SAFF SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabımızın
61., nüzûl sıralamasına göre 109., mufassal kısmının dördüncü sûreler grubunun
ilk sûresi olan Saf sûresi, Medine’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
14’dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Saf sûresi, Uhud savaşına yakın
bir dönemde nâzil olmuştur.
Sûrede özetle ben mü’minim
diyenler, hayat programım, kulluk kitabım Kur’an’dır, ben bu kitabın mü’miniyim
diyenler ihlasla, ciddiyetle İslâm’a, İslâm’ın kitabına sarılmaya, kitabın
gösterdiği hayatı yaşamaya, Allah yolunda malları ve canlarıyla fedâkar
davranmaya dâvet ve teşvik edilmektedir. Sûrenin başından, birinci âyetten
dördüncü âyete kadar mü’minlere hitap edilerek söyledikleriyle amelleri farklı
olanların, sözleriyle hayatları farklı olanların, söylediklerinin aksine
davranan, ağızlarıyla kalpleri, ağızlarıyla amelleri çelişki içinde olanların
Allah’ın gazabından kurtulamayacakları belirtilir. Halbuki Allah mü’minlerden
böyle bir davranış istememektedir. Allah, iman, amel, söz bütünlüğü içinde
kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf saf çarpışanları, imanlarının kavgasını
verenleri, Müslümanca bir hayatı yaşamanın savaşını verenleri sever,
buyurulmaktadır.
Beş ve yedinci âyetler arasında
da Müslümanların dinleri ve dinlerinin peygamberi, örnekleri, önderleri
karşısında takınmaları gereken Müslümanca tavır anlatılır. “Ey Müslümanlar,
sakın sizler sizden önceki İsrâiloğullarının peygamberleri Mûsâ’ya (a.s)
davrandıkları gibi davranmayın. Onlar Hz. Mûsâ’nın (a.s) Allah’ın elçisi
olduğunu, kulluk örnekleri, kulluk modelleri olduğunu bildikleri halde ona karşı
kayıtsız, ilgisiz davranmış, örnek bilmemişlerdir. Aralarında peygamberin
varlığına rağmen kendi hevâ ve heveslerine tâbi olmuşlardır. Sakın sizler öyle
yapmayın. Her konuda peygamberi örnek bilin. Her konuda peygambere tâbi olun.”
Sekizinci ve dokuzuncu âyetlerde, ehl-i kitap olan Yahudiler, Hristiyanlar ve
bunlarla sürekli iç içe olmaktan yana olan münâfıkların Allah’ın nûrunu
söndürmek için çırpındıkları konu edilir. Bunların bu konudaki çabaları,
çırpınışları hangi boyutta olursa olsun yine de Rabbimiz kendi nûrunu
tamamlayacağı haberini verir.
Nihayet sûrenin son bölümünde de
dünya ve ukbâ saadetinin, kurtuluşunun ancak Allah yolunda mal ve canla cihad
ederek elde edileceği vurgulandıktan sonra, yine mü’minlere hitap edilir: “Ey
mü’minler, Hz. Îsâ’nın (a.s) Havarileri nasıl düşmanlarına karşı Allah elçisine
yardım ederek Ensârullah olmayı kendilerine bir şeref bilmişlerse, sizler de
düşmanları karşısında, kâfirler karşısında peygamberinize yardımcılar olarak
Ensârullah olunuz. Böylece Rabbinizin rızasını kazanmış olursunuz.”
Âyetler üzerinde hızlı bir
gezinti yapalım inşallah. Sûre,
Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerde bulunan her şey tarafından tenzih ve tes-bih
edildiği, O'nun Azîz ve Hakîm olduğu gerçeğinin bildirilmesiyle başlamaktadır.
Bu giriş bölümünde, iman eden kimselerin, Allah Te-âlâ'nın göstermiş olduğu
doğrultuda hayatlarını tamim edip ibadette hiç bir şeyi ortak koşmadan O'nu
tesbih ve tenzih eden kutların, mahlukatın fıtrî olan özellikleriyle bezenmiş
olacakları ve bütün iyi amellerinin başarıya ulaştırılıp mükafatlandırılacağı
açıklanmaktadır. Sûrenin mü'minlere hitap eden birinci bölümünde Allah Teâlâ,
yapamayacakları şeyleri söyleyenlerin ve vaadlerini yerine getirmeyenlerin büyük
bir gazaba uğrayacakları, müşriklerin saldırılarına karşı sebat ederek birbirine
kenetlenmiş bir şekilde savaşarak karşı koyanların ise ilahî sevgiye muhatap
olacakları bildirilmektedir: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niye
söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah nezdinde büyük bir gazaba
sebep olur. Şüphesiz ki Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş gibi saf
bağlayarak savaşanları sever" (2-4).
Müslümanlar,
İslâm'a ve onun peygamberine karşı takınmaları gereken tavır konusunda
uyarılmaktadır. İsrailoğullarının Musa (a.s)'a yaptıkları ve daha sonra İsa
(a.s)'ı yalanlayarak ona düşmanlık ettikleri hatırlatılarak, samimi bir şekilde
İslâm'a bağlılık işlenmektedir. İs-railoğullarının, apaçık mucizeler ile
desteklenmiş bulunduğu halde İsa (a.s)'ı yalanlamalarından bahsedilirken, İsa
(a.s)'ın kendisinden sonra gelecek olan peygamberi yani Muhammed (s.a.s)'ı haber
vermiş olduğu kaydedilmektedir: "Hani bir zaman Meryem oğlu İsa da: Ey
İs-railoğulları Ben Allah'ın size gönderdiği, benden önce gelen Tevrat'ı
doğrulayan ve benden sonra gelecek Ahmed" adında bir Peygamberi müjdeleyen bir
peygamberim" demişti. Fakat İsa'nın müjdelediği peygamber kendilerine apaçık
delillerle gelince: Bu getirdiklerin apaçık bir sihirdir" dediler"
(6).
Allah
Teâlâ'nın gönderdiği peygamberin yalancılıkla suçlanması ve Kur'an-ı Kerîm'i
onun uydurması olarak nitelendirilmesinden daha büyük bir zulmün olmadığı
zikredildikten sonra, İslâm'ı yok etmeye çalışanların böyle bir şeyi
gerçekleştirmeye asla güçlerinin yetmeyeceği şu âyet-i kerime ile ortaya
konulmaktadır: "Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Kafirler
istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır" (8).
Hicrî
3. yılda yapılan Uhud savaşından sonra nâzil olduğu göz-önüne alındığı zaman bu
âyetin, müslümanların azınlıkta, korku ve endişe içerisinde bulundukları bir
sırada inandıkları dinin gelecekteki durumu onlara bildirilerek moral verildiği
sonucu çıkarılabilir. Uhud sa-vaşında müslümanlar yenilmişlerdi. Bütün Araplar,
İslâm'ı yok etmek için azimli ve kararlı bir şekilde faaliyet içerisinde idiler.
Öte taraftan Medine'nin etrafındaki düşman kabileler bu yenilgiden dolayı
oldukça cesaretlenmişlerdi. O dönemde İslâm'ın geleceğinin ne olacağını
Allah'tan başka kimse bilemezdi. Şartlar her yönüyle müslümanların aleyhine
gözüküyordu. Müslümanlar böyle zor durumda bulundukları bir sırada Allah Teâlâ,
kafirlerin İslâm nûrunu söndürmeye güç yettiremeyeceklerini, aksine kendi
tekeffülünde olan hak dininin yeryüzüne yayılıp hakim olacağını haber vererek,
imanla mutmain olmuş kalplere ferahlık vermişti. Asr-ı Saadet'te yaşanılan
olaylar, sonraki nesiller için birer örnek teşkil etmektedir. Aynı şekilde o
zamanki olaylar sebep kılınarak nâzil olan âyetlerdeki hitap da kıyamete kadar
bütün nesillere yöneliktir. Şirkin ilk ortaya çıkışından beri kafirler, Allah'ın
dinini yeryüzünden silmek için çabalamış durmuşlardır. Bu durum bugün ve
gelecekte de devam edecektir. Ancak; Müşrikler istemeseler de, dinini bütün
dinlerden üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O'dur"
(9).
Allah
Teâlâ, iman yolunda irşad ettiği mü'minlerin, cehennem azabından kurtulmaları ve
hesapsız nimetleri hak edebilmeleri için sürekli olarak yollar göstermektedir.
Bu sürede de mü'minler için, nefislerini can yakıcı cehennem azabından
kurtarmalarını sağlayâcak bazı ameller zikredilmektedir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak bir
ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve peygamberine iman edip mallarınızla
canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilseniz bu sizin için daha
hayırlıdır" (10-11).
Daha
sonra Allah yolunda, kendilerinden istendiği gibi ibadet etmeye gayret gösteren
ve dinini hakim kılmak için her türlü zorluğa göğüs geren müminler için şöyle
buyurulmaktadır: "Sevdiğiniz bir şey daha vardır. O da, Allah nezdinden bir
yardım ve yakın bir zaferdir. Ey Muhammed! Müminlere müjdele"
(13).
Sûre,
iman edenlere İsa (a.s)'ın havarilerini misa l
göstererek, Allah'ın dininin yardımcıları olmalarını emretmekte ve müminlerin
kafirlere karşı mutlaka desteklendiklerini haber vererek son bulmaktadır: "...
Biz. iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik de muzaffer oldular"
(14).
Bu kısa mukaddimeden sonra
inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayabiliriz. Sûre yine tesbihat
ile başlıyor.
1. “Göklerde olanlar da yerde olanlar da
Allah’ı tes-bih ederler. O, güçlüdür, Hakîmdir.”
Göklerde ve yerde olanların
tamamı Allah’ı tesbih ederler. Göklerde ve yerde canlı-cansız ne varsa hepsi
Allah’ı tesbihe lâyık görür. Hep hatırlanması, gündemde tutulması, konuşulması,
anlatılması gereken sensin Allah’ım, derler. Göklerde ve yerdeki tüm varlıklar
böyledir. Çünkü onların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu doğuştan Allah’ın
elindedir. Hepsi de Rabblerine boyun büküp teslim olmuşlardır. Hepsi de sadece
Allah’ı dinlemektedirler. Hepsi üzerinde Allah yasaları hakimdir. Ama insan
bunlardan farklıdır. İradeli oluşuyla, boynundaki ipin ucu doğuştan kendi elinde
oluşuyla öteki varlıklardan farklı olan insan iki gruptur. Kimisi tıpkı öteki
varlıklar gibi doğuştan boynunda getirdiği kulluk ipinin ucunu Rabbine teslim
etmiş, Rabbini tesbihe, kulluğa, itaate, teslimiyete lâyık görürken, kimisi de
O’nu tesbihe lâyık görmemektedir.
Halbuki Allah Azîz ve Hakîmdir.
Allah mutlak güç, kuvvet, hik-met ve hâkimiyet sahibidir. Tüm varlıkların, tüm
kullarının hayatında egemen olan Odur. Peki o zaman bir düşünelim. Hayatımıza
hakim olan kim? Kimin egemenliğinde bir hayat yaşıyoruz? Bizim adımıza aldığı
kararları en doğru olan Allah iken acaba hayatımızda Rabbi-mizin isteklerinin,
arzularının, âyetlerinin kaçta kaçı var, bunu bir
düşünelim.
2-3. “Ey inananlar! Yapmadığınız,
(yapmayacağınız) şeyi niçin söylersiniz? Yapmadığınız şeyi yaptık demeniz, Allah
katında büyük gazaba sebep olur.”
“Ey iman edenler, yapmadığınız
şeyleri niye söylüyorsunuz? Yani konuştuğunuz şeyler konusunda niye kendinizi
unutuyorsunuz? Sözcülüğünü yaptığınız şeylerin eylemini, amelini niye
gerçekleştirmi-yorsunuz? Bir şeyin sözcülüğünü yapıyorsanız, bir konuda iman
iddiasında bulunuyorsanız onu eyleme geçirmeniz gerekmez mi? Sözlerinizle
hayatınız aynı olmalı değil mi? İddialarınızla amelleriniz bütünlük teşkil
etmeli değil mi? Ya da birilerinden yapmasını istediğiniz şeyi sizin de yapmanız
gerekmez mi? İnsanlara bir şeyler söyler de kendinizi unutur musunuz? Veya
kendinizin yapmadığı, yapmayacağı şeyleri niye başkalarına söylüyorsunuz?” Bu
âyetin bir kaç boyutu vardır:
1- Ey mü’minler, amelin konusu olmayan,
yapmanın konusu olmayan şeyleri niye konuşuyorsunuz? Yani amelin konusu olmayan,
yarın amele dökülemeyecek konuları, sizi amele sevk etmeyecek, uygulama imkânı
olmayan konuları niye konuşup duruyorsunuz? Ne gibi! A.B.D’yi konuşuyoruz,
Çin’i, Maçin’i, Mançurya’yı, İnkaların Amerikan kültürüne etkilerini
konuşuyoruz. Sumatra dosyasını konuşuyoruz. Başkalarının çocuklarının eğitim
problemini konuşuyoruz. Yani bütün bunlar bizden amel istemiyor ki! Lüks şeyler
bunlar! Yarın amele dökülemeyecek fantastik konuları niye konuşuyorsunuz? diyor
Allah.
2- İkinci mânâsı da, yapmadığınız,
yapmayacağınız şeyleri niye konuşup duruyorsunuz? Konuştuğunuz şeyler niye
olduğu yerde kalıyor? Yani sizler hep söz Müslümanı mı olacaksınız? Hep söz
planında mı Müslüman olacaksınız? Amel planında Müslüman olmayacak mısınız?
Namaz kılmayacağınız yerde niye abdest alıyorsunuz? Abdest, bir daha abdest bir
daha abdest! Yeter ya, bir de namaz kılmayı öğrensenize! Halbuki Allah, konuşma
yerine iş yapmayı sever. Allah, konuşma yerine iş yapmayı sever. Laf ebeliği,
laf üretmek yerine lafı eyleme geçirmeyi ve saf saf savaş toplumu olarak Allah
yolunda savaşanları sever. Bu işin edebiyatını yapanları değil, amelini
gerçekleştirenleri sever. “Yapmak lazım, kurmak lazım, kırmak lazım, vermek
lazım,” gibi laf ebeliğiyle meşgul olanları değil.
Bu âyetinde
Rabbimiz:
1- Yapmadığımız şeyleri konuşmaktan
bizi menediyor. Namaz kılmadığımız halde kıldık demekten, borcumuzu ödemediğimiz
halde ödedik demekten, oruç tutmadığımız halde tuttuk demekten bizi me-nediyor.
2- Amelin konusu olmayan, yapmanın
konusu olmayan, bizi hemen amele sevk etmeyecek, ya da bizden herhangi bir amel
istemeyecek lüzumsuz konuları konuşmaktan menediyor Rabbimiz. Dünyamızı ve
âhiretimizi ilgilendirmeyen konuları konuşmaktan kaçınacağız. Bakın Allah’ın
Resûlü buyuruyor ki:
“Kişinin iyi bir Müslüman
olduğunun alâmetlerinden birisi de onun kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk
etmesidir.”
Başka bir hadislerinde de
Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Kişinin kendisini
ilgilendirmeyen mâlâyânileri ter-ketmesi onun imanındandır.”
Kişinin mâlâyâniyi, yani kendisine
gerekli olmayan şeyleri terk etmesi iyi bir Müslüman olduğunun alâmeti, delili,
ispatıdır. Kişi iyi bir Müslüman olmak isterse, lüzumsuz şeyleri terk edecek.
Eyvah! Bu bizim hayatımızın tümünü kapsıyor. Tüm hayatımızı içine alan bir
konudur bu. Tüm konuşmalarımızı, bakışlarımızı, düşüncelerimizi,
davranışlarımızı, hareketlerimizi içine alan bir konu... İnsan bir adım atacak,
bir söz söyleyecek, bir bakış yapacak, bir karar verecek, bir eylem
gerçekleştirecek ama bu lüzumsuzsa, kendisi için gereksizse he-men onu terk
edecek.
Fakat burada önemli bir şey var.
O da, kişi için lüzumlu ve lüzumsuzu Allah ve Resûlü söyleyecektir. Öyleyse kişi
önce Allah ve Resûlü’nün dediklerini tanımalı ki, lüzumluyu ve lüzumsuzu
ayırabilsin, lüzumsuzu hemen terk edebilsin. Demek ki bu iş Kitap ve sünneti
tanımaktan geçmektedir. İyi bir Müslüman olmanın yolu, Kitap ve sün-neti
tanımaktan geçmektedir. Kitap ve sünnet bilinmeden lüzumlu ve lüzumsuz
bilinemeyeceğine göre, iyi bir Müslüman da olunamayacak demektir. Müslümanlık
güzelleşmeyecek demektir.
“Kişinin kendisini
ilgilendirmeyen konular üzerinde lüzumsuz bir şekilde konuşmaması onun
fakihliğinden-dir.”
Bu hadisten de anlıyoruz ki,
Müslümanlığın güzelleşmesi için terk edilmesi gereken lüzumsuzluklardan birisi
boş sözlerdir. Dinimizi, kulluğumuzu ilgilendirmeyen, amelin konusu olmayan,
amele dönüştürülmesi mümkün olmayan tüm sözler boş sözlerdir ve Müslümanın terk
etmesi gerekmektedir.
Çok lüzumsuz şeyler konuşuyoruz. Filan
şu kadar kazanmış, filanın şu kadar malı varmış, filanın evinin tipi, tefrişi
şöyleymiş, falanın arabasının modeli, filanın dükkanı, tezgahı böyleymiş
konuşuyoruz. Kendi çocuklarımızın eğitim derdini unutup başkalarının
çocuklarının eğitim problemini konuşuyoruz. Veya adam henüz evlenmemişken
boşanma konularını tartışıyor. Her gün yatağa girerken okunacak duaları bırakıp,
hac ortamında değilken oturduğumuz yerlerde ihramlıyken okunacak duaları,
ihramlıya yasak olan konuları konuşuyoruz.
Oturduğumuz her bir mecliste
attan, avrattan, fiyattan, arabadan, saptan, samandan, marktan, dolardan söz
ediyoruz. Niye konuşuyoruz bütün bunları? Yani bizden amel istemiyor ki bütün
bu konular! Lüks şeyler bunlar! Yarın amele dökülemeyecek fantastik konuları
niye konuşuyorsunuz? Sizi ilgilendirmeyen, amelin konusu olmayan ve yarın
mizanınıza konmayacak cinsten olan, konsa bile sizi cennete götürücü olmayan bu
sözleri niye konuşup duruyorsunuz? Bunların tümünden yüz çevirmek zorundasınız,
diyor Rabbimiz.
3- Mü'min, söylediği şeyi mutlaka
kendisi bizzat yapmalı, yaşamalıdır. Sözleri bir vadide, kendisi başka bir
vadide olmamalıdır. Bakara’da ve kitabımızın başka yerlerinde anlatılan
sözleriyle hayatları, dilleriyle amelleri farklı münâfıklar gibi olmamalıdır.
Başkalarına du-yurduklarıyla kendi yaptıkları farklı olmamalıdır. Başkalarını
aydınla-tırken kendisi karanlıkta kalanlardan olmamalı, söylediğini bizzat
kendisi yaşamalıdır.
Mü’min, çevresine yapın diye tavsiye
ettiği şeyleri bizzat yapmak, uygulamak zorundadır. Ama bunun zıddı geçerli
değildir. Yani kişi yapmadığı, yaşamadığı şeyleri söylemeyecek demek doğru
değil-dir. Örneğin ben kendi yaşadıklarımın dışında insanlara bir şey
anla-tamaz, bir şey söyleyemezsem, o zaman din eksik
anlatılır.
Sadece kendi yaşayabildiğimi
anlatır, ötekisi de kendi yaşadıklarını anlatırsa, o zaman din güdükleşir.
Bildiğim dini tümüyle anlatmak zorundayım. Benden daha güzel bu dini yaşayan
birileri çıkabilecektir. Nitekim Allah’ın Resûlü veda hutbesinin bir bölümünde,
kendisini dinleyen ashabına şöyle buyurmuştur: “Burada olanlar, duyduklarını
duymayanlara aktarsın! Umulur ki sizden daha iyi anlayıp yaşayanlar çıkabilir!”
Örneğin ben gece namazı kılamıyorsam, “ben bunu yapamıyorum, öyleyse kimseye
anlatmamalıyım!” diyemem. Zira benden daha güzel bu işi beceren birileri
çıkacaktır, o halde gece namazını da anlatmalıyım. Veya meselâ ben zengin
değilim, zekat veremiyorsam da onu birilerine anlatmak zorundayım. Çocuğum yok,
çocuk eğitimi konusunda herhangi bir şey yapmıyorum, ama çocuğu olanların
bilmeleri için bu konudaki hükümleri de anlatmak
zorundayım.
İmam Ebu Hanife efendimize izâfe edilen
bir yalan var: Bal hikâyesi. Adamın biri sürekli bal yiyen çocuğunu İmam Ebu
Hanife’ye getirir ve: “Ey imam, bu çocuğa bir nasihatte bulunsanız da şeker
ye-mese!” İmam Ebu Hanife efendimiz der ki: “Al bu çocuğu götür, kırk gün sonra
getir.” Adam götürür çocuğu ve kırk gün sonra getirir. İmam Ebu Hanife efendimiz
çocuğu karşısına alır ve üç kere: “Oğlum bal yemeyeceksin!” buyurur ve artık
çocuk da bir daha bal yemez. Babası der ki: “Ya imam, söylediğin üç cümle. Bunu
kırk gün önce söyleseydin de oğlum kırk gün bu azabı çekmeseydi olmaz mıydı?”
İmam Ebu Hanife der ki: “Ben o anda kendim bal yiyordum, o durumdayken çocuğa
bal yeme deseydim, tesirli olmayacaktı. Ama bu kırk gün zarfında ben sabredip
bal yemedim, kendimde tatbik ettiğim için, kendim yaşadığım için tesirli oldu”
der.
O zaman şunu sormamız gerekecek:
Peygamberimiz Ebu Ce-hil’e tesirli olamadı. Acaba Allah’ın Resûlü yaşamadığı
için mi tesirli olamadı? Bu yanlıştır, çünkü tesir bizden değil Allah’tandır.
Bir de birilerine balı yasaklamak için illa da biz bal yemeyeceğiz diye bir şey
yoktur. Bakara sûresinde:
buyurulur. İyiliği, birri, hayrı,
İslâm’ı, imanı insanlara emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? İnsanları
imana dâvet ettiği halde, kendi dünyasında kendince bir hayat süren insanlara,
yani pratikteki hayatlarıyla teorideki hayatları farklı olan Müslümanlara
deniyor bu. Üstelik sizler kitabı da biliyorsunuz. Gerçi İslâm toplumunda bir
grubun âlim diğer bir grubun da bu âlimlere tâbi olan bir grup olması gibi
mutlak mânâda bir ayırım söz konusu değildir. Her Müslüman kendi çapında âlim
olmak zorundadır. Yani kendilerinden daha çok âlim olanlardan bilgi,
kendilerinden daha az âlim olanlardan da yine bilgi alışverişi kurmak
zorundadırlar. Her bilen, bildiği kadarının âlimidir. Bundan dolayıdır ki, her
bilenin kendi bildikleri kadarını birilerine ulaştırabilme sıkıntısını yaşaması
gerekmektedir. İşte bu âyet, mü'minle-rin bu sıkıntılarına çözüm getirmektedir.
Yani siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi ihmal mi edersiniz? Üstelik siz
biliyorsunuz bunu? Aklınızı kullanmıyor musunuz?
İşte böyle yapmadığınız şeyleri,
yapmayacağınız şeyleri konuşup durmanız, yapmadığınız şeyi yaptık diye
övünmeleriniz, yapmayacağınız şeyleri dilinize dolayıp durmanız Allah katında
büyük bir gazaba sebep olur. Yapmayın böyle, değilse Allah’ın gazabını
celbe-dersiniz.
Kendisi
yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları
aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir. Hasan Basrî şöyle
dedi: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil. Yine
Hasan Basrî'nin diğer bir nasihati: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu
kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de
sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk
olursun.”
Bu
konudaki âyet ve sahih hadislerin lafızları, ma’ruf ve mün-keri tanıyıp bunların
her birisinin gerektirdiği görevi yerine getirmenin vücubunu bilen bir kimsenin,
bildiğinin ve emrettiğinin aksine davra-nışından dolayı, bunları bilmeyen bir
kimseye göre cezasının daha ağır olacağını göstermektedir. Çünkü o bu şekilde
yüce Allah’ın ya-saklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve
böyle bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Rasulullah (s.a.s.)
ise şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde azabı insanlar
arasında en çetin olacak kimse yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle
faydalandır-madığı ilim adamı olacaktır.”
Kötülük
yaparken iyiliği tavsiye etmek yasak mıdır? Hayır. Bu-rada yasaklanan, kötülük
yaparken iyiliği emretmek değil; iyilikle em-rederken kötülük yapmaya devam
etmektir. Yani, "siz iyiliği
ermedi-yorsunuz, güzel; o halde kötülüğü de terk edin, emrettiğiniz o iyiliği
kendiniz de yapın" denmektedir. Bunu az önce söyledim.
"Siz Kitabı okuduğunuz
(gerçekleri bildiğiniz) hal-de, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor
musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak
mısınız?"
(Bakara:
2/44)
Âyette
geçen birr (iyilik) den kasıt, itaat ve sâlih ameldir. Âyet-te geçen
"kendinizi unutur musunuz?" buyruğundan kasıt, "kendinizi terk eder,
o halde bırakır mısınız?" demektir. Unutmak, terk etmek anlamına da gelir ve
burada kasıt budur. Allah'ın: "Onlar
Allah'ı unut-tular, Allah da onları unuttu." (Tevbe:68) âyetinde unutmak da
hatır-lamanın ve bellemenin zıddı anlamındadır.
Kur'an'ın
bu hükmü, başlangıçta her ne kadar İsrâil oğulların-da görülen hâdiseler üzerine
nâzil olmuş idiyse de bütün insanlığa ve özellikle din âlimlerine hitap edişi
bakımından bu ebedî tebligat yalnız bir nesle veya bir kavme münhasır değildir.
Din, sıcak bir ruh ve mü-dâfaa edilen bir itikad olmaktan çıkarılıp, sanat ve
ticaret haline geti-rilirse din adamları tehlikeli bir âfet olur. Bu tip din
adamları, inanma-dıkları şeyleri dilleriyle söylerler. Ve hayrı emrettikleri
halde kendileri yapmazlar. İyiliğe çağırdıkları halde kendileri iyilikten
kaçarlar. İlâhî kelâmın aslını değiştirip tahrif ederler. Allah'ın kat'i
hükümlerini bir ta-kım menfaat ve arzulara göre te'vil ederler. Yahudi
hahamlarının yap-tığı gibi, dıştan ilâhî hükümlere uyar görünüp, diğer taraftan
devlet adamlarını ve zenginleri memnun etmek için din hakikatleriyle
bağ-daşmayan fetvâlar verirler. İyiliğe dâvet edip de iyilikten kaçınmak,
iyi-lik yolunda olanlara karşı çıkmak, sadece dâvâ adamlarında değil, bizzat
dâvânın kendisinde şek ve şüphe âfetlerinin belirmesine sebep olur. Zaten umumî
efkârı/kamuoyunu karıştıran ve kalpleri şüpheye düşüren de budur. Zira halk bir
kimseden güzel söz işitir de çirkin fiil-ler müşâhede ederse, söz ile iş
arasındaki bu ayrılıktan tereddüde ka-pılarak itikadın ruhlarında alevlendirdiği
meşaleler söner. İmanın kalp-lere serptiği nurlar kaybolur. Din adamlarına olan
itimatlarını yitirdik-ten sonra artık dine de bağlılıkları kalmaz.
Söz
ne kadar heyecanlı, ne kadar câzip ve edebî olursa olsun, inanan bir kalpten
gelmedikçe sönüklükten kurtulamaz; ölüdür, mu-hatabına tesir edemez. Bir insan
ağzından çıkan sözün canlı bir nü-munesi/örneği olmadıkça, söylediğinin hakiki
temsilcisi sayılamaz. Bu kimseye itimat eden de bulunmaz. Ancak bu hallerden
kurtulup, içi ile dışı bir olduğu takdirde, sözler parlak, kelimeler câzip
olmasa da, halkın imanı ve güveni temin edilebilir. Zira o zaman kelimeler
kuvvetini nağmelerden değil; bizzat hakikatlerden alır. Sözün güzelliği
parlaklığından değil; sadakatinden ötürüdür. Ancak bu takdirde söz, canlı bir
enerji kaynağı haline gelir. Artık o, bizzat gerçeğin ifadesidir. Söz ile
hareket, akide ile ahlâk arasındaki mutâbakatı (uyumu) sağlamak kolay değildir.
Bu, sadâkatle çalışmayı, O'ndan medet dilemeyi ve O'-nun hidâyet kaynağı olan
hakikatlerden yardım istemeyi gerektirir. Hayatın zaruretleri ve mecburiyetleri
çok kere fert ile itikadının arasını açar. Hayatın karışıklığı imanın dâvet
ettiği yolu zorlaştırır. Fâni olan fert ne kadar kuvvetli olursa olsun, ebedî
olan kuvvete bağlanmadık-ça zayıftır. Zira şerrin, tuğyânın ve sapıklığın
kuvveti (Allah'ın yardımı için gerekli sebeplere yapışılmadıkça) insanı mağlup
etmeye kâfidir."
Dikkat
ederseniz az evvel okuduğum Bakara sûresinin 44. âyeti, "...Aklınızı kullanmıyor musunuz?
Hâlâ akıllanmayacak mısınız?"sorusunu
sorar. Çünkü başkalarına iyiliği emrettiği halde kendi ni unutan insan, akıllı
kabul edilmez ve akıllı olmaya dâvet
edilir. Başkalarına iyiliği emretmek, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle
onları yararlandırmaktır. Halbuki başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve
kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini
ateşe atmak demektir ki, bu davranış, akıl açısından bir çelişki teşkil
eder.
İkincisi,
insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini,
kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında
bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraf-tan aydınlatmak isterken, diğer
taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak
vardır. Aklı olan ise böyle çeliş-kilere düşmez.
Üçüncüsü,
söylenen sözün, verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması
arzu edilir. Boşuna emir, boşuna geve-zelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği
emir ve öğüdün tersini kendisi-nin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi
ondan nefret ettirmek-tir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi
yıkmaktır ki, bun-dan büyük budalalık olmaz.
Özetle,
iyilik iyiliktir; elbette insanlara iyiliği emretmek de haddi zâtında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu
yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da
budur. Bundan dola-yı bu âyet, fâsığın/günahkâr sapığın doğru söylemek, sözünde
ciddî olarak iyiyi söylemek şartıyla vaaz etmesini (öğüt vermesini), iyiliği
emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gâyet bü-yük ve büyük
olmakla beraber zarif/ince bir inzârı (korkutmayı) içe-riyor ve aptallıklarını
anlatıyor. İyilikle emreden kişinin kendi hakkında ciddî olmasını ve öğüt
verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun
özellikle akıl nokta-i nazarından çok şa-şılacak şey olduğunu gösteriyor. İnsan,
başkasına öğüt verirken, ken-dini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum
salkımı yutmuş ol-mamalıdır. Halkı aydınlatmak için doğru söyleyenler (kendileri
söyle-diklerine ters davrandıkları için) hadislerde belirtilen azâba
çarptırı-lacaksa, bir de insanları saptırmak için eğri söyleyenlerin hali buna
kı-yas edilsin!..
Evet,
iyiliği emredip kötülüğü sakındırmaktan maksat, başka-sını menfaatine olan şeyi
elde etmeye ve zararına olan şeye düşmek-ten sakındırmaya bir irşaddır. İnsanın
kendisine iyiliği, başkasına iyilik yapmasından daha evlâdır. Başkasına nasihat
edip kendisi nasihat almayan kimse,
sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulun-muş olur. İnsanlara
nasihat edip ilmini gösteren, sonra da kendisi yapmayan kimsenin nasihati,
insanların günaha rağbet etmelerine
sebep olur. Çünkü insanlar o zaman şöyle derler: "O, bu ilmi ile eğer bu
anlattıklarının bir aslı esası olmadığını anlamış olmasaydı, bu gü-nahı
işlemezdi." Onun bu günahı işlemesi, böylece insanları dinî ko-nularda
aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda onlara ce-saret verir. İyiliği
emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir fiili işlediği zaman, sanki o
iki zıt şeyi birleştirmiş olur; ki bu da akıl sa-hibi olanlara yakışan bir fiil
değildir. İyiliği emreden kimsenin,
nasi-hatinin kalplere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise,
kalpleri günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Nasihat e-denin maksadı,
sözünün kalplere etki etmesidir. İşte bu sebeple her ikisini beraber yapmak,
akıllılara yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali, "Belimi iki kişi
kırar: Şerefinin zedelenmesine aldırma-yan âlim ve zâhid olan câhil." der.
Ebu’l
Atahiye bir şiirinde der ki: “Takvâyı sanki sen takvâlı imiş gibi anlatıyorsun;
Halbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılı-yor.”
Kendisi
hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla ilgili başkasını te-dâvi etmeye
kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa,
başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek ko-nuyla ilgili halkın
değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye
ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sü-rer, kendi kelini tedavi
ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin,
buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden
“yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocanın dediğini yap,
gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan
örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur. Halkın tümüyle
yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle
dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar
salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” bu deyimler de, yine bu tür
davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.
Mükellef
olan insan, iki şey ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten
alıkoymak. Bu iki görevden birini yapma-mak, diğerini de yapmamayı gerektirmez.
"Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü” Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa,
tamamen de terk edilmez." İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her
geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne açarak ve
git-tikçe derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müra-caat edip
kökünü, gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda meyve ver-meye devam ediyor. Hatta
daha çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa
meyve vermeyi deniyor. Hem güç-lenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği
müddetçe sadece ken-di gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı
da hızla artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor.
Demek
ki, dikkat etmemiz gereken; başkasına
iyiliği emreder-ken, kendimizi unutmamamız, kendimize de emretmemizdir; Sadece
başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia edemeyiz. Sadece başkalarına
anlatmakla yetinenlerin, postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört
ayaklılardan farkı olmayacaktır. İmam Gazali
bu konuda şu benzetmeleri yapar: “Bildiği ile amel
etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa
da kendisi on-dan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi
kes-mez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur.
Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan
kur-tulamaz.”
Amel
söze uymalı; söz amele. İnsanın çifte standartlı olma-ması, içi başka dışı başka
olan münâfıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir.
İslâm'a dâvet eden kişi, her çeşit davranışının, sözlerine uymamasından şiddetle
sakınmalıdır. Sözü ile özü, mesajı ile yaşayışı aynı doğrultuda olan, iki dille
insana tebliğ etmiş olacağından, hem kulak hem göz etkilenecek, mesaj do-nuk ve
soyut olmaktan çıkacak, canlanıp canlandıracaktır. Bu tavır, hem ihlâsın meyvesi
olduğundan Allah katında büyük ecir getirecek, hem bereketini dünyada
neticeleriyle görecek ve sözünün kabul gör-mesine büyük oranda vesile
olabilecektir. İnsan karakteri, ilmiyle amel etmeyen ve sözü fiiline uymayan
kimselerin sözünden faydalanmamak eğilimindedir. Bakın, Şuayb (a.s.) sözüyle
olduğu kadar namazıyla ve davranışlarıyla da kavmine tebliğ ediyor ve dâvet
ettiği şeyleri kendisi tümüyle yaşadığını belirtme ihtiyacı hissediyordu:
"Size yasak ettiğim şeylerin
aksini yaparak size aykırı davranmak iste-miyorum." (Hûd:88)
Peygamberler,
ümmetlerine tebliğ ettikleri şeyleri her şeyden önce kendi nefislerinde
yaşarlar; sözleri ile özleri, kalpleri ile amelleri birbirine uyar; ümmetlerine
tebliğ ettiklerine muhâlif davranmazlar. Peygamberler, birer ıslahatçıdır,
onların görevi, yapmak ve düzelt-mektir; iyiliğin hâkim olması, insanların
doğruya ve iyiye yönelmesi için elinden geldiğince çaba göstermektir.
Peygamberler, sadece Al-lah'a güvenir ve dayanırlar; başarının, yalnız Allah'tan
geldiği husu-sunda hiçbir şüpheleri olmaz; bu sebeple de Allah'tan başka hiçbir
kuvvete ve desteğe sahip olmasalar bile, yine de ümitsizliğe düş-mezler.
Unutmayalım
ki dâvetçilerin kendi nefislerine karşı sorumluluk-ları, toplum karşısındaki
sorumluluklarından daha büyüktür. Onların kendi görevleri konusundaki
eksiklikleri de toplumun onlar üzerindeki hakları konusundaki eksikliklerinden
daha tehlikelidir. İçinde yaşamış oldukları toplumda davranışlarıyla iyi bir
örnek oluşturmaları gerekir.
İnsanları kendisine dâvet ettikleri dâvânın etkileri bizzat kendi
hayat-larında görülmeli, davranışlarında inandıkları prensiplerden işaretler
olmalıdır. Ancak böyle olursa halk, bu dinin fiilî varlığını duyar ve pra-tik
tatbikatını görme imkânına kavuşur. Dâvet ve tebliğ alanında bu-nun büyük
etkileri vardır. Anlatılan hakikatlerin, entellektüel tatmin aracı olarak
kalmaması, hayata yansıması için teori planından çıkıp pratiğe aktarılmalıdır
ki, müslümanın hayatı, İslâm'ın aynası ve
tab-losu olsun.
Öyleyse
dâvetçiler, hayatlarının her safhasında dâvâlarını uygulamak zorundadır. Söz ve
davranışlarında özel ve genel meselele-rinde, bireysel ve toplumsal alanlarında,
özel hayatlarında, bir işçi veya işveren olarak işlerinde, bir baba ve koca
olarak evlerinde, sokak-larda, hayatın her safhasında. Hz. Ali (r.a.) şöyle der: "Kim kendisini
başkalarına bir önder olarak tayin ederse, başkasına öğüt vermeden önce kendi
kendisine öğüt versin. Diliyle terbiye kurallarını anlatma-dan önce
davranışlarını o kurallara uydursun. Kendi kendisine öğüt veren ve kendisini
düzelten, başkalarına öğüt verip başkalarını düzeltmeğe çalışan kimseden daha
çok saygıya lâyıktır."
Örneklik,
iyiliği emir ve kötülükten sakındırma işleminin onsuz gerçekleşemeyeceği ve
meyvesini veremeyeceği bir esasıdır. Çoğu zaman konuşmadan, sözden çok
uygulamalar etkili olur. Mârufu em-reden ve münkerden sakındıran, nasihat eden
kişiler, söylediklerine uymadıkları zaman; muhâtabın fitneye düşmesine,
dâvetçinin söyle-diklerinin doğruluğuna ikna olmamasına götürür. Hasanü'l-Basrî
şöyle der: "İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sözlerinle değil.
Nasi-hatçi, bir şeyi emir ve tavsiye etmek istediğinde kendi nefsinden baş-lar
ve önce kendisi onu yapar. Bir münkerden de sakındırmak iste-diğinde önce
kendisi ondan sakınır." Yine Hasanü'l-Basrî'ye ait baş-ka bir tavsiye de
şöyledir: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, o-nu kendisi yaşayıp
uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda
ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.”
Bir
müslüman, hakkı tavsiye ve bâtıldan sakındırma işlemi sı-rasında hakkıyla etkili
olabilmesi için, gündeme getirdiği bir konuda az bir şeyle yetinmeyip o konuyu
en çok sahiplenen biri olmalıdır. Bir dâvetçinin kendi nefsini eğitmeye güç
yetirmesi, başkalarını eğitmeye onu ehil kılar. Kimin de nefsi, kendisini esir
almışsa, kendi hevâsına kul olmuşsa, başkalarına etkili olması mümkün
değildir.
İnsan,
karşısındaki şahsa bir mesaj vermek istiyorsa, sözünün tesirli olabilmesi için
en önemli şart, sözü özün desteklemesi; söyle-nen sözün hâle tercüman olmasıdır.
Câmi, hâl diliyle durmadan na-maza dâvet eder. Müezzin ise bu dâvete namaz
vakitlerinde tercü-man olur. Bir mü'min de ahlâkıyla örnek insan oldu mu,
çevresindeki-leri hâl diliyle durmadan İslâm'a çağırır. Onlara bir şeyler
söylediğinde dili hâline tercüman olmuş olur ve sözü tesir eder. "Eğer biz, İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin
güzelliklerini davranışlarımızda orta-ya koysak, diğer dinlerin bağlıları,
elbette grup grup İslâmiyet'e gire-cektir. Belki yeryüzünün bazı kıtaları ve
devletleri de İslâmiyet’e toptan gireceklerdir." Biz hep beraber İslâm'a uygun
bir hayat sürebilsek, yani hâl diliyle İslâm'ın güzelliğini, üstünlüğünü ilân
edebilsek nice in-sanların hidâyetine vesile olacağız. Bir başka ifadeyle, bunu
yapma-makla kim bilir kimlerin dalâletine, İslâm'dan uzaklaşmalarına yahut en
azından ona yaklaşmamalarına sebep oluyoruz.
"Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir
fitne kılma."
(Mümtehine:
60/5)
Yâ
Rabbi, Sen bizi İslâm'ı layığınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere
fitne vasıtası olmayalım; "bunların elinde de hak mı olurmuş" deyip de Senin
yolundan yüz çevirmesinler. Haramdan sakınmayanın takvâ dersi dinlenilmez. Sâlih
amel işlemeyenin de iba-det teşvikleri etkisiz kalır. Mânevî bunalım içinde
çırpındığı halde Kur'-an'ın kapısını çalmayı akıl edemeyen insanlık âlemine bunu
öğret-menin en büyük şartı Kur'an ahlâkını hayatımıza mal etmektir. Pey-gamber
Efendimizin (a.s.) ahlâkını soran ashâb-ı kirâma Hz. Âişe (r.a)'nin verdiği
cevap ne kadar ibretlidir: "Siz Kur'an okumuyor musunuz?
Onun ahlâkı Kur'an idi."
Cenâb-ı Hakk'ın o en son elçisi, O'nun en son kitabına en mükemmel ve en berrak
bir ayna olmakla kalpleri aydınlattı; câhiliye devrini asr-ı saâdete çevirdi. Bu
helâket ve felâket asrının saâdet asrına dönmesi, saâdetin bu asra taşınması da
bizim O Peygamber'e lâyık ümmet olmamızda düğümleniyor. Bu düğümün çözülmesi,
Kur'an'a uymayan her türlü kötü ahlâkı ruh dünyamızdan çıkarmamıza bağlı. Bunu
yapabilirsek, biz de sıhhate kavuşacağız, asrımız da...
Bir
dâvâya en çok zararı, ona düşman olanlardan daha fazla, onu kötü savunanlar, onu
kötü temsil edenler verir. Milyarlarca insan, İslâm'dan mahrum yaşıyorsa,
kendine yakışır bir şekilde İslâm yaşa-namadığındandır. Dünyanın en kötü bir
ürünü, iyi bir ambalaj yardı-mıyla rahatlıkla pazarlanabilir, ona bolca müşteri
bulunabilir. Dünya-nın en değerli ürünü de çok kötü bir ambalajla müşteriden
mahrum edilebilir. Çok lezzetli bir yemek, kalitesine uygun bir tarzda değil de,
meselâ üstü başı pis bir garson tarafından çok kötü bir şekilde ma-saya başınıza
fırlatılır gibi konulunca o yemeğin beğenilme şansı sı-fıra yaklaşacaktır. Yüzü
sirke satan bir kimsenin sattığı bala alıcı bu-lamaması da aynı konu ile
ilgilidir.
Haklı
olmak yetmez, hakkı savunmak da; haklılığımız ve hakkı hâkim kılmak için iyiliği
emretmemiz, bâtılı yaşayarak yerine getirilirse haksız duruma düşmüş oluruz.
Böylece yalnız kendimize haksızlık etmiş olmayız; savunduğumuz hakikate/iyiliğe
de yanlış temsilden ve kötü örneklikten dolayı, o hakikatin bir daha yüzüne
bakamayacak olan insanlara da haksızlık etmiş oluruz. En etkili tebliğ yolu,
insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir
ya-şantı içindeyse, onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl
ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve
güvenilir sözcüsü durumundadır.
Bunlar âyetin umumî hatırlattıkları.
Âyetin nüzûl sebebiyle alâkalı özel mânâsına gelince, daha sonra gelecek
âyetlerle birlikte düşünüldüğü zaman, burada asıl maksadın İslâm için, din,
Allah için mal ve candan fedâkârlıkta bulunma konusunda büyük büyük iddialarda
bulunup, büyük büyük laflar söyleyip de sonra da yüz çevirenlerin kınanması
gündeme getirilmektedir. Uhud başta olmak üzere insanların bu zaafları açığa
çıkıyordu. Daha önceleri Rabbimiz, Müslümanları savaş ortamına hazırlamak için
namaz kılın, zekat verin ve ellerinizi savaştan çekin, buyuruyordu. Ama onlardan
bir grup, “ah, ne olurdu bize bir savaş emri verilseydi de savaşsaydık” diyor,
savaşı temenni ediyordu. Ama Medine’de savaş emri verilince, içlerinden bir grup
Allah’tan korkar gibi insanlardan korkmaya başladılar. Allah için girecekleri
bir savaşta ölümden, yaralanmadan, sıkıntıya düşmekten korktular. Gerçekten zor
bir imtihana tâbi tutuldular.
Bu çetin imtihanda Müslüman görünenler
elendiler. Mükellefiyetlerin en zoru olan cihadla karşı karşıya kalınca
kalplerinde hastalık bulunanlar ölüm korkusundan dolayı baygınlık içine düşmüş,
ölüm korkusuyla komaya girmiş gibi bir duruma düşmüşlerdi. Bunlar, önceki
sözlerini unutmuş kimselerdi. Savaşa izin verilmeyen dün de, savaş emrini
aldıkları o gün de Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman etmemiş, dilleriyle
iman iddiasında bulundukları halde, ağızlarıyla iman gösterisinde bulundukları
halde kalpleriyle inanmamış, menfaat ve çıkar ilişkisi içinde bulunan
kimselerdi. Daha önceleri Allah’ın istediği şekilde kendilerini namaz ve zekatla
maldan ve candan fedâkârlık yaparak böyle bir ortama hazırlamayan bu insanlar,
bir savaş emriyle karşı karşıya kaldıklarında korkmaya başladılar. İnsanlardan
gelebilecek bir takım tehlikelerden ürküverdiler.
İman ve teslimiyet yönünden çok
zayıf olan bu insanlar, namaz ve zekat gibi herhangi bir tehlike teşkil etmeyen
kulluklar karşısında dindar kesiliyor, ama savaş gibi kendilerince tehlike
boyutunda bir sorumlulukla karşı karşıya kaldıklarında korkudan oldukları yerde
yığılıp kalıyorlar. Ölüm korkusuyla savaşı kötü görüyorlar. Allah’tan bir savaş
emri alan Medineli Müslümanlardan kimileri serzenişte bulunmaya başlıyorlar: “Ya
Rabbi! Bu savaşı bize niye yazdın? Ya Rab-bi, hiç olmazsa yakın bir geleceğe
kadar bunu tehir etseydin! Bizim için biraz erteleseydin bunu. Çok erken oldu bu
iş. Bari bir hazırlık yapsak, kendimizi bir toparlasaydık. Çok ani oldu bu iş.
Zaten zulümden yeni kurtulmuştuk. Mekke zulüm ortamından yeni gelmiştik!” demeye
başladılar. Halbuki daha önce savaş istiyorlardı. “Ne olur Allah’tan bize bir
savaş emri gelse de savaşsak!” diyorlardı. Önce böyle dedikleri halde, şimdi
isteyip durdukları emir kendilerine geliverince korkaklık gösteren bu insanlara,
hastalık içinde bulunan bu insanlara bakın Rabbimiz diyor
ki:
4. “Doğrusu Allah, kendi uğrunda, kenetlenmiş
bir duvar gibi, sıra halinde savaşanları sever.”
Hayır hayır, Allah böylelerini
asla sevmez. Böyle sırf konuşan, sırf işin edebiyatını yapan, ama amelini
gerçekleştirmeyenleri sev-mez. Konuşma yerine, iddia yerine iş yapmayı, amel
işlemeyi sever. Mü’minlerin saf saf uğrunda savaşmalarını, Allah için savaşı
göze almalarını, savaş toplumu olmalarını, top yekûn savaş konumu almalarını
ister. Kendi uğrunda, kendi yolunda iman, düşünce ve ideal bütünlüğü içinde
birbirlerine kenetlenmiş bir yapı gibi saf saf savaşmalarını sever. Öyle
düzensiz, dağınık, paramparça değil, düzenli, disiplinli saflar halinde
savaşanları sever.
Söz, iddia planında Allah için
bir savaştan söz edip de düşmanla karşı karşıya geliverince dağılan,
parçalananları değil, birbirlerine kurşunla perçinlenmiş, kaynamış, kaynaşmış
duvarlar gibi sağlam ve sarsılmaz bir şekilde savaşanları sever. Yani iman,
tevekkül ve hedef bakımından mükemmel bir birlik oluşturan Müslümanları sever.
Kâfirlerin hayatı sevdiklerinden çok, Allah adına ölümü sevenleri sever. Şehir
toplumu, yerleşik toplumu değil, savaş toplumu olarak yapılananları sever.
Savaş insanının hayatıyla yerleşik
insanın, şehir insanının hayatı, yapılanması farklıdır. Savaş hayatı, göçebe
hayat hareketli, akıcı, durağan ve kokuşkan olmayan hayattır. Şehir hayatı,
yerleşik hayat, toprağa yapışkan hayat, yani A’raf’ın beyanıyla “Ehlade ilel
arz” olan hayat, durağan ve kokuşmaya müsait olan bir hayattır. Savaş insanının
evi, yapılanması, savaş insanının eşyası, şehir insanının yapılanmasından,
evinden ve eşyasından çok farklıdır. Savaş insanı yarın öleceğine inanan, ölümü
hep yakınında hisseden insandır ve asla şu evlerle, eşyalarla uğraşmaz,
uğraşamaz; çünkü vakti yoktur buna. Onun ne böyle bir evde oturacak, ne de böyle
eşyaları kullanacak vakti yoktur. Onun tüm eşyası bir atın sırtının alabileceği
kadardır. Çünkü yarın ya düşman gelecek bu ev ve eşyalar ona kalacak, ya da
kendisi savaş için, fetih için bir yerlere gidecek, onlarla
ilgilenemeyecektir.
Ama Kur’an’ın beyanıyla şehir
hayatının, yerleşik hayatın insanı, yani Yahudi’nin hayat tarzı, arza çakılı
insanın hayatı bundan çok farklıdır. O hayat durağan, yerleşik ve kokuşmaya
müsait bir hayattır. Orada kişiler ebedî kalacaklarmış gibi plan, program yapar,
ev-bark kurarlar.
Allah böyle durağan, kokuşmaya mahkum,
dedi koducu, laf ebeliği yapan bir hayatın insanlarını değil, akıcı, canlı,
hareket sahibi, yolunda, uğrunda saf saf savaşan insanları sever. Toprağa,
dünyaya yapışıp hiç ölmeyecekmiş gibi bir plan ve programın içine gömülenleri
değil, yarın ölüverecekmiş gibi bir hayat yaşayanları sever. Çünkü ölüm bizim
için her zaman mukadderdir. Ona hazır olanlar da, ondan kaçanlar da ölmektedir.
Öyle değil mi? İnsanlar savaş
yapmadan da ölmüyorlar mı? Kurtulabilen var mı ölümden? Dünya üzerinde savaşan
toplumlarda ölüm var da, savaşmayan toplumlarda yok mu? Şu anda dünya üzerinde
yüzyıllarca ömür sürdükleri halde “biz savaşmayacağız, “yurtta sulh cihanda sulh
içinde bir hayat yaşayacağız” diyerek özgürlük ve şereflerini birilerine teslim
edip zelilce bir hayata razı olan toplumlara ölüm gelmedi mi? Şereflice özgürlük
savaşı verenler öldü de, savaştan korkarak zillet içinde bir hayata razı olanlar
ölmedi mi? Ölümü değil de yaşamayı seçenler, ölümden kurtuldular mı? Cenneti
seçenler öldü de, dünyacı kesilenler kurtuldu mi? Allah için, cennet, ebedî
hayat için gözünü kırpmadan savaşa atılanlar öldüler de, Âd ve Semûd gibi
âhireti unutup da dünyayı kıbleleştirenler, Firavunlar gibi dünyaya kazık çakma
sevdasına kapılanlar ölmedi mi? Yeryüzünün en büyük saltanatına sahip Süleyman
ve Dâvût’lar (a.s) öldüler de, Nemrutlar, Karunlar yaşamaya devam mı ettiler?
Kim kurtulmuş ölümden?
Madem ki Allah yolunda saf saf
savaşanları seviyor, öyleyse bizler asla savaşı terk ederek kâfirlerin
egemenliği altında, zillet içinde bir hayata razı olamayız. Kâfirlerin,
zalimlerin, müşriklerin egemenliği altında bir barışa Müslümanın evet demesi
mümkün değildir. Kaldı ki biz böyle bir hayata evet desek bile, dünya üzerindeki
kâfirler hiçbir zaman savaşsız bir dünyaya evet demeyeceklerdir. Dünyada böyle
savaşsız bir hayata evet diyen birkaç felsefî ekol çıkmış olsa da, Hz. Adem’in
oğlu Kabil’in Habil’i öldürdüğü o ilk günlerden bu yana dünyada hiçbir zaman
savaş bitmemiştir, bitmesi de mümkün değildir. Rabbimizin beyanıyla kâfirlerin
yeryüzünde Müslümanlara karşı kıyamete kadar amansız bir savaşı sürdürecekleri
kesin olduğu gibi, kâfirlerin kendi aralarındaki savaşları da hiç kesilmeden
devam edecektir.
Demek ki Allah sevgisine ulaşmanın
yolu, O’nun uğrunda savaştan geçmektedir. Unutmayalım ki Allah sevgisinin, Allah
rızasının, Allah cennetinin yanında dünya hayatı, dünya metaı çok azdır. Şu anda
dünyanın ne kadarına sahip olsanız, ne kadarına egemen olsanız, tüm dünya
mülkleri, tüm dünya saltanatları sizin de olsa, bilesiniz ki âhiretin ve âhiret
saltanatının yanında çok azdır. Madem ki dünya metaı çok azdır, madem ki tüm
dünya sizin olsa bile bir gün bitecektir, öyleyse bir gün bitecek olan dünya
metaı hesabıyla Allah için bir savaştan geri kalarak ebedî bir âhiret hayatını,
ebedî bir cenneti fedâ etmek akıl kârı mıdır? Hayatlarını Allah için yaşayanlar,
Allah yolunda savaşanlar, Allah adına canlarını ve mallarını fedâya hazır
olanlar için âhiret yurdu gerçekten çok hayırlıdır. Böyle yapanlar, yarın
yaptıklarının, yaşadıkları hayatın karşılığını mutlaka göreceklerdir. Bir tek
nefesleri, bir damla terleri bile zâyi olmayacaktır.
Elbette Allah’ın bu âyetlerinden
habersiz bir hayat yaşayan, Kitabı tanımadan bir hayat yaşayan insanların tüm
bakışları, tüm anlayışları bozuk olacaktır. Cihada bakışları da, zekata
bakışları da, tesettüre, namaza bakışları da bozuk olacaktır. Böylelerinin
inandığı Allah, uğrunda ölmeye değmeyen bir Allah’tır. Uğrunda can ve mal fedâ
etmeye değmeyen bir Allah’tır. Böylelerinin Allah için fedâkârlığa, Allah için
ölüme sağlam bir bakış taşıması mümkün değildir. Allah için şehadet gibi çok
yüce değerlerin bunlar için hiçbir anlamı yoktur. Bunlar Mûsâ’nın (a.s)
toplumuna benzerler. Bakın Allah şöyle buyuruyor:
5. “Mûsâ milletine: “Ey milletim! Beni niçin
incitirsiniz!? Oysa, benim size gönderilmiş Allah’ın bir peygamberi olduğumu
biliyorsunuz” demişti. Ama onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalplerini
saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan milleti doğru yola
eriştirmez.”
Allah’ın kutlu elçisi Hz. Mûsâ’yı
(a.s) çok uğraştırdılar. Allah’ın elçisiyle birlikte Allah yolunda savaşmaktan
kaçtılar. “Ey Mûsâ sen ve Rabbin gidin savaşın, biz şurada oturacağız” dediler.
“Allah’ı bizzat gözlerimizle görmedikçe, O’na ellerimizle dokunmadıkça asla
inanmayacağız” dediler. Allah’ın elçisi aralarındayken Allah’ı bırakıp buzağıya
tapındılar. Olmadık şeyler yaptılar da Hz. Mûsâ (a.s) şöyle dedi: “Ey milletim,
beni niye incitirsiniz? Benim size Allah tarafından gönderilmiş bir elçi
olduğumu bildiğiniz halde bana niye böyle davranırsınız?” Ama onlar sapınca,
sapıklığı tercih edince, Allah onların bu tercihlerini onaylayıp kalplerini
saptırıverdi. Elbette:
“Allah sapanları, sapıklığı tercih
edenleri hidâyet etmez, hidâyete ulaştırmaz.” Allah kendisini bildikleri halde,
âyetlerini ve elçisini tanıdıkları halde onlarla ilgilenmeyip, onlardan
sıyrılıp, onlardan habersiz bir hayat yaşamaya çalışan kimseleri asla hidâyetine
ulaştır-maz. Böyle kimseler üzerinde şeytanlar hâkimiyet kurar. Şeytan boşlukta
yakaladığı bu toplumların üzerinde egemenliğini kuruverir. Boyunlarındaki kulluk
iplerinin ucunu Allah’a vermeyen toplumlar, elbette onu birilerine vermek
zorunda kalacaktır. Allah’a kulluktan kaçanlar, Allah’ın elçilerine teslim
olmayanlar elbette birilerinin kucağına düşecektir. Hidâyeti kaybeden insanlar
elbette dalâlet ve sapıklık içinde bir hayatın mahkumu
olacaklardır.
Öyleyse ey Müslümanlar, sizler onlar
gibi olmayın. Sizler peygamberinize karşı bu İsrâiloğulları gibi davranmayın.
Peygamberinizi incitmeyin, ona ihanette bulunmayın.
6. “Meryem oğlu Îsâ: “Ey
İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden
sonra gelecek ve adı Ahmet olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size
gönderilmiş bir peygamberiyim” demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle
geldiği zaman: “Bu, apaçık bir sihirdir”
demişlerdi.”
Biliyoruz ki Kitaplar ve Peygamberler
aynı kaynaktan geldikleri için birbirlerini asla nakzetmezler. Aksine bütün
Kitaplar ve tüm Peygamberler birbirlerini desteklerler. Hz. Îsâ da bakın şöyle
demişti: “Ey İsrâiloğulları, doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik
etmek, doğrulamak, benden sonra gelecek ve adı da Ahmet olan bir peygamberi
müjdelemek, haber vermek üzere Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
1- “Yani ben yeni, garip, türedi birisi
değilim. Size duymadığınız, bilmediğiniz bir din de getirmiş değilim. Bu dini
benden önce Mûsâ’da getirmişti. O halde ben, benden önceki Tevrat’ı yalanlamaya
değil, tasdik etmeye geldim.”
2- “Benden önce Tevrat’ta benim
geleceğime dair verilen müjde işte şimdi gerçekleşiyor. Benden önce Hz. Mûsâ’nın
benimle ilgili haberi şimdi gerçekleşiyor. Tevrat’taki kayıtları ispatlamak için
Rab-bim beni size gönderdi. Benim gelişimle Tevrat’ın haberi hak
olmuştur.”
3- “Ben Allah’ın son elçisi olan
Ahmed’in geleceğine dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere dünyaya
geldim. Bakın şimdi ben de onun geleceğini size müjdeliyor ve haber
veriyorum.”
Yani bu âyet açıkça Resul-i Ekrem’in
bizzat adı da verilerek Hz. Îsâ’nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair müjdeyi
ihtiva etmektedir. Tevrat da, İncil de, Hz. Mûsâ (a.s) da, Hz. Îsâ (a.s) da
Rasûlullah Efendimizi bizzat ismini zikrederek müjdelemişlerdir.
Ama ne zaman ki Hz. Îsâ, yahut da
Muhammed (a.s) kendilerine apaçık deliller, apaçık Beyyine’lerle gelince, “bu
apaçık bir sihirdir” dediler. Îsâ’nın (a.s) müjdeleyip haber verdiği Ahmed,
onlara apaçık âyetlerle geldiği zaman “bu apaçık bir sihirbazdır” deyiverdiler.
Peygamberlerinin tasdik edip doğruladığı son peygambere iman edecekleri yerde
reddediverdiler. “Beklediğimiz o değildir” diye Allah’a iftira ettiler. Öyleyse
iş bu kadar açık ve net iken:
7. “Müslüman olmağa çağrılmışken gelmeyip
Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Allah, zalim olan milleti
doğru yola eriştirmez.”
Allah’ın son elçisi Hz.
Muhammed’in (a.s) in elçiliği bu kadar açıkken, hakkı örtbas ederek Allah’a
karşı yalan iftira eden kimseden daha zalim kim vardır? Allah’ın gönderdiği
peygamberi reddederek Allah’a yalan iftira eden kimseden daha zalim kim vardır?
Allah’ın gönderdiğini göndermedi diyenden daha zalim kim
vardır?
Allah’a karşı yalan uydurandan, yalan
iftira edenden, kendisine gelmiş olan hakkı, gerçeği, peygamberi, kitabı yalan
sayandan daha zalim kim vardır? Allah’ın zatıyla, sıfatlarıyla, yetkileriyle
ilgili yalan söyleyenden daha zalim kim vardır? Meselâ nasıl? “Allah hayata
karışmaz, Allah vahiy göndermez, Allah peygamber göndermez, Allah bizden kulluk
istemez” şeklinde yalan söyleyenler… Allah’ın sıfatlarını, Allah’ın yetkilerini
Allah’tan başkalarına vermek şeklinde yalan söyleyip iftira edenler… Yeryüzünde
Allah’tan başka Rabblerin, İlâhların, tanrıların varlığını kabul etmek türünde
yalan söyleyenler… Allah’ın yeryüzünde yetkilileri, oğulları, evlâtları vardır
şeklinde yalan söyleyenler…
Veya Allah bir konuda öyle bir
şey demediği halde Allah böyle buyuruyor, Allah böyle istiyor şeklinde yapılan
yalanlar... İdeolojiler uydurarak, sistemler geliştirerek bunları Allah’a isnat
edenler, O’na onaylattırmaya çalışanlar… Allah da böyle istiyor demeye, Allah’a
yalan iftira etmeye çalışanlar. Yeryüzünde Allah’ın istemediği bir hayatı
yaşayanlar ve işte şu bizim yaşadığımız hayat Allah’ın istediği, Allah’ın razı
olduğu bir hayattır diyerek küfürlerini, şirklerini Allah adına yasallaştırmaya
çalışanlar... Böyle insanlardan daha zalim kim vardır?
Burada, Allah’tan kendilerine gelmiş
olduğunu bile bile, kitaplarında kendilerine haber verilen Allah’ın son elçisini
reddederek Allah’a iftira eden ehl-i kitap kast edilmektedir. Böyle kendi öz
evlâtlarından daha yakın tanıdıkları, avuçlarının içinden daha iyi bildikleri
bir peygamberi reddedenlerden daha zalim kim vardır, diyor Rabbimiz. Adamlar
bildikleri doğruları, bildikleri Allah âyetlerini yalanlıyorlar. Allah
âyetlerini hayatlarında boşa çıkarmaya, işlemez hale getirmeye çalışıyorlar.
Sanki Rabblerinden kendilerine hiçbir âyet gelmemiş, hiç bir doğru gelmemiş gibi
onları görmezden, duymazdan geliyor, yok farz ediyorlar. Allah’tan gelen bu
doğruları gündemlerinden düşürmeye çalışıyorlar. Tüm Allah doğrularını boşa
çıkarıyorlar. Bunlardan da-ha zalim kim vardır, diyor Rabbimiz.
Böyle Allah’a karşı yalan
iftiralarda bulunan, Allah’tan gelen doğruları, Allah’ın âyetlerini yalanlayan,
Allah’ın âyetlerini yok farz ederek bir hayat yaşayandan daha zalim kim vardır?
Âyetlerin varlığını görmezden gelerek, âyetleri örterek, örtbas ederek, gündeme
almayarak bir hayat yaşayan kişiden daha zalim kim vardır, diyor Rab-bimiz.
Böyle yapan zalimleri Allah kesinlikle hidâyete ulaştırmayacaktır. Bu tür
insanlar kesinlikle saadeti bulamayacak, huzur göremeyeceklerdir. Âhiret gününde
de cehennem onların barınağı, sığınağı olacaktır.
8. “Ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek
isterler. İnkârcılar ne kadar istemeseler de, Allah nûrunu, dinini
tamamlayacaktır.”
Kâfirler ağızlarıyla Allah’ın
nûrunu söndürmek isterler. Bu âyetler hicretin üçüncü yılı Uhud savaşından hemen
sonra nâzil oluyordu. Bu dönemde İslâm sadece Medine ile sınırlıydı.
Müslümanların sayısı çok azdı. Birkaç bin civarındaydı. Bu bir avuç Müslümanın
dışında tüm Araplar, tüm dünyanın bu dini yok etmeye kararlı oldukları bir
dönemdi. Gerek o dönemde, gerek bu dönemde, gerekse kıyamete kadar kâfirler
ağızlarıyla hakkı, güneşi söndürmek istiyorlar.
Şu anda irtica hikâyeleriyle
Müslümanları yok etmeye soyunanlar, Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
sistemiyle savaşa tutuşanlar kiminle savaştığının farkında değildir. Kiminle
savaştığını dahi bilmeyen zavallı insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki
Müslümanlar zayıftır. Zannediyorlar ki Müslümanlar yalnız ve yardımcısızdır.
Onların safında Allah’ın bulunduğunun farkında olmayan bu iman yoksunları,
yakında nasıl bir inkılâpla sarsılacaklarını görecekler.
9. “Putperestler istemese de, dinini bütün
dinlerden üstün kılmak için, peygamberini, doğruluk rehberi Kur’-an ve gerçek
dinle gönderen O’dur.”
Allah, peygamberini hidâyetle,
hidâyeti gösteren bir kitapla ve hak bir dinle gönderendir. Müşrikler istemese
de, kâfirler hoşlanmasalar da, Allah dinini, bu peygamberiyle gönderdiği hak
olan İslâm dinini bütün dinlere karşı üstün kılacak, galip
getirecektir.
Peygamber, Allah’ın kendisine
hidâyet ettiği ve aynı zamanda Allah’ın izniyle insanları hidâyete ulaştıran,
insanları küfür ve şirk bataklıklarından, isyan ve itaatsizlik bâdirelerinden,
karanlıklardan nûra, hidâyete ve aydınlığa çıkarandır. Peygamber, insanlara yol
gösteren mihmandardır. İnsanları dünyada en doğruya, en güzele, en doğru bir
hayata, âhirette de ebedî kurtuluş ve cennete çağırandır. Allah tarafından
seçilmiş, Allah tarafından eğitilmiş ve hayatı da yine Allah tarafından
yasallaştırılıp onaylanmış olarak bize sunulmuş bir hidâyet rehberidir. Bizim
örneğimiz, önderimiz, imamımızdır. Kendisini örnek alıp hayatını yaşadığımız
zaman, kendisini taklit ettiğimiz zaman kesinlikle hata etmeyeceğimiz mükemmel
bir örnektir. Öyleyse bizler kendimiz için sadece onu örnek bilmek, imam bilmek
zorunda olduğumuz gibi, insanları da Allah’ın bu örnek insanına çağırmak
zorundayız.
“Müşrikler istemeseler de, kâfirler
razı olmasalar da Allah onunla gönderdiği İslâm dinini tüm dinlere galip getirip
onların üzerine çıkaracaktır.” Din, takip edilen, gidilen yol demektir. Din, bir
hayat programı, yaşam biçimidir. Din, insanın, insanların uyguladıkları hayat
programıdır. Bir ferdin, bir toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar, yasalar
manzumesidir. Kişinin kendisiyle, Rabbi ile ve insanlarla, çevresiyle
münâsebetlerinin tümünü düzenleyen kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. Tüm bunları
düzenlemek için kişi neye ve kime müracaat ediyorsa, kişi onun dininde demektir.
Bu mânâda komünizm de, kapitalizm de, sosyalizm de, demokrasi de bir dindir.
Bunlar da insanların ortaya attıkları bâtıl dinler ve sistemlerdir.
Herkesin, her toplumun mutlaka
bir dini, hayat programı, yaşam biçimi vardır. Kâfirin de bir dini, kâfirin de
bir hayat programı vardır. Elbette yeryüzünde dinsiz, yani kanunsuz, kuralsız,
yolsuz, sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir. Şu anda dünyada pek çok
yol, pek çok din, pek çok hayat programı, pek çok yaşam biçimi, sistem vardır.
İşte Rabbimiz kendi dinini, İslâm dinini, teslimiyet dinini tüm diğer dinlere
karşı galip getirecek, tüm diğer dinlerin, tüm diğer sistemlerin üstüne
çıkaracaktır. Çünkü Rabbimizin kabul edip razı olduğu bir tek din, bir tek yol
vardır, o da teslimiyet dini olan İslâm dinidir. Allah katında tek bir hayat
tarzı vardır, o da Müslümanlıktır. Allah bu dinin dışında hiçbir dini, bu dinin
dışında hiçbir sistemi, hiçbir hayat programını kabul etmez.
Çünkü bunların hiçbirisi
müntesiplerini hidâyete ulaştırmıyor. Bunların hiçbirisi müntesiplerini hidâyete
ulaştırmıyor, cennete götür-müyor. Bunların hiçbirisi bağlılarının aklını,
kalbini, duyularını doyura-maz. Hiçbirisi kullarının, evini, ailesini, ülkesini
mutluluğa ulaştıramaz. İşte görüyoruz, Allah dininin dışındaki dinler, Allah
sisteminin, Allah programının dışındaki sistemler ve programların hiçbirisi
insanları huzura kavuşturamıyor.
Allah, dinini tüm dinlere üstün
getirecektir. İşte bunun içindir ki Müslümanlar da din yalnız Allah’ın oluncaya
kadar Allah yolunda savaşmakla mükelleftirler. Yeryüzünün tümünde, hayatın her
alanında Allah’ın arzularının, Allah’ın buyruklarının egemen olacağı ana kadar
Allah’ın bu müjdesi altında, Allah desteğinde Müslümanlar kavga ver-mek
zorundadırlar. Bakın bundan sonraki âyetinde de Rabbimiz Müslümanların bu
sorumluluklarını şöylece gündeme getiriyor:
10-11. “Ey İnananlar! Sizi can
yakıcı bir azaptan kurtaracak, kazançlı bir yolu size göstereyim mi? Allah’a ve
peygamberine inanır, Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz;
bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur.”
Rabbimiz burada bir ticaretten,
bir alışverişten söz ediyor. Hem de çok kârlı bir alışveriş. Neymiş bu
alışveriş? Şartları nasılmış?
“Allah’a ve Resûlü’ne iman edersiniz.”
Arkadaşlar, dikkat ederseniz önce ey iman edenler dendi, sonra da Allah’a ve
Resûlü’ne iman edersiniz dendi. Bunun mânâsı şudur: “Ey inandığını, mü'min
olduklarını iddia edenler veya ey inandığını zannedenler…” Çünkü iman sadece
iddiadan ibaret olmayacaktır. İman, Allah’ın istediği gibi olacaktır. Ya da
mânâ, ey buraya kadar anlatılanlara iman edenler, bundan sonra anlatılacak
olanlara da iman edin demek olacaktır. Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman
edin. Allah’tan gelenlerin tümüne iman edin. Allah’a iman, Allah’tan gelenlerin
tümüne iman demektir. Allah’a iman, Allah’ın hayata karışacağına iman demektir.
Allah’a iman, O’nun Rabb, Melik, ve İlâh oluşuna imandır. Allah’ın emir ve
yasakları çerçevesinde bir hayat yaşamaya iman demektir. Allah’ın hayata
karışacağına, Allah’ın hayatı düzenlemek üzere hayat programı gönderdiğine
imandır. Allah’a iman, Allah’ın belirlediği hayat programına iman demektir.
Kişinin boynundaki kulluk ipini yalnız Allah’ın eline vermeye
imandır.
Allah’a böylece iman edeceğiz, Allah’ın
istediği gibi inanacağız. Biraz önce Rabbimizin anlattığı ehl-i kitabın kendi
arzu ettikleri gibi bir iman olmayacak bu iman… Öyle bir Allah’a inanacağız ki,
inandığımız Allah, yalnız kendisine ibadet edilen, yalnız kendisine itaat edilen
bir İlâh olacaktır. Kendisinden başka İlâh olmayan, kendisinden başka Rabb,
Mâbud olmayan bir Allah’tır. Günlük hayat programımızı yapan, kendisinden başka
kimsenin hayata karışma yetkisi olmayan bir Allah… Velîmiz olan, bizim adımıza
tek taraflı karar verme makamında olan, bizim adımıza aldığı kararları
hayatımızın her bir alanında bizim için bağlayıcı olan, her işimizi kendisine
havale edeceğimiz, bütün problemlerimizi kendisinden soracağımız bir İlâhtır O.
Melekleri, peygamberleri, kitapları olan, melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle
diyalog halinde olan, yaptığımız her şeyi gören, bilen, kontrol eden bir
Allah... Peygamberleri vasıtasıyla bizden istediği kulluğu örnekleyen, kitapları
vasıtasıyla bize hayat programı gönderen bir Allah… Evet, bize gönderdiği
kitaplarında kendisini bize nasıl tanıttıysa öyle bir Allah’a inanacağız.
Yeryüzünde ortağı, benzeri olmayan, hayatın tümünde mutlak hâkimiyet ve otorite
sahibi bir Allah’tır O.
Kimi demokrat kafaların inandıkları
gibi hayata karışmayan, hukuku bilmeyen, eğitimden anlamayan, kılık-kıyafet
konusunda söz sahibi olmayan, kazanmamıza, harcamamıza karışmayan, düğünümüze,
derneğimize, atımıza, arabamıza, dükkanımıza, tezgahımıza, cebimizdeki paramıza,
ev tefrişimize, soframıza, mutfağımıza karışmayan, dünyayı, gökleri ve yerleri,
göktekileri, yerdekileri yaratan a-ma onların hayatına karışmayan, yaratan, ama
egemenlik haklarını başkalarına devreden bir Allah’a değil, her şeyin sahibi ve
her şeyin yöneticisi olan, bütün insanların hayat programlarını kendisinden
almak zorunda oldukları bir Allah’a inanacağız.
Sadece Allah’ı kabul etmek yetmez,
peygambere de iman edeceğiz. Peygambere iman, peygamberin örnekliğine ve her
konuda onun gibi olmamız gerektiğine iman etmek demektir. Peygambere iman,
Allah’ın istediği kulluğu yaşayabilmek için adım adım kendisini takip etmek
zorunda olduğumuza iman demektir. Peygambere iman, peygamberin inandığı gibi
Allah’a iman demektir. Rasûlullah, ne Hris-tiyanların, ne Aristo’nun, ne Ebu
Cehil’in, ne demokratik kafaların uydurduğu gibi dünya işini bilmeyen, dünyaya
karışmayıp dünya idaresini insanlara bırakan, dünya işlerine karışmayan, hukuk,
eğitim, ticaret gibi dünya işleri konusunda cahil bir Allah’tan mesaj
getirmemiştir. Öyleyse öyle bir Allah’a iman edeceğiz ki, bu Allah,
Rasûlullah’ın inandığı ve bize haber verdiği Allah olacaktır. Ya da kitabında
kendisini bize nasıl tanıttıysa, öylece Allah’a iman edeceğiz.
Sonra:
“Mallarınız ve canlarınızla Allah
yolunda cihad edersiniz.” Dininizi yaşayabilmek, hayatınızda imanınızı
görüntüleyebilmek için mallarınız ve canlarınızla cihad edersiniz. Cihadsız
bunların gerçekleşmesi mümkün değildir. Bakın bu hususu anlatırken Rasûlullah
Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: “Dinin zirve noktası cihaddır.”
Cihad, cehd kökünden gelir. O da mü’minin inancını yaşama adına cehd ve
gayret etmesi, çabalaması demektir. İnanan kişi, inancını yaşama kavgası
verecektir. Bir taraftan inancını yaşama kavgası verirken diğer taraftan
inancını yaşayabileceği ortamı oluşturmanın savaşını da vermek zorundadır. Yani
inancını insanlara ulaştırarak bu inancın rahat bir şekilde yaşanmasını
sağlayacaktır. Onun içindir ki İslâm’ın cihadı, Allah adına bir cihaddır.
Cihadsız dinin yaşanması,
cihadsız Müslüman kalmak mümkün değildir. Dinimizi yaşamamıza, kulluğumuzu icra
etmemize engel olan tüm düşmanlarımızla savaşı sürdürmek zorundayız. Bize en
büyük düşman olan şeytanlara, cin şeytanlarına ve iki ayaklı insan şeytanlarına,
bizim kulluğumuza engel olmaya çalışan nefsimizin arzularına, bizi Allah’a
kulluktan çalıp kendisine kul-köle edinmeye çalışan dünyaya ve dünyalıklara
karşı sürekli savaşımızı sürdürmek zorundayız. Bu uğurda mallarımızı ve
canlarımızı fedâya hazır olmak zorundayız. Dikkat ederseniz önce mal, sonra da
can zikrediliyor. Zaten Allah yolunda mallarından vazgeçemeyen insanların,
toplumların Allah için savaşmaya, Allah için canlarını fedâ etmeye güçleri
yetmez. Vücutlarının dışındakileri harcamaya gücü yetmeyen insanlar, iç
dünyalarını veya vücutlarını nasıl harcayabilecekler? Malını Allah yolunda
veremeyen insanlar canlarını nasıl verebilecekler? Cebimdeki on bin lirayı Allah
için harcayamayan, ömrümün birkaç saatini Allah için ilme, Allah için bir
hizmete adayamayan ben, ilerde ömrümün tamamını Allah’a nasıl verebileceğim?
Halbuki Allah için savaşa girmek demek, ömrün tamamını fedâya hazır olmak
demektir. Sormak lazım, inandıkları Allah, uğrunda mal harcamaya değmeyen bir
Allah olan bu insanlar, O’nun uğrunda canlarını nasıl fedâ
edecekler?
Rabbimiz, kitabında “kendinizi kendi
ellerinizle tehlikeye atmayın” buyurmaktadır. Bunu Ebu Eyyub el-Ensârî efendimiz
çok hoş açıklar. Fetihler gerçekleşip İslâm her tarafa yayılınca, sahâbe gelip
Rasûlullah’tan izin istedi. “Ey Allah’ın Resûlü, artık bize müsaade et de biz şu
işimize, aşımıza, ticaretimize, hurmalıklarımıza, tarlalarımıza dönelim”
dediler. Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu: “Siz Allah yolunda cihadı bırakır da
tarlalarınıza, ticaretinize dönerseniz, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye
atmış olursunuz!” buyurdu ve bu âyeti okudu. İşte âyetin mânâsı budur. Eğer
gerçekten bizler işimize, aşımıza, dükkanımıza, tezgahımıza döner de Allah
yolunda cihadı terk edersek, kendi ellerimizle kendi kendimizi tehlikeye atmış
olacağız. Halbuki bize göre kendi kendimizi tehlikeye atmamız, zarara
uğramamamız, maslahata uygun, rahat içinde bir hayatı kaybetmemiz demektir. O
zaman kâfirlerin egemenliği altında zillet içinde bir hayata razı olacak, izzet
ve şerefimizi kaybedeceğiz demektir. Ama cihaddan
vazgeç-mezsek:
Eğer bilirseniz, anlarsanız bu sizin
için dünya ticaretinden, tüm dünyayı kazanmanızdan çok daha hayırlı olacaktır.
Çünkü sonunda:
12. “Böyle yaparsanız, Allah günâhlarınızı
size bağışlar, sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş
yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur.”
Allah sizin günâhlarınızı
bağışlayacak, hatalarınızı, kusurlarınızı örtecek, geçmişinizi sıfırlayacak ve
sizi altlarından ırmaklar akan cennetlerine, Adn cennetlerine idhal buyuracak,
sizi böyle hoş yerlerde ağırlayacaktır. İşte Allah’a, peygambere, Allah’ın
istediği gibi inanan ve inancını yaşamanın kavgasını veren insanların mükâfatı…
Ne güzel bir alışveriş? Ne kârlı bir ticaret değil mi bu?
Öyleyse ey Müslümanlar,
sakın kâfirler gibi düşünmeyin. Sakın
Allah yolunda cihadı terk etmeyin. Sizler dünya hayatı yerine âhi-reti satın
alanlar olun. Fâniyi verip de bâkîye talip olanlar, dünya hayatının basit
zevklerini bırakıp cennete ve Allah’ın rızasına talip olanlar olun. Allah yolunda, Allah’ın egemenliğini
gerçekleştirmek için, ilâ-i kelimetullah için savaşın. Unutmayın ki Allah
yolunda savaşanlar, geçici ve basit dünya hayatını satıp karşılığında ebedî olan
âhireti satın almışlardır. Kim dünya hayatının geçiciliğini, derbederliğini,
fâniliğini, zavallılığını bilir de Allah yolunda savaşarak buradaki zevkini,
sefâsını, âhiret hayatı, âhiret mutluluğu için fedâ etmeyi, fâniyi verip bâkîyi
kazanmayı becerebilirse, Allah’ın mağfiretini kazanabilirse, işte kazançta olan
odur. Dünyayı da, âhireti de en iyi değerlendiren odur.
Öyleyse dünya hayatına karşılık
âhireti satın almak isteyenler Allah yolunda savaşsınlar. Unutmayın ki, kim
Allah yolunda savaşırken ölür ya da öldürülürse, Allah huzurunda toplanacak ve
ecirlerin en büyüğüne ulaşacaktır. Yine unutmayalım ki, Allah adına savaşan bir
Müslüman ölse de galiptir, kalsa da.
Allah yolunda malları ve canlarıyla
cihad edenler, hem dünyada, hem de âhirette Allah’ın mağfiretini
kazanacaklardır. Dünyada Allah onların bireysel, ailevî, toplumsal tüm
problemlerini bitiriverecek, onlara huzur içinde bir hayat verecektir. Geçmişte
işledikleri günâhlarının tümünü silecek, tüm hayatlarını düzlüğe çıkaracaktır.
Allah, onların ekonomik, siyasî, ahlâkî, hukukî her türlü problemlerini
çözecektir. Dünyalarını cennete çevirecek, âhiretlerini cennetle
mükâfatlandıracaktır. Ama onların mükâfatları sadece bununla da sınırlı
değildir.
13. “Bundan başka, sevdiğiniz bir şey daha:
Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır. Ey Muham-med! İnananlara
müjde ver.”
“Bundan başka, Rabbinizin size
seveceğiniz, beğeneceğiniz başka nimetleri de vardır. Size, Allah katından bir
yardım, bir nusret ve yakın bir fetih vardır. Sen mü’minleri bununla müjdele.
Sadece âhi-rette cennet ve nimetler değil, aynı zamanda dünyada da
düşmanlarınıza karşı Allah size yardım edecek, sizlerin desteğinde olacak ve
size zaferler nasip edecektir. Sen mü’minleri bu ticaretlerle, bu kazançlarla
müjdele peygamberim!”
14. “Ey İnananlar! Allah'ın
dininin yardımcıları olun. Nitekim, Meryem oğlu Îsâ, Havarilere: “Allah’a giden
yolda yardımcılarım kimlerdir?” deyince, Havariler: “Allah’ın dininin
yardımcıları biziz” demişlerdi. İsrâil-oğullarının bir takımı böylece inanmış,
bir takımı da inkâr etmişti; ama Biz, inananları düşmanlarına karşı destekledik
ve üstün geldiler.”
Öyleyse ey mü’minler, Rabbinizin
bütün bu vaadlerine, bütün bu ikramlarına karşılık haydi sizler de Allah’ın,
Allah dininin yardımcıları olun. Tıpkı Meryem oğlu Îsâ’nın Havarileri gibi.
Bir zaman Hz. Îsâ (a.s) baktı ki,
İsrâiloğullarının dört duvarı yıkık… Yıllar yılı peygamberlerini öldürmüşler,
kitaplarını tahrif etmişler, kitaplarını dürüp arkalarına atmışlar,
kitaplarından habersiz bir hayatın mahkumu olmuşlar, Allah dinini, Allah yolunu
terk edip kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayata yönelmişler… Hz. Îsâ
(a.s.) onları bu vaziyette görünce, üzülerek şöyle
demişti:
“Allah yolunda bana kim yardımcı
olacak? Allah yolunda girişeceğim bir kavgamda kim bana yardımcı olup, benim
yanımda yer alacak? Allah’a dâvet, Allah’ı insanlara duyurma yolumda, Allah’ın
emirlerini dinleme, Allah’ın emirlerini uygulama konusunda kim bana yardım
edecek? Bu kitabın âyetlerini çok uzaktaki insanlara götürme, yeryüzünde
Allah’ın yasalarını hakim kılma konusunda kim bana yardımcı olacak?”
Allah’ın dinini anlama ve yaşama,
Allah’ın istediği gibi Müslüman olma konusunda aslında peygamberin hiç kimseye
ihtiyacı yoktur. Hiç kimse kendisine yardımcı olmasa da, peygamber tek başına
kulluğu icrâ edendir. Yani peygamber Allah’ın kendisine yüklediği görevini
yapamadı da, birilerinden bu konuda yardım istiyor değildir. Allah’ın elçisi,
görevini yapmakla birlikte, cemaatle yaşanma karakterindeki bu dini ikâme
konusunda birilerinin yanı başında olmasını, birilerinin kendi menfaatleri icabı
Müslüman olup yükünü hafifletmesini istiyordu.
Cemaat ya da ümmet, bir Peygamberin
yükünü hafifleten, der-dini ve sorumluluğunu paylaşan en büyük destektir.
Müslüman, yaşadığı şehrin her mahallesinden, her evinden sorumludur. Allah
dinini, Allah âyetlerini her yere götürmek, ulaştırmak zorundadır.
Gelin beraber olalım. Gelin
beraber çalışalım, gelin birlikte o-muzlayalım Allah dinini. Gelin birlikte
öğrenip, birlikte tebliğ etme ve yaşama kavgası verelim. Eğer Kitapsız ve
sünnetsiz din olmayacağına inanır, bu yükü omuzlarınızda hissederseniz, o zaman
sizler de bu dine yardım etmiş olursunuz. Şunu da göz ardı etmeyelim ki, eğer
bizler de peygamberler gibi, onlar kadar bu mübârek yükü çekmeyi iliklerimize
kadar hissedersek elbette Allah bize de onlara verdiği yardımcıları
gönderecektir. Peygamberlere yardım, onların görevlerine yardım şeklinde olur.
Peygamber (a.s), dünyada Allah’ın istediği adâleti gerçekleştirmek, insanların
dünyada Allah’ın istediği hayat programını yaşamalarını sağlamak, insanların
sadece Allah’a kul olmalarını gerçekleştirip onların cennet yollarını açmak,
cehennem yollarına barikatlar koymak için gelmiştir. İnsanların yeryüzünde Rabb
olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, kitap olarak Kur'an’ı ve bu konuda örnek
olarak da Hz. Peygamber’i tanımaları için gelmiş olan Peygamberin bu görevini,
bu fonksiyonunu kendimize görev edinir, dert edinir, iş edinir, din edinirsek,
biz de onlara yardımcı olmuş oluruz. Onların inandığına inanır, yaptıklarını
yapar, sevdiklerini sever, reddettiklerini de reddedebilirsek, varlıklarını ve
programlarını kendimize program kabul edebilir, isteklerine köstek değil destek
olabilirsek, o zaman biz de onlara yardımcı oluyoruz demektir. Biz de
Ensârullah’ız demektir.
Allah’ın peygamberi Îsâ diyor ki: “Kim
bana yardımcı olacak?” Onun bu talebine karşılık:
Havariler,
Îsâ’nın (a.s) arkadaşları, Îsâ’ya (a.s) iman etmiş Müslümanlar, Allah ve
peygamber yolunun yardımcıları, beyazlar, beyaz elbiseliler, beyaz elbiseli
görünenler. Hz. İsâ'nın yardımcıları. Bu kişilerin kassâr (çamaşırcı) veya avcı
oldukları söylenir. Bazı bilginlere göre bunlara Havâri denmesinin sebebi;
onların, insanların ruhlarını din ve ilim öğreterek arındırmalarından
dolayıdır... Avcı olmaları ise, insanların ruhlarını kararsızlıktan kurtararak
Hakka döndürmelerindendir (Râğıb Isfahânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Mısır
1970, s. 192) Nitekim beyaz giydikleri için bu ismi aldıkları da söylenir
(Buhârî, Fedâilu's-Sahâbe, 13).
Bunlara,
"Hz. İsa'nın, dini yaymak için seçip gönderdiği elçileri" de denilmektedir.
Havâriler Peygamberlerin yakın takipçileri olan seçkin kimselerdir. Zeccâc,
"Havâriler Peygamberlerin hâlis ve samimi dostlarıdır ve hayırlı kimselerdir"
demiştir. Buna delil olarak da Hz. Peygamber'in "Her Peygamberin havârisi
vardır, benim havârim de Zübeyr İbn Avvam'dır" hadisini zikretmiştir (Buhârî,
Cihâd, 40, 41; Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 48; İbn Mâce, Mukaddime, 11).
Peygamber
Efendimiz: "Zübeyr benim ashabımın seçkinlerin-dendir ve yardımcımdır" demek
suretiyle, havârilerin peygamberlerin yardımcıları olduklarına işaret etmek
istemiştir. Yine Zeccâc'a göre Hz. Peygamber'in ashabının tamamı havâridir (İbn
Manzur, Lisânü'l Arab, Beyrut (t.y), IV, 220).
Havârilerin,
Peygamberlerin yakın dostları ve talipçileri olduğu-na Kur'an-ı Kerim'de şöyle
işaret edilmektedir:
"İsa onların inkarlarını
hasredince: "Allah uğrunda yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Havâriler şöyle
dediler, "Biz Allah'ın yardımcılarıyız, Allah'a inandık, O'na teslim olduğumuza
şahit o!", "Rabbimiz! İndirdiğine inandık, Peygambere uyduk; bizi şâhit
olanlarla beraber yaz..."dediler
(Al-i
İmrân, 3/52-54).
Havâriler'in
Hz. İsa'dan, Allah'ın gökten bir sofra indirmesini istedikleri Kur'ân-ı Kerîm'de
şöyle ifade edilmektedir: "Havâriler: "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten
bir sofra indirebilir mi?" demiş-lerdi de, "Înanıyorsanız Allah'tan sakının"
demişti. "Ondan yemeyi, kalplerimizin kanmasını ve senin bize doğru söylediğini
bilmeyi, ona şâhit olmayı istiyoruz" dediler...Allah, "Ben onu size indireceğim;
bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, dünyalarda kimseye azap et-meyeceğim
şekilde ona azap edeceğim" dedi" (el-Mâide, 5/111-115)
Evet, işte bu Havâriler dediler ki:
“Biz Allah’ın yardımcılarıyız, biz senin yardımcılarınız.”
İşte Allah yolunda peygambere yardım
budur. “Ey peygamber, sen şahit ol ki biz iman ediyoruz ve imanlarımızı amel
haline getirip Müslüman oluyoruz. Allah’a inanıyoruz ve inancımızın gereğini
yerine getiriyoruz. İşte namaza inanıyoruz ve kılıyoruz. İşte içkisiz sofrada
oturmaya inanıyor ve içkisiz sofraya oturuyoruz. Oruca inanıyoruz ve tutuyoruz.”
Çünkü peygambere iman, onun orucuna, namazına, cihadına iman demektir. Kitaba
iman demek, hayatı onunla düzenlemeye ve kıyamete kadar onun geçerli olduğuna
iman demektir.
Allah bizden kendisine ve peygamberine
yardım etmemizi is-tiyor. Allah’a yardım, Allah’ın dinine yardımdır. Allah’ı
korumak, Allah-ın dinini korumak demektir. Allah’ı korumak, Allah’ın emir ve
yasaklarını, Allah’ın hukukunu korumak demektir. Allah önce iman, amel, ih-las
ve ihsan ile korunacaktır. Allah’a yardım, Allah’ın emirlerini yerine getirme ve
yasaklarından kaçınmakla gerçekleşecektir. Allah’ın dininin hâkimiyeti adına
çalışıp çırpınmakla gerçekleşecektir. Allah’ın dininin hâkimiyeti adına mal ve
can fedâ etmekle gerçekleşecektir. Allah’a yardım, O’nun dini adına şehadeti
göze almakla gerçekleşecektir.
Unutmayalım ki, bir yasa olarak Allah
kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Allah, dinini koruyanları
koruyacaktır. Öy-leyse Rabbimiz tarafından korunmayı, düşmanlarımız karşısında
ayaklarımızı sabit tutup zafere ulaştırmasını istiyorsak, biz de Allah’ın dinine
yardım edeceğiz. Yani kendimiz için, kendi kurtuluşumuz için Allah’ın dinine
yardımcı olacağız. Değilse hâşâ, Allah’ın bizim yardımımıza asla ihtiyacı
yoktur. Çünkü dininin hakim olacağını zaten Allah müjdelemektedir. Kendi
lehimize Allah’ın dininin hâkimiyeti adına vereceğimiz yarım hurma, dökeceğimiz
birkaç damla ter ve kan, bizim cennet yolunda ayaklarımızın kaymamasına, cennete
ulaşmamıza sebep olacaktır.
İşte Allah’a yardım, Allah’ın dinine
yardım budur. Allah’a, Allah’ın istediği biçimde, Kitabında bize anlattığı
mükemmel sıfatların sahibi ve noksan sıfatlardan münezzeh olarak inanmak,
gönderdiklerine Allah’ın istediği biçimde iman etmek, emirlerini yerine getirip
ne-hiylerinden kaçınmak, O’na istediği biçimde kulluk yapmak, sevdiklerini
sevmek, düşmanlarını düşman bilmek, rızası sebebiyle razı olmak, gazabıyla
gazaplanmak, O’nun dininin, O’nun yasalarının egemenliği adına malla ve canla
cihad etmek, hâsılı tüm hayatı O’nun istediği biçimde
değerlendirmektir.
Tabii ki Allah’ın dinine yardım
edebilmek, Allah’ın hukukunu koruyabilmek, Allah’ın dinini muhafaza edebilmek
için elbette Allah’ın dinini tanımak şarttır. Allah’ın kitabını koruyabilmek
için kitabı tanımak şarttır. Allah’ın kitabını, Allah’ın yasalarını tanımayan
bir kimsenin onları koruması ve savunması mümkün değildir. Birileri bozuk para
gibi Allah’ın âyetlerini harcarken, birileri kendi hukuklarını yerleştirebilmek,
kendi yasalarını hakim kılabilmek için Allah yasalarını ezip bozarken, Allah
yasalarından habersiz yaşayan insanların beri tarafta seyretmesi kaçınılmazdır.
Şunu da asla unutmayalım ki, kendi
dinine yardım ettikleri için Allah’ın yardım ettikleri asla mağlup olmayacak,
asla zelil bir hayatın adamı olmayacaklardır. Eğer sizler Allah’ın dininin
yardımcıları olur da Allah da size yardımcı olursa, kesinlikle bilesiniz ki size
galip gelecek, sizi mağlup edecek yoktur. Allah’ın yardımı ve desteği sizinle
olduğu sürece yeryüzünde hiçbir güç ve kuvvet size galip gelemez. Hiçbir güç
sizi alt edemez. Allah sizi galip getirmeyi murad etmişse, sizin üzerinize galip
gelecek yoktur. Ama eğer sizler Allah’ın dinine yardım etmezseniz, Allah da sizi
terk eder, sizden desteğini çeker, sizi sahipsiz ve yardımcısız bırakırsa, ondan
sonra size yardım edecek yoktur.
Eğer sizler Rabbinize itaatten
çıkarak, Rabbiniz yolunda cihadı terk ederek, Rabbinizin yasalarını terk ederek,
Rabbinizin desteğinden, onun korumasından, yardımından uzak bir hayat yaşamaya
kal-kışırsanız, size kim yardım edebilir ki? Kim destek olabilir size? Kim
başarıya ve zafere ulaştırabilir sizi? Düşmanlarınız karşısında sizi kim
koruyabilir? Problemlerinizi çözmeniz konusunda kim yol gösterebilir size?
Kâfirlerin ayakları altında ezilmekten kim kurtarabilir
sizi?
Evet, böylece İsrâil oğullarından,
ehl-i kitaptan bir grup iman edip Ensârullah olurken, bir grup ta küfretmiştir.
Kitap ehli içinde Allah’a, Allah’ın elçilerine Allah’ın istediği biçimde iman
etmişler vardır. Size indirilen Kur’an’a ve daha önce kendilerine indirilmiş
olan kitaplara da inanmışlar vardır. Daha önce Mûsâ’ya (a.s) iman edip, O’na
iman edenler, daha önce Îsâ’ya (a.s) iman edip, sonra Muhammed (a.s) gelince de
hemen Muhammed’e (a.s) iman edenler… Daha önce Tevrat’a ve İncil’e iman edip,
sonra da Kur’an gelir gelmez hemen ona iman edenler vardır. Onlar Allah’a iman
ediyorlar, kendi kitaplarına, Tevrat’a, Zebur’a, İncil’e iman ediyorlar,
gönderilen son kitaba ve son elçiye de iman ediyorlar.
“Biz onlardan inananları düşmanlarına
karşı destekledik, yardım ettik de, onlar düşmanlarına karşı galip geldiler,
üstün geldiler. Ehl-i kitaptan inananları inanmayanlara galip getirdik. Elbette
Müslümanları da kâfirlere karşı destekleyip galip getireceğiz buyuruyor,”
Rabbimiz.
Öyleyse ey mü’minler, safınızı iyi
belirleyin. Kimin safında olduğunuzu iyi düşünün. Allah safında mısınız?
Peygamber safında mısınız? İnananların safında mısınız? Yoksa Allah’la
savaşanların, peygamberleri reddedenlerin safında mısınız? İman edenlerin
safında mı, inkâr edenlerin, yalanlayanların, reddedenlerin safında mısınız?
Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerin safında mı, yoksa zillet
içinde bir dünya hayatını tercih edenlerin safında mısınız? Peygamber yolunun
yolcusu mu yoksa başka yolların yolcusu musunuz? Kimin yolunda olacaksanız, onu
iyi tanıyın. Çünkü başka çaresi yok, sizler şu anda ya peygamber safında yer
alacak, ya da karşı gelenlerin safında yerinizi belirleyeceksiniz.
Ya Resul gibi Allah’a kul olacak,
hayatınızı Allah’ın belirlediği yasalar istikâmetinde Allah için yaşayacaksınız,
yahut da Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, Hâmanlar, Ebu Cehiller yolunda
olacaksınız. Ya Peygamber gibi hayatınızı, hayat programınızı Allah’a soracak,
vahiyle yol bulacaksınız, yahut da Ebu Cehil, Velid bin Muğire gibi kendi
kendinizi putlaştırıp hayat programınızı kendiniz yapmaya kalkışacaksınız. Ya
İbrahîm gibi hayatınızın tümünde Allah’a teslim olacak, Müslüman olacak, sonunda
onun gittiği cennete gideceksiniz, yahut da Nemrut gibi Allah’la savaşa
tutuşarak cehenneme yuvarlanacaksınız.
İyi belirleyin safınızı… Allah safında,
peygamber safında, melekler ve inananlar safında yerinizi alın. Eğer bu safta
yerinizi alırsanız, kesinlikle bilesiniz ki Allah sizi tüm dünyaya galip
getirecektir. Allah sizi izzet ve şerefe ulaştıracaktır. Tüm yeryüzü kâfir olsa,
yeryüzünde bir tek Müslüman biz kalsak ne gam! Safımızda Allah var ya! Safımızda
melekler var ya! Melekler bizimle beraberler ya! Melekler bizim desteğimizdeler
ya! Düşünebiliyor musunuz? O meleklerden sadece bir tanesinin, bir tek kanadının
yanında bile dünya çok küçük kalır.
Düşünün ki şu anda yeryüzünün
bütün kâfirleri toplansa, bütün Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler, Sabiîler,
ateistler, laikler toplanıp, topuyla, tankıyla karşımızda saf tutsa, üç-beş tane
gariban, silahsız Müslüman da onların karşısına çıksa, ama Allah onların safında
olsa, melekler onların yardımında olsa, onlara karşı kim galip gelir? Allah’ın,
meleklerin yenilmesi düşünülebilir mi? Allah desteğindeki mü’minlerin mağlup
olabileceğini kim düşünebilir?
Saff sûresi, bizim safımızı belirliyor. Bu sûreyi tanıyan, bu sûreye
inanan, bu sûreyi kuşanan bizler, bu sûreyi tanımadan bir hayat yaşayanlar gibi
olamayız. Öğrendiğimiz bu sûrenin muhtevası istikâmetinde hemen tercihlerimizi
yapıp safımızı belirlemeliyiz. Kimler gibi düşünüyoruz? Kimler gibi inanıyoruz?
Kimlerin safındayız? Kimlerle beraberiz? Kimlerle beraber olma heveslisiyiz?
Allah, melekler ve mü’minlerin safında mıyız yoksa karşı tarafta mıyız? Bunu
açık ve net bir biçimde ortaya koymak zorundayız. Unutmayalım ki açık ve net bir
biçimde bu tavrımızı ortaya koyuncaya, safımızı belirleyinceye kadar da bu
izzetsizliğimiz ve şerefsizliğimiz devam edecektir.
İşte bu saf belirlemenin ortaya koyduğu
bir din, bir yol, bir hayat tarzı, bir yaşam biçimi, bir hayat programı vardır
ki, bunun adı İslâm’dır ve bizler Müslümanlarız. İradelerimizi Allah’a teslim
etmiş, Allah’ın seçimini kendimiz için seçim kabul etmiş, boyunlarımızdaki
kulluk iplerinin ucunu Allah’ın eline vermiş ve sadece Allah’ın çektiği yere
giden insanlarız. Yani bizler Allah’tan başka İlâh kabul etmeyip sadece Allah’ın
İlâhlığını kabullenince, hayatımızın her bir bölümünde sadece Allah’ı söz sahibi
bilince o zaman karşımıza İslâm çıkacaktır. Bizim dinimiz, hayat programımız
İslâm’dır ve onun dışında başka din, başka yol bilmiyoruz.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Vel’hamdü lillahi
Rabbil’âlemîn.
S.a. kaynak ve sahife verilse daha güzel olmaz mı kardeşim...Selam ve dualarım ile...
YanıtlaSil