MÜCÂDELE SÛRESİ
Mushaftaki
sıralamaya göre kitabımızın 58., nüzûl sıralamasına göre 105., mufassal kısmı
ikinci sûreler grubunun ikinci ve son sûresi olan Mücâdele sûresi, Medine’de
nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 22’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Mücadele sûresi, Medine’de Hendek
savaşından sonra inmiş 22 âyetlik bir sûredir. Mekkî
sûrelerde genellikle Rabbimiz iman, tev-hid, ahiret, kıyamet, hesap,
kitap, cennet, cehennem, geçmiş toplumların başlarına gelenlerden, infaktan,
malın ve canın Allah yolunda harcanmasından söz eder. Mekkî sûreleriyle Rabbimiz tevhid
inancını Müslümanların gönüllerine yerleştirmeyi murad
eder. Medine döneminde inen sûreler, âyetler ise gönüllerine İslâm inancı
yerleşmiş Müslümanları eğitmeyi, onları Müslümanca bir
hayata ulaştırmayı hedefler, onlara hayatlarını düzenleyecekleri hükümler
gönderir. İşte Müslümanların hayatlarında uygulamaları gereken hükümleri ihtiva
eden o sûrelerden birisiyle karşı karşıyayız.
Sûrenin ilk bölümünde zıhar konusu anlatılır, zıharla
alâkalı hükümler beyan edilir. Müslümanlar üzerindeki cahiliye kalıntıları silinir. Münâfıkların, inanmadıkları
halde iman gösterisinde bulunan kimselerin gizli fısıldaşmaları, Müslümanlar
aleyhinde kurdukları komploları gündeme getirilerek onlar uyarılırlarken,
Müslümanlar da bir taraftan onlara karşı dikkatli davranmaya, diğer taraftan da
onlardan hiç korkmamaya dâvet edilmektedir. Daha sonra bir mecliste oturan
Müslümanlar yanlarına bir Müslüman kardeşleri geldiği zaman hemen ona yer
açmaları âdâbı öğretilir. Sonra yine bir başka âdâb
olarak ziyarete gittikleri bir Müslüman kardeşlerinin yanında ona eziyet verecek
kadar uzunca oturmamaları, o kimseyi uzun süre yapacağı hayırlı işlerden
alıkoymamaları tavsiye edilmektedir.
Sûre,
yeryüzünde İslâm'ın gerçeklerini yayarak hâkim kılmak için terbiye edilip, bu
faaliyetlere hazırlanan Medine İslâm toplumunun yetişme safhalarından birini ele
almaktadır. Müslümanların bizzat kendileriyle alâkalı olan bir takım
meselelerine çözümler getiren sûre, onları İslâm ahlâkıyla ahlâklanma ve onun hükümlerine tam anlamıyla teslim olma
konusunda titiz davranmalarını tembihlemektedir. Mü'mi-n'in Allah Teâlâ'nın kendisine yüklediği emaneti eksiksiz olarak yerine
getirebilmesi için, onun mahiyetini idrak etmiş olması gerekir. Bunu
gerçekleştirebilmesi için Kur'an’ı yaşayarak öğrenmesi
kaçınılmazdır. Allah Teâlâ, Kıyamete kadar gelecek
nesillere eksiksiz bir örnek olsun diye, Kur'an
âyetlerini Peygamber (s.a.s)'e indirirken onları çevresindeki ashabıyla birlikte
pratik hayata yansıtıyor ve anlaşılmaz, müphem hiç bir şey bırakmıyordu. Allah,
ilk İslâm toplumunu vahiyle donatıp, olgunluğa eriştirirken, hükümleri peşi sıra
belirli aralıklarla indirmiş ve onların özümlenerek, hayata yansıtılması için
bir takım olayları vahy e sebep
kılmıştır.
Sûrenin
geneli üzerinde kısa bir gezinti yapalım inşallah. Az evvel de ifade ettiğim
gibi sûrenin ilk âyetleri zıhar olayı ile alâkalı
hükümleri bildirmekte ve inananların bir şeyi söylerken onun ahlâkî yönünü
düşünüp, büyük hatalara düşmemeye özen göstermeleri istenmektedir. Yapılan her
kötülük ve çirkinliğe pişman olup, tevbe edildiği
taktirde affedilebilecektir "Ey iman edenler! Sizden eşlerini annelerine
benzetip zıhar yapanlar bilsinler ki, eşleri onların
anneleri değildir. Onların anneleri ancak kendilerini doğuranlardır. Muhakkak ki
zıhar yapanlar, asılsız ve çirkin bir söz söylüyorlar.
Şüphesiz Allah çok affedicidir ve bağışlayandır" (2)
Ayrıca
müslümanlar şiddetle uyarılarak, iman ettikten sonra
câhiliye âdetlerini devam ettirmenin, Allah'ın koyduğu
sınırların ötesine geçmek olduğu ve bunun neticesinde
de ilâhî bir cezalandırmanın kaçınılmazlığı vurgulanmaktadır. İnsanın, Allah
Teâlâ'nın hudutları dışında, bir takını kurallar ihdas
etmeye kalkışması, iman prensipleriyle çelişen bir durumdur. Dolayısıyla, zıhar ve buna benzer şeylerin İs-lâmî açıdan hiç bir geçerlilikleri yoktur. Bu yollara sapan
insanlara bir takım müeyyideler uygulanmıştır ki, her isteyen istediği gibi
dinin ku-rallarıyla oynamayı
âdet haline getirmeye kalkmasın. Zıhar olayının
mantıksızlığı vurgulanırken, öngörülen cezalardan maksat da
budur.
Allah
Teâlâ, zıhar’da
bulunanların, eşlerine yaklaşabilmeleri için yerine getirmeleri gereken cezai
şartları şöyle sıralamaktadır: "Eşlerine zıhar yapıp
sonra sözlerini geri almak isteyenlerin, eşleriyle temasta bulunmadan evvel bir
köle âzâd etmeleri gerekir. Âzâd edecek köle bulamayanın ise, eşiyle temasta bulunmadan
önce aralıksız iki ay oruç tutması gerekir. Buna da güç yetiremeyenin altmış
yoksulu doyurması gerekir. Bu açıklama Allah ve Resûlüne hakkıyla iman etmeniz
içindir. İşte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. İnkâr edenler için can
yakıcı bir azap vardır (3-4).
Daha
sonra, münâfıkların, iman eden kimselere vesvese vermek için aralarında fısıltı
ile konuştukları ve müslümanların aleyhine komplolar
hazırladıkları vurgulanarak, bu tipler acıklı Cehennem azabıyla
uyarılmaktadırlar. Allah Teâlâ, kalplerde olanı
bildiği gibi, aralarında fısıltı ile konuşanların planladıklarını da bilir: "Üç
kişi aralarında fısıltı ile konuşurken dördüncüleri mutlaka Allah'tır... Sonra
yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir..."
(7).
Medine'de
Yahudiler ve münâfıklar, Peygamber (s.a.s) ile karşılaştıklarında ona selâm
verirken, selamın lafzını, "Essamu aleyke ya ebe'l-Kasım" (ölüm üzerine olsun) şeklinde değiştirerek
selâm veriyorlardı. Rasulullah da onlara "ve aleyküm" (sizin üzerinize olsun) şeklinde karşılık
veriyordu. Yahudi ve münâfıklar bu şekilde davranırken, aynı zamanda Rasulullah'ın davetini inkâr ederek içerlerinden; "Eğer
doğru söylüyorsan, bu yaptığımıza karşılık Allah bizi cezalandırsın ya" diyorlardı. (Buhârî, Edeb, 38) Allah Teâlâ bu gibi
davranışlarda bulunanların durumunu: "...Sana geldikleri zaman, seni Allah'ın
selamlamadığı bir şeyle selâmlıyorlar. İçlerinden de: "Bu söylediklerimizden
ötürü Allah bizi azaplandırsın ya!" diyorlar. Onlara Cehennem yeter. O ne kötü bir dönüş
yeridir" (8) âyetiyle ortaya koymuştur.
Müslümanları
tedirgin etmek için, münâfıkların yöntemlerinden biri olarak kullanılan fısıltı
ile konuşmanın veya çağdaş iletişim araçları ile yapılan bu tür rahatsız edici
yayınların inanan insanlara bir zarar vermesinin Allah Teâlâ'ya sığınıldığı müddetçe mümkün olmadığı
bildirilmektedir: "Fısıltı ile konuşmak, Mü'minlerin
üzülmesi için, şeytanın bir vesvesesidir. Allah'ın izni olmadan o, mü'minlere hiç bir zarar veremez. Mü'minler sadece Allah'a
güvensinler"(10).
Bunun
peşinden iman eden insanlar eğitilirken Rasulullah’ın
toplantı yerlerindeki uygunsuz 'hareketlerine temas edilerek, onların bu
durumlarını ilâhi emirler doğrultusunda düzeltmeleri istenmektedir.
Toplantılarda yetki sahibi kimselerin gösterdiği şekilde hareket edilmesinin
gerekliliği, Rasulullah (s.a.s)'in meclislerindeki
davranışları düzeltmek için inen şu âyet-i kerime ile belirtilmektedir: "Ey iman
edenler! Toplantı yerlerinde size; "yer açın " denince yer açın ki, Allah da
size genişlik versin. "Kalkın" denince de hemen kalkın ki, Allah siz-den
samimiyetle iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini
yüceltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır" (11).
Bundan
sonra gelen âyetler, ihlâsın ve gerçek imanın ölçüsünü
açıklayıp, ortaya koymakta nifak içindeki bir takım kimselerin belirleyici tavır
ve davranışlarını gözler önüne sermektedir. İlk önce, bir ta-kım çıkar hesapları yaparak hem müslümanlardan gözüken, hem de onların düşmanlarıyla
dostluklar kurup, müslümanlar aleyhindeki faaliyetleri
destekleyenlerin durumlarından söz edilir: "Allah'ın gazap ettiği kimseleri
kendilerine dost edinenleri görmez misin? Onlar ne sizden ne de onlardandır.
Onlar bile bile yalan yere yemin ederler"
(14).
Medine'de
münâfıklık yapıp, müslümanlara zarar vermek için
faaliyet gösterenlerin bu durumları ortaya çıkacak olursa onlar, hemen yemin
eder ve kendilerinin yanlış anlaşıldığını ve inananlarla birlikte olduklarını
iddia ederlerdi. Yeminlerinin arkasına saklanarak müslümanları aldatmaya çalışanların bu durumları: "Onlar
yeminlerini kendilerine siper yaptılar. İnsanları Allah'ın yolundan
uzaklaştırdılar. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır" (16) âyetiyle açıklığa
kavuşturulmaktadır.
İnkarcılar
topluluğu, kıyamet gerçeği ile yüzleştikleri zaman, dünyada ne kadar büyük bir
yanlış içerisinde olduklarını anlayacak ve pişmanlıklarını bütün açıklığı ile
dile getireceklerdir. Ancak münâfıklar, iki yüzlü davranıp Allah Teâlâ'ya hile yapmaya kalkıştıklarından, sapıklığın içinde o
kadar derinlere itilmişlerdir ki o gün bile, gerçeği idrak edemeyecekler ve yine
Allah'a karşı yalan yeminlerine sığınacaklardır: "Allah onların hepsini tekrar
dirilttiği gün dünyada size yemin ettikleri gibi, O'na da yemin edecekler ve
kendilerine bir fayda getireceğini sanacaklardır. İyi bilinmelidir ki onlar,
yalancıların ta kendileridir" (18).
Bunun
peşinden gelen âyette, onların bu durumlarının şeytana tabi olup onun hizbi
içinde yer almalarından kaynaklandığı ve insanların, kesinlikle hüsrana
uğrayacak olan bu hizbe dahil olmamaları için uyanık olmaları istenmektedir:
"Şeytan onları kaplamış ve Allah'ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın
partisindendir. İyi bilinmelidir ki, şeytanın partisinden olanlar, mutlaka
hüsrandadırlar" (19).
Son
âyet, sevginin kime karşı beslenebileceği ve dostlukların neye göre kurulacağını
açıklamakta ayrıca, gerçek anlamda kurtuluşa erenlerin durumlarını dile
getirmektedir. Bu insanlar ahirette kurtuluşa
erecekleri gibi, bu dünyada da, kâfirlere karşı ilâhî bir nûr ile
desteklenmişlerdir: "Allah'a ve âhiret gününe iman
eden hiç bir kavmin, babaları, oğulları kardeşleri veya akrabaları da olsa,
Allah'a ve peygamberlerine düşman olanlara sevgi beslediğini göremezsin. İşte
Allah, bunların kalplerine imanı yerleştirmiş ve onları katından bir nur ile
desteklemiştir. Allah onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacak ve onlar
orada ebediyen kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı
olmuşlardır… İşte onlar, Allah'tan yana olanlar (Hizbullah)tır. İyi bilinmelidir ki, kurtuluşa erenler ancak
Allah'tan yana olanlar(Hizbullah)dır"
(22).
Bu mukaddimeden sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya
başlayabiliriz.
1. “Ey Muhammed! Kocası hakkında seninle
tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir; esasen
Allah konuşmanızı işitir. Doğrusu Allah işitendir,
görendir.”
“Ey peygamberim, kocası hakkında
seninle mücâdele eden, seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının
sözünü muhakkak ki Allah işitmiştir. Veya Allah o kadının duasını kabul etmiş,
talebine cevap vermiştir. Çünkü Allah işiticidir, konuştuğunuz her sözü
işitendir. Konuştuklarınız bir tarafa, fısıldaşmalarınızı bile, konuşmayıp ta
kalplerinizden geçirdiklerinizi, niyetlerinizi bile Allah işitir, bilir. Allah’a
gizli kalacak göklerde ve yerde hiçbir şey yoktur. Allah her şeyi gören ve
işitendir.”
Burada anlatılan konu bir kadının zıharla alâkalı Rasulullah
Efendimize anlattığı bir konudur. Kadın, kocasının zıhar yaptığını Rasulullah
Efendimize haber vererek ondan bu problemin çözümünü istemiştir. Bu kadın, Evs kabilesinin reisi Ubade bin
Samit’in kardeşi Evs bin
Samit’in karısı Havle binti
Sa’lebe’dir. Cahiliye
döneminin âdetlerinden birisi olan zıhar konusu, İslâm
döneminde ilk defa bu aile arasında ortaya çıkıyor. Evs bin Samit yaşlanınca öfkeli,
sinirli bir hal alıyor. Kendisinden bir şeyler istemesi karşısında karısına
sinirleniyor ve zıhar yapıyor.
Ahzab sûresini tanımaya çalışırken de
zıharla alâkalı bir uyarıda bulunmuştu Rabbimiz. Adam
karısına, “sen bundan sonra bana anamın sırtı gibisin. Sen bana, anam gibisin.
Sen benim için anam yerindesin. Yani anamın sırtı, anamın avret yeri bana nasıl
haramsa, bundan böyle sen bana haramsın, haram ol” der. Yani bundan böyle
seninle cinsel ilişki kurmam, aynen anamla cinsel ilişki kurmam gibidir şeklinde
bir zıhar yapar. İşte bu yemine zıhar adı verilir. Cahiliye
dönenimde çok kötü bir âdet olarak böyle bir zıhar
yemini yapan kimse artık bir daha o hanımına dönemiyordu. Bu kadın artık
ebediyen o kocaya haram oluyordu.
İşte onun karısı Havle binti Sa’lebe kocasının bu
yeminiyle karşı karşıya kalınca, Rasulullah Efendimize
gelerek bu durumu kendisine anlattı. “Ey Allah’ın Resûlü, kocam gençlik
yıllarımda benden faydalandı. Şimdi ikimiz de ihtiyarlık günlerimize geldik.
Lâkin şu anda bizim bakıma muhtaç çocuklarımız var. Bizim durumumuz nedir?
Nasıldır? Ne yapmamız lâzım? Bunun çözümü nedir?” dedi. Allah’ın Resûlü buyurdu
ki: “Ey kadın, bu konuda bana Rabbimden açık, net bir âyet gelmedi, ama benim
görüşüme göre sen o adamdan boşsun ve artık bir daha kocana dönemezsin.” Ama
kadın Rasulullah Efendimize yalvarıp yakardı.
“Anam-babam sana kurban olsun ey Allah’ın Resûlü, ne olursun bana bu konuda bir
yol göster. Benim durumum hiç de iyi değildir. Bu yaştan sonra ben ondan
ayrılsam çocuklar onun yanında kalsa bakamaz, benim yanımda kalsa ben bu
çocukların nafakasını sağlayamam” dedi.
İşte bu konuşmalar esnasında
Rasulullah Efendimize bu sûre, bu âyetler geliyordu.
Rabbimiz o kadının ve kıyamete kadar insanların bu tür problemlerine çözüm
getiriyordu. Toplumda hâlâ varlığını sürdüren bu cahiliye âdetinin kökünü kazıyordu Rabbimiz. Ebediyen o
kadının o kocaya haramlığını kaldırdı ve bu sözün son derece çirkin bir söz
olduğunu, Müslümanların bu tür sözlerden uzak durmalarını emretti. Bir erkeğin
karısı hakkında benim hanımım bana aynen annem gibidir demesi yalanların en
büyüğüdür. Çünkü anayı, babayı, hanımı belirleyen Allah’tır ve Allah asla böyle
bir değer yargısı koymamıştır. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz o hususu
şöylece ortaya koyar:
2. “İçinizde karılarını zıhar yapanlar (onları annelerine benzeterek haram sayanlar)
bilsinler ki, karıları an-neleri değildir; anneleri ancak, onları doğuranlardır.
Doğrusu söyledikleri kötü ve asılsız bir sözdür. Allah şüphesiz affedendir,
bağışlayandır.”
Sizden karılarına böyle zıhar yapanlar, karılarını annelerine, yahut mahremlerinden
birisine benzetenler, karılarının mahrem yerlerini kendilerine nikâh düşmeyecek
mahremlerinden birisinin avret yerlerine benzetenler bilsinler ki onlar hiçbir
zaman sizin analarınız değillerdir. Onların anneleri sizler değil, onları
doğuranlardır. Bu konuda değer yargısı sizin değer yargınız değil, Allah’ın
değer yargısıdır. Kendi kendinize hanımlarınızı anne yerine koyma yetkisini
kimden alıyorsunuz? Sizden kim böyle Allah’ın değer yargısını bir kenara alarak
kendi hevâ ve hevesleriyle zıhar yaparsa, bilsin ki çok kötü bir söz söylemiş, çok
büyük bir iftirada bulunmuştur.
Annelerinizin konumuyla
karılarınızın konumlarını ayırmak zorundasınız. Anneyi
anne olarak, hanımı da hanım olarak görmek zorundasınız. Anneyi hanım makamında
görüp ona hükmetmeye, hanımı da anne makamına oturtup ona itaat etmeye
kalkışmamalısınız. Anneye anne muamelesi, hanıma da hanım muamelesi
yapmalısınız. Yani bu çirkin söz, bu adi suç aslında büyük bir cezayı
gerektirecek bir suçtur, ama Allah rahmeti gereği size bu yasasını göndererek
ailelerinizi yıkımdan kurtarmak istiyor. Çok büyük bir cezayı gerektiren bu
suçlarınızdan dolayı ufak bir cezayla Rabbiniz size karşı merhametini gündeme
getiriyor.
3-4. “Karılarını zıhar yoluyla boşamak isteyip, sonra sözlerinden dönenlerin
ailesiyle temas etmeden bir köle azat etmeleri gerekir. Size bu hususta böylece
öğüt verilmektedir. Allah, işlediklerinizden haberdardır. Azat edecek köle
bulamayanın, ailesiyle temastan önce iki ay birbiri peşinden oruç tutması
gerekir. Buna gücü yetmeyen, altmış düşkünü doyurur. Bu kolaylık, Allah’a ve
peygamberine inanmış olmanızdan ötürüdür; bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır;
inkâr edenler için can yakıcı azap vardır.”
Kadınlarına zıharda bulunanlar, sonra da bu sözlerinden dönenler, yani
bu zıhardan dönenler, tekrar hanımlarıyla evlilik
ilişkilerini sürdürmek isteyenler için Rabbimiz şöyle bir genişlik, şöyle bir
ceza getirmiştir. Ya da bu ceza ile onları
affetmiştir. Neymiş o ceza? Aileleriyle birleşmeden önce, onlarla cinsel
ilişkiye girmezden önce bir köle azat edecekler. İşte Rabbiniz size bu hususta
böylece rahmetiyle öğüt vermektedir. Unutmayın ki Allah işlediğiniz her şeyden
haberdardır. Yani karısına zıhar yapıp ta kimseye
söylemeden, hiçbir şey yok-muş gibi karısıyla cinsel ilişkiye devam edenleri
Allah bilmektedir. Veya zıhar yapıp ta Rabbimizin
rahmeti gereği belirlediği o cezaları yerine getirmezse, bilsin ki Allah onun ne
yaptığını bilmektedir.
Bu olay üzerine Rasulullah Efendimiz Evs bin Samit’i çağırıyor ve kendisine bir köle azat etmesi
gerektiğini söylüyor. “Bunu yapabilir misin diyor?” Evs diyor ki: “Vallahi ya Rasulallah, benim buna gücüm yetmez.” “Öyleyse iki ay peş
peşe aralıksız oruç tutabilir misin?” Bunun üzerine karısı Havle söze karışarak,
“ey Allah’ın Resûlü o üç gün yemeyince gözleri görmez oluyor,” der. Rasulullah, “o halde akşamlı sabahlı altmış fakiri doyursun”
buyurur. Havle der ki: “Ey Allah’ın Resûlü onun bu kadar parası yok, eğer siz
yardım buyurursanız bunu yapabilir” der. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü zekât
hurmalarından ona yardım eder ve o da altmış fakiri doyurarak cezasını ödemiş
olur. İşte zıharın cezası da böylece belirlenmiş
oluyor. Gücü yeten bir köle azat edecek, buna imkânı olmayan iki ay peş peşe
oruç tutacak, buna da güç yetiremeyen sabahlı akşamlı altmış fakiri doyuracak.
Bunları da karısıyla birleşmeden önce yapmak zorundadır. Yani kefaretini ödeyene
kadar karısıyla cinsel ilişki kurması haramdır. Tabii bu arada cinsel ilişkinin
dışında nikâh akdi fesholmadığı için karısıyla diğer ilişkileri devam
edecektir.
Yine bugün köle azadı yok, ama geçimini
sağlayamayan bir garibana geçimini sağlayabileceği bir iş imkânı açmak
mümkündür. Unutmayın ki, Allah sizin yaptıklarınızdan gafil ve habersiz
değildir. Eğer Allah ve Resûlü’ne iman iddiasındaysanız, Allah’ın bu yasalarına
riâyet etmek zorundasınız. Bu, Allah ve Resûlü’ne imanlarınızın bir gereğidir.
Toplumunuzda fakir konumda olan kardeşlerinizi unutmamanız gerekmektedir. Dikkat
ederseniz Rabbimizin suç işleyen kullarına böyle bir ceza vererek hem onların
arınmalarını, temizlenmelerini sağlıyor, hem ailelerinin kurtulmasını murad ediyor, hem de toplumdaki sosyal yaraların sarılmasını
gerçekleştiriyor. Ne güzel bir şey de-ğil mi? Bir köle
âzâd edilecek, altmış fakir doyurulacak, insanların
yüzü güldürülecek, karınları doyurulacak. Hem aile yıkılıp gitmekten
kurtarılacak, çocuklar perişan olup gitmekten korunacak, hem toplumda kölelik
müessesesi yıkılacak, toplumda garibanlar, fukaralar gözetilmiş olacak. Şu
rahmete bir bakın.
Yemin kefaretinde de hemen hemen aynı sıralamayı görüyoruz. İşte bu, Allah’ın koymuş
olduğu sınırlarıdır. Bu, Allah’ın belirlemiş olduğu yasalarıdır. Allah’ın bu
yasalarını çiğneyen kâfirler için de elem verici, dayanılmaz bir azap vardır.
Kim ki gerek Rabbimizin burada koymuş olduğu zıhar
sınırını, gerekse kitabının başka yerlerinde belirlemiş olduğu yasalarını
çiğnerse, kendi kafasına göre, kendi he-vâ ve heveslerine göre yasa belirlemeye veya Allah yasaları
dışında başkalarının yasaları istikâmetinde bir hayat yaşamaya kalkışırsa,
Allah’ın âyetlerini örterek, örtbas ederek, görmezden gelerek bir hayat yaşarsa,
kesinlikle bilsinler ki onlar için dayanılmaz bir azap vardır, di-yor
Rabbimiz.
Zıhar yapan
kimsenin âkıl ve bâliğ olup bir de sarhoş olmaması gerekir. Çocukların,
delilerin ve sarhoşların, o anda aklı başında olmayan kimselerin zıharları geçerli değildir.
5. “Allah’a ve peygamberine karşı gelenler,
kendilerinden öncekiler nasıl alçaltıldı ise öyle alçaltılacaklardır. Biz,
apaçık âyetler indirmişizdir, bunları inkâr edene alçaltıcı azap
vardır.”
Gerçekten Allah ve Resûlü’ne
karşı gelenler, Allah ve Resûlü’ne karşı duranlar, Allah ve Resûlü’ne kafa
tutanlar, Allah ve Resûlü’nün koyduğu sınırları tanımayıp kendi kendilerine
yarış yapmaya kalkışanlar, Allah ve Resûlünün çizgilerine, sınırlarına karşı
sınır çiz-me yarışına girenler, Allah ve Resûlüne
karşı karşıt saf oluşturanlar, Allah ve Resûlü’nün koyduğu yasaları beğenmeyip
kendi hevâ ve hevesleriyle yasa belirlemeye
kalkışanlar, insanları, toplumları Allah ve Resûlü’nün yasalarını bırakıp kendi
yasalarına uymaya çağıranlar, zorlayanlar var ya,
onlar bilsinler ki kendilerinden öncekiler nasıl alçaltılmışlarsa, onlar da
aynen öylece alçaltılacaklardır. Kendilerinden önce kendi yollarında giderek
Allah ve Resûlü’yle savaş halinde olanlar nasıl yıkılmış, nasıl devrilmiş, nasıl
helâk edilmişlerse, onlar da aynen onlar gibi devrileceklerdir.
İşte bu kitabında Rabbimiz
onların devrilişlerini bize anlatıyor. Geçmişlerin başlarına nelerin geldiğini
haber veriyor. Allah ve elçileriyle savaşan Âd kavminin, Allah yasalarını
reddeden Semûd kavminin, Allah âyetlerini, Allah
yasalarını reddeden Firavunların, Allah’la savaşa tutuşan Nemrutların başlarına
neler gelmişse, bunların başlarına da aynen gelecektir haberleri olsun. Allah
yasalarını beğenmemenin, Allah yasalarına karşı alternatif yasalar belirlemenin,
Allah ve Resûlü’yle yarışa kalkışmanın ne demek olduğunu yakında görecek bu
kâfirler! Çünkü Rabbimiz bakın âyetin devamında buyuruyor
ki:
“Biz size apaçık âyetler gönderdik.
Gönderdiğimiz bu âyetlerimizle gün kadar açık bir şekilde size hudutlarımızı,
yasalarımızı açıkladık, beyan ettik, haber verdik. Size hayat programımızı
apaçık anlattık, her şeyi ortaya koyduk. Şimdi nasıl oluyor da bizim
âyetlerimizi ciddiye almadan bir hayat yaşayabilirsiniz? Nasıl oluyor da bu
âyetlerimizi yok farz edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da bu kitabı örterek bir
hayat yaşayabiliyorsunuz? Nasıl oluyor da Bizim yasalarımızı bir kenara koyup
kendi yasalarınızı, ya da kendiniz gibilerin
yasalarını uygulamaya kalkışabiliyorsunuz? Bizim kurallarımız varken nasıl
oluyor da kendi kendinize kurallar koyabiliyorsunuz? Kimden aldınız bu yetkiyi?
Sizden önceki seleflerinizin başlarına gelenlerden haberiniz yok mu? Unutmayın
ki böyle Allah’ın kitabını örtenlere, Allah’ın âyetlerini, yasalarını görmezden
gelenlere dayanılmaz bir azap vardır. Unutmayın ki:
6. “Allah onların hepsini dirilttiği gün,
kendilerine işlediklerini haber verir; Allah onları bir bir saymıştır, fakat kendileri unutmuşlardır. Allah her şeye
şahittir.”
Allah böylelerinin hepsini diriltecektir. Ve onların yaptıklarının
hepsini tek tek onlara haber verecektir. Zannetmeyin
ki yaşadığınız bu rezil hayatın sonunda yok olup gideceksiniz. Zannetmeyin ki
sü-men altı edilecek, hesaba çekilmeyecek, yaptığınız
bu küfür ve zulümleriniz yanınıza kâr kalacaktır. Hayır hayır, Allah yaptıklarınızın ta-mamını kaydediyor ve yarın bir bir
size onları haber verecektir. Allah onların tamamını hesap etmiş, toplamıştır.
Söylediğiniz her söz, yaptığınız her amel, gerçekleştirdiğiniz her tavır Allah
tarafından, Allah’ın görevli askerleri tarafından bir ana
bilgisa yara kaydedilmiştir. Tek harfi,
tek kelimesi bile zayi edilmemiştir. Halbuki onlar bu yaptıklarını
unutmuşlardır.
Evet, yaşadıkları bu dünyada,
nerede ne yaptıklarını kayda geçirmemişlerdir onlar. İşledikleri suçların pek
çoğunu unutmuşlardır. Ama Allah unutmamıştır. Allah onların tamamını kayıt
altına almış ve yarın bir bir ortaya koyacaktır.
Büyük, ya da küçük, önemli, ya da önemsiz her şey kayıt altına alınmaktadır. Allah her
şeye şahittir.
7. “Göklerde olanları da, yerde
olanları da Allah’ın bildiğini bilmez misin? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde
dördüncü mutlaka O’dur; beş kişinin gizli bulunduğu yer-de altıncıları mutlaka
O’dur; bunlardan az veya çok, ne olursa olsunlar, nerede bulunurlarsa
bulunsunlar, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra, kıyamet günü, işlediklerini
onlara haber verir. Doğrusu Allah her şeyi
bilendir.”
Şimdi siz ey insanlar, göklerde
ve yerde olanların tamamını Allah’ın bildiğini, Allah’ın her şeyden haberdar
olduğunu bilmez misiniz? Haberiniz yok mu sizin bundan? Üç kişi kendi aralarında
bir necva, bir fısıltı da bulunmasın ki, dördüncüleri
Allah olmasın. Üç kişi kendi aralarında gizli gizli
fısıldaşarak, fiskos yaparak, kulis yaparak İslâm, peygamber, Müslümanlar
hakkında bir komplo peşine düşmezler ki Allah onları bilmiş ve duymuş olmasın.
Beş kişinin gizli buluştukları yerde altıncıları Allah’tır. Bunlardan az veya
çok, ne olursa olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah mutlaka onlarla
beraberdir. Sonra kıyamet günü bu yaptıklarının tümünü Allah onlara haber verir.
Doğrusu Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. Allah’ın onların plan
ve programlarından gafil olması asla düşünülemez. Onlar nerede olurlarsa
olsunlar, Allah onlarla beraberdir.
İşte Allah yolunun yolcuları
Müslümanların en büyük destekleri de budur. Çünkü kâfirlerin tüm hile ve
desiselerinden haberdar olan Allah, onların Müslümanlar aleyhine kurduklarının
tamamını boşa çıkaracak, ama onların Allah’ın hile ve tuzaklarından hiçbir
haberleri ol-mayacaktır. Onlar Allah’tan ve O’nun
kendileri hakkındaki takdirinden gafillerdir, ama Allah onların her şeylerinden
haberdardır.
Bu bölümde Rabbimiz dışardan Müslüman
görünüp, iman gösterisinde bulunup ta, için için İslâm
toplumunu yıkmaya çalışan, Müslümanlara karşı sinsi sinsi toplantılar yaparak komplolar hazırlayan, Allah ve
Resûlü’ne karşı bir cephe oluşturan münâfıkların planlarından söz ediyor. Kaypak
İslâm düşmanları uyarılıyor. Rabbimiz buyuruyor ki, “yoksa bu hainler
kendilerinin fısıltılarını, esrarlarını, nec-valarını duymadığımızı mı zannediyorlar? Onların gizli
mahfillerde aldıkları kararlardan, komplolarından habersiz olduğumuzu mu
zannediyorlar? Öyle mi hesap ediyor, öyle mi vehmediyorlar? Hayır hayır, onların tüm gizli fısıldaşmalarını, tüm düzen ve
komplolarını Biz bilmekteyiz. Biz onların yanında, yanı başındayız, onların her
şeylerini kaydeden, tespit eden, yazan meleklerimiz vardır
bizim.
Dün peygamberi ve Müslümanları yok
etmenin, arkadan hançerlemenin hesaplarının yapıldığı bu tür toplantıları
münâfıklar yapıyorlardı. Şu anda da Müslümanların önünü tıkamak, Müslümanların
nefesini kesmek, Müslümanlara hayat hakkı tanımamak, Müslümanların defterini
dürmek, yeryüzünde, Allah’ın arzında Allah’ın kullarının Allah’a kulluklarını
engellemek, Müslümanlara Allah egemenliğinde Müslümanca bir hayatı yasaklamak üzere kâfir ve müşrik
dünyada yapılan tüm gizli-açık toplantıları Allah bilmektedir. Müslümanları yok
etmek üzere alınan kararların, düzenlenen komploların hepsinden Allah
haberdardır. “Allah bunların tamamını bilmektedir” ne anlama geliyor? Yani
bunların, bu toplantıların, bu birlikteliklerin, bu planların, bu tuzakların
hiçbirisi başarıya ulaşmayacaktır. Allah onları asla başarıya ulaştırmayacaktır.
Allah, kâfirlerin Müslümanlara yönelik tüm toplantılarını, tüm plan ve
programlarını boşa çıkacaktır. Bu toplantıların hiçbirisi kâfirlere bir hayır
getirmeyecektir. Bunların kendi kazdıkları kuyuya kendilerinin düşeceğini ve
Müslümanlara asla bir zarar veremeyeceklerini anlatıyor
Rabbimiz.
Rabbimiz kâfirlerin, münâfıkların,
İslâm düşmanlarının, İslâm ve Müslümanlar aleyhine hazırladıkları tüm
tuzaklarını bu dünyada boşa çıkardığı gibi, yarın kıyamet gününde de yaptıkları
yanlışlıkların tamamını onlara haber verecek, onları yaptıklarına göre
cezalandıracaktır. Genelde bu âyetler Medine münâfıkları hakkında inmiştir.
Müslüman görünmelerine, Müslümanlarla birlik görünmelerine, Müslümanlarla
beraber namaz kılıp, oruç tutmalarına rağmen her fırsatta Müslümanların
aleyhinde çalışan, İslâm’ın hâkimiyetine son vermek için çırpınan münâfıklara
hitap etmektedir, ama kıyamete kadar aynı konumda olan, aynı karakteri
sergileyen insanlara da hitap etmektedir.
Rasulullah
Efendimiz Medine’de İslâm ve Müslümanlar hakkında böyle gizli gizli toplanıp komplolar hazırlayanları uyarmıştı. Ama
münâfıklar bundan vazgeçmeyince bakın Rabbimiz şöyle
buyurdu:
8. “Gizli toplantıdan men edilen, sonra men
olundukları şeyi yapmaya kalkışarak günah işlemek, düşmanlık etmek ve Peygambere
karşı gelmek konusunda gizli gizli konuşanları
görmedin mi? Ey Muhammed! Sana geldiklerinde, Allah’ın seni selâmlamadığı bir
şekilde seni selâmlarlar; içlerinden, “Gerçekten o bir peygamber olsaydı
Allah’ın bizi, söylediklerimizden ötürü, cezalandırması gerekmez miydi?” derler.
Cehennem onlara yeter. Oraya girerler, ne kötü dönüştür!”
“Böyle gizli gizli aleyhte toplantılar yapmaktan, düşmanca planlar içine
girmekten men edildikleri halde bundan vazgeçmeyenleri, günah işlemek, düşmanlık
etmek, peygambere karşı gelmek konusunda ısrarlı davrananları görmedin mi ey
peygamberim?” Defalarca Allah ve Resûlü tarafından yapmayın, etmeyin, bu
yaptıklarınız yanlıştır diye uyarılmalarına rağmen desiselerine, kulis
faaliyetlerine devam eden kimseleri görmedin mi? Bunların kulis faaliyetlerinin
ana teması ne? Günah. İnsanları günaha nasıl çekebiliriz? İnsanları günaha nasıl
batırabiliriz? İnsanları imanlarından nasıl edebiliriz? İnsanların inançlarını
nasıl bozabiliriz? İçkiyle mi? Kumarla mı? Zinayla, fuhuşla mı? Eroinle, esrarla
mı? Makamla, koltukla mı? Kılık-kıyafetlerine müdahaleyle mi? Dini eğitim veren
okullarını kapatarak mı? Nasıl önlerine geçebiliriz bu
müslümanların? Evet, bu adamlar insanları dinlerinden,
imanlarından edecek her tür günahı dener, her tür yola başvururlar. Tüm
günahların çoğalmasını, günahların açıkça işlenmesini ve toplumda yaygınlık
kazanmasını isterler. Hep bunun için çaba gösterirler.
Yine bu adamların kulis faaliyetlerinin
konularından bir başkası da düşmanlıktır. Kime karşı düşmanlık? Allah’a,
peygambere, Müslümanlara karşı düşmanlık… Resul’e ve Resûlün getirdiği dine
isyan… İşte bu adamların gizli gizli kulislerinde
konuştukları şeyler bunlardır. Memlekette insanlar aç kalmış, önemli değil.
Ülkede milyonlarca insan işsizlikten birbirlerini yiyecek hale gelmişler, önemli
değil. Ülke insanları günah bataklığına yuvarlanmış önemli değil. Daha doğmamış
yavrular borçlu doğar olmuşlar, insanlar kâfir ülkelerine köle olmuşlar, önemli
değil. Gençler fuhuş bataklığına yuvarlanmış, insanlar cehenneme doğru
gidiyorlarmış, önemli değil. Önemli olan İslâm düşmanlığıdır. Önemli olan
Müslümanların nasıl yok edileceği, başörtülerin nasıl açılacağı, insanların
nasıl dinsizleştirileceğidir. Önemli olan insanların günaha sokulmaları, Allah’a
ve peygambere düşman yapılmalarıdır. İşte bu adamların dertleri, görüşmelerinin
ve kulislerinin ana konuları bunlardır.
“Onlar sana geldikleri zaman Allah’ın
seni selâmlamadığı gibi selâmlarlar.” Genelde bu Yahudilerin tavrıdır. Onlar
Rasulullah Efendimizin yanına geldikleri zaman onun
için selâm, selâmet, esenlik dilemiyorlar. Müslümanların tahıyyesi gibi tahıyyede
bulunmuyorlar. Rasulullah’a geldikleri zaman ‘selâmun aleyküm’ demiyorlardı da,
Ra-sulullah’tan başkalarının
anlayamayacakları bir biçimde bu selâmı bozuyorlardı. “Essâmu aleyke ya Ebel Kasım” “Ölüm senin üzerine olsun, Allah’ın belâsı
senin üzerine olsun ey Kasımın babası” diyorlardı. Ama bunu da net ve açık bir
şekilde diyemiyorlar, ağızların-da geveliyorlardı. Bunu bilen Rasulullah da: “Ve aleyküm”
buyurarak karşılık veriyordu.
Yani benim için istediğiniz şey sizin
üzerinize olsun diyordu. Nefislerinden, gönüllerinden, içlerinden de şöyle
diyor-lardı:
Kendi içlerinde olan şeyi açığa
çıkarıyor ve diyorlardı ki: “Gerçekten bu Muhammed Allah’ın hak bir elçisi olmuş
olsaydı, kendisine bu söylediklerimizden ötürü Allah’ın bize azap etmesi, bizi
helâk etmesi, bizim ağzımızın payını vermesi gerekmez miydi? Madem ki Allah
bizim konuştuklarımızı duyuyor, dediklerimiz yüzünden Allah bizi niye helâk
etmiyor? Madem ki o Allah’ın elçisidir, o halde ona karşı söylediğimiz bu
sözlerden ötürü Allah bizi niye cezalandırmıyor?” Bu davranışlarını Peygamber’in
(a.s) peygamber olmayışına delil getirmeye çalışıyorlardı. “Gece-gündüz ona
beddua okuyoruz, ama şu ana kadar başımıza hiçbir belâ gelmedi” diyorlardı.
Geçmiş kavimlerde olduğu gibi işledikleri suçlar karşısında Allah’ın azabını
peşin isti-yorlardı.
Rabbimiz buyuruyor ki, “cehennem
onlara yeter.” Bu dünyada kendilerine bir şey gelir, ya da gelmez, ama bilsinler ki cehennem onları
beklemektedir. Cehennem yetmiyor mu onlara? Alçaklar horluk içinde o ateşe
yaslanacak, ateşe sallanacaklar. Ne kötü bir dönüş yeridir o ateş? Öyleyse ey
Müslümanlar:
9. “Ey İnananlar! Gizli konuştuğunuz zaman,
günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve peygambere karşı gelmeyi fısıldaşmayın;
iyilik yapmak ve Allah’a karşı gelmekten sakınmayı konuşun; kıyamet günü
huzurunda toplanacağınız Allah’tan sakının.”
Sizler o hainler gibi olmayın.
Sizler onlar gibi yapmayın, onlara benzemeyin. Sizler kendi aranızda gizli
konuşacağınız zaman, sakın ha günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve peygambere
karşı gelmeyi, peygambere isyan etmeyi fısıldaşmayın. Allah’a ve Resûlü’ne isyan
konusunda fısıldaşmayın. Müslümanlara zarar vermeyi fısıldaşmayın. Müslümanlar
aleyhine fiskoslaşmayın, kulis yapmayın. Şer güçlerin, zâlimlerin, kâfirlerin
şerlerinden kurtulmak için, onların şerlerinden emin olmak için aranızda
toplanıp ta sakın ha günah üzerinde konuş-malar,
kulisler yapmayın.
Eğer konuşacaksanız, eğer kulis
yapacaksanız sadece takva ve Allah’a kulluğun bilincine erme konusunda, iyilik
konusunda toplanın. Daha iyi nasıl Müslümanlar olabiliriz? Daha iyi Müslümanlığı
nasıl yaşar ve yaşatabiliriz? İşte hep bu konular üzerinde toplanın, konuşun.
Huzurunda toplanıp hesap vereceğiniz Allah’tan korkun, Allah’la yol bulun.
Allah’a karşı kulluk şuurunda olun. Unutmayın ki yarın Rab-binizin huzurunda toplanacak ve yaptıklarınızın bir bir hesabını vereceksiniz. Kimin huzurunda toplanacaksanız,
hesabı kime ödeyecekseniz ondan çekinin, onu hesaba katın.
Necva tümüyle
yasak kılınmıştır. Necvanın caiz olduğu yerler de
vardır. Gizli konuşmanın ne adına ve ne niyetle yapıldığı ve nelerin konuşulduğu
önemlidir.
Rabbimiz Nisâ sûresinde onların
fısıltılarının, gizli gizli konuşmalarının pek çoğunda
hayır yoktur, der. İnsanların gece ya da gündüz, gizli
ya da açık yaptıkları toplantılardan sadece şunların
hayırlı olduğunu ve başarıya ulaşacağını, diğerlerinden istisna ederek şöyle
anlatıyor Rabbimiz. Ancak bir sadaka vermeyi, yahut bir iyilik yapmayı, bir
maruf gerçekleştirmeyi veya insanların arasını ıslah edip düzeltmeyi emreden
toplantılar başkadır. Bu üç işten başka sebeplerle toplanıp gizlice konuşanların
konuşmalarında hayır yoktur, diyor Rab-bimiz.
Birincisi, toplantının hedefi bir
sadaka gerçekleştirmekse, bir sadaka emredilecekse, yani o toplantıda tasdik
ehli olmaya çağrıda bulunuluyorsa, gelin Allah’ı tasdik edelim, gelin Allah’a
iman iddialarımızda sadâkat ehli olalım, gelin mallarımız ve canlarımız
konusunda Allah’ın söz sahipliğini kabullenelim, gelin daha iyi Müslüman olalım,
gelin bu hayatı Allah için yaşayalım, Allah için fedakârlıkta bulunalım diyerek
sadakaya, sadâkate çağrının olduğu toplantılarda hayır
vardır.
İkincisi, hedefi marufu emretmek olan
toplantılar da bunun dışındadır. Allah’ın güzel dediklerini, maruf dediklerini
emretmek, Allah’ın emirlerini hayata geçirmek, Allah’ın yasaları istikâmetinde
hayatı düzenlemek, Allah egemenliğinde bir hayata teşvik etmek, Müslümanları
daha iyi Müslümanlaştırmak, kâfirleri de Müslümanlığa davet etmek üzere yapılan
toplantılarda da hayır, bereket vardır. Allah o toplantıları başarıya
ulaştıracaktır.
Bir üçüncüsü de, bir toplantı ki o
toplantı da insanların arasını ıslah, insanların arasını bulmak niyeti varsa
işte bu toplantıda da hayır vardır. Yani eğer Müslüman bir toplumda insanlar
birbirlerine dargın hale gelmişlerse, insanlar birbirlerine karşı problemli bir
hale gelmiş, kardeşlik ilişkileri bozulmuş ve beraberlikleri birbirlerinin
cehennemine sebep olacak bir noktaya gelmiş, birbirlerine zulmetmeye
başlamışlarsa, kardeşlikleri zedelendiği için Allah’ın gazabını celbede-cek bir toplum yapısına dönüşmüşse, o zaman onların
aralarını ıslah ederek, onlar arasında sulh ve barışı gerçekleştirecek bir
toplantı yapılıyorsa, işte bu toplantı da başarıya ulaşacaktır.
Sadece insanların kendi aralarını bulup
ıslah değil, aynı zamanda insanların Allah’la araları açılmışsa, Allah’ın
kitabıyla araları dargınlaşmışsa, peygambere küsmüş ve ilgiyi kesmişlerse, bu
konuda da arayı bulmak üzere yapılan toplantılar hayırlı ve bereketli olacaktır.
İki-üç kişinin bir araya gelip de gizli gizli
konuşmaları bu hedeflere yönelikse bu günah değildir. Ama üç kişi, beş kişi bir
yerde otururlarken onlardan iki kişi gizli gizli
fısıldaşarak konuşursa ötekilerden izin almalıdır. Çünkü onlar bundan
alınabilirler. Rasulullah Efendimiz, “ikiniz diğerini
bırakıp kendi aranızda fısıldaşmayın, çünkü bu üçüncü kişiyi üzer”
buyurur.
10. “Gizli toplantılar inananları üzmek için
şeytanın istediği şeydir; Allah’ın izni olmadıkça şeytan onlara bir zarar
veremez; inananlar yalnız Allah’a güvensinler.”
Bunlar, bu gizli toplantılar,
Allah’a, peygambere düşmanlık konusunda, Müslümanlara komplolar hazırlama
konusunda yapılan tüm bu kulisler iman edenleri üzmek için şeytanın istediği
şeylerdir. Tüm bu kulislerin arkasında şeytanlar ve şeytanî güçler vardır.
Öyleyse ey Müslümanlar, bilesiniz ki sizler bu tür gizli konuşmalardan meyus
olmayın. Kalbinizi geniş tutun ve Rabbinize güvenin. Şeytan bu tür organizeleri
körükleyerek iman edenleri üzmek, mü’minleri sıkıntıya
düşürmek, onları günahlara sokmak istiyor.
Ama Rabbiniz onların tüm
planlarını bilmektedir. Rabbiniz izin vermedikçe şeytan ve dostları size hiçbir
zarar veremezler. Eğer sizler vahiy bilinciyle bilinçlenir, Allah vahyine
sarılır, vahiy silahıyla silahlanır, vahy e göre bir
hayat yaşamaya yönelirseniz, kesinlikle bilesiniz ki onlara karşı çok güçlü
olacaksınız ve onların size karşı yapabilecekleri hiçbir şeyleri olmayacaktır.
Siz Allah’a tevekkül edip dayanın. Sadece Allah’a güvenin. Sırtınızı Allah’a
verin. Size düşeni yaparsanız, Allah sizler namına işlerinizi takip edecek,
onların tüm komplolarından koruyacaktır.
Ama eğer sizler üzerinize düşen
görevi yerine getirmezseniz, Allah da sizin namınıza işlerinizi takip etmeyecek
ve sizi koruması altına almayacaktır. İşte böylece Rabbimiz bir taraftan İslâm
aleyhine yapılan gizli toplantıları, konuşmaları, Müslümanlar aleyhine çevrilen
gizli dolapları, komploları, kulisleri yapanları uyarırken, bundan
vazgeçmelerini emrederken, diğer taraftan da Müslümanları yetiştirecek,
eğitecek, onları en güzel bir ahlak olgunluğuna ulaştıracak kuralları beyan
ediyor. Bakın işte onlardan birisi de şöyledir:
11. “Ey İnananlar! Toplantılarda, size, “Yer
açın” denince yer açın ki, Allah da size genişlik versin; “Kalkın” denildiği
zaman da hemen kalkın ki, Allah, içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim
verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah işlediklerinizden
haberdardır.”
Ey iman edenler, siz oturumlarda,
toplantılarda, meclislerde yer açın, genişleyin denildiği zaman hemen
genişleyin, yer açın ki Allah da size karşı rahmetini geniş tutsun. Hem dünyada,
hem de ahi-rette Allah size merhametiyle muamele etsin. Rabbimiz Müslümanlardan
böyle güzel bir davranış istiyor. Oturdukları bir mecliste sonradan gelen
kardeşlerine yer açmalarını, yer vermelerini istiyor. Bir mecliste Müslümanlara
bir davranış kuralı öğretiyor. Oturulan bir meclise sonradan bir Müslüman
kardeşimiz geldiği zaman hemen onun için yer açıp toparlanmamız ve asla bencil
davranmamamız gerekmektedir. Daha önceden gelip orada oturan Müslümanlara düşen
bu olduğu gibi, sonradan gelen Müslümana düşen de yer
bulamadığı takdirde illa da girmeye çalışmamak veya başka bir kardeşini kaldırıp
onun yerine oturmamaktır. Nitekim Tirmizi’nin rivâyet
ettiği bir hadislerinde Rasulullah Efendimiz şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse bir kimseyi yerinden
kaldırıp onun yerine oturmasın. Daha önceden gelip orada oturanlar da sonradan
gelenlere yer versinler.”
Yine Buhârî’de rivâyet edilen başka bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü şöyle buyurur:
“İzin almadan iki kişinin arasına
girip oturmak kimseye helâl değildir.”
Kimileri her ne kadar da bu kuralın sadece
Rasulullah Efendimizin meclisleriyle sınırlandırmaya
çalışmışlarsa da, aslında bu emir tüm Müslümanlar için geçerlidir. Kıyamete
kadar tüm Müslümanlar bunu meclislerinde uygulayacaklardır. Rasulullah Efendimiz Bedir ashabından olan ensâr ve muhacirine özen gösteriyordu. Çünkü Bedir savaşı
gerçekten Müslümanların var oluş, yok oluş savaşıydı. Müslümanlar en zor
günlerinde canlarını dişlerine takarak bu savaşı gerçekleştirmişlerdi. Onun
içindir ki Allah’ın imanlarının sadâkatini ispat etmiş bu yiğit Müslümanlara
özel bir ilgi gösteriyordu.
Günlerden bir gün Allah’ın Resûlü
etrafını dolduran ashabıyla birlikte bir mecliste otururken Bedir’e katılmış
yiğitlerden bazıları çıkagelmişlerdi. Onlar Rasulullah
Efendimize ve sahâbe-i kirâma selâm verirler ve mecliste kendilerine de bir yer
açılmasını beklerler. Ama Resulullah’ın etrafındaki
sahâbe yerinden kıpırdamak istemez. Kimse onlar için bir yer açma eylemi içine
girmez. Bu durumu gören Allah’ın Resûlü öfkelenir. “Hemen sen kalk, sen de kalk”
diyerek onlardan bir kısmını kaldırmaya yöneliyor. Bu tavır yerlerinden
kaldırılan insanların ağırına gidiyor.
Çevrede fırsat kollayan, her
hareketi Resulullah’ın aleyhine kullanmak isteyen
münâfıklar da bunu dedikodu konusu yapıyorlar. Peygamber bir taraftan adaletten,
insana saygıdan, insana değer ver-mekten söz ediyor,
ama bir taraftan da insanların kimilerini kimilerine tercih ediyor, kimilerini
kaldırıp arkadaşlarını onların yerine oturtuyor diyerek bunu alay konusu yapmaya
başlıyorlar.
Onların bu lakırdılarını işiten Rasulullah Efendimiz üzülüyor ve hemen arkasından işte bu
emir geliyor. “Size meclisleri genişletin, meclislerde yer açın denildiği zaman
hemen yer açıp genişletin. Gelen kardeşlerinize yer açın ki onlar da
otursunlar.” Yani gelen kişiye karşı hemen ayağa kalkın, onu karşılayın veya
hemen kalkıp yerinizi ona verin değil. Ya ne? Sıkışın,
toparlanın ve yer açın deniliyor. Zira insanların en şereflisi Allah’ın Resûlü
bir meclise geldiği zaman insanlar onun için ayağa kalkmazlar ve ona yerlerini
vermezlerdi. Çünkü Allah’ın Resûlü böyle bir şeyden asla hoşlanmazdı ve sahâbe-i
kirâm efendilerimiz de bunu bildikleri için öyle yapmazlardı.
Allah’ın Resûlü insanların
kendisine özel bir yer ayırmalarını istemezdi.
Kendisine özel bir paha biçilmesini sevmezdi. Sıradan birisi olarak onların
arasında bulunmayı severdi. Onun için meclislerde özel bir konumu, özel bir
yeri, bir makamı yoktu. Hattâ taşradan gelenlerden onu tanımayanlar, “peygamber
hanginiz?” diye sorarlardı. Maalesef şu anda bizim meclislerimizde ekonomik gücü
olanların, siyasal gücü olanların, hacı-hoca takımının özel yerleri vardır.
Farklı muamele beklerler insanlardan.
Sahâbe-i kirâm efendilerimiz Allah’ın
Resûlü geldiği zaman a-yağa kalkmazlardı, oturdukları yerden kalkıp yerlerini
ona vermezler-di. Sadece peygamberimiz için yer açarlar ve o da gelir, açılan
yere otururdu. Öyleyse Müslümanlar bir yerde otururlarken gelen Müslü-manın, ya da Müslümanların makamı, konumu ne olursa olsun
kalkılmayacak ama ona yer açılacak ve açılan yere de o oturacak. Bakın bir
hadislerinde Rasulullah Efendimiz sevdiği, beğendiği
bir Müslüman tipini anlatırken şöyle buyuruyor:
“Benim yanımda insanların en çok
gıpta edileni, en çok gıptaya lâyık olanı namazdan payı olan, hâli hafif olan,
yükü hafif olan ve insanlar arasında özel bir yeri olmayan, parmakla
gösterilmeyen, sıradan biri olan, öne çıkmayı sevmeyen, kendisine özel bir baha
biçilmesinden yana olmayan kimsedir.”
İşte Resulullahın sevdiği, beğendiği insan bu. Rasulullah hâşâ insanlara başka şey söyleyip kendisi başka
şey yapan değildi.
Bu âyet-i kerîme meclis âdâbını
anlattığı gibi, aynı zamanda savaş âdâbını da, savaştaki safların konumunu da
anlatmaktadır. Te-mel hedefleri şehadet şerbetini içip Rabblerinin
huzuruna al kanlarıyla gitmek olan Müslümanlar, savaşlarda hep ön saflarda olmak
isterlerdi. Bunun için birbirleriyle yarış yaparlardı. Tıpkı namazda çok
faziletli olan ön saflar konusunda yarış içinde oldukları gibi. Rabbimiz buyurdu
ki, “hayır konusunda sadece kendinizi düşünmeyin. Müslüman kardeşlerinizin de
hayırlara ulaşmasını dileyin.”
Gerek namazda, gerek cihadda, gerekse Rabbimizin rızasını kazandıracak diğer
hayırlı amellerde elbette kendimizi düşüneceğiz, ama diğer kardeşlerimizi de
düşünmek zorundayız. Kendimiz hayırda, hayırlı işlerde hep önde olma yarışı
içinde olacağız, ama Müslüman kardeşlerimizin de bizim yanımızda olmasını
isteyeceğiz. O hayra sadece biz ulaşalım, diğer insanlar ondan mahrum olsunlar
diye bir derdimiz olmayacak. Müslümanlara aynı âyetin devamında verilen ikinci
emir de şöyle:
“Size kalkın denildiği zaman da hemen
kalkın, dağılın. Bilin ki Allah sizden iman edenlerin ve kendilerine ilim
verilenlerin derecelerini yükseltecektir. Allah sizin yapıp ettiklerinizin
tamamını bilmektedir, hepsinden haberdardır.”
Âyetin bu bölümünde de meclislerde
oturma zamanı ve âdâbı belirtilmektedir. Evlerine kendi evleri, mallarına kendi
malları, paralarına kendi paraları gözüyle bakabilme kardeşliğine ulaşmış olan
sahâbe-i kirâm efendilerimiz Medine döneminin ilk yıllarında sevgilileriyle baş
başa, gönül gönüle oturmayı, sohbet etmeyi çok arzu
ediyorlardı. Uzun uzun onunla birlikte olmaktan,
sevgiliyle sohbet etmekten çok zevk duyuyorlardı. Dinlerini öğrenmek,
dünyalarını ve ahiretlerini güzelleştirmek için hep
onu dinlemek istiyorlardı. İstiyorlardı ki hep onunla beraber olsunlar.
Ama unutulmamalıdır ki, Allah’ın
Resûlü de bir beşerdir. O da bir babadır, o da bir kocadır, o da bir insandır.
Onun da sorumlu olduğu kimseleri vardır. Onun da dinlenmeye, istirahata, uykuya,
yeme-ye, içmeye, def’i hacete ihtiyacı vardır. Onun da özel halleri, özel
durumları vardır. Onun için Rabbimiz buyuruyor ki: “Ey Müslümanlar,
peygamberinizi özel ihtiyaçlarından, özel konumlarından alıkoyacak uzun uzun oturmalardan vazgeçin ve size dağılın denildiği zaman
he-men dağılın. Resulullah’ın meclisinden uzaklaştığınız zaman tüm
hayırlardan uzaklaşacağınızı sanmayın. Kalkın, gidin denildiği zaman bunu
kendiniz için yapılmış bir hakaret saymayın. Bu çok normal bir şeydir. Unutmayın
ki sizin üstünlüğünüzün ölçüsü iman ve ilimdir. Onunla birlikte oturmalarınızı
ona eziyet verecek seviyeye vardırmaktansa, kalkıp evlerinizde ilimle uğraşın.
Unutmayın ki ilim öğrenip onunla Allah kullarını diriltmeye koşanlar, orada
oturanlardan derece olarak daha üstündür.”
Demek ki uzun zaman peygamberin yanında
kalmak fazla bir şey getirmeyecektir. Veya işte şu anda “aman öldüm, yandım
ya Ra-sulallah! Aşkınla bittim, tükendim” diyenler, gece
rüyalarında görmeye çalışanları görüyoruz.. Asıl önemli olan bunlar değildir.
Asıl önemli olan iman ve ilimdir. Asıl önemli olan Resulullah’ın bıraktığı Kitap ve sünnet bilgisine sahip
olarak onu iman ve amel haline dönüştürmektir. Asıl önemli olan Resulullah’ın bize emanet ettiği bu iki temel kaynağı
tanıyıp tanıtmaktır. Kitabı ve Peygamberin sünnetini yaşamak ve yaşatmaya
çalışmak, kitabın ve peygamberin müdafaasını yapmaktır. İmanlarını ve
bilgilerini güçlendirmeyen insanların filan ya da
falan zatların yakınında olmaları onlara fazla bir değer kazandırmayacaktır.
Tıpkı Nuh’un (a.s) oğlunun
herkesten çok babasının yanında bulunması, yakınında olmasının ona bir derece
kazandırmadığı gibi. Veya herkesten çok peygamberin yakınında olan hanımının
kendisine bir derece kazandırmadığı gibi. Asiye anamızın kocası zâlim Firavunun
en yakınında bulunmasının da onun derecesini azaltmadığı gibi. Kişi imanını ve
ilmini, imanını ve salih amelini koruduğu sürece onun
derecesi artacaktır.
12. “Ey İnananlar! Peygamberle hususî olarak
konuşacağınızda, bu konuşmanızdan önce fakirlere sadaka veriniz; bu, sizin daha
iyi ve daha temiz olmanız içindir. Eğer sadaka verecek bir şey bulamazsanız
üzülmeyiniz. Allah şüphesiz bağışlayandır, acıyandır.”
“Ey iman edenler, peygamberle
özel görüştüğünüz zaman, peygamberle hususî olarak konuştuğunuz zaman bu
konuşmanızdan önce fakirlere sadaka verin. Bu sizin daha temiz ve daha iyi
olmanız içindir. Eğer fakirlere verecek sadaka bulamazsanız, buna gücünüz
yetmezse o zaman da üzülmeyin, çünkü şüphesiz Allah bağışlayandır, merhamet
edendir. Allah kullarına karşı çok merhamet edendir,
acıyandır.“
İbni Abbas Efendimizin beyanına göre Medine döneminin ilk
yıllarında, Müslümanların Allah ve Resûlü egemenliği altında eğitim süreçlerinin
sürdüğü ilk yıllarda, bazı Müslümanlar Rasulullah
Efendimizin yanına gelerek onunla özel görüşme yapmak istediler. Onları
kendisinden bir parça bilen, onlara karşı çok düşkün olan Allah’ın Resûlü
kendisiyle özel görüşme talebinde bulunan bu kardeşlerini geri çeviremiyor, bu
talepten rahatsız oluyor ama reddedemiyordu. Bugünkü kendilerinden korkan zâlim
yöneticilerin yaptığı gibi onun kapısında ne bekçileri vardı, ne de muhafızları.
Peygamberle görüşmek isteyen herkes çok rahatlıkla ona ulaşabilme, derdini
açabilme imkânına sahipti.
Aslında bu durum onun yolunu
takip eden Hulefa-i Raşidîn
efendilerimiz döneminde de aynen devam etmiştir. Onların da kendilerinden hiçbir
korkuları yoktu. Onlar kimseye zulmetmiyorlardı ki insanlardan bir korkuları
olsun. Ama ne zamanki halifelik Emevilerin eline
geçti, işte o tarihten itibaren Emeviler Bizans’tan
bir kısım saray yöntemleri devşirerek bazı âdetleri, bekçiler yöntemini
halifeliğe sokmuşlardır.
Herkes Rasulullah’a ulaşma imkânına sahipti. Ama ifade ettiğim gibi
Rasulullah Efendimiz de bir insandır. Onun da bir
kısım beşerî ihtiyaçları vardır. Evi var, hanımları var, çocukları var, rızık derdi var, devlet işleri var, Müslümanların
problemlerini halletmesi var. Hep insanların arasında olamaz, hep insanlarla
görüşemez ki! Hem de üstelik bu insanlar yetişme dönemini yaşadıkları için olur
olmaz her konuda Rasulullah’la görüşme zarureti
hissediyorlardı.
Bir de diğer insanlardan çok
peygambere yakınlık kazanabilmek için sık sık
gelenler, özel görüşmek isteyenler vardı. Üstelik herkesin peygamberi olan Rasulullah’la özel görüşmeler münâfıklar tarafından
sansasyon fırsatı doğuruyordu. Sık sık yalanlar
uydurarak bunu peygamberle özel görüşen kimselere izafe ediyorlardı. Rasulul-lah’la özel görüşen
falanın ifadesine göre filanlar Müslümanlara saldıracaklarmış. Filan devlet
şöyle bir karar almış gibi yalanlar yayıyorlardı. İşte bütün bunları, bu asılsız
dedikoduları engellemek için Rabbi-miz peygamberine
böyle bir usul öğretiyordu. Peygamberle özel görüşme yapacak insanlar bu
görüşmelerinden önce sadaka versinler.
13. “Hususî konuşmanızdan önce
sadaka vermekten ürktünüz mü ki bunu yerine getirmediniz? Ama Allah, tevbenizi kabul etmiştir. Öyleyse namazı kılın, zekâtı
verin, Allah’a ve peygamberine itaat edin. Allah, işlediklerinizden
haberdardır.”
Sizler Peygamber (a.s) ile özel
görüşmenizden önce sadaka vermekten ürküp sakındınız mı ki bunu yerine
getirmediniz? Çok mu zor geldi bu size? Zorlandınız mı sadaka vermekte?
Âlimlerimizden kimileri bu emrin bir gün, kimileri de on gün yürürlükte
kaldıktan sonra kaldırıldığını söylemişlerdir. Tabii bu arada Müslümanlar da
eğitilmiş oluyorlardı. Artık bu uyarılardan sonra olur olmaz basit meselelerle
alâkalı Peygamber (a.s) ile özel görüşme isteklerinden vazgeçmiş, bu konuda daha
dikkatli davranır olmuşlardır. Müslümanların işleriyle uğraşan, Müslümanların
sorumluluğunu üzerine alan kimseler de olur olmaz işlerle meşgul edilmemelidir.
Eğer yapamadıysanız, sadaka verme işini
beceremediyseniz Allah sizi affetmiş, tevbelerinizi
kabul etmiştir. Artık Allah’ın istediği şekilde namazınızı ikame edin, tüm
hayatınızı düzenleyecek şekilde namazınızı ayağa kaldırın, hayata özdeş bir
şekilde namazınızı güzelce kılın. Namazla Allah’tan mesaj alın ve bu mesaj
ekonomik hayatınızı, eğitiminizi, ticaretinizi, evinizi, ailenizi ve tüm sosyal
hayatınızı düzenlesin. Öyle bir namaz kılın ki, tüm bedeninizde Allah söz sahibi
olsun.
Zekâtınızı da verin, malınıza da
Allah’ın karıştığını ortaya koyun. Malla ilişkilerinizi de Allah’ın istediği
gibi düzenleyin. Allah ve Resûlü’ne itaat edin. Allah ve Resûlü’nün
dediklerinden çıkmayın. Ha-yatınızda söz sahibi Allah ve Resûlü olsun.
Unutmayasınız ki Allah yaptıklarınızın tamamından haberdardır. Rabbimiz işte
böylece Müslümanları eğittikten sonra, Müslümanları Müslümanca bir hayata sevk ettikten sonra şimdi de sözü
münâfıklara çeviriyor.
14-15. “Allah’ın gazap ettiği
milleti dost edinen mü-nafıkları görmedin mi? Onlar ne
sizdendir ne de onlardan, bile bile yalan yere yemin
etmektedirler. Allah, onlara çetin bir azap hazırlamıştır. İşledikleri şey ne
kötüdür!”
Allah’ın kendilerine gazap ettiği
kavmi dost edinenleri görmedin mi? Bir baksana şu adamlara ki, Allah’ın gazabına
uğramış Yahudileri dost biliyorlar. Allah’ın dostluğunu, Allah’ın ve
Müslümanların velâyetini bırakıp ta Allah düşmanı bir kavimle iyi ilişkiler
kurmaya çalışıyorlar. Nasıl oluyor da bu insanlar inandıklarını iddia ettikleri
halde Allah’ın kızdığı bir kavimle dost olabiliyorlar? Nasıl oluyor da onların
velâyetleri altına girebiliyorlar? Halbuki onlar hiçbir zaman sizden
değildirler. Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Ne Yahudidirler bu adamlar, ne de Müslüman. Bunlar sadece
menfaatperesttirler. Ne Müslümandırlar, ne de Yahudi.
Onlar sizden değildirler. Sizin imanınızı, sizin itikadınızı, sizin düşüncenizi
taşımadıkları gibi kâfirlerle de beraber değillerdir. İki grup arasında daima
böyle gel-git halindedirler.
Yani bu adamlar ne
Müslümanlıklarından vazgeçerler, ne de küfür ve şirkle birlikteliklerinden. Hep
yalan yere yemin ederler. Onlar ne Allah’a, ne de peygambere iman etmedikleri
halde inandıklarına dair yemin ederler. Bunu da insanları kendi
Müslümanlıklarına inandırabilmek için yaparlar. İnsanlar kendilerinin
Müslümanlıklarına inanmadıkları, tavır ve davranışları hep münâfıklıklarını ele
verdiğinden dolayı, kendilerini kamufle edebilmek için yemin ederler. Gerçek
yüzlerini Müslümanlardan gizlemek ve Müslümanlara yaranmak için yapıyorlardı
bunu. Halbuki Allah böylelerine hem dünyada hem de
ahirette çok büyük bir azap hazırlamıştır. Yaptıkları
ne kötüdür!
16. “Yeminlerini kalkan edindiler de, Allah
yolundan alıkoydular; onlara alçaltıcı bir azap vardır.”
Bunlar yeminlerini kalkan
yaparlar. Yeminlerini kendi nifaklarına, kendi yanlışlıklarına siper
yapıyorlardı. Müslümanlardan kendilerine gelebilecek öfkelere karşı, onlardan
gelebilecek tehlikelere karşı bu yeminlerini kalkan yapıyorlardı. Bu yeminlerin
arkasına saklanarak kendilerini gizleme imkânı bulduklarını zannediyorlardı. Bu
kalkanın arkasında yapacakları günahları rahat bir şekilde yapmaya çalışıyorlardı. İslâm’a ve Müslümanlara karşı
komplolarını, düşmanlıklarını rahat yürütüyorlardı.
Böylece hem kendilerini, kendi
nefislerini Allah yolundan saptırıyorlar, hem de başkalarını saptırmaya
çalışıyorlardı. Yani bu yeminler kendilerinin Allah yoluna girmemeleri konusunda
kendilerine kolaylık sağlıyordu. Onlar bu tür yeminlerle toplumda yerlerini
korumayı becerebiliyor, bu yüzden de herkes onları Müslüman zannediyor ve
böylece Müslüman olmadıkları halde kendilerini kamufle etmeyi beceriyor ve bunun
için de ciddi ciddi İslâm’a girme zorunlulukları da
ortadan kalkıyordu. Böylece bu yeminlerle kendilerinden emin hale gelmeleri
kendi kendilerini Allah yolundan alıkoyuyordu. Böyle yeminlerle,
yalan-dolanlarla güya Müslümanları aldatmaya çalışıyorlardı. Müslümanları
Allah’tan, peygamberden, dinden uzaklaştırmayı hedefliyor-lardı. Bizans’la, dış dünyayla, Yahudilerle, müşriklerle
irtibata geçerek peygambere ve Müslümanlara karşı
çeşitli komplolara giriştiler. Ama bir yandan da biz Müslümanız diye yemin ederek peygamberi ve Müslümanları
aldatmaya çalışıyorlardı.
İkinci olarak da bu tür yeminlerin
arkasına saklanarak insanları Allah yolundan saptırma imkânı buluyorlardı. İslâm
konusunda fazla bilgisi olmayan insanlara karşı Müslüman gibi görünerek İslâm’la
alâkalı yanlış beyanlarda, yanlış tavırlarda bulunarak onları Allah yolundan
saptırıyorlardı. Bugün de görüyoruz işte vallahi biz de Müslüma-nız, billahi biz de
inanıyoruz diyerek söyledikleri, yaptıkları dinmiş, dindenmiş, Müslüman öyle
olurmuş gibi insanları saptıran pek çoklarını görüyoruz. Yaptıkları yeminlerle,
kendi yeminlerini kalkan yaparak, kendi yeminlerini kalkan kabul ederek
yeminlerinin arkasına saklanıyorlar da insanları, çevresindekileri, tanıdık, eş
dost, hısım, akrabalarını veya talebelerini, arkadaşlarını, kadınlarını,
çocuklarını Allah yolundan saptırıyorlar, Allah yolundan alıkoyuyorlar.
“Biz de Müslümanız! Biz de Allah’ın dinini biliriz! Biz de âyet ve
hadise muttaliyiz! Biz de bu işin tahsilini yapmışız!
Tamam biz de Müslümanız! Biz de inanıyoruz, ama bu
kadarı da olmaz yani! Biz de Müslümanız, ama bu
kadarına da gerek yoktur!” diyorlar. “Düğünde bu kadar olmalı, evde bu olmalı”
diyorlar. “Eşya böyle olmalı, kızın kıyafeti böyle olmalı, bu devirde insanın
mesleği, meşrebi, siyasî görüşü veya ekonomi anlayışı böyle olmalı. Bu devirde
insanın sofrası, evi, mutfağı, kazanması, harcaması böyle olmalı” diyorlar ve
insanları Allah yolundan saptırmaya çalışıyorlar. Allah korusun günümüzde kalben
inanmadıkları halde dilleriyle ve tavırlarıyla Müslümanlık gösterisinde bulunan
pek çok münâfık bugün yığınları arkalarından sürüklemektedirler. İslâm konusunda
bozuk düzen düşünceler, yanlış kanaatler uyandırarak Allah kullarını Allah
yolundan saptırmaktadırlar.
Bunların biz de Müslümanız sözlerinin, kalkanlarının arkasında her zaman bir
hainlik, her zaman bir sinsilik yatmaktadır. Ağızlarıyla biz de Müslümanız dedikleri halde hayatlarıyla, tavırlarıyla,
pratik hayatlarıyla münâfıkça İslâm’a ters görüntüler sergiledikleri için
dışardan onları gören kâfirler ve müşrikler bunların bu ikiyüzlülüklerine, silik
şahsiyetlerine bakarak İslâm’dan soğumaktadırlar. Gazeteleriyle, der-gileriyle, televizyonlarıyla gece-gündüz dertleri budur
adamların. Allah’ın dosdoğru sırat-ı müstakimininin
üzerine oturur, Allah’ın dinini eğer, büker ve insanlara eğri büğrü bir din
sunarlar. Dinin temel kaynakları kitap ve sünnetten tamamen uzak, kendi hevâ ve hevesleriyle oluşturdukları resmi bir din sunarlar
ve Allah diniyle ilgisi olmayan bu dini de Allah dini diye sunarlar insanlara.
Yani şeytanlık yaparlar. Rabbimiz Kur’an-ı Kerîm’de bu
işin adına şeytanlık diyor. Bütün dertleri insanları cennet yolundan
uzaklaştırmaktır. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır, diyor
Rabbimiz.
17. “Malları ve çocukları, onlara, Allah
katında bir fayda sağlamaz. Onlar cehennemliklerdir, orada temelli
kalacaklardır.”
Bu kâfirlere, kâfirlerle birlikte
hareket etmeye çalışan, kâfirlerle birlik olarak Müslümanlara gece-gündüz
komplolar hazırlayan Allah düşmanlarına Allah’la tutuştukları bu savaşlarında ne
malları, mülkleri, ne çoluk-çocukları, ne aileleri, aveneleri, ne askerî
güçleri, ne siyasal ve ekonomik güçleri, ne devletleri, saltanatları Allah’a
karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Allah’a karşı hiçbir işe
yaramayacaktır bunlar.
İfadeye dikkat ettiniz mi? Allah’a
karşı onların ne malları, ne evlatları, ne siyasal, ne de askerî güçleri hiçbir
fayda sağlamayacaktır, diyor Rabbimiz. Bundan anlıyoruz ki, aslında bu adamlar
Müslümanlarla değil Allah’la savaşmaktadırlar. Bu savaş Allah’la bu kâfirler
arasındadır. Bunların savaşları, bunların komploları Müslümanlara yönelik değil,
Allah’a yöneliktir. Yani kâfirlerin, münâfıkların karşısında savaşanlar sadece
mü’minler değildir. İşte Rabbimiz beyan buyuruyor ki,
Müslümanlarla savaşanlar kim olurlarsa olsunlar önce karşılarında Allah’ı
bulacaklardır.
Dün de bu böyle olmuştur, bugün
de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Öyleyse şu anda kâfirler, münâfıklar,
yeryüzü Müslümanlarına ne kadar işkence yapmayı hedeflerlerse hedeflesinler, ne
kadar da Müslümanları zayıf ve yardımcısız görerek tüm plan ve programlarını
Müslümanları top yekûn yeryüzünden silmeye yönelik yaparlarsa yapsınlar,
bilesiniz ki, tüm kâfirler, tüm münâfıklar, tüm Hristiyan ve Yahudiler, karşılarındaki savaşta ilk önce
Allahu Teâlâ’yı
bulacaklardır. Yani bu savaşta Allahu Teâlâ kendi zatıyla ve azametiyle Müslü-manları koruyacak,
Müslümanlara yardım edecek, tüm kâfirlerin de kökünü kazıyacak ve işlerini
bitirecektir. Bundan hiç kimsenin bir şüp-hesi olmasın.
Bir de dikkat ederseniz onların ne
malları, ne de evlatları Allah’a karşı bir işe yaramayacaktır, deniyor. Buradan
da anlıyoruz ki münâfıklar ve kâfirler Allah’la, Allah safında yer almış
Müslümanlarla giriştikleri savaşta mallarına, evlatlarına güvenmektedirler. Mal
ekonomik gücü, evlat da askerî ve siyasal gücü anlatır. İşte kâfirler ve
münâfıklar mallarına, evlatlarına, makamlarına, konumlarına güvenerek Allah’a ve
Allah yolunun yolcularına savaş açmaktadırlar. Hz. Nuh
(a.s) döneminden bu yana ayrışan bu hak-bâtıl savaşlarında bu yönden kâfirler
hep güçlü, Müslümanlar da hep zayıf olmuştur. İşte kâfirler bu tür güçleri
ellerinde bulundurdukları için karşılarındaki Müslümanlara karşı galip
gelebileceklerini, onları ezip geçecekleri düşünmüşler
ve hep savaşı başlatan tarafı oluşturmuşlardır.
“Ekonomik ve askerî yönden,
teknolojik yönden biz güçlü olduğumuza göre zafer bizim olacaktır” diyerek hep
savaşı tutuşturanlar onlar olmuştur. Ama bu kâfirler şunu hep unutmuşlar.
Müslümanlarla karşılaştıkları her savaşta karşılarında sadece Müslümanlar
bu-lunmuyor. Bu savaşı onların safında, onların
desteğinde olan Allah’la veriyorlar. Müslümanların desteğinde Allah var. Bu
gerçeği ne kadar bilirlerse, elbette bu onların kendi lehlerine olacaktır.
Müslümanlar da bu gerçeği ne kadar kavrarlarsa onların da lehlerine olacaktır.
Yani Allah istiyor ki herkes iman edip kendisine kulluğa yönelsin. Hiç kimse
kendisiyle savaşa girişmesin. Çünkü Hz. Nuh’tan (a.s)
bu yana gerçekleşen hak-bâtıl savaşlarının neticesi bellidir. Allah’ın mağlup
edilmesi mümkün değildir.
İşte tarih içinde Firavun, Âd
kavmi, Semûd denemiş ve hepsi de mağlup olmuşlardır.
Bunlar cehennem ashabıdırlar, cehennemin sohbetçisidirler ve ebediyen orada
kalıcıdırlar.
18. “Allah, onların hepsini
tekrar dirilttiği gün, size yemin ettikleri gibi O’na yemin ederler; kendilerine
bir yarar sağlayacağını sanırlar. Dikkat edin; onlar şüphesiz
yalancıdırlar.”
Allah onların hepsini yarın
kıyamet günü tekrar diriltecek. Yaşadıkları hayatın, işledikleri nifakların,
Allah’a karşı verdikleri savaşın, Müslümanlara karşı çevirdikleri dolapların
hesabını sormak üzere Rabbimiz onların hepsini huzurunda toplayacak.
Dirildikleri gün şu anda size yalan söyleyip yeminler ettikleri gibi Allah’a
karşı da yeminler etmeye, yalanlar söylemeye başlayacaklar. Tıpkı dünyadayken
biz de Müslümanız diyerek yeminler ederek insanları
kandırmaya çalıştıkları gibi, Allah huzurunda da yeminler etmeye başlayacaklar.
Allah huzurunda bu yeminlerinin bir işe yarayacağını zannederler. Dünyada bu
yeminlerin arkasına saklanarak insanları kandırdıkları gibi, Allah’ı da
kandırabileceklerini zannederler. Kendilerinin de bir şey üzerine oldukları
zehabına kapılırlar. Sanki dünyadayken kendilerinin de bir din, bir yol, bir
amel ve bir uğraşı içinde olduklarını zannederler.
“Efendim işte dünyada biz de
inandık, biz de amel işledik, biz de çalışıp çabaladık, biz de yorulduk. Biz de
iyi işler yaptık. Biz de ge-ce-gündüz yatmadık. Bizler de dünyada hep insanların hayrına
koşturduk. İnsanları, toplumumuzu muasır medeniyet seviyesine çıkarabilmek
çırpınıp durduk. Toplumu modernleştirmenin kavgasını verdik. Ekonomiyi
düzeltmenin, sanat alanında yükselmenin kavgasını verdik. Yollar, barajlar,
köprüler inşa ettik. İnsanlığın hizmetine elektriği sunduk vs. vs… Yani adamlar
kendilerinin de bir çaba, bir gayret için-de olduklarını zannederler. Ama
Allah’a iman etmediklerinden, hayatlarını Allah için yaşamadıklarından, amelleri
sahih bir imandan kaynaklanmadığından, amelleri, gayretleri tevhide dayalı
olmadığından, yani amellerinin yaptırıcısı Allah olmadığından yapıp ettiklerinin
hiçbirisi değerlendirilmeye tâbi tutulmayacaktır. Tüm amelleri boşa gidecektir.
Bu adamlar bütün sözlerinde, iman iddialarında ve tüm amellerinde, eylemlerinde
yalancıdırlar.
19. “Şeytan onların başlarına dikilip Allah’ı
anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin; şeytanın
taraftarları elbette hüsrandadırlar.”
Şeytan bunların başlarına dikilip
üzerlerinde egemenliğini kur-muştur. Şeytan bunların yularlarını eline almış ve
istediği yere çekmiş, istediği şekilde onları yönlendirmiştir. Onlar Rabblerini bırakıp şeytanı velî edinmişlerdir. Rabblerinin gönderdiği dinle, kitapla, peygamberle
ilgilenmeyip şeytanın peşine düşmüşlerdir. Allah’ın haram-helâl yasalarını
bırakıp şeytan egemenliği altında kendilerince yasa belirlemeye, hayat programı
belirlemeye kalkışmışlardır. Kendi yaratılışları üzerinde bile yetkileri,
egemenlik hakları olmadığı halde egemenlik iddiasında bulunmuşlardır. Elbette
Allah’a iman etmeyen, Allah’ın dinine teslim olmayan, Allah’la, Allah’ın kitabı
ve Resûlü’yle beraber olmayan insanlar şeytanın kulu, kölesi olmak zorundadır.
Yani Allah dininin alternatifi şeytan yoluna girmektir. Kur’an’ın, vahyin alternatifi şeytan egemenliğine girmektir.
Rahmân’ın vahyiyle beraber olmayan kişi, elbette şeytanın esiri olacaktır. Çünkü
o kişi Allah’la beraber olmamayı istemiştir. Allah’tan, Kur’an’dan uzaklaşan bir kişinin şeytana yaklaşması da
kaçınılmaz olacaktır. Şeytan emredecek, o yapacaktır. Şeytan onları Allah’a
isyana çağıracak, Allah’ın zikrini unutturacak, Allah’ın kitabıyla diyalog
kurmamalarını emredecek, onlar da bunu yapacaklardır.
Şeytan onlara Allah’ın zikrini
unutturmuştur. Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın dinini, Allah’ın
kendilerinden istediği kulluğu unutturdu, onlara da hayatlarının hiçbir birimine
Allah’ı karıştırmadılar. Hayatlarının hiçbir biriminde Allah’ı hatırlamaz
oldular. Allah düşüncesini hatırlarına getirmez oldular. Allah’tan, Allah’ın
emir ve yasaklarından habersiz bir hayat yaşar oldular. Allah’ı, Allah’ın
âyetlerini gündemlerinden düşürdüler. İşte bunlar şeytanın hizbidir. Bunlar
şeytanın taraftarları, şeytanın aveneleridirler. Şeytana kulluk eden, şeytanı
dinleyen, şeytanın peşi sıra giden çömezleri, yardakçılarıdır bunlar. Kesinlikle
bilesiniz ki bunlar zarar edenlerdir, hem dünyada, hem de uk-bâda kaybedecek olanlardır bunlar. Dünyada da, ukbâda da eli boşa çıkacak olanlardır bunlar. Ne bu dünyada,
ne de ahirette başarıya ulaşmaları mümkün değildir
bunların. Bunların bir başka özellikleri de şudur:
20. “Allah’a ve peygamberine
karşı gelenler; işte onlar, en alçak kimselerle
beraberdirler.”
Bu şeytan partisinden olanlar
Allah ve Resûlü’ne karşı had yarışında bulunan kimselerdir. Allah ve Resûlü’yle
hudut yarışında olan kimselerdir. Allah nasıl hayat için bir had çizmişse, bir
hudut tespit etmişse, bunlar da Allah’ın hayat için çizdiği hadlerini,
hudutlarını beğenmeyerek ondan daha güzelini çizme yarışı içinde olan
insanlardır. Allah insanların hayatına nasıl ilkeler, yasalar, prensipler, hayat
programları belirlemişse Allah’ın yasalarını beğenmeyerek ondan daha iyi yasa
koymaya soyunan insanlardır bunlar. Allah ve Resulü’nün karşısında olanlardır.
Allah ve Resûlü’yle çatışma içinde olanlardır. Allah ve Resûlü’nün karşısında
yer alanlardır. Tanrılık, peygamberlik iddiasında olanlardır. İşte bunlar
insanların en rezilleridirler, diyor Rabbi-miz.
Zelillerin, aşağılıkların ta kendisidirler bunlar. Böyle aşağılıklar karşısında
Rabbimiz şu yasasını koymuştur:
21. “Allah, “Andolsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz” diye
yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.”
“Böyle aşağılık mahluklar
karşısında Ben ve Resullerim mutlaka üstün geleceğiz. Ben ve Resullerim,
Resullerimin yoluna tâbi olanlar mutlak galip geleceğiz.” Allah elçilerine
desteğini vaadediyor. Allah mü’minlerin yanında olduğunu belirtiyor. Allah Azîzdir,
üstündür, yenilmezdir. Allah’la beraber olan peygamberler de azizdir, güçlüdür,
üstündür. Peygamber yolunun yolcuları da azizdir, şereflidir, üstündür. Allah
desteğinde olanlar yenilmezdir. Âl-i İmrân sûresinde
öyle buyuruyor Rabbimiz:
“Allah size yardım ederse, sizi yenecek
yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O’ndan başka size yadım edecek
kimdir? İnananlar yalnız Allah’a güvensinler.”
(Âl-i İmrân 160)
Eğer Allah size yardım ederse, Allah
sizin desteğinizde olursa, Allah sizin yardımcınız olursa, kesinlikle bilesiniz
ki size galip gelecek, sizi mağlup edecek yoktur. Allah’ın yardımı ve desteği
sizinle olduğu sürece yeryüzünde hiçbir güç ve kuvvet size galip gelemez. Hiçbir
güç sizi alt edemez. Allah sizi galip getirmeyi murad
etmişse, sizin üzerinize galip gelecek yoktur. Ama:
Eğer O Allah sizi terk eder, sizden
desteğini çekerse, sizi sahipsiz ve yardımcısız bırakırsa, ondan sonra size kim
yardım edebilir? Kim yardımınıza koşabilir sizin? Eğer sizler Rabbinize itaatten
çıkarak, Rabbinizin yasalarını terk ederek, Rabbinizin desteğinden, O’nun
korumasından, O’nun yardımından uzak bir hayat yaşamaya kalkışırsanız, size kim
yardım edebilir ki? Kim destek olabilir size? Kim başarıya ve zafere
ulaştırabilir sizi? Düşmanlarınız karşısında kim koruyabilir sizi? Hayatınızın
problemlerini çözmeniz konusunda kim yol gösterebilir size? Kâfirlerin ayakları
altında ezilmekten kim kurtarabilir sizi? O halde:
Mü’minler
sadece Allah’a tevekkül etsinler. Mü’minler sadece
Allah’a güvenip bağlansınlar. Velî olarak, dost olarak, vekil olarak, yardımcı
olarak yalnız Allah’a güvenip işlerini başkalarına değil, sadece O’na havale
etsinler. Vekaletlerini sadece O’na teslim etsinler. Sadece O’nun kararlarına
teslim olsunlar. Çünkü Allah’tan başka tüm velîler, tüm dostlar, tüm vekiller,
tüm yardımcılar acizdirler, zayıftırlar, sonludurlar, ölümlüdürler. Allah’tan
başka velî bilinenlerin, vekil bilinenlerin tamamı mütevekkillerine
muhtaçtırlar. Allah’ın mütevekkillerine asla bir müdahalesi olmadığı gibi ölümlü
de değildir, aciz de değildir O. Ne zaman ki bir kul kendisini Rabb bilip, İlâh bilip, velî bilip, vekil bilip vekaletini
kendisine verip yalvararak, bir probleminin, bir müşkilinin halledilmesi konusunda, düşmanlarından,
korktuklarından korunması konusunda kendisine sığınmışsa, hemen karşısında
O’-nun büyük güç ve kudretini, büyük iradesini
bulacaktır.
İşte bu Rabbimizin değişmeyen bir
yasasıdır. Allah yasa olarak bildiriyor ki, “Ben ve elçilerim mutlaka galip
geleceğiz. Öyleyse ey insanlar, gelin akıllarınızı başlarınıza alın. Gelin
tanrılık iddialarınızdan vazgeçin. Gelin Benimle yarışmaktan vazgeçin. Gelin
Bana karşı gel-mekten vazgeçin. Gelin Benim yasalarıma
alternatif yasalar, Benim dinime alternatif dinler koymaktan vazgeçin. Gelin
Benimle ve elçilerimle cepheleşmeyin. Tarihte Bana ve elçilerime karşı cephe
açanların ne hale geldiklerini Ben size anlattım. Onlar nasıl mağlup olmuşlarsa
sizler de mutlaka mağlup olacaksınız.”
22. “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir millettir, babaları veya oğulları
veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile Allah’a ve
peygamberine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı
bunların kalplerine yazmış, katından bir nûr ile onları desteklemiştir. Onları,
içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah
onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar,
Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki, saadete erecek olanlar, Allah’tan yana
olanlardır.”
Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi göremezsin, bulamazsın
ki, onlar babaları, oğulları, kardeşleri ya da
akrabaları olsa bile Allah’a ve peygamberine karşı gelenlere, düşmanlık edenlere
bir sevgi beslesinler, dostluk göstersinler, onlara alkışlar tutsunlar. “Ey
peygamberim, Allah’a ve ahiret gününe inanan hiçbir
Müslümanı, en yakın akrabaları bile olsa böylelerini sever bulamazsın. Onları tasvip eder göremezsin.
Kâfirlikleri karşısında “yahu ne güzel yapıyorsunuz” diye onlara çanak tuttuğunu
göremezsin.”
Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir mü’min, en yakın akrabaları bile olsa Allah ve Resûlü’ne
karşı çizgi yarışında olan, yasa yarışında olan, Allah ve Resûlü’nün yasalarını
beğenmeyip kendi ken-dilerine tanrılıklarını iddia
edip yasa belirlemeye kalkışmış, Allah ve Resûlü’ne karşı cephe oluşturmuş
kimselerle asla dost olmaz. Bunlarla beraber olamaz. Bunlara karşı asla içinde
bir sevgi besleye-mez, dostluk ilişkisinde bulanamaz.
Babası bile olsa, anası, kardeşi, oğlu, kızı bile olsa, gavurluğu açık olan bir
kimseyi bir Müslümanın sevmesi, ona destek olması,
iyilikte bulunması mümkün değildir.
Bunun en güzel örneğini Uhud savaşında görüyoruz. Allah’a ve ahiret gününe iman eden mü’minler
Allah ve Resûlü’yle cepheleşmiş kâfir babalarıyla, kardeşleriyle, oğullarıyla,
amcalarıyla karşı karşıya geldiler ve onlara asla acımadılar, kıyasıya
savaştılar ve gözlerini kırpmadan Allah için öldürdüler onları. Meselâ Mus’ab bin Umeyr, Be-dir savaşında kâfir olan öz kardeşinin bir Müslüman
tarafından esir alınıp bağlandığını görünce o Müslümana der ki: “Onu iyi bağla, onun ipine iyi sahip ol,
çünkü onun anası çok zengindir, karşılığında çok fidye alabilirsin.” Kardeşi ona
çıkışarak der ki: “Ey Mus’ab, sen benim kardeşim değil
misin? Nasıl böyle konuşabilirsin benim hakkımda?” Mus’ab: “Hayır, sen Allah ve Resûlü’ne karşı savaştığın
sürece benim kardeşim değilsin, benim kardeşim şu anda seni bağlayan mü’mindir” der.
İşte bu özellikte olan mü’minler Allah’ın kalplerine imanı yerleştirdiği,
kalplerine imanı yazdığı, kalplerine imanı sevdirdiği kimselerdir. Kendi
katından bir ruh ile, bir güçle kendilerini desteklediği kim-selerdir. Onlar böyle Rabblerini
herkesten ve her şeyden üstün tutunca, Rabbimiz de onların kalplerine iman
veriyor, imanlarını güçlendiriyor ve onları kendi desteğiyle destekliyor.
Elbette Allah desteğinde olan mü’minler herkese karşı
galip gelecek, sırtları asla yere gelmeyecektir. Onların Dünyadaki durumları
böyledir. Ahiretteki mükafatlarına
gelince:
Allah böyle mü’minlerden razı olacak ve onları zeminlerinden ırmaklar
akan cennetlerine koyacaktır. Naîm, Adn, Firdevs cennetlerine koyacak
ve onlar orada sonsuz nimetler içinde ebediyen kalacaklardır. Allah onlardan
hoşnut, onlar da Rabblerinden hoşnut olarak ebediyen
orada nimet içinde olacaklardır. Çünkü onlar dünyadayken Rabblerinin hoşnutluğunu aramışlardı. Babalarının,
analarının, kardeşlerinin hoşnutluğundan önce Rabblerinin hoşnutluğunu dert edinmişlerdi. Allah’ın
hoşnutluğunu her şeyden önde tutmuşlardı. Allah’la barışık olmayan, Allah’a
cephe oluşturmuş, Allah’la yarışma ve çatış-ma içinde
olan akrabalarının hoşnutluğunu kaybetmişlerdi ama en büyük dostluk olan
Allah’ın dostluğunu kazanmışlardı.
İşte bunlar da Allah’ın
hizbidirler. Allah’ın grubu, Allah’ın taraftarı, Allah’ın hizbidirler. Şunu
kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın grubu, Allah’ın hizbi olanlar, Allah’la aynı
cephede olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridirler. Bunlar Ensârullah’tır, Allah’ın yardımcılarıdır, Allah’ın dininin
koruyucuları ve yardımcılarıdırlar. Bunlar Evliyaullahtırlar. Allah’ın dostlarıdırlar. İşte hem
dünyada, hem de ukbâda başarıya, kurtuluşa erecek
olanlar bunlardır. Rabbim bizi böyle yiğitlerden eylesin.
Velhamdü lillahi Rabbil’âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder