HAŞR SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabımızın
59., nüzûl sıralamasına göre 101., mufassal kısmının üçüncü sûreler grubunun ilk
sûresi olan Haşr sûresi, Medine’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
24’dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Haşr sûresine Nâdir sûresi de denilir.
Çünkü bu sûre, Ben-i Nâdir Yahudileriyle yapılan bir savaşın akabinde nâzil
olmuştur. Müfessirlerimizin beyanına göre bu savaş Uhud savaşından 6 ay sonra
meydana gelmiştir. Rasulullah Efendimizin Medine’ye hicret buyurduğu dönemlerde
Medine’de iki Arap, üç de Yahudi kabile bulunuyordu. Arap kabileler Evs ve
Hazrec, Yahudi kabileler de Ben-i Nâdir Yahudileri, Ben-i Kureyza ve Ben-i
Kaynuka Yahudileriydi. Bu kabileler birbirleriyle müttefik bir hayat
yaşıyorlardı. Ben-i Kureyza ve Ben-i Nadir kabileleri Araplardan Evs
kabilesinin, Ben-i Kaynuka Yahudileri de Hazrec kabilesinin müttefikiydi. Zaman
zaman bu kabileler arasında yapılan savaşlarda müttefikleriyle birlikte savaşa
giriyorlardı. Nihâyet Allah’ın Resûlü Medine’ye hicret buyurup İslâm devletini
kurunca, Evs ve Hazrec kabileleri Müslüman oldular ve aralarındaki ebedî
savaşlar ve düşmanlıklar da bitmiş oldu. Allah’ın Resûlü Medine’de yaşayan
Yahudilerle bir anlaşma yaptı. Birlikte yaşadıkları Medine’ye karşı herhangi bir
düşman saldırısı vâki olursa Medine’yi birlikte koruyacaklar, taraflardan birine
bir düşman saldırısı olursa öteki taraf
ona yardım edecek, birbirlerine karşı iyi niyetle hareket edecekler,
birbirlerine zulmetmeyeceklerdi. Müslümanların düşmanları olan Kureyş’e karşı
kimse destek vermeyecekti. Anlaşmanın aksine bir davranış söz konusu olduğu
zaman bu konuda Allah’ın Resûlü Allah’ın kitabına göre karar
verecekti.
Ama aralarında yaptıkları bu anlaşmanın
tarihinden kısa bir süre sonra, Yahudiler bu anlaşmalarına ters davranmaya
başladılar. İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar sergilemeye
başladılar. Allah Resûlü’nün bir elçi olarak tıpkı kendi peygamberleri gibi,
onları kendi kitapları da dahil Allah’ın kitabına imana, tevhide çağırdığını
görünce bu onlara ağır geldi. Sonra yine daha önceleri Medine’-de yaşayan Evs ve
Hazrec arasında düşmanlıkları körükleyerek pek çok maddî menfaatler devşirmeye
alışmış olan bu insanlar, Evs’in de, Hazrec’in de katılımıyla büyümeye başlayan
İslâm cemaatinin büyümesinden rahatsız oldular. Bu sebeplerle peygambere ve onun
dinine karşı çıkmayı kendilerine bir görev bildiler. Fitnelerle, yalanlarla ve
dedikodularla insanların bu dine girmelerine engel olmaya
başladılar.
İslâm’a ve Müslümanlara karşı bu
düşmanlıklarını Bedir savaşında açığa vurdular. Hatta Bedir’de Kureyş karşısında
Müslümanların yenildikleri ve Peygamber’in (a.s) öldürüldüğü haberini yaydılar.
Hatta Ben-i Nadir Yahudilerinin reisi olan Kâb bin Eşref, Bedir savaşı-nın hemen
arkasından Mekke’ye giderek müşriklerin ölülerine mersiyeler okumuş,
Müslümanlardan intikamlarını almaları için Mekkelileri tahrik etmişti.
Yine Medine’de bir Müslüman
kadının örtüsüne el uzattılar ve kan döküldü. Allah’ın Resûlü defalarca
kendilerini uyarıp anlaşmalarına sâdık davranmalarını, bu fesat hareketlerinden
vazgeçmelerini ö-ğütledi. Ama onlar terbiyesizlik ettiler. “Ey Muhammed! Sen
bizi Ku-reyş mi zannediyorsun? Biz öyle kolay yutulacak lokma değiliz! Bizimle
savaşı göze alırsan sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririz!” diyerek
tehditlerde bulundular. Bu sözler apaçık anlaşmayı bozduklarının ve savaş
ilânında bulunduklarının deliliydi.
Sonra Bedir’in intikamını almak için
Kureyş büyük bir ordu hazırlayıp Medine’ye yürüyünce, Yahudiler açıktan açığa
Medine’yi müdafaa anlaşmasını bozduklarını ilân ettiler. Müslümanların Uhud’da
bir yara aldıklarını görünce iyiden iyiye cesaretleri arttı. Ben-i Nadir
Yahudileri bir ara Peygamber’e (a.s) karşı bir suikast denemesinde bulunurlar,
ama Rabbimiz Peygamberini onların desiselerinden korur. Rasulullah Efendimiz
Medine’ye döner dönmez hemen bir ültimatom göndererek, “sizin yapmak
istediklerinizi öğrendim. Size on gün mühlet tanıyorum. On gün içinde Medine’yi
terk etmezseniz ele geçirilecek, her biriniz öldürülecektir” buyurur. Abdullah
bin Übey’in kendilerine yardım vaadi, Ben-i Kureyza ve Ben-i Gatafan’ın
vaatleriyle Medine’yi terk etmeyeceklerini açıklayan Nadir Yahudilerini
Rasulullah kuşatma altına alır. Mahallelerini kuşatır. 15 gün kadar süren
kuşatmanın sonunda teslim olurlar. Abdullah bin Übey’in ricası üzerine tüm mal
ve mülklerini geride bırakarak Medine’yi terk etmelerine izin verilir. 15 günlük
bir kuşatma sonunda silahları dışında develerine yükleyebilecekleri mallarını
alarak bu Yahudi kabilesi Medine’yi terk eder. İşte bu sûre bu hadise üzerine
inmiş bir sûredir.
Haşr
sûresini üç bölümde anlamaya çalışmamız mümkündür. Birinci bölüm (âyet 1-10),
göklerde ve yerde canlı ve cansız tüm varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerini,
Rablerini gündemde tuttuklarını, Rablerinin kendileri için belirlediği rolü
harfiyen yerine getirip O’nun yörün-gesi ve programı dahilinde hareket
ettiklerini, çünkü O Allah’ın güçlü ve hikmet sahibi, hayata hakim bir Rab
olduğunu haber veren bir âyetle başlar. Sonra tüm iman küfür savaşlarının iki
cephesi, iki tarafı olduğu, bunlardan birisinin Allah, diğerinin de küfür
cephesi olduğunu haber verir. Böyle bir savaşta mü’minlerin taraf olmayıp sadece
Allah cephesinde yerlerini aldıkları ve dolayısıyla böyle bir savaşta kâfirlerin
mü’minlerden önce Allah’la karşı karşıya geldikleri, mü’minleri yenebilmek için
önce Allah’ı yenmeleri gerektiği anlatılır. Yâni tüm iman küfür savaşlarının
sonucunun daha başlamadan belli olduğu, şartlarına riâyet etmeleri kaydıyla
mü’minlerin kesin galip, kâfirlerin de kesin mağlup oldukları ilan edilir. Çünkü
savaş iki taraf arasında yapılmaktadır, Allah ve kâfirler, Allah cephesi ve
kâfirler cephesi. Mü’minler eğer kimin safında olduklarının farkına varırlar,
Allah’ın asla yenilemeyeceğine imanlarını muhafaza ederler, Allah’a tam tevekkül
ederek durum ne olursa olsun, eğer düşmana sırtlarını dönmeyi akıllarının
ucundan bile geçirmeden düşmana karşı durabilirlerse, onlar kesinlikle galip
geleceklerdir. Çünkü savaşı yöneten, savaşın sonucunu belirleyen Allah’tır. Bunu
sûrenin ilk âyetlerinde Rabbimiz çok hoş bir şekilde ortaya koyuyor.
“Ehl-i
kitap kâfirleri (Yahudileri) ilk sürgünde yurtlarından (Medine’den sürüp çıkarak
Allah’tır” “Halbuki o Yahudiler kale gibi muhkem evlerinin kendilerini Allah’tan
geleceklere karşı koruyabileceğine inanmışlardır” “Ama sonunda Allah onlara hiç
hesaba katmadıkları bir yönden geliverdi” (âyet 2). Dikkat ediyor musunuz
ifadelere? Medine’den o Yahudileri çıkaran kimmiş? Müslümanlar mı, Allah mı?
Çıkaran Müslümanlar değil Allah’tır. Onlar o kale gibi muhkem evlerine kimden
gelecek bir tehlikeye karşı güveniyorlarmış? Müslümanlardan gelebilecek bir
saldırıya karşı mı, yoksa Allah’tan gelecek bir tehlikeye karşı mı? Allah’tan
gelebilecek bir tehlikeye karşı deniyor âyette. Peki onlara hiç beklemedikleri
bir yönden gelen kimmiş? Müslümanlar mı, yoksa Allah mı? Dikkat ediyorsanız
âyette Allah geliverdi deniyor. O halde savaşan Müslümanlar değil, Allah’tır. O
halde Müslümanlarla bir savaşa tutuşan kâfirler karşılarında Müslümanlardan önce
Allah’ı bulacaklar ve Allah safındaki, Allah desteğindeki Müslümanları
yenebilmek için önce Allah’ı yenmek zorunda kalacaklardır.
Sûrenin
birinci bölümünün devam eden âyetlerinde, savaş yapmadan elde edilen başarının
sırf Allah’ın yardımı izni ile meydana geldiği, bu sonucu daha önceden
Yahudilerin de Müslümanların da beklemedikleri anlatılır. Sonra da bu konuda
insanların düşünüp ibret almaları gerektiği vurgulanır. Müslümanların kimin
safında savaştıklarının bilincinde olmaları, karşılarında kâfirlerin de kiminle
savaştıklarının farkına varmaları istenir. Daha sonraki âyette de, önce
bekledikleri, yolunu gözledikleri, nerede kaldı? Geç kaldı diye gelişi konusunda
sabırsızlandıkları âhir zaman peygamberine inanmadıkları için, sonra da böyle
bir peygamberle anlaşma yapıp bu anlaşmalarını bozdukları için, inanç ve
değerlerine bağlılıklarını yitirip yoldan saptıkları için Yahudilere karşı
takdir edilen sürgün cezasının en hafif bir ceza olduğu, aslında böyle yoldan
çıkmış bir toplumun hem dünyada hem de âhi-rette bundan çok daha büyük cezaları
hak ettikleri açıklanır. Bunun hemen ardında da Allah’a verdikleri ahidleri
bozan fâsıkların rezil ve rüsva edileceklerine dikkat çekilir.
Sonra
7. ve 8. âyetlerde böyle savaşılmadan, bir kılıç bile kullanılıp, ok bile
atılmadan, bir tek kişinin burnu bile kanamadan sırf Allah’ın yardımıyla
düşmandan elde edilen fey mallarının taksimi konusu gündeme getirilir. Bu
malların nasıl ve kimlere verileceği belirlenir. Sonra Ensâr ve Muhâcirler
arasındaki kardeşlik bağlarına değinilerek İslâm toplumunda beklenilen sosyal
dayanışma ve kardeşlik unsurunun önemine vurgu yapılır. Tüm dünya Müslümanların
da böyle olmaları istenir. Ayrıca bu konunun devamı olarak 9. âyette en büyük
kurtuluşun kişinin bencillikten, hep kendisine yönelik düşünmekten, nefsini
çıkar düşkünlüğünden arındırmakla olacağı haber verilir. Sonra 10. âyette de
iman edenlerin birbirlerine karşı asla kin tutmayacakları anlatılır.
İkinci
bölümde (âyet 11-17) yer alan ve münâfıklarla Yahudilerin sürgünden önceki
ilişkilerinden söz eden âyetler, münâfıkların ve ehl-i kitap Yahudilerin
birbirlerine karşı nasıl yalan söylediklerini, sözlerinden nasıl döndüklerini,
birbirlerini nasıl sattıklarını, birbirlerinin aleyhinde nasıl fırıldak
çevirdiklerini gözler önüne sererek, Müslümanların birbirlerine karşı asla böyle
davranmamaları tavsiye edilir. Onlar gibi dışarıdan bakıldığında bir ve beraber
göründükleri halde kalpleri parça olmamaları ısrarla öğütlenir. O alçaklar
birbirlerini baştan çıkar-ma konusunda tıpkı şeytana benzerler. Bu bölüm böyle
olan zalimlerin yerlerinin ateş olduğunu bildiren bir tehditle son
bulur.
Üçüncü
bölüm (âyet 18-24) Allah’tan korkmayı, Allah’a karşı saygılı olmayı, Allah için
bir hayat yaşamayı, Allah’a kulluğun bilincine ermeyi ve ebedî hayat için
hazırlıklı olmayı öğütleyen bir uyarı ile başlar. Dünyadaki tüm kötülüklerin
takvasızlıktan, Allah’ı kale almadan, yolunu Allah’a sormadan, hayat programını
Allah’a danışmadan ve âhireti hesaba katmadan yaşanan bir hayatın neticesi
olduğuna işaret edilir. Müslümanların böyle olmamaları, hayatlarını Allah
yasalarına göre yaşamaları ve âhireti iki kaşlarının arasında bilip hiç
unutmamaları ve böyle olmayan fâsıklardan uzak durmaları gerektiği vurgulanır.
Bundan sonra cehennem ehliyle cennet sohbetçilerinin hiçbir konuda denk
olmadıkları, kurtulanların cennet ehli olduğu ortaya konur.
Sonra
Kur’an karşısında, Allah yasası karşısında insanların ta-kınmaları gereken tavra
dağlardan bir örnek verilir. Ey mü’minler ken-dilerine sorumluluğu yüklenseydi
dağların bile onun azametinden tuz buz olacakları kitabınız karşısında sizler ne
âlemdesiniz? Ona gereken saygıyı takınabiliyor musunuz? Onunla gereği gibi ilgi
kurabiliyor musunuz? Tüm hayatınızı onun rehberliğinde yaşayabiliyor, tüm
programlarınıza onu indirgeyebiliyor musunuz? Bu konuda düşünüp ibret almıyor
musunuz? Denilerek insanlar düşünmeye dâvet ediliyor. Ve nihâyet son üç âyette
de tevhidin özü ortaya konuyor. Allah’ın tekliği, sadece zâtında değil tüm
fiillerinde, isimlerinde ve sıfatlarında O’-nun tek kabul edilmesi, O’nun
sıfatları ve fiillerinin asla O’ndan başkalarına verilmemesi gerektiği,
yüceliği, eşsizliği, gücü, kudreti, rahmet ve merhameti gündeme getiriliyor. Ve
nihâyet başında göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah’ı tesbih ettiği
haberiyle başlayan sûre en sonunda da yine tüm varlıkların tesbih ettikleri
haberiyle son buluyor. Bu özet tanıtımdan sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek
tek tanımaya başlayabiliriz, Allah yardımcımız olsun.
1. “Göklerde olanlar da, yerde olanlar da
Allah’ı tesbih ederler. O güçlüdür, Hakimdir.”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ı tesbih ederler. Göklerdeki ve yerdeki canlı-cansız tüm varlıklar Allah’ı
gündeme alırlar. Göklerdeki ve yerlerdeki tüm varlıklar Allah’a teslim olurlar.
Tüm varlıklar Allah’ın kendilerine yüklediği görevlerini yerine getirirler. Tüm
varlıklar Rabblerini yüceltir, Allah’ın en yüce olduğunu ilân ederler. Göklerde
ve yerde canlı-cansız ne varsa hepsinin ayrı bir kulluğu, ayrı bir tesbihi, ayrı
bir ibadeti vardır. Bizim bildiğimiz, bilmediğimiz tüm varlıklar Allah’a boyun
bükmektedirler. O Allah Azîzdir, Hakîmdir. Ye-nilmez ve yanılmazdır. Otorite,
egemenlik, hükümranlık, hâkimiyet O’-nundur. Onun yaptığı her şeyde bir hikmet
vardır. Her sözü, her işi, her yasası yerli yerincedir. Öyleyse Allah’a karşı
cephe almış, Allah’la savaşa tutuşmuş olanlar iyi bir düşünsünler. Madem ki
göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’a boyun bükmüştür. Madem ki Allah tüm
varlıkların sahibidir. Madem ki Allah Azîzdir, güçlüdür, Hakîmdir, hâkimiyet
sahibidir. Öyleyse O’na karşı çatışma içinde olanlar ne yaptıklarının farkına
varmalıdırlar. Kime kafa tuttuklarının, kiminle savaştıklarının farkına
varmalıdırlar. Ey insanlar! Gelin bu gerçeği anlayın da sizden çok daha büyük,
sizden çok daha güçlü varlıkların boyun büktükleri Allah’a sizler de teslim
olun. Değilse kesinlikle bilesiniz ki, sizler de Allah’ın yasalarına zorla boyun
bükmek zorunda kalacaksınız. Allah karşısında, Allah desteğindeki Müslümanlar
karşısında yenilmek zorunda kalacaksınız. Allah’ın mü’minlere vaad ettiği zafer
yasasına teslim olmak zorunda kalacaksınız. Hiçbir kimsenin, hiçbir gücün,
hiçbir toplumun kendisini Allah’tan kurtarması mümkün
değildir.
2. “Kitap ehlinden inkârcı
olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Oysa ey inananlar!
Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan
koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah’ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi,
kalplerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle
yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.”
Ehl-i kitaptan kâfir olanları ilk
sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. İlk haşr ile onları kendi yurtlarından
sürüp çıkaran Allah’tır. “Ey mü’minler, bilesiniz ki size bu zaferi lütfeden
Rabbinizdir. Ben-i Nadir Yahudilerini yurtlarından çıkaran sizler değil
Allah’tır.” Allah düşmanı Yahudiler Medine’yi terk ettikten sonra onlardan bir
kısmı Hayber’e, bir kısmı da Filistin’e gittiler. Daha sonra Hayber’in fethini
Rabbimiz Müslümanlara müyesser kılınca, Yahudiler oradan da Suriye taraflarına
göç ettiler. Bazı hadislerde haşrin o bölgelerde olacağına dair rivâyetler
mevcuttur.
Haşr, toplanmak demektir. Dağılmış
insanların bir araya toplanmaları demektir. Böylece anlıyoruz ki birinci haşr,
Ben-i Nadir’in Medine’den çıkarılması, ikinci haşr da Hz. Ömer efendimizin
Yahudileri tüm Suudi Arabistan’dan sürüp çıkarmasıdır. Son haşr ise kıyâmet günü
vuku bulacaktır. Bu haşr ifadesiyle Yahudilerle savaşmak için Müslümanların
toplanması şeklinde bir anlayış da vardır. Müslümanlar toplanmış ama Allah’ın
yardımıyla savaş olmadan Yahudiler terk edip gitmişlerdir.
Oysa ey Müslümanlar, sizler onların
çekip gideceklerini hiç beklemiyor, hiç ummuyordunuz. Hiç kimse buna ihtimal
vermiyordu. Çünkü Medine’de Yahudilerin her birinin kale gibi muhkem evleri
vardı. Hiç kimse onların bu yerlerini, yurtlarını terk edip gideceklerini
beklemiyordu. Medine’de silah ticareti, silah îmâlâtı onların elindeydi. Yıllar
süren bir saltanatları, bir geçmişleri vardı. Halbuki Müslümanlar Medine’ye
geleli 3-5 yıl olmuştu. Henüz kurdukları devlet de oturmuş değildi. Silahlarını
bile onlardan emaneten temin ediyorlardı. Her şey ellerinde olan bir toplumun
yenilebileceğini düşünmek gerçekten zordu. Yahudiler de şöyle hesap ediyorlardı:
Kendilerini Allah’tan, Allah hizbi, Allah taraftarı olan Müslümanlardan
koruyabilecek tek şeyleri kale gibi olan evleridir. Ama Allah’ın azabı onlara
beklemedikleri yerden geliverdi de böyle bir iman gücü karşısında pes edip
yerlerini, yurtlarını terk ediverdiler.
Allah kalplerine öyle bir korku
saldı ki, kendi evlerini kendi elleriyle Müslümanlara teslim ettiler. Kalplerine
Cenab-ı Hakk’ın attığı korkuyla, can derdine düştüler. Zaten adamların uğrunda
savaşacak bir inançları da olmadığı için, ölünce cennete gitme ümitleri de
olmadığı için savaşı göze alamadılar. Bırakıp gittikleri o muhkem evleri,
Müslümanların işine yaramasın diye kendi elleriyle yıktılar. Oraları ele
geçirmek için yıkan Müslümanlara katılarak kendileri de
yıkıyorlardı.
Rabbimiz buyuruyor ki: “Ey akıl
sahipleri! Ey basiret sahipleri! Haydi bu hadiseden ibret alın! Ders alın
bundan! Ey Kur’an’la görmek, Kur’an’la bakmak, Kur’an’la düşünmek zorunda
olanlar! Haydi bakın kitabınıza da bu hadiseden ders çıkarın! Rabbinizden size
basiretler gelmiştir. Rabbinizden size gözlükler gelmiştir. Hadiselere Kur’an’ın
gözlüğüyle bakabilenler basiret sahipleridir. Kur’an’dan habersiz hareket
edenler ise kördür!”
Öyleyse ey müslümanlar! Sakın
sizler kör olmayın. Körler gibi hareket etmeyin. Ey kendilerine Allah tarafından
basiretler gönderilmiş Müslümanlar! Rabbinizin bu âyetlerinden, Rabbinizin bu
değiş-mez yasasından ibret çıkarın. Şu gerçeği iyi anlayın ki, Allah’la savaşa
tutuşan hiçbir toplum iflah olmamıştır. İşte görüyorsunuz ki çok güçlü, çok
kuvvetli bir toplum, Allah desteğindeki Müslümanlar karşısında kendiliklerinden
teslim oluyorlar. Böyle bir gücün böyle kendiliğinden yenilmesi mümkün değil
gibi görünse de, Allah dileyince olmazı oldurur. Bundan ibret almak gerekir.
Allah’la savaşanlar kiminle savaştığını anlamalı, Allah safında savaşan
Müslümanlar da kimin safında olduklarını bilmelidirler.
Böylece Rabbimiz safındaki mü’minlere
hiç ummadıkları bir zaferi nasip ederken, Yahudilere de yeni bir kader çizmiş
oluyordu. Onlara da sürgün yazılıyordu. Tabiî bu onlar için de Rabbimizin bir
rahmetiydi. Yıllar yılı Allah’a kulluktan çıkmış, kitaplarını tahrif etmiş,
peygamberlerinin yolunu bozmuş bir toplumun akıllarını başlarına getirecek bir
fırsat çıkardı karşılarına. Toptan öldürülmekten kurtardı onları da, yaşama
imkânı verdi. Durup düşünme fırsatı verdi. Biz ne yaptık ki Allah bize bunu
takdir buyurdu? diye kendilerini sorgulama ve yeniden Allah’a dönüş imkânı
lütfetti. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz buyuruyor
ki:
3. “Allah onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı,
dünyada başka şekilde azap verecekti. Âhirette onlara ateş azabı
vardır.”
Eğer Allah onlara sürgünü
yazmamış olsaydı, sürülmekle kurtulmalarını dilememiş olsaydı, elbette onlara
dünyada başka şekilde azap verirdi. Çünkü onlar yaptıklarıyla bunu
hakketmişlerdi. Kitaplarının, peygamberlerinin kendilerine haber verdikleri son
elçi ayaklarına kadar gelmişti. O elçiyi tanıyorlardı. Avuçlarının içini
bildikleri gibi, öz evlatlarını tanıdıkları gibi o peygamberi tanıyorlardı. Ona
karşı Müslümanların ilki olmaları gerekiyordu. Yıllar yılı o elçiyi
bekliyorlardı. Putperest Araplara karşı onun geleceğiyle övünüyor, onunla zafer
umuyorlardı. “Nerede kaldı? Geç kaldı?” diyorlardı. “Hele bir gelsin o ahir
zaman Nebisi, biz ona ve getirdiği kitaba iman edecek ve onun arkasından
putperestlerin kökünü kazıyacağız” diyorlardı.
Yıllardır yolunu gözledikleri
Allah elçisi işte gelmiş karşılarında duruyordu. Üstelik Mekke’den Medine’ye,
ayaklarına kadar gelmişti. Lâkin adamlar bu ayaklarına kadar gelmiş fırsatı
kaçırdılar. Halbuki yıllar yılı kendileriyle savaştıkları, peygamberin gelişiyle
kendilerine karşı zafer kazanmayı umdukları putperest Araplar onların ağzından
duyup tanıdıkları son elçiye iman ederlerken, onlar bizden gelmedi diye iman
etmediler. Ayaklarına kadar gelen fırsatı kaçırdılar. Onlar bu azabı çoktan hak
etmişlerdi, ama Allah rahmetiyle muamele edip yine de onlara yaşama hakkı tanıdı
ki, düşünsünler ve ibret alsınlar diye. Allah’la çatışma içindeki hayatlarından
vazgeçip Rabblerine kulluğa dönsünler diye. Belki içlerinden düşünüp Müslüman
olanlar çıkar diye.
Bu dünyada imkân verdi Allah, ama
âhirette onlara ateş azabı vardır. Eğer yaşadıkları bu hayatı bırakmazlarsa,
eğer tevbe edip Müslüman olmazlarsa, Rabbleriyle ve Rablerinin son elçisiyle
çatışma içinde bir hayatı terk edip O’na kulluğa yönelmezlerse, onlar için
âhi-ret azabı kaçınılmazdır. Her ne kadar kendilerine bu dünyada bir fırsat
verip azaplarını ertelemiş olsa da, âhiret azabı onları
beklemektedir.
4. “Bu, Allah’a ve peygamberine karşı
gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah’a karşı gelirse bilsin ki Allah’ın
cezalandırması şüphesiz çetindir.”
Çünkü onlar Allah ve Resûlü’ne
karşı geldiler. Allah ve Resûlü’ne karşı şak oldular, şikak oldular. Allah ve
Resûlü’ne karşı bir cep-he oluşturdular. Sadece bu Yahudiler değil, yeryüzünde
her kim ki, hangi toplum ki Allah ve Resûlü’ne savaş açar, Allah ve Resûlü’ne
karşı bir cephe oluşturursa, gücü, kuvveti ne olursa olsun bilesiniz ki Allah’ın
cezalandırması çok çetindir. Bakın bundan sonra Rabbimiz olayın detaylarını
anlatmaya başlıyor:
5. “İnkârcı kitap ehlinin yurtlarında hurma
ağaçlarını kesmeniz veya onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız
Allah’ın izniyledir. Allah yoldan çıkanları böylece rezilliğe
uğratır.”
Müslümanlar o kâfir olan kitap
ehlinin hurmalarından bir kısmını koparıyor, bir kısmını da olduğu gibi
bırakıyorlardı. Ey Müslümanlar siz orada hangi hurmayı keser, koparır,
hangilerini de olduğu gibi bırakırsanız bu Allah’ın emriyle, Allah’ın
izniyledir. Tabii Müslümanlar bu eylemi gerçekleştirirken Yahudiler bir dedikodu
furyası estirdiler. Müslümanlar hurma ağaçlarını kesiyorlar. Müslümanlar
yeryüzünde fesat çıkarıyorlar diye. Anlaşma içinde oldukları Allah elçisine
düzenledikleri komployu, onu öldürme fesatlarını, Allah’ı inkâr fesatlarını,
Allah elçisini inkâr fesatlarını düşünmüyorlar da, ağaç kesme fesadını dile
getiriyorlar. Allah ve Resûlü’ne karşı şak olma fesadını, Allah ve Resûlü’ne
karşı cephe açma fesadını unutturabilmek için, küfür ve şirk fesatlarını kamufle
edebilmek için bunu uyduruyorlar. Rabbi-miz de buyuruyor ki, bu bizim iznimizle
olmuştur. Buna bizim müsaademiz vardır. Bütün bunlar Allah’ın izniyle olmuştur.
Müslümanlara zafer geldi. Müslümanlara
izzet ve şeref geldi. Müslümanlara fey geldi, ganîmet geldi. İslâm hukukunda fey
ile ganîmet farklıdır. Fey, savaş yapılmadan kendiliğinden gelen düşman
mallarıdır. Ganîmet ise savaşarak elde edilen mallardır. Bakın Allah o hususu
şöyle anlatıyor:
6. “Ey inananlar! Onların mallarından,
Allah’ın peygamberine verdiği şeyler için sizler ne at, ne de deve sürdünüz;
fakat Allah peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Allah her
şeye Kâdirdir.”
“Ey Müslümanlar, onların
mallarından Allah’ın peygamberine verdiği fey olarak intikal edenler için sizler
ne at koşturdunuz, ne at bağladınız, ne de deve sürdünüz. Hiçbir şey yapmadan
Allah katından doğrudan size gelmiş mallardır onlar.” Gerçekten Müslümanlar
hiçbir şey yapmadılar. Sadece bir süre onları muhasara ettiler o kadar. Ne bir
ok attılar, ne kılıç kullandılar, ne at sürdüler, ne deve. Yahudiler kendi
elleriyle kendi evlerini yıkıp peygambere teslim oldular. Öldürülmemeleri
karşılığında da sürgüne kendileri razı oldular. İşte Allah böyle gücüyle
dilediklerini galip, dilediklerini de mağlup eder. Allah her şeye Kâdirdir, her
şeye güç yetirendir. İşte bundan da insanların ibret almaları gerekir. Allah
karşısında hiçbir güçlerine güvenmemeleri gerekir. Unutmayın ki Allah isterse
tüm dünya insanlığının dikkatini çekecek, gözlerini açacak biçimde Müslümanları
galip getirir.
7. “Allah’ın fethedilen
memleketler halkının mallarından peygamberine verdikleri; Allah, peygamber,
yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; ta ki içinizdeki
zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne
verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun; Allah konusunda
takvalı olun. Doğrusu Allah’ın cezalandırması
çetindir.”
Allah’ın fethedilen memleketler
halkının mallarından peygamberine verdikleri ganîmet malları, feyler, yani
kendiliğinden gelen mallar şu şekilde taksim edilecektir: Bir kere bunlar Allah
ve Resûlü’nün-dür. Bu konuda yetki Allah ve Resûlü’ne aittir. Bu mallardan Allah
ve Resûlü’ne bir pay ayrılacaktır. Peki Allah ve Resûlü’ne ayrılacak miktar ne
kadardır? Anlayabildiğimiz kadarıyla Allah ve Resûlü’ne ayrılması gereken bu
pay, Allah ve Resûlü’nün hukukunu ilgilendiren konularda, Allah ve Resûlü
yolunda harcanacak olan şeylerdir.
Allah’ın Resûlü bu feylerden
kendisi ve ailesi için nafaka alıyor, geri kalanı da silah ve binek hayvanları
için harcıyordu. İkinci olarak peygambere yakınlığı olan akrabalarına bir pay
vardır. Bunlar Ra-sulullah Efendimizin akrabalarıdır. Öncelikle anlaşılan budur.
Ama genel olarak savaşa katılanların akrabaları da anlaşılacaktır. Yani böyle
savaşılmadan, kendiliğinden gelen mallarda savaşa katılan mü-cahitlerin arkada
bıraktıkları, yaşlı, güçsüz oldukları için savaşa katı-lamamış akrabalarına da
bir hisse ayrılacaktır. Üçüncü olarak yetimlere de ondan bir hisse ayrılacaktır.
Dördüncü olarak yoksulların hakkı, beşincisi olarak yolda kalmışların da onda
hakları vardır.
Görüyor musunuz Rabbimizin dağıtımını?
Kimlere ayrılıyor bu mallar? Allah’ın âdil taksimine bir bakın, bir de zalim
sistemlerin bu malları kimlere verdiklerine bir bakın. Şu anda toplumdaki
gelirlerin kimlere peşkeş çekildiğini, kimler tarafından gasp edildiğini
görüyoruz. Toplumda fakirler, açlar, yetimler, ihtiyarlar, dullar, yolda
kalmışlar hiçbir şeye ulaşamazlarken, üç-beş zalim büyümeye devam ediyor.
Mallar, mülkler, servetler, üç-beş zalim insan arasında pay ediliyor. Şu anda
tüm dünyada yüzde 10’luk bir azınlık, yüzde 90’lık bir çoğunluğun sırtındadır.
Tüm dünya bu azınlığı beslemek zorundadır. Yesinler bakalım bu doyumsuz
zalimler. Yakında geberecekler ve haklarını yedikleriyle hesaplaşmak üzere
Rabblerinin huzuruna gidecekler. Bakın âyetin devamında Rabbimiz buyurur
ki:
“Ta ki o mallar, o servetler sizin
aranızda, zenginler arasında dönüp dolaşan bir servet, bir devlet olmasın diye
Biz bunu böyle yaptık,” diyor Rabbimiz. Bu mallar, bu mülkler sadece sizin
zenginleriniz arasında dönüp dolaşan, birinin mülkünden öbürünün mülküne,
birinin cebinden öbürünün cebine intikal eden bir devlet olmasın diyor Rabbimiz.
İşte Müslümanların ekonomi siyasetleri budur. Bu zenginlik, bu servet, bu mallar
ve mülkler toplumun tüm kesimlerine yayılmalıdır. Sadece zenginlerin elinde
dönüp dolaşmamalıdır. Zenginler daha çok şişmemeli, fakirler de daha çok
fakirleşmemeli. Bir kesim açlığından ölürken, diğer taraf şiştikçe şişmemeli.
Rabbimiz bunun için zenginlere
zekâtı, sadakayı, infakı, her türlü fedakârlığı ve harcamayı emretmektedir.
Sizin mallarınızda isteyen ve isteyemeyenlerin hakkı vardır, buyurarak
zenginlerin fakirlere kendi haklarını vermelerini emretmiştir. Yine zenginlerin
vefatıyla birlikte onların mallarının en geniş bir şekilde kitleye yayılımını
sağlayacak bir miras yasası koymuştur.
Bütün bunlar toplumda servetin sadece
zenginlerin elinde dolaşan bir devlet olmaması içindir. Bakın Rasulullah
Efendimiz bir hadislerinde buyurur ki:
“Ganîmetler toplumda
belli kesimin elinde dönüp dolaşmaya başladığı zaman Allah’ın belâsını
bekleyin.”
Şu anda kredilerin, teşvik
primlerinin, devlet imkânlarının kimlerin elinde dolaştığına bir bakın da
Rabbimizin ve peygamberimizin isteklerinin ne kadar mükemmel olduğunu anlamaya
çalışın. İnsanlardan çok azınlık bir zalim grubun kardeşlerini aç bırakma
pahasına nasıl şiştiklerini görün de ibret alın.
O halde ey Müslümanlar, sizler
açgözlülük yapmayın. Bencillik yapmayın da Allah ve Resûlü size ne vermişse
sadece onu alın, öteki kardeşlerinizi de düşünün. Her şeyin kendinize ait
olmasını istemeyin. Kardeşlerinizi de düşünün. Allah ve Resûlü size ne takdir
etmişse onunla iktifa edin. Bizim payımız, bizim hakkımız ancak bu kadarmış
deyin. Allah ve Resûlü sizleri nelerden sakındırmışsa, nelerden menetmiş, uzak
durmanızı emretmişse, artık onları da bırakınız. Allah’-tan korkun. Allah için
takvalı olun. Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşayın. Çünkü bir gün O’nun
karşısına çıkıp hesap vereceksiniz. Unutmayın ki Allah, cezası çok şedit
olandır.
Bu âyetler özelde böyle bir ganîmet
taksimiyle alâkalı olsa da, genelde tüm hayatla ilgilidir. Tüm hayatımızda,
yememizde içmemizde, giyinmemizde, kuşanmamızda, kazanmamızda, harcamamızda,
evlenmemizde, boşanmamızda, hukukumuzda, eğitimimizde, tüm bireysel, ailevî ve
sosyal hayatımızda Allah ve Resûlü bize neyi emretmişse, bize neyi vermişse onu
alacağız, ona sahip olacağız, onu icra edeceğiz. Nelerden menetmişse, neleri
yasaklamışsa onlardan da kaçınacak, uzaklaşacağız. Allah ve Resûlü bize ne
vermişse onu alacak, ona kabul diyecek, neleri yasaklamışsa ondan kaçacağız.
Hayatımızın tüm birimlerinde Allah ve Resûlü’nün emirlerine teslim olacağız.
Bize sadece Kur’an yeter,
Kur’an’dan başka bir itaat merciimiz
yoktur, Kur’an’da görmediğimiz bir emir bizi bağlamaz demeyeceğiz. Kur’an’a,
Kur’an’ın emirlerine itaat ettiğimiz gibi, Rasulullah’ın emir ve yasaklarına da
itaat edeceğiz. Bakın Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettiğine göre, İbni
Mes’ud efendimiz hutbede: “Allah şöyle şöyle elbise giyen kadınları
lanetlemiştir” buyurur. Onun bu sözlerini duyan bir kadın gelip: “Ey İbni Mesud,
ben senin bu dediğini Allah’ın kitabında göremedim. Bunu nereden aldın?” diye
sorunca, İbni Mes’-ud efendimiz der ki: “Ey kadın, sen Haşr sûresinin 7. âyetini
hiç okumadın mı? Allah’ın Resûlü böyle davranan kadınları menetmiş ve Allah’ın
da lanetlediğini bize haber vermiştir.” Bunun üzerine kadın hemen ikna olur.
Resul, mü’minin hayatında emredici ve yasaklayıcı olandır. Benim bir şahsı
peygamber kabul etmem demek onun benim hayatımda emredici ve yasaklayıcı
olduğunu kabul etmem demektir. Bir şey emredilecekse, bir şey yasaklanacaksa
bunu peygamber yap-malıdır. Ben onun emirlerini emir, yasaklarını da yasak
bilmedikçe onu peygamber kabul etmiş sayılmam. Sadece feyler ve ganimetler
konusunda değil, hayatımın tüm alanlarında peygamberim bana neleri emretmişse
onları yapmam, neleri yasaklamışsa da onlardan kaçınmam dindir, İslâm’dır,
müslümanlıktır. işte âyet son derece açık ve net biçimde Rabbimizin peygamberine
dinde yasaklama ve emretme yetkisini vermektedir. Rabbimin âyetleriyle
birilerinin yorumları çatışınca ben bir müslüman olarak Rabbimin âyetlerinin
dediğini tercih ederim. Bunun dışında kim ne derse desin, beni ilgilendirmez.
Demek ki feyler bunlara
verilecekmiş. Başka kimlere verilecek bu ganîmetler?
8. “Allah'ın verdiği bu ganîmet malları
bilhassa; yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza
dileyen, Allah’ın dinine ve peygamberine yar-dım eden muhâcir fakirlerindir.
İşte doğru olanlar bunlardır.”
Yine bu Allah’ın verdiği ganîmet
malları evlerinden, yurtlarından çıkarılmış, Allah için, Allah’ın dinini
yaşayabilmek, özgürce bir hayata ulaşabilmek için her şeylerini Mekke’de terk
edip Medine’ye hicret etmiş, mallarını, mülklerini arkada bıraktıkları için
fakir düşmüş, Allah’tan bir rıza ve lütuf dileyen, Allah’ın dinine ve
peygamberine yardım eden muhâcirlerin fakirlerine verilecektir.
Bu nesil Rasulullah (a.s)
zamanında yaşamış bir nesildir. Eğer tarih içerisinde insanlardan bu özelliklere
sahip olanlar bulunursa, Rabbimizin bu taksiminden elbette onlar da
faydalandırılacaklardır. Çünkü bunlar tüm mallarını, mülklerini İslâm yolunda,
Allah yolunda tüketmiş kimselerdir. Böyle olunca da ellerinde, avuçlarında
hiçbir şeyleri kalmamış insanlardır bunlar. Mekke’de en son ellerinde kalan
evlerini, barklarını da terk edip Allah için, Allah’ın dinini daha güzel
yaşayabilmek için Medine’ye hicret eden Allah erleridir onlar. İşte böylece
Allah için hicret etmek zorunda kalmış kimselere de
verilecektir.
Bunlar, bu Müslümanlar kendi
arzularıyla hicret etmemişlerdir. Daha iyi dünya nîmetlerine ulaşmak, canlarını
kurtarabilmek için de hicret etmediler. İşte Rabbimizin beyanıyla onlar zorla
vatanlarından, evlerinden, yurtlarından çıkarılmışlardır. Malları, mülkleri gasp
edilmiştir. Niçin? Küfrün, şirkin menfaatlerini değil, sadece Allah’ın fazlını,
Allah’ın rızasını, Allah’ın hoşnutluğunu aradıkları için. Hayatlarını sadece
Allah için yaşadıkları, sadece Allah ve Resûlü’nü dinledikleri, kulluklarını
sadece Allah’a yaptıkları, Allah’tan başka hiç kimseye kulluk etmedikleri,
Allah’tan başka hiç kimseyi hayatlarında söz sahibi kabul etmedikleri, Allah ve
Resûlü’nün destekçisi oldukları için. Demek ki bir Müslüman “ben sadece Rabbime
kulluk edeceğim, sadece Rabbimi dinleyeceğim, hayatıma O’ndan başka kimseyi
karıştırmayacağım, küfre ve şirke düşmeyeceğim, Allah ve Resûlü’nün destekçisi
olacağım” dediği anda aynı âkıbet onun da başına gelecektir.
İşte sâdık olanlar onlardır. İşte iman
iddiasında sâdık olanlar bunlardır. İmanlarının sadâkatini ortaya koymuş olanlar
bunlardır. Allah’a vermiş oldukları iman ve teslimiyet sözünde, Rasulullah’a
vermiş oldukları itaat sözünde gerçekten sadakat gösterenler bunlardır.
Mallarını, mülklerini, evlerini, barklarını Allah için feda edenler bunlardır.
Doğruluk;
doğru olma hali, dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr, hidâyet
anlamına gelen itikadî ve ahlâkî bir kavramdır. Al-lah’ın emrine ve kanunlarına
uygun bir yol izlemek ve insanların hak-larına riâyet etmek demektir. İman eden
ve inancını hayata geçiren doğru insan, Hz. Peygamber’in en güzel ahlâkını örnek
alır. Kur’an-ı Kerim, doğruluğa dair birçok âyet içerir. Doğruluk anlamında,
hak, istikamet, birr, hidâyet vb. kelimeler de kullanılmasına rağmen doğruluk,
daha çok “sıdk” kelimesiyle karşılanır. Sadece “sıdk” kelimesi ve türevleri
Kur’an’da 155 yerde kullanılır; yalan ve yalancılık anlamına gelen “kizb”
kelimesi ise Kur’an’da tam 282 yerde geçer.
Sâdık
kimse, sözünde duran kimsedir. Onun içi ve dışı birdir. Yalan söylemez, hile
yapmaz, kimseyi aldatmaz, işini düzgün yapar. Gittiği yol doğru bir yoldur.
Mü’min, önce özünde (kalbinde) sâdık ol-malıdır. Kalbinde yalana, hileye,
düşmanlığa, hileye, fitneye yer ver-memelidir. Ondan sonra da sözünde doğru
olmalıdır. Konuşurken ya-lana, uydurmaya ve iftiraya başvurmamalıdır. Yalanın
zararları açıktır, doğruluğun faydaları ise tartışılmayacak kadar çoktur.
Mü’min, sonra da işinde doğru olmalıdır. İşini düzgün yapmalı, hileden ve
aldatma-dan uzak durmalıdır.
Sıdk
sahibi olmaya ‘sadâkat’ denir. Sâdık kimseler, aynı za-manda ‘sadâkat’ sahibi
kimselerdir. Mü’minlerin en önemli sıfatların-dan biri de ‘sadâkat’ sahibi
olmalarıdır. Türkçe’de sadâkat; müslüman kardeşinin iyiliğini istemek anlamına
geldiği gibi, insanlara karşı dü-rüst davranmaya, dostluğa bağlı olmaya da
denir. Bu anlamdaki sa-dâkatın zıddı ‘hıyânet’tir. Hâinlik ise olgun bir
müslümana yakışmaz. Müslümanlar, karşılıklı işlerinde, başka insanlarla olan her
türlü iliş-kilerinde sadâkat ahlâkı üzere, dürüst ve iyiliksever olmalıdırlar.
Karı-koca arasında mutlaka ‘sadâkat’ duygusu olmalıdır. Hem evdeki gö-revleri
açısından, hem de iffetlerini koruma açısından birbirlerine karşı ‘sâdık’
olmalıdırlar. Peygamberimiz, insanları
aldatanları şiddetle ten-kit ediyor ve onları kendisine bağlılardan saymıyor.
Mü’min, verdiği sözde durur, emâneti yerine getirir, işini sağlam yapar,
yalandan uzak durur, aldığı vazifeyi yerine getirir, emâneti ehline verir.
Allah’a ibâdet ve itaatinde tam bir ‘sadâkat’ ahlâkı sergiler. Rabbine kalbinden
bağ-lıdır. O’nun huzurunda O’nu kandırmaya, başkasına tapınmaya, ibâ-detinde
hile yapmaya yeltenmez.
Çok
doğru olan, doğruluğun en güzelini yapanlara, Allah’tan gelen vahyi tereddütsüz
kabul edenlere ‘sıddîk’ denir. Nitekim Hz. Ebu Bekr’in lakabı Sıddîk idi. Sıddîk
olanlar asla yalan söylemezler. Onlar, itikatlarında (inançlarında) doğrudurlar
ve bunu fiilleriyle (amel-leriyle) pekiştirirler. “Kitap’ta İbrahim’i de an. Çünkü O, sıddík
bir nebî idi..” (Meryem,41).
Doğruluk,
ahlâkî vasıfların tümünü kendinde toplar. Özünde Allah’a, meleklere, âhirete,
kitaplara, peygamberlere inanan, namaz kılan, zekât veren, oruç tutan, sabreden,
sözünde duran, cihad eden. mü’minlerin bütün bu vasıfları doğruluk halinin
tezâhürleridir. Doğ-ruluk vasfı, doğru yolun anlaşılmasıyla gerçeklik kazanır.
Kur’an, baştan sona doğruluğun yolunu ve bunun aksi olan sapıkların yolunu
açıklar. Allah’a kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir. Allah,
O’na inananları ve kendi yoluna uyanları rahmet ve lutfa maz-har eder, onları
doğru yola iletir.
Doğruluk
bir mîsaktır, kulluk ahdidir. Ahde vefâ ve sadâkatin mükâfatı, hem dünyada, hem
âhirette verilecektir. Sıddıkların özellikleri, ana hatlarıyla açıklanmıştır.
Bunlar; sabır, itaat, infak, istiğfâr, ih-lâs, takvâ, hayâ, emânet gibi
özelliklerdir.
Doğruluğun
karşısında yalancılık, bâtıl, dalâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Muttakîler
asla yalan söylemezler. Hz. Peygamber, “Emîn” olarak tanınmıştı. Yalancılık ise,
dar anlamıyla insanın günlük hayatta söz ve davranışlarında doğruluktan
uzaklaşması anlamına gelir. Geniş anlamda Allah’ın emir ve yasakları ile alay
etmek, Allah’a iftirâda bulunmaktır. Bu da müşriklerin sıfatıdır. Allah yalancı
kâfirleri doğru yola iletmeyeceğini Kur’an’da birçok âyette açıklamış, onları
lâ-netlemiş ve büyük bir azâba uğrayacaklarını bildirmiştir. Allah, mü’-minlere
şöyle buyurur: “Yalan sözden kaçının.”
(Hacc, 30).
Bir
diğer yalancı grup, münâfıklardır. Bunların özelliği, yalan söylemeleri ve yalan
yere yemin etmeleridir. Bunlar sahtekâr kimseler olup küfürlerini
gizlemişlerdir. Davranışlarda doğruluğa hakkaniyet de denir. Bu da adâlet, insaf
ve merhametten ibârettir. Doğruluğun, vahyî temellerinin anlaşılmasından sonra,
düşüncenin eyleme geçirilmesinde en başta dile hâkimiyet gelmektedir. Dil,
düşünceyi iletme a-racıdır. Mü’minler söz söylerken doğruyu söyler, gereksiz
yere konuş-maz, kötü söz söylemezler; ya hayır konuşurlar veya susarlar.
Doğruluk;
düşüncede, sözde, niyette, irâdede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde
tezâhür eder. Bütün bunların kaynağı,
Kur’an ve Sünnettedir. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği, doğrulu-ğun
esasıdır. Düşüncede ve inançta tam mânâsıyla İslâm’a yönelin-medikçe ve İslâmî
hükümlere teslim olunmadıkça davranışların doğru olması mümkün değildir. Doğru
olan ahlâk, tümüyle sadece Hz. Peygamber’in ahlâkıdır. Zira Rasûlullah (s.a.s.)
“dosdoğru ol!” mesajı ile “Hûd sûresi beni kocattı” diye buyurarak
doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu ifade etmiştir. Yine O, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti.”
buyurmuştur.
Bugünkü
beşerî sistemlerin işleyişi gerek toplumsal düzeyde gerek fert olarak,
yalancılık temeline dayalıdır. Çünkü insanlarda Al-lah korkusu yeterli şekilde
kalmamıştır. İnsanlar arası ahlâkî ilişkiler sanal ve yapmacıktır, doğruluktan
uzaktır. Toplum, emîn/güvenilir bir toplum değildir, kuşku toplumudur. Böyle bir
toplumda hakikat, be-yanların aldatıcılığı sebebiyle ortaya çıkamamakta;
insanlar Allah için yaşamadıklarından, O’na gerektiği gibi inanıp davranışlarını
O’na da-yandırmadıklarından, söz ve işlerinde birbirlerine güven duygusunu
tamamen kaybetmiş görünmektedirler. İslâm dışı fert ve toplum haya-tında
doğruluğun temelleri, hatta doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü düzenler zulüm
üzerine kuruludur ve insanlar kişisel çıkarları peşinde birbirlerini kandırmak
için türlü oyunlara başvurmaktadırlar. Bu, bozuk bir hayat
düzeni/düzensizliğidir. Sorumsuz, çirkin davranışların hâkim olduğu düzen,
müslümanların hakka yaklaştırıcı en güzel hasletlerini de yozlaştırmıştır.
İnsanlar her geçen gün doğru yoldan uzaklaşmaya, âhiret yurdunu aramaktansa
materyalist dünyaya gönül vermiş insan-ların hevâ ve heveslerine uymaya
başlamışlardır. Câhilî bir toplumda müslümanlar da gayr-i İslâmî günlük hayata
ayak uydurmuş gözük-tükleri ve müslüman şahsiyetleriyle tanınamadıkları için,
İslâm’ı tanıt-mak ve yaşatmak mümkün olmamaktadır. Bizzat müslümanların
doğ-ruluk düstûruna uymamaları bir toplumun helâk olması için yeterlidir. Çünkü
hakkı tavsiye eden olmazsa veya yeterli sayıda ve yeterli şe-kilde nehy-i
ani’l-münker yapılmazsa o toplum çökmüş demektir.
Bir
sahabe Hz. Peygamber’e “Yâ Rasûlallah, bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka
birine (başka soru) sorma ihtiyacını duymaya-yım” deyince, Rasûlullah şöyle
buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra
da dosdoğru ol!” (Müslim, İman 62; Ahmed bin Hanbel, III/413).
Başka
bir hadis-i şerifte de: “Doğru olunuz,
kurtuluşa erersi-niz.” (İbn Mâce, Tahâret 4; Dârimî, Vudû’ 2)
Buyurulmuştur.
İslâm’ın hayat yolu sırât-ı müstakîmdir; yani dosdoğru yoldur. O yola girenlere
bir üzüntü ve korku yoktur. Her şeyden önce doğruluk, müslümanın akîdevî
özelliğidir. Meselâ, dosdoğru namaz kılmayan bir mü’min ibâdette tam doğruya
uymadığından, diğer davranışlarında da hatalı olacaktır.[1]
O yüzden, Kur’an’da “namaz kılın” denilmez, “namazı dosdoğru kılın, dimdik
ayakta tutun, ayağa kaldırın” anlamında “namazı ikaame edin” diye emredilir.
İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük, çok çeşitli kelimelerle ifade
edil-mekte olup bunların başında “sıdk” ve “istikamet” kavramları gelir.
“İn-sanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyi-likten
yana olması” şeklinde tanımlanabilecek olan “sıdk” erdemi, ge-nellikle yalanın
zıddı olarak kullanılır. “İstikamet” de, “Allah’ın buyru-ğuna uygun şekilde
doğru, dürüst ve temiz kalpli olma” demektir. Doğruluk ve dürüstlük erdemine
sahip olan kişiye “sâdık” ve “sıddîk” denir.
Evet, o mü’minler sâdıklardır. Tabii
onların yanında bir de onlara sahip çıkacak Ensâr vardır.
9. “Daha önceden Medine’yi yurt
edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip
gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik
hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde
tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete
erenlerdir.”
Daha önce Medine’yi bir yurt
olarak hazırlayanlar, Medine’yi yurt edinmiş olanlar, gönüllerine iman
yerleşmiş, iman konusunda hem kendilerini, hem de Medine’yi hazırlamış olanlar…
Daha önce Medine’den bir grup insan gelip Akâbe’de Rasulullah Efendimize biat
etmişler ve Mekke’de zor durumda olan Rasulullah ve Müslümanlar için hicret
yurdu olarak Medine’yi hazırlama gayreti içine girmişlerdi. Çünkü iman için bir
hazırlık yapılmalıydı. İmanın bir yere girebilmesi için elbette mü’minlerin bir
hazırlık yapmaları gerekmektedir. İşte Medineli Ensâr Medine’de bunu yaptı.
Rasulullah ve Mekke’li Müslümanlar geldiği zaman Medine’de içine iman girmemiş
bir tek ev kalmamıştı. Müslümanlar sadece kendi evlerini değil, diğer evleri de
imana hazırlamışlardı. Kendilerine gelecek muhâcir kardeşlerine barınma imkânı
hazırlamışlardı.
Nerede ciddi bir İslâmî kavga varsa,
orada mutlaka muhâcir de vardır, ensâr da vardır. Müslümanlardan kimileri
muhâcir, kimileri de ensâr olacaklardır. Bu durum kaçınılmazdır. Kimileri
verdikleri İslâ-mî kavganın sonunda zalimler tarafından evlerinden,
barklarından, yurtlarından edilecek; kimileri de onları kendi evlerinde, kendi
yurtlarında barındırma hazırlığı içinde olacaktır. İşte Rabbimiz buyuruyor ki,
“Bana kulluk, Benim istediğim bir hayatı yaşamak sebebiyle muhâcir konumuna
düşmüş kardeşlerinizi ülkenizde, evlerinizde barındırabilmek, onların yüzlerini
güldürebilmek için bir hazırlık yapın. Onları bağrınıza basın ve kardeşleriniz
olarak sevin.”
Gönüllerine iman yerleşmiş olan
mü’minler işte böyle kendilerine hicret edip gelen mü’min kardeşlerini severler.
Onlara bir şeyler verme yarışı içine girerler. Onlara verilenler konusunda
içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Allah’ın böylece onlara verdikleri
şeylerden dolayı, ganîmetten onlara ayırdığı paydan dolayı bir sıkıntı
duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, kendileri ihtiyaç içinde
kıvransalar bile onları nefislerine tercih ederler. O kardeşlerini kendilerinden
önde tutarlar. İşte bunlar nefislerinin tamahkârlığından, bencilliğinden
korunabilmiş kimselerdir ve işte böyle olanlar saadete
erenlerdir.
Dinleri için vatanlarını terk edip
bizim yanımıza gelmiş kardeşlerimizi kendi nefislerimize tercih edeceğiz. Onları
kendimizden önde tutacak, kendimizden önce düşüneceğiz. Çünkü biz kendi
ülkemizde bulunmaktayız. Eşimiz var, dostumuz var, arkadaşımız, akrabamız var.
İhtiyaçlarımızı her yerden her zaman sağlama imkânımız vardır. Ama öteki muhâcir
kardeşimiz ülkesini, akrabalarını, arkadaşlarını, eşini, dostunu terk edip
gelmiştir. Kimi kimsesi yoktur. Ev, barınak, yiyecek, içecek bulma imkânı
yoktur. Bizler kendimizden önce o kardeşlerimizi düşünecek bir durumda
olabilirsek, onları bağrımıza basabilirsek o zaman top yekûn ümmet olarak
Müslümanların yüzü gülecek demektir. O zaman Rabbimiz bize yardım edecek ve
hiçbir Müslümanın ne ev, ne yiyecek, ne içecek problemi kalmayacaktır. Böylece
Müslümanlar ümmet olduklarının bilincine ereceklerdir.
Bu konuda Rabbimizin bu yol gösterileri
ve Rasulullah Efendimizin teşvikleriyle Mekke’den Medine’ye hicret eden
Müslümanlar gerçekten çok hoş karşılandılar. Medineli Ensâr’ın onlara karşı
sergiledikleri kardeşlik tavırları dillere destan olmuştur. Medine’li
Müslümanlar evlerini muhâcir kardeşlerine terk ettiler. Mallarını, mülklerini
onlara vermek istediler. Her şeylerini o kardeşlerine sundular. Kendi
ihtiyaçları olsa bile kardeşlerini kendilerine tercih etmenin en güzel örneğini
sundular.
İşte kim böyle nefsini cimrilikten,
bencillikten, sadece kendisini düşünmekten korur, müslüman kardeşlerini kendi
nefsine tercih etme özelliği kazanırsa, işte hem dünyada, hem de âhirette felaha
erenler, başarıya ulaşanlar, engelleri aşanlar bunlardır. Dünyada tüm
problemleri çözüme ulaşan, güzel bir hayata kavuşan, âhirette de cennetin
önündeki tüm engelleri yarıp geçmeye muvaffak olanlar bunlardır. Müslümanca
yaşayıp Müslümanca ölebilme engelini, şeytan, nefis, kabir engelini, Mahşer,
sırat, cehennem engelini aşarak Allah’ın cennetine ulaşanlardır bunlar.
Tüm bu engelleri bir bir aşıp
cennete ulaşmanın yolu nefsin cimriliğinden kurtulmaya, nefsi Allah’ın
isteklerine teslim edebilmeye, Allah’ın arzularını kendi nefsimizin arzularının
önüne geçirebilmeye ve sahip olduğumuz her şeyi Allah yolunda elimizden,
gözümüzden çıkarabilmemize, Müslüman kardeşlerimizi kendimize tercih
edebilmemize bağlıdır. Rabbimiz bizden bunu istemektedir. Rabbimiz bizden
mu-hâcir kardeşlerimize tıpkı o günkü Ensâr efendilerimizin Muhâcir kardeşlerine
karşı davrandığı gibi davranmamızı istemektedir. Bizler eğer Mekke’li muhâcir
kardeşlerimizin konumundaysak onlar gibi davranmalı, yok eğer bize Medine’li
Ensâr rolü düşmüşse, yine onlar gibi davranmalıyız.
Arkadaşlar, İslâm kardeşliği çok
önemlidir. Bakın bir hadislerinde Allah’ın Resûlü cennete gidişin ancak bu
kardeşliğin sonucu olabileceğini anlatır:
“Nefsim (canım) elinde olan
Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi
sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size bir şey haber vereyim mi ki onu
yaptığınız zaman birbirinizi seversiniz? Selâmı aranızda
yayınız”
(Riyâzu’s
Salihin 309 nolu hadis)
Resûl-i
Ekrem efendimiz de; “vellezî nefsî” diye yeminle baş-lıyor. Bu bir yemin
kalıbıdır. “Öyle bir varlık üzerine yemin ediyorum ki ben onun elindeyim”. Yâni
“canım, hayatım elinde olan Allah’a yemin olsun ki” demektir. Ya da; “beni
elinde tutan o Allah’tır, başkası değildir” anlamına bir ifade. Kimse beni
elinde tutamaz, kimse bana istediklerini yaptıramaz, kimse beni güdemez, kimse
beni var edemez, yok edemez, beni var eden, bana can veren, beni imtihan eden,
bana benim varlığımı, imtihan özelliklerimi bağışlayan Allah’tır. İşte ona
ye-minle söze başlıyorum diyor peygamberimiz.
Kitabımızda
pek çok sûrelerin başında bu tür yeminleri görürsünüz. Onlar aslında ne
peygamberimizinkilere, ne de bizimkilere benzemez. Meselâ Tûr’a yemin eder
Allah. Bazen de Belde-i Emin’e. Ya da Tîn’e, zeytine yemin eder. Bazen aya,
bazen yıldıza, yıldızlara, güneşe, geceye, gündüze, ya da başka başka varlıklara
yeminle başlar kimi sûreler. Bazen de sûre ortasında görürsünüz bu yeminleri.
Bunlar, bu varlıkların Rabbi olan Allah’a yemin anlamı taşıdıkları gibi, bizim
dikkatimizi çekmek için Rabbimizin kullandığı özel bir anlatım usûlüdür. Rahmân
olan Rabbimiz bize karşı rahmet ve merhameti ge-reği bizim anlatılanları daha
iyi anlamamız için böyle bir yöntem kullanır. Elbette onun ahlâkı ile
ahlâklanan, ahlâkı onun kitabı tarafından belirlenen peygamber efendimiz de
sözüne yeminle başlıyor.
“Vellezî
nefsî biyedihi” Peki ya bizler ne yapıyoruz? Hattâ Allah korusun da sanki yemin
ederken yalan söyleyeceğimize bir belge gibi davranıyoruz bazen. Yâni bir adam
yemin ediveriyorsa, hattâ biraz da çok yemin ediyorsa sanki yalanına bir kılıf
buluyor gibi. Onun içindir ki çoğu bölgelerde çoğu zaman Allah’a yeminin fazla
bir önemi kalmamıştır. Oysa bir insan inandığı Allah üzerine yemin eder,
inandığım, Rabbim bildiğim Allah’a yemin olsun ki, ben onu şahit tutuyorum, onun
huzurunda olmanın bilinciyle ciddiyetimi beyan ediyorum, sözümü buna göre
söylüyorum diyorsa artık onda tereddütsüz bir doğruluk söz konusu olmalıydı.
Heyhat,
bir bölgede insanlar sanki bir birlerini kandırmak için; “inşallah, maşallah,
vallah, billah’lar icat etmişlerse, artık oradaki insanların Allah’ın rubûbiyet
ve ulûhiyetine inançlarına karşı bizim itima-dımız cidden sarsıldı demektir. Ne
dersiniz? Hangi konumdayız? İnsanlar bize mi inanmıyorlar, yoksa biz mi
insanlara inanmıyoruz? Ne fark eder, biz onların, onlar da bizim parçamız
değiller miydi? Aynı vücudun organları konumunda değil miydik? Neden acaba
insanlar bir birlerine karşı bu kadar güvensiz? Düşünün, sağ gözünüzün gördüğünü
sol gözünüz de aynı görmek durumundadır. Yâni eşyayı iki gözle tek görüyorsunuz.
Peki ya bu gözler bir birine ihanet etmiş olsa, bir birlerine güvenmemiş
olsalar, rengi değişik, boyu değişik, tipi değişik diye gözler bir birlerine
güvenmez olsalar ne olur halimiz? Peki ya elimiz ağzımıza güvenmeseydi, ağzımız
elimize güvenmeseydi, getirdiğin yemek değil deseydi, kafa kalbe güvenmeseydi,
kalp vücuda güvenmeseydi bu bedenlerimiz ne hale gelirdi? Peki müslümanlar şu
anda o hale gelmemişler mi?
Resûlullah
Efendimiz sözüne yeminle başlıyor. Allah’a yemin ederek söylüyorum diyor. Beni
elinde tutan Allah’a yemin olsun ki size söylüyorum diyor. Canım elinde olan,
bana egemen olan Allah’a yeminle söylüyorum, dikkat edin, iyi dinleyin, titiz
davranın, önemine bi-naen söylüyorum diyor. Konu gerçekten çok önemlidir. Hiç
kimse kendi kendine, Allah ve Resûlünü yardıma çağırmadan çatlasa, patlasa da,
insanlar ve cinler toplansa da kendi kendilerine bilemeyecekleri,
bulamayacakları bil bilgi veriyor Allah’ın Resûlü.
“La
tedhulul cennete hattâ tü’minû” Eğer inanmazsanız, inanmamışsanız, iman edinceye
kadar mümkün değil cennete giremezsiniz. Kesinlikle inanmadığınız sürece cennete
giremezsiniz. İman edinceye kadar cennet ümidiniz olmasın. “Lâ tedhulû”
Girmeyeceksiniz, girmeyin cennete. İstiyor muydunuz? Bir tehlike sezdiniz mi o
za-man? Girip girmeme konusunda bir tehlikeden haberdar oldunuz mu? O zaman
yapacağınız iş bellidir. İman sahibi olacaksınız. Ama Allah’ın istediği,
elçisinin örneklediği gibi bir imanınız olacak. Önce kadere mi, yoksa kitaplara,
meleklere mi? Önce Bakara’ya mı, yoksa Âl-i İmrân’a mı? Önce peygamberle birlik
yaşamaya mı, yoksa öldükten sonra yeniden dirilmeye mi? Öyle değil, sen sıraya
koyma, Allah nasıl isterse öyle. Bak peygamberimiz iman etmede bir bölüm, bir
tavır be-lirliyor: “velâ tü’minû hattâ tehabbû” İşte bu kadar. “Bir birinizi
sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız” Yâni eğer sevişmiyorsanız, bir bi-rinizi
sevmiyorsanız, Allah için birbirinize sevgiyle bakmıyorsanız.
Sevdiğiniz
noktayı Allah belirliyor. Sevişmenizin şeklini, biçimini, modelini, tavrını,
hareketini, yasasını Allah ortaya koyuyor, ama buğzunuzu, nefretinizi,
sevmemenizi de Allah belirliyorsa. Hattâ öyle iki genç, iki yiğit ki bir
birlerini Allah adına seviyorlar, birliktelikleri de, ayrılıkları da o sevgi
kaynaklı olursa onlar Allah’ın gölgesinde gölgeleneceklerdi ya. İşte bütün
bunları birlikte hatırlayarak tekrar dönüyoruz hadis-i şerife. “velâ tü’minû
hattâ tuhibbû” Bir birlerinizle sevişmedikçe, kaynaşmadıkça, kalpleriniz ülfet
etmedikçe kesinlikle iman ettiğinizden söz etmeyin. Öyleyse bir birine
raptedilmiş, bir birine bağlanmış, zincirleme bir birlerine irtibat halinde
sunulan üç gerçek…
Sevgi,
iman ve cennete giriş. Seveceğiz birbirimizi, o zaman iman etmiş olacağız, iman
edeceğiz ve o zaman cennete gireceğiz.
“Evelâ
edüllküm alâ şey’in” Size bir şey haber vereyim mi? Bir şeye delâlet edeyim mi?
Size bir bilgi sunayım mı? Üzerinize bir şey uzatıvereyim mi? Semanıza bir şey
indireyim mi? Hayatınıza bir şey indirgeyeyim mi? Üstelik; “İza faaltumuhu
tehabebtüm” Eğer onu yaparsanız, bir birinizle sevişir, bir birinizi
sevebilirsiniz. İman etmeye başlarsınız, böylece kendinizi cennet yolunda
bulursunuz. Neymiş o? “Efşusselâme beyneküm” “Aranızda selâmı yayınız” Aranızda
selâm yayınız. Selâm ortamını artırınız. Selâm verme imkânı bulunuz. Selâm
verecek ve selâm verilecek insanlar olunuz. Selâm alma ortamın-da olunuz. Bir
birinize selâm temennisini artırınız. İnsanların bir birleriyle selâmlaşmaları
ortamında olunuz.
Selâm;
esenlik demektir. Selâm; gamsız, dertsiz, kasavetsiz, çilesiz, sıkıntısız,
üzüntüsüz, yâni her tür olumsuzluktan uzak bir ortam demektir. Bu anlamıyla
selâm; ancak cennetteki hayatın adıdır. İşte Kur’an bize cenneti, belki de o
sebeple; “dâru’s selâm” diye tanıtır. Selâm yurdu, selâmet yurdu. Selâm;
selâmette olmaktır. Rahat ve huzur içinde bulunmaktır. Gamsız kedersiz
olabilmek, üzüntüden uzak bulunmak demektir. İşte ondan dolayı bir müslüman bir
müslüma-na selâm verir. Sadece müslüman, müslümanla selâmlaşır. Böylece der ki;
“Allah sana selâm versin, Allah seni selâmda kılsın, ya da Allah seni dâru’s
selâmda, yâni cennette kılsın” İşte bu sadece müslü-man için söylenir.
Allah’ın
selâm diye bir adının olduğunu biliyoruz. Hattâ Haşr sûresinin 23. âyeti
Allah’ın bu adını bize hatırlatıyor. Allah selâmdır. Hem teslimiyet dini olan
İslâm’ı ortaya koyandır, hem kendisine teslim olunması gerekendir, hem esenlik
verendir, hem esenlik yurdu olan cennetin sahibidir, hem sadece onunla selâmete
ulaşılan, o selâmda tutarsa, o selâmete erdirirse ancak o zaman selâmette
olunur.
Namazdan
sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz; “Allahümme entes selâm ve minkes selâm” dememizi
ister. Aynı konu değil mi? Selâm veriyoruz namazda, “esselâmü aleyküm ve
rahmetullah” diyoruz. Dönüp bir de sol tarafımıza selâm veriyoruz. İşte
namazdayken insan aslında Allah’ın selâm sıfatını canlı bir eylem olarak
hatırlıyor, bunu da sözlü olarak ifade ediyor arkasından. “Allah’ım, sen
selâmsın, selâmet de sendendir” diyerek.
Zeynep
Gazâlî zindanda beni selâm kurtardı diyor. Ben namazla yalnız olmadığımı anladım
diyor. Allah’la beraber, meleklerle beraber olduğumu anladım diyor.
Aslında
selâm ve selâmet insanın yarınki özleminin adıdır. Cennet özleminin ifadesidir.
Müslümanlar bir birlerine işte böyle dua etmelidirler karşılaştıklarında. Yâni;
“ey kardeşim, Allah sana cennet versin! Cennete gidesin” demelidirler.
Müslümanlar hangi şart altında olurlarsa olsunlar buna fırsat kollarlar, imkân
ararlar. Meselâ koşuyor biri, diğeri duruyor. Birisi yürüyor, diğeri bekliyor.
Veya ayaktadır birisi, diğeri oturuyor. Biri tek başına, ötekileri çoktur.
Birisi binitlidir, diğeri yayadır. Ne fark eder? Karşılaştılar mı mutlaka bir
birlerine selâm vermelidirler. Ama bunun da bir kuralı vardır elbette. Daha bir
hareket halinde olan, daha bir etkin durumda olan, daha bir çok olan diğerine
selâm versin. Ayakta olan oturana, yürüyen durana, koşan yürüyene, binitli olan
yaya gidene, az olan çok olana selâm versin. Bunlar kolay, zaten alışkanlık
haline getirdiğimiz bir dua modeli. Selâmün aleyküm ve aleyküm selâm. Ama önemli
olan karşımızdaki cennetlik olasın, Allah sana cennet versin, ben senin için
cennet diliyorum diyebilmektir. Hattâ sahabeyi görüyoruz, eğer birlikte yürüyen
iki kişinin arasını bölecek bir ağaç çıkmışsa karşılarına, ağaçtan sonra tekrar
yan yana gelmişlerse yine bir birlerine selâm veriyorlardı. Ama değmez miydi?
Fırsat değil miydi? Bunu değerlendirmek zorunda değiller miydi? Yâni bir
birlerine Allah sana cennet versin demeli değiller miydi?
Ama
bu konuda dikkatli olacağımız bir bölümü de söyleyelim inşallah. Bunu bir
reflekse dönüştürmemeliyiz. İçimizden biri girse ya-nımıza; “Selâmün aleyküm”
çıksa dışarıya tekrar girse; “Selâmün a-leyküm” sonra otursa; “Selâmün aleyküm”.
Hattâ birimizin önüne gelse “Selâmün aleyküm” ötekisinin önüne gelse “Selâmün
aleyküm” herkese tek tek selâm verse. Öyle olmaz galiba değil mi? Müslümanlar
birinin yediği yemeğin artığını bir başkalarına ikram edebilirler, bu güzel bir
şeydir. Ama özellikle öyle yapmaya çalışmak, yani hep karşısındakine artık
sunmaya çalışmak ne kadar abes değil mi? Birisi bir bardaktan su içmiş, arta
kalanı da diğer bir müslüman içivermiş, ne kadar güzel. Ama bu işi kural haline
getirip, hayır sen bundan bir yudum al, ben de senin artığını içmek istiyorum
demenin anlamı yoktur. İşte selâm konusunda da hayatı yaşarken selâmlaşmanın
önemini anlamaya çalışıyoruz.
Demek
ki selâm bize sevgi kazandıracak, sevgimizi artıracak mış. Tek vücudun organı
olduğumuzu bildiğimiz insanlarla tanışmak, bir birimize cennet temennisinde
bulunmak, bir birimize Allah’tan gamsız, dertsiz bir hayat dilemek ne güzeldir.
Fakat birisi açıktan, alenen günah işlerken selâm veremiyoruz. Meselâ içki
içerken ya da tuvalette ve banyoda iken selâm vermemiz gerekmiyor. Onun dışında
karşımızdaki eğer cennete gitmesi gereken birisiyse, cennete götürücü bir
eylemin içindeyse elbette ona selâm vereceğiz. Bunlar üzerinde ihtilâf olmayan
şeylerdir. Ama ya dalga geçiyorlarsa, “aman sende, selâm ağacı mı olduk?
Gelirken selâm, giderken selâm, bu kadarı da fazla oldu filan diyorlarsa, yâni
istemiyorlarsa zorla da vermenin anlamı yoktur. Ya da biz tekrar vermeye
çalışalım, yanlışını düzeltsin için ona bir kere daha selâm verelim. Onun
cennetini istiyorsak duralım, elimizi uzatıp müsafaa edelim ve Allah’tan onun
affını dileyelim.
Bakın
Resûlullah Efendimiz Riyazu’s salihin de 891. hadiste diyor ki: “İki müslüman
karşı karşıya gelip müsafahalaşmışlarsa daha onlar bir birlerinden ayrılmadan
Allah onları affeder” Müsafaha; yâni sağ ellerin avuç içlerini bir biriyle
birleştirip tokalaşmak, elleri bir birine daha bir kenetlemek. Tek elle mi yoksa
çift elle mi yapılır, o esnada salavat getirilir mi onları bilmiyorum. Ama bir
hadisten biliyorum ki böyle bir durumda her iki müslüman da bir birlerine
istiğfar etmelidirler. “Allah sana mağfiret etsin, senin için Allah’tan ğufran
isterim, bağışlanmanı isterim” şeklinde karşıdakine istiğfar gerekir.
Selâm
denilince bir de onun yerine kullanılır mı acaba diye sorular gelir bazen. “İyi
günler” “İyi geceler” “hayırla sabahlar” “mutlu ge-celer” “günaydın” “tünaydın”
“merhaba” “selâm”… Büyük şehirlerden birinde toplu taşıma araçlarından belediye
otobüsüne binmiş birisi ve hemen karşısına çıkıveren bir tanıdığına; “merhaba”
demiş. Yüksek sesle böyle sabahın erken saatlerinde böyle bir merhabalaşma
adamın birinin garibine gitmiş, şöyle kafayı uzatmış; “Ahmetçiğim, Selâ-mün
aleyküm” demiş ona da. Arkadan birine de belki de lâyık gördüğü için “iyi
günler” demeye çalışmış. Şimdi acaba insanlar bunu yerine göre mi kullanıyorlar
yoksa kendileri yere göre mi şekil alıyorlar onu bilmiyorum, ama bu tür
selâmlaşmaları görüyoruz. Merhaba diyor insanlar. Kendilerince bunu selâmlaşma
kabul ediyorlar. Ama bunların hiç birisi selâmlaşma değildir. En güzel
temennilerin içinde toplan
dığı
bir kelime sadece “esselâmu aleyküm” sözcüğüdür. Karşınızdaki
kişinin
işinin, aşının, dükkanının, tezgahının, gününün, gecesinin, ai-lesinin,
çocuklarının, zamanının, mekânının, durumunun, parasının, pulunun, anasının,
babasının iyi olmasını iyi olmasını isteyeceksiniz. Hepsini birden saymanıza
gerek yok, hepsinin yerine deyin ki selâ-mün aleyküm.
Yetmez
mi? O zaman ilâve edin: “Esselâmü aleyküm ve rah-metullah” Daha mı istiyorsunuz; “Esselâmü aleyküm ve
rahmetullahi ve berekâtuhu” İşte bunla selâmın mükemmelleridir. Alırken de
benzerini yapıyoruz. Hiç olmazsa aynıyla mukabele edelim. Böylece karşımızdakine
selâm, rahmet ve bereket duasında bulunuyoruz. Onun selâmda, selâmette, rahmet
ve bereket ortamında olmasını istiyoruz. Ama sadece selâm kelimesine gelince,
galiba meselâ Fransızca’da salu kelimesi selâm demektir. Eğer insanlar İslâm
modeli, Allah ve Resûlünün istediği model selâmı kullanmak istemezler,
müslümanca bir tavırdan yana olmak istemezlerse bu selâm sözü elbette İslâm’ın
selâmının yerini tutmayacaktır. Ama Kur’an okuyoruz, meselâ Hûd sûresinin 69.
âyetine bakarsanız melekler İbrahim aleyhisselâma uğradıklarında ona selâm
dediler.
“Selâm”
dediler. Allah’ın elçilerinin bu selâmlarına mukabele olarak İbrahim
aleyhisselâm diyor ki; “selâm” Zannederim ki buradaki ifadeler, hani bizim bazen
“selâm söyledi” “onun sana selâmı var” “se-lâm götür” demenin Arapça karşılığı
gibi geliyor bana. Yâni o gelen melekler Hz. İbrahim’e selâmı söylediler, Hz.
İbrahim de onları selâmı söyledi şeklinde anlaşılacaktır. Çünkü Resûlullah
efendimizin birisine: “semmillah” demesi gibi. “Besmele çek” demesi gibi.
Halbuki bismillah denir. Burada da onların selâm demeleri selâm nasıl söylenirse
onu söylemeleri anlamına gelecektir.
Bir
de cennette selâm var biliyoruz. Meselâ Yâsîn sûresinin 58. âyeti “Selâmün
gavlen min Rabbirrahîm” “Allah’ın cennettekilere sözlü bir selâmı var”
şeklindedir.
Yine
vâkıa sûresinin 26. âyetinde de Rabbimiz mü’minlerin selâmlaşmalarından söz
ediyor. “illa gıylen selâmen selâma” Cennette boş söz, lüzumsuz, günaha sokan
sözler duyulmayacak, orada sadece duyulan selâm olacak. Önüne gelen selâm, selâm
deyip geçecek şeklinde değil, orada selâm verme olacak, herkes birbirine selâm
verecek, selâm temennisinde bulunacak. Çünkü İbrahim sûresinin 23. âyetinde
cennette müslümanların böyle selâmlaşacaklarından söz ediliyor. “tahiyyetühüm
fiyha selâm” Bir birlerine hayat temennileri, bir birlerine can bağışlamaları,
yâni tahiyyeleri orada selâm ile olacaktır. Dirilik temennileri, canlılık
temennileri. Allah seni selâmetinde kılsın, selâmette devam edesin. Belki de bu
âyetler eşliğinde düşündüğüm içindir, Furkân sûresinde Rahman’ın kullarının
tarifini okurken: Allah diyor ya: “Ve iza hatabehümül cahilune galu selâma”
Cahillerle karşı karşıya geldiklerinde onlara selâmı hatırlatırlar, selâmı ikame
etmeye, selâmı var kılmaya, selâmı gündeme getirmeye çalışırlarmış.
Öyleyse
bu şekildeki selâm atamız Adem’den bu yana bizim değişmeyen selâmımızdır. İlk
günden bu yana böylece öğrenmiş, böylece öğretilmiştir bize. Belki o sebeple
hayatın mihveri, dinin direği olan namaz selâm ile bitiyor.
Peki
ya boş eve girerken ne yapacağız? O zaman da selâm verecek miyiz der misiniz?
Nasıl yapıyorsunuz? Peki telefonlarda na-sıl yapacağız? Yazışmalarda nasıl
edeceğiz? Selâm yazacak mıyız? Bununla ilgili Hz Ayşe annemizden bir nakil
söyleyeyim. “Mektuba yazılan cevap selâmın alınma makamıdır” diyor Ayşe annemiz.
Demek ki selâm verenin selâmını almak zorunda olduğumuz gibi, mektup yazana da
cevap yazmak zorundaymışız, bir kere bu baştan selâmmış. Ama mektubuna selâmla
başlayan birisine o selâmın bir de yazılı olarak iadesi gerekmez mi? Çünkü
Resûlullah Efendimiz mü’minin mü’-min üzerindeki haklarını sayarken;
“reddusselâm” selâmın karşıya iade olduğunu haber veriyor.
Telefon
konuşmaları duyuyorum. Sanki insanlar belki de menfaat hesabıyla, para pul
hesabıyla mı ki diyeceğim, şöyle iki saniye üç saniye kısa olsun da bir kontur
az gitsin dercesine selâm vermeden söze başlıyorlar. Ama karşımızdakine cennet
temennisinde bulunmanın zaman israfı olduğunu kim iddia
edebilir?
Boş
eve girince yine aynı şekilde orada birilerinin varlığına inanan bizler,
meleklerin orada varlık sebebinden dolayı: “Esselâmü aleyna ve alâ
ibâdillâhissalihîn” demeliyiz.
Buraya
kadar anlattıklarımızdan selâmın herkese yayıp ulaştırmak gerektiğini anladık.
Peki acaba kim kime selâm verir probleminde şimdiki sosyal yapı da göz önünde
bulundurularak, kadın ve erkek bir birleriyle nasıl selâmlaşsınlar? Erkekleri
anladık. Peki kadın ve erkek nasıl olacak? Kadınlar erkeklerin kimi olur, nesi
olur? Ya ka-rısı, ya anası, ya kızı, kız kardeşi, yeğeni, halası, teyzesi,
nenesi veya torunu, ya da komşusu, akrabası, ya da daha genel ifadeyle aynı
mekanda yaşadığı her hangi bir kadındır o. Asansörde karşısına çıkmıştır,
kapının ziline basmıştır da karşısına çıkmıştır, kim o demiştir, ya da sokakta,
caddede, hayatın yaşandığı bir ortamda karşılaşan kadınlar ve erkekler ne
yapsınlar? Eğer onlar töhmet altında olmak, farklı anlaşılmak makamında
değillerse elbette birbirlerine selâm versinler. Halanızın evine gidiyorsunuz,
tabii selâmün aleyküm. Ama halanızın kızı da vardı, elbette ve aleyküm selâm.
Çünkü hemen acele selâm vererek ona; ben senin cennetini isteyen bir kardeşin
pozisyonunda, hayatımın yaşanması gereken bir bölümünü burada icra etmek için
buraya girmiş bulunuyorum, bunu böylece bil, beni böylece bil diyeceğiz. O da ve
aleyküm selâm diyorsa ne kadar hoş. Hele asansörde bu çok daha önemli değil mi?
Ben ona başta selâm temennisinde bulunmalı değil miyim? Ama farklı anlaşılır
diye korktuğunuz bir makamdaysanız o zaman vermeyebilirsiniz. Lâkin selâm
dışında konuştukları halde selâm vermemeyi anlayamıyorum. Ama eğer müs-lüman
değil biliyorsak o zaman vermeyiz o ayrı konu. Bazen benden sonra yanıma gelene
şakavari şöyle diyorum: Hayrola, beni mi müs-lüman görmedin, yoksa kendinden mi
şüphen var? Niye selâm vermedin? Deyiverdiğim oluyor.
Selâm
öyleyse insanların sevişmelerinin bir başlangıcı, müslü-manlıklarının,
müslümanlaşmalarının bir başlangıcı, sevişince iman etmelerinin bir başlangıcı
ve nihayet sonunda cennete gitmelerinin bir başlangıcı olduğunu unutmayalım.
Riyazu’s
salihîn 873 numarada bu konuda bir hadis daha var, inşallah onu da okuyalım.
“izenteha ehadüküm ilel meclisi fel yüsel-lim, feiza erade en yegume fel
yüsellim, feleysetil ûlâ bi ehagga minel âhira” “Sizden biriniz bir yere
giriyorsa, gidiyorsa selâm versin. Oradan ayrılmak istiyorsa selâm versin. İyi
bilsin ki birinci ikinciden daha iyi, daha güzel değildir.” Yâni karşılaşırken
selâm, ayrılırken yine selâm verilecek. Peki bu ne sağlayacakmış bize? Baştaki
hadiste onu söyledim.
Unutmayalım
ki mü’minler olarak birbirimizi sevmemiz, bir birimizin zararını gündeme
getirmemizle olacaktır. Birbirimizi cennete kazandırmak, cehennemden, cehennem
yolundan alıkoymakla olacaktır. Sevelim, sevdiğimizi söyleyelim birbirimize, ama
onun zararını ona duyurmayalım öyle mi? Sevgi öpücükleri gönderelim birbirimize,
ama onun cehenneme gidişine göz yumalım öyle mi? Cennete kazandırmak için
çalışmayalım, cehennemden kurtuluşu için uğraşmayalım, ama ona kendisini çok
sevdiğimizi söyleyelim öyle mi? Benim bildiğim sevmek, sevişmek onun cennetine
uğraşmak, cenneti için sevişmek, cehennemden kurtarmak için sevişmektir.
Aramızda selâmı yayarak, Allah sana cennet versin, Allah sana cennete versin.
Allah sana cennet versin diyen iki kişiyi düşünün. Üzerinde yanlışlar var,
gözünde, kulağında, kafasında. Kalbinde ve beyninde küfürler var. Neler ve neler
var onda hata ve isyan olarak. Ve o adam ona Allah sana cennet versin diyor.
Namazsız ve niyazsız arkadaşına. İçkili ve kumarlı arkadaşına. Kitaptan ve
sünnetten habersiz arkadaşına. Ona selam veriyor ve seviyor onu öyle mi?
Sevişiyorlar mı bunlar? Ar-kasından kuyusunu kazdığı arkadaşına. İhanet ettiği,
iftira ettiği arkadaşına. Hanımına göz diktiği, parasına plan kurduğu
arkadaşına. Ya da cehenneme gidişine göz yumduğu arkadaşına selâm veriyor öyle
mi?
Bir
de isterseniz öteki türlü düşünün. Selâmlaşacak aslında da görmüyor, görüşmüyor
ama. Ona en son selâm vereli altı ay olmuştur. Babasını bir buçuk yıldır
görmüyordur. Arkadaşını beş senedir görmüyordur. Aslında severdi onu,
sevişecekti. Komşu mu? Selamlaşıyordur ara sıra onunla üç ayda bir beş ayda bir
veya bayramdan bayrama. Böyle selâmlaşma değil, selâmın yayılacağı,
yaygınlaştırılacağı bir toplumsal yapıda insanlar birbirlerine selâm verecekler.
Selâmlaşma ortamları çoğaltılacak, selâmlaşma imkanları çoğaltılacak, selâmda
ciddilik olacak. İşte o zaman birbirlerini sevmiş olacaklar, iman etmeye
başlayacaklar ve bu imanlarından dolayı cennet yolu-nun yolcusu olacaklar.
Kendisinin
ihtiyacı olduğu halde başkasını kendi nefsine tercih etme duygusu, cömertliğin
bir üst derecesi ve hatta ondan da daha büyük bir fazilet ve davranış.
Diğerkamlık yani îsâr; bir kimsenin, ken-disinin muhtaç olduğu bir şeyi başka
bir muhtaca vermesi, onu ken-dine tercih etmesi, başkasını kendinden daha çok
düşünmesi demek-tir. Bu büyük fazilete ulaşanları Cenâb-ı Allah Kur'an-ı
Kerim'de işte böylece övmüştür.
Ebu
Hureyre'den gelen bir rivâyete göre: "Bir gün Hz. Pey-gamberin huzuruna bir adam
geldi ve açlıktan takatinin kesildiğini söyledi. Resûlullah, hanımlarına bu
adama bir şeyler vermeleri için haber gönderdi. Hanımları evlerinde sudan başka
bir yiyecek bulun-madığını söyleyince Resûl-i Ekrem: "Bu gece bu adamı kim
misa fir
edecek?" dedi. Bunun üzerine Ensâr'dan biri: (Ebu Talha olduğu rivâ-yet
edilmektedir) Ya Rasulullah, ben misa fir
ederim, dedi. Onu evine götürdü. Evde hanımına yiyecek bir şey bulunup
bulunmadığını sor-du. Karısı da yalnız çocukların yiyeceği kadar bir şey
bulunduğunu söyledi. O da: "Öyleyse onları bir şeyle avut, sofraya gelmek
isterler-se uyut. Misa firimiz
eve gelince lambayı söndür, ona kendimizi de yi-yormuş gibi gösterelim," dedi.
Sofraya oturdular. Misa fir
karnını do-yurdu. Kendileri karanlıkta yiyormuş gibi davrandılar ve aç yattılar.
Sabah olunca ev sahibi Peygamberimiz (s.a.s.)'in yanına gitti. Rasû-lullah ona:
"Bu gece misa firinize
karşı yaptığınız davranıştan Allah razı oldu. " buyurdu. Allah Teâlâ da onlar
hakkında yukarıdaki âyet-i kerimeyi indirdi. (Riyâzu’s-Salihîn, I,
586-587)
Yermuk
savaşında meydana gelen bir olay îsâr'ın (Diğerkam-lığın) en güzel bir
örneğidir. Hz. Huzeyfe şöyle anlatıyor: "Yermuk harbinde, yaralılar arasında
kalan amcamın oğlunu aramak üzere sa-vaş alanında geziyordum. Yanımda biraz su
vardı. Hava da çok sı-caktı. Amcamın oğlunu buldum. Su isteyip istemediğini
sordum. Ba-şıyla isterim, dedi. Tam suyu içireceğim sırada öteden birisi, "Ah
su", diye inledi. Amcazâdem gitmemi ve suyu ona içirmemi işaret etti. Git-tim,
baktım ki Âsım'ın oğlu Hişâm. Tam ona su vereceğim sırada baş-ka birisi "Su!"
diye inledi. Hişam da suyu içmedi ve beni ona gönderdi. Arayıp buldum, fakat
kendisine suyu ulaştırıncaya kadar o şehit ol-muştu. Hemen Hişâm'ın yanına
koştum, o da şehit olmuştu. Bari suyu amcamın oğluna içireyim diye onun yanına
gittim, fakat o da şehit olmuştu. Nihâyet su elimde kaldı. Allah hepsine rahmet
etsin."
10. “Onlardan sonra gelenler; “Rabbimiz! Bizi
ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde mü’minlere karşı
kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin”
derler.”
Medine’deki Ensâr ve
Muhâcirûn’dan söz ettikten sonra şimdi de onlardan sonra gelenlerden söz edecek
Rabbimiz. Az evvel özellikleri anlatılan insanlar vefat ettikten sonra onların
arkalarından bir takım insanlar gelecek. İşte onlardan sonra gelenlere gelince,
onlar şöyle derler: “Rabbimiz bizi bağışla, bize mağfiret buyur, bizim
kusurlarımızı örtüver, bizim eksiklerimizi görme, ciddiye alma. Bizden önce iman
etmiş kardeşlerimize de mağfiret buyur. Onların kabahatlerini de örtbas ediver.
Bizden önce Sana istediğin gibi iman etmiş, kitabına ve peygamberine istediğin
gibi inanmış, istediğin kulluğu yaşamış, Müs-lümanca bir hayat yaşamış olanlara
da mağfiret buyur. Onlar da, bizler de senin istediğin gibi kulluk etmeye
çalışıyoruz.
Ama insan olmamız hasebiyle bizim
gafletimiz, cehaletimiz, unutkanlığımız, hevâlarımız, heveslerimiz, kusurlarımız
vardır. Karşımızda bizi Senden ve Sana kulluktan koparacak düşmanlarımız vardır.
Ne kadar da Sana lâyık kulluklar yapmaya çalışsak ta, mutlaka eksiklerimiz
olacaktır. Bizimkileri de, bizden önceki selef kardeşlerimizinkileri de
kapatıver.” Kim bunlar? Biziz. Demek ki bizler böyle olmak, böyle yapmak, böyle
demek zorundayız. Bizden önce nesillerimize, seleflerimize sövmeyeceğiz, onları
kötülemeyeceğiz. Bilâkis onlara istiğfar edeceğiz, dua edeceğiz. İşte Rabbimiz
bizden bunu isti-yor. Başka ne diyeceğiz?
“Mü’minlere karşı
kalbimizde hiç bir kin, hiç bir garaz, hiçbir düşmanlık bırakma ya Rabbi!”
diyeceğiz. Gerçekten bir mü’minin ken-disi gibi inanan, iman ettiklerine inanan,
teslim olduğu gibi Allah’a teslim olan kardeşlerine karşı kalbinde bir kinin
bulunması kesinlikle dü-şünülemez. Mü’min, mü’min kardeşlerini daima sever.
Karşısındaki mü’min kardeşi ne kadar da hata sahibi olursa olsun, ne kadar da
kusur sahibi olursa olsun, mü’min onu her zaman sevecektir. Ama onu sever
olması, elbette o mümin kardeşinin hatalarına göz yumması, onu günahlarını
sîneye çekmesi anlamına gelmeyecektir. Onu uyarmaması, onu düzeltmeye
çalışmaması, ona karşı emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapmaması
anlamına gelmeyecektir. Zaten ona karşı bunları yapması da, ona karşı
sevgisinin, merhametinin ifadesidir.
Tıpkı bir annenin çocuğuna karşı
tavrı gibi. Öyle değil mi? Ne olursa olsun, her anne-baba çocuğunu sever, ama
çocuğu yanlışa gittiği zaman, canını bile ortaya atarak onu kurtarmaya gayret
eder. İşte bizler de mü’min kardeşlerimizi böylece sevecek, onların iyiliği
için, onların cenneti için kendimizi fedaya hazır olacağız. Müslümanlıklarının
farkında olmadan, kitaplarının ve peygamberlerinin farkında ol-madan bir kısım
mü’min kardeşlerimiz cehenneme doğru giderken, elbette bizlerin bir kenarda eli
kolu bağlı durmamız mümkün değildir. Oturduğumuz yerden onları kötülemek, onlara
kin tutmak, onların aleyhinde konuşmak hiçbir şeyi halletmez. Çünkü kendi
âzâlarından her hangi birisi rahatsızlanan bir kişi elbette ona karşı ilgisiz
kalamadığı, onu kendi haline terk edemediği gibi, bir Müslüman da asla
kendisinden bir parça olan, vücudunun uzuvlarından bir parça olan bir Müslüman
kardeşine karşı bîgâne kalamaz, onun cehenneme doğru gidişine göz yumamaz.
Allah için sevdiğimiz o
kardeşlerimizi Allah için uyarmaya, onların cennet yollarını açıp, cehennem
yollarına barikatlar koymak için çırpınacak, bu uğurda her şeyimizi fedaya hazır
olacağız. Hakaret etmeden, küçümsemeden, gazaplanmadan onların imdadına koşacak
ve şöyle diyeceğiz: “Bir zamanlar bizler de onlar gibiydik. Bir zamanlar biz de
Kitap sünnet bilmezdik. Rabbimiz bize hidâyetini gönderdi, bize doğru yolunu
gösterdi. Bizi başkaları eliyle hidâyete erdiren Rabbimiz, inşallah onları da
bizim elimizle hidâyete erdirir! Ey bizim Rabbimiz! Muhakkak ki Sen çok
merhametlisin, çok şefkatlisin!”
İşte bu özelliklere sahip nesiller arka
arkaya geliyorlar. Her sonra gelen nesil, kendisinden bir önce gelen neslin
yapmış olduğu güzel amellerin, salih amellerin, güzel yolların üzerine bir
şeyler ilâve edip, İslâm için bir takım hizmetler ortaya koyduğu takdirde sadece
peygamber çağında değil, her çağda aynı fazîleti, aynı üstünlüğü, aynı izzet ve
şerefi elde edecektir. Tıpkı selefleri gibi hem dünya zaferlerini, hem de âhiret
başarılarını elde edeceklerdir.
Ama unutmayalım ki bizler ne
zaman bir dünya zaferine ulaşmışsak, ne zaman bir âhiret başarısını elde edecek
noktaya gelmişsek içimizde münâfıklar vardır. Onlar asla rahat durmayacak, asla
bize rahat vermeyeceklerdir. Bizim başarılarımızı asla hazmetmeyeceklerdir.
Bizim dünya ve ukbâ başarılarımızı engelleyebilmek için Allah düşmanı kâfirlerle
işbirliği içine gireceklerdir. Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz o hususu şöylece
hatırlatıyor:
11-12. “Ey Muhammed!
Münâfıkların, kitap ehlinin inkârcılarından olan kardeşlerine “Eğer siz
yurdunuzdan çıkarılırsanız andolsun ki, biz de sizinle beraber çıkarız; sizin
aleyhinizde kimseye asla uymayız; eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım
ederiz” dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik
eder. Onlar çıkarılmış olsalar, andolsun ki, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa
tutuşmuş olsalar, andolsun ki, onlara yardıma koşmazlar; onlara yardıma
gitseler, mutlaka geri dönüp kaçarlar, sonra yardım da
görmezler.”
Allah’ın yardımıyla Allah
safında, Allah desteğinde olan Müslümanlara bir İslâm zaferi nasip olunca, bir
galibiyet, bir başarı açığa çıkınca, o münâfıklar, o kâfir oldukları halde
Müslüman görüntüsüne bürünmüş, inanmadıkları halde Müslümanlık gösterisinde,
teslimiyet sergilemesinde bulunan insanlar rahat durmayacaklardır. “Ey
Müslümanlar! Hiç korkmayın! Onların size verebilecekleri hiçbir zararları
olamayacaktır. Size karşı hiçbir şey yapamayacaklardır. Kesinlikle bilesiniz ve
güvenesiniz ki, Ben onları da, onların size karşı işbirliği yap-maya
çalıştıkları ehl-i kitabın kâfirlerini de, Yahudileri ve Hristiyanları da
görmekteyim, bilmekteyim. Siz onları Bana bırakın. Ben onların hesaplarını
göreceğim. İçinizdeki bu beyinsizlerin sizi yok edebilmek için birlikte anlaşma
imzaladıkları kâfirleri de, onların akıl hocaları olan, pirleri olan şeytanların
da işini bitireceğim,” diyor Rabbimiz.
“Onlarla sizin aranızdaki bu
savaşta onlar sizden önce karşılarında Beni bulacaklar. Bu savaşta kesinlikle
bilesiniz ki Benim ordularım galip gelecektir,” buyuruyor. Kâfir ve münâfık
topluluklar karşısında Allah mutlaka galip gelecektir.
“Ey peygamberim, baksana şu iki
yüzlülere, bakmaz mısın şu münâfıklara. Ehl-i kitaptan kardeşleri olan
kâfirlere, küfürde kardeşleri olan Yahudilere diyorlar ki: “Şâyet sizler şu
Müslümanlar tarafından çıkarılırsanız, andolsun ki sizlerle birlikte biz de
çıkacağız. Sizlerle birlikte biz kardeşleriniz de geleceğiz. Sizi yalnız
bırakmayacağız. Sizin desteğinizde, sizin yanınızda olacağız. Size karşı hiç
kimseye itaat et-meyeceğiz. Size karşı kimseyle birlikte hareket etmeyeceğiz.
Şâyet sizinle savaşılırsa mutlak sûrette size yarım edeceğiz, Müslümanlara karşı
sizin yanınızda olacağız.”
Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah
şâhittir ki bu hainler kesinlikle yalan söylüyorlar. Eğer bu Yahudiler
Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlara karşı yaptıkları ihanetlerinden dolayı
yerlerinden yurtlarından çıkarılırlarsa, kesinlikle o münâfıklar onlarla beraber
çıkmazlar. Bu adamlar samimi değiller. Bunlar ne kâfirlerdendir, ne de sizden.
Bunlar sadece menfaatlerinin kullarıdırlar. Menfaatleri neyi gerektirirse, hangi
tarafta bulunmak işlerine gelirse o tarafta yer alırlar. Şâyet o Yahudilerle bir
savaş gerçekleşirse, bunlar asla onlara yardımda bulunmazlar, destek olmazlar.
Bir gösteri aşkıyla onlara yardıma gitseler bile hemen arkalarını dönüp
giderler. Çünkü bunların karakteri dönekliktir. Sonra kendilerine yardım da
edilmez.”
Rabbimiz bundan önceki âyetlerinde
Medine’de Allah ve Resûlü egemenliğinde Müslümanca bir toplum oluşturma çabası
içinde olan Muhâcir ve Ensâr’dan söz etmişti. Onların feylerden, ganîmetlerden
hissedar edilmesi gerektiğini anlatmıştı. Özellikleriyle Ensâr’ı, Muhâciri’ni
ortaya koymuş, sonra da onların arkasından gelenlerin nasıl olmaları gerektiğini
açıklamıştı. Eğer böyle bir toplum kurulursa bileceğiz ki bir takım problemler
ortaya çıkacaktır. Çünkü şeytan sadece Medine’deki Müslümanların düşmanı
değildir. Şeytan sadece onların yollarının karşısına çıkmaz. Kıyâmete kadar bu
oluşum içine girmiş tüm Müslümanların düşmanıdır şeytan. Kıyâmete kadar
Müslümanlar hep şeytan ve dostlarıyla karşı karşıya olacaklardır. Kıyâmete kadar
her dönemde Müslümanlar şeytan dostlarının zulümlerine karşı göğüs germek
zorunda kalacaklardır.
Müslümanların münâfıklarla ilişkileri
anlatılıyor. Müslümanların Medine’ye hicrete hazırlandıkları dönemde Medineliler
Abdullah bin Übeyy bin Selül’ü kendilerine reis seçmeye hazırlanıyorlardı. İşte
tam bu devrede Allah’ın Resûlü Medine’ye teşrif buyurdu ve onun reisliği de suya
düştü. Elbette Allah ve Resûlü egemenliği altında yaşanacak bir şehirde, bir
ülkede Müslümanların devlet başkanı Allah’ın elçisi olacaktı. Bu durumda
Abdullah bin Übeyy tam kazanırken kaybetti ve tüm ümitleri yıkıldı. Etrafındaki
münâfıklar dediler ki, “sen de Müslüman olduğunu söyle. Peygambere karşı teslim
olmuş, Müslüman olmuş görün. Ona karşı iyi davran. Belki kurulan bu yeni
devlette sen de bir yer edinirsin.” Zaten akrabalarından pek çoğu da Müslüman
ol-muştu. Yapabileceği bir şey yoktu. Gönülden iman etmeyip böyle bir iman
gösterisinde bulunan Übeyy içten içe şeytanca hareketlere girişmekten geri
durmadı. Ama hiçbir başarıya ulaşamadı. Çünkü Allah böyle zalimlere asla yol
göstermez, asla yardım etmez. Allah, dinine, peygamberine ve Müslüman kullarına
komplolar içinde olanları asla başarıya ulaştırmaz.
Bu toplum, münâfıklar topluluğu Medine
toplumunun insanlarıdır. Müslümanların güçlü olduğu toplumlarda münâfıklar
görülür. Müslümanların güçsüz olduğu ortamlarda kâfirler küfürlerini açıkça
ortaya koyarlar. Böyle münâfıkça tavırlara ihtiyaç duymazlar. Müslümanların
güçlü oldukları ortamlarda bu tür insanlar inanmadıkları halde inanmış gibi
görünür ve için için kâfirlerle işbirliği içine girerek müslümanları arkadan
hançerlemeye çalışırlar. Kâfir güç odaklarıyla gizli gizli anlaşmalar yaparak
Müslümanları yok etmenin hesabına girerler. Kâfirlerle birlikte hareket ederler
ama aslında bu adamlar kâfirlerle de beraber değillerdir. Yani bu münâfıkların
asıl amacı küfür de değildir. Bunlar kimliksiz insanlardır, dâvâsız insanlardır.
Onların dinleri de, dâvâları da sadece menfaatleridir. Menfaatleri gereği bir
sarkaç gibi bazen küfre ve kâfirlere, bazen de imana ve Müslümanlara
meylederler.
Kâfirlerle Müslümanlar arasında
gerçekleşecek bir savaşta onlar asla kâfirlerin yanında yerlerini almazlar.
Çünkü savaş zor bir şeydir. Bu savaşta hangi tarafın kazanıp hangi tarafın
kaybedeceği de belli olmadığından menfaatlerini kaybetmemek için hem kâfirlerin
yanında, hem de Müslümanların safında görünmek isterler. Onun için bakın
Rabbimiz şehadet ederek buyuruyor ki, “onlar yalancıdırlar.” Tarih boyunca hep
böyle olmuşlardır.
13. “Ey İnananlar! Onların yüreklerine korku
salan, Allah’tan çok sizlersiniz; Çünkü onlar, anlamayan
kimselerdir.”
Sizler ey Müslümanlar, şunu
kesinlikle bilesiniz ki sizler onların kalplerinde Allah’tan daha çok korku
sebebisiniz. Onlar Allah’tan çok sizden çekinmektedirler. Elbette bir takım
gerçekleri göremeyen, nûr ile bakamayan insanların korkacakları, sevecekleri
şeyler, gözleriyle gördükleri, elleriyle dokundukları şeyler olacaktır. Onlar
gayba kapalıdırlar. Gaybdan habersiz, Allah’tan gafildirler. Allah’ın
yüceliğini, büyüklüğünü, gücünü, kuvvetini bilmezler. Allah’ı tanımayanlar
aslında Allah’ın tanıttıklarını da bilemezler. Hiçbir şeyin gerçek değerini
bilemezler. Allah’ın yaratış hikmetinden habersizdirler. Varlıkların varlık
fonksiyonlarından, hayattan, ölümden, ölüm ötesi dirilişinden gafildirler.
Kendilerini bile tanımayan bu insanlar, Allah’ın kadr-i kıymetini de bilmezler.
Bakın bunlar Allah’tan
korkmuyorlar da insanlardan korkuyor, mü’minlerden çekiniyorlar. Çünkü onlar
fıkıhsız, fehimsiz, anlayışsız, kavrayışsız bir toplumdur. Hayvanlardan daha
beter bir güruhtur onlar. Öyleyse bu tür kâfirler karşısında her zaman
müslümanların güçlü, salâbet sahibi olmaları gerekmektedir. Müslümanlar güçlü
oldukları sürece bu tür insanlar kötülük yapmaktan çekineceklerdir. Çünkü
mü’minler güçlü olmazlarsa Allah’ı tanımayan, Allah’tan korkmayan bu insanların
yapamayacakları kötülük yoktur. Bunları durduran tek şey mü’minlerden
çekinmeleridir. İşte şu anda görüyoruz, Müslümanların egemenliklerini
kaybettikleri bir dünyayı kan gölüne çevirdiler. Müslümanların söz sahibi
olmadıkları bir dünyada yapmadıkları zulüm kalmadı. Rabbim biz müslümanlara
güç-kuvvet versin! Yeniden dünyaya egemen kılsın ve böylece tüm dünyada istediği
adâleti gerçekleştirsin. Bu kâfirler korkaktırlar. Rabbimizin beyanıyla onlar
müslü-manlardan korkmaktadırlar. Bu halleriyle onlar:
14. “Onlar sizinle toplu olarak,
ancak surla çevrilmiş kasabalar içinde veya duvarlar arkasından savaşı kabul
edebilirler. Kendi aralarındaki çekişmeleri ise çok serttir; onları birlik
sanırsın, oysa kalpleri birbirinden ayrıdır. Bu, akl etmeyen bir topluluk
olmalarındandır.”
Asla toplu olarak, saf olarak
sizinle savaşı göze alamazlar. Sizin karşınızda saf tutamaz, sizinle ciddi bir
savaşa giremezler. Ancak surlarla çevrilmiş, kaleleştirilmiş, tahkim edilmiş,
kendilerini garantiye aldıkları kasabalar içinde, yerleşim merkezleri içinde
sizinle savaşa razı olabilirler. Yahut duvarlar arkasından, surlar arkasından
sizinle savaşı göze alabilirler. Çok uzaklardan uzak menzilli topların
arkasından size bombalar yağdırabilirler. Çok yüksekten, uçaklardan size
bombalar atabilirler. İşte şu anda Çeçenistan’da aynı şeyi yapıyorlar. Aylardır
yukardan Çeçen yerleşim birimlerini bombalıyorlar. Yiğitçe Müslümanların
karşısına çıkacak cesareti kendilerinde bulamıyorlar. Müslümanlar şehri terk
ettikten sonra oralara girebiliyorlar. Kendilerini ölümden garanti edecek
tedbirlerini almadıkça savaşa giremiyorlar.
Çünkü bunlar Allah desteğinden
mahrum olduklarını, Allah’ın Müslümanların yardımında olduğunu biliyorlar. Tüm
dertleri yaşamak, dünya nîmetlerine ulaşmak, sömürmektir. Onu kaybetmemek için
çok korkarlar. Be’sleri, güçleri, kuvvetleri kendi aralarında, kendi içlerinde
sağlamdır, şedittir. Kendilerini öyle görmekte, öyle zannetmekteler.
Veya kendi aralarındaki savaşları
çok çetindir. Birbirlerine karşı yürüdüklerinde birbirlerini kırıp geçirirler.
Birbirlerine karşı çok acımasızdırlar. Çünkü iki tarafın da birbirlerine
üstünlük sağlayacağı bir özelliği yoktur. İki taraf da kâfirdir, iki taraf da
dünyacıdır. İki taraf da dünyayı istiyor. İki taraf ta yaşamak, dünyayı
kaybetmemek için her şeyi caiz görüyor, her şeyi yapmaya çalışıyor. Kendi
hayatını garantiye alabilmek için karşı tarafın üzerine binlerce insanı bir anda
yok edecek atom bombasını, hidrojen bombasını, nükleer silahları atmaktan hiç
çekinmez, birbirlerini kırar geçirirler. Üstelik Allah da onlara yardım etmez.
Ey peygamberim ve ey Müslümanlar! Siz
onları toplu, bir ve beraber zannedersiniz. Onları birbirlerine kenetlenmiş,
birbirlerine bağlı bir bütün zannedersiniz. Birbirleriyle dayanışma içinde toplu
hareket ettiğini, kalplerini bir ve beraber zannedersiniz. Halbuki onların
gönülleri, kalpleri parça parçadır. Kalpleri başka başka, ayrı ayrıdır. Her biri
ayrı bir baş çeker. Her biri kendi menfaatlerinin peşindedir. Her biri dünyanın
kendisinin olmasını istemektedir. Birlikte istedikleri, birlikte hedefledikleri
toplu arzuları, ortak istekleri, hedefleri yoktur. Herkesin baş olmak istediği
yerde baş olmaz. Herkesin ben olayım dediği yerde hiç kimse olmaz. Cemaat ancak
herkesin belli bir hedef, belli bir amaç, belli bir dâvâ, belli bir başkan, belli bir önder etrafında
toplandıkları yerde çıkar.
Bütün bunlar onların akıllarını
kullanmayan, akıllarını kullansalar bile vardıkları neticelere uymak istemeyen,
uslanmak, akıllanmak istemeyen bir topluluk olmalarındandır. Her birinin
menfaati diğerinin menfaatiyle çatışma içerisindedir. Ama Müslümanların
toplumunda bu böyle değildir. Onların her birinin menfaati Allah yolunda
kullanılır. Her birinin menfaati diğerini destekler. Her bir mü’min diğer
mü’minler için vardır. Böyle olunca tıpkı bir binanın tuğlaları gibi birbirini
destekleyen, birbiri için yaşayan bir topluluktur olurlar.
15. “Onların durumu, kendilerinden az zaman
önce geçmiş ve işlerinin karşılığını tatmış olanların durumu gibidir. Onlara can
yakıcı azap vardır.”
Onların durumları tıpkı
kendilerinden önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar geçmiş işlerinin
veballerini tattılar. Onlar için dayanıl-maz, elem verici bir azap vardır. Onlar
kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlerden ibret almıyorlar. Kendilerinden
az bir zaman önce Ben-i Kureyza yaptıklarından ötürü çok kötü bir âkıbete maruz
aldı. Ama bu adamlar hâlâ bundan gaflet içinde onların yaptıklarını yapmaya
çalışıyorlar. Küfrün, şirkin, münâfıklığın kötü âkıbetleri tarih içinde sürekli
insanlar tarafından görüldü durdu, ama yine de insanlar bunlardan ibret
almadılar. Ama maalesef tarih hiç durmadan tekerrür edip duruyor. Neden? Çünkü
bunlar fıkıhsızdırlar, fehimsizdirler, akılsızdırlar, anlayışları yoktur,
kavrayışları yoktur. Neye benzer bunlar? Kime benzer bunlar?
Bunlar:
16. “İkiyüzlülerin durumu insana: “İnkâr et!”
deyip, insan da inkâr edince: “Doğrusu ben senden uzağım; âlemlerin Rabbi olan
Allah’tan korkarım" diyen şeytanın durumu gibidir.”
Tıpkı şeytan gibidirler. Bunların
durumu aynen şeytanın durumu gibidir. Şeytan da akılsız, fıkıhsız ve
fehimsizdir. O da aklını kullanmaya yanaşmıyor. O da ahmaklığı yüzünden Allah’ın
rahmetinden tart edilmiş, kovulmuştur. Allah’a kafa tutmasının sebebi de çok
basittir. Rabbimiz defalarca kendisine tevbe imkânı tanıdığı halde kuru bir inat
sebebiyle Rabbimizin rahmet kapılarını yüzüne kapamıştır. Adem (a.s) sebebiyle
tüm insanlık cinsine düşmanlık ilân etmiştir. Ne oldu neticede? Kim kaybetti
sonuçta? Yani şeytan bu yaptıklarının karşılığı olarak ebedî bir cehenneme
gideceğinin farkında değil mi? Basit bir gurur, basit bir kibir yüzünden
cehennem göze alınabilir mi? Hiç bu kadar aptallık olur mu? Hâlâ devam ediyor
akılsızlığına da, insana “kâfir ol” diyor. “Haydi inkâr et Allah’ı” diyor. O
fısıldadığı, önüne düşüp ayartmaya çalıştığı o insan kâfir olunca da şeytan: “Ey
insan, ben senden beriyim. Ben senden uzağım. Benim seninle de, yaptığın bu
eylemle de uzak ve yakından bir ilişkim yoktur” diyor ve o saptırdığı insanı
yalnız bırakıveriyor. “Ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyor.
Şu sahtekârlığa bakın. Hem
Allah’a inandığını iddia ediyor, hem Allah’tan korktuğunu söylüyor, hem de
insanları Allah’a küfre çağırıyor. Yani bu ne mantık? Yapılacak şey mi bu?
Söylenecek söz mü bu? Hangi akıl, hangi mantık kabul eder bunu? Hoş zaten aklı
ve mantığı yok, olsaydı zaten müslüman olurdu. Tabi bu sözle insana karşı
Adem’in şahsında gizli bir düşmanlık, gizli bir hınç, Allah’a karşı da gizli bir
kibir yatmaktadır. Sanki alay ediyor Allah’la.
Tıpkı şu anda uyguladıkları
eğitim programlarıyla, uyguladıkları sosyal yasalarıyla insanları kâfir yapmaya
çalışan, ama başları dara geldiği zaman da, ”biz de inanıyoruz Allah’a” diyen
zavallı iki ayaklı şeytanlar ya da şeytanın çömezleri. İnsanların hem
dünyalarını, hem de âhiretlerini kaybettiriyorlar. Kendi ebedî azap hanelerine
arkadaşlar bulmaya, yalnızlıklarını giderme çabası içine girmeye çalışıyorlar.
Şeytanlara güvenenler, iki ayaklı
şeytanlara güvenip onlardan hayat programları dilenmeye çalışanlar, onların
kanunlarını uygulamaya çalışanlar bu âyetleri çok iyi düşünmek zorundadır.
Dünyada böyle, peki âhirette ne olacak bunların durumları?
17. “İkisinin sonucu da, içinde
temelli kalacakları ateş olacaktır. Zalimlerin cezası
budur.”
Her iki grubun da, her iki
tarafın da sonuçları ebedîyen ateştir. Şeytanın da, şeytanın azdırıp saptırdığı
insanların da âkıbetleri cehennemdir. Onun da, onun peşine takılanların da
gidecekleri yer cehennemdir. Onlar da o şeytanın gideceği yere gidecektir. İşte
şeytanlara uyan zalimlerin, kâfirlerin, münâfıkların, ehl-i kitabın âkıbeti bu
olacaktır. Bunların tamamı akıl hocası bildikleri şeytanla beraber olacaklardır.
Şeytandan dolayı bunlar Allah çizgisine gelmek istemiyor, küfürde birbirlerine
destek olmaya çalışıyorlar. Bunlar dünyada da kaybedecekler, âhirette de
cehenneme gidecekler.
Çünkü bunlar zalimdirler. Çünkü
bunlar tıpkı şeytan gibi Allah’ın hakkını vermemektedirler, kitabın,
peygamberin, insan oluşlarının, akıllı oluşlarının hakkını vermemektedirler.
Bunlar şirke düşmektedirler. Şirk ise zulümlerin en büyüğüdür. Allah varken
başka Rab-bler, başka İlâhlar, Allah’ın kitabı dururken başka yasalar aramak
zulümdür. Peygamber, peygamberin sünneti varken başka örnekler, ön-derler aramak
zulümdür. Böyle yapanlar zalimdirler. İnsanın vazifesi yeryüzünde Allah’a kulluk
yapmak iken, kendilerini Rabblerine kulluk makamından indirenler zalimdirler.
Allah’a değil de kendisi gibi acizlerin kulu olmaya çalışanlar zalimdirler. İşte
böyle zalimler cehenneme gidecektir. Ey Müslümanlar, öyleyse siz bırakın bu ateş
ehlini de:
18. “Ey İnananlar! Allah’la yol bulun.
(Yolunuzu Allah’a sorun, hayatınızı Allah vahyiyle düzenleyin) Herkes yarın için
bu günden ne takdim ettiğine bir baksın. Allah konusunda takvalı olun, unutmayın
ki Allah işlediklerinizden haberdardır.”
Allah’a karşı takvalı olun. Siz
böyle Allah’a isyan içinde olan şeytanları ve onların çömezlerini bırakın da
Allah için bir hayat yaşayın. Hayatınızın programını böyle gerek cin
şeytanlarından, gerekse iki ayaklı insan şeytanlarından değil de Allah’ın
vahyinden alın. Şeytan ve dostları kaynaklı değil de Allah kaynaklı bir hayat
yaşayın. Allah’ın korumasına girin. Allah’tan korunun, Allah’ın emirlerine
sarılın, Allah’ın yasaklarından kaçının. Allah’a kulluğunuzun bilincine erin.
Her bir nefis yarın için, geleceği için ne takdim ettiğine baksın. Çünkü burada
kalacak olan hiçbir şey insana bir şey sağlamayacaktır. Geleceğiniz için,
yarınınız için yaptıklarınız, önceden gönderdikleriniz önemlidir. Yarın insana
nelerin lâzım olacağını da elbette bunu isteyen Rabbimiz en güzel bilendir ve
bunu biz kullarına haber verendir. Yarınımızın hazırlığı için bu kitabı okumak
ve anlamak zorundayız. Peygamberin yolunu öğrenmek
zorundayız.
Öyleyse ey müslümanlar, gelin
Rabbimizin şu kitabını iyi tanıyalım. Gelin peygamberinin güzel yolunu,
sünnetini iyi tanıyalım da yarınımız için iyi şeyler takdim edelim. Geleceğimizi
garanti altına alma adına önceden güzel ameller gönderelim, onlar Rabbimizin
yanında emanette kalsın, yarın ona en çok muhtaç olduğumuzda onu O’ndan alalım.
Hayatımızı Allah’ın istediği yolda ve Allah için yaşayarak geleceğimiz için
takdim edelim. Malımızı, zamanımızı, bilgimizi, çocuklarımızı, hanımlarımızı
yarınımız için Allah’a kulluğa yatırım yapalım. Tüm varlığımızı Rabbimize
kulluğa adayıp yarınımızı garantiye alalım. Yarım hurmayla da olsa kendimizi
yarının ateşinden korumaya çalışalım. Hiçbir şeyimiz yoksa, hiç olmazsa
mü’minlere karşı güler yüzümüzü esirgemeyelim. Geleceğimizi kurtaracak hayırlı
ameller pe-şinde olalım. Burada kalıcı olan, âhirete intikal etmeyecek olan
şeylerin peşine düşmeyelim. Allah ve Resûlü’nün önümüze çizdiği bir programla
hareket edelim.
Unutmayalım ki Allah bizim
işlediklerimizin tamamından haberdardır. Onların tümünü hakkıyla bilmektedir.
Meselâ şurada bin kişi namaz kılmış olsalar, dışardan bakan bizler bunların
hepsinin namaz kıldıklarını zannederiz, ama Allah onların hangisinin namaz
kıldığını, hangilerinin de namaz gösterisinde bulunduğunu bilendir. Allah’ı
kandıramazsınız, O’nu atlatamazsınız, O her şeyi bilmektedir.
19. “Allah’ı unutup da, Allah’ın da
kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar, yoldan çıkmış
kimselerdir.”
“Ey Müslümanlar, Allah’ı
unutanlar gibi olmayın. Allah’ı unutanlardan olmayın. Allah’ı unutup Allah’ın da
kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın.” Onlar Rabblerini
unutmuşlar, Rabblerini unutarak bir hayat yaşamaya başlamışlar, Allah ta onlara
kendilerini unutturuvermiştir. Kendilerini unutmuşlar adamlar, kendilerini
düşünmez olmuşlar. Peki kendilerini düşünmez olmuşlar da neyi düşünür olmuşlar?
Dünyayı, parayı, hayatı, arabayı, arabanın modelini, elbisenin güzelini,
tesbihin oltusunu, evlerinin, dükkanlarının dizaynını düşünür olmuşlar…
Arabalarının üzerinde meydana gelen küçücük bir çiziği düşünür olmuşlar da,
kendi ruh dünyalarında, ailelerinin, çocuklarının ruh dünyalarında oluşan
nerdeyse araba girecek büyüklükteki küfür ve şirk çiziklerini düşünmez olmuşlar.
Evlerinin boyasını, cilasını düşünmüşler de, kendilerinin, çocuklarının Allah
boyasıyla boyanmasını düşünmez olmuşlar. Çocuklarının boğazlarının doyurulmasını
düşünmüşler de, kalplerinin, kafalarının Allah’ın istediği bilgi ve imanla
doyurulmasını düşünmez olmuşlar.
Markı, doları düşünmüşler de,
Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı hiç dü-şünmez olmuşlar. Dışlarını düşünmüşler de,
içlerini, kalplerini dü-şünmez olmuşlar. Bedenlerinin ihtiyaçlarını düşünmüşler,
kalplerinin ihtiyacını düşünmez olmuşlar. Her şeyi düşünüyor, ama kendilerini
unutuyorlar. Kendi geleceklerini unutuyorlar. Halbuki insanın bu dünyadan
âhirete gidecek tek şeyi kendisidir. Malı, mülkü, atı, arabası, dükkanı,
tezgahı, evi, barkı, toprağı, tapusu, vatanı, ülkesi her şeyi burada kalacaktır.
Yaptığımız, ektiğimiz, diktiğimiz, bina ettiğimiz her şey bu dünyada kalacaktır.
Bunlardan sadece Allah için yaptıklarımızın kazancı bizimle birlikte öbür tarafa
gidecektir.
Eğer bu dünyada bizi bu dünyaya
getiren, bizi yaratıp bu dünyada imtihana çeken Rabbimizi, Rabbimizin dinini,
Rabbimizin kitabını, Rabbimizin elçisini, Rabbimizin bizden istediklerini
unutarak bir hayat yaşarsak, İslâm’dan uzak bir dünya yaşayacak olursak o zaman
kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizi unutacağız. Kendimizi ve hayatımızı
dünyada kalacak, bizimle birlikte yarına intikal etmeyecek boş şeylerin peşinde
bir ömür tüketerek eli boş olarak Rabbimizin huzuruna gideceğiz demektir.
İşte görüyoruz, insanlar
kendilerini, kendi geleceklerini unutuyorlar da nice boş şeylerin peşine
takılıyorlar değil mi? Allah’ın kendisini hatırlatmak üzere, kendilerine, kendi
kulluklarını, kendi kurtuluşlarını öğretmek üzere gönderdiği kitabını
unutuyorlar da başka nice kitapların peşine düşüyorlar. Kur’an’ı unutuyorlar da
nice gazetelerin, nice dergilerin, nice kitapların peşine takılıyorlar. Allah’ın
kendilerine örnek, model olarak gönderdiği peygamberini bırakıyorlar da,
nicelerinin arkasına düşüyorlar. Nicelerini kendilerine örnek biliyorlar. İşte
kim böyle Allah’ı unutursa, Allah da ona kendisini unutturacaktır. Allah onu
kendi haline bırakıverir de o insan dünyanın peşinde, dünyada kalacak şeylerin
peşinde yuvarlanır gider Allah korusun. Tamamen küfrün, şirkin, isyanın ve
günahların içinde boğulur gider. İşte bunlar fâsıklardır. Kalbi, düşüncesi,
ameli, hayatı bozuk olanlardır bunlar.
Fısk:
Kur'an öncesi metinlerde, meyvenin filizlenmesi, kabu-ğundan çıkması,
hayvanların, özellikle de farenin yuvasından çıkması anlamına gelir. Kur'an, bu
kelimenin anlam çerçevesini genişleterek, insanların ve başka varlıkların
emirden ve yoldan çıkması anlamında kullanmıştır. Fısk: Yoldan çıkma, doğru
yoldan sapma, iyilik ve güzel-likten çıkma, günaha batma, kötülüğe iyice dalma
anlamlarına gelir. Büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek
sure-tiyle Allah'a itaat etmekten çıkmaya fısk denir. Fısk işleyene, bu tür
davranışları gerçekleştirene de fâsık denir. En yaygın olarak kabul edilen
görüşe göre fısk, itaatten çıkma, dinin koyduğu sınırlardan dı-şarı çıkma anlamındadır. Bu kullanımıyla fısk, küfür
teriminden daha geniş bir kullanım alanına sahiptir. Buna göre, her kâfir
fâsıktır; ama her fâsık, kâfir değildir. Kur’an’daki kullanımından yola çıkarak
fısk, vahiy tarafından temizliği ve
iyiliği belirlenmiş şeylerden uzak kalmak veya dince çizilen güzel sınırlardan
dışarı çıkmak şeklinde tanımla-nabilir. Fısk, fıtratın dejenere olması ve yaratılıştan sapma olarak
an-laşılabilir.
Fısk
ve fâsık kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de toplam 54 yerde ge-çer. Kur’an, bazı
yerlerde fıskı iman; fâsığı da mü’min karşıtı bir an-lamda kullanmaktadır
(Secde, 18). Bazı yerlerde ise dinin emirlerine itaatin karşıtı olarak geçer
(Hucurât, 7, 11). Fısk ve çoğulu füsuk ke-limesinin geçtiği 7 âyette
müslümanların muhatap alındığı görülür.
Bu âyetlerde büyük günahların işlenmesinin, dinin emir ve yasaklarına
aykırı davranılmasının kastedildiği görülür. Hadislerde ve sahabe sözlerinde de
sıkça geçen fısk ve fâsık kelimeleri genelde bu son anlamda kullanılmıştır. Yani
genel kanı, fâsığın iman dairesi içinde olduğu merkezindedir. Yalnız,
unutulmamalıdır ki fâsık olan mü'min, ek-sik imanlı, kâmil olmayan bir
mü'mindir; böyle bir mü'mine dindar, muttakî, muhlis (ihlaslı) gibi sıfatlar
verilemez. Fısk ile küfür arasında bir yakınlık vardır.
Fâsığın
tanımı hakkında çeşitli tarifler bulunmakla birlikte, te-rim olarak "haktan
sapan, Allah'ın emirlerine itaatten ayrılan âsi mü'-min veya kâfir" diye
tanımlanabilir. Bazı âyetlerde yahudiler, hıristi-yanlar, müşrikler ve
münafıklardan söz edilirken çoğunun fâsık olduğu bildirilir (Mesela, Bakara, 99;
Al-i İmrân,110; Mâide, 47,59). Diğer bazı âyetlerde ise fısk ve füsuk mü'minlere
nispet edilir ( Bakara,197, 282; Nur,4). Fısk ve fâsık kelimeleri hadislerde de
geçmektedir. Hz. Peygamberimiz, mü'mine sövmenin günah (füsuk) olduğunu ve
fıskla itham edilen kişinin fâsık olmaması halinde bu sıfatın itham edene
döndüğünü söylemiş (Buhâri, Edeb 44; Müsned-i Ahmed, V/181), nimetlere
şükretmeyen ve belalara tahammül göstermeyen kadınların fâsık ve dolayısıyla
cehennemlik olduklarını haber vermiştir (Müsned-i Ahmed, 3/428).
Mutlak
fâsık, ilahî emirlere hiçbir noktada itaat etmeyen ve her bakımdan âsi olan
kimsedir ki buna kâfir denir. Mü'min fâsık ise, iman esaslarını tasdik ettiği
halde tembellik, gaflet ve şehvet sebebiyle ilahî buyruklardan birine itaat
etmeyen kişi olup sadece bir veya birkaç noktada fısk içinde bulunur. Sünnî
âlimlere göre fâsık mü'min, işlediği günaha göre kısas, had, ta'zir vb. cezalara
çarptırılır. Tevbe etmeden öldüğü takdirde, durumu Allah'ın iradesine bağlı
olup, O dilerse doğ-rudan doğruya veya şefaatçilerin şefaatiyle onu affeder,
dilerse ce-hennemde azaba uğrattıktan sonra cennete koyar. İlahî emirler, iman
ve amel olmak üzere ikiye ayrıldığına göre ikisine de uyan kâmil mü'-mindir;
ameli eksik olan ise fâsık mü'mindir. Zira fısk, daha çok amelle ilgili bir
kavramdır.
Fâsık,
dinin emir ve yasaklarını hafife alacak derecede güna-ha dalar, tevil
edilemeyecek şekilde fıskını izhar ederse küfre düş-mesinden korkulur; böyle bir
kimse bazı âlimlere göre kâfir olur. Fısk, imandan küfre geçişin bazen kuvvetli
bir tehlike halini alabildiği has-sas bir nokta oluşturabilmektedir. Bütün
bunlarla birlikte İslam âlimle-rinin büyük çoğunluğu fıskı, kebâir (büyük
günahlar) işleyerek Allah'a itaatten uzaklaşmak diye tanımlar ve fâsığı inkâra
sapmadığı sürece mü’min sayarlar. Dinî ıstılahta fısk, genellikle ‘imandan
çıkarmayan’ yasaklanmış eylemler anlamında kullanılmıştır.
Fıskla
ilgili âyetlerden anlaşılacağı gibi, fısk, doğru yoldan sapmayı ve Allah’ın
yasakladığı fiillerde bulunmayı ifade etmektedir. Fıskın sonu helak ve cehennem
ateşidir. Kâfirler, münafıklar ve müş-rikler mutlak anlamda fâsıktırlar; aynı
şekilde zâlimler de fâsıktır. Fıs-kın Kur’an’da
“füsuk” olarak ifade edilen ve
mü’minin işlediği “mü’-minlerle alay etmek ve onları hoş
olmayan lakaplarla çağırmak” gibi ve
benzeri amellerden tevbe
edilmezse, yine azabı hak edici
ol-makta ve fâsıklar, cehennem azabından kurtulamamaktadır. Her kâfir, münafık
ve müşrik, en azından küfrü, yalanlaması, nifakı ve şirki yüzünden fâsıktır.
Küfür, nifak ve şirkin dışında daha başka fısk olan ameller de vardır. Mü’min,
aslında temel vasıf olarak kâfir,
münafık veya müşrikin sıfatı olduğu halde, bu amelleri işleyebilir; böylece
fâsık olan mü’min, tevbe etmezse azabı hak eder. Mü’minin işlediği fısk onu
fâsık yapar. Fısk, temelde bir küfür eylemidir; fakat fısk, küfrün itikadî
amelini değil; fiilî amelini ifade eder. Yani, el, ayak, göz, dil gibi
organların işlediği yasaklanmış ameller fısktır ve bunları işleyen mü’-min,
itikadî yönden imanda ise de, işlediği fiil yönüyle amelî küfür için-dedir.
Demek oluyor ki fısk, küfrün fiilî / amelî yönünü ifade eden bir kavramdır.
Âlimler,
fıskı daha çok “büyük günahları irtikâp etmek” olarak tarif etmişlerdir. Bazı
âlimler ise, günahları küçük görmek ve onlarda ısrar etmek de fısktır derler.
Genel olarak fıskın üç mertebesi vardır. Birincisi, günahı çirkin kabul etmekle
beraber, yine de zaman zaman şeytanın vesvesesine veya nefsine uyup günah
işlemektir. İradesi zayıf olan insanlarda bu hal tekerrür eder. İkincisi: Günah
olduğunu kabul ve ikrar ettiği halde, sık sık aynı haramları işlemektir. İçki
tiryaki-lerinde veya kumar düşkünlerinde bu hal görülür. Üçüncüsü: Ha-ram
olduğunu inkâr edip, ısrarla fısk olan davranışı yapmaktır. Fıskın birinci ve
ikinci mertebelerinde bulunan müslümanın tevbe etmesi gerekir. Üçüncü mertebede
bulunan insanın ise, müslüman olduğunu iddia ediyorsa, bu yaptığı fısk onu küfre
düşürdüğünden tecdid-i iman etmesi ve İslam’a teslim olması şarttır.
20. “Cehennemliklerle cennetlikler bir
değildir. Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir.”
Cennet ashabıyla cehennem ashabı
asla birbirlerine müsavî olmazlar. Cennetin sohbetçileriyle cehennemin
sohbetçileri, cennetliklerle cehennemlikler asla birbirlerine eşit olmaz, denk
olmazlar. Hiç Allah’a, Allah’tan gelen hayat programına inanmış ve bu imanına
dayalı bir hayat yaşamış bir Müslümanla bir kâfir birbirlerine denk olur mu?
Bunların dünyadaki hayatları bir değil ki âhiretteki hayatları bir ve benzer
olsun? Bunların ne inançları, ne düşünceleri, ne hayatları, ne de hedefleri
birdir. Ne kalpleri, ne gözleri, ne kulakları, ne de diğer âzâları birbirine
denktir. Mü’minin kalbi Allah sevgisiyle, imanla dopdoludur. Mü’minin gözü Allah
için bakar, Allah için görür. Kulağı Allah için işitir, ayakları Allah için
yürür, elleri Allah için tutar. Mü’minin kalbinde, mü’minin hayatında emniyet
vardır, güven, huzur ve sükun vardır. Kâfirin kalbinde ve dünyasında
huzursuzluk, korku, ümitsizlik vardır.
Yani yaşadıkları hayatlarında
denk olmadıkları gibi ölürlerken de asla bir olmayacaklardır. Kur’an’ın başka
âyetlerinden öğreniyoruz ki, mü’minlerin ölümlerine gökler ve yer ağlayıp göz
yaşı dökerken, kâfirlerin gebermesine sevinmektedirler. Ölümleri esnasında
müminlere Allah’ın Melekleri gelerek: “Korkmayın! Üzülmeyin! Biz sizinle
beraberiz! Cennete kadar sizi bırakmayacağız!” müjdesini verirken, kâfirler için
azap üstüne azap tehditleri gelmektedir. Mü’minler ölümle yepyeni ve hesapsız
güzellikte bir hayata giderken, kâfirlerin öbür tarafta hayatları olmayacaktır.
Bu dünyada kâfirlerle mü’minler denk,
birbirlerine benzer olmadıkları gibi, âhirette kesinlikle denk olmayacaklardır.
İmandan ve mü’minden razı olan Allah, asla küfürden ve kâfirlerden razı olmaz.
Allah asla kâfirlerin yaşadıkları hayatı onaylamaz, onları mü’minlerle bir
tutmaz, tutmayacaktır.
Cennete geçiş vizesi alanlar, cennete
pasaport alanlar işte onlardır. Cennet öncesi barikatları Allah’ın yardımıyla
aşarak cennete girecek olanlar, kurtuluşa erecek olanlar bunlardır. Muradlarına
eren-ler, cennete eşlik edenler bunlardır.
İşte bu âyetlerin beyanıyla insanlar
iki gruba ayrılmaktadırlar. Cennetlikler ve cehennemlikler. Cennetin
sohbetçileri, cehennemin yaranları. Engelleri aşamayarak geri kalanlar,
gericiler, tüm engelleri aşarak cennete uçanlar.
Peki acaba fâizûn’dan, cennete
ulaşanlardan olabilmek için insanın önünde bir kılavuz, bir mihmandar, bir yol
gösterici var mı? Bunun bilgisini insan nereden kazanacak? İnsan bu dünyada
göremediği engelleri nasıl keşfedebilecek? Elbette bizi yaratan, bizi bu dünyada
imtihana çeken Rabbimiz bizi hidâyetsiz, bilgisiz, yolsuz, yordamsız
bırakmamıştır. İşte şu elimdeki kitabı bize hidâyet, kılavuz olarak
göndermiştir. Bakın işte bu hidâyet kaynağında bundan sonraki âyetinde bunu
şöylece açıklıyor:
21. “Ey Muhammed! Eğer Biz Kur’an’ı bir dağa
in-dirmiş olsaydık, sen, onun, Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu
görürdün. Bu misâlleri, insanlar düşünsünler diye
veriyoruz.”
Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağ
üzerine indirmiş olsaydık sen o dağı Allah haşyetiyle parça parça olmuş
görürdün. O dağın kıymetini bildiği, gücünü, kudretini tanıdığı Allah karşısında
böyle bir durum, böyle bir konum, böyle bir vaziyet aldığını görürdün. Göklerin
ve yerin sahibi, tüm varlıkların Rabbi karşısında o dağın böyle divan durduğunu,
boyun büktüğünü görürdün. Rabbinin bu kitabıyla, hitabıyla, emir ve nehyleriyle
karşı karşıya kalan dağın Rabbine karşı: “Buyur ya Rabbi! Emret ya Rabbi!” deme
pozisyonu içinde bulunduğunu görürsün. Yaratıcısını tanıyarak, kendisini var
eden ve ayakta tutanın O olduğunu bilerek O’nun huzurunda teslimiyet gösterir
görürdün.
İşte dağ böyle bir vaziyet
alırdı, buyuruyor Rabbimiz. Paramparça, darmadağın olurdu. Yani Rabbinin
âyetlerini algılayacak bir şe-kil alırdı, buyuruluyor. Aslında bir şeyin böyle
paramparça olması için onun tüm hücrelerine etki edecek bir darbenin vurulması
icap eder. Parçalanan şeyin de bu darbeyi algılayacak bir güçte olması gerekir.
Şuurlu bir etkileniş, algılanan bir şey karşısında tepki gösterişi söz konusu
olmalıdır.
Bakın âyet-i kerimede bir inmeden
söz ediyor Rabbimiz. “Eğer bir bu kitabı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık...”
O zaman inmeyi ta-nımak zorundayız. Meselâ alalım şu Kur’an’ı, yakınımızdaki
dağa götürelim. Koyalım bu kitabı dağın üzerine. Hiçbir dağın bu şekilde
parçalandığını görmeyiz değil mi? Neden? Çünkü ona inme denmez. Bize de böyle
inmediği için, biz de kitapla böyle bir diyaloga girmediğimiz için bize de
etkili olamıyor kitap. Hayatımıza inmeli kitap. Mutfağımıza,
kazanmamıza-harcamamıza, gecemize-gündüzümüze, evimize, dükkanımıza, hayatımızın
tümüne indirgemeliyiz bu kitabı. Adım atarken bile bu kitabın sorumluğu altında
olduğumuzun bilincine ermeliyiz ki, kitap bizim üzerimizde de etkili olabilsin.
Değilse işte oku-yoruz, tanıyoruz ama, ondan bağımsız bir hayat yaşadığımız
sürece aynı etki bizde olmamaktadır.
İşte dağ Allah’a saygısından, Allah’ı
tanımasından dolayı Allah’ın kitabıyla muhatap olmuş olsaydı böyle bir tavır
alırdı. Rabbimiz buyuruyor ki, işte bunu, bu misâlleri insanlar için örnek
veririz, belki onlar bunun üzerinde düşünürler, kafa yorarlar, anlarlar,
değerlendirirler de bir netice çıkarırlar diye. Öyleyse Rabbimizin bize sunduğu
bu misâl üzerinde ciddi ciddi düşünmemiz, anlamamız ve ders çıkarmamız
gerekecektir. Bu kitap bir dağ üzerine inmemiştir. Bu kitabın muhatabı bir dağ
değildir. Kitabımızın bir başka âyetinden öğreniyoruz ki, Rabbimiz önce bu
emaneti onlara arz ediyor, onlar çekiniyor bunu yüklenmekten de insan kabul
ediyor.
“Doğrusu Biz, emaneti (sorumluluğu)
göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve
ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan ise onu
yüklenmiştir.”
(Ahzâb 72)
Bu emaneti, bu kulluk mükellefiyetini
insan kabul etmiş ve bu Kur’an insana indirilmiştir. Rasulullah Efendimizin
göğsüne indirilmiştir. İnsanlığa hidâyet rehberi olarak indirilmiştir. Dağlara
değil de bize indirilmiş olduğuna göre bizim de tıpkı dağlar gibi bu kitap
karşısında hâşi’ olmamız gerekecektir. Rasgele birisinden gelmiş bir kitap, bir
söz, bir yasa değildir bu Kur’an. Bizi yoktan var eden, bu hayatı var e-den,
bizim sahibimiz, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın kitabıdır bu kitap.
Öyleyse Rabbimizin bu emirnamesi karşısında derhal el pençe divan durarak:
“Emret ya Rabbi! Buyur ya Rabbi! Sen ne istiyorsan! Sen ne buyuruyorsan! Sen
nasıl istiyorsan ben aynen yerine getireceğim! Yap dediklerini yapacak, yasak
dediklerinden kaçınacağım! Huzurunda bunun için varım! Emir ve nehiylerin
karşısında boynum kıldan incedir!” pozisyonu içinde bulunmak zorundayız.
Bizler de tıpkı Rabbimizin
anlattığı bir dağ gibi olmak zorundayız. Rabbimize ve kitabına karşı bir dağın
takındığı, takınacağı bir tavır içinde olmak zorundayız. Allah’ın âyetlerini
okumak, öğrenmek, anlamak, duymak, hissetmek, sarsılmak, tavır almak zorundayız.
Bütün âzâlarımızla mütesaddi olmak zorundayız. Yani tüm âzâlarımız Allah’ın
kitabından, Allah’ın buyruklarından etkilenmeli, şekillenmeli ve harekete
geçmelidir. Allah’a saygımızdan, haşyetimizden, Allah’ı tanımamızdan,
bilmemizden dolayı tüm benliğimizle O’na yöneleceğiz. O’ndan gelecek emir ve
nehiylere mutlak bir teslimiyet göstereceğiz.
Rabbimizin kitabı bu kadar azametli, bu
kadar ağırlığı olan bir kitaptır. Mahlukât üzerinde bu kadar ağırlığı, bu kadar
dehşeti olan, dağların bile azameti karşısında tahammül edemeyeceği, tuz-buz
olacağı bu kitap insanlar üzerinde de öylesine inkılâplar, öylesine değişimler
gerçekleştirmiştir ki, dağlar gibi toplumlar, dağlar gibi milletler bu kitap
karşısında erimek zorunda kalmıştır. Bu kitap nice insanların, nice toplumların
kayalar gibi katı kalplerini eritmiş, düşüncelerini değiştirmiş, alışılmış
hayatlarını değiştirmiştir. Sırtlanları sırtlanlıkta geride bırakmış nice
nesilleri meleklerin üstüne çıkarmıştır. Nice insanların ölü kalplerini
diriltmiş, nicelerini hayata ve dirilişe kavuşturmuştur. Nicelerini fıtratlarına
döndürmüştür bu kitap. Emir Allah’a aittir. Hâkimiyet, egemenlik tamamıyla
Allah’a aittir. Tüm bunları yapan Allah’tır.
İşte bizler de Allah’ın kitabı
karşısında böylece bir tavır takınabilir, bu kitapla kendimizi diriltebilirsek o
zaman yukarda anlatılan cennet ashabından olma imkânını elde etmiş olacağız.
Allah hepimizi muvaffak kılsın.
Peki Rabbimiz bu
misa li bize niçin
vermiş?
Umulur ki onlar tefekkür ederler. Bizle
bu misa l üzerinde tefekkür edeceğiz,
Rabbimiz bizden bunu istiyor. Tefekkür; herhangi
bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme ve işin şuuruna varma.
Tefekkere fiili, üç harfli olan "fekere" fiilinden türemiştir. Fekere kök fiili
ve ondan türemiş olan tefekkere, efkere, fekkere ve if-tekere fiilleri aynı
anlamdadırlar. Tefekkürün zıddı, fikirsizlik ve düşüncesizlik demektir. Tefekkür
insana mahsus bir özelliktir. İnsan, tefekkür sayesinde diğer varlıklardan
ayrılır ve üstün olur. Tefekkür ancak kalpte tasavvuru mümkün olan şeyler
hakkında yapılabilir. Onun için, Allah'ın yarattığı varlıklar hakkında tefekkür
mümkündür. Fakat Allah'ın zatı hakkındaki tefekkür mümkün değildir. Çünkü Allah
hiç bir şekilde suret olarak vasıflandırılamaz ve şekil olarak hayal edilemez
(İsfahânî,
Müfredât, İstanbul 1986, 578).
Hz.
Muhammed (s.a.s)'e en çok etki eden âyetlerden biri, te-fekkürle ilgilidir. İki
kişi Hz. Aişe (r.a)'ı ziyaret etmişler. Onlardan biri, "Hz. Muhammed (s.a.s)'de
gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?" deyince, Hz. Aişe (r.an)
şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı.
Namazda çok ağladı. Gözle-rinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında
yerleri ıslattı. Sa-bah ezanı için gelen Hz. Bilâl (r.a): "Ya Resulullah
(s.a.s)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan
nedir?" de-yince, o: "Bu gece Yüce Allah bir âyet indirdi. Beni bu âyet
ağlatmak-tadır" dedi ve âyeti okudu: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin
ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sahipleri için ibret verici
de-liller vardır” (Âl-i İmrân,190). Ondan sonra Resulullah (s.a.s): "Bu â-yeti
okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun"
dedi.
Bu
âyette, tefekküre davet edilen akıl sahiplerinin durumunu açıklayan bir sonraki
âyetin meâli de şöyledir: "Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken
Allah'ı anarlar, gözlerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler
(düşünürler). Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi
ateş azabından koru!.." (Âl-i İmrân, 3/191).
İbn
Abbas (r.a)'ın naklettiğine göre, bazı insanlar Allah'ın zatı hakkında düşünmek
istediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s) bu hususta şu açıklamada bulundu:
"Allah'ın yarattıkları hakkında dü-şünün. Allah'ın zatını düşünmeyin. Allah'ın
şahsı hakkında düşünme-ye güç yetiremezsiniz"
Lokman
(a.s) yalnız başına tenha bir yerde oturup tefekkürde bulunurdu. Kendisine:
"Niye yalnız oturuyorsun? İnsanlarla oturup sohbette bulunsan, daha iyi olmaz
mı?" diye sormuşlar. Lokman (a.s) şu cevabı vermiştir: "Uzun süre yalnız kalmak,
tefekküre daha müsaittir. Uzun süre tefekkürde bulunmak da, insanı cennetin
yoluna sevk eder" Ömer b. Abdülaziz tefekkür hakkında şöyle demiştir: "Yüce
Al-lah'ın nimetlerini düşünmek, en faziletli ibâdetlerdendir". İmâm Şafiî de:
"Herhangi bir konuda hüküm çıkarırken, tefekkürden faydalanın" diyerek,
tefekkürün usûl ilmindeki önemine işâret buyurmuştur.
Tefekkürün
neticesinde insan geniş bir ilme sahip olur. İnsanın ilmi artınca da, kalbinin
hali değişir. Onun neticesinde de, insanın hali ve hareketleri değişir.
Görülüyor ki insanın bilgisinin artması ve davranışlarının düzelmesi, tefekkürle
başlar. Onun için Yüce Allah Kur'an'da çeşitli hususları dile getirdikten sonra
"... Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) insanlar için ibretler vardır"
Tefekkürle
aynı kökten meydana gelen kelimeler, Kur'an'da on sekiz yerde geçmektedir.
Kur'an'da birçok âyette, akıl erdiren, düşü-nen, bilen insanlar için ibretler
vardır denmekte ve tefekkür anlamını ifâde eden pek çok kelime kullanılmaktadır.
Olumlu tefekkür olduğu gibi, olumsuz tefekkür de vardır. Doğru olmayan
tefekkürün neticesi de doğru olmaz. Ancak salim kalbe sahip olan insanların
tefekkürü sağlıklı olabilir. İslam dininin istediği tefekkür, hiç şüphesiz
sağlıklı olanıdır. İnsanları bu olumlu tefekküre davet eden âyetlerden birisi
işte bu âyettir: "Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın korkusundan
onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misa lleri,
tefekkür etsinler diye insanlara veriyoruz"
İslâm'ın
bu kadar önem verdiği olumlu tefekkür, insanı taklit-çilikten kurtarmaktadır.
Meselâ, "dünya hayatı geçicidir; ahiret hayatı ise ebedidir. Ebedi olan şeyi
geçici olan şeyden üstün tutmak daha iyidir" şeklindeki bir nasihati dinleyip
ahiret için çalışan insan, başka-sını taklit ederek kendisini iyi yola sevk
etmiş olur. Fakat tefekkürün yani derin bir düşüncenin neticesinde bu kanaate
varan ve ona göre bilinçli hareket eden kişi, her zaman için daha kârlı çıkar.
Bilerek kötü şeyden korunmuş ve iyiyi tercih etmiş olur. Aynı zamanda
başkalarını taklit etmekten kurtulur; kendisi başkalarına yol
gösterir.
'Tefekkür',
fikr kökünden türemiştir. 'Fikr', bilinenden bir ilme (kesin bilgiye) ulaşma
kuvvetine denir. Bir başka deyişle, fikr, görgü ve bilgileri bir tertibe koyup
bildiği şeyi düşünmek, sonu önceye bağ-lamak demektir. 'Tefekkür' ise, 'fikr'
kuvvetinin hareket etmesine, fikir faâliyetine denir. Bu, herhangi bir şey
hakkında düşünme, kafa yor-ma, zihni çalıştırma, işin şuuruna varma
anlamındadır. Aslında bütün zihin faâliyetlerinin yeri kalptir. Kişinin bir şeyi
bilmesi, onun farkına varması, bir şeye şâhit olması, bilginin kendisi için
kesinlik kazanması (yakîn) gibi faâliyetler kalbin işlerindendir. Bunlar
arasında şuur, du-yuların dış dünya ile ilişkiye geçmesi sonucu oluşan ve kalbe
ulaştığı zaman belli bir bilgi meydana getiren şeydir. İnsan, bir şeyin şuuruna,
yani farkına vardıktan sonra, şuuruna vardığı şeyler hakkında düşün-meye,
kalbinde onlar hakkında bir iz bulmaya başlar. İşte kalpteki bu faâliyetin adı
tefekkürdür.
'Tefekkür',
bilinen birtakım şeylerle, kesin bir bilgiye ulaşabil-me gücünün hareketidir.
Kalbin, bir şeyi tanıma, bilme ve o şey hak-kında bir bilgiye ulaşma
çalışmasıdır. 'Tefekkür' faâliyeti tamamen in-san kalbinin bir faâliyetidir.
Hayvanlar hakkında kullanılmadığı gibi, 'Allah fikir sahibidir, Allah tefekkür
etti' de denilmez. 'Tefekkür' bir an-lamda kalpte bir sûretin (bir şeklin)
meydana gelmesine imkân tanır. Halbuki Allah (c.c), her türlü sûretin, şeklin
üzerinde olduğu gibi, zâten ilmiyle her şeyi nasılsa öylece bilir. O'nun,
varlıkların sûretleri üze-rinde -insan gibi- fikir sahibi olması
düşünülemez.
Allah'ın
(c.c) varlığı hiçbir zaman kavranılmaz, hiçbir sûretle (şekille)
nitelendirilemez. Bu bakımdan O'nun şekli (sûreti) hakkında değil de,
yarattıkları veya verdiği ni'metleri, gözler önüne serdiği âyet-leri hakkında
düşünülür, tefekkür edilir. Allah'ın (c.c) varlığı O'nun â-yetleriyle bilinir
ki, buna da 'ma'rifet' denilir. Bu anlamda O, ne düşü-nülendir (mütefekker'dir),
ne de ma'lumdur (bilinen'dir). Ancak, O ma'-ruftur, yani âyetleriyle tanınandır.
Allah (c.c) düşünen (mütefekkir) de değildir. Bu bakımdan O'nun gönderdiği vahy,
yani İslâm bir fikir ola-maz.
Kur'an'ın
ifâdesine göre 'tefekkür', Allah'ın kelimeleri, âyetleri, yarattığı nesneler,
tüm varlıklar, oluşlar ve O'nun tarafından meydana getirilen olaylar üzerinde
kafa yorup aklı çalıştırarak düşünme, ibret alma, bunların arkasındaki gerçeğe
ulaşma, bir anlamda Allah'ın Rabliğine varma faâliyetidir.
Nitekim
Kur'an, birtakım nimetleri veya oluşları saydıktan sonra, insanları tefekkür
etmeye çağırıyor. Bu tefekkür insanı, nesnelerin ve olayların dış kabuğunda
takılı kalmaktan alıkoyacak, onu İlâhî gerçeğe götürecektir. Bu tefekkürden
mahrum olanlar, eşyanın yaratılışının
hikmetini, olayların arkasındaki kudret elini, yaratılıştaki sırları ve
Yüce Rabbin büyüklüğünü anlamazlar. Onlar dış görünüşlerle, kaba bilgilerle,
eşyaya güçleri yettiği kadar sahip olmakla uğraşırlar. Bilimsel bilgilere
ulaşsalar bile, bütün oluşumların, görünen şeylerin arkasındaki hikmeti
düşünmezler. Ama iman edenler, Allah'ın âyetlerini ve bunların hikmetini
düşünerek, bunların niçin yaratıldığını anlamaya çalışırlar. Sonra da âlemlerin
Rabbi Allah'a teslim olurlar.
Tefekkür
etmek, Kur'an'ın bir emridir. Kalbin bu faâliyetiyle mü'min, hem Allah'ın
ni'metlerini düşünerek ibâdet eder, hem birtakım konularda bilgiye ulaşır, hem
kalbini lüzumsuz işlerden uzaklaştırır, hem de kişinin kendisine kendini
hatırlatır. Tefekkür eden kişinin kalbi değişir. Kalbin iyi yöne doğru
değişmesi, kişinin ahlâkının iyiye doğru gitmesinin başlangıcıdır. Allah'ı,
O'nun âyetlerini, ölümü ve ölümden sonrasını, hesabı ve cehennemi çok
düşünenler, elbette kendilerine çekidüzen verenlerdir.
Kur'an,
insanları akıllarını kullanmaya, tefekkür etmeye, ibret almaya dâvet ediyor.
Kur'an, bazı konuları dile getirdik-ten sonra, "şüphesiz bunda tefekkür eden bir
topluluk için ibretler var-dır" demektedir. İşte onlardan birisi de bu âyettir:
Eğer Kur'an bir da-ğın tepesine indirilseydi dağ paramparça olurdu. Allah (c.c)
böyle ör-nekleri insanlar tefekkür etsinler diye
vermektedir.
Bundan sonra Rabbimiz bize
kendisini tanıtacak. Esmâsın-dan söz edecek ve her bir esmâsı karşısında bizden
bir şeyler isteyecek, tavır isteyecek. Bakın şöylece tanıtmaya
başlıyor:
22. “O, görüleni de görülmeyeni de bilen,
kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır. O, acıyıcı olandır,
acıyandır.”
O Allah’tır. Zâtında tüm
yücelikleri toplayandır. Kendisine kulluk yapılacak, itaat edilecek, sözü
dinlenecek, çektiği yere gidilecek tek varlıktır. Kendisinden başka kendi
özelliklerine sahip başka hiçbir İlâh olmayan Allah’tır. Dışındaki tüm
varlıkların tamamının boynundaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, tüm
varlıkların kendisinin kulu olduğu varlık O’dur. Her varlığın kendisine mahsus
bir kulluk programı vardır. Tüm varlıklar için böyle olduğu gibi, insan için de
böyle olmalıdır. İnsan sadece Allah’a kul olmalı, sadece Allah’ı dinlemelidir.
Allah’tan başkalarına boyun bükmemeli, Allah’tan başkalarına itaat etmemelidir.
Çünkü Allah tek İlâhtır. Kendisinden başka İlâh olmayandır. İnsan sadece O’nu
İlâh bilecek, sadece O’nun arzularını gerçekleştirecek, itirazsız ve gönül
rahatlığı içinde sadece O’nun isteklerini yerine getirecek, sadece O’nun
uğrunda, O’nun yolunda can ve mal feda edecek, sadece O’nun için hayat
yaşayacak, sadece O’nun hayat programını uygulayacak, hâsılı boynundaki kulluk
ipinin ucunu sadece O’nun eline verecektir.
Çünkü göklerde ve yerde tek İlâh,
tek Velî Allah’tır. Tüm varlıklar adına,
tüm kulları adına onlara sormadan onlar adına karar ver-me makamında olan tek
varlık Allah’tır. Tüm varlıklar adına kanun koymaya, onlara din ve şerîat
belirlemeye, onlara hayat programı çiz-meye yetkili tek varlık Allah’tır. Çünkü
onları yaratan O’dur. Onların sahip oldukları her şeylerini onlara lütfeden
O’dur; sonunda onları öldürecek ve hesaba çekecek olan da O’dur. O’nun dışında
hiçbir kimsenin bu konuda tek kelime bile söz söylemeye hakkı yoktur. Allah-tan
başka hiçbir kimsenin kanun yapmaya, Allah’tan başka hiçbir kim-senin din
belirlemeye, hayat tarzı koymaya, hayat programı belirleme-ye hakkı yoktur. Din
koyucusu sadece Allah’tır. Hayat programını belirleyici sadece O’dur. Çünkü tüm
varlıklar O’nundur, herkes ve her şey O’nun kuludur, O’nun mülküdür ve mülkünde
söz hakkı da O’na aittir. Bizler böylece inanarak ve Allah’tan başka İlâh
olmadığına şahadette bulunarak imanlarımızı ortaya koymak
zorundayız.
Gaybı bilen de Allah’tır. Bilinen,
bilinmeyen, görünen, görülmeyen âlemleri bilen sadece Allah’tır. Gayb bilgisi
sadece Allah’a aittir. Gaybının anahtarları sadece O’nun elindedir. Rabbimiz bu
bilgisinden melekleri vasıtasıyla peygamberlerine bir şeyler aktarmıştır.
Öyleyse anlıyoruz ki bizim insan olarak şu görünen, bilinen âlemle alakalı
bilgilerimiz de eksiktir, yanlıştır. Onların en doğrusunu bilen de Allah’tır.
Onun içindir ki bu dünya hayatında insanlar sürekli değişik nazariyeler ortaya
atmaktadırlar. Bir sonraki bilgileri, bir sonraki düşünceleri bir öncekine
nazaran farklıdır. Herkes ayrı şeyler düşünmektedir. Yasalar, yönetmelikler,
fikirler, düşünceler değişmektedir.
Yine Allah Rahmân ve Rahîmdir.
Kullarına karşı son derece merhamet sahibidir. Rabbimizin genel rahmeti altında
olmayan, O’-nun genel rahmetinden istifade etmeyen bir tek varlık yoktur. Özel
rahmetine ise yarın cennete sadece mü’minler lâyık olacaklardır. İşte kullarına
karşı bu rahmeti gereği Rabbimiz bize bilgilerini açmakta, biz kullarına kitap
göndermektedir. Rahmeti gereği kullarını yaratmakta, yaşatmakta, doyurmakta,
beslemektedir. Rahmeti gereği kullarının dönüşünü kabul etmektedir. Rahmeti
gereği kullarının seyyiatlarını hasenata çevirir. Her an kullarına rahmet
kapıları açar.
23. “O, kendisinden başka tanrı olmayan,
hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü,
buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah'tır. Allah putperestlerin koştukları
eşlerden münezzehtir.”
Allah kendisinden başka İlâh
olmayandır. Sık sık kitabında Rabbimiz bu özelliğini vurgular. Çünkü bu göklerin
ve yerin üzerine kurulduğu yasadır. Gökler ve yer, göklerde ve yerde olanların
tamamı işte bu tevhid esasına göre kurulmuştur. Tüm kâinatta Allah’tan
başkalarını İlâh kabul etmeme yapısı vardır. Güneşler, aylar, yıldızlar, yerler,
gökler, dağlar, taşlar, hatta insanın tüm âzâları sadece bu de-ğişmez yasaya,
Allah’a kulluk yasasına teslimdirler. Onun içindir ki insanın da bu yasaya
teslim olması gerekir. Fıtratıyla teslim olduğu bu Allah yasasına iradesiyle de
teslimiyet göstermesi gerekir.
Allah Meliktir, Mâliktir. Her şeyin
sahibi ve Mâliki O’dur. Mülkün sahibi O’dur. Göklerde ve yerde ne varsa sadece
O’na aittir. Mülk elinde olan ve onu kullarından dilediğine verendir. İşte
geçici olarak o mülkünü insanlara vermiştir. Tabii kâfirlere de vermiştir
Rabbimiz. Mülk O’nun olunca da mülkü konusunda söz sahibi de O olacaktır.
Mülkünde yasa belirleme, mülkü konusunda hayat programı tespit etme konusunda
söz hakkı sadece O’na aittir.
Kuddûs’dur Allah. Mübarektir.
Tertemizdir, kusursuzdur, mükemmeldir, ayıbı, lekesi, kusuru yoktur. Zâtı temiz olduğu gibi, mülkü de temizdir.
İnsanlar müdahale edip bozmadıkları sürece tüm mülkü temizdir Rabbimizin.
Kulları adına belirlediği hayat programı da, dini de temizdir. Yarattığı her
şeyde bir hikmet, temizlik ve güzellik vardır.
Allah Selâmdır. Kullarına selâmet
verendir. Kullarına selâmet, esenlik verendir. Allah selâmdır, kullarını selâmet
yurdu olan cennete çağırmakta, cennet yollarını göstermektedir. Cennet yollarını
açmak için insanların önlerine kitap koymuş, peygamberler koymuştur.
Evet, Allah’ın
selâm diye bir adının olduğunu biliyoruz. Hattâ İşte Haşr sûresinin 23. âyeti
Allah’ın bu adını bize hatırlatıyor. Allah selâmdır. Hem teslimiyet dini olan
İslâm’ı ortaya koyandır, hem kendisine teslim olunması gerekendir, hem esenlik
verendir, hem esenlik yurdu olan cennetin sahibidir, hem sadece onunla selâmete
ulaşılan, o selâmda tutarsa, o selâmete erdirirse ancak o zaman selâmette
olunur.
Selâm;
esenlik demektir. Selâm; gamsız, dertsiz, kasavetsiz, çilesiz, sıkıntısız,
üzüntüsüz, yâni her tür olumsuzluktan uzak bir ortam demektir. Bu anlamıyla
selâm; ancak cennetteki hayatın adıdır. İşte Kur’an bize cenneti, belki de o
sebeple; “dâru’s selâm” diye tanıtır. Selâm yurdu, selâmet yurdu. Selâm;
selâmette olmaktır. Rahat ve huzur içinde bulunmaktır. Gamsız kedersiz
olabilmek, üzüntüden uzak bulunmak demektir. İşte ondan dolayı bir müslüman bir
müslüma-na selâm verir. Sadece müslüman, müslümanla selâmlaşır. Böylece der ki;
“Allah sana selâm versin, Allah seni selâmda kılsın, ya da Allah seni dâru’s
selâmda, yâni cennette kılsın” İşte bu sadece müslü-man için söylenir.
Namazdan
sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz; “Allahümme entes selâm ve minkes selâm” dememizi
ister. Aynı konu değil mi? Selâm veriyoruz namazda, “esselâmü aleyküm ve
rahmetullah” diyoruz. Dönüp bir de sol tarafımıza selâm veriyoruz. İşte
namazdayken insan aslında Allah’ın selâm sıfatını canlı bir eylem olarak
hatırlıyor, bunu da sözlü olarak ifade ediyor arkasından. “Allah’ım, sen
selâmsın, selâmet de sendendir” diyerek.
Zeynep
Gazâlî zindanda beni selâm kurtardı diyor. Ben namazla yalnız olmadığımı anladım
diyor. Allah’la beraber, meleklerle beraber olduğumu anladım diyor.
Aslında
selâm ve selâmet insanın yarınki özleminin adıdır. Cennet özleminin ifadesidir.
Müslümanlar bir birlerine işte böyle dua etmelidirler karşılaştıklarında. Yâni;
“ey kardeşim, Allah sana cennet versin! Cennete gidesin” demelidirler.
Müslümanlar hangi şart altında olurlarsa olsunlar buna fırsat kollarlar, imkân
ararlar. Meselâ koşuyor biri, diğeri duruyor. Birisi yürüyor, diğeri bekliyor.
Veya ayaktadır birisi, diğeri oturuyor. Biri tek başına, ötekileri çoktur.
Birisi binitlidir, diğeri yayadır. Ne fark eder? Karşılaştılar mı mutlaka bir
birlerine selâm vermelidirler. Ama bunun da bir kuralı vardır elbette. Daha bir
hareket halinde olan, daha bir etkin durumda olan, daha bir çok olan diğerine
selâm versin. Ayakta olan oturana, yürüyen durana, koşan yürüyene, binitli olan
yaya gidene, az olan çok olana selâm versin. Bunlar kolay, zaten alışkanlık
haline getirdiğimiz bir dua modeli. Selâmün aleyküm ve aleyküm selâm. Ama önemli
olan karşımızdaki cennetlik olasın, Allah sana cennet versin, ben senin için
cennet diliyorum diyebilmektir. Hattâ sahabeyi görüyoruz, eğer birlikte yürüyen
iki kişinin arasını bölecek bir ağaç çıkmışsa karşılarına, ağaçtan sonra tekrar
yan yana gelmişlerse yine bir birlerine selâm veriyorlardı. Ama değmez miydi?
Fırsat değil miydi? Bunu değerlendirmek zorunda değiller miydi? Yâni bir
birlerine Allah sana cennet versin demeli değiller miydi?
Ama
bu konuda dikkatli olacağımız bir bölümü de söyleyelim inşallah. Bunu bir
reflekse dönüştürmemeliyiz. İçimizden biri girse ya-nımıza; “Selâmün aleyküm”
çıksa dışarıya tekrar girse; “Selâmün a-leyküm” sonra otursa; “Selâmün aleyküm”.
Hattâ birimizin önüne gelse “Selâmün aleyküm” ötekisinin önüne gelse “Selâmün
aleyküm” herkese tek tek selâm verse. Öyle olmaz galiba değil mi? Müslümanlar
birinin yediği yemeğin artığını bir başkalarına ikram edebilirler, bu güzel bir
şeydir. Ama özellikle öyle yapmaya çalışmak, yani hep karşısındakine artık
sunmaya çalışmak ne kadar abes değil mi? Birisi bir bardaktan su içmiş, arta
kalanı da diğer bir müslüman içivermiş, ne kadar güzel. Ama bu işi kural haline
getirip, hayır sen bundan bir yudum al, ben de senin artığını içmek istiyorum
demenin anlamı yoktur. İşte selâm konusunda da hayatı yaşarken selâmlaşmanın
önemini anlamaya çalışıyoruz.
Allah Mü’mindir. Allah imanı ortaya
koyandır, imanı gösterendir, imana sevk eden, imana çağırandır. Allah emindir,
emniyeti ortaya koyandır, kullarına emniyet verendir, kullarını emniyete ve
güvene sevk edendir. Kalpleri emniyete, güvene kavuşturan O’dur. Kalplerden
korkuyu atan O’dur.
Müheymin’dir Allah. Her şeyi
denetleyen, her şeyi kontrol eden, her şeyi murakabesi altında tutandır. O’nun
denetiminden, O’-nun gözetiminden uzak kalabilecek hiçbir varlık yoktur. Hiçbir
zerre yoktur ki O’nun bilgisi ve murakabesi altında olmasın.
Allah Azîzdir, yenilmezdir. Allah,
izzet ve şeref sahibidir.
Cebbâr’dır Allah. Kullarına istediğini,
dilediğini yaptırandır. Kullarına hükmedendir. O’nun iradesinin, O’nun emrinin
önüne geçebilecek hiçbir varlık yoktur. Kimse O’nun iradesini engelleyemez.
Kimse O’nun hükmünü sınırlayamaz. Cebbâr’dır Allah. Yaraları saran, gönülleri
dindiren, dertlere şifa verendir. Gönüllere huzur ve sükûnet veren O’dur.
Mütekebbir’dir Allah. Büyüktür.
Büyüklenmek hakkına sahip olandır. Çünkü tüm yüce isimler, tüm yüce sıfatlar
sadece O’na mahsustur. Bizler O’na karşı küçüldükçe küçüleceğiz, mütevazı
davranacağız. Rasûlullah Efendimizin; "Kalbinde
hardal tanesi kadar iman olan hiç bir kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal
tanesi kadar tekebbür bulunan hiç bir kimse de cennete giremez"
(Müslim,
İman, 147, 148, 149)
(Ebû
Dâvud, Libâs, 26)
Bu
hadis-i şerifin Müslim'in es-Sahih'indeki bab başlığı, "kibrin haram olması ve
bunun açıklanması" şeklindedir. Buradan da anla-şılacağı gibi kibir haram olan
kötü huylardan birisidir. Hadisteki ifade kibirli insanın cennete giremeyeceğini
anlatmaktadır. Ancak buradaki kibir, Allah'a ve Peygamber (s.a.s)'e karşı olan
kibirdir. Ahlâkî bir ö-zellik olarak kibir, başkalarını küçük görmek ve onlarla
alay etmek anlamıyla düşünülürse bu özellik insanı dinden çıkaran bir özellik
değildir. Ancak haramdır, insanı dinden çıkarabilecek fiiller işlenmesine sebep
olabilir. Böyle bir özellik sahibi de cehennemde kibrinin cezasını çektikten
sonra Allah'ın afv ve mağfiretiyle cennete girecektir, Nitekim bir âyet-i
kerime'de Allah Teâlâ: "Biz onların kalplerindeki kin ve hasedi çıkaracağız"
(Hicr,47) buyurarak, cennete giren insanların kal-binden dünyadaki ahlâkî
kusurlarının temizleneceğini anlatmaktadır.
Bu
konudaki bir başka hadis-i şerif şöyledir: "Kendini büyük gören yahut kibirli
kibirli yürüyen kimse Allah'ın huzuruna, Allah ken-disine gazaplanmış olarak
çıkar" (Ahmed b. Hanbel, II, 118). Bu hadis kibirlinin âhiretteki durumunu
gözler önüne sermektedir. Bu tür bir ga-zab-ı ilâhiye sebep olarak Hz. Peygamber
insanın elbisesini sürüye-rek çalım satmasını ve kibirlenmesini de göstermiş ve:
"Elbisesini ki-birle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarı ile bakmaz"
(Müslim, Libâs, 42) buyurmuştur. Bu hadis-i şerifler ahlâkı bir kusur olan
kibrin Allah nezdinde ne derece kötü kabul edildiğini anlatmak-tadır. Bir başka
kibir şekli olan hakka karşı büyüklenmek ise kâfirlikle bir kabul edilmiş ve
lanetlenmiştir. Hz, Peygamber şöyle buyurur: "Mütekebbirler kıyamet gününde,
insan yeklinde küçük karıncalar gibi hasredilir. Bütün her taraflarından zillet
onları kuşatır..." (Tirmizî, Kıyâ-me, 47; Ahmed b Hanbel, II,
179).
Hz,
Peygamber, kibirlilerin cehenneme gireceğini şöyle anlat-mıştır: "Cennet ile
cehennem münakaşa ettiler. Cehennem şöyle de-di: "Bana zâlimlerle kibirliler
girecek" Cennet onu şöyle cevapladı. "Bana zayıflarla yoksullar girecek" Bunun
üzerine Allah (c.c) berikine "Sen benim azabımsın seninle dilediğime azap
ederim" buyurdu. Öte-kine de "Sen benim rahmetimsin, Seninle dilediğime rahmet
ederim Sizin her biriniz için dolu dolu insanlar var" (Müslim, Cennet, 34, 35,
36) buyurdu. Bu konudaki kudsi bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Kibriyâ ridam, azâmet izârımdır. Kim bu ikisinden herhangi
birinde benimle çekişirse onu cehenneme atarım" (Ebû Dâ-vud, Libâs, 25; İbn
Mâce, Zühd, 16).
Hz.
Peygamber (a.s) kibri zemmettiği gibi, kibrin müspet karşı-tı olan tevâzuu da
övmüştür. Bir hutbelerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah azze ve celle
bana şöyle vahy etti: Mütevazı olun, öyle mütevazı olun ki, biriniz diğerine
karşı övünmede bile bulunma-sın" (ibn Mâce, Zühd, 16)
İslâm
bir ahlâkî kusur olan kibri yasaklamıştır. Böyle bir kibir haramdır, Allah'ın
rahmetinden kovulma sebebidir. Ancak bir kibir da-ha vardır ki Kur'an bunu
"Müstekbir" ifadesiyle ifade etmiştir. Müs-tekbirler Allah'ın arzında bizzat
kendi güzelliklerini tesis etmek için gayret gösteren azgınlar ve zorbalardır.
Bunlar Allah'ın kullarını kendi köleleri yapmak için Allah'ın dinine karşı
büyüklenirler. Allah Teâlâ bu çeşit insanlar için şöyle buyurmaktadır: "İşte
âhiret yurdu; Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuk çıkarmayı
istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) sonuç muttakilerindir" (el-Kasas,
28/83).
Demek
ki bir adamda kibir varsa iman yoktur, iman varsa da kibir olmaz. Yâni ikisi
birlikte olmaz. Peki kibir nedir? Bizi cennetten uzaklaştırıp cehenneme
götürecek olan kibri bir tanıyalım. Bunu tespit etme, her konuda olduğu gibi
Allah ve Resûlüne aittir. Zira cennet ve cehennem konusunda söz sahibi Allah ve
Resûlüdür. Cennete gitme ve cehenneme yuvarlanma konusunda yetki Allah ve
Resûlünündür. Allah ve Resûlünden başka hiç kimsenin bu konuda yetkisi yoktur.
Kibir;
orada bulunan o sahabenin anladığı gibi elbisenin güzelliği değildir. Tamam,
kişi elbisesinin güzelliğinden hoşlanır, ama bu hoşlanma İslâm’ın çerçevesinde
olmalıdır. Meselâ bir sahabe mescide girer, elbisesinin etekleri biraz
uzuncadır. Onu gören bir başka sahabe ikaz eder; kardeşim, bu elbisen olmamış
der. Berikisi sorar; peki nasıl olmalıydı? Uyaran sahabe der ki; ben
Resûlullah’tan duydum ki elbise şöyle diz kapaktan bir karış aşağıda olacak, bu
kadar uzun olmayacak. Uyarılan sahabe de bunu duyunca hemen o uzunluğu
yırtıverir oracıkta. Çünkü amel etmek üzere öğrenmişti onu. İşte Resû-lullah’ın
emridir diye elbisesini o şekilde kısaltan kişi, onu o şekliyle sevecektir. Zira
sevgisi, hevâsı, hevesi Resûlullah’ın sevgisine, getirdiğine teslim olmuştur.
Değilse efendim işte bu elbise çok güzel. Niye? İpekten, zebercetten, zümrütten
imal edilmiştir, hayır. Elbise sünnete uygunsa güzeldir ve sevilecektir. Allah
güzeldir, güzeli sever. O halde Rabbimizin din olarak, hayat programı olarak
bize sunduğu her şey güzeldir. Meselâ namaz güzeldir, oruç güzeldir, infak
güzeldir. Niye? Allah istedi, Allah güzel gördü diye. Ama bir kadının başını
açarak sokağa çıkması güzel değildir. Niye? Allah güzel demedi diye.
Kibiri
tarif etmeye çalışıyordum; hak karşısında, Allah’ın ve Resûlünün hak dedikleri
karşısında, bu hakka teslim olmayarak kendi haklılığını savunan kişi kibirlidir.
Kendi haklılığı konusunda Allah ve Resûlünün dediklerinin haksızlığını savunan
kişi kibir sahibidir. Allah haktır, Allah’ın hak dedikleri haktır, Kur’an
haktır, din haktır, peygamber haktır, Allah’tan gelenlerin tamamı haktır.
Kendini, kendi bilgisini, kendi anlayışını Allah’tan gelen bu haklara tercih
eden kişi kibirlidir. Allah’ın hakla gönderdiği, hak olarak gönderdiği, haklı
olarak gönderdiğini hak olarak kabul etmeyen ve onların dışında hak arayan kişi
asla cennete giremeyecektir. Bir tek âyetin, bir tek hükmün bile haksızlığına
hükmeden kişi cennete giremez.
Yine
kendisini insanlardan üstün gören, insanlara tepeden bakan kişi de kibir
sahibidir. Neden? Çünkü Allah bizi imtihan ediyor. Kimisine vererek, kimisinden
de alarak imtihan ediyor. Kimisine el ve-rerek, kimisine de vermeyerek, kimisine
mal vererek, kimisine de ver-meyerek. Bu, Allah’ın takdiridir. Verilen kendisi
bulmuş olmadığı gibi, verilmeyen de kendisi kaybetmiş değildir. Onun sorusu
öyledir, ötekisininki de böyledir. Öyleyse bir insanın kendisine verilenleri bir
imtihan sorusu, bir imtihan vesilesi değil de, bir üstünlük sebebi kabul ederek
kendisini diğer insanlardan üstün görmesi ve de Allah’a karşı kendisini garanti
konumunda hissetmesi kibrinin alâmetidir.
Büyüklenmek,
büyüklük taslamak, ululuk iddia etmek. Kendini başkalarından yüksek görerek
onları aşağılamak. Şeytan'a ait bir ö-zellik olan kibir, onun Hz. Adem'e secde
etmesini engellemişti.
Küfür
ve inkârın en önemli sebebi kibirdir. Bunu Hz. Adem (a.s)'ın kıssasında görmek
mümkündür. Nitekim şeytan'ın kibrinden dolayı isyanından sonra, inkâr ve isyan
edenlerin çoğu kibir nedeniyle isyan etmişlerdir. Hz. Musa'nın apaçık delilleri
karşısında Firavun in-kâr etmişti. "Sonra da Musa'yı ve Harun'u, firavun ve
topluluğuna mu-cizelerimizle gönderdik. fakat onlar, kibirlendiler ve suçlu bir
kavim ol-dular" (Yûnus 10/75).
Hz.
Peygamber (s.a.s) döneminde inkâr eden zengin ve ileri gelen insanlar kibir
neticesinde inkar etmişlerdir. Bu durum Kur'an-ı işte bu âyet-i kerim'de
anlatılmaktadır: "En sonunda da sırt çevirdi. Büyüklük tasladı ve şöyle dedi:
"Bu eskilerden kalan bir sihirden baş-ka bir şey değildir"
Zenginlik,
ululuk ve makam sahibi olmakla kibrin yakın alaka-sı, Allah Teâlâ'nın beytan'a
şu hitabında görülmektedir: "Kibirlendin mi, yoksa kendini yüce mi zannettin?"
(Sâd,
38/75),
Kibir
inkârda önemli bir rol oynadığından Allah Teâlâ Kur’an'da kibirden ve bu
kelimenin türevleri olan istikbâr, müstekbir ve kibriya'-dan sık sık
bahsetmektedir, Hz, Nuh (a.s) oğluna vasiyet ederken "iki şeyden seni men
ederim, biri şirk diğeri kibirdir" buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, I, 170).
Ebu
Reyhâne (r,a) Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle rivâyet et-miştir: "Cennete
kibirden hiçbir şey giremez". Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: "Ey Allah'ın
Resulü! Ben, kamçımın şaklaması ve a-yakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten
hoşlanırım, bu kibir mi dir?" Hz, Peygamber (s.a.s) "Hayır bu kibir değildir.
Allah güzeldir gü-zeli sever, kibir hakkı küçük görmek ve başı gözü ile
insanlarla alay etmektir" buyurdu.
(Müslim,
İman, 47)
Bu
hadis-i şerif hakk karşısındaki alaycılık ve inkârın kibir ol-duğunu anlatmakla
birlikte insanlarla alay etmenin kibirden kaynak-landığına işaret etmektedir.
Hz. Peygamber yanında sol eli ile yemek yiyen bir adama "sağınla ye" demiştir.
Adam "sağımla yiyemiyorum" deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yiyemez ol;
Bu adamın sağıyla yemek yiyemiyorum demesi yalnızca kibrindendir"
(Müslim,
Eşribe, 107).
Hadiste
geçen “zerre kadar” ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Zerre kadar iman.
Meselâ bir adamın elinde yiyebilecek bir lokması varsa, onun ekmeği var
demektir. Ama onu şarapla yoğurmuşsa, bir ton ekmeği varsa bile onun ekmeği yok
demektir. Veya bir adamın bir damla suyu varsa bile, onun suyu var demektir. Ama
bir tanker suyu olan bir adamın bu suyunun içine bir damla şarap karışmış olsa,
bu adamın suyu yok demektir. İşte iman da böyledir. Onu yok edecek, nakzedecek
küfür ve şirki yoksa, zerre kadar da olsa o-nun imanı var demektir. Ama aksi söz
konusuysa, o zaman hiç imanı yok demektir.
Bir
de burada yıllardır insanların birbirlerine naklettikleri ve kimi müslümanların
sanki can simidi gibi tutunmaya çalıştıkları, israflarına, gayri İslâmî
harcamalarına delil göstermeye çalıştıkları bir hadisten söz etmek istiyorum.
Hani Allah’ın Resûlü bir hadislerinde; “Allah kuluna verdiği nimeti onun
üzerinde görmek ister.” Buyuruyordu. Evet Allah kuluna bir nimet vermişse, onun
eserini kulunun üzerinde görmek ister. Bunun için müslümanlar zenginliklerine
göre farklı elbiseler giymeye, farklı sofralarda oturmaya, farklı arabalara
binmeye çalışıyorlar. Eh Allah görecek ya nimetinin eserini üzerlerinde. Hep
böyle anladılar müslümanlar bu hadisi. Halbuki burada kastedilen o değildir.
Burada anlatılmak istenen; Allah bir kişiye bir milyar mı verdi, o bir milyarlık
bir infakta, Allah için Allah kullarına harcama yaparak, on milyar mı verdi, o
da on milyarlık bir infakta bulunarak nimetin eserini üzerinde, hareketlerinde,
tavırlarında gösterecektir. Öyle ya, adamın on milyarlık mı, yüz milyarlık mı
olduğunu nereden bileceğiz? Ne miktar nimete sahipse adam, bunu gösterecek ki
herkes bilecek. Ama müslümanlar bu hadisi böyle değil de hep işte atı, arabası,
elbisesi, sofrası farklı olacak şeklinde anlamaya çalıştılar. Öyle değil, C. Hak
kuluna bir nimet vermişse ilim gibi, beden gibi, evlât gibi bunun karşılığında
kulundan şükür istiyor Rabbimiz. Şükür de elbette o nimet cinsinden olacaktır.
Meselâ
size göre eğer bana ilim nimeti verilmişse, ben burada susmayacağım, bu nimeti
size aktararak üzerimde nimetin eserini göstereceğim. İnsanlar benim üzerimde
görmeliler bu nimetin eserini. Veya eğer Allah birine çokça para vermişse nimet
olarak, o da onu Allah kullarına harcayarak, infak ederek bu nimetin eserini
gösterecek üzerinde. Kendisi bizzat gidip ihtiyaç sahiplerini bulmalı iken, bunu
yapmadığı halde, bir de üstelik ayağına kadar istemeye gelenlere; kim ya hu, ben
de para mı var ki istiyorsunuz? Demeyecek. Nimetin eserini gizlemeden, örtmeden
yana olmayacak. Gerçekten bu çok garip bir tavırdır. Neden? Çünkü C. Hak hem
peygamber efendimiz aracılığıyla malın, ilmin, sağlığın, sıhhatin, elin, ayağın,
paranın nerelerde sarf edileceğini bildirecek, hem de bunun sarfını bize
bırakacak, olacak şey midir bu? Allah bu konuda, her konuda müslümanlara basîret
versin, anlayış versin inşallah.
Allah insanların O’na ortak koştuğu
şeylerin tamamından münezzehtir, uzaktır. Biz Allah’ı böylece tesbih ederiz.
Tarih boyunca bir kısım cahiller tarafından Rabbimize ortak koşulan şeylere
karşı Rab-bimizi tesbih edeceğiz.
Rabbimizin bu âyetleriyle bildik,
anladık ve iman ettik ki, Rab-bimiz kendisinden başka İlâh olmayan, gayb ve
şahadet âlemini bilendir. Sadece bilen O’dur. Bilgi konusunda müşrikler Allah’a
ortak koşuyorlar. Allah yanında kendilerinin de bilgi sahibi olduklarını, ya da
bilgi sahibi insanlar olduklarını iddia ediyorlar. İşte şu anda böyle söyleyen
kâfirleri görüyor, duyuyoruz. “Efendim artık çağımız bilgi çağıdır! Yani artık
dinin de, kitabın da, peygamberin de çağı geçmiştir. Allah bilgileri artık bizim
işimize yaramaz. Bunların modası geçmiştir. Allah ekonomiyi bilmez, biz ilimle,
kurduğumuz üniversitelerle istediğimiz neticelere ulaşabiliriz. Allah eğitimden
anlamaz, eğitimin yasalarını biz belirleriz” diyorlar. İşte şu anda insanlar
hâşâ Allah’a meydan okuyorlar. Yani kendi bilgilerini Allah’a alternatif olarak
sunmaya çalışıyorlar ki, bu şirktir, küfürdür.
Rabbimiz yine bu âyetlerinde kendisinin
Rahmân ve Rahîm oluşunu açıkladı. Bakıyoruz insanlar insanlara karşı çok
merhametli olduklarını iddia etmeye çalışıyorlar. İnsanları Allah’tan daha iyi
düşündüklerini iddia ederek bu konuda kendilerini Allah’a ortak koşmaya
çalışıyorlar. Allah kendisini yegâne kulluk edilecek, yasa belirleyecek İlâh
olarak tanıttığı halde, bakıyoruz insanlara yasa koymaya çalışanlar kendilerini
O’na ortak kabul ediyorlar. Veya bunların yasalarına itaat edenler, bunları yasa
belirleme hakkına sahip kabul edenler de Allah’a şirk koşuyorlar. Biz bunların
hepsini reddediyoruz. Rabbi-mizi tesbih ediyoruz. Sübhanallah, ya Rabbi biz Seni
tesbih ederiz, Sen bunların ortak koştuklarının tamamından uzaksın münezzehsin
diyoruz. Rabbimiz işte burada bizden bunu istiyor.
Allah yine burada bize kendisinin Melik
olduğunu, Mâlik olduğunu bildirdi. Allah’ın bu ismiyle de insanlar O’na ortaklar
koşuyorlar. “Mâlik biziz, mülkün sahibi biziz. Bu mülk bizimdir, her şey bize
aittir” diyorlar. “Saltanat bizimdir, egemenlik bizimdir” diyorlar. Biz bunu da
reddedeceğiz. Mülkün sahibi, mülkünde söz sahibi Allah’tır diyeceğiz, Rabbimizi
bu konuda da tesbih edeceğiz. Mülkünde Allah’tan başka hiç kimsenin söz sahibi
olmadığını haykıracağız.
Allah kendisini bize yine Kuddüs
olarak, lekesiz, kusursuz, dokunulmaz olarak tanıtmıştır. Şu anda kendilerini ve
yasalarını, sistemlerini lekesiz, hatasız, eleştirilmez, dokunulmaz olarak lanse
edenleri görüyoruz. Peki sormak lâzım şimdi bu adamlara: Söyleyin, gerçekten siz
lekesiz misiniz? Sizin yasalarınız, sizin sisteminiz lekesiz midir? Her
tarafınız pislik, her tarafınız soygun, vurgun değil midir? Şu insanların
huzurunu siz kaçırmadınız mı? Şu insanları cehenneme gönderen siz değil misiniz?
Şu tabiatın dengesini bozan siz değil misiniz? Her şeyi, insanın, hayvanın,
çevrenin sağlığını bozan sizler değil misiniz? Kendi bozduklarınızı tamir etmek
için çabalayanlar sizler değil misiniz?
Kuddûs Allah’tır. Temiz,
hiç bir lekesi olmayan, bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan, herhangi
bir eksikliği kabul etmeyen, fazilet ve güzel sıfatlardan dolayı övülen sadece
Allah’tır. Kuddûs’un kelime anlamı böyledir.
Istılahta
ise; Kuddûs denilince, Yüce Allah'ın isimlerinden birisi akla gelir ki, bu isme
göre O, zatına yakışmayan her şeyden münez-zeh, bütün vasıflarda en mükemmel,
tahdîd ve tasvire sığmayan, övülmeye lâyık kemâl, fazilet ve güzellik sıfatları
kendisinde olandır.
Kur’an-ı
Kerîm'de Kuddûs kelimesi, Yüce Allah'ın ismi olarak iki yerde, birisi işte bu
sûrede, ötekisi de (Cum'a,1) de el-Melik ismiy-le birlikte geçmektedir. Ayrıca
bir yerde de, Allahu Teâlâ'nın melekle-re insan neslini yaratacağını
bildirdiğinde, onların"... Orada bozgun-culuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi
var edeceksin? Oysa Biz seni hamdinle devamlı takdis ediyoruz, noksan
sıfatlardan tenzih ediyo-ruz..." şeklindeki cevaplarında "nukaddisu" kalıbıyla
zikredilmektedir (Bakara,30). Burada da aynı lügat ve ıstılâh anlamlar söz
konusudur.
Yüce
Allah'ın bu ismi, O'nun, teşbîh ve tecsîmden, bir başka şeye benzemekten, beşerî
sıfatlardan münezzeh olduğunu ifâde et-mektedir. Nitekim Beyhakî, bu Kuddûs
ismini, kendi yaptığı ayırıma göre, Allah'tan teşbîhi nefyeden isimler arasında
saymaktadır (Bey-hakî, el-Esmâ ve's-Sıfât, Beyrut ty.,
s.38).
Yukarıda
sözü geçen Bakara sûresi 30. âyette "nüsebbihu" ve "nukaddisu" kalıplarıyla
"tesbîh" ve "takdîs" bir arada kullanılmıştır. Bu iki kelime, aralarında bazı
farklılıklar olmasına rağmen iç içedir ve birbirini bütünleyicidir. Açık bir
tesbîhte takdîs, açık bir takdîste de tesbîh vardır. Zirâ, tesbihte de, Allah'ı
her türlü noksan sıfatlardan uzak tutmak anlamı görülmektedir. Aradaki fark;
takdiste ispatın tes-bîhte ise nefyetmek sûretiyle isbâtın ağırlıkta olmasıdır.
Bunu şöyle îzah etmek mümkündür: Kötülenen ve âcizlik ifâde eden sıfatların
nefyedilmesi, ortadan kaldırılması, aynı zamanda övülen ve kemâl sıfatlarının
isbât edilmesi demektir. Nitekim "Ortağı ve benzeri yok" de-mek, O'nun tek ve
yegane varlık olduğunu isbât etmek olur. Yine aynı şekilde "O hiç bir şeyde âciz
kalmaz" demek, O'nun güçlü ve kuvvetli olduğunu; "O kimseye zulmetmez" demek de
O'nun hükmünde âdil olduğunu ortaya koyar. Zirâ, âciz kalmak ve güçlü, kuvvetli
olmak, zulmetmek ve adaletli olmak birbirinin zıddıdır. Dolayısıyla birisinin
ispatı, diğerinin nefyini, ortadan kaldırılmasını gerektirmiş
olur.
Övülen
ve kemâl ifâde eden sıfatların isbât edilmesi de kötü-lenen ve âcizlik ifâde
eden sıfatların nefyini gerektirir. "O âlimdir" de-mek, O'nun cahilliğini, "O
kâdirdir" demek de O'nun güçsüz ve âciz olduğunu nefyetmiş, ortadan kaldırmış
olur. İşte tesbîh ile takdîs ara-sındaki fark burada ortaya çıkar. "O şöyledir"
dediğimizde yani bir şe-yin varlığını isbât ettiğimizde "takdîs"; "O şöyle
değildir" dediğimizde, bir şeyin öyle olmadığını isbât ettiğimizde de tesbîh söz
konusu olmuş olur. Fakat netice itibariyle daha önce de sözü geçtiği gibi, esas
itiba-riyle aralarında pek büyük bir fark yoktur. Tesbîhde takdîs, takdîsde de
tesbîh söz konusudur. Her ikisi iç içedir. Nitekim Yüce Allah bu iki-sini İhlâs
Sûresinde bir araya getirmiştir. İhlâs sûresinin ilk iki âyeti olan "Kul
huvallâhu ehad. Allâhu's Samed" (Deki; O Allah birdir. Allah Samed dir, yani her
şey varlığını ve devamını O'na borçludur. O hiç bir şeye muhtaç değildir)
âyetleri takdîsi, geriye kalan "Lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû küfüven
ehad" (Kendisi doğurmamıştır ve bir başkası tarafından da doğurulmamıştır. Hiç
bir şey O'nun dengi olmamıştır) âyetleri ise tesbîhi ifâde eder. Bunların her
ikisi de yani hem takdîs ve hem de tesbîh; Yüce Allah'ın vahdaniyetini ve yegane
tek varlık olduğunu, O'nun benzeri ve ortağının bulunmadığını ispata yöneliktir.
Bir de Allah mü’mindir. Evet,
Allah mü’min iken,
Allah güven kaynağı iken, güvenlik veren iken, bakıyoruz işte insanlar güvenlik
konseyleri filan kurarak Allah’a ortaklık iddiasına giriyorlar. Ama bunların
tamamı insanlara korkudan başka bir şey sağlamıyor. Allah mü-heymin iken, Allah
her şeyi denetleyen olarak kendisini bize tanıtırken, bakıyoruz adamlar
kendilerini de denetleyici olarak takdim ediyorlar. “Her şey bizim denetimimiz
altındadır. Bizim haberimiz olmadan bir kuş bile uçamaz” diyor ve Allah’a şirk
koşuyorlar. Madem siz böylesiniz de, madem gücünüz her şeyi denetlemeye yetiyor
da neden sizin başkentlerinizde binlerce cinâyetler işleniyor? Niçin kulağınızın
dibinde, gözünüzün önünde binlerce ırza geçiliyor? Binlerce soygun
gerçekleştiriliyor? Hani niye gücünüz yetmiyor bunlara? Niçin
engelleyemiyorsunuz bunları? Niçin sağlayamıyorsunuz ülkelerinizde huzuru? Niye
denetleyemiyorsunuz insanlarınızı?
Azîz sadece Allah’tır. İzzet ve şeref
sadece Allah’a aittir. Hâşâ her türlü şerefsizliği şeref kabul eden bir kısım
insanların kendilerinin de azîz ve şerefli olduğunu iddia ettiklerini görüyoruz.
Her türlü yanlış ilişkiyi, her türlü yolsuzluğu kanun koruması altına almış
ülkelerin, o ülke insanlarının nasıl şerefinden söz edilebilir? Cebbâr olan
Allah’a bu isminde ortaklıklarını iddia edenleri görüyoruz. Hayır hayır, onların
hiçbirisi yaraları saramazlar. Onların hiç birisi gönüllere şifa veremez,
kalpleri huzur ve sükûna ulaştıramazlar. Çıkardıkları her yasa, ortaya attıkları
her yönetmelik huzursuzluk ve mutsuzluk kaynağıdır. Elbette bu özelliklerin
hiçbirisine sahip olmayan insanların ve toplumların mütekebbirlik hakları,
büyüklenmek hakları da asla olamaz. Bunların hepsini reddediyoruz. Hepsini
reddettik. Bu özelliklerin sahibi olan Rabbimizi tesbih ediyoruz. Bu sıfatları
sadece Rabbimizde görüyoruz.
Biz böyle yaparsak, Kuddûs olan
Rabbimizin yardımıyla tertemiz hale geleceğiz. Tertemiz bir insan, tertemiz bir
aile, tertemiz bir toplum ortaya çıkacaktır. Rabbimizin selâm ismiyle selâmete
çıkacağız. Tüm çıkmazlarımızdan, tüm sıkıntılarımızdan, tüm bunalımlarımızdan
sahil-i selâmete çıkacak, tüm problemlerimiz hallolacak. Rab-bimizin Mü’min
ismiyle huzura kavuşacak, emniyet içinde bir hayata kavuşacağız. Ölümden kaçmak
için kendini uyuşturan insanlar gibi huzursuz olmayacağız. Rabbimizin Müheymin
ismiyle Rabbimiz bizi öyle bir toplum haline getirecek ki herkes birbirini
denetleyecek. Herkes birbirini cennete teşvik ve cehennemden, ateşten koruma ve
kurtarma denetimine girecek. Herkes üzerinde egemen olan Allah korkusu herkesi
denetler olacak.
İşte böylece herkes Allah’ın
kendisini gördüğü şuuru içinde hareket etmeye başlayınca, toplum içinde
otomatikman suçlar sıfıra inecek. Rabbimizin Azîz ismiyle böyle bir toplum
yeryüzünün en şerefli toplumu haline gelecektir. Toplumda yarası sarılmadık bir
tek insan kalmayacaktır. Böylece toplum içinde Rabbimizin esmâsının etkileri
görülecektir. Böyle bir toplumda, toplum fertlerinde, toplum fertlerinin hiç
birisinde mütekebbirlik görülmez. Hiç kimse kendisinde büyüklük görmez. Bu
sadece Allah’a aittir. Müslümanlar Müslümanlaştıkça, Allah karşısında
küçüklüklerini anlayacaklardır.
24. “O, var eden, güzel yaratan,
yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar kendisinin olan Allah’tır. Göklerde
ve yerde olanlar O’nu tesbih ederler. O güçlüdür,
Hakimdir.”
Allah yaratıcıdır. Düzgün olarak
yaratandır. Yarattığı varlıkların tümünü güzel yaratmış, planını, projesini
güzel yapmıştır. İnsanı da en güzel bir sûret üzere, ahsen-i takvim üzere
yaratmıştır. Her şeyi en iyi bilen Rabbimiz zerreden kürelere varıncaya kadar
yarattığı varlıklarda hiçbir yaratış değişikliği, proje değişikliği yapmamıştır.
Ama bakıyoruz insanlar yine Allah’ın kendilerine lütfettiği akıl, fikir ve
imkânlarla yaptıkları bir projede yüzlerce değişiklik yapmak zorunda kalıyorlar.
Musavvir’dir Allah. Yani her şeye
ayrı bir sûret verendir. Hiç bir yarattığı bir diğerinin aynısı, benzeri
değildir. Milyarca insan var şu anda, ama hiçbiri diğerinin aynı değil, benzeri
değildir. Ne yüzleri, ne sesleri, ne huyları, ne karakterleri, ne kokuları, ne
parmak uçları birbirine benzemez. Hiçbir yaprak birbirine benzemez. Arada
birbirini ayıran, fark ettiren özellikler vardır. Zaten bu konularda tarih
boyunca Allah’a ortak koşabilecek kimse çıkmamıştır. Kimse ben yaratıcıyım de-me
budalalığında bulunmamıştır. Çünkü bu kadar büyük lokmayı insanlara yutturmaları
mümkün olmayacaktır. Onun içindir ki Rabbimiz bu özelliklerinin arkasından bir
tesbih emri vermemiştir.
En güzel isimler Allah’a aittir.
Kur’an’da Rabbimizin bir çok isimleri zikredilir. Hadislerde de anlatılır
bunlar. Bu isimler sadece Allah’a mahsustur. Bunları, bu isimleri, bu
özellikleri Allah’tan başka birilerinin üzerinde düşünmek mümkün değildir. Tamam
bu isimlerinden biraz biraz kullarına verir, ama Melik sadece O’dur, Mâlik
sadece O’-dur, hakkıyla bilici sadece O’dur. Mülkünden insanlara bir şeyler
vermesi onları gerçek mâlik yapmadığı gibi, ilminden bir şeyler vermesi de
onları gerçek âlim yapmayacaktır. Rabbimizin tüm isimlerinde durum budur.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ı tesbih etmektedir. Hepsi Allah’ı gündeme almakta, O’na itaat etmekte,
O’nun çektiği yere gitmektedir. Hepsi O’nu yüceltmekte, O’na boyun bükmektedir.
İnsanlar da buna çağrılmaktadır. Ama siz bilirsiniz, eğer Rabbinizin bu dâvetine
evet demezseniz, bilesiniz ki Allah Azîzdir, Hakîmdir. Allah yenilmez ve
yanılmazdır. Eğer Rabbinize karşı cephe açar, O’na karşı şak olur, O’nun
istediği bir hayatı yaşamaya yanaşmazsanız, bilesiniz ki Allah Azîzdir,
yenilecek olanlar sizlersiniz. Allah yegâne galiptir, mağlup olacak olanlar
sizler olacaksınız. Allah’ı Azîz, hayatınıza hakim bilirseniz, dünyanız da güzel
olacak, âhiretiniz de güzel olacak ve sonunda kazanan siz olacaksınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder