CUM’A SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabımızın
62., nüzûl sıralamasına göre 110., mufassal kısmının dördüncü sûreler grubunun
ikinci sûresi olan Cum’a sûresi, Medine’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
11’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Sûrenin adı, 9. âyette geçen Cuma
kelimesinden alınmıştır. Sûrede Cuma, Cuma namazı, Cuma hutbesiyle ilgili
hükümler anlatılmakla birlikte, sadece Cuma namazı anlatılmış değildir. Sûrenin
ilk 8 âyeti hicretin 7. yılında, muhtemelen Hayber’in fethine rastlayan bir
dönemde nâzil olmuştur. Yahudilerin son kalesi olan Hayber’in düşüp Yahudilerin
kolu kanadı kırılışından sonra Rabbimizin bu derbeder topluma son defa
seslenişini ihtiva eden bu âyetlerin indiği rivâyet edilir. Sûrenin
nüzul sebebine, 11. âyette yer alan, “Onlar bir ticaret ya da bir oyun ve
eğlence gördükleri zaman ona akın ettiler ve seni ayakta bıraktılar” ifadesiyle
işaret edilmiştir. Muteber kaynaklarda verilen bilgilerden anlaşıldığına göre
Medine’de böyle bir hadise gerçekleşmiştir. İnşallah yeri geldiğinde bilgi
vereceğim.
Konu
ile ilgili bu ve benzeri rivâyetler sûrenin nüzul sebebine ışık tuttuğu gibi,
aynı zamanda sûrenin nüzul yılı konusunda da bilgi vermektedir. Çünkü sözü
edilen kıtlık hicretten sonra meydana gelmiştir.
Sûrenin, Cuma’yı konu edinen son üç
âyetinin hicretten hemen sonra indiği rivâyet edilir. Zira Allah’ın Resûlü
Medine’ye gelişinin beşinci günü Cuma namazı kıldırmış ve bu âyetler namaz
esnasında meydana bulan bir hadise üzerine inmiştir. Müslümanlara bir toplantı
esnasında nasıl davranılması gerektiği konusunda tebliğde
bulunulmuştur.
Sûrenin iki ayrı bölümü iki ayrı
zamanda, iki ayrı dönemde nâzil olduğu için, konuları da, muhatapları da
farklıdır. İlk sekiz âyetin muhatabı Yahudilerdir. Yahudiler Mekke’de zuhur eden
İslâm dâvetini önlemek için yoğun bir çabanın içine girmişlerdi. Son elçi kendi
içlerinden çıkmadı, vahiy kendilerine gelmedi diye Ben-i Kaynuka, Ben-i Kureyza,
Ben-i Nâdir Yahudileri var güçleriyle bu dini yok etmek, bu dâveti boğmak için
çırpındılar. Arap kabilelerini Rasulullah’a karşı kışkırttılar. Araplara,
peygamberle mücadele yöntemleri ulaştırdılar.
Din, vahiy konusunda kendilerinin
yetkili olduklarını, Allah’ın yeryüzünde hiç kimseye vahiy göndermediğini,
Muhammed’in (a.s) bir yalancı olduğunu, ona inanmamaları gerektiğini ısrarla
empoze ettiler. Altı-yedi yıl süren tüm bu çabaları Allah’ın hak dini karşısında
başarısız kalmış, daha sonra Ahzâb savaşında bozguna uğramışlar ve artık
Medine’de tutunamayacaklarını anlayınca Hayber’de toplanmışlardı. Bu âyetlerin
nâzil olduğu günlerde orada da dayanamayıp bizzat kendi arzularıyla, kendi
başvurularıyla İslâm ümmetinin egemenliğini kabul edip Müslümanların zimmeti
altına girerler. İslâm’ın adını bile duymaya tahammülü olmayan bu insanlar,
zilletin zirvesinde bir hayata razı olurlar. İşte böyle bir atmosferde nâzil
olan bu sûresiyle Rabbimiz, belki son kez Yahudilere seslenerek onları imanâ,
İslâm’a, kurtuluşa çağırır. Belki de bu, Rabbimizin onlara tanıdığı son fırsat,
son ikazdı.
Bu hitabede, bu ikazda şu üç nokta
vurgulanır: “Ey Yahudiler, sizler bu elçimi tanıyorsunuz. Sizler yanınızdaki,
elinizdeki kitabın, Tevrat’ın tasdikçisi olarak gönderdiğimiz bu peygamberi öz
evlâdınızı tanıdığınız gibi tanıyorsunuz. Sizden başkalarının yanında olmayan
bir bilgiye sahipsiniz. Mûsâ’yı tanıyor, Tevrat’ı biliyorsunuz. Avucunuzun içi
gibi bildiğiniz, tanıdığınız, son elçimi bekleyenler, yolunu gözleyenler, onun
gelişiyle putperestlere galip geleceğini ümit edenler sizler değil miydiniz?
İşte beklediğiniz peygamber karşınızda duruyor. Üstelik Mekke’den Medine’ye
ayağınıza kadar gelmiş, hicret etmiştir. Gelin tarih içinde bundan önce
yaşadığınız o derbeder hayattan kurtulmak, eski izzet ve şerefli günlerinize
kavuşmak için bu son fırsatı kaçırmayın,” buyurarak, Rabbimiz o günkü İsrail
oğullarının artığı olan Yahudileri son peygamberine ve ona gönderdiği son
kitabına imanâ dâvet eder.
O güne kadar tarihte kendilerine pek
çok peygamberler gönderilmiş, pek çok kitaplar gönderilmişti. Allah’ın hak
kitapları Tevrat, Zebur ve İncil hep bu topluma gönderilmişti. Allah ısrarla o
güne kadar bunları sürekli uyarmıştı. Ama bu toplum peygamber bilgisine, vahiy,
kitap bilgisine sahip oldukları halde kendilerine gönderilmiş kitapları hep
arkalarına atmış, Allah’ı unutmuş ve Allah’ın gönderdiği peygamberleri
yalanlamış veya şehit etmişlerdi. Hep böyle bir karakter sergilemişlerdi.
Ellerinde kitapları olmasına rağmen kitapla ilgisiz bir hayat yaşamayı
yeğlediklerinden dolayı, bilhassa kölelik psikozuna düşmeleri sebebiyle
hayatları boyunca rezil ve aşağılık bir hayat yaşam
sürmüşlerdi.
“Ey Yahudiler, sizler bu son elçinin
kendi kavminiz içinden değil de ümmî diye tahkir ettiğiniz başka bir toplum
içinden çıkarıldığı için onu reddediyorsunuz. Bu bâtıl bir iddiadır. Ümmîler
içinden asla bir peygamberin gelmeyeceğini, gelemeyeceğini iddia ediyorsunuz.
Halbuki işte görüyorsunuz ki Allah o bildiğiniz, tanıdığınız peygamberi
ümmîlerin içinden çıkarmış ve onun aracılığıyla size mesajını sunmaktadır.
İnsanları küfürden, şirkten, isyandan, günahlardan, sapıklıklardan tezkiye
ederek, arındırarak onlara doğru yolu göstermektedir. Bu Allah’ın bir lütfudur,
bir nîmetidir ve onu dilediğine verir. Gelin akıllarınızı başınıza alın da, bu
konuda Allah’a akıl vermeye kalkışmayın. “Şuna vermeliydin, buna göndermeliydin
ya Rabbi!” diye O’na yol göstermeye kalkışmayın.”
“Sizler Tevrat’ı yüklenen kimseler
olarak asla O’nun kıymetini bilemediniz. Kitaba karşı sorumluluğunuzu yerine
getiremediniz. Kitabı yüklendiğiniz halde onun içindekilerden habersiz bir
hayatın adamı oldunuz. Sırtındaki kitapta nelerin yazılı olduğunun farkında
olmayan merkeplere benziyorsunuz. Kitabınızdan habersiz bir hayat yaşamanızın
tabii sonucu olarak kendinizin Allah’ın sevgili kulları olduğunuzu, asla
cehenneme uğramayacağınızı iddia ediyor, bunlarla avunmaya çalışıyorsunuz. Eğer
bu iddianızda samimi olsaydınız, ölümden bu derece korkmamanız, hayatı bu derece
sevmemeniz, dünyaya bu derece yapışkan olmamanız gerekecekti. Halbuki işte
hayatınız… Ölüm korkusundan ötürü hep yenilgiyi sineye çeken, hep zillet içinde
bir hayatı kabul eden bir karakter sergiliyorsunuz.”
Bu birinci bölümden birkaç yıl sonra
nâzil olan ikinci bölümde de, Yahudilerin “Yevmu’s Sebt” gününe mukabil olarak
Müslümanlara Cuma gününün bağışlanması sebebiyle -Allah en iyisini bilir- bu iki
bölüm birleştirilip bir sûre haline getirilmiştir. Bu bölümde de Müslümanların,
Yahudilerin “Yevmu’s Sebt” gününe karşı takındıkları tavır gibi Cuma gününe bir
tavır takınmamaları uyarısında bulunulur. Allah’ın Resûlü hutbedeyken, bir
ticaret kervanının sesini işiten Müslümanlar 12 kişi hariç mescidi terk edip
Rasulullah Efendimizi ayakta yalnız bıraktılar. Bu sebepten dolayı Cuma günü
Cuma namazı için ezan okunduğu andan itibaren her türlü iş, her türlü meşguliyet
ve alış-veriş haram kılınıyor.
Evet, Sûrenin
konusu, peygamber efendimize gönderilen vahyin insanlara yol gösterici özelliği
ve cuma namazıyla ilgili hükümlerdir. Yine sûrede esma-i hünsâdan dört isim yer
almaktadır. Sûre, önceki sûreler gibi Allah’ı tesbih ve sürekli gündemde tutma
emriyle başlar. Daha Rabbimizin ümmî bir toplum içinden peygamber seçip
göndermesinin sebepleri ve dolayısıyla peygamberin görevleri, misyonu açıklanır.
Bu görevlerin, Allah’ın âyetlerini insanlara okuması, onları maddî ve manevî
temizliğe teşvik etmesi, onlara kitabı ve kitabın pratik uygulaması olan hikmeti
öğretmesidir. Elbette peygamberin insanlığa yönelik bu görev ve hizmetleri hem
kendi dönemi insanlarını, hem de daha sonra gelecek toplumlara şâmil olacaktır.
Sûrenin
bu konu ile ilgili âyetlerinde peygamberlerin görevleri Resûlullah Efendimizin
şahsında ifade edildikten sonra önceki ümmetlerden Yahudilere gönderilen
emirlerin onlar tarafından samimiyetle benimsemediği ifade edilerek bu tür
davranışlar içinde olanlar, sırtlarında Tevrat taşıyan, ama taşıdıkları kitabın
sorumluluğundan habersiz olan merkeplere benzetilmiştir. Allah’ın sevgilileri ve
dostları olduklarını söyledikleri halde dostlarından gelen hayat programından
habersiz yaşayan Yahudilerin samimiyetsizlikleri ortaya konarak hem onlar hem de
Kur’an’ın muhatapları olan Müslümanlar uyarılmaktadır. Ey Müslümanlar, sakın
sizler de kitabınıza o Yahudiler gibi davranmayın uyarısı yapılmaktadır.
Sonra
yine Yahudilere dönüp; “sizler eğer Allah’ın dostları ise-niz, bu iddianızda
samimi iseniz, niye dostunuza kavuşmak üzere ölümü temenni etmiyorsunuz?”
buyurulmaktadır. Kitabımızın Bakara sûresinin de beyanıyla aslında Yahudiler
Rabbimize karşı samimiyet-siz davrandıkları ve O’nun elçilerine ve kullarına
zulmettikleri için öl-meyi ve büyük hesap gününe intikal etmeyi hiçbir zaman
istemeyen bir psikolojiye sahiptirler. (Bakara 94-96)
Sûrenin
son üç âyetinde, Cuma vakti gelince işi gücü bırakıp zikre koşma emredilirken,
namaz bittikten sonra da dağılıp Allah’ın fazlu keremine sığınarak rızık arama
izni verilmektedir.
Yine
bu sûrede Müslümanlığın vahye teslim olmaksızın, vahyi tanıyıp onunla hareket
etmeksizin asla mümkün olmayacağı, olamayacağı, kulluğun sadece boş bir iddia
veya amelsiz bilgiler yığını değil, bu bilgilerin yaşanması olduğunu ortaya
koyar.
Sûre
ile alâkalı bu mukaddimeden sonra inşallah âyetleri tek tek tanımaya
başlayabiliriz. Rabbim gereği gibi anlayıp aktarmayı nasip
buyursun.
1. “Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar,
hükümran, çok kutsal, güçlü ve Hakim olan Allah’ı tesbih
ederler.”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ı tesbih eder. Melekler, yıldızlar, ay, güneş, bitkiler, semâ, arz, tüm
varlıklar Allah’ı tesbih eder. Tüm varlıklar Allah’ı gündemde tutar. Tüm
varlıklar Allah’ın ken-dileri için çizdiği program dahilinde, Allah’ın
belirlediği yörünge istikâmetinde hareket ederek, Allah yasalarına boyun bükerek
Allah’ı tes-bih ederler. Sürekli Rabblerini gündemde tutarak, Allah’ın
emirlerine boyun bükerek, Allah’ın yasalarına itaat ederek, Rabblerinin
emirlerini yerine getirme konusunda görevli olduklarını, kul olduklarını bir an
bile unutmayarak Allah’ı tesbih ederler.
Tüm varlıklar kuldur. Bu
varlıklar ne kadar büyük, ne kadar yüce, ne kadar da günahsız olurlarsa
olsunlar, onların Allah karşısındaki konumları kulluktan başka bir şey değildir.
Allah’ın yarattığı mahluklar ne kadar cesîm olurlarsa olsunlar, ne kadar da yüce
varlıklar olurlarsa olsunlar, yine de kuldurlar. Kul ne kadar yüce olursa olsun,
yine de yaratıcısına muhtaçtır. Âbid her yerde, her zaman ve mekânda yine âbid,
Mabûd da Mabûd’dur. Yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında
konumu kulluktur. Tüm varlıklar zerre kadar bir gurur ve kibre kapılmadan
Rabblerine kulluk yapıyor, Rabblerini tesbih ediyor, Rabblerini azametine uygun
sıfatlarıyla tanıyor, noksan sıfatlardan tenzih ediyor, yerdeki ukalâların
saygısızlıklarından ötürü de sıfatlarıyla tanıdıkları Rabblerinden özür
diliyorlar.
Allah Meliktir, Kuddüs’tür, Azîzdir,
Hakimdir. Yahudiler peygamberliği bize göndermeliydi, elçiyi bizden seçmeliydi
diye O’nu şartlandırmaya çalışsalar da, Allah Meliktir. Göklerde ve yerde ne
var-sa hepsinin mülkü O’na aittir. Göklerin ve yerin mutlak Mâliki O’dur.
Göklerde ve yerde tek egemen, yegâne tasarruf sahibi O’dur. Gökler-de ve yerde
hiç bir güç O’nun önüne geçemez, hiçbir güç O’nu etkisi altına alamaz, hiçbir
güç O’nun yetki sahasına giremez, hiçbir güç O’-nun yetkilerini sınırlandıramaz.
Sizler O’nun tebaâları, kulları ve köleleri iken, O’na karşı gelme, O’nun
kararlarını gözden geçirme gücüne sahip değilken, nasıl oluyor da O’nu
yönlendirmeye, şartlandırmaya çalışıyorsunuz? Nasıl oluyor da peygamberliği
falanlara filânlara değil de bize vermeliydi demeye çalışıyorsunuz? Kim verdi bu
yetkiyi size?
Allah Kuddüs’tür. Her türlü
noksanlıklardan, her türlü kusurlardan münezzehtir. O’nun aldığı kararlarda
herhangi bir yanılgı söz konusu değildir. Hiçbir lekesi olmayan, temiz ve pâk
olandır. Onun sizin adınıza aldığı kararlar da mükemmel ve tertemizdir. Sizin
için belirlediği hayat programı da övgüye, takdise
lâyıktır.
Allah, Azîzdir. Her şeye güç yetiren
mutlak güç sahibi, her konuya hakim olan mutlak hâkimiyet sahibi, mutlak otorite
sahibidir. Hiç kimsenin kendisine galip gelemeyeceği, hiçbir şeyin kendisini
aciz bırakamayacağı yenilmez ve yanılmaz bir Allah’tır. Öyle bir Azîz ki,
izzetine kimse toz konduramaz. Öyle bir Azîz ki, sahasına kimse gire-mez. Öyle
bir Azîz ki, aldığı kararları hiç kimse gözden geçiremez. Öyle bir Azîz ki,
yönetimine hiç kimse karışamaz. Hâkimiyeti, gökleri ve yerleri idaresi konusunda
hiç kimse O’na ortaklık iddiasında bulu-namaz. Rubûbiyeti ve ulûhiyeti konusunda
ortağı olmayan, vekilleri, yetkilileri, yardımcıları olmayan bir Allah’tır.
Peygamberini seçerken, Kitabını gönderirken, emirlerini indirirken hiç kimsenin
etkisi altında kalmayan, göklerde ve yerde ne varsa her şeyin sahibi olan bir
Allah-tır.
Aynı zaman da Hakimdir de Allah.
Hikmet, hâkimiyet sahibidir. Ne buyurmuş, neyi emretmiş, neyi yasaklamışsa, ne
yapmış, ne yaratmış, kimi elçi seçmişse, yani kendisinden ne tecelli etmişse,
mutlaka her şeyi hikmetlidir. Kadın şöyle giyinmeli, erkek böyle giyinmelidir mi
dedi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Toplumda kısası uygulayın mı de-di? Hukukunuz
şöyle olsun, eğitiminiz böyle olsun, kazanmanız, harcamanız, geceniz, gündüzünüz
şöyle olsun mu dedi? Çocuklarınızı şöyle eğitin, hanımlarınızla şöyle bir ilişki
kurun, komşularınıza şöyle davranın, içki içmeyin, zina etmeyin, fâizden uzak
durun mu dedi? Allah ne dedi, ne yaptı, ne yapmanızı ve ne yapmamanızı
istediyse, bilesiniz ki hepsinde mutlaka bir hikmet vardır.
Göklerde ve yerde ne varsa, işte bu
sıfatların sahibi olan Allah’ı tesbih ederler. Öyleyse göklerdekiler ve
yerdekiler gibi kul olan bizler de, onların kervanına katılıp Rabbimizi tesbih
edeceğiz. Biz de Rabbimizi gündeme alacağız. Şu sayılan sıfatlarıyla Rabbimizi
tesbih edeceğiz. “Ya Mâlik! Ey Mâlikim! Ey sahibim! Ya Kuddüs! Ey benim için en
kutsal olan, tek kutsal olan! Ey hayatımda tek kutsadığım! Ey kararları,
yasaları gözden geçirilmez olan Rabbim! Ya Azîz! Ey mutlak güç ve kudret sahibi!
Ey hikmet sahibi! Ey yaptığı her şeyi belli bir hikmetle yapan! Ey hayatımı
kendisine sormam gereken! Ey hayatıma hakim olan!” diyerek Rabbimizi tesbih
edecek ve bu tesbihimize göre bir hayat yaşayacağız.
2. “Ümmîler (Kitapsız) kimseler
arasından, kendi-lerine âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitabı ve
hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Onlar, daha önce, şüphesiz apaçık
bir sapıklık içinde idiler.”
İşte bu hikmetinin gereği olarak
ümmîlerin arasından bir elçi göndermiştir Rabbimiz. Ümmîlerin içinden şerefli
bir elçi seçmiştir. Kendilerinden birini onlara elçi gönderdi. Tabii o ümmîler
ilk planda Mekke ve civarındaki kabilelerdir. Doğrusu onlar herhangi bir felsefi
akımın içine girmemişlerdi. Daha önce kendilerine kitap ve peygamber gönderilen
Yahudi ve Hıristiyanlar gibi bağnaz bir özelliğe de ulaşmamışlardı. Tamamen
bilgisizce ama özgürce bir hayat yaşıyorlar, keyiflerine göre takılıyorlar ve
kendilerinin bağlanıp kaybetmekten korktukları bir düşünce sistemleri, bir inanç
manzumeleri yoktu. İşte bunlar arasından Muhammed (a.s) kendilerine elçi
gönderildi.
Anasından
doğduğu gibi kalan; yeni bir bilgi edinmemiş olan; okuma-yazma bilmeyen. "Ümm"
kelimesinin ism-i mensubu "ümm"e mensup olan, Arap dilinde "ümm"; anne, bir
şeyin aslı gibi anlamlara gelir.
Kur'ân-ı
Kerîm'de Peygamber (s.a.s) da ümmî diye vasfedilir. Onun neden bu vasıfla
vasıflandığı konusunda âlimler birkaç ihtimal zikrederler:
a-
Bu kelime ile anneye nispet kastedilmiştir. Sanki doğduğu hal üzere kalmış; yeni
bilgiler elde ederek asli fıtratının değişmediği kastedilmiş
olabilir.
b-
Arap milletine mensup olduğuna işaret edilmiş olabilir.
c-
Mekkeli anlamında kullanılmış olabilir. Çünkü Mekke'nin isimlerinden biri
Ümmü'l-Kura idi.
Resûlullah
(s.a.s)'in kendisine vahiy gelinceye dek okuma-yazma bilmediği tüm âlimler
tarafından kabul edilmektedir. Nitekim bu durum şu âyette de açıkça ifade
edilmektedir: "Sen bundan (Kur'ân'-dan) evvel hiç bir kitap okur değildin.
Elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı (hak ve hakikati) iptal (ve inkâr) edenler
elbette şüphelere dü-şerlerdi"
(Ankebût,48)
Ancak
kendisine vahiy geldikten sonra okuma-yazmayı öğre-nip öğrenmediği konusunda
farklı görüşler vardır. Burada bunun münakaşasına girmek istemiyorum.
'Ümmî',
anneye mensup, anasından doğduğu gibi kalan, oku-ma-yazma bilmeyen demektir.
'Ümm' anne demektir ki, 'ümmî' anne-ye nispet edilen şeydir. Kavram olarak
'ümmî', yalnızca okuma-yaz-ma yoluyla elde edilen bilgileri bilmeyen, doğal hali
üzere kalan kişiyi anlatır. 'Ümmî' kelimesi, anneye nispet edilmesi sebebiyle,
hem gön-lünü kitabî bilgilerle doldurmamış kişiyi ifâde eder, hem de saflığı,
ya-ratılış berraklığını ve anne merhametini dile getirir. Annesinin kendi-sine
verdiği bilgilerle yetinmiş, okuma-yazma bilmeyen ve bu yolla el-de edilebilecek
kitabî bilgileri öğrenmeyen, zihni parlak, annesine nis-bet edilen kişilere
'ümmî' denilir.
Kırk
yaşına kadar okuma-yazma öğrenmeyen ve bu yolla elde edilen bilgilere ulaşmayan,
devrinin entelektüel bilgi ortamında bulun-mayan bir insan, Kur'an gibi mûcize
ve insan üstü bir kitabı insanlara anlatıyor, onlara ahlâkın ve davranışların en
güzelini öğretiyor, onları iyiye ve doğruya sevk ediyor, onları en güzel şekilde
yönetiyor. Onun peygamber olarak gönderildiği toplumu, kitabî bilgiden,
okuma-yazma kolaylığından uzak olan bu insanları, hatta binlerce insanı, en kötü
durumdan çıkarıyor, onları yirmi yıl gibi kısa bir sürede yetiştiriyor, eğitiyor
ve onları çağlar boyunca gelebilecek topluluklar içerisinde tek örnek haline
getiriyor. İşte bu, Kur'an'ın ve Hz. Muhammed'in pey-gamberliğinin 'vahy'
kaynaklı olduğunu göstermek içindir.
Peygamberliği
ve vahy kurumunu anlamayanlar veya anlamak istemeyenler, peygamberlerin kendi
zamanlarının en bilgili, o gün ge-çerli olan bütün ilimleri bilen kişiler
olmaları gerektiğini sanırlar. Hal-buki gerçek onların sandığı gibi değildir.
Peygamberler, duyularla ve akılla elde edilen bilginin değil, duyular üstü, yani
vahyden kaynakla-nan bilginin tebliğcileridir. Onların sahip olduğu bilgi, akıl
dışı değildir, fakat akıl ve idrâk üstüdür. Onların haber ve bilgi kaynağı
'vahy'dir.
Peygamberler,
yeni bir din icatçısı değil, kendilerine bildirilen vahy'i insanlara açıklayan,
öğreten ve uygulayan kimselerdir. Dolayısıyla onların da diğer bilginler gibi
yazılı ve sözlü entelektüel bilgiye ulaş-maları gerekmez.
Kur'an,
Hz. Muhammed'in ümmî bir peygamber olduğunu vur-guluyor. Bu sıfat O'nun için bir
eksiklik değil, bilakis bir mûcizedir. O-nun, yerine getirdiği görev ve bunun
sonuçları, şüphesiz okuma-yaz-ma bilmeyen, birtakım pratik bilgilerden yoksun
kimselerin yapacağı iş değildir. Bu faâliyet, ancak kendisine 'vahy' gelen bir
nebînin işidir. Kur'an'ın, Peygamber'in ümmîliğini vurgulaması, o günkü
Yahûdilerin anlayışlarına da bir cevaptır. Çünkü o günkü Yahudileri,
kendilerinden olmayanları küçük düşürücü bir sıfat olarak 'ümmî' diye
çağırıyorlardı.
Kur'an,
inkârcıların 'Kur'an'ı o yazıyor, sonra da bize okuyor' gibi birtakım
tenkitlerini önlemek için, Peygamberimizin daha önce böyle şeyleri okumadığını
vurguluyor:
"Bundan önce sen hiç kitap okuyan
değildin ve onu sağ elinle de yazıyor değildin. Böyle olsaydı, bâtılda olanlar
şüpheye kapılırdı."
(Ankebût,
48)
İşte,
bâtılda olanların Kur'an hakkındaki şüphelerini reddetmek ve onun vahy yoluyla
geldiğini göstermek için, 'ümmî' bir peygambere inzâl edilmişti (gönderilmişti).
İlk vahy geldiğinde Cebrâil (a.s.) Hz. Muhammed'e 'oku!' dediği zaman, o, 'ben okuma bilmem' cevabını vermişti. Bu
emir, üç defa tekrarlandığı halde, hep 'ben okuma bil-mem' karşılığını vermişti.
Sonra Cebrâil (a.s.) "Yaratan Rabbinin
adıy-la oku!" âyetlerini okudu ve Peygamberimiz de tekrar etti. Buradaki
okumanın sıradan bir kitabın satırlarını okumak gibi olmadığını, vahyî okumanın
farklı bir şey olduğunu hatırlatmak gerek.
Peygamberimiz
(s.a.v.) Ramazan hilâli ile ilgili bir konuda; "Biz ümmî bir ümmetiz; ne yazı biliriz, ne
de hesap. Hilâl, şöyle şöyledir..." buyurarak, bu gerçeğin altını bir kez
daha çizmiştir.
(Buhârî,
Savm 13, Müslim, Savm, 2)
Kur'an'ın
ve onun anlattığı İslâm'ın, vahy kaynaklı olduğu ve asla Hz. Muhammed'in
kafasından çıkma şeyler olmadığı konusunda 'ümmîlik' sıfatı son derece
önemlidir. Ayrıca, Kur'an'ın ilk muhâtabı câhiliyye insanı da ümmî idi. Ancak,
onlardan en üstün nesil olan sa-hâbe toplumu çıkmıştır. Bu da Kur'an'ın vahy
kaynaklı olmasının so-nucudur. İşin böyle olması, Kur'an ve İslâm hakkındaki
bütün yanlış iddiaları bir tarafa atmamızı sağlıyor. İslâm, Allah'ın dinidir,
Kur'an vahye dayanır, Hz. Muhammed (a.s) yüce ve 'ümmî' bir elçidir. Şüp-hesiz
ki bugün artık insanlar hakkında ümmîlik sıfatı, pek övücü bir sıfat
değildir.
Evet, Kur’an-ı Kerîm’de ümmî kavramı
birkaç manâda kullanıl-maktadır:
1- Ümmî, ehl-i kitabın mukabili,
zıddıdır. Kendilerine kitap verilmeyenlere ümmî denmektedir. Âl-i İmrân
sûresindeki Rabbimizin şu âyeti bunu anlatır.
“Ey Muhammed! Eğer seninle tartışmaya
girişirlerse, “Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah’a verdim,” de.
Kendilerine Kitap verilenlere ve ümmîlere (kitapsızlara): “Siz de İslâm oldunuz
mu?” de, şâyet İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir, yüz çevirirlerse, sana
yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kullarını görür.”
(Âl-i İmrân
20)
Yine Bakara’nın beyanına göre ümmî,
kendilerine Allah tarafından hayat programı olarak gönderilen kitaptan habersiz
yaşayan, ben de, biz de kitap ehliyiz, bizim de bir kitabımız var dedikleri,
kendilerini bir kitaba izâfe ettikleri halde kitabın içindekileri tanımadan bir
hayat yaşayanlara denir. Kitap konusunda anadan doğma olan, sahip oldukları
kitabı tanımayan, hattâ okudukları halde, ezberledikleri halde muhtevasından
habersiz bir hayat yaşayan kimselere de ümmî denir.
“Onlardan kimileri de vardır ki, ümmîdirler.
Okuma-yazma bilmezler. Kitabı da anlamazlar. Ancak ümni-yelere tâbi olurlar ve sadece
zannederler."
(Bakara 78)
Ümmî, ehl-i kitap içinde kitabı
bilmeyen, kitaptan habersiz olan kimselerdir. Bunlar kitaptan haberleri
olmadığı, kitabı tanımadıkları için sadece ümniyelerin, hayallerin, zanların,
kuruntuların peşine takılırlar. İmanları, amelleri, bilgileri kitabî olmayan,
hayatları kitaba dayanmayan, kitap kaynaklı yaşamayan insanlardır. Bu dinin
temel kaynakları olan Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün sünnetini bir kenara
bırakıp kendilerince bir din, kendilerince bir İslâm ortaya koyanlar, kendi hevâ
ve heveslerine tâbi olanlar… Din konusunda, kitap konusunda hiçbir şey bilmeyen
kimseler…
Ümmî kelimesinin üçüncü anlamı da,
burada olduğu gibi Yahudilerin kendilerinden başkaları, Yahudi olmayanlar için
kullandığı bir ifadedir.
“Kitap ehli arasında kantarla emanet
bıraksan onu sana ödeyen ve bir lira emanet etsen, tepesine dikilmedikçe onu
sana ödemeyen vardır. Bu, onların: “Ümmîlere (Kitapsızlara) karşı üzerimize bir
sorumluluk yoktur” demelerindendir. Onlar bile bile Allah’a karşı yalan
söylemektedirler.”
(Âl-i İmrân 75)
Yahudilerin ümmî diye aşağıladıkları
Araplar içinden Allah bir elçi gönderdi ki, bu şerefli elçinin vasıfları
şunlardır:
“O peygamber onlara Allah’ın âyetlerini
okuyor, Allah’ın âyetlerini izliyor, izlettiriyor.” Allah’ın âyetleriyle onlara
yol gösteriyor, onlara yol açıyor, müjdeler veriyor, âyetlerle onları uyarıyor,
âyetlerle onların gündemlerini belirliyor, ne yapacaklarını, nasıl bir hayat
yaşayacaklarını âyetlerle onlara beyan ediyor. Demek ki Peygamberin birinci
görevi ümmetine, toplumuna Allah’ın âyetlerini okumak, Allah’tan kendisine gelen
âyetleri duyurmaktır. Sonra:
“Bu peygamber onları tezkiye ediyor,
temizliyor.”
Peygamberin görevlerinden birisi
de ümmetini tezkiye etmek, insanları arındırıp tertemiz hale getirmektir. Neden
arındırıyor insanları? Küfürden, şirkten, nifaktan, cahiliyeden arındırıyor
onları. Onların vicdanlarını,
kalplerini, düşüncelerini, niyetlerini, amellerini, aile hayatlarını, sosyal ve
içtimaî yaşantılarını, hayat programlarını temizliyor. O vahşi, o bilgisiz
insanları Allah’ın istediği en güzel insan tipine ulaştırıyor.
O halde tezkiye, Kitaba ve
Peygambere göre bir hayat yaşamaktır. Tezkiye, hayatı Allah’a ve Peygambere
danışmadan yaşama biçimi olan Firavunluktan vazgeçmek ve hayatı Allah’ın
belirlediği şekilde yaşamak demektir. Yani eğer bir Müslüman yirmi dört saatlik
hayatını Allah’ın şu kitabına ve Resûlü’nün sünnetine göre yaşarsa, o kişi
hayatını temizlemiş demektir. Bir toplum da hayatını bu kitaba ve bu kitabın
pratiği olan Peygamberin sünnetine, hayat anlayışına göre yaşarsa, o toplum da
temizlenmiş demektir.
Öyleyse tezkiye, bu kitaba göre
bir hayat yaşamaktır. Tezkiye, vahiyle hayat yaşamaktır. Tezkiye, Allah’ın
istediği hayatı yaşamaktır. Tezkiye, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk
yapmaktır. Tezkiye, peygamber örnekliliğinde Allah’a kul olmaktır. İşte
peygamber onları bu hale getiriyordu. Yine o peygamberin bir başka görevi
de:
İnsanlara Allah’ın kitabını ve hikmeti
öğretmektir. Toplumuna Allah’ın Kitabının âyetlerini okuyan peygamber, aynı
zamanda o kitabın pratiğini, nasıl anlaşılması gerektiğini, nasıl hayata
indirgenmesi gerektiği insanlara öğretiyor. Hikmet, kitabın insanlardan istediği
salih ameldir. Hikmet, fıkıh anlamınadır. Yani bu kitabın emir ve nehiyleri-nin
maksadını kavramak demektir. Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi
demektir. İşte peygamber, insanlara bu kitabın fıkhını öğretiyor. Bilgisiz
olanları bilgili hale getiriyor, cahilleri âlim yapıyordu. Vahşileri medenî,
isyankarları kul, zalimleri âdil hale getiriyordu.
Bir başka anlamıyla da hikmet, sünnet
demektir. Yani kitabın beyanı, pratiği olan sünnet demektir. İşte bu peygamber
onlara Kur’-an’ın pratikte uygulanışını da göstermektedir. O peygamber onlara
Allah âyetlerinin hadiselerle nasıl bütünleştirileceğini, âyetlerin pratiğe
nasıl indirgeneceğini öğretiyordu. Yine hikmet, menfaati celp ve kötülüğü def
demektir. Peygamber onlara dünyaları ve âhiretleri konusun-da hayırlı, faydalı,
iyi şeyleri celbediyor, kötülükleri de def ediyordu. Hikmet, kavil ve fiilde,
iman ve amelde isâbet demektir. Hikmet, adalet demektir ki, peygamber onları her
şeyi yerli yerine koyacak, yerli yerinde tutacak âdiller haline getiriyordu.
Hikmet, siyasettir, ahlâktır; Peygamber onlara bunları
kazandırıyordu.
İşte peygamber efendimizin sıfatları,
görevleri bunlardı. Peygamberin görevi buysa, onun yolunun yolcuları olarak
unutmayalım ki, bizim de görevlerimiz bunlar olmalıdır. Peygamber şerefine,
peygamber misyonuna, peygamber yoluna sahip çıkan bizler de önce kendimize,
sonra da toplumumuza Allah’ın âyetlerini okuyacağız. Allah’ın âyetlerini
tanıyacak, Allah’ın âyetleriyle beraber olacağız. Çevremize Allah’ın âyetlerini
duyuracağız.
Yani toplumda bu âyetleri
öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Allah’ın âyetlerini öğrenerek temizlenmek
isteyenlere bu kitabı bildireceğiz. Bu kitabı herkese okuyacağız. Kadın-erkek,
genç-ihtiyar, köylü-kentli herkese okuyacağız. Peygamberimiz gibi bunu mutlaka
biz de gerçekleştireceğiz. İnsanlar arasından öğrenmek isteyenlere mutlaka onu
öğreteceğiz. Kur’an’ı pratikte yaşamak isteyenlere de, işte kitabın pratiği
budur diye onun pratiğini de göstereceğiz ve böylece hem kendimizin hem de o
insanların temizlenmesini, arınmasını ve Allah’ın istediği hale gelmesini
sağlamış olacağız. İşte Peygamber (a.s), bu görevleriyle insanları her türlü
bâtıl düşüncelerden, efsanelerden temizleyerek onları apaçık imanâ ve hidâyete
ulaştırıyordu. İşte Rabbimiz onlara böyle apaçık bir rahmet ve bir lütufta
bulunuyordu.
Halbuki onlar, o ümmî toplum daha
önceleri, kendilerine böyle bir elçi gelmeden önce apaçık bir sapıklık
içindelerdi. Bu kitap ve peygamberin gelişinden önce cahildiler. Vahiyden uzak
bir körlük, bilgisizlik ve şaşkınlık içinde yuvarlanıp gidiyorlardı. Ne kitap,
ne peygamber bilmiyorlardı. Allah, bilmeyen bir toplumu işte bu hâle
getiriyordu. İşte bu, kıyâmete kadar bir örnekti. Yani hiçbir şey bilmeyen zır
cahil toplumların, insanların vahiyle karşı karşıya gelir gelmez değişmeleri çok
kolay olacaktı. Çünkü onların önbilgileri, önyargıları, savunmaları, daha önce
sarıldıkları felsefî bir düşünceleri yoktur. Bunların bu dini kabulleri daha
kolay oluyor. Ama dikkat ederseniz, ehl-i kitabın bu dini kabulleri onlardan çok
daha zor olmaktadır. Çünkü onların daha önce inandıkları, savundukları bir
inanışları vardı. Yahudi ve Hristiyanlar kendilerinden emindiler. Şu anda
Müslümanların içinde de kendilerinden emin olan, kendilerini kesin cennetlik
gören insanların da zor değiştiklerine şahit oluyoruz. Ama Allah’ın diniyle
karşı karşıya kaldıkları zaman, o dinin alternatifi bir dini, bir düşünceyi
kalplerinde taşımayan insanların kolayca onu kabul ettiklerini görüyoruz.
Allah’ın Resûlü, Allah tarafından
kendisine yüklenen bu şerefli görevlerinin sonunda dünyanın en vahşi bir
toplumunu dünyanın en medenî, en âdil, en üstün, en şerefli toplumu haline
getiriyordu. Gerçekten o sırtlanları sırtlanlıkta geride bırakacak kadar ileri
gitmiş insanları her türlü pisliklerden temizliyor, zalim olanları âdil hale
getiriyordu. Belki dünyanın en cahilleri olan bir toplumu dünyanın en âlimleri
haline getiriyor, dünyanın hocası haline getiriyor ve onları tertemiz hale
getiriyordu.
İşte bu tüm dünyanın gözleri önünde
cereyan eden, açıkça sergilenen, akıllara durgunluk veren hâdise, Rasulullah
Efendimizin risâletinin en büyük ispatlarından birisidir. Rabbimiz, bu
âyetleriyle tüm dünyaya, özellikle de İslâm’a, İslâm peygamberine karşı amansız
düşman kesilen Yahudilere sesleniyor: “Hiç düşünmez misiniz? Asırlardır bu
ümmîleri, bu Arapları tanıyor, biliyorsunuz. Bu cahilin cahili toplumun dinî,
ahlâkî, sosyal, kültürel yapılarını biliyorsunuz. Benim tarafımdan gönderilmiş
şerefli bir elçinin gelişinden sonra değişen bu toplumun çizdiği değişim
grafiğine bir bakmaz mısınız? Böylesine büyük bir devrimi kör bir adamın bile
görmemesi mümkün değildir. Müslümanlaştıktan sonra bu adamların nasıl
değiştiklerini ve aynı insanların içinde Müslümanlığı kabul etmeyenlerle
aralarında nasıl bir uçurumun bulunduğunu görmüyor musunuz? Böylesine büyük bir
devrimi ancak bir Allah elçisinin yapabileceği gerçeği üzerinde düşünmüyor
musunuz?”
3. “Onlardan başkalarına da, ki henüz onlara
katılmamışlardır. O güçlüdür, Hakimdir.”
O şerefli peygamberin dâvetinden,
devriminden etkilenenler sadece onlar değildir. Onun dâvetinden etkilenecek
olanlar sadece o ümmî Araplar değil, henüz onlara katılmamış olan nice yeni
nesiller, nice gelecek yeni toplumlar olacaktır. Bu etki, ileride pek çok
toplumda da kendini gösterecektir. Bu dâvet, bu inkılap sadece ümmî olan Araplar
üzerinde değil, gelecek tüm toplumlar ve nesiller üzerinde de etkili olacaktır.
Kıyâmete kadar nice nesiller, nice milletler, nice toplumlar bu dâvete gönül
açacak, nice ölüler bu devrimle dirilecektir. Nice Hintli ineğe tapınmaktan,
nice İranlı ateşe kulluktan, nice Türk kurda tapınmaktan kurtulacaktır. Yani
kıyâmete kadar kim bu dünyaya gelecek ve bu hayatı yaşamak zorunda kalacaksa,
işte ona gönderiliyordu Muhammed (a.s.). Allah’ın Resûlü, herkesi temizlemek,
herkese kitabı ve hikmeti öğretmek, herkese Allah’ın âyetlerini okumak gibi bir
sorumluluğu üzerinde taşıyarak geliyordu. Şüphesiz o Resûl ayrılıp gidecekti bu
dünyadan, ama ne olursa olsun bu Kur’an devam edecekti, sünneti devam edecekti.
Kıyâmete kadar bu Kitabın ve sünnetinin bilgisi insanlara rehber olmaya, rahmet
olmaya devam edecekti. Eğer insanlar bu rahmete ulaşmak isterlerse, hemen ona
ulaşabileceklerdi.
Allah’ın Resûlü öncelikle Mekkelileri,
Medinelileri sonra da tüm dünya insanlığını hidâyete ulaştırıyor, tertemiz hale
getiriyordu. Ama peygamberin misyonu sadece kendi döneminde bitmeyecek, kıyâmete
kadar devam edecekti. Kıyâmete kadar bu kitabın kendilerine ulaşan herkese
uyarısı devam edecekti. Kıyâmete kadar her dönem insanlığı bu kitapla
temizlenecek, bu peygamberin sünnetiyle, bu peygamberin tertemiz hayatıyla
arınmasını sürdürecektir. Bu kitap ve bu kitabın pratiği olan peygamberin
sünnetinden uzak kalanlar da yeryüzünde pisler, necisler olarak hayatlarını
sürdürerek apaçık bir sapıklığı yaşamaya devam
edeceklerdir.
Bu ve benzeri âyetlerle anlıyoruz ki,
Peygamber (a.s) sadece Araplara gönderilmemiştir. Bakın En’âm sûresinde şöyle
buyuruluyor:
“Ve bu Kur’an bana, sizi ve ulaştığı
kimseleri uyarmam için vahy olundu.”
(En’âm 19)
Demek ki bu kitap, bu peygamber
sadece o döneme ait değildir. Demek ki bu kitabın hükümleri sadece onun indiği
dönem insanlarını kapsamaz. Bu kitap ve peygamber sadece indiği dönem insanları
için bağlayıcı değildir. Aksine, kıyâmete kadar ona ulaşan insanları da onunla
uyarmak için gelmiştir. Onunla sizi uyarmam, sizi cehennemden korumam ve cennete
kazandırmam için bu Kur’an bana vahy olu-nuyor. Allah’ın Resûlü, bunu kendi
dönemindeki insanlara diyordu. Allah’ın Resûlü, dönemindeki ashabını uyardı.
Kur’an’ı tebliğ ederek, Kur’an’ı gündeme getirerek, Kur’an’ın nasıl pratize
edileceğini bizzat hayatında göstererek uyardı. Ama sadece onları değil,
kıyâmete kadar bu kitabın ulaştığı herkesi uyardı. Peygamber dün onları
uyarmıştı, şu anda da bizi uyarıyor. Şu anda bile Allah’ın Resûlü bizi Kur’an’la
uyarıyor.
Kim Kur’an okuyorsa bilsin ki,
Rasulullah’la karşı karşıyadır. İbni Cerir der ki: “Bu âyetle anlaşılıyor ki,
kendisine Kur’an’ın ulaştığı kimse bizzat Muhammed’i (a.s) görmüş gibidir.”
Öyleyse şu anda bizler de Rasulullah’la karşı karşıyayız. Meselâ bir elçi
hükümdarın emrini bir valiye ulaştırıyor. Bu emir o elçinin değil, hükümdarın
emridir. Öyleyse ben şu anda o elçinin size ulaştırdığını ve de elçiyi
gönderenin mesajını size ulaştırıyorum. Tâbiînden Muhammed bin Ka’b el-Kurazî
der ki: "Kur’an okuyan kişi onu peygamberden dinliyormuş gibi okusun. Zira onu
şu anda sizi uyarmak üzere Allah’ın Resûlü okumaktadır."
Unutmayalım ki peygamber rahmettir.
Peygamber, Rabbimizin rahmetidir. Rahmân olan Allah bize rahmeti gereği
Peygamberini göndermiştir. Peygamberlerin gönderilmesi, Rabbimizin rahmetidir.
Rabbimiz kullarını karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette bırakmak istemediği
için, kitapla birlikte peygamberini göndermiştir. Hakkı-bâtılı,
hidâyeti-dalaleti, doğruyu-yanlışı anlayabilmeleri için kullarına bu kitabı ve
peygamberini göndermiş ve kendi bilgisiyle kullarını bilgilendirmiştir. Allah bu
elçilerini seçip bize göndermeseydi, onları kendi bilgisiyle bilgilendirip bize
örnek yapmasaydı biz ne yapardık? Bu dünyada Allah’ın bizden istediği kulluğu
nasıl bilebilirdik?
4. “Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütuftur.
Allah, büyük lütuf sahibidir.”
İşte bu elçi göndermesi, vahiy
göndermesi Allah’ın bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf
sahibidir. Peygamberliğini, risâleti kime, hangi topluma vereceğine Allah karar
verir. Hiç kimse onu hesaba çekemez. “Ey Yahudiler, siz o elçiyi
İsrailoğullarından bekliyordunuz ama Allah onu İsmail oğullarından da gönderir.
Ümmîlerin içinden de çıkarır. Avucunuzun içinden daha iyi tanıdığınız bu elçiyi
insanlardan gizlemeye, örtmeye çalışsanız da, insanların o elçiye ulaşmalarını,
ya da o elçinin insanlara ulaşmasını engellemeye çalışsanız da, bu iş sizin
elinizde değildir.”
Ya da “bu iş, bu peygamberlik işi
Mûsâ’yla (a.s) bitti, Îsâ’yla (a.s) bitti. Artık Allah bir daha peygamber
göndermeyecek” diyerek elinizdeki kitapların defterini dürmüş, kitapsız
keyfinize göre bir hayat yaşamayı hedeflemişseniz de, bilesiniz ki Allah
kullarına fazl-ı kerem sahibidir. Bitti dediğiniz bir anda elçi olarak
Muhammed’i (a.s) gönderiverir de, sizin sapıklık noktalarınızı ortaya
koyuverir.
“Derdiniz ne sizin ey Yahudiler?
Daha önce size verilenin bir benzeri İsmail oğullarına verildi diye mi
kıskanıyorsunuz? Ne var bun-da deliye dönecek? Dün size verilen hidâyetin, size
verilen kitabın, peygamberin bir benzeri şu anda Müslümanlara verilmiştir. Allah
sizin için bazen İbrahim’i (a.s), bazen İsmail’i (a.s), bazen İshak’ı (a.s),
bazen Mûsâ’yı (a.s), bazen Îsâ’yı (a.s), bazen de Muhammed’i (a.s) rah-met
kapısı olarak açıverir. Birisini Kudüs’e diğerini Mekke’ye gönderiverir.
Birisini İsrailoğullarına, diğerini ümmî Araplara yollayıverir. Ne var bunda?
Niye yadırgıyorsunuz bunu? Hep sizin içinizden çıkacak değil ya bu peygamber? Ya
da Allah size soracak değil ya seçeceği elçisini?”
“Sanki daha önce kendinize
gönderilen Allah elçilerinin kıymetini bildiniz mi? Onlara Allah’ın istediği
şekilde iman ettiniz mi? Sanki onları Allah’ın istediği şekilde karşıladınız da,
şimdi de Allah’ın bu son elçisine mi iman edeceksiniz? Onları reddeden, onları
yalanlayan, onları öldüren sizler değil misiniz? Başınızda Allah’ın kerim elçisi
Hz. Mûsâ varken, Allah’ın elçisi Harun (a.s) yanı başınızda iken onları
dinlemeyerek buzağıya tapınanlar sizler değil misiniz? Zekeriyya ve Yahya’ya
(a.s) ne yaptınız? Îsâ’ya (a.s) ne yaptınız? Peygamberinizi niye öldürmeye,
çarmıha germeye teşebbüs ettiniz? Yani bütün bu sapıklıklarınızı Allah bilmiyor
mu? Müslümanlar bunları bilmiyorlar mı? Allah son kitabıyla kullarını bu
konularda bilgilendirmedi mi? Yoksa Allah’ın kendilerine bu bilgileri sunduğu
Müslümanlar size karşı aleyhte delil getirecek diye mi iman etmiyorsunuz?”
“Ya da Müslümanları kendiniz gibi
kâfir yapınca, onları küfre yuvarlayınca artık onlara vahyin kesilip de
aleyhinizde delil getiremez bir duruma düşmelerini mi istiyorsunuz? Kusura
bakmayın, Allah bunu size soracak, sizden izin alacak değildir. Fazl, fazilet,
üstünlük, ri-sâlet Allah’ın elindedir. Allah onu dilediğine verir. Hiç kimse
buna ka-rışamaz. Hiç kimse bu konuda Allah’a müdahalede bulunamaz. Çünkü yetki
O’nundur.”
5. “Kendilerine Tevrat öğretildiği halde,
onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu
gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah
zalimleri doğru yola eriştirmez.”
Kendilerine Tevrat indirilmiş,
Tevrat yükletilmiş, onu okuyup anlamak, onunla amel edip hayatlarını düzenlemek
sorumluluğu kendilerine yüklenmiş, teklif edilmiş olduğu halde, Yahudiler bu
sorumluluklarının bilincinde olmamışlar, bu yükü taşıyamamışlar, görevlerini
yerine getirememişlerdir. Tevrat’ı tanımış, Tevrat’ı yüklenmiş kimseler olarak
bu Yahudilerin herkesten önce son elçiye iman etmeleri, herkesten önce ona sahip
çıkmaları gerekiyordu. Zira yüklendikleri Tevrat’ta son elçi Muhammed’in (a.s)
geleceğine dair müjdeler vardı, son elçi Muhammed’in (a.s) özellikleri vardı.
Onlar yüklendikleri Tevrat’ın bu mesajına aldırış etmeksizin Muhammed’e (a.s)
herkesten daha fazla düşman kesildiler.
İşte bu halleriyle bu Yahudiler
sırtında ne taşıdığını bilmeyen kitap yüklü merkebe benzerler. Kitabı okuyan,
kitabı yüklenen, kitabı ezberleyen ama onun muhtevasından, içindekilerden
habersiz yaşayan herkes merkep gibidir. Aslında böylelerinin durumu merkepten
daha kötüdür. Çünkü merkep kendisine şuur verilmediği için mazurdur. Sırtında
taşıdığı kitabın içindekileri bilmek, anlamak gibi bir sorumluluğu yoktur. Ama
kitabı yüklenenler, Tevrat’ı, Kur’an’ı yüklenenler, Kuran’ı öğrenenler, Kur’an’ı
hıfzedenler, Kur’an hafızları, Kur’an’la tanışanlar sonra da onu hamletmeyenler,
ona tahammül etmeyenler, onun yükünü ve sorumluluğunu taşımayanlar, onun
istediği şekilde yaşamayanlar, onunla amel etmeyenler, onu okumaya, anlamaya,
kavramaya çalışmayanlar, onu insanlara ulaştırma sorumluluğundan kaçanlar, kitap
yüklü merkepten daha beter, daha aşağı insanlardır.
Bunlar önce kitabı yüklendiler, emaneti
kabullendiler, kitaba iman ettiler, kitabı omuzladılar ama sonra da onu
taşımaktan vazgeçtiler. Kitap kaynaklı bir hayat yaşamaktan, kitabı korumaktan
vazgeçtiler. Çünkü kitap ezberlemekle değil bizzat hayatta uygulamakla
korunacaktır. Kitap ancak hükümlerinin uygulanmasıyla muhafaza edilir. Hayatta
yaşanmasıyla korunur. Anlaşılmayan, uygulanmayan, hayatta yaşanmayan bir kitap,
hayata etkinliği olmayan bir kitap asla muhafaza edilemez.
Öyleyse bilelim ki şu anda
içindekileri tanımadan, içindekilere göre bir hayat yaşamanın kavgasını vermeden
Kur’an’ı okuyanlar, ezberleyenler, kitaba hamile olanlar, kitabı kafalarına,
karınlarına yüklenenler, kitabın hafızları, kitapla doçentlik, doktorluk pâyesi
elde edenler de aynen sırtında taşıdığı kitap yükünden haberi olmayan mer-kep
gibidirler. Kitapla para kazanmaya çalışanlar, kitap bilgisine sahip olanlar,
eğer kitabı bilmeyenlerden farklı bir hayat sergilemiyorlarsa, hayatlarında
kitabın eseri görülmüyorsa, onlar da merkeptirler. Bakın burada İbni Mes’ud
efendimizden bir rivayet hatırladım. İnşallah onu okuyalım da konu biraz daha
aydınlanmış olsun.
“Kur’an’ın hamili olan kişiye şu
özellikler gerekir, yakışır. İnsanlar uykudayken gecesinin kadr u kıymetini
bilir. İnsanlar yeme içme peşinde koşarlarken o gündüzünün kıymetini de bilir.
İnsanlar coşkun, neşeli iken dertli olabilmenin, hüzünlü olabilmenin kıymetini
bilir. İnsanlar gülüp oynarlarken, sanki kahkahaları basarlarken, ağlamanın,
ağlayabilmenin kadr u kıymetini bilir. İnsanlar hata peşinde koşarken, hata
üstüne hata işlerlerken susmanın, susabilmenin kadr u kıymetini
bilir.
(A.
İbni Hanbel, Kitabu’z Zühd cilt 1/ 890 Nolu hadis)
Kur’an’ın
hamiline gereken şu ki diye başlıyor sözlerine İbni Mes’ud efendimiz. Hamili’l
Kur’an bir tabirdir. Önce bu kelimeyi Türkçe’ye nasıl nakledeceğimi düşünüyorum.
Meselâ aynı kökten dilimize nakledilmiş hamal kelimesini bilirsiniz. Yani bir
başkasının yükünü ta-şıyan anlamına bir kelime. Taşıdığı o yükle, taşımasının
dışında bir il-gisi yoktur onun aslında. Yüklenir sırtına ve yükleyenin amacı
doğrultusunda belirlenen hedefe doğru götürür, hamallık yapar. O zaman Kur’an’ın
hamalı mı desek diye düşündüm. Kur’an’ın hamalı. Yani bu manada yük kendisinin
olmayacak, Kur’an kendisinin olmayacak, yüklenecek Kur’an’ı, Kur’an’ın sahibinin
dediği doğrultuda gidecek. Öyle mi ki?
İkinci
bir kelime geldi aklıma yine aynı kökten. Hamile. O da kendi yükünü kendisi
taşıyan insan demektir. Karnında kendi çocuğunu taşıyan kadın. O da taşıma
süresi ve miktarına müdahale edemese de, yük kendisinindir. Yani yük
sahiplendiği, benimdir dediği, benimsediği yükünü taşımaya devam eder.
Şimdi
acaba Kur’an’ın hamili denilince, Kur’an’ın hamalı gibi mi, Kur’an’ın hamilesi
gibi mi, yoksa nasıl anlasak? Yani Bu Kur’an kendimizin yükü mü olacak, yoksa
başkasının yükü gibi mi olacak? Nasıl yükleneceğiz, nasıl taşıyacağız ki diye
düşünüyoruz. Ama bitmedi, belki bununla ilgili başka kelimeler de aklımıza
gelecek. Mesela bir hastalığı kendisinde, kendi üzerinde taşıyan ama hastalığı
icra e-den, ortaya koyan mikropları taşıdığı halde kendisi hastalanmayan
in-sanlardan söz edilir tıp dünyasında. Portör, yani taşıyıcı denir onlara. Onda
varmış o mikrop, birisi onunla ilgi kurarsa ona nakleder ama kendisine zararı
olmazmış. Yoksa Kur’an taşıyıcılarının bir de böyle özelliği mi var dersiniz? O
taşır efendim, birinden almıştır birine götürür, kendisiyle ilgisi yoktur onun.
Siz bunları kendi dünyanızda kendinize göre ayarlayın, yerleştirin.
İşte
bakın bu sûrenin bu âyetinde de aynı kaynaktan, aynı kelimeden türemiş bir örnek
daha geliyor. Evet, şu Tevrat benim yüküm-dür diyenler var ya, ama onlar onun
yükümlülüğünden kaçıyorlar. İşte onlar tıpkı yükü kitap olan eşek gibidirler.
Demek ki bir de böyle yükümlülük, bir de böyle hamallık varmış.
Evet
demek ki Kur’an’ın hamiline, Kur’an benimdir, Kur’an benim yükümdür diyen
kişiye, ben Kur’an’la yükümlüyüm diyen kişiye, benim yükümlülüğümü Kur’an
belirler diyen kişiye gereken şu ki. Kur’an bana aittir, ben onu sorumluluğum
kabul ediyorum, benim görevimi, sorumluluğumu, yapacaklarımı, yapmayacaklarımı,
günümü ve gecemi, zaman ve mekanımı, tüm hayat programımı Kur’an ayarlar, benim
Kur’an’ım ayarlar şeklinde bir imanın sahibi olan her insana gereken şu ki.
Hamil-i Kur’an olan kişiye gereken şunlardır diye söze başlıyor İbni Mes’ud
efendimiz.
Ne
dersiniz? Acaba siz de hamil-i Kur’an mısınız? Kitabınızla aranız nasıl? Yoksa
çoktandır görüşmüyor muydunuz? Aylardır hatırını sormuyor muydunuz? Tabi program
gereği böyle değil mi? Anneniz ölünce okuyacaktınız. Ramazanda okuyacak,
bayramda elinize alacaktınız. Program gereği henüz zamanı gelmedi değil mi? Yok,
burada anlatılan öyle bir kitap değil. Burada anlatılan hayata hakim bir
Kur’an’dır. Tüm hayat kendisiyle yaşanılıp kendisiyle ölünecek bir Kur’an’dır.
İşte şu anda böyle bir Kur’an merkezli düşünerek böyle bir Kur’an’ı olan iyi bir
müslümanın hangi özelliklere sahip olduğunu öğreneceğiz İbni Mes’ud
efendimizden.
1:
Bu kişinin birinci özelliği şuymuş: Bilmesi, irfan sahibi olması gerekirmiş.
Marifet sahibi olması gerekirmiş. Meseleyi anlayıp kavraması gerekirmiş. Yani
işin idrakinde olması gerekirmiş. Peki neyi bi-lecekmiş o kişi? Gecesini,
gecesinin kadr u kıymetini bilecek, gecesinin değerini bilecek, hem ki insanlar
uykudalarken. Yani gafiller, Kur’-an ve sünnetle beraber olmaktan gafil olan
insanlar uykuda, kendilerini ölüme terk etmişlerken bu insan gecenin kıymetini
bilirmiş.
Yani
yatsıdan sonradan başlayıp sabahın ilk ışık belirtileri ortaya çıkana kadar
geçen zaman dilimine gece diyoruz. İşte bu geceyi en azından üçe bölün. Ama
ikiye bölenler elbette daha da kârlı olacaklardır. Son üçte birini özellikle
uyanık geçirmeye çalışın. Seher vakti dediğimiz daha bir bereketli zamandır o
zaman. İşleyen saat aynı saat, idrak edilen zaman aynı zamandır ama bereketi
daha bir farklıdır. Çünkü o zaman kitabımızın başka bir âyetinin beyanıyla
farklı anlama imkânı buluyor insan. Ben bu konuyu daha önceki sûrelerde uzun
uzun anlattığım için burada tekrara gerek görmüyorum.
2:
Hamil-i Kur’an’ın ikinci özelliği; insanlar yeme içme peşinde koşarlarken o
gündüzünün kıymetini de bilir. Yani onun ağzını hep yeme ve içmede kullanma
özelliği yoktur. Hemen hemen bir şeyler atıştırması gerekmiyordur. Ağzı, midesi
böyle arada bir buruşturulup kağıtların içine atıldığı bir çöp sepeti değildir.
Bir şeyler atıştırıp durması gerektiğine inanmaz o müslüman. Neden meşgul etsin
ki kendisini hep yeme ve içmeyle? O ağzını başka şeylerde kullanmasını
bilmektedir.
Ama
bakın şu insanlara ki akşama kadar yemek konuşanlar, sabaha kadar onunla meşgul
olanlar, gecesini buna ayıranlar, gündüzünü bununla bitirenler. Allah eğer
onlara hamil-i Kur’an olmalarını nasip ederse bu insanların bundan ancak o zaman
kurtulabileceklerini biliyoruz. Öyle olunca, o tür bir hayatı tenkit yerine bu
tür bir hayatı teşvik etmemiz gerektiğine inanıyorum.
3:
Kur’an hamilinin üçüncü özelliği; insanlar coşkun, kendilerinden geçmiş, ne
yaptıklarını bilmez bir pozisyonda yaşarlarken, bu kişi dertli olabilmenin,
hayatla ilgili olabilmenin, insanlarla beraber o-lup onları hayra, hakka davet
etmenin derdini, hüznünü taşır. Bunun kadr u kıymetini bilir. Yani sıkıntılı,
üzüntülü, bedbin, bedbaht, karamsar, ümitsiz değil. Elbette müslüman bu anlamda
asla ümitsiz olmaz ama, bir şeylerin derdini, sancısını çeker olabilmek farklı
bir durumdur. Meselâ oğlunun ve kızının daha bir müslüman olmalarının derdini
taşımak, buna kafa yormak, düşünmek. Komşularımı acaba Kur’an’la nasıl
tanıştırırımın derdini çekmek. Acaba bu insanların hidayeti için ne yapabilirim?
Acaba süratle cehenneme, ateşe doğru giden bu insanların cehennem yollarını
kapatıp cennet yollarını açma konusunda benim katkım ne olabilir? Ben bu konuda
ne yapabilirim diye dert taşımak. Ama beri tarafta sanki cennet muştusu almış
gibi birileri coşkun, hangır şangır ne yaptıklarını bilmez, dertsiz ve
sıkıntısız yaşarlarken. Yani insanlar endişesizken endişelidir o kişi.
İnsanların dirilişinin plan ve projesini sürekli kafasında canlı tutar. İşte
Kur’an’ın hamili böyle yaparmış.
4: Dördüncü özelliği; insanlar gülüp
oynarlarken, sanki kahkahaları basarlarken, bu Kur’an’ın sahibi olan müslüman
ağlamanın, ağlayabilmenin kadr u kıymetini bilir. Ağlamak, ağlayabilmek onun
için bir nimettir. Tabii kahkahalı gülmenin yasaklığı adına söylüyorum. Yani
kişiye kendini, kendi hayatını, konumunu, çevresini unutturan bir gülüş
yasaktır. Değilse elbette bazen güler müslüman. Gülünecek bir bölüm de olur
müslümanın hayatında. Ama ağlamanın kadr u kıymetini bilebilmelidir müslüman.
Halbuki bizler ağlamayı önce çocukluk dünyasında biliriz. Haydi bir de kadınlar
ağlar. Aa! Erkek adam ağlar mı diye de bir yaftaya sarılırız. Halbuki çocukta
gördüğümüz o ağlama mantığını bir müslüman olarak biz kendimizde görsek ne güzel
olmaz mı? Bence buna çok ihtiyacımız var. Gerçi niceleri ne kadar dolu,
salıversen durduramayacak kadar ağlayacaktır bugün. Bir dokunsan bin ah çekecek
nice insanlar var piyasada da ağlayamıyorlar. Galiba ağlatan yok diye herhalde.
Dönün
şimdi çocukların dünyasına ve onların neden ağladıklarını bir düşünün. Benim
anladığım çocuklar ağlamayla üç boyutlu bir konuşmayı gündemde tutuyorlar.
Birincisi; ağlamak istek bildiriyor. Acıktım, susadım ya da altımı kirlettim
diye ağlamıyor mu çocuklar? İsteklerini böylece beyan etmiyorlar mı? İkincisi;
ağlamakla özlemlerini bildirirler çocuklar. Annesinden iki saat ayrı kalan bir
yavru, annesini görür görmez kimin kucağında olursa olsun başlamıyor mu
ağlamaya? Özledim diye ağlıyor değil mi? Vah yavrularını bırakıp başka yerlere
giden anneler, unutmayın ki o yavrularınız sizden çok fazla yanıyor.
Ağlamalarının üçüncü boyutu da korku ve suç bildirmesidir. Suçu vardır,
bakıverin başlar ağlamaya suçluluğunu beyan manasına.
Peki
şimdi bizler de aynı şeyleri Allah karşısında o çocuk mantığıyla ortaya koysak
nasıl olur? İsteklerimizi ağlayarak bildirsek Rab-bimize. Gözyaşlarıyla yalvarıp
yakarsak. Öyle olunca Rabbimizin bize karşı tavrı farklı olacaksa niye
yapmayalım bunu? Peki ya özlemimizi ağlayarak beyan etmeyelim mi Allah’a? Ya
Rabbi, ayrı kaldım senden. Seni bırakıp başkalarına gitmişim. Sana soracaklarımı
ben başkalarına sormuşum. Senin mesajına karşı eyvallahsız yaşamış, başka
yerlerden mesaj aramaya kalkışmışım. Eyvah ben senden, senin kitabından çok uzak
kalmışım ya Rabbi diye ağlamayalım mı? Yine suçlarımızı, korkularımızı ağlayarak
Rabbimize beyan etmeyelim mi? Affet ya Rabbi diye ağlamayalım mı?
Resûl-i
Ekrem Efendimiz Kenzul Ummal isimli hadis kitabında 43357 numaralı hadislerinde
ağlama konusunda şu özel bilgiyi verir bize:
Kıyamet
gününde bütün gözler ağlayacak. Ancak şu özellikleri taşıyan gözler
ağlamayacaktır. Allah haşyetinden ağlayan göz. Sinek başı kadar yaş döken göz.
Ama her ağlayanın ağlamasına da kanmayacağız. Hani Yakup aleyhisselâmın
çocukları da ağlamışlardı. Kardeşleri Yusuf’u kuyuya atıp akşamleyin gözlerinden
yaş yerine kan dökerek gelmişlerdi. Öyle değil ama günahların affı için elbette
ağlayacağız. Ya yanlış yaparsam, ya Rabbimi darıltırsam endişesiyle ağlayacağız.
İşte böyle bir göz kıyamet günü ağlamayacaktır. İkinci göz de Allah için açık
olan gözdür. Seherlerde uyanık olan göz. Veya gündüz ve gece Allah’ın bak
dediğine bakan göz. Üçüncüsü Allah için kapalı olan göz. Haramlardan sakınan
göz. Ama bunu sadece kadın için erkekten, erkek için de kadından sakınan göz
şeklinde anlamayın. Çünkü Allah’ın haramlarına bakmayan göz demek, o gözle
haramları işlemeyen göz demektir. Meselâ Allah’ın istemediği bir hayatın plan ve
programı üzerinde düşünmeyen göz anlamına gelmez mi? Demek ki Allah için hem
açık olmaymış göz, hem de kapalı olmalıymış. Dördüncü göz de Allah yolunda
çıkarılan gözdür. Gözünü Allah yolunda bir kavgada kaybeden kişinin gözü de
yarın ağlamayacaktır.
5:
Hamil-i Kur’an’ın beşinci özelliği; insanlar hata peşinde koşarken, hata üstüne
hata işlerlerken susmanın, susabilmenin kadr u kıymetini bilen kişidir o.
Susabilmek… Ama Allah korusun da bugün sanki Kur’an’la beraber olduğunu iddia
edenler, sanki Kur’an’ın hamili görünenler, yani biraz daha fazla bilenler,
biraz daha fazla okuyanlar susmayı unutuyorlar, susmayı beceremiyorlar. Bu sözü
tabii önce kendime söyledim. Ama çevremdekiler de buna zemin hazırlıyorlar diye
dert yanasım geliyor. Evime misa fir
geliyor, ben konuşuyorum, misa firliğe
gidiyorum, ben konuşuyorum. Hep beni konuşturuyorlar. Peki ben ne zaman
dinleyeceğim? Yani ben de bazen dinlemeye muhtaç değil miyim? Susmayı bilelim.
Ama elbette konuşma makamında susmak değildir bu. Burayı yanlış anlamayalım.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu konuyu anlatan bir hadislerinde buyurur ki; “Allah’a
ve âhiret gününe iman eden kişi hayır söylesin, değilse sussun.” Bu hadisi hep
şöyle tercüme ettiler değil mi: Allah’a ve âhiret gününe inanan kişi ya hayır
söylesin, yahut da sussun. Bu hadisi böyle anlayınca elbette başımıza büyük
belalar açıyor. Söz gümüşse sükut altındır diyor adamlar ve bir hak söz söyleme
makamında susmayı tercih ediyorlar. Allah korusun bu durumdaki kişiye dilsiz
şeytandır diyor peygamberimiz. Çünkü biz susarsak, hak bilenler susarsa şeytan
ve dostları hep konuşur ama Allah ve dostları gündemden düşer.
Hayır
öyle değil, Allah’ın Resûlü hayır söyleyin diyor önce. Evvel emirde hayır
söyleyin, hayır biliyorsanız söyleyin ama hayır yoksa, ya da senden önce
birileri hayır söylemeye başlamışlarsa işte o zaman da sen susmak zorundasın.
Öyleyse susmanın kadr u kıymetini bilelim. Ben bu kadar biliyorum. Ben haddimi
biliyorum diyebilmenin kadr u kıymetini bilelim inşallah. Zaten Kur’an’la
beraber olan kişiye elbette Kur’an neyi ne kadar bildiğini öğretecektir. O da
haddini bilecek ve durması gereken yerde duracaktır.
6:
“İnsanlar aldanırlarken, ne yayıp ne ettiklerini bilmezlerken, aldanma peşinde
koşarlarken o kimse huşu sahibi olmanın, yani Allah’a gönülden bağlanabilme,
O’nu memnun etme ruh halinde olabilmenin kıymetini bilir.
7:
Yine hamili’l Kur’an olan kişide bulunması gereken yedinci özellik; onun ağlayan
biri olması gerekir. 8: Dertli, endişeli, mahzun olması gerekir. 9: Halim olan,
acele etmeyen, beklentisi olmayan, kendisine düşeni yaparken başkalarını ne
yapayım, ben bu yaptıklarımı Allah için yapıyorum diyen birisi olması gerekir.
10: Bir de seki-nen, oturaklı, kendinden emin, sakin ve en doğruda olduğunun
bilincinde olan bir kimse olması gerekirmiş.
Evet
ağlayan bir kişidir o. Az evvel ağlamakla ilgili bir şeyler demeye çalıştım.
Kur’an’la beraberlik ağlamayı gerektirecektir. Çünkü Kur’an’ın ilk okuyucusu
Allah Resûlü öyle yapıyordu. Bir rivayette ge-ce namazında Mâide sûresinin son
bölümünü okurken, İsa aleyhis-selâmın kavmiyle ilgili bölümü okurken ağlamaya
başlıyordu. Ya Rab-bi, eğer bu insanlara sen azap edeceksen, bunlar senin
kulların. Onlar sana benden daha yakındır. Ama eğer rahmet eder, merhamet
edersen sen aziz ve hakimsin. Sen mutlak galip yenilmez, her yaptığı yerinde
yanılmazsın. Senin yaptığına kim karşı gelebilir? Sen nasıl istersen öylece
yapansın âyetini okudukça kendinden geçercesine ağlar, ağladıkça okurdu. Öyleyse
ehl-i Kur’an’ın böyle okudukça ağlaması gerekir.
Mahzunen
olmalıdır ehl-i Kur’an. Yani sıkıntılı, ama karşısındakine sıkıntı veren değil,
daha iyi müslüman olma sıkıntısı taşıyandır. Hem kendi planında, hem de
başkaları planında. Yani ben iyi bir müslüman olabilmem için hem dini kendi
şahsımda uygulayıcı, hem de başkaları planında duyurucu olmalıyım. İşte
insanlara bu dini duyurma adına dertli olacağım. Ama dertli olurken de şunu
unutmayacağım: Rasûlullah Efendimizin karşısında dört baba vardı. Birisi
Be-kirin babası ki o, hiç beklemeden iman etti Ebu Bekir. Birisi Süfyan’ın
babasıydı ki o, tam yirmi sene bekledi Mekke’nin fetih günü ancak müslüman oldu
Ebu Süfyan. Üçüncüsü Talib’in babasıydı ki o, Ebu Talip biliyordu, yakından
tanıyordu, sahipleniyor, korumaya çalışıyordu, ama evet kabul ettim diyemedi ve
öylece ölüp gitti. Bir de cehaletin babası olan Ebu Cehil vardı ki o da
biliyordu da düşmanlık yaparak geberip gitti.
İşte
ben bu kitapla insanların tanıştırılmasını derdini çekeceğim, en büyük iş
olarak, en büyük dert olarak bunu yaşayacağım ama bileceğim ki benim kendilerine
din duyurduklarım bu dörtten biri olurmuş, o benim problemim değildir. Çünkü
Kur’an’ın hamili olan müslü-man halim olmalıdır. Aceleci olmayan, karşıdakinin
üç günde, beş günde değişmesini beklemeyen kimsedir o. Karşıdakinden acele bir
şeyler bekleme, beklediğini bulamayınca da hemen geriye dönme onun şiarı
değildir. Ölünceye kadar zaten onun görevi devam edecektir. Efendim çok uğraştım
ama adam olmadı diyenleri bir hatırlayın. Çok gitmiş de artık adam olmazmış,
bırakıvermiş. Peki ne kadar çok gitti? Peki Nuh aleyhisselâmın 950 yılı kadar
gitti mi? Efendim zaten bizin 950 yıl ömrümüz yok ki diyenlere bir ömür gittin
mi diye soralım. Yani bütün peygamberler bir ömür boyu gitmediler mi insanlara?
Biz neden üç gün beş günle acele ediyoruz?
Ayrıca
Kur’an’ın müslümanı sekînen olmalıdır. Yani sakin, en doğruda, en hakta
olduğundan emin bir kişi. Yani sağdan soldan esen rüzgarlarla düşüncelerini,
inancını yeniden şekillendiren değil. Çünkü o yaptığını Allah dedi diye yapan,
Allah dediyse tamam deneceğini bi-len birisidir. Dahasını niye arasın, en
doğrudadır o çünkü. Onun için oturaklı bir hayat programı vardır. Acabalarla
dolu değildir hayatı. Çünkü Kur’an kaynaklıdır aldığı kararlar. Ne yapacaksa
Kur’-an rehberliğinde yapacaktır.
Ama
Kur’an’ın hamili olan müslüman şu özellikleri de
taşımamalıdır:
1:
Cafiyen kaba ve zalim olmamalıdır. Cefakâr olmalıdır. 2: Gafil, ilgisiz
olmamalıdır. 3: Gülüp oynayan bir kişi olmamalıdır. 4: Bir de sert ve haşin
olmamalıdır.
Evet,
bugün sanki sadece hadis okuduk. Olsun, konu anlaşılmış olur inşallah. Demek ki
Kur’an’ın hamilinin bu özellikleri varmış. Şimdi herkes, hepimiz düşünelim.
Acaba bu özellikler bizde var mı, yok mu? Yani bizler Kur’an hamili miyiz, değil
miyiz? Bu bir.
Bir de acaba bugün Kur’an’ı
yüklenme, Kur’an’ı muhafaza etme, Kur’an’ı anlama ve yaşama konusunda
Müslümanların Yahudilerden bir farkı var mı? Maalesef bugün kitaplarıyla
diyalogları konusunda Müslümanların Yahudilerden bir farklarının olduğunu
söylemek mümkün değildir. Müslümanlar da bugün inandıkları, sorumluluğunu
yüklendikleri kitaplarından habersiz bir hayat yaşamaktadırlar. Hafızlarımız
bile mânâyı, muhtevayı tanımadan ezberliyorlar. Âyetlerin manâlarını,
muhtevalarını hayata yansıtabilme, hayata aksettirebilme özelliğinden çok
uzaklar.
İslâm'da
ilim, Allah'ın rızasını kazanmak için öğrenilir. Bu da öncelikle ilmi öğrenenin
öğrendiklerini kendisinin ihlâsla amel etmesi sâyesinde olur. Peygamberimiz,
şöyle dualar ederdi:
"Allah'ım, bana öğrettiklerinle
beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi
artır."
"Faydasız ilimden Allah'a
sığınırım!"
"Allah'ım! Fayda vermeyen
ilimden, kabul edilme-yen duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sa-na
sığınırım."
Hadis-i
şerifte geçen faydasız ilimden şunlar
anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen
ilim, sahi-binin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu
te-mizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip et-mediği
caiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.
Hz.
Peygamberimize "ilim nedir?" diye sorulunca, "amelin kıla-vuzudur" buyurdu. Âlim,
âmil olmadığı (öğrendiklerini hayatına uy-gulamadığı) zaman onun ilmi vebal
olabilir. "Ümmetimin helâki (fâsık)
âlimlerden ve cahil âbidlerden olacaktır."
Fahreddin Râzi'ye göre; il-miyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan
kimselerin hali; sırtın-da su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen
devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. "Fi'lü'l-ulemâ,
delîlü'l-cühelâ" (Âlimlerin yaptıkları, câhillerin delilidir –örnek ve
gerekçesidir-) sözünde belirtil-diği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler.
Âlim ilmiyle amel etmedi-ğinde cahil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de
yağmursuz bulut gibidir.
Bir
şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini, insanlar "ona
göre yaşasınlar" diye gönderdi; sözünü ve lafını et-sinler diye değil.
Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana
ve sâlih amele götürdüğü nispette faydalı ve fazi-letli. Bilgisi, kendisini
hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bil-ginin hamalıdır. Yolcuyu gitmesi
gereken yere (gerçek kurtuluş lima-nına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa
basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet
ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya
gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden,
ilim; satırlardaki değil, sadırlardaki (göğüslerdeki) dir denilir. Senin
hayatını düzenlemeyen, seni Hakk'a
iletmeyen, üzerinde eseri görül-meyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur.
Bilginin papağan gibi hâfızı ve hamalı olmak boşuna yorulmaktır.
Sahabe-i
Kiram efendilerimizin dönemini ve hayatını düşünün. Ortalıkta bu kadar kitap ve
araştırmacı yokken, ortada hakiki ilmin ö-zü ve şimdikinden daha güzel, daha
müslümanca bir hayat vardı. Sahabe-i Kiram, Kutlu Elçi'den aldığı ilim ve
özellikle halleri ile, somut ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve temsil
ediyorlardı. Peygamber, canlı bir Kur'an; O'nun ashabı da küçük Muhammed'lerdi.
Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve o kadar da amelleri vardı. Sözleri az,
fakat amelleri çoktu. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder,
kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim
edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır.
Böyle
bilim, insanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye
yaramayan diploma ve etiketten, tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir;
Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak
bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin
katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkıyadırlar; hak
yolu keser, hevâya
ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim
olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su
taşımaktadırlar.
İlmi,
ihlâsla kendi hayatlarında tatbik edip, öğrendiklerini prati-ze ederek örnek
hayatları ile çevrelerine hakkı ulaştırmaya çalışmak yerine; entellektüel bir
değer, profesörlük gibi bir pâye, ilim adamı ol-duğunu kanıtlama gibi
anlayışlarla sadece aktarıcılık yapan insanlar, bâtıl düzenlerin korktukları
değil; belki kolladıkları kimselerdir. Bunlar, bir depremlik, bir kıyamlık canı
olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi
dayarlar. Kendilerinin yaşamadık-ları İslâm'ı hayata hâkim kılma mücadelesi,
cihad ve hakkı yayma de-ğil; kendini kandırıp nefsini tatmin etme ve ihlâs
yerine riyâyı tercih et-me demektir. “Olgun insan, güzel söz söyleyen değil;
söylediğini ya-pan ve yapabileceğini söyleyen adamdır.” Ne mutlu hakkı
haykırdığı gibi, en güzel şekilde kendi nefsinde tatbik eden, özü sözünü
yalan-lamayanlara!
Unutmayalım ki bu âyet bize de hitap
ediyor. Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını bilip de uygulamaya çalışmayanlar ve
üstelik o dinle, o kitapla başka dinlere, başka tanrılara, başka sistemlere arka
çıkmaya çalışan kimseler bu âyet-i kerimede müthiş bir şekilde kötülenmektedir.
Halbuki İslâm’ın en çok övdüğü kimseler âlimlerdir. Zaten vahyi tanıyan ve iman
eden tüm Müslümanları İslâm âlim kabul eder. Gerçekten yeryüzünde en kutlu, en
mübarek insanlar dini bilen, dine inanan, Allah’a kul olan kimselerdir. Bu
anlamda tüm Müslümanlar âlimdir. Ama bilmesine rağmen, dini pratikte
göstermeyen, bilmesine rağ-men bu bilgileriyle Allah’a savaş açan kimseler,
Allah’ın yerin dibine batırdığı kimselerdir.
Kitabımızda bu insanlar için iki
tane örnek vardır. Bunlardan birisi bu âyet, ötekisi de A’râf sûresindeki Bel’âm
âyetidir. Allah korusun, bir kimse hem Tevrat’ı bilecek, hem Kur’an’ı bilecek
ama bildiği, Allah’ın bildirdiği bu dinle Allah’a savaş açacak. Allah’a kul
olmayacak ta dünya hesabı sebebiyle Allah’ın razı olmadığı bir hayatı yaşayacak.
Bakın A’râf’taki âyette de Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed! Onlara, şeytanın
peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan
kişinin olayını anlat.”
(A’râf 175)
“Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık;
fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi
haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte
âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat,
belki üzerinde düşünürler.”
(A’râf 176)
Bir adam düşünün ki Allah’ın âyetlerini
biliyor. Allah’ın âyetleri, Allah’ın kitabı kendisine ulaşmış. Tevrat’ı bilmiş,
İncili bilmiş, Kur’an’ı bilmiş, tanımış ama bu Allah bilgisiyle Allah’a kul olma
yerine Allah’a düşmanlığı tercih ediyor. Âyetlerin bilgisinden sıyrılıp farklı
bir hayatın insanı oluyor. İçinde yaşadığı düzenin, toplumun menfaatlerine göre
Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini keyfine göre yorumluyor, çarpıtıyor ve
karşılığında bir takım dünya ikballeri elde etmeye çalışıyor. Allah âyetleriyle
yükselmeyi, Allah’a kullukla şeref kazanmayı istemediği, dünya menfaatlerini
buna tercih ettiği, arza çakılı kalmayı, ev, bark, dükkan, tezgah, makam, mevki,
para-pul peşine takıldığı, izzetsiz ve şerefsiz bir şekilde ayaklar altında
sürünmeyi tercih ettiği için şeytanların kulu, kölesi olarak rezil bir hayata
indirgemiştir kendisini.
Böylelerinin misâli tıpkı bir
köpek gibidir ki üzerine gitseniz de solurlar, gitmeseniz de solurlar. Bir türlü
doyuma ulaşmayan aç köpeklere benzerler. Hep birilerinin atacağı kemikleri
beklerler. Üzerlerine gidilip kendilerine bir sıkıştırma, bir baskı yapıldığı
zaman da pes edip Allah’ın âyetlerini yamulturlar, hiç üzerlerine gidilmediği
zaman da kurulu düzenden yana kesilip Allah’ın dinini bozarlar. Devletten bir
makam koparabilme hatırına Allah’ın dinini eğip bükerler. Zalim iktidarların
bozuk düzen düşüncelerine, İslâm dışı hayatlarına Kur’an’-dan ve sünnetten
destekler bulmaya, Allah âyetleriyle zalimleri desteklemeye çalışırlar.
Evet,
Allah’ın âyetleriyle tanışmış, sanki onları kuşanmış birisi, sonra
soyunuvermişse, bırakıvermişse âyetlerle beraberliği ve tutup şeytanın peşi sıra
gidiyor, şeytan da onun peşinden gidiyor azgın ve sapkınlardan olmuşsa. İşte
dünyayı içmeye, yutmaya, nefes nefese kalmaya yönelen bu kişinin örneği de tıpkı
bir köpeğin örneği gibidir. Yüklenseniz, yük yükleseniz de solumaya devam eder,
bırakın salıverin yine solumaya devam eder. Eh köpek bu, yorulsa da dili bir
karış dışarıdadır, kenarda beklese de dili dışarıda solur. Havaya, nefese doymaz
bir varlık.
İşte şu anda görüyoruz ki mevcut
düzen bir tehlikeye düştüğü zaman bu köpekler inlerinden ürümeye
başlayıveriyorlar. Hesabı dün-yaya, dünyada güçlülere göre yapıveriyorlar.
Dünyada kim güçlü? Hesabı ona göre yapıveriyorlar. Onlar olmadan, onların
onayını almadan, onların arzuladığı bir dini kabul etmeden hiçbir yere varılmaz
diyor ve Allah’ın dinini onların arzu ve istekleri doğrultusunda tahrif
ediyorlar. İncil’i ve Tevrat’ı daha önce böyle insanların tahrif ettikleri gibi
şimdi Kur’an bilgisine sahip olanlar da onu tahrif etmeye çalışıyorlar. Allah’ı
unutuyorlar. Halbuki güç ve kuvvet sahibi sadece Allah-tır.
Oradaki ve buradaki âyetleri birlikte
söyleyecek olursak, öğrendiği kitap bilgileriyle amel etmeyen, öğrendiği
bilgilerle Allah’a savaş açan kimseler köpek, merkep gibidir.
“İşte bizim âyetlerimizi yalanlayan bir
toplumun misâli budur.” Kitap-sünnet bilgisini elde etmiş oldukları halde onları
bir kenara bırakıp, yalan sayıp, yok farz edip, onların defterini dürüp kendi
hevâ ve hevesleriyle bir hayat yaşayan insanların durumu budur. Hayatlarını
Allah’a ve peygambere sormadan yaşayan insanların durumu budur.
Allah için bu âyetlerle kendimizi
bir sorgulayalım. Eğer şu anda Müslümanız diyen bizler Allah’ın kitabıyla ve
Resûlü’nün sünnetiyle ilgisiz bir hayatın içindeysek, hayatımızı Kitap ve
sünnete sormadan yaşıyor veya Kitabı bildiğimiz, tanıdığımız, Allah’ın
âyetlerinin bilgisine sahip olduğumuz halde yine de kitap kaynaklı bir hayata
yanaşmıyorsak, o zaman bilelim ki bizler de bildiğimiz o âyetlerle yücelmek,
dünya ve âhirette şerefli bir hayata talip olmak yerine dünya ve âhirette rezil
bir hayatın mahkumu olanlardan olacağız. Allah âyetlerini bırakır da hevâ ve
heveslerimiz istikâmetinde bir hayat yaşamaya kalkışırsak, o zaman bilelim ki
biz de köpekliğe razıyız, Allah korusun.
“Allah’ın âyetlerini yalanlayan
kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.” Hem
Allah’ı, hem Kitabı bilecek, sonra da bildiği kitabı pratik hayata aktarmayacak.
Kitabın bilgisinin sadece hamallığını yapıyor adam. İşte bu hamallığından başka
hiçbir özelliği olmayan bu kimseyi Allah asla hidâyete ulaştırmıyor. Niye
hidâyet etsin ki Allah böylelerine? Allah’ın âyetlerini öğrenen ama bu bilgileri
Allah’la ve Müslümanlarla savaşta kullanan, Müslümanların dinlerini bozmaya
çalışan, Allah’a karşı kâfirlerin yanında olmaya çalışan bu adama niye merhamet
etsin Rabbimiz? Yani bildiği âyetlere karşı düşmanca bir tavır sergileyen,
bildiği âyetleri uygulamaya koymayıp, onları Müslümanlara anlatmayıp nötr bir
tavır takınan kimselere Allah asla hidâyet etmeyecektir.
Allah böyle âyetlerini yalanlayan,
âyetlerini ciddiye almayan, âyetlerini yok farz eden, âyetlerinin üzerini
örterek, gündemlerinden düşürerek, kendi âyetlerini, kendi yasalarını Allah’ın
âyetlerine tercih ederek bir hayat yaşayanları asla hidâyete ulaştırmaz. Niye
hidâyet etsin ki Allah böylelerine? Çünkü bu adamlar dilleriyle, ağızlarıyla
Allah’ın âyetlerine inandıklarını söylüyorlar ama hayatlarıyla hayat
programlarıyla yalanlıyorlar. Âyetlere inandıklarını iddia eden bu insanlar öyle
bir hayat yaşıyorlar ki, yaşadıkları hayatlarında bu inandıkları âyetlerin
kokusunu bile görmek mümkün değil. Bu adamlar Allah’ın kitabını, Allah’ın
âyetlerini okudular, gördüler, tanıdılar, bildiler ama hayatlarını bu âyetlerle
düzenlemeye yanaşmadılar. Belki dilleriyle bu âyetlere iman ettiklerini itiraf
ettiler ama hayatlarını onlarla düzenlemediler. Kitapla amel etmediler, Kitaba
imanlarını pratikte göstermediler. İmanlarının tasdikçisi, imanlarının eylemcisi
olmadılar. Allah’ın âyetlerini yok farz ettiler, ya da kendi hayatlarına delil
getirdiler. Kendi fikirlerini desteklemede kullandılar. Kendi hayatlarının
meşruiyetine malzeme yaptılar.
6. “Ey Muhammed! De ki: “Ey
Yahudiler! Bütün insanlar bir yana, yalnız kendinizin Allah’ın dostları
olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bunda samimi iseniz, ölümü
dilesenize!”
Dikkat ederseniz burada “ey
Yahudiler” denmeyip, “ey kendilerine Yahudi diyenler, ey Yahudilik iddiasında
bulunanlar” deniyor. Ey “yol budur!” diyerek Yahudilik iddiasında olanlar… Ey
Hz. Mûsâ’dan sonra bu isimle anılmaya çalışanlar…
Yahudilik Hz. Mûsâ’dan sonra
böyle bir anlam kazanmıştır. Çünkü Hz. Mûsâ’nın (a.s) insanlara tebşir ettiği
dinin adı İslâm’dı. Hz. Mûsâ Müslümandı. Ondan önceki peygamberlerin tamamı
Müslüman, hepsinin dini de İslâm’dı. Onlardan hiçbirisi Yahudi olmadığı gibi,
Yahudilik diye bir din de getirmemişlerdir. Sonradan bu Yahudiler Allah’ın
kendilerine gönderdiği kitabı ve o kitabın pratiği olan peygamberlerinin yolunu
bir kenara bırakarak kendi hevâ ve heveslerine, içlerindeki din adamlarının,
siyaset adamlarının, idarecilerinin istek ve arzularına, emir ve yasaklarına
uyarak yepyeni bir din, yepyeni bir yol ihdas ederek kendi kendilerine
uydurdukları, oluşturdukları bu dinin adına da Yahudilik adını verdiler.
Bu toplum, yeni girdikleri bu
yolda akla hayale gelmedik zulümler işlediler. Allah’ın kitabını tahrif etmek,
Allah’ın âyetlerini reddetmek, Allah’ın âyetlerini günlük hayatlarından kovmak,
Allah’ın âyetlerinden habersiz bir hayat yaşamak ve hattâ kendi kitaplarını
ken-dileri yazmak, kendi hayat programlarını kendileri belirlemek gibi
sapıklıklar içine girdiler. Bunun yanında, Allah’ın rahmet kapıları olarak
kendilerine açtığı peygamberlere hayat hakkı tanımayarak onlardan pek çoğunu
öldürdüler. Allah’ın kutlu elçilerinden kimilerinin bizzat vücudunu ortadan
kaldırmak, kimilerinin yoluyla, mesajıyla, dâvetiyle ilgilenmeyerek, susturarak,
takibe alarak, zulmederek, örnekliliğini ortadan kaldırarak öldürürler. Sadece
peygamberleri değil, aynı zaman-da toplum içinde peygamberlerin dâvetine sahip
çıkan, peygamberle ve ona gönderilen vahiyle birlikteliklerini sürdüren, vahiy
bilgisine sahip olan, samimi Müslümanlara da hayat hakkı tanımadılar. İşte bu
adamlara Rabbimiz şöyle sesleniyor:
“Ey Yahudiler! Bütün insanlar bir
yana, yalnız kendinizin Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bunda
samimi iseniz, haydi ölümü dileyin bakalım.” Yahudiler kitabımızın başka
yerlerinde anlatıldığına göre diyorlardı ki, “bizler Allah’ın sevgili
kullarıyız. Allah’ın gözde kulları olarak âhiret yurdu bizimdir. Cennet
bizimdir, cennet bize aittir. Yeryüzünde Allah’ın en çok sevdiği insanlar biziz.
Kesinlikle bizler cennete lâyık insanlarız, cennete biz gideceğiz. Bize asla
ateş dokunmayacaktır. Dokunsa bile işte sayılı birkaç gün, o kadar! Bizler şu
anda yeryüzünde Allah’ın istediği hayatı yaşıyoruz. Bizler bu halimizle, bu
anlayışlarımız, bu yaşayışlarımız, bu önderlerimiz, bu kitaplarımız, bu
cemaatlerimiz ve bu yapılanmalarımızla kesin cennetliğiz. Bu iş garantidir!”
Rabbimiz buyuruyor ki, “bakın, eğer bu
iddialarınız doğruysa, eğer gerçekten cennet sizinse, eğer sizi bu kadar seven,
size bu kadar değer veren Allah yanında âhiret yurdu başkalarının değil de
sadece sizinse, o cennete sadece siz gidecekseniz, diğer insanlar cehenneme
gidecekse, öyleyse haydi bakalım:
“Eğer iddianızda sâdıksanız haydi hemen
ölümü temenni edin bakalım. Haydi hemen ölümü isteyin. Haydi hemen ölüme. Ne
duruyorsunuz? Madem Allah’ın sevgililerisiniz, madem Allah’ın dostları sizsiniz,
en gözde kullarısınız, madem cennet var ve o cennet sadece sizindir, size
aittir, öyleyse ne duruyorsunuz? Niye hemen ölmek is-temiyorsunuz? Niye bir an
evvel o cennete ulaşmak istemiyorsunuz? Niye hemen sevgilinize kavuşmak,
sevgilinizle buluşmak istemiyorsu-nuz? Niye sevgiliniz yolunda cihad edip
şehadeti göze alamıyorsu-nuz? Ölümden, şehadetten bu korkunuz niye? Bu dünya
hâlâ sizi niye bağlıyor böyle? Niye çakılıp kaldınız dünyaya? Bu programlarınız
ne böyle? Bin yıl yaşasanız da bitmeyecek bu hedefleriniz ne böyle? Bu evler, bu
barklar, bu arabalar, bu marklar, bu dolarlar, bu makamlar, bu diplomalar, bu
şanlar, bu şöhretler, bu alkışlar sizi niye hâlâ hayata bağlıyor? Madem ki
cennet sizi bekliyor, o halde ne duruyorsunuz? Madem ki Allah sizin dostunuz o
halde ne duruyorsunuz?”
7. “Yaptıklarından ötürü, ölümü asla
dileyemezler. Allah, zalimleri bilendir.”
“Hayır hayır, onlar inanmayanlardan
daha çok dünyaya bağımlıdırlar. Onlar inanmayanlardan daha çok ölümden
korkmaktadırlar. Elleriyle işledikleri suçlar yüzünden onlar hiçbir zaman ölümü
temenni edememektedirler. Elleriyle işledikleri günahlar yüzünden onlar asla
ölmeyi istemektedirler. Çünkü ölümleriyle birlikte nereye gideceklerini çok iyi
biliyorlar. Öldükten sonra nasıl bir hayatın kendilerini beklediğini iyi
biliyorlar. Bundan dolayıdır ki Allah yolunda savaşı göze alamamakta ve
başkalarının vesâyeti altında zillet içinde bir hayatın adamı olmaktadırlar.”
Sadece onlar değil, Müslümanlar
arasında da kendilerinin, kendi gruplarının kesin cennetlik olduklarını iddia
edenlerin de dünyaya çok bağlı olduklarını, ölümden korktuklarını görüyoruz.
Evleri, ölümsüz evler; eşyaları, ölümsüz eşyalar; hayatları, ölümsüzlük üzerine
bina edilmiş. Dünya meliklerinin, dünya zalimlerinin karşısında o kadar acizler
ki, en küçük bir kıyamı bile göze alamıyorlar. Allah’ın dostları olduklarını
iddia ettikleri halde dinlerini, inançlarını ortaya koyma cesaretinden çok
uzaklar. Biz Müslümanız deme cesaretini bile gösteremiyorlar. Halbuki bu konuda
Allah’ın yasası şöyledir: Cennete yalnızca Allah’a teslim olup, O’nun arzuları
istikâmetinde yaşayanlar girecektir.
8. “De ki: “Doğrusu kendisinden kaçtığınız
ölüm mutlaka karşınıza çıkacaktır; sonra görüleni de görülmeyeni de bilen
Allah’a döndürüleceksiniz, O size işlediklerinizi haber verecektir.”
Köşe bucak kaçıp durduğunuz ölüm
mutlaka size gelecektir. Ne yaparsanız yapın, ölümden kurtulamayacaksınız. Bu
Rabbimizin yeryüzünde koyduğu ve asla değiştirilemez bir yasasıdır. Bu gerçeği
değiştiremezsiniz. Bin yıl yaşasanız da ondan kaçıp kurtulamazsınız. Ölüm sizi
hiçbir zaman bırakmayan ve hesap edemeyeceğiniz bir za-manda gelip sizi bulacak
olan bir gerçektir. Öyle değil mi? Kurtulabilen var mı ölümden? Dünya üzerinde
savaşan toplumlar öldü de, savaşmayan toplumlar ölmedi mi? Allah yolunda özgürce
bir hayata kavuşmak için savaşanlar öldüler de, ölümden korktukları için savaşı
göze alamayıp özgürlük ve şereflerini birilerine teslim edip zelilce bir hayata
razı olan toplumlar ölmedi mi? Şereflice ölümü değil de yaşamayı seçenler
ölümden kurtuldular mı? Cenneti seçenler öldü de, dünyacı kesilenler kurtuldu
mu? Âd ve Semûd gibi âhireti unutup da dünyayı kıbleleştirenler, Firavun gibi
dünyaya kazık çakma sevdasına kapılanlar ölmediler mi? Yeryüzünün en büyük
saltanatına sahip Süleyman ve Dâvûd (a.s) öldü de, Nemrutlar, Karunlar yaşamaya
devam mı ettiler? Kim kurtulmuş ölümden? İstediğiniz kadar kaçın, bir gün gelip
sizler de öleceksiniz.
Öyleyse gelin ey insanlar, ölümden
kaçmakla asla ondan kurtulamazsınız. Mutlak bir gün size ölüm gelecek ve gaybın
da, şehade-tin de bilicisinin huzuruna varacak ve yaptıklarınızla karşı karşıya
geleceksiniz. Bu hepimiz için mukadder olacaktır. Allah için yaşayanlar için
ölüm ancak bir başarı olacak. Başkaları içinse ölüm ötesi hayat korkunç bir
kayıp olacaktır. Öyleyse gelin bunun hesabını iyi yapalım. Bundan sonra
Müslümanlara bir çağrı geliyor:
9. “Ey İnananlar! Cuma günü namaz için ezan
okunduğu zaman Allah’ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin
için daha iyidir.”
Cuma günü namaz için çağrı
yapıldığında, ezanla Cuma namazına çağrıldığınızda Allah’ın zikrine koşun ve her
türlü alışverişi terk edin. Bu Cuma namazına yeni bir çağrı değildir. Aslında
yeni bir emir gibi anlaşılsa da, önceden de Cuma namazı vardı. Önceden de Cuma
kılınıyordu ama Cuma günü, Cuma namazına çağrıldıklarında Müslümanların bu
dâvete karşı gevşek davranmaları, alış-verişlerine devam etmeleri konu ediliyor
ve bu konuda uyarılıyorlar. Müslümanların bu konuda Yahudiler gibi
davranmamaları, ciddi olmaları, her türlü meşguliyetlerini terk ederek Allah’ın
zikrine koşmaları emrediliyor.
Buradan anlıyoruz ki
Rasulullah’ın emirleri Kur’an’da olmasa da, aynen Kur’an’da varmış gibi bizim
için bağlayıcıdır. Rasulullah Efendimizin emirleri itaati gerektirmektedir. Zira
bakın buradaki namaza çağrıdan maksat ezandır ve Kur’an’ın hiçbir yerinde namaz
için ezan okunmasına dair bir hüküm yoktur. Bu Rasulullah Efendimizin koyduğu
bir kuraldır. Ayrıca yine Cuma namazının vakti, rekatları, kılınış şekli ve Cuma
hutbesine dair Kur’an’da bir bilgi mevcut değildir. Bütün bunlar Rasulullah
Efendimizin uygulamasıyla bilinmektedir. “Öyleyse şer’î hükümler sadece
Kur’an’da beyan edilmiştir, bizi sadece Kur’an bağlar, onun dışında başka hiç
bir kaynağa ihtiyacımız yoktur” diyen kimse sadece sünneti değil, aynı zamanda
Kur’an’ı da reddettiğinin farkına varmalıdır. İşte bu âyet bunun en güzel
örneğidir.
Ey Müslümanlar, Cuma günü namaza
çağrıldığınızda Allah’ın zikrinin yapıldığı, Allah’ın şanının, şerefinin
yüceltildiği, yalnız Allah’a kulluğun ilân edildiği, yalnız O’nun büyüklendiği
Cuma’ya koşun. Yahudilerin Cumartesi, Hristiyanların da pazar günlerine
karşılık, Rabbi-miz Müslümanlara da Cuma günü Cuma namazını farz kılmıştır.
Rab-bimiz buyuruyor ki, “ey mü’minler, haftalık bir şûra mahiyetinde olan böyle
toplumsal bir göreve, toplu olarak icra edebileceğiniz bir eyleme çağrıldığınız
zaman hemen bireysel meşguliyetlerinizi terk edin ve zikrullaha sa’y edin.
Koşun, koşarak gelin anlamına değildir buradaki say.
Arapça’da sa’y sadece koşmak
anlamına değil, gayret göstermek, çabalamak, ciddiye almak, ciddiyet göstermek
anlamlarına gelir. Çünkü Ebu Hureyre efendimizin rivâyet ettikleri bir
hadislerinde Rasulullah Efendimiz Müslümanları koşarak mescide gelmekten
menetmiş ve temkinli bir şekilde vakarla gelmelerini emir buyurmuştur.
Buradaki zikirden, zikrullah’tan kasıt
Cuma namazı, Allah’ın emirlerinin, arzularının, yasaklarının duyurulup ilân
edildiği Cuma hutbesidir. Rabbimiz Cuma hutbesine zikrullah dediğine göre, Cuma
hut-besinde sadece Allah’ın zikri, sadece Allah’ın adının yüceltilmesi, sadece
Allah yasalarının konuşulması, sadece Allah talimatlarının gündeme getirilmesi
gerekmektedir. Böyle değil de günümüzde olduğu gibi hutbede egemen güçlerin,
zalim iktidarların isimlerinin anılması, onların talimatlarının, yasalarının
konuşulması ve onlara duaların edilmesi zikrullah değil, zikru’ş-şeytan
olacaktır.
Namaz ve hutbeye çağrı olan ikinci ezan
okunur okunmaz tüm alış-verişler, tüm konuşmalar, tüm meşguliyetler terk
edilmelidir. Fa-kihlerimiz ezan okunduğu andan itibaren Müslümanı mescide
gitmekten alıkoyan her tür meşguliyetin haramlığı üzerinde ittifak etmişlerdir.
Bazen böyle bir şey başka bir şey sebebiyle haram oluverir. Alış-veriş helâldir
ama, Cuma günü Cuma ezanı okununca haramdır. Örneğin yemek helâldir ama
ramazanda yemek, yahut içkiyle yemek haramdır. Veya kişiye Kur’an ve sünneti
öğrenmekten alıkoyan, dini öğrenmekten alıkoyan, Allah’ın istediği kulluğu icra
etmekten alıkoyan her şey, yemek içmek de dahil haramdır.
Her türlü meşguliyet terk edilip
Cuma’ya gidilecek. Hattâ kişinin karısıyla meşru münasebeti bile o anda
haramdır. Bu haramlık, Cuma namazının kılınıp bitmesine kadar devam
eder.
“İşte bu, çağrıyı duyar
duymaz her türlü meşguliyeti terk edip Allah’ın zikrine yönelmeniz sizin için
alışverişten de, tüm kazançlardan da daha hayırlıdır. Hem dünyanız için hem de
âhiretiniz çok daha hayırlıdır eğer bilirseniz,
anlarsanız.”
10. “Namaz bitince yeryüzüne yayılın;
Allah’ın lütfundan rızık isteyin; Allah’ı çok anın ki saadete
erişesiniz.”
Âyetin anlamı, namaz biter bitmez
hemen turlar düzenleyin değildir. Bu alış-veriş yasağının bitişinin beyanıdır.
Artık Allah’ın fazlından, kereminden rızık aramanızda sizin için bir sakınca
yoktur. Tıp-kı ihramlıyken avlanma yasağı içinde olan Müslümanlara, ihramdan
çıkınca artık avlanın şeklindeki beyanı gibi... Dağılın, Allah’ın dininin
yüceliğiyle yücelmek, Allah’ın zikriyle yücelmenin devamını kazanmak üzere, ilim
talebine gitmek, bir Müslümana âyet ve hadis anlatmak, bir hasta kardeşinizin
ziyaretine gitmek veya bir Müslümanın defin ve teçhizinde bulunmak gibi dağılın.
Çoluk-çocuğunuzun rızkını Allah’ın fazlından aramaya dağılın. Hutbede
öğrendiğiniz Allah’ın dininin tüm dünyaya yayılması için çaba sarf etmeye
dağılın. Duyduğunuz, öğrendiğiniz âyetleri Allah kullarına öğretmeye, anlatmaya
gidin.
Allah’ı çok çok zikredin. Hayatınızın
her bir konumunda sizden istediği kulluk birimleriyle Rabbinizi hatırlayın.
Rabbinizin âyetlerini, kitabını, kulluk maddelilerini hatırınızda canlı tutun.
Yolunuzu hep Rab-binizle bulun. Rabbinizi gündeme alın, Rabbinizin istediği
kulluğu hep gündeminizde tutun. Allah bizden gündem istiyor. Kendisini gündeme
almanızı istiyor. Başkalarını gündeme aldığımızdan çok O’nu gündemimize
almamızı, daha çok O’nu konuşmanızı, daha çok O’nu övmenizi, daha çok O’nun
âyetleriyle meşgul olmanızı istiyor. Siyasetinize Allah hakim olsun, Ekonominize
Allah hakim olsun. Kılık-kıyafetinize, eğitiminize, hukukunuza, evlenmenize,
boşanmanıza, ölümünüze, diriminize, gecenize, gündüzünüze ve tüm hayatınıza
Allah hakim olsun istiyor. Allah bizden kendisini, Kitabını ve elçisini gündeme
almamızı istiyor.
Zikir budur zaten. Allah bizden
zikir istiyor. Allah’la, Allah’ın diniyle şereflenmek, Allah’ın kitabını gündem
yapmak ve tüm dünyada Allah’ı tanıtmak üzere bir savaşın içine girmek. İşte
zikir budur. Umulur ki böylece felâha erersiniz, dünyanız da, âhiretiniz de
güzel olur.
Cuma namazını kılın ve Allah’ı çok çok
zikredin. Namazda aldığınız mesajı namaz sonrası hayatınızda unutmayın.
Hayatınızı namazınız düzenlesin. Namaz kaynaklı bir hayat yaşayın. Namazınızla
hayatınız doğru orantılı olsun. Cuma hutbesinde size intikal ettirilen Allah
zikrine, Allah programına riâyet ederek bir hayat yaşayın. Umulur ki o zaman
felâha erersiniz. Umulur ki o zaman kurtulanlardan olursunuz. Umulur ki o zaman
dünyanız da, âhiretiniz de güzel olur.
Bu âyet Cuma gününün tatil edilmesini
emreden bir âyet değildir. İslâm’da böyle zarûrî bir tatil emri yoktur.
Hristiyanlar pazar gününü, Yahudiler de Cumartesi gününü tatil ilân etmişlerdir.
Âyette böyle bir emir olmadığı halde eğer günümüzde ihtiyaç olarak Müslümanlar
için bir tatil günü zarureti doğarsa, elbette tüm Müslümanların bu fârizayı
rahat bir şekilde yerine getirebilmeleri için bu Cuma günü olacaktır.
Ama Müslümanlar egemenliklerini
kaybedip esir konuma düştükleri için bu konuda söz hakları yoktur. İşte
görüyoruz, Hristiyanlar kendileri, kendi ülkelerinde inançları gereği kutsal
kabul ettikleri pazar gününü tatil yaptıkları gibi, hâkimiyetleri altında
bulundurdukları tüm ülkelerde de bunu kabul ettirmişlerdir. Halbuki bu ülkelerin
çoğunda Hristiyan nüfus ya hiç yoktur, ya da yok denecek kadar azdır. Yahudiler
Filistin’de Yahudi devletini kurar kurmaz, ilk iş olarak pazarı tatil günü
olmaktan çıkarıp cumartesiyi tatil olarak ilân etmişlerdir. Onlar Yahudi, onlar
Hristiyan da biz neyiz bilmem? Her ikisinin tatilini tatil kabul ettiğimize
göre, herhalde yarı Hristiyan yarı Yahudi bir toplumuz biz. Rabbim bize şuur
versin ve bir an evvel Allah zikri, Allah kitabı istikametinde bir hayata,
kendimize ait olan bir programa kavuşmuş olalım.
11. “Ey Muhammed! Onlar bir kazanç veya bir
eğlence gördüklerinde, seni ayakta bırakarak oraya yöneldiler. De ki: “Allah
katında olan, eğlenceden de kazançtan da hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en
iyisidir.”
İşte bu husus Cuma namazının
hükümlerinin beyan edildiği yukarıdaki âyetlerin inmesine sebep olan hadisedir.
Onlar bir kazanç, bir ticaret, bir menfaat, bir eğlence gördüklerinde ona
yönelerek seni ayakta kendi halinde bıraktılar. Halbuki Allah katında olanlar,
Allah’ın dünya ve ukbâ mükafatları o yöneldikleri kazançtan da, eğlenceden de
çok daha hayırlıdır.
Bu hadise İbni Abbas, Ebu Hureyre,
Hasan Basri ve daha pek çok sahâbe tarafından şu şekilde
anlatılır:
“Bir Cuma vakti Şam’dan Medine’ye bir
ticaret kervanı gelir. Allah’ın Resûlü hutbede sahâbeye hitap etmektedir.
Kervanın sesini duyan sahâbe, Allah’ın Resûlü’nü hutbede terk ederek kervana
koşar. Buhârî, Müslim ve Tirmîzi’nin Cabir bin Abdillah’dan rivâyetine göre,
Rasulullah’ı dinleyen mescitte sadece 12 kişi kalmıştı. Hattâ bu durumu gören ve
çok üzülen Allah’ın Resûlü: “Eğer hepiniz çıkıp gitseydiniz mescit
üzerinize ateş olurdu” buyurmaktan kendini alamamıştı. İşte bu hadise
üzerine Rabbimiz bu âyetlerini indiriyor ve Müslümanları uyarıyordu. Rivâyetlere
göre Rasulullah’ın yanında kalan o 12 kişiden 10’u Aşere-i Mübeşşere
idi.
Âyet-i kerimede bir kazanç veya bir
eğlence gördükleri zaman buyuruluyor. Kazançtan maksat ticaret kervanı,
eğlenceden maksat ta kervanın gelişini duyurmak için çaldıkları def, davuldur.
Sahâbenin pek çoğu ticaret kervanına yönelerek mescidi terk eder, Allah’ın
Resûlü’nü hutbede yalnız bırakırlar. İşte bu ifadelerle Rabbimiz tarafından
böyle davranan sahâbe kınanmakta ve bir daha böyle yapmamaları konusunda
uyarılmaktadır.
Bazıları bu hadiseyi sahâbeyi kınamak
için kullanmak istemiştir. Onlara göre sahâbenin bu davranışı dünyayı âhirete,
ticareti cennete, kervanı peygambere ve Allah’ın rızasına, malı, namaza tercih
anlamına gelmektedir. Sahâbeyi bunlarla itham etmeye çalışırlar. Fakat bu
Allah’ın kutlu toplumuna yapılabilecek en büyük iftiradır. Bunu ancak gerçeklere
gözlerini yummuş bir insan söyleyebilir. Sahâbeyi tanıyan bir insanın böyle bir
şeyi söylemesi asla mümkün değildir.
1- Bir kere bu hadise Müslümanların
Mekke’den Medine’ye hicretinden çok kısa bir süre sonra meydana gelmiştir. Yani
şirk toplumundan kopup gelen, küfür ortamından ayrılıp gelen sahâbenin henüz
sosyal eğitiminin yeni başladığı bir dönemde olmuştur.
2- Bu dönem, Mekke müşriklerinin
uyguladıkları ekonomik ambargolar sonucu Müslümanların çok sıkıntı çektikleri,
günlük ihtiyaçlarını karşılamakta büyük zorluklar yaşadıkları bir dönemdi. İbni
Cerir’in beyanıyla halkın, çocukların açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya
bulundukları bir dönemde oluyordu bu hadise. Böyle sıkıntılı bir dönemde bir
kervan gelir ve bir anlık bir gaflet sonucu Müslümanlar kervana yönelir. Değilse
Mekke’de bu kutlu insanların dinleri için nelere katlandıklarını çok iyi
biliyoruz. Şi’b-i Ebi Talip’te üç yıl neler çektiklerini, hicret esnasında
mallarının, mülklerinin, evlerinin-barkla-rının, karılarının, kızlarının,
dükkanlarının, tezgahlarının üzerine nasıl bir kilit vurup, her şeylerini arkada
bırakıp Medine’ye geldiklerini biliyoruz. Allah için, peygamber için her
şeylerini nasıl ayaklarının altına aldıklarını biliyoruz.
Bu âyet-i kerime nasıl ki sahâbeyi
kınayanları teyit etmiyorsa, aynı zamanda bunun tam tersini yaparak sahâbenin
mâsum olduğunu, sahâbenin hiç bir şekilde asla günah işlemez olduğunu, hata
yap-maz olduğunu söyleyip onları göklere çıkarmaya, melekleştirmeye çalışanları
da doğrulamaz. Bu anlayışın ikisi de Kitap ve sünnetin anlayışına terstir. Zira
sahâbe-i kirâm efendilerimizin pek çoğunun taşıdığı birçok zaafları Rabbimiz
Kur’an’ın pek çok yerinde zikretmiş ve onları zaman zaman açığa çıkan bu
zaaflarından ötürü uyarmıştır. Ancak bütün bu uyarılara, bu kusurlara rağmen
sahâbe-i kirâm efendilerimizin Rabbimiz tarafından affedildiği, Allah katında
yakınlık kazandığı da yine bu kitapla ortaya konmuştur. Sahâbe hiçbir zaman
mâsum bir melek değildir. Elbette onlar da bu dünyada doğmuş, bu dünya
şartlarında yaşamış insanlardır. Ancak bizlerden ve diğer insanlardan farkları,
onları Allah’ın Resulü eğitmiştir. Onlar Rasulullah Efendimizi gör-müşler, onun
imanına, takvasına, teslimiyetine, namazına, orucuna, hayatına şahit
olmuşlardır. Onları Rasulullah eğitip terbiye etmiştir.
Tabii ki bu eğitim bir günde, bir
ayda, bir yılda olmamıştır. Bu eğitim Resul rehberliğinde yıllarca, aşama aşama
devam etmiştir. Sa-hâbe toplumu içinde gerek bireysel, gerek toplumsal ne zaman
bir za-af ortaya çıkmışsa, Allah ve Resûlü o zaafa dikkat çekmiş ve sosyal bir
yasa gereği tedricen bu zaaf ortadan kaldırılmıştır. İşte burada da Cuma
esnasında zuhur eden bir zaafa Allah dikkat çekmektedir.
Bu âyet bize de bir uyarıdır. Eğer şu
anda kervanlar, oyunlar, eğlenceler, mallar, mülkler, dükkanlar, tezgahlar,
altınlar, gümüşler, hesaplar, kitaplar bizi de Allah ve Resûlünden
uzaklaştırıyor, Resûl’ü kendi başına bıraktırıyor, Kitap ve sünnetin hatırını
sormaktan alıkoyuyor, başka zikirlerle, başka gündemlerle uğraşıyor, bunları
dinimizin önüne geçiriyorsak, o zaman biz de bu âyetin uyarısıyla karşı karşıya
olduğumuzu unutmayalım. Unutmayalım ki Allah’ın zikri, Allah’ın kitabı ve
elçisinin sünnetiyle beraber olmak, şu içine gömüldüğümüz oyun ve eğlencelerden
daha hayırlıdır. Unutmayalım ki Allah’la beraber olarak, Allah’ın istediği bir
hayat yaşayarak Allah’a kavuşmayı hedeflemek, tüm dünya ve içindekilere sahip
olmaktan daha hayırlıdır. Rı-zık mı istiyorsunuz? Dünyayı kazanmak mı
istiyorsunuz? Yine O’nun peşinde koşun. Âhiret mi istiyorsunuz yine O’nun
dininin peşinde koşun. Çünkü gerek dünya, gerekse âhiret rızıklarının vericisi
Allah’tır. Vel hamdü lillahi Rabbi’l âlemîn
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder