MÜMTEHİNE SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
60., nüzûl sıralamasına göre 91., mufassal kısmı üçüncü sûreler grubunun ikinci
ve son sûresi olan Mümtehine sûresi Medine’de nâzil
olmuş olup, âyetlerinin sayısı 13’dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Mümtehine,
“İmtihan olunan kadın” yahut da “İmtihana çeken sûre” anlamınadır. Medine’de,
Mekke’nin fetih hazırlıklarının yapıldığı bir dönemde,
Ahzâb sûresinden sonra, Hicret'in yedinci yılında
nazil olmuş 13
âyetlik bir sûredir. Adını
onuncu âyetinde geçen imtihan kelimesinden almıştır. Mümtehine imtihan kelimesinin ismi fâilidir. âyette geçiş şekli şöyledir: "Ey iman edenler! Mü'min olduklarını söyleyen kadınlar size muhacir olarak
geldikleri zaman onları imtihan edin." Sûreye "imtihan" ve meveddet adları da verilmektedir. Sûre, Allah düşmanlarının dost
edinilmemesini vurgulayarak söze başlar. Allah düşmanlarına karşı bir sevgi
gösterisinde bulunarak Rasulullah’ın sırrını onlara
ifşa hatasında bulunan sahâbeden Hatıb bin Ebî Belta şah-sında tüm müslümanlara kıyamete
kadar bu konuda bir uyarıda bulunur Rabbimiz. En yakınları bile olsa kâfirlere,
Allah ve din düşmanlarına karşı takınmamız gereken tavrımız konusunda atamız ve
örneğimiz olan İbrahim’den (a.s) bir örnek sunulur.
Daha sonra gerek Medine’de
hanımları kâfir olan müslüman kocaların bu kâfir
hanımlarına karşı, gerekse Mekke’deki kâfir kocalarının yanından Müslüman olarak
Medine’ye hicret eden mü’mine hanımların Mekke’deki
kâfir kocalarına karşı durumları, konumları açıklanır. En sonunda da İslâm’la
şereflenmiş mü’mine hanımların eski cahiliye anlayışlarını tamamen terk edip Allah ve Resûlü’nün
istediği bir hayatı yaşama konusunda peygambere biat etmeleri gerektiği
vur-gulanır.
Bu
sûre, Medine'de ilâhi nizam çerçevesinde oluşturulan İslâm toplumunu, her türlü
dünyevî bağlılıklardan koparıp, Allah'ın dilediği seçkin bir topluluk yapma
yolunda uygulanan ilâhî metodun halkalarından bir halkadır. Allah Teâlâ, kemâle erdireceği ve kıyamete kadar geçerli kılacağı
son dinini insanlara özümleyecekleri bir şekilde öğretebilmek için, dinin oluşum
devresinde onları çeşitli olaylarla yüz yüze getiriyor ve o olaylar karşısında
almaları gereken tavrı onlara bildiriyor ve uygulatıyordu. İnsanların,
geçmişlerinden gelen câhilî alışkanlık ve bağlardan kurtulabilmeleri için, Allah
Teâlâ onları kesintisiz bir terbiye zincirinden
geçiriyor. İnsanların, onları Allah'a isyana sevk eden, O'nun nizâmına uymaktan
ve O'nun ahkâmıyla amel etmekten alıkoyan ırk, soy, aile bağlarından
kurtarılması gerekiyordu. Ancak bu şekilde birbirine iman bağıyla bağlı, İslâm'ı
her şeyiyle yaşayan seçkin ve bütün insanlığa örnek olacak bir topluluk ortaya
çıkabilirdi.
İslâm'ın
ideal ruh yapısıyla şekillenen ve çevresindeki bütün sistemlerden farklı
yapıdaki bu topluluk, etrafında cereyan eden hadiselerin çalkantısının tesir
alanı dışında değildi. İşte bu sûre, müslü-manların etraflarında cereyan eden olaylara karşı
takınmaları icabe-den tavrı ortaya koymak üzere, o
uzun imâni hazırlık zincirinin bir halkası olarak;
müslümanlara yol göstermek, onları iman düsturlarıyla
donatmak için gelmiştir.
Sûre,
müslümanlara, Allah'a iman prensibi etrafında
toplanılarak öteki bütün dünyevî bağların kopartılıp atılmasının, Allah'tan yana
olup, O'nun sancağı altında bir araya gelinmesinin tevhidî bir gereklilik
olduğunu bildiriyor. Hicretin altıncı yılında müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye anlaşması hükümlerine göre Kureyş'ten Medine'ye müslümanların
yanına sığınan olursa müslü-manların onu Kureyş'e geri
vermeleri gerekiyordu. Bu âyette Kureyş-ten kaçıp
gelen kadınların inanmış olup olmadıkları hususunda imtihana tabi tutulmaları,
mü'min oldukları anlaşılırsa geri verilmemeleri
emrediliyor. Sûrenin mihverini teşkil eden temel konu "Allah için sevmek, Allah
için buğz etmek" düşüncesidir.
Sûrenin
ilk âyetinde Allah Teâlâ'nın ve mü'minlerin düşmanlarının dost edinilmemesi emredilir. Bu
âyetin iniş sebebi şöyledir: Ra-sûlullah (s.a.s), Mekkelilerin Hudeybiye anlaşmasının şartlarını bozduklarını görünce,
Mekke'nin fethine karar verdi. Müslümanlara savaş hazırlığı emrederek işi gizli
tutmalarını söyledi. Hâtıb b. Ebî Beltea Mekkeli müşriklere
hitaben bir mektup yazarak "Rasûlullah (a.s) sizinle
harbe hazırlanıyor, tedbirinizi alın" dedi. Mektubu, o sırada Medi-ne'de misa fir
olarak bulunan müşrik bir kadınla yolladı. Allah, Hz.
Peygamber (a.s)'e vahy ederek durumu bildirdi. Hz. Peygamber derhal Hz. Ali,
Zübeyr ve Mikdad'ı kadının
peşine takarak: "Gidin, Hah Bahçesi denilen yere vardığınızda müşrik bir kadın
bulacaksınız. Yanında Hâtıb b. Ebî Beltea'nın müşriklere yazdığı
bir mektup var, onu alın" buyurdu. Hz. Ali ve
beraberindekiler kadına Rasûlullah (a.s) in haber
verdiği yerde kavuşmuşlar, mektubu istemişler, kadın inkâr edince "Bunu Allah
Rasûlü söyledi. O yalan söylemez, ya mektubu verirsin yoksa seni ararız" demişlerdi. Kadın
işin ciddî olduğunu anlayınca mektubu saklamış olduğu saçlarının arasından
çıkarıp vermiştir.
Mektup
Rasûlullah (a.s)'e getirilince Hz. Ömer "Ey Allah'ın Re-sûlü! Bu
adam Allah'a, Peygamberine ve mü'minlere ihanet
etmiştir. Emir ver de boynunu vurayım onun" demişti. Hâtıb b. Ebî Beltea muhacirlerdendi. Bedir Savaşı'na katılmıştı. Mekke'de
çocukları ve emlaki vardı. Hz. Peygamber Hâtıb'ı çağırıp: "Neden bunu yaptın?" diye sormuş; o da şu
karşılığı vermişti: "Ya Rasûlallah! Bana karşı acele etme. Çünkü ben Kureyş'ten değilim; onlara andlaşma ile bağlı biriyim. Yanınızda bulunan Muhacirlerin,
Mekke'de ailelerini himaye edecek ve mallarını koruyacak akrabaları var. Ben ise
nesep cihetiyle olan bu bağlılığa onlar nezdinde
minnettarlar kazanarak doldurmak ve bu suretle akrabamı korumak istedim. Yoksa
bu işi küfür ve dinden dönmek için yapmadım" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s); Muhacir ve Ensar’ın huzurunda; "Hatib doğru
söyledi" buyurdu (İbnü'l-Esir, Üsdu'l-Gâbe, Kahire 1970,1, 432).
İşte
bunun üzerine Mümtehine Sûresi'nin ilk âyetleri indi:
"Ey iman edenler! Benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da dostlar edinmeyin. Siz
onlara sevgi gösteriyorsunuz, halbuki onlar, size gelen hakkı inkâr ettiler.
Peygamberi ve sizi, Rabbiniz olan Allah'a iman ettiğiniz için yurdunuzdan
çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda cihad için ve
rızamı talep için yurdunuzdan çıktıysanız, onları dost edinmeyin. Onlara olan
sevginizi gizlersiniz. Oysa ben, sizin gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı
da çok iyi bilirim. İçinizde kim, benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinirse,
şüphesiz o, doğru yoldan sapmıştır. Eğer sizi ele geçirirlerse hemen size düşman
kesilirler. Ellerini ve dillerini size kötülük yapmak için uzatırlar. İsterler
ki keşke inkâr etseniz" (1-2).
Daha
sonraki âyetlerde, kıyamet gününde akraba ve çocukların insana fayda
vermeyeceği, kişiyi sadece iman ve amelinin kurtara-cağı; insanlar için Hz. İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda güzel bir
örnek olduğu; düşmanlarla ileride dost olunabileceği düşünülerek onlara karşı
düşmanlıkta aşırı gidilmemesi gerektiği; mü'minlerin
kendilerine karşı cephe almayan ve cephe alan kâfirlere karşı tutumları
anlatılır. On ikinci âyette Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e bey'at et-mek isteyen kadınlarda
bulunması gereken vasıflar şöyle anlatılır: "Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana
gelip, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, çocuklarını
öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, iyi
bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana bey'at
ederlerse onların bey'atlarını al ve onlar için
Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir"
(12).
Son
âyette; sûrenin başında belirtilen hüküm tekrar vurgulanır ve; "Ey iman edenler!
Allah'ın gazap ettiği kimselerle dostluk etmeyin" (13) buyurulur.
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek
tanımaya başlayabiliriz.
1. “Ey İnananlar! Benim de düşmanım, sizin de
düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkar etmişken,
onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan
ötürü sizi ve peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer sizler Benim yolumda
savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?
Ben, sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi
gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır.”
“Ey mü’minler! Benim de, sizin de düşmanınız olanları sakın dost
edinmeyin, velî edinmeyin. Benim bildiğim, sizin de bildiğiniz düşmanları, sizin
bilmeyip de Benim bildiğim düşmanlarınızı dost edinmeyin.” Bizim bildiğimiz açık
düşmanlarımız olduğu gibi, bizim bilemeyip de Allah’ın bildiği münâfıkça
düşmanlık besleyenler de olabilecektir. İşte onları asla dost edinmeyin. Onlar
size gelen gerçeği, kitabı, peygamberi, imanı, hidâyeti, tevhidi inkar edip
dururlarken, siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Oysa onlar sizler sırf Allah’a
inandınız diye sizi ve peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Allah’a imanı en
büyük suç kabul ediyorlar. Allah’a iman edenlere düşman kesiliyorlar. Eğer
sizler Benim yolumda Müslümanca bir hayat için cehd ve gayret etmek, Benim rızamı kazanmak için yola
çıkmışsanız, bu iddianızda samimiyseniz onlara nasıl sevgi gösterisinde
bulunabilirsiniz? Bilmi-yor musunuz ki Ben sizin
gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bilmekteyim. İçinizden Allah
düşmanlarına sevgi gösterenler şüphesiz dosdoğru yoldan
çıkmıştır.
Bu âyet sahâbeden bize intikal eden pek
çok rivâyete göre Hatıb bin Ebî Belta hakkında nâzil olmuştur.
Hudeybiye anlaşmasından sonra Mekke müşriklerinin
anlaşmayı bozmalarının ardından Rasulullah Efendimiz
Mekke’nin fethi hazırlıklarına başladı. Ancak bir-kaç arkadaşının dışında
seferin hedefi konusunda kimseye bilgi vermedi. Allah’ın Resûlü istiyordu ki
Mekkelilerin haberleri olmasın ve kansız bir şekilde fetih gerçekleşmiş olsun.
Bunun için Rabbine yalvarırken, hazırlıkları da gizli tutuyordu. Bu arada
Mekke’den Medine’ye malî yönden sıkıntısı olup onu gidermek için bir kadın
gelir. Bu kadın ihtiyaçlarını giderip Mekke’ye dönerken, sahâbeden Hatıp bin Ebî Belta bir mektup yazıp bu kadına vererek Rasûlullah Efendimizin durumunu Mekkelilere haber vermek
ister. Peygamber ve Müslümanlar size karşı savaş hazırlığı içindedir diye onları
bu gizli durumdan haberdar etmek, Rasûlullah’ın
sırrını ifşa etmek ister. Kadın mektubu alıp Mekke'ye doğru hareket ettikten
sonra Cebrâil (a.s) gelip, Rasû-lullah Efendimizi durumdan haberdar eder.
Haberi alan Allah’ın Resûlü,
hemen Hz. Ali ve Hz. Zübeyr’i yola çıkarır. “Filan vadide o kadına
rastlayacaksınız, onun yanında bir mektup var onu alıp bana getirin,” buyurur.
Hz. Ali efendimiz o vadide kadını durdurur ve der ki,
“ey kadın sende bir mektup var, onu bize ver!” Kadın kendisinde böyle bir
mektubun olmadığını söyler. Ararlar ama bir türlü mektubu bulamazlar. Hz. Ali efendimiz kılıcını çeker ve şöyle der: “Ey kadın,
vallahi sende bir mektup var, eğer onu bize ver-mezsen
mecburen seni öldüreceğim.” İşin ciddiyetini anlayan kadın, saç örgüsünün
arasına koyduğu mektubu çıkarıp verir ve sorar: “Ey Ali bu mektubu aradın ama
bulamadın. Bunun kesin bende olduğunu nereden bildin?” Hz. Ali efendimiz buyurur ki, “bunu bana peygamberim
söyledi. Ben inanıyorum ki tecrübelerim yalan söyler, ama peygamberim doğru
söyler.”
Kişinin Allah ve Resûlü’yle
öğrendiği bilgiye, yani vahiyle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi denir ki, bu bilgi kişinin kendi kendine, kendi
tecrübeleriyle öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Kişinin kendi aklıyla,
duyularıyla, tecrübeleriyle veya başka bilgi kaynaklarıyla öğrendiği bilgi yüzde
yüz kesin ise, Allah ve Resûlü’yle, yani vahiyle öğrendiği bilgi yüzde yüzden de
kesindir. İşte Hz. Ali efendimizin sözü bunu
anlatıyor. “Aradım, taradım, tecrübelerimle anladım ki o mektup sende yoktur.
Ama peygamberim buyurdu ki mektup sendedir. Benim tecrübelerim yalan söyler,
ama peygamberim kesin doğru söyler.
Tecrübelerimle öğrendiğim bilgi yüzde yüz doğru olsa bile, peygamberimle
öğrendiğim yüz de bin doğrudur, yüzde milyar doğrudur.”
Durum açığa çıkınca, Allah’ın Resûlü,
Hatıb bin Ebî Belta'yı sorgulayarak “bu nedir ey Hatıb?” buyurdu. Hatıb dedi ki:
“Ey Allah’ın Resûlü, benim için acele karar verme. Vallahi ben müşrik değilim.
Küfre de, şirke de asla bir meylim olmadı. Onlara bir muhabbetim yoktur. Ben
sadece Kureyş'ten olmadığım için Mekke’deki ailemi,
çoluk-çocuğumu korumasız gördüm. Sadece onlar aileme bir zarar ver-mesinler diye bunu yaptım. Bunun dışında kâfirlere
meyletmek, İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık etmek, sizin sırlarınızı deşifre
edip düşmanları desteklemek gibi bir niyetim yoktur.” Onu dinleyen Hazreti Ömer,
“ey Allah’ın Resûlü, izin verin boynunu vurayım!” dediği halde Allah’ın Resûlü:
“Hayır, Hatıb doğru söylüyor” buyurdu. Bu
davranışından ötürü Bedir’de bulunmuş bu sahâbeye herhangi bir ceza da
uygulanmamıştır. Hadiseyi Buharî, Müslim ve diğer
hadis alimleri bize haber vermektedir.
Hatıb’ın bu
davranışı, mensubu bulunduğu Müslüman câmiaya karşı kâfirlerle işbirliği içine
girmek, Müslümanlar aleyhine kâfirler lehine bir çalışmanın içine girmek olarak
değerlendirilerek, Rabbimiz tarafından işte bu âyet-i kerîmeyle onun şahsında
kıyamete kadar gelecek tüm Müslümanlar için bir uyarı teşkil etmiştir. Kıyamete
kadar hiçbir Müslüman böyle bir şeyi yapmamalıdır. Hiçbir Müslüman imanlarından,
Müslümanlıklarından dolayı kendilerine düşman olan, kendileriyle savaşa tutuşan
kâfirlere herhangi bir sevgi gösterisinde bulu-namaz. Böyle bir davranış imanla
asla bağdaşmaz. Gerçek bir Müslü-manın iyi niyetle de olsa, kişisel çıkarlarını, malını,
mülkünü, ailesini korumak için de olsa mensubu bulunduğu Müslümanların savaş
planlarını kâfirlere aktarması, Müslümanlar aleyhine kâfirler lehine bir
hareketin içine girmesi caiz değildir. Bir Müslümanın
tüm malı, tüm ailesi, tüm akrabaları tehlikede bile olsa, Müslümanlar aleyhine
onlarla işbirliği içine giremez.
Buradan sahâbe-i kirâm efendilerimizin
mâsum olmadıklarını, hatasız olmadıklarını da anlıyoruz. Yine buradan Rasûlullah Efendimizin en ciddi ve hayatî konularda bile
olsa yargısız infazda bulunma-dığını, karşı tarafın
savunmasını almadan karar vermediğini anlıyo-ruz. İşte bu âyetiyle Rabbimiz, Rasûlullah Efendimizin Hatıb
hakkındaki kararını onaylamıştır.
Her şeyi bilen, bizim zaaf noktalarımızı en iyi bilen Rabbimiz
bizleri uyarıyor. Müslümanlar bazen kitaplarından habersiz kaldıkları, Allah’ın
bu değer yargılarını unuttukları, Allah’a olan tevekküllerini, güvenlerini
kaybettikleri için, kimin safında yer aldıklarını unutup, gerçek güç kaynakları
olan Rabblerinin kendilerine desteğinden gaflet edip,
kâfirlerin ellerindeki ekonomik ve siyasal güce aldanarak onlara meyletmiş
olabilirler. Onların dostluğuna yönelmiş olabilirler. Onların mallarının,
mülklerinin, siyasal güçlerinin, medeniyet ve saltanatlarının ebedî olduğu
düşüncesine kapılabilirler. Hatta bu kâfirlerin ellerindeki teknolojik
güçleriyle Allah’ı bile yenebîlecekleri cehaletine düşebilirler.
Veya bazen böyle Allah’a
güvenleri, itimatları kalmadığı, tevekkülleri sarsıldığı ya da Rabbimizin bir hikmeti gereği üzerlerinden desteğini
çektiği için Müslümanlar kâfirlerin ayakları altında ezilmişliği, kâfirlerin
egemenlikleri altında köleliği solukladıkları dönemlerde böyle düşünecek duruma
gelmiş olabilirler. Veya işte şu anda olduğu gibi, Allah’ın âyetleriyle
bilgilenmekten uzaklaşıp şeytan vahiylerine teslim oldukları dönemlerde, onların
değer yargılarıyla hayatı değerlendirmeye başladığı dönemlerde, bu tür zaaflara
düştükleri dönemlerde Rabbimiz bu tür âyetleriyle onları uyarır. “Ey mü’minler, sakın bu kâfirleri sırdaşlar edinmeyin. Sakın bu
kâfirlere güvenmeyin. Sakın Müslümanlar aleyhine onlarla dostluk ilişkileri
içine girmeyin. Çünkü onlar asla sizi sevmiyorlar. Onlar sizin inandıklarınıza
küfrediyorlar. Onlar sizi zerre kadar sevmezken sizler onları seviyor musunuz?
Sizler kendi kitabınıza iman ettiğiniz gibi onların kitaplarına da iman
ettiğiniz halde, onlar sizin kitabınıza iman etmezler. Sizler Allah tarafından
gönderilmiş hak kitaplar arasında herhangi bir ayırımdan yana olmayarak tümüne
iman ediyorsunuz. Elinizdeki kitabın haber verip tasdik ettiği öteki kitaplara
da iman edersiniz. Ama o alçaklar sizin kitabınıza inanmıyorlar. Onlar
delicesine size düşmanken sizler onlara dostluk ve sevgi izhârında mı
bulunuyorsunuz?”
2. “Eğer sizi ele geçirirlerse sizin
onlara gösterdiğiniz sevgiyi göstermezler, size düşman olurlar, ellerini ve
dillerini fenalık etmek için uzatırlar, keşke inkar etseniz
isterler.”
Eğer o kâfirler sizi ele
geçirirlerse, size galibiyet sağlarlarsa asla sizin onlara gösterdiğiniz sevgiyi
size göstermezler. Ellerine böyle bir fırsat geçmeye
görsün, size düşmanca davranıştan asla geri durmazlar. Sizi öldürürler, size
ellerini ve dillerini düşmanlıkla uzatırlar. Bunların size dost görünmeleri, iyi
bilin ki size güçlerinin yetmeyişindendir. Güçlerinin yeteceğini bilseler, size
zerre kadar bir hayat hakkı tanımazlar. Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı
isterler. Tüm dertleri, tüm arzuları budur onların. Sizin haklarında iyi şeyler
düşündüğünüz bu insanlar, kendileri gibi sizlerin de kâfir olmanızı isterler.
Kendileri küfrettikleri gibi, sizin de küfretmenizi isterler. Sizin de kâfir
olmanızı ve böylece onlarla birlik olmanızı isterler. Küfürde birlik, düşüncede,
anlayışta, eylemde, kılık-kıyafette, hukukta, hayatta, isyanda, Allah’a kafa
tutmada, peygambere isyanda, demokraside, Allah yasalarını reddetmede, cehenneme
gitmede birlik... Her konuda sizinle birlik olmayı isterler. Yeryüzünde kâfirin
tek hedefi işte budur. Kâfir, dünyada Müslümanın
varlığına ve kendisinden farklılığına asla tahammül
edemez.
Çünkü kâfir, kâfirliğinin farkındadır.
Yaşadığı hayatın kendisini nereye doğru götürdüğünün farkındadır. Yaşadığı küfür
içindeki bir hayatın kendisine cehennemi kazandırdığının kesin farkında olan ve
zaten dünyada da cehennemî bir hayatın sahibi olduğunun mutlak bilincinde olan
kâfir, “madem ki ben şu anda cehennemi bir hayat yaşıyorum, o halde benim
yaşadığım bu hayata Müslümanlar niye ortak olmasınlar? Niye bu Müslümanlar göz
göre göre dünyada cennet hayatı yaşıyorlar da,
yaşadıkları bu hayatın sonunda göz göre göre cennete
gidiyorlar da ben cehenneme gidiyorum? Niye onlar da benim gittiğim yere
gitmiyorlar? Niye benim cehennemime onlar da ortak olmuyorlar?” diye düşünür.
Tıpkı şeytan gibi… Zaten bunlar
şeytanın çömezleridir… Tıpkı şeytan gibi, onun aveneleri olan kâfirler de “niye
bu Müslümanlar bizim cehennemimize gitmiyorlar?” düşüncesiyle Müslümanları da
kendi cehennemlerine, kendi hayatlarına, kendi küfürlerine ortak etmek isterler.
Öyleyse ey Müslümanlar, sakın böylelerini dost
edinmeyin. Onların yoluna, yörüngesine girmeyin. Onların düşüncelerine,
anlayışlarına, girdikleri girdaplara, onların kendilerini kaybettikleri
anaforlara kapılıp tıpkı onların hayatlarını kaybettikleri, hüsrana mahkum olup
dünyalarını da âhiretlerini de yitirdikleri gibi,
sizler de dünyanızı ve âhiretinizi kaybetmeyin. Bu
tehlikeyi çok iyi bilen Rabbimiz, ısrarla bu konuda bizi uyarmaktadır.
3. “Yakınlarınız ve çocuklarınız
size kıyamet gününde bir fayda veremezler. Allah onlarla sizi ayırır. Allah işlediklerinizi
görendir.”
Unutmayın ki ne akrabalarınız, ne
çocuklarınız kıyamet gününde size bir fayda sağlayamazlar. İnsanlar kâfirlerle
bu tür iyi ilişkilere ne için girerler? Bunlar için değil mi? Hatıb bin Ebî Belta da çocukları yüzünden böyle bir yola girmemiş miydi?
İşte bakın Rabbimiz buna dikkat çekerek buyuruyor ki, “ey mü’minler ailenizi, çocuklarınızı düşman elinden kurtarıp
emin bir duruma getirebilmek için sakın bu tür yamukluklara girmeyin. Onları
korumak düşüncesiyle sakın kâfirlere yaklaşmaya, yaranmaya çalışmayın. Çünkü
kıyamet gününde onlar sizi kurtaramayacaklardır.
Yani o uğruna dininizden,
imanınızdan ödün verdiğiniz akrabalarınızdan hiç birisi: “Ya Rabbi bu benim yakınımdır, bu benim babamdır, anamdır,
kardeşimdir onu benim için bağışlayıver” deme yetkisine sahip olmayacaktır.
Yarın Allah onları sizden, sizleri de onlardan ayıracaktır. Tüm akrabalıklar, tüm dostluklar, tüm
protokoller yarın bitecektir.”
Kitabımızın başka âyetlerinden
öğreniyoruz ki, kişi o gün eşini-dostunu, oğlunu-kızını bırakıp kendi derdine
düşecektir. İnsan o gün öz kardeşinden, anasından, babasından, karısından,
oğlundan kızından kaçacaktır. “Aman bunların derdi de beni bulmasın. Aman bunlar
yüzünden bana bir dosya daha açılmasın” diyecektir. Çünkü o gün herkesin derdi
kendine yetmektedir. O gün herkesin kendine yetecek meşguliyeti vardır. Herkes
kendi başının derdine düşmüştür. Kimsenin kimseyi düşünecek mecali de yoktur,
zamanı da yoktur. O gün kimse kimsenin hatırını soramayacak, kimse kimseyle
ilgilenemeyecektir.
Yine bir başka âyetin beyanıyla o gün
kişi kendisini cehennem ateşinden kurtarabilmek için tüm sevdiklerini fidye
olarak verecek ama hiçbirisi kabul edilmeyecektir. Öyleyse onlar yüzünden
sapmayın. Onlar sebebiyle kâfirlere meyletmeyin.
Veya bu dünyada onlarla
ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde ayarlayın ki imtihanı kaybetmeyin.
Sakın mal tutkunuz, çoluk-çocuk derdiniz sizi Allah’a kulluktan ayırmasın. Bunlar sebebiyle kulluğunuz aksamasın. Bundan
sonra bu konuya atamız İbrahim aleyhisselâm'ın
hayatından, onun kavim ve kabilesine karşı teberrîsinden bir örnek sunacak Rabbimiz. Bakın şöyle
buyuruyor:
4. “İbrahim ve onunla beraber
olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine şöyle
demişlerdi: “Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin
dininizi inkar ediyoruz; bizimle sizin aranızda yalnız Allah’a inanmanıza kadar
ebedî düşmanlık ve öfke baş göstermiştir.” Yalnız, İbrahim’in, babasına: “Andolsun ki, senin
için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah’tan gelecek herhangi bir şeyi
savmaya gücüm yet-mez” sözü bu örneğin dışındadır. Ey
İnananlar! Deyin ki: “Rabbimiz! Sana güvendik, Sana yöneldik, dönüş
Sanadır.”
Andolsun ki İbrahim’de ve O’na iman edip
onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. İbrahim ve
beraberindeki mü’minlerde küfür ve şirkten teberrî, kâfir ve müşriklerden uzaklaşma konusunda sizin
için uyulacak, takip edilecek güzel örnekler vardır. Kitabımızda “üsve” ifadesi, Rasûlullah
Efendimiz ve İbrahim (a.s) ve onunla birlik olanlar için kullanılmaktadır.
Onunla birlik olanlardan kasıt ta ya ona iman eden
mü’minler, ya da ondan sonra
gelip onun yolunu takip eden peygamberlerdir.
Onlar küfrü ve şirki tercih etmiş
toplumlarına şöyle demişlerdi: “Biz sizden de, sizin anlayışlarınızdan da, sizin
hayat programlarınızdan da uzağız. Sizin Allah berisinde tapındıklarınızdan
uzağız. Sizin dininizi, yolunuzu, yaşam biçiminizi, hayat programınızı inkar
ediyoruz. Allah’a teslim olmuş, iradesini Allah’a teslim etmiş bir Müslüman
olarak bizim sizinle, sizin dininizle, ekonomi anlayışınızla, siyasal
yapılanmalarınızla, hukuklarınızla, kazanma-harcama anlayışlarınızla, eğitim,
evlenme, boşanma anlayışlarınızla, tüm hayat anlayışlarınızla bir ilgimiz
yoktur. Biz sizden ayrıyız, sizden uzağız. Bizimle sizin aranızda küfür ve şirki
bırakıp yalnız Allah'a inanacağınız ana kadar ebedî bir düşmanlık ve öfke baş
göstermiştir. Kalbimizde bir düşmanlık vardır. Ne zaman ki sizler de bizim gibi
Allah’a iman eder, Allah’ın istediği bir hayata evet dersiniz, ancak o zaman
size olan düşmanlığımız ve kinimiz son bulur. Çünkü bizim size olan
düşmanlığımızın sebebi Allah’tır. Sizler Allah’a, Allah’ın istediği gibi
inanmadığınız sürece bilesiniz ki, bizler ebediyen sizden uzaklaştık ve ebediyen
size buğz ve düşmanlık besleyeceğiz.”
Allah’ın elçisi İbrahim (a.s) ve
onun yolunun yolcuları işte böylece küfürden, kâfirlerden, kâfirlerin tüm tarz-ı
telakkilerinden teberrî ediyorlardı. Rabbimiz işte
bunu bize örnek olarak anlatıyor. “Ey Müslümanlar bu konuda sizler için çok hoş
bir örnek var,” buyuruyor. Sizler de tıpkı yasal örneğiniz, imamınız, büyük
atanız gibi kâfirlerden, küfürden, şirkten, şirk anlayışlarından teberri etmek zorundasınız. Sizler de bunu demek
zorundasınız. Ey müşrikler deyin ki: “Bizler sizin şirklerinizden de, şirk
koştuklarınızdan da, şirk âdetlerinizden de, şirk sistemlerinizden de uzağız.
Bizler Allah’a teslim olmuş Müslümanlarız. Bizim kulluk anlayışımızla
sizinkilerin uzak ve yakından en ufak bir benzer yanı yoktur!”
“Ben Allah’a inandım!..” Yetmez
bu… Allah’a inanmakla beraber Allah’tan başkalarından teberrî de şarttır. Allah’a imanla beraber Allah’tan
başkalarına itaati reddetmek de şarttır. Müslümanlar şunu kesinlikle
bilmelidirler ki, tamamıyla cahiliyeden ve cahiliye anlayışlarından ayrılmadıkça kendilerine Allah’ın
yardımı gelmeyecek, Allah’ın vaadi gerçekleşmeyecektir. Onlar cahiliyenin karşısına dikilip açıkça onu reddetmedikçe,
onlardan ayrıldıklarını açıkça ortaya koymadıkça zafer asla müyesser
olamayacaktır. Zafer ve Allah’ın yardımı gelmediği gibi, böyle hem Allah’a
inanır hem de başkalarının rubûbiyetine ve ulûhiyetine inanırsak, bilelim ki bu yaşadığımız hayat
Allah’ın istediği Müslümanlık da olmayacaktır.
İbrahim (a.s) işte böyleydi.
Ancak İbrahim'in, babasına: “An-dolsun ki, senin için mağfiret dileyeceğim,
fakat sana Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi savmaya gücüm yetmez” sözü bu
örneğin dışındadır. Yani öteki tavrında İbrahim aleyhisselâm'a tabi olunuz, ama bu sözünde onu takip etmeyiniz. Onun bu sözü size örnek
değildir. Yani madem ki örneğimiz İbrahim (a.s) kâfir babasına istiğfarda
bulunmuş, öyleyse bizler de kâfir akrabalarımıza istiğfar edebiliriz demeyin.
Bu konu ayrıntılarıyla kitabımızın
başka sûrelerinde anlatılmıştır. İbrahim (a.s), babasına ve toplumuna, “ben
sizin yolunuzu, dininizi, Allah berisinde tapındığınız şeylerin tamamını
reddettim. Allah berisinde hayatınıza diktiğiniz putlarınızın tamamını inkar
ettim. Tüm tâ-ğutlarınızı reddettim. Benim sizinle ve
şirk dininizle hiçbir ilgim kalma-mıştır. Ben sizin
Allah sever gibi sevdiğiniz ve uğrunda can ve mal fe-dâ ettiğiniz toprak, sancak, vatan, millet, bayrak,
lider, önder, sistem gibi tüm putlarınıza kulluk etmekten kaçtım.
Geleneklerinize ibadetten, atalar yoluna kulluktan ve toplumunuzda putlaştırıp
Allah sisteminin yerine ikame ettiğiniz yasaların tümüne kulluk etmekten kaçtım”
buyurunca, babası ona şöyle demişti: “Ey İbrahim, demek sen benim tanrılarımı
beğenmiyorsun öyle mi? Sen bizim tanrılarımdan yüz çeviriyorsun ha? Beni ve
toplumunu, beni ve tanrılarımızı karşına alıyorsun ha? Derhal bu işten vazgeç.
Eğer bu tavrından, şu tanrılarımıza hakaretten vazgeçmezsen mutlaka seni
taşlayacak ve öldüreceğim. Eğer benim gazabımdan kurtulmak istiyorsan bir süre
benden uzaklaş. Bir süre gözüme görünme. Seni görmek istemiyorum,” deyince
İbrahim (a.s) babasına şöyle demişti:
“İbrahim şöyle cevap verdi: “Sana selâm olsun.
Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok
lütufkârdır.”
(Meryem 47)
“Babacığım sana selâm olsun. Sana
selâmet diliyorum. Benden sana hiçbir kötülük gelmeyecek. Seni üzecek bir
davranışta bulunmayacağım. Senin için İslâm diliyorum. Müslüman olmanı
diliyorum. Ben senin için, senin bağışlanman ve hidâyete ermen için Rab-bimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü Rabbim bana karşı son
derece lütufkardır,” dedi. İşte İbrahim’in (a.s) babasına verdiği bu söz üzerine
babası hakkında Rabbine şöylece istiğfar etmiştir:
“Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni,
anamı-babamı ve inananları bağışla.”
(İbrahim
41)
“Rabbim hesap görülecek bir günde,
herkesin yaptıklarıyla karşı karşıya gelecekleri bir günde beni, anamı, babamı
ve iman eden mü’minleri mağfiret edip bağışla.” Tabii
İbrahim’in (a.s) bu ifadesinden, “anamı-babamı” ifadesinden kastı, bizzat kendi
anası babası olabileceği gibi, Adem’e (a.s.) kadar iman etmiş tüm ebeveynlerimiz
de olabilir. Çünkü şu anda anası-babası kâfir olan Müslümanlar da bu duayı
yapmaktadırlar.
Eğer buradaki babamı-anamı
ifadesinden kasıt öz anası-ba-basıysa, o zaman bu
istiğfarın mânâsı şöyle olacaktır: “Ya Rabbi, kâfir
olan babama-anama hidâyet nasip buyur. Lütfunla onlara
doğru yolu göster!” Yahut da Allah’ın elçisi bir dönem onlar hakkında istiğfar
etmiş, ama Rabbimizin bu konudaki uyarısıyla karşı karşıya kalınca hemen bu
işten vazgeçmiştir. Ya da anası-babası hayattayken
onların hidâyeti için istiğfar etmiş ama kâfir olarak, müşrik olarak öldüğü
belli olduktan sonra artık istiğfarından vazgeçmiştir. Tevbe sûresi zaten bunu anlatır:
“İbrahim’in, babası için mağfiret dilemesi,
sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca
ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu
idi.”
(Tevbe
114)
Onun babası hakkında istiğfarı sadece
ona daha önce verdiği bir söz dolayısıyla idi. Ne zaman ki ona babasının
Allah’ın düşmanı olduğu açıklandı, İbrahim (a.s) hemen ondan teberrî edip uzaklaşıverdi. Muhakkak ki o yufka yürekli,
merhametli bir kuldu. Öyleyse ey Müslümanlar sizler de onun gibi olun. Küfre,
şirke, kâfir ve müşriklere karşı onun tavrını örnek alın. Şöyle deyin: “Ey
Rabbimiz, biz Sana gü-vendik, Sana yöneldik, dönüş Sanadır. Biz her konuda Sana,
Senin programına güvendik, tüm işlerimizi, tüm tavırlarımızı Sana teslim ettik.
Sana döneceğiz ve yaptıklarımızın tümünün hesabını Sana ödeyecek, Senin yargına
teslim olacağız.” İbrahim ve beraberindeki mü’-minler
ayrıca şunu da söylemişlerdir:
5. “Rabbimiz! Bizi, inkar
edenlerle deneme; bizi bağışla, doğrusu Sen, güçlü olan, Hakim
olansın.”
“Ey Rabbimiz, bizi kâfirlere
fitne konusu yapma. Onlara fırsat verip, bize mûsâllat edip onların işkence ve
azaplarıyla bizi fitnelere düşürme. Onları bize karşı galip ve üstün bir konuma
getirip bizi kâfirlerin elinde oyuncak konumuna düşürme. Çünkü böyle bir durumda
dinlerinden habersiz yaşayan kimi zavallı mü’minler
onlar karşısında ezilmişliği yaşayarak yollarını, dinlerini sorgulamak durumunda
kalabilirler. Onlar karşısında dinlerinden, yollarından şüpheye düşebilirler.
Onları haklı yolda görerek, tavizler vererek onların düşüncelerine uygun bir
hayat programı geliştirmeye, bir din icat etmeye kalkışabilirler. Dinlerini,
inançlarını onlara doğru eğip bükmeye kalkışabilirler. Onlar kaynaklı bir
hayatın içine girebilirler.” Ne kadar da güzel dua etmiş değil mi atamız? İşte
şu anda kâfirler karşısında yenilmişliği, ezilmişliği soluklayan Müslümanların
dinlerini, inançlarını, hayat anlayışlarını nasıl sorguladıklarını, her konuda
kâfirlere nasıl meylettiklerini acı acı seyrediyoruz.
Sosyal hayatları böyle olduğu gibi, dinlerini, dinlerinin temel konularını bile
kâfirlerden almaya, kâfir kaynaklı bir hayata yönelmeye çalıştıklarını
görüyoruz. Rabbim bizi bu durumdan kurtarsın inşallah.
Bu fitne konusunu bir de şöyle anlamaya
çalışıyoruz: “Ya Rab-bi
bizleri kâfirler için fitne konusu kılma. Kâfirlerin sapmalarına, kâfirlerin
dinlerinde, inançlarında, yollarında, hayat programlarında kemikleşmelerine bizi
sebep kılma. Yani eğer bizler Müslümanlar olarak onların karşısında mağlup bir
konuma düşersek, onlar bizden üstün bir konumda olurlarsa, bizim bu durumumuz
onları fitneye ve yanlışa düşürecektir. Kendilerinin, kendi dinlerinin ve
yollarının bizimkinden haklı ve doğru olduğunu zannederek dinlerinde
kemikleşmelerine sebep olacaktır. Biz haklı yoldayız diyecek, küfürlerinden
mutmain ve emin bir konuma geleceklerdir. Böylece onların sapıklıklarının
devamına bizler sebep olmuş olacağız. “Ya Rabbi bizi
onlar karşısında bu duru-ma düşürme. Bizi onlara,
onları bize fitne konusu yapma. Bize mağfiret buyur. Bizim eksiklerimizi,
kusurlarımızı ört. Bizim hayat problemlerimizi düzlüğe çıkar. Doğrusu Sen
güçlüsün, dilediğini yapansın, Sen hikmet ve hâkimiyet sahibisin.”
6. “Andolsun ki,
sizlerden, Allah’ı ve âhiret gününü uman kimse için,
bunlarda güzel örnekler vardır. Kim yüz çevirirse kendi aleyhine olur, doğrusu
Allah müstağnidir, övülmeye lâyıktır.”
Yemin ile, te'kidle Rabbimiz o yasal örneklerimizde bizim için güzel
örnekler olduğunu bir daha vurguluyor. “Andolsun ki
sizden Allah’ı, Allah’ın hoşnutluğunu ve âhiretin
başarısını umanlar, buna sa’y edenler için onlarda
güzel örnekler vardır. Eğer Allah’a iman ediyor ve âhiret konusunda ümit besliyorsanız onların yoluna tâbi
olunuz. Adım adım bu kulluk örneklerini takip ediniz.
Onlar ne yapmışlar, nasıl bir hayat yaşamışlarsa onların yolunda olunuz.” Tabii
onları takip edebilmenin yolu da bu kitapla birlikte olmaktan geçmektedir. Çünkü bu kitaptan habersiz yaşayan bir kimsenin
bu yasal örneklerin hayatlarını bilmesi mümkün değildir. Ama her kim de Allah’ın
bu dâvetinden, Allah’ın bu yasal örneklerinden, bu yasal örneklerin anlatıldığı
bu kitaptan yüz çevirirse, o da elbette kendi aleyhine olacaktır. Çünkü Allah
Ganidir, kullarından ve onların yapacaklarından müstağnidir, ihtiyacı
olmayandır. Allah Hamîd’dir. Kendi kendini öven, kendi
kendine ham-dedendir. Yeryüzünde hiç kimse O’nu övmese de, hiç kimse O’nun
istediği kulluğa yönelmese de Allah’ın buna ihtiyacı yoktur. Siz ne yaparsanız
kendiniz içindir.
7. “Allah'ın sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz
kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur; Allah Kâdirdir, Allah
bağışlayandır, acıyandır.”
Önceki âyetlerde Rabbimiz mü’minlere yasasını bildirdi. “Ey mü’minler, kâfir ve müşriklerle ilişkilerinizi koparıp
onlardan ayrılın. Onlarla sevgiye dayanan bir ilişki içine girmeyin. Mü’minler aleyhine kâfirler lehine bir davranışta
bulunmayın. Allah için akrabanız bile olsa onlarla aranıza bir mesafe koyun”
dedi. Tarihten, yasal bir örnekten misâller sundu. Sonra da şöyle buyurdu: “Ey
mü’minler, umulur ki sizin Allah için düşmanlık
gösterdiğiniz, dininiz için tavır koyduğunuz kâfirlerle sizin aranızda Allah
yakında bir dostluk peyda edecektir.”
Kâfir akrabalarla ilişkiyi kesme
emrini alan Müslümanların fıtratlarını, zaaflarını çok iyi bilen, onların bu
konuda zorlanacaklarını çok iyi bilen Rabbimiz, hemen bu müjdesiyle onları
rahatlatıverdi. “Umulur ki, çok yakında onlar da sizler gibi Müslüman olurlar da
aranızdaki kinden sonra bir muhabbet, nefretten sonra bir sevgi, ayrılıktan
sonra bir kavuşma var olur. Yarın nelerin olacağını, Rabbinizin sizin için neler
yaratacağını ne bilirsiniz? Ne bilirsiniz belki yarın şu andaki
düşmanlıklarınızın yerini bir dostluk alıverecektir.” Nitekim aynen Rabbimizin
buyurduğu gibi de oldu. Çok kısa bir süre sonra Mekke’nin fethi gerçekleşti ve
bu olmaz gibi görünen müjde de gerçek oluverdi. Dün Allah için düşman oldukları
Mekkeliler de Müslüman olunca aralarında tam bir sevgi ortaya çıkıverdi.
Böylece anlıyoruz ki, cihadın
hedefi düşmanlık, kan dökmek, insan öldürmek değil, dostluğu umumîleştirmektir.
Allah her şeye kâdirdir, bağışlayan, merhamet edendir.
8-9. “Allah, din uğrunda sizinle
savaşmayan, sizi yurnunuzdan çıkarmayan kimselere
iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah
âdil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi
yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi
yasak eder; kim onları dost edinirse, işte onlar
zalimdir.”
Mü’minlerle kâfirler arasındaki ilişkinin
temelinde düşmanlık vardır. Çünkü bu iki grup gece-gündüz gibidir. Birinin
varlığı, diğerine engeldir. Biri diğerine hayat hakkı tanımaz. Ama Müslümanların
varlığını kabul eden, Müslümanlıklarından ötürü Müslümanlarla savaşa tutuşmayan,
imanlarından ötürü Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır içine girmeyen,
Müslümanları yurtlarından çıkarmayan kâfirleri ötekilerden ayırıyor Rabbimiz. Onlara karşı âdil davranmaktan Allah sizi
menetmez, buyuruyor. İslâm’a ve Müslümanlara karşı savaş açmamış, düşman
kesilmemiş kâfirlere karşı düşmanlık yapmamak ta adaletin gereğidir.
Çünkü kâfire düşmanlık onun kâfir
oluşundan değil, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanca tavır alışındandır. Allah’ın
küfre ve kâfirliğe rızası yoktur ama kâfirin varlığını kabul etmiştir. Öyleyse
İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşman kesilen, Müslümanın varlığını kabul etmeyenlerle ötekilerin bir
tutulması adaletsizliktir. Rabbimiz, böyle düş-manlık
yapmayan kâfirlere karşı iyi davranmanızda, ikramda bulunmanızda, haklarında
adaletle hüküm vermenizde, onlara zulmetmemenizde bir sakınca yoktur, buyuruyor.
Unutmayın ki size karşı düşmanlık yapmayanlar hangi dine mensup olurlarsa
olsunlar, onlara karşı âdil davrananları Allah sever.
Allah, ancak sizinle din uğrunda
savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri
dost edinmenizi yasak eder; kim onları dost edinirse, işte onlar zalimdirler.
İşte Rabbimiz kâfirlerle ilişkilerin kesilmenin sebebini böylece anlatıverdi.
Böyle zalim, saldırgan olan, Müslümanlara karşı savaş açan kâfirler asla dost
edinilmemelidir. Böyleleri ile velâ caiz değildir. Mü’minler
ancak mü’-minleri velî edinebilir, dost edinebilirler.
Mü’minler kendileri gibi iman etmiş mü’minleri bırakıp ta kendilerine düşman olanlarla dostluk
ilişkisine giremezler. Böyle kâfirleri velâyet, vilâyet makamına getiremezler.
Kâfirlerden idareci edinemezler. Onlar karar verip, kanun yapıp, Müslümanlar da
kendilerinden olmayan bu kâfirlerin yaptıkları kanunları uygulayamazlar. Eğer
mü'minler böyle yaparlarsa, mü’minleri bırakır da kâfirleri idare mekanizmalarına
getirirlerse, onlar zalimdirler ve o zaman onların Allah katında en ufak bir
değerleri kalmamıştır. Unutmayalım, mü’minlerin
Velîleri, mü’minlerin dostları Allah’tır. Allah, mü’minin dostu; mü’min, mü’minin dostudur. Allah mü’minlerin Velîsi, mü’minler de
Allah’ın evliyasıdır.
Kim zalim kâfirleri dost edinirse,
zalimin ta kendisidir, diyor Rabbimiz. Çünkü Allah düşmanı kâfirlerin velâyetini
kabul etmek, onlarla işbirliği içine girmek, onlarla düşüp kalkmak, onların
İslâm’a ve Müslümanlara saldırılarında onların yanında olup onları desteklemek,
kâfirlere içten içe sevgi beslemek, imanla asla bağdaşmaz. Allah’a bağlılık,
imandır. Allah’ı Velî ve dost kabul etmek, imandır. Allah’ın velâyeti altına
girip tüm hayatında O’nun kararlarını uygulamak imandır. Allah’a iman eden,
Allah’ın koruması altına giren mü’minlerle dostluk
kurmak, onlarla velâyet ilişkisi içine girmek, imandır.
Bu gerçeklerden hareketle bir
mü’min, dünya işlerinde, bireysel, sosyal, ailevî,
toplumsal, ekonomik, siyasal hayatında, ahiretle
ilgili işlerinde, yani hayatının tüm alanlarında kendisiyle ilgili tüm
problemlerinde bir dostluk, bir velâ ilişkisi içine
girecekse, birileriyle birlikte hareket edecek, birileriyle istişare edecek,
birilerinin kararına başvuracak, birilerinden akıl danışacak, kendisine velî
olarak, dost olarak ancak ve ancak Allah dostluğuna ehil müminleri seçecektir.
Mü’min-leri sevecek, mü’minleri dost, velî bilecek, mü’minlere bağımlı olacak, mü’minlerin derdini, tasasını kendi tasası, sevincini kendi
sevinci, başarısını kendi başarısı bilecektir.
Tüm işlerini, tüm hayatını,
siyasetini, ekonomisini, eğitimini, sosyal ve bireysel hayatını, aile hayatını
mü’minlere göre düzenleyecek, hesabında mü’minler olacaktır. Müslüman, izzet ve şerefi Müslümanlarda
ve Müslümanlarla birliktelikte görecektir. Değilse, Allah korusun bir takım
basit dünyevî hesaplarla, bir takım basit menfaat kaygılarıyla bir Müslümanın mü’minleri bırakarak
kâfirleri dost edinmesi, hayatını onlar kaynaklı yaşaması
düşünülemez.
10. “Ey İnananlar! İnanmış
kadınlar hicret ederek size gelirlerse onları deneyin, hicretlerinin sebebini
inceleyin. Allah onların imanlarını çok iyi bilir. Onların mü’-min kadınlar olduklarını öğrenirseniz, inkarcılara geri
çevirmeyin. Bu kadınlar, o inkarcılara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl
olmazlar. İnkarcıların bu kadınlara verdikleri mehirleri iade edin; bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla
evlenmenizde bir engel yoktur. İnkarcı kadınları nikâhınızda tutmayın; onlara
verdiğiniz mehri isteyin; inkarcı erkekler de hicret
eden mü’min kadınlara verdikleri mehirleri istesinler. Allah’ın hükmü budur; aranızda O
hükmeder. Allah bilendir, Hakimdir.”
Hudeybiye
anlaşmasının şartları gereği, Mekke’den Medine’ye kaçıp gelen, hicret eden
Müslüman bir erkek, Müslümanlar tarafından tekrar Mekkelilere iade edilmeliydi
ve Müslümanlar aynen öyle yapıyorlardı. Lâkin Mekke’den Müslüman olarak
Medine’ye hicret edenler arasında kadınlar da vardı. Müşrikler bu kadınların
arkalarından Medine’ye gelerek Rasûlullah’tan (s.a.v.)
bu kadınların da kendilerine iade edilmelerini istediler. Henüz bu konuda Rasûlullah Efendimizin şu uygulamasını, içtihadını onaylayan
bu âyet gelmeden önce o buyurdu ki, “hayır, bu kadınları size teslim etmeyiz.
Çünkü sizlerle yaptığımız Hudeybiye musâlahası şartlarına sadece erkekler girmektedir. Orada
zikredilen sadece erkeklerdir. Anlaşmada zikredilmeyen kadınlar bunun
dışındadır.” Böylelikle muhacir kadınları Mekkelilere teslim etmedi ve işte bu
âyetiyle Rabbimiz, Rasûlullah Efendimizin bu kararını
onayladı.
“Ey mü’minler, inanmış kadınlar hicret ederek size gelirlerse
onları deneyin, hicretlerinin sebebini inceleyin. Allah onların imanlarını çok
iyi bilir.” Henüz denenmemiş oldukları halde, Rabbimiz, mü’min kadınlar size geldikleri zaman onları deneyip imtihan
edin, buyuruyor. Bu da gösteriyor ki, bir kimse diliyle ben Müslümanım demişse, zâhirî onu gösteriyorsa o Müslüman kabul
edilir. “Onları deneyin,” diyor Rabbimiz. “Onların mü'min kadınlar olduklarını, imanlarında samimi olduklarını
öğrenirseniz…. Çünkü siz ne kadar imtihan ederseniz edin, yine de onların
kalplerini, niyetlerini bilmeniz mümkün değildir. Eğer beşerî takatinizin
ulaşabileceği kadar onların samimi mü’minler
olduklarını bilmişseniz, o zaman onları inkarcılara geri çevirmeyin. Bu
kadınlar, o inkarcılara helal değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar.”
Müslüman bir kadın kâfir bir
erkeğe haramdır. Başlangıçta bu haram değildi ama işte bu âyetin inişiyle bu
hüküm gerçekleşmemiş oldu. Rasûlullah Efendimiz onları
imtihan etti. Onlara yemin ettirdi. “Kocana buğz
etmeden, ondan kurtulmaktan ötürü, yahut burada bir şeylere ulaşmak niyetiyle
hicret etmediğine yemin ediyor musun? Allah ve Resûlü’ne iman ve muhabbetten
başka bir sebeple hicret etmediğine yemin ediyor musun?” diye yemin
ettirdi.
Rabbimiz buyuruyor ki, “kâfirlerin bu
kadınlara verdikleri me-hirleri iade edin; bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla
evlenmenizde bir engel yoktur.” Yani Müslüman olarak Mekke’den Medine’ye kaçıp
gelen, İslâm devletine iltica eden kadınların Mekke’de bırakıp geldikleri
kocalarına olan mehir borçlarını ödeyin. Bu,
Müslümanların, İslâm devletinin görevidir. Böylece mehirleri ödenerek serbest kalan bu kadınlarla mehirleri verilerek dileyen mü’-minler evlenebilecektir.
“Kâfir kadınları nikâhınız altında
tutmayın; onlara verdiğiniz mehri geri isteyin. Kâfir
erkekler de kendilerini bırakıp Medine’ye hicret eden mü'min kadınlara verdikleri mehirleri istesinler. Allah'ın hükmü budur; aranızda O
hükmeder. Allah bilendir, Hakim'dir.” Müslüman bir erkeğin kâfir bir kadını
nikâhı altında tutması caiz değildir. Küfür diyarında evli olan bir kadın, daru’l İslâm’a hicret ettiği andan itibaren nikâhı
kendiliğinden fesholur. Bir çok Müslüman kadın, kâfir kocalarını Mekke’de
bırakarak Medine İslâm yurduna hicret ederken, birçok Müslüman koca da kâfir
hanımlarını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret ediyordu. İşte bu âyetler
gelinceye kadar bu evlilikler devam ediyordu. Ama işte bu âyetler nâzil olunca,
mü’minlerle kâfir ve müşrikler arasındaki evliliklere
son verildi. Rabbimiz, mü’min erkeklerin kadınlarına,
kâfir erkeklerin de mü’min hanımlarına ödedikleri
me-hirlerini istemelerini,
karşılıklı bu mehirlerin ödenmesi gerektiğini
emrediyor.
11. “Ey mü’min
erkekler! Eğer eşlerinizden biri sizi terk edip kâfirlere kaçarsa, siz de
kâfirlerle savaşta galip bir durumda olursanız eşleri kaçıp gitmiş olanlara
ganimetten harcadıkları kadar verin. İnandığınız Allah’a karşı muttakî davranın,
O’na karşı gelmekten sakının.”
Bundan önceki bölümde eğer bir
kadın Müslüman olup ta kâfir olan kocasını Mekke küfür diyarında bırakıp, Medine
İslâm yurduna hicret etmişse, bu kadının kâfir olan kocasına karşı mehir borcunu Müslümanların ödemesi ve o kadını kâfir
kocasına döndürmemeleri gerektiğini anlattı Rabbimiz. Burada da buyuruyor ki,
“ey mü’minler bunun tam tersi olduğu zaman, yani bir
koca Müslüman olup Mekke küfür ortamındaki kâfir karısını bırakıp Medine’ye
hicret ettiğinde, Mekke’deki karısında alacağı olan mehiri de Mekke’li kâfirlerin
ödemeleri gerekmektedir.” Medine’deki Müslümanların, muhacir kadınların
Mekke’deki kocalarına olan mehir borçlarını ödemeyi
kabul ettiği halde, Mekke kâfirleri Medine’deki muhacir Müslüman kocaların
Mekke’deki kâfir hanımlarındaki mehir alacaklarını
ödemeyi kabul etmedi.
Böylece Rabbimiz işte bu âyetiyle
bu işe bir çözüm getiriyordu. Onların size ödemedikleri borçlarına karşılık, siz
de onlara ödemeyin ve onlara ödemeniz gereken meblağı onlarda alacağı olan
Müslüman kardeşlerinize ödeyin. Böylece problemi kendi aranızda çözümleyin,
buyuruyor. Eğer böyle bir hesapla denge kurulamaz, problem çözü-lemezse, o zaman da kâfirlerle yapılan savaşlarda elde
ettiğiniz ganimetlerle bu açığı kapatın, buyuruyor. İşte bu âyet gereği Rasûlullah Efendimiz müşriklerle yaptığı savaştan elde
edilen ganimetleri taksim etmeden önce kâfirlerde mehir alacağı olan Müslüman kocalara haklarını verdikten
sonra taksimata geçmiştir.
12. “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a
hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek,
başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnatta bulunmamak ve uygun olanı
işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey’at
etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et; onlara Allah’tan bağışlanma dile;
doğrusu Allah, bağışlayandır, acıyandır.”
Rasûlullah Efendimiz, Rabbimizin bu
âyetinde gösterdiği gibi bu şartlar üzerine Müslüman kadınlardan biat almıştır.
Tek tek, ya da toplu halde
bu şartlara riâyet etmek üzere Müslüman kadınlar peygambere biat vermişlerdir.
Bu konuda elimizdeki muteber hadis kitaplarının rivâyetlerine baktığımız zaman,
kadınların biatlerinin erkeklerinkinden farklı olduğunu görürüz. Erkeklerden
alınan biat konularıyla kadınlarınkiler arasında fark olduğu gibi, biatın alınış şeklinde de farklılıklar vardır. Erkekler
ellerini Rasûlullah Efendimizin elinin üzerine koyarak
biat ederken, Allah’ın Resûlü kadınların eline dokunmadı. Buhârî’de, Ayşe annemizden yapılan bir rivâyete göre,
onlarla sadece sözle biat etti. Ebu Dâvûd’un rivâyetine göre, Allah’ın Resûlü elini bir bez
üzerine koydu, onlar da bu beze dokunarak biat verdiler.
Kadınlardan alınan biatin konusu,
şartları da şöyleydi:
1- Şirk koşmamak, Allah’a hiçbir şeyi
ortak tanımamak, Allah’a yetki sınırlaması getirmemek, hayatta Allah’tan başka
etkili ve yetkili varlıklar kabul etmemek.
2- Hırsızlık yapmamak. Allah’ın haram
dediği haksız kazanç ve mal elde etme yollarına tevessül
etmemek.
3- Zina etmemek. Gayr-ı meşrû ilişki
içine girmemek
4- Çocuk düşürmemek, kız çocuklarını
diri diri gömmemek. Fakirlik korkusuyla çocukları
öldürmemek.
5- Bir başkası hakkında iftirada
bulunmamak. Bir başkasına ait olan gayr-ı meşrû bir çocuğu kocasına nisbet etmemek.
6- Maruf üzere, maruf konularda
peygambere itaat etmek. Dikkat ederseniz, maruf konularda peygambere itaat
etmek, buyuru-luyor. Bir peygamber bile olsa Allah’a
isyan konusunda hiçbir beşere itaat yoktur. Allah’a itaatin dışında, marufun
dışında kimseye itaat yoktur. Rasûlullah bile olsa,
ona itaat ancak maruf şartına bağlı olarak isteniyor. Allah’ın elçisine bile
maruf konularda itaat isteniyorsa, başkalarına itaat haydi haydi maruf konularda olacaktır. Kimseye mutlak, kayıtsız ve
şartsız itaat yapılmaz. Ulu'l emr’e, idarecilere, şeyhlere, efendilere nedenini ve niçinini sormadan mutlak itaat vardır diyenler, bu âyeti çok
iyi anlamak zorundadırlar. Çünkü sürekli Allah kontrolünde bir hayat süren Rasûlullah Efendimiz, marufun dışında hiçbir şey emretmez. O
vahyin dışında başka bir şey istemez, konuşmaz.
Bunu en iyi bilen, bunun böyle
olduğunu bize haber veren Rabbimiz, itaat, marufun dışında hiçbir beşere itaatin
olmayışı konusu insanların zihinlerine iyice kazınsın diye böyle buyurmuştur.
Dikkat ederseniz bu biatin konusu içinde beş yasak, beş nehiy, bir tane de maruf konusunda Rasûlullah’a itaat emri var.
Buradan anlıyoruz ki, maruf
sadece Kur’an’ın bildirdikleriyle sınırlı değildir.
Eğer öyle olmuş olsaydı, Allah’a itaatsizlik etmeyin der ve işi bitirirdi. Ama
maruf konularda Peygamber’e itaat konusunda da biat alıyor. Öyleyse Rasûlullah Efendimizin istedikleri Kur’an’da bildirilmiş olsun, ya da
bildirilmemiş olsun onun emirlerine itaat de vaciptir.
13. “Ey İnananlar! Allah’ın gazabına uğramış
milleti dost edinmeyin; inkarcıların kabirde bulunan kimselerden umutlarını
kestikleri gibi, onlar da, âhiretten umutlarını
kesmişlerdir.”
Sûrenin
son âyetinde, başıyla sonunu birleştirerek müslüman-lara şu nasihatte
bulunuyor Rabbimiz: “Ey iman edenler, Allah’ın ga-zaplandığı bir toplumu velî ve
dost edinmeyin. Onların durumu, kâfirlerin kabirdekilerin kendilerine
dönmesinden ümitlerini kestikleri gibi, onlar da âhiretten ümitlerini kesmiş kimselerdir. Yaşadıkları berbat
bir hayat sonucu âhiretteki başarıdan, felâhtan,
kurtuluştan, âhiretin nimet ve sevaplarından
ümitlerini kesmiştir.” Çünkü onlar dirilişi, hesabı, kitabı inkar etmektedirler.
Kabirde yatan kâfirlerin ümitsiz oldukları gibi, onlar da âhiretteki rahmet ve mağfiretten ümitlerini kesmiştirler.
Çünkü onlar yaşadıkları hayatla âhiret azabını hak
ettiklerini bilmektedirler. Böyle kâfirleri, zalimleri asla dost bilmeyin.
Onlarla birlik olmayın. Onlar kaynaklı bir hayattan yana olmayın.
Bu
sûre ile alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından
eylesin. Sübhanekallahümme ve bi hamdik, eşhedü en lâ ilahe illa ente,
estağfiruke ve etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder