak
için çabalar.
Bu adamın birinci işi ifsat etmektir.
İfsat, küfrü yaymak, küfrü ve şirki hakim kılmak demektir. Allah’ın yeryüzünde
koyduğu düzeni değiştirip, onun yerine başkalarının düzenlerini ikame etmek
demektir.
Bir de böyleleri nesli bozmak için
çırpınır. Nesli bozar, itlâf ederler. Eğitimle bozarlar, dinden, imandan,
Kur’an'dan uzak, tamamıyla materyalist bir eğitim sitemi kurarak ümmeti
Muhammed'in neslini bozarlar. Müslümanların çocuklarının başlarını açtırarak
onları hayâsızlaştırır, iffetlerini, namuslarını bozarlar. Doğum kontrolü adı
altında yalanlarla ümmetin çocuklarını daha doğmadan öldürmeye çalışarak itlaf
ederler. İnsanların yataklarına kadar uzanıp orada ne ekeceğine de onlar
karışır.
Bunu da yaparken tatlı sözlerle
onları ikna etmeye çalışırlar. İyi niyetli olduklarını, kendilerini
düşündüklerini söylerler. “Sizler sıkıntı çekmeyesiniz, aç ve açıkta
kalmayasınız diye, bakamayacağınız, besleyemeyeceğiniz çocuklarınızı daha
doğmadan boğmaya geldik” derler. Size şirin görünmeye çalışırlar. Bu
yutturmacalarla Müslümanların çoğalmalarını ve günün birinde kendilerine kafa
tutabilecek bir noktaya gelmelerini engellemeye çalışırlar. Böylece mü'minlerin
nesillerini telef ederler.
Allah buyurur ki, bu hainler ekini de
helâk ederler. Ürünleri bozarlar. Bugün memleketimizde ki tüm sebze meyveler
hormonludur. Kâfirler tüm pisliklerini ülkemize taşımışlardır. Sırf para
kazanmayı hedefleyen ve bunun dışında başka hiçbir şeye değer vermeyen bu
bozguncular, istedikleri paraya ulaşabilmek için kurdukları fabrikalardan çıkan
artık maddeleriyle tabiatı bozmakta, insanları zehirlemektedirler. Dertleri para
kazanmak olunca, onlar için binlerce insan ölse de fark etmez.
Bunlardan herhangi birine, reislerine,
başkanlarına, idarecilerine, önde gidenlerine, arkada kalanlarına, uzun
boylusuna, kısa boylusuna, hangisi olursa olsun fark etmez:
5. “Onlara: “Gelin, Allah’ın Resûlü
sizin için mağfiret dilesin” denildiği zaman başlarını çevirirler ve onların,
büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.”
Onlara, “gelin şu bozuk düzen
anlayışlarınızı, yalan dolan üzerine bina edilmiş hayatınızı değiştirip güzel
Müslümanlar olun da peygamber sizin hakkınızda Allah’tan af ve mağfiret dilesin”
denildiği zaman, başlarını çevirirler de onları müstekbirler, büyüklenenler
olarak kaçarken görürsün. Kendileri Allah ve Resûlü’nden, Allah ve Resûlü-nün
istediği Müslümanca bir hayattan uzaklaşıp kaçtıkları gibi, diğer insanları da
Allah ve Resûlü’nden uzaklaştırmaya çalışırlar. Gerçekten bu çok garip bir
davranış bozukluğudur. Allah, peygamber ve Müslümanlar onları bu yanılgılarından
vazgeçip adam gibi olmaya ça-ğırınca kaçarlar.
Yani bunlar bizzat kendileri gelip
Allah Resûlü’nden af dilemedikleri gibi, dâvet edildiklerinde bile af dilemek
şöyle dursun, başlarını çevirir, kibirlenir ve Allah’ın Resûlü’ne gitmeyi zillet
kabul ederler. Bunların zaman zaman işledikleri suçlarla münâfıklıkları açığa
çıkınca, ağızlarından ancak bir kâfirin söyleyebileceği herzeler dökülünce veya
yüzlerindeki maskeleri düşünce çevrelerindeki Müslümanlar tarafından: “Eyvah sen
şöyle şöyle dedin, sen şöyle şöyle yaptın ve bu durumda imanın tehlikeye düştü,
hemen istiğfar etmelisin, ya da Ra-sûlullah’a gidip onun hakkında istiğfarını
dilemelisin” denildiği zaman da başlarını çevirir, kafa tutar, istiğfarda
bulunmaz ve Allah Resûlü’ne de gitmezler. Gelin bu konuda peygamberin sünnetine
müracaat edelim. Gelin durumumuzu ona soralım. Gelin peygamber size istiğfar
et-sin, size istiğfar modeli göstersin. Bakara’da şöyle diyordu
Rabbimiz:
“Böylesine: “Allah’tan kork!” denilince
benlik ve gurur kendisini günaha sevk eder. (Ceza ve azap olarak) Ona cehennem
yeter. O ne kötü yerdir.”
(Bakara 206)
Böylesi kimselere Allah’tan kork da bu
yeryüzünün düzenini bozmaktan, insanların huzurunu kaçırmaktan, nesli itlaf
etmekten, münâfıklıktan vazgeç denildiği zaman, bu sefer de bu bozguncu insanlar
gururlanmaya başlarlar. İzzeti nefsi onları tutar ve daha çok günah işlemeye
sevk eder, diyor Rabbimiz. Yani bu tür isyankâr insanlar günahı savunmaya
başlarlar. Günahın günah olduğunu reddetmekle birlikte utanmadan onu savunmaya
çalışırlar.
Veya büyüklük gururu onları
kuşatır da daha çok günaha sevk eder. Yaptıkları şeyler apaçık günah, apaçık
kötülük, zulüm ve insanların aleyhine olduğu halde, yine de bunu kabullenmezler.
Islahtan yana, iyilikten yana olduklarını iddia ederler. Aslında yaptıkları her
şey bozmadır, her şey ifsattır. Zira düzen sahibi Allah’ın yaptığı dışında tüm
düzenlemeler bozmadır. Bu adamlar Allah’ın düzeninden habersiz düzenlemede
bulunduklarından yaptıklarının tamamı bozmadır. Ama Allah’ın düzeninden bahsedip
de kendilerinin bozguncu olduklarını söyleyerek bu işten vazgeçmelerini
söyleyenlere karşı da tavır alırlar. Allah’a inanmayan bu tür insanlara ne kadar
da Allah korkusu, Allah hesabı hatırlatılırsa hatırlatılsın, bunun hiçbir
faydası olmayacaktır.
“Bunlar bozguncudur. Ey
Müslümanlar! Nesillerinizi ve ekinlerinizi kurtarmak istiyorsanız, bu tür
insanları velâyet makamına çıkarmayın! İşlerinizi bunlara havale etmeyin. Bu
adamları başınıza velî seçmeyin. Sizin adınıza size danışmadan karar verecek
makamlara bu tür insanları getirmeyin! Bunların Müslümanlar üzerine velâyet
hakları yoktur,” diyor Rabbimiz.
Evet, başlarını aşağıya eğerler. Sen
onları büyüklük taslayarak, müstekbir olarak haktan yüz çevirip gittiklerini
görürsün. Aman demeye, pişmanlık göstermeye yanaşmazlar. İstiğfara ve tevbeye
ke-sinlikle yanaşmazlar. Ama:
6. “Onlara mağfiret dilesen de,
dilemesen de onlar için birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah,
yolundan çıkmış bir toplumu asla yola iletmez.”
Onlar için istiğfar etmişsin etmemişsin
fark etmez, çünkü Allah onları kesinlikle affetmeyecek. Yani bu adamlar,
peygamberle, Müslü-manlarla dalga geçecekler, sonra da Allah onları affedecek,
öyle mi? Niye? Allah onları affetmeye mecbur mu? Ya bu münâfıklar bu huylarından
ciddi ciddi vazgeçecekler, ya da Allah kesinlikle onları affetmeyecektir. Çünkü
Allah fâsık bir kavmi, fısk ve fücur ehlini hidâyete erdirmez.
Onlar bu münâfıkça tavırlarını
sürdürdükleri sürece Allah asla onları bağışlamayacaktır. Çünkü münâfıkların
İslam’a dönme ihtimalleri de yoktur. Yani İslam’ı, Allah’ı, peygamberi tanımayan
bir kâfir tanıyınca Müslüman olabiliyor da, bunları tanıyan bir münâfık İslam’a
girmiyor. Çünkü o ben Müslümanım diye kendi kendini aldatıyor. Daha önce Tevbe
sûresindeki âyet gelmişti:
“Ey Muhammed! Onlar için ister istiğfar
et, istersen etme, birdir. Onlara yetmiş kere de istiğfar etsen Allah onları
bağışlamayacaktır...”
(Tevbe 80)
İnsanların cehennemine razı olmayan
Allah’ın Resûlü, “seksenden fazla istiğfar ederim” buyurunca, işte Rabbimiz bu
âyetini gönderdi.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki, dua ve
istiğfar ancak mü'minler için fayda sağlayacaktır. Kâfir ve münâfıklar için ne
duanın, ne de istiğfarın en küçük bir faydası olmayacaktır ve bu câiz de
değildir. Burada şunu ifade edelim ki, kâfir veya münâfık birisi için değil,
sıradan bir kimse Allah’ın en sevdiği peygamberi Hazreti Muhammed’e (a.s) dua
etse bile, yine de bunun hiç bir mânâsı olmayacaktır.
Âyetten anlıyoruz ki hidâyete talip
olmayan kişiye hidâyet ver-mek sünnetullaha aykırıdır. Çünkü Allah, yolundan
çıkmış bir toplumu asla hidâyete ulaştırmaz.
7. “Onlar öyle kimselerdir ki:
“Allah’ın elçisinin yanında bulunanları beslemeyin ki dağılıp gitsinler”
di-yorlar. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır, fakat münâfıklar
anlamazlar.”
Onlar şöyle iddiada bulunuyorlar:
“Allah ve Allah Resûlü yanında olan şu garip insanlara para vermeyin! Onlara
yardım etmeyin! Böylece onlar dağılıp gitsinler! Başımızın belâsı bunlar ya!
Sizler yardım ediyorsunuz, onlar da şımarıp duruyorlar. Bu Müslümanların
yemelerini, içmelerini bitirin; bu peygamberin etrafındaki garibanlara bir
şeyler vermeyin ki, dağılıp gitsinler!”
Buhârî'de rivâyet edildiğine göre Zeyd
bin Erkam (r.a) der ki: “Bir gaza esnasında idik. Bir su meselesi yüzünden iki
sahâbe kavga ettiler. Bunlardan biri Abdullah bin Übeyy'in arkadaşlarından
birinin başına vurarak yaraladı. Bunu gören Abdullah bin Übeyy'in yanındakilere
şöyle dediğini işittim: “Besle kargayı oysun başını! Ey Medineliler bunu siz
yaptınız! Bu belâyı kendi başınıza siz getirdiniz! Onları memleketinize
soktunuz, mallarınıza ortak ettiniz, yemeklerinizi paylaştınız bu adamlarla.
Görüyorsunuz ki şimdi onlar da şımarmaya başladılar. Vallahi eğer siz onlara bir
şey vermezseniz, Rasûlullah’ın yanındaki garibanlara bir şey vermezseniz, onlara
yiyecek-içecek bir şeyler vermezseniz onlar dağılıp giderler. Bırakın,
ilgilenmeyin; onlar da dağılıp gitsinler! Yemin ederim ki, bu seferden Medine’ye
döndüğümüz zaman, her halde daha aziz olanlarımız, daha üstün ve daha şerefli
olanlarımız daha zelil ve düşük olanları oradan çıkaracaktır.” Hz. Zeyd, “ben
ondan duyduğum bu lâkırdıyı amcama söyledim, o da Rasûlullah’a söylemiş.
Allah’ın Resûlü beni çağırtmış, ben de onun yanına giderek duyduğum her şeyi ona
anlattım. Allah’ın Resûlü duyduğu bu sözden çok müteessir oldu, çok üzüldü.
Yanında bulunan Hz. Ömer: “Ey Allah’ın Resûlü bu kadar üzülmene gerek yok,
vallahi Abbad bin Bişr’e emret onun defterini dürsün!” deyince, Allah’ın Resûlü:
“Nasıl olur ey Ömer? Bu insanların Muhammed kendi adamlarını öldürmeye başladı
demelerini mi bekliyorsun? Hayır, öyle bir şey yapmam!”
buyurdu.
Bunun üzerine Allah’ın Resûlü, Abdullah
bin Übeyy ve arkadaşlarını çağırtıp böyle bir şey deyip demediklerini sordu.
Abdullah ve arkadaşları yeminler ederek böyle bir şey demediklerini, benim yalan
söylediğimi iddia ettiler. Bunun üzerine orada bulunan Ensarın ileri gelenleri
ve amcalarım beni azarladılar. Allah’ın Resûlü de beni yalanlayıp onları tasdik
etti. Bu hadise üzerine öyle üzüldüm ki, hayatımda bu kadar büyük bir keder asla
başıma gelmemiştir. Yıkılmıştım âdeta. Amcam yanıma gelerek: “Kendini
Rasûlullah’a yalanlatacak, Rasûlullah'ı bu kadar üzecek ve sana buğz edecek
duruma getirmeye seni iten sebep neydi?” diye beni epey
sıkıştırmıştı.
Sonra hemen Allah’ın Resûlü yolculuk
emri verdi. “Herkes yola koyulsun hareket ediyoruz,” buyurdu ve sahâbe hemen
yola koyuldu. Allah’ın Resûlü öyle bir saatte yola koyulmayı emir buyurdu ki, o
saatte Rasûlullah’ın yola çıktığı hiç görülmemiştir. O gün sabaha kadar yürüdük.
Herkes o kadar yorulmuştu ki konaklama emri verilince bütün sahâbe olduğu yere
çöküp uyuyuvermişlerdi.” Allah’ın Resûlü’nün böyle kritik bir durumda hemen
yolculuk emrini vermesi, ashabın bu sözle meşgul olacak zamanlarının kalmaması
ve fitnenin büyümesini engellemek içindi. Hareketle fitne sona erer. Durağan
yaşayan insanlar dedikoduya ve fitneye müsaittirler. Eminim ki şu anda Çeçenistan'da, bizdeki fitne ve dedikoduların pek çoğu
anlamını yitirmiştir.
“Abdullah bin Übeyy'in oğlu Abdullah'ın
kulağına babasının Rasûlullah’a yaptıkları, söyledikleri ulaşınca, Rasûlullah’ın
yanına gel-di: “Ya Rasulallah! Duydum ki babam sizi üzmüş ve şu anda onu
öldürmeyi düşünürmüşsünüz. Ey Allah’ın Resûlü! Eğer onu öldürtmeyi
düşünüyorsanız, bana emredin onun başını size ben getireyim! Vallahi bütün
Hazrec kabilesi bilir ki babasına benden fazla iyilik düşünen, benden fazla
babasına hürmet eden birisi yoktur. Korkarım ki benden başka birisi onu öldürür
de ona kalbim kırılabilir” deyince, Allah’ın Resûlü buyurdu ki: “Hayır! O bizim
içimizde bulunduğu müddetçe biz de ona yumuşaklıkla muamele ederiz.”
Bundan sonra işte bu sûre nâzil
oluyordu. Sûrenin bu âyetleri nâzil olunca, Allah’ın Resûlü hemen bana adam
göndererek çağırttı. Hemen yanına gittim; bana kendisine gelen bu âyetleri okudu
ve benim kulağımdan tutarak: "Bu oğlanın kulağı sadıktır, Allah da onu tas-dik
etti" buyurdu. Böylece Rabbim benim sadık olduğumu ve o münâfıkların gerçekten
benim kendilerinden duyduğum o sözleri söylediklerini bu âyetleriyle ortaya
koyuverdi.
“Bu adamlara sahiplenmeyin! Yiyecek
içecek vermeyin de peygamberin etrafından dağılıp gitsinler,” diyorlardı. “Bu
Müslümanlara ambargo koyun ki yok olup gitsinler.” Halbuki göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah’a aittir. Göklerin ve yerlerin hazineleri Allah’a aittir. Ama
münâfıklar bunu fıkhedecek durumda değillerdir. Bakıyoruz, bugünkü kâfirler ve
zalimler de aynen atalarının yollarını takip ediyorlar.
Şu anda tüm dünya münâfıklarının,
tüm dünya kâfirlerinin izledikleri metot da aynı metottur. Kendileri her şeyi
bir lokma ekmekten ibaret sandıkları için, ekmekleri kesilince bu Müslümanların
dinlerinden dönüvereceklerini zannediyorlar. Kendileri hayata midelerinden bağlı
oldukları, maddeci oldukları için Müslümanların da öyle olduklarını
zannediyorlar. Mekke’de Allah’ın Resûlü’ne ve onun yolunun yolcularına da Şi’b-i
Ebi Talip’te aynı boykotu planlıyorlardı. Bugün de tüm halkı Müslüman ülkelere
aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar.
Halbuki göklerin ve yerin
hazinelerinin sahibi Allah'tır. Kendi ellerindekileri onlara veren de Allah'tır.
Kendilerine veren Allah Müslü-manlara veremez mi? Lâkin münâfıklar bunu bilmiyorlar,
bilemezler. Onların bu yanılgıları gerçekten büyük bir yanılgıdır, ama onların
eğitiminden geçen, onların vahiylerinden, propagandalarından etkilenen
Müslümanların ağızlarına baktığımız zaman, aynen onların sözlerinin döküldüğüne
şahit olmak insanı gerçekten üzüyor değil mi? “Efendim işte bütün mal, mülk
onlardadır, bütün yetki onlardadır, ekonomik ve siyasal güç onlardadır, biz de
onlar gibi olmalıyız…” Bir de şu suçu iş-liyorlardı:
8. “Diyorlar ki: “Andolsun, eğer
Medine’ye dönersek, daha aziz (daha üstün) olan, daha zelil (daha alçak) olanı
mutlaka oradan çıkaracaktır.” Üstünlük, Ancak Allah’a, onun elçisine ve
mü’minlere aittir. Fakat münâfıklar bilmezler.”
Bir de şu suçu işliyorlar bakın. Ne
cüret? “Medine’ye hele bir dönelim onları çıkarıp atacağız. Aziz olan bizler,
zelilleri, Peygamberi ve Müslümanları da oradan sürüp çıkaracağız” diyorlardı.
Yani kendilerini aziz, Peygamberi ve beraberindeki Müslümanları da zelil
görüyorlardı. Halbuki güç kuvvet, izzet, şeref, hâkimiyet ve galibiyet Allah’ın,
O’nun aziz kıldığı peygamberin ve Müslümanlarındır. Bu münâfıklarda zerre kadar
izzet ve şeref yoktur. Eğer bunlarda zerre kadar bir izzet olsaydı, münâfıklık
yapmalarına gerek kalmazdı. Bin bir yalanın arkasına saklanarak biz de
Müslümanız demelerine, yalan söylemelerine gerek kalmazdı.
Yani bu adamlar münâfıklığa
tenezzül etmezler, açıktan açığa biz inanmıyoruz diyerek bir tavır ortaya
koyarlardı. Halbuki izzetsiz ve şerefsiz olduklarından, kâfir oldukları halde
yalan dolanla kendilerinin Müslüman olduklarını söylüyorlar. Bu ne biçim izzet?
Bu ne biçim bir şeref anlayışıdır böyle? İzzet ve şeref sahibi birisi hiç böyle
yapar mı?
İzzet ve şeref Allah’a aittir, izzet ve
şeref Peygamberdedir, izzet ve şeref mü'minlerdedir, ama münâfıklar böyle
bilmezler. Peki bu-gün kimler izzet ve şerefli? Hoca olanlar, malı olanlar,
serveti olanlar, arabasının modeli şöyle olanlar, omuzu kalabalık olanlar, evi
eşyası şöyle şöyle olanlar, villası, köşkü, sarayı olanlar, makamı mevkisi
olanlar… Rabbimiz buyurur ki, “varsın münâfıklar böyle bilsinler, Peygamberim
sen bil ki izzet ve şeref Allah'tadır, Allah'la beraber olanda, Peygamberle ilgi
ve irtibat kurandadır. İzzet ve şeref Allah’ın kitabından haberdar olmadadır,
izzet ve şeref Peygamberin sünnetinden ha-berdar
olmadadır. İzzet ve şeref iman ehli olanlardadır.” Öyleyse ey bunu anlayan
Müslümanlar! Ey bu gerçeği Allah’ın izniyle kavrayan ve kabullenen
Müslümanlar:
9. “Ey İnananlar! Sizi, mallarınız ve
çocuklarınız Allah’ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana
uğrayanlardır.”
Burada Rabbimiz insanların kendisinde
en çok izzet ve şeref görerek aldandıkları iki konuya dikkat çekiyor. Âyet-i
kerîmede özellikle mal ve çoluk-çocuğun zikredilmesi gösteriyor ki, insanlar
dünyada genellikle bu iki sebepten dolayı sapmakta ve imanın sorumluluklarını
üstlenmeye yanaşmamaktadırlar. Bu iki sebepten dolayı Allah’a kulluğu terk edip
dünyanın kulu, kölesi durumuna düşmektedirler.
Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey mü'minler!
Sakın dünya meşguliyetlerinin en görünen, en vazgeçilmez olan mal ve evlât
derdi, mal ve evlât tutkusu sizi Allah’ın zikrinden oyalamasın, alıkoymasın,
eğlemesin. Onları tasarruf derdi, o malları çekip çevirme derdi, daha çok kâra
götürme sevdası, daha fazla çoğaltma derdi ve çoluk-çocuk derdiniz, onların
istikballerini düşünme kaygınız, onlara karşı şefkatiniz, onları üç günlük
dünyada rahat ettirme planlarınız, onlara mal biriktiriverme tutkunuz sakın ha
sizi Allah’ı zikirden alıkoymasın.
Ey Müslümanlar sakın sizi
mallarınız ve evlâtlarınız Allah'la yü-celmekten, Allah'la izzet ve şerefe
ulaşmaktan, Allah’ın kitabını gündem yapmaktan alıkoymasın. Mallarımızla şeref
kazanacağız zannetmeyin. Evlâtlarımızla şeref kazanacağız zannetmeyin. Yani
ekono-mik ve siyasal gücümüzle izzet ve şerefe ulaşacağınızı sanmayın. Çünkü mal
ekonomik gücü, evlâd ve ıyâl de siyasal gücü temsil eder. Çok mal, çok evlât,
çok siyasal güç asla insana şeref getirmeyecektir. Bunlar sizi Allah’ın
kitabından alıkoyduğu sürece asla izzetli ve şerefli bir hayata
kavuşamayacaksınız.”
Zikir namazdır. Öyleyse şu biraz evvel
belirttiğimiz dertleriniz sizi beş vakit namazdan alıkoymasın. Zikir, Kur’an
demektir. Öyleyse sakın dünya derdiniz, çoluk-çocuk derdiniz, sizi Kur’an'ı
tanıma görevinizden alıkoymasın. Bu kitap zikirdir. Bu kitap onsuz Müslümanlığı
yaşayamayacağınız kulluk kitabınızdır. Siz bu kitabı tanımak zorundasınız,
hiçbir meşguliyet sizi bundan alıkoymasın.
Zikir, hutbe demektir. Önceki
sûreyle birlikte düşünecek olursak, mal-mülk, çoluk-çocuk derdi sizi cuma ve
hutbesini dinlemekten alıkoymasın.
Zikir, cihaddır. Öyleyse bunlar
aman ha sizi Allah yolunda ci-haddan alıkoymasın. Allah’ın istediği kulluğu icra
etmek için çırpınma-dan, cehdden, cihaddan engellemesin.
Allah’ı zikir demek, hayatı Allah
için yaşamayı unutmamak de-mektir. İşte asıl izzet ve şeref de budur. Yaptığı
her şeyi Allah için yapan kişi, yaşadığı hayatı Allah adına ve Allah’ın istediği
biçimde yaşayan kişi, izzet ve şeref sahibi kişi demektir.
Kim de böyle yaparsa, yani kim de bu
işlerle uğraşacağım diye, dünya derdiyle, çoluk-çocuk derdiyle uğraşacağım, mal
kazanacağım, çoluk-çocuğumu razı edeceğim diye Allah’ın zikrinden, namazdan,
Kur’an'ı tanıyarak o istikâmette yürümekten, Cumadan, Allah yolunda cihaddan ve
hâsılı Allah için bir hayat yaşamaktan uzak kalırsa, işte bu kişi hem dünyada,
hem de âhirette hüsrana uğrayan, eli boşa çıkan ve kaybeden kişidir. Böyle
yaşayan insanlar âhiretlerini kaybettikleri gibi, dünyada uğrunda çırpındıkları
çoluk-çocuklarını da kaybedeceklerdir. Dünyaya dalıp böyle çocuklarının dünyevî
hayatlarını garanti edebilmek için çırpınan nice ebeveynler görüyoruz ki,
çocuklarının dini hayatlarıyla ilgilenecek vakitleri kalmadığı için onları
kaybetmişlerdir. Kurtaracağız derken çocuklarını hepten
kaybetmişlerdir.
Mal-mülk ve çoluk çocukla uğraşırken
Allah’ın zikrinden gafil olmak münâfıkların özelliklerindendir. Âyet-i kerîme
bize bunu anlatıyor. Nisâ sûresinde de Rabbimiz şöyle
diyordu:
“Doğrusu münâfıklar Allah’ı aldatmağa
çalışır, oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza
tembel, tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı çok az
zikrederler
(Nisâ 142)
O münâfıklar namaza kalktıkları zaman
da tembel tembel kalkarlar. Dünya derdi, çoluk-çocuk derdi onları Allah’ın
zikrinden alıkoymuştur. Bir de:
10. “Birinize ölüm gelip de: “Rabbim! Beni
yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, iyilerden olsam” diyeceği
zaman gelmezden önce, size verdiğimiz rı-zıklardan sarf
edin.”
Bu izzet ve şerefe ulaşmak için
mal-mülk toplamak gerekmi-yor. İzzet ve şerefe ulaşmak için daha çok kavim,
kabile gücüne ulaş-mak da gerekmiyor. Bu âyet-i kerîmelerinde Rabbimiz
Müslümanların izzet ve şerefe ulaşabilmeleri için iki yol gösteriyor. Ya da bu
münâfıkların gaflet edip alışkanlık haline getirdikleri iki bozuk anlayışa
işaret ediyor. Birincisi, sürekli Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın kitabıyla
beraber olup, Allah’ın zikriyle beraber olup onun kontrolünde bir hayat yaşamak,
yani yaşadığı hayatı Allah adına yaşadığının şuurunda olmak. İkincisi de infaka
hazır olmak. Yani birincisi Allah’tan sürekli mesaj al-maya devam etmek,
ikincisi de Allah’tan alınan bu mesajı insanlarla paylaşmaya, insanlara
ulaştırmaya çalışmaktır.
Evet ey Müslümanlar! Allah yolunda
infak edin. Size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Sahip olduğunuz şeyleri
Allah’ın kullarıyla paylaşmadan yana olun. Elinizdekileri, kafanızdakileri
Allah’ın kullarına ulaştırmaya çalışın. Değilse unutmayın öyle bir gün gelecek
ki, elinizdekileri kafanızdakileri infak imkânınız kalmayacak. Ölüm gelip
çattığı, dâvetsiz misafir kapınızı çaldığı zaman da insanlardan kimileri bakın
şöyle diyecekler:
“Ya Rabbi ne olur beni yakın bir süreye
kadar erteleseydin de sadaka verip salihlerden olsaydım. Ya Rabbi, çok değil
bana azıcık bir ömür versen de, ömrümü bir kaç gün uzatsan da ben de sadaka
vermeye çalışsam ve salih kullardan olsam.” İşte ey mü'minler böyle bir gün
gelmeden infakta bulunun. Değilse insanların böyle demeleri, yalvarıp
yakarmaları hiçbir mânâ ifade etmeyecektir. Öyleyse gelin o gün gelmezden önce
şimdiden akıllarınızı başlarınıza alın da, infak ederek izzet ve şerefe ulaşın.
Gece-gündüz, mal-mülk topladınız.
Zannettiniz ki kimin malı çoksa, kimin arabasının modeli şöyleyse izzet ve şeref
ondadır. Zannettiniz ki en güzel ev kiminse, izzet ve şeref ondadır. Zannettiniz
ki siyasal ve ekonomik güce sahip olanlar üstündür. Hep böyle bir hayatın
hedefiyle çırpınırken, ölüm gelince bunun böyle olmadığını anlayacak, pişman
olacaksınız. Çünkü:
11. “Bir canın eceli gelip çatınca, Allah onu
asla geri bırakmaz; Allah, işlediklerinizden haberdardır.”
Belli
bir zaman parçası ve bu parçanın sonu; vakit ve son. Bir şey için belirlenmiş
zaman dilimine ecel denir. İnsanın veya herhangi bir canlının eceli, kendisine
tâyin edilen ömürdür. "Ecelin gelmesi" ise, tâyin edilmiş bulunan ömrün son
bulması, yani ölümdür. Allah indinde her canlı için tâyin edilmiş bir ecel
vardır. Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulur.
Ecel;
bir şeyin sonu, bitmesi, nihâyete ermesi demektir. Terim olarak ise: ömrün
bitmesi, sona ermesi anlamlarında kullanılır. Allah (c.c) herkes için bir ömür
belirlemiştir. Her canlı kendisi için belirlenmiş olan o ömrü bitirecektir.
Ölümü de dirilmeyi de Allah (c.c) yaratır. Ecelin ileri alınması ya da geriye
bırakılması mümkün değildir. Her insanın bir eceli olduğu gibi her ümmetin
(topluluğun) de bir eceli vardır. (Yunus, 49)
Ecel,
kazâ ve kaderle ilgili bir meseledir. Nasıl diğer olayları Allah, geçmiş ve
geleceği kuşatan ilmiyle belirlemişse, eceli de ilmiyle takdir etmiştir.
"Öldürülen kişi de eceliyle mi ölmüştür? Öldürülmüş ol-masaydı daha bir müddet
yaşayacak mıydı, yaşamayacak mıydı?" gibi sorular ister istemez akla
gelmektedir. Nitekim bu hususta kimi âlimler farklı kanaat ileri sürmüşlerdir.
Mutezîle'den bir kısım âlimlere göre öldürülen kişi eceliyle ölmemiştir.
Öldürülmemiş olsaydı, daha bir müddet yaşayacaktı. Ehl-i Sünnet ile diğer
Mutezilelere göre ise, eceliyle ölmüştür. Aksini ileri süren Mutezilîler,
kullârın fiillerinin yaratılmasıyla ilgili görüşlerinden dolâyı bu görüşe
varmışlardır. Çünkü onlara göre fiilin faili, bizzat kulun kendisidir. O halde
öldürme işi, öldüren katilin kendi işidir. Ehl-i Sünnet'in tamamına göre
öldürülen kişi de eceliyle ölmüştür. Ancak katil bu fiilinden dolayı ceza görür.
Eceliyle ölmediğini söylemek yanlıştır. Allah o kişinin öldürüleceğini önceden
bilmektedir ve ecelini de ona göre tâyin etmiştir. Allah onda ölümü
yaratmasından dolayı ölmüştür. Öldürülerek ölen kimse için, "Öldürülmeseydi
yaşayacaktı" gibi sözler söylemek doğru değildir. Hattâ "öldürülmemiş olsaydı,
ne olurdu?" gibi bir varsayım üzerinde birtakım görüşler ileri sürmek dahi
yanlıştır. Çünkü bütün bunlar Allah'ın tak-diriyle olmaktadır ve aksi söz konusu
olamaz.
"Bir canlıya ömür verilmesi de,
ömründen azaltıl-ması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır."
(el-Fâtır:
35/11)
âyetinde
"Ömrünün kısaltılması" ifadesiyle ilgili olarak İmâ-mu'l-Haremeyn el-Cüveynî
şöyle demektedir: Bu âyetle iki durum kastedilmiştir ki, onlardan biri: Bir
kimsenin benzerlerine nazaran ömrünün eksiltilmesidir. Yoksa, Allah'ın ilminde
mevcut olan ömrünün eksiltilmesi anlamında değildir. Bu nasıl mümkün olsun ki,
Allah, ilminde onun ecelini takdir etmiştir. İkinci durum ise: Eksiltme ve
arttırmanın, melekler indindeki sahifelerde gerçekleşmesidir. Onların
sa-hifelerinde bir şey mutlak olarak yazılıdır ama, Allah'ın ilminde kayıt
altına alınmıştır. Vuku bulacak olan da, bu kayıt altına alınan şekildir.
Âlimler,
"Allah, dilediğini siler,
dilediğini bırakır. (Bütün) kitapların anası, O'nun
yanındadır."
(Ra'd,39)
âyetini
de buna hamletmişlerdir.[*]
O halde Allah indindeki ilim, yani kader, katiyen değişmez. Levh-i Mahfûz'da ne
yazılmışsa mutla-ka olur. Ancak meleklerin yanında da olayların yazılı bulunduğu
say-falar vardır ve bu sayfalarda yazılanlar, değişikliğe maruz kalabilir. Bu
gibi konular gayb âlemini ilgilendirdiği için tabiatıyla onların mâhiyet-lerini
bilemeyiz. Meleklerin yanında bulunan sayfaların değişmesinin elbette bir
hikmeti vardır. Belki de bunun hikmeti, meleklerin gayba tam olarak vâkıf
olmalarını engellemektir. Allah neyi diler ve murad e-derse mutlaka onda bir
hikmet vardır.
“O Allah ki, amelce hanginiz daha güzeldir
diye, sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır O güçlüdür,
bağışlayıcıdır.”
(Mülk 2)
Her insan eceliyle ölür, hiçbir
kimse ölüme müda-hale edemez. Ancak Allah’ın yazmış olduğu ecele göre ö-lür.
“Hem Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vadesiyle yazılmış
bir yazıdır.”
(Al-i
İmrân 145)
“Allah işlediklerinizden haberdardır.”
Allah kimin ne yaptığını çok iyi bilir.
Geri döndürüldükleri zaman, yani ölümleri, ecelleri tehir edilip kendilerine
imkân tanındıkları zaman, kimin neye döneceğini de Allah bilir. Yani hayattayken
bir şey yapmamışlar, hiçbir kulluk işlememişler, şimdi birkaç gün kendilerine
imkân tanınınca ne yapacaklar, ne amel işleyecekler bunlar? Allah, mü'mini de
bilir, münafığı da. Allah’ın zikrine koşanı, vahiyle beraber olanı da bilir,
vahiy kaçkınlarını da. Allah adına bir hayat yaşayanı da bilir, Allah’ın
mesajını tanımadan kendi kendine hayat programı yapanları da. İzzeti Allah’ta,
Allah’ın dininde, Allah’ın kitabında ve Resûlü’nün sünnetinde bilenleri ve bu
izzetle beraber olmaya çalışanları da bilir, izzeti, şerefi malda, makamda ve
dünyalık şeylerde gören, bunları elde etmek için bir ömür boyu çırpınanları da
bilir. Akıllarını başlarına alıp Allah’ın razı olacağı bir hayatı yaşayanı da
bilir, dünyaya meyledip aldananları da bilir. Bu aldananlar da bundan sonraki
sûrede, Teğabun sûresinde anlatılacak.
Bu sûre ile alâkalı bu kadar söz yeter.
Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Velhamdü lillahi
Rabbil’âlemîn.
Kitabımızın bundan sonraki bölümlerini
tanımak için 17. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Vel hamdü lillahi
Rabbil’âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder