HADÎD SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabımızın
57., nüzûl sıralamasına göre 94., mufassal kısmı ikinci sûreler grubunun ilk
sûresi olan Hadîd sûresi, Medine’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 29
dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
25. âyetindeki “Hadîd” kelimesinden almış, Medine’de nâzil olmuş 29 âyetlik bir
sûre ile karşı karşıyayız. İnşallah iman etmek ve hayatımızı düzenlemek üzere bu
sûreyi tanımaya çalışacağız.
Muhteva
ve üslubuna bakıldığı zaman sûre Müslümanların Medine’de zor günler yaşadıkları
bir dönemde nâzil olduğu anlaşıl-maktadır. Yahudi’siyle, Hıristiyan’ıyla,
müşrikiyle, ateistiyle tüm dünya kâfirlerinin tehdidi altında bulunan
Müslümanlar Medine’de sürekli te-yakkuz halinde idi. Onun içindir ki bu
sûresiyle Rabbimiz Müslümanlardan dinlerine sahip çıkmaları, dâvalarına sımsıkı
sarılmaları, inançları uğrunda, dinlerinin egemenliği yolunda canları ve
mallarıyla fedâkarlığa çağırmaktadır. Tesbihle, Allah’ı tesbih emriyle başlayan
sûre Allah’ın sıfatlarından bazılarını gündem yaptıktan sonra gerçek imanı
ortaya koyar.
Sonra
hemen 10. âyette zaferden, İslâm’ın egemenliğinden sonra Allah’ın dinini yayma,
Allah’ın dinini yeryüzünde egemen kılma yolunda mallarını ve canlarını ortaya
koyanlar elbette zaferden ve Müslümanların egemenliğinden yâni İslâm’ın
devletleşmesinden önce malları ve canlarıyla savaşanlarla bir olmayacağı ortaya
konuyor. Arabanın tekerlekleri çamurda iken, patinaj halinde iken var gücüyle
iteklemekle araba yürüyüşe geçtikden sonra iteklemek elbette bir değildir. Araba
harekete geçtikden sonra artık atla atlayabildiğin kadar, o seni götürecektir.
Önemli olan İhtiyaç anında yapılacak hizmettir. Onun içindir ki İslâm’ın ve
Müslümanların zafere kavuşup devletleşmesinden önce yapılacak mal ve can
fedâkarlığı elbette çok daha de-ğerlidir. İşte bu bölümde Rabbimiz Medineli
Müslümanları buna teşvik ediyor.
Tüm
dünya küfrü, şirki ve câhiliyesi karşısında var oluş yok oluş kavgası içinde
olan mü’minlere dokunaklı ifadelerle seslenen sûre onlara şunu demektedir: Ey
mü’minler, şunu kesin olarak bilin ki, bir kişinin sadece diliyle; “ben de iman
ettim, ben de müslümanım” demesi onun Müslümanlığı için yetmeyecektir.
İnandığını iddia ettiği dâ-vası uğrunda malını, canını ve tüm imkânlarını
seferber ederek sami-miyetini göstermedikçe bu iddiasının Allah katında hiçbir
değeri yoktur. Eğer malına, canına, rahatına, makamına, koltuğuna Allah’tan ve
dininden daha fazla değer veriyorsa bir kişi, onun iman iddiası boştur. Zaten
dünya malının bir emanet olduğu, Allah yolunda vermeseler de nihâyet bir gün
ellerinden alınacağı vurgulanıyor.
Sonra
nûr konusu anlatılıyor. Nûrun vahiy olduğu vurgulanıyor. İnsanların vahiyden
nasipleri kadar nûrlarının olduğu, kitaptan on âyeti amel edip kendisiyle
hayatını düzenleyecek kadar tanıyan bir mü’minin on âyetlik bir nûra sahip
olduğu, yüz âyet tanıyan mü’minin yüz âyetlik bir nûra, bin âyet tanıyanın da
bin âyetlik, altı bin küsur âyeti tanıyan mü’minin de o kadarlık bir nûra sahip
olduğu ortaya konur. Daha sonra da nûrlularla nûrsuzların mukayesesi yapılır. Bu
dün-yada vahiyden habersiz bir hayat yaşayan, dil ucuyla “biz de iman ettik, biz
de müslümanız” dedikleri halde bu dinin temel kaynakları olan kitap ve sünnetle
ilgi kurmadıkları için nûrsuz kalmış, kalpleri şüphe tereddütler içinde boğulan
münâfıkların mahşer yerindeki durumları tasvir edilir. Müslümanların mahşer
yerini terk edip cennete doğru hareket etmeleriyle birlikte karanlıkta kalıp ne
yapacaklarını bilemez bir duruma düşen münâfıkların Müslümanlardan nûr isteme
taleplerine karşılık şu mesaj verilmektedir: Ey münâfıklar, boşuna nûr arayıp
dur-mayın. Burada nûr bulunmaz ki. Nûr dünyadan getirilir. Nûr vahiyle elde
edilir. Dünyada sürekli nûr kaynağı olan kitap ve sünnetle beraber olan, kitap
ve sünnetin gösterdiği gibi Allah için bir hayat yaşayan, inancı uğrunda
mallarını ve canlarını ortaya koyan kimselere nasip olur nûr.
Sonra
sûrede “karz-ı hasen” konusu gündeme getirilir. Rabbi-miz, kim bana borç verirse
ben onu ona muhtaç olduğu bir ortamda kat kat fazlasıyla ödeyeceğim buyuruyor.
Ey kullarım, şimdi sizler na-maz gibi, oruç gibi, infak gibi cihad gibi, benim
yolumda mal ve can ortaya koymak gibi bana borçlar sunun, kulluklar takdim edin.
Onlar bende emanette kalsın. Yarın onlara en çok muhtaç olduğunuz bir günde kat
kat fazlasıyla benden alırsınız. Ne zaman lâzım oldu? Mah-şer de mi lâzım oldu?
Mîzanın başında mı? Sıratta mı? Cennete girmek için mi? Cehennemden kurtulmak
için mi? Ne zaman lâzım olmuşsa o zaman benden alırsınız mesajını vermektedir.
Yine
sûrede insanlar kendilerini imana ve kurtuluşa, dünyada mutlu bir hayata,
âhirette de selâmet yurdu olan cennete çağıran pey-gamberin dâvetine icabete
çağrılıyor. Sonra samimiyetle Allah’a ve elçisine iman eden erkek ve kadın
mü’minlerin âhirette elde edecekleri mükâfatlara dikkat çekiliyor.
Yine
sûrede kitapla diyalogları konusunda Müslümanlara çok ciddi bir uyarı
yapılmaktadır. Ey mü’minler, aman kitabınızla diyalogunuzu kesmeyin. Bir an bile
kitaptan gafil olmayın. Sürekli kitap ve sünnet rehberliğinde bir hayat yaşayın.
Aman ha, şu sizden önceki ki-tap ehlinin durumuna düşmekten şiddetle sakının.
Onlar kendilerine gönderdiğim kitaplarıyla hemen diyaloga geçmediler. Ha bugün,
ha yarın dediler. Hele şu işlerimizi bir bitirelim, hele ekonomik
sıkıntılarımızı bir halledelim, hele okulu bir bitirelim, hele diplomayı bir
alalım, hele bir emekli olalım da ondan sonra kitapla ilgileniriz dediler. Zaman
uzadı da onların kalpleri kaskatı kesiliverdi. Yâni zamanın uzaması sonucu
kitaplarından soğudular da ben onların anlama ve kavrama özelliklerini
alıverdim. Artık geçmiş olsun. İsteseler de anlamaz hale geliverdiler. Sakın
sizler de onların durumuna düşmeyin. Hiç zaman kaybetmeden kitabınızı elinize
alın. Kitap rehberliğinde bir hayat yaşamadan yana olun uyarısı
yapılmaktadır.
Sonra
sûrede bu dünyanın fâni oluşu, geçici oluşu, bağlanmaya değmez oluşu gündeme
getirilir. Şu anda sahip olduklarımızın tümünün geçici ve aldatıcı bir zevkten
başka bir şey olduğunu unutmayın. Sahip olduklarınızın tamamı aranızda bir
övünme vesilesidir. Bu tıpkı yemyeşil bir ekinin durumuna benzer. Bu ekin
çiftçiyi sevindirir. Ama kısa bir süre sonra sararır, solar, boynunu büker ve
sonunda çerçöp olarak yok olup gider. İşte dünya da aynen böyledir. Gençsiniz,
dinçsiniz, ama gün gelir burnunuz akmaya, ağzınız kokmaya, diz-lerinizin
dermanı, gözlerinizin feri kaybolmaya, sararıp solmaya başlarsınız. Sonra
toprağa düşüverirsiniz. Tüm dünya işte budur. Ama beri tarafta bâkî olan âhirete
intikal edecek olan Salih amellerdir. Bâkî olan âhiret âlemidir. O halde sakın
bir gün bitecek olan bu dünya hayatı için, bu dünyanın imarı için değil, âhiret
için bir hayat yaşayın. Hedefiniz dünya değil cennet olsun.
Bir
de şunu unutmayın ki, bu dünyada iyi kötü, kazanç kayıp, başarı başarısızlık
başınıza ne gelmişse hepsi Allah’ın takdiri iledir. Sakın ha tüm kâinata egemen
olan, program yapan Allah’ı ve O’nun kaderini yok farz ederek kendinizi hayata
etkin zannetmeyin. O zaman tüm başarısızlıklarınızı kendinizden bilip üzüntüden
kahrolmaya, tüm başarılarınızı da yine kendinizden bilip kendinizi
tanrılaştırmaya kalkışabilirsiniz. Allah’a inanan, O’nun takdirini kabullenen
bir Müslüman bir başarısızlıkla, bir mağlubiyetle, bir kayıpla, bir hastalıkla,
bir fakirlikle karşılaştığı zaman üzülerek, meyus olarak, kendini suçlayarak
intihar etmeye teşebbüs etmez. Olacak bu der. Benim üzerimde egemen olan Rabbim
böyle takdir buyurmuş der ve asla kahrolmaz, intihar etmez. Bir başarısından
dolayı da gururlanıp, kibirlenip kendisini putlaştırmaz. Rabbim izin verdi,
Rabbim imkân tanıdı, Rabbim böyle takdir buyurdu der ve işi Allah’ın takdirine
havale eder. Ama bir kâfir böyle değildir. O tüm başarını kendisinden bilir ve
kendisini putlaştırırken, tüm başarısızlıklarında da yine kendisini etkin
görerek, kendisini suçlayarak intihara yönelir. İşte sûrede Rabbimiz bize bu
gerçeği anlatır.
Sûrenin
son bölümünde de insanların bu dünyada hakkı, adâleti hakim kılmaları için
Allah’ın elçilerine kitaplar gönderdiği, ayrıca bu kitapların toplumda
uygulanması sonucu ortaya çıkacak mizanı indirdiğini, hakkın yaşanması, hakkın
egemen kılınıp bâtılların ezilmesi noktasında hem caydırıcı bir güç olması hem
de insanlara çeşitli faydalar sağlaması için demiri indirdiğini anlatır. Böylece
kimlerin pey-gamberine ve dinine yardımda bulunacağını, yâni kimlerin cihada
ko-şacağını görmek istediği haber vermektedir. Tâbi âyetin üslubundan, Allah’ın
dinine ve peygamberine yardım eden, Allah’ın tek Rab ve biz kullarının da sadece
O’na kul köle olma gerçeğini ayakta tutmak isteyenlerin bunu
gerçekleştirebilmeleri için demirle sembolize edilen maddi güce ve siyasal
otoriteye sahip olmaları gerektiğini anlıyoruz.
En
sonunda da Hz İsa aleyhisselâma inananların şefkat ve merhamet timsali
oldukları, ama bunun yanında onun ümmetinin bir de ruhbanlık bid’ati ihdas
ettikleri beyan edilerek Müslümanlar bu konuda onların düştüklerine düşmeme
noktasında uyarılır. Dinin, Allah’a kulluğun, Allah’a yaklaşma yöntemlerinin
tümünün Allah ve Resûlü ta-rafından belirlenmesi gerektiği, Allah’a ancak O’nun
belirlediği sitilde kulluk yapılması gerektiği, bu konuda temel kriterin vahiy
olduğu, insanların vahyi bir kenara bırakarak kendi kendilerine kulluk
yöntemleri, Allah’a yaklaşma usulleri belirleyip bid’atlerin arkasına
düşmemeleri ısrarla beyan edilir.
İşte
bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım
inşallah. Allah yardımcımız olsun. Rabbim rızasına uygun bir şekilde anlamayı,
kavramayı ve yine kendi istediği gibi kulluğa koşmayı hepimize kolay kılsın
inşallah.
Medine’li sûrenin, Hadîd sûresinin ilk
âyeti tesbihatla başlıyor:
1. “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ı tesbih
ederler. O güçlüdür, Hakîmdir.”
Şu anda yabancılardan Türkçe’ye intikal
eden nice kelimelerin muhtevasını biliyoruz, keşke kitabımızın bu kelimelerinin
muhtevalarını da bilseydik. Belki altmış, yetmiş yıl önce bu kelimeler Müslüman
toplumların dilinde vardı. Tesbih, semavat, arz, Azîz, Hakîm, mülk, ihya, imâta,
Kâdir, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın… Hemen hemen Türkçe’de bugünkü kavram kargaşası
olmasaydı anlaşılacak şeyler bunlardı.
“Tesbih etti.” Tesbih etti deyince ilk
aklınıza gelen şudur: Adam tesbihi eline alır, önce halının üzerine şöyle bir
serer kıbleye doğru. Neden? Önce tesbih secde edecekmiş de ondan. Sonra alır
eline sub, sub, sub diye tesbih eder. Muhteva kaybolunca tabii böyle tesbih
modelleri geliştirilecektir. Eğer tesbih akik, sedef, inci veya oltu filân
olursa daha bir feyizli olacaktır tabii.
Halbuki tesbih bu değildir. Tesbih,
Allah’ı tam ve mükemmel kabul etmektir. Tesbih, Allah’ı noksan sıfatlardan
tenzih etmek, Allah’ı kendi sıfatlarıyla kabul etmektir. Yani Allah kitabında
kendini nasıl anlatmışsa, hangi sıfatlarla muttasıf olarak tanıtmışsa, o şekilde
kabullenip inanmaktır. Allah'a ait olan bu sıfatları başkalarına vermemektir
tesbih. Demek ki tesbih Allah kendini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ-da,
Hadîd’de bize nasıl tanıtmışsa öylece kabul etmektir. O’nun sıfatlarını
başkaları üzerinde düşünmemek, başkalarına vermemektir.
Allah’ın
sıfatlarını başkaları üzerinde düşünmek, ya da sıfatları konusunda Allah'ı eksik
kabul edip, yerdekilerle O'nun bu eksikliğini tamamlama gayreti içine girmekse
şirktir.
Meselâ Allah Rabbdır ve rubûbiyeti
eksiksizdir. Ama bu konuda O'nu eksik kabul edip, O'nun bu eksikliğini
tamamlamak üzere yeryüzünde bir takım Rabbler, bir takım kanun koyucular,
program yapıcılar aramak şirktir.
Veya
Allah'ın bilgisi tamdır. Allah bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olandır.
Gaybın da, şehadetin de bilgisi Allah'tandır. Hal böyle iken bu konuda O'nu
eksik kabul edip, O'nun bu eksikliğini tamamlamak üzere yerde birtakım gayb
biliciler arama gayreti şirktir. Gaybın bilgisi sadece Allah’a aitken, Rabbimiz
onu kimseye açmadığını, kimseye bildirmediğini, anahtarlarını bile kendinde
tuttuğunu, bu konuda söz söyleme yetkisinin sadece kendisinde olduğunu beyan
buyurmuşken O’na ait olan sıfatı başkalarına yüklemek şirktir. “Filanlar da
gaybı bilemektedir, falanlar da bu sıfata sahiptir” diyenler şirke
düşmektedirler. Tesbih, sıfatları, isimleri ve fiilleri konusunda Allah'ı tam ve
eksiksiz kabul etmektir.
Bir de tesbih gündemde tutmak, gündeme
almak demektir. Sürekli O'nu konuşmak ve O'nun âyetlerini konuşmak demektir.
Göktekiler ve yerdekiler sürekli Allah'ı tesbih ederler. Yani sürekli O'nu
gündemde tutarlar. Bakın insanlar şu anda neleri tesbih etmeye çalışıyorlar?
Yani neleri gündemde tutmaya çalışıyorlar? İnsanlar en çok neleri
konuşuyorlarsa, en çok neleri gündemde tutmaya çalışıyorlarsa onları tesbih
ediyorlar demektir.
Kur’an bize ne anlatır? Kur’an, bize
kulluğu anlatır. Bu kitap, kulluk kitabıdır. Kur’an bize baştan sona kulluğu
anlatır. Kulluğun dışında başka bir şey yoktur onda. Kur’an bize kulluğu
anlatırken, onu üç kademede anlatır:
1- Kime kul olacağız? Onu anlatır. Yani
nasıl bir Allah’a kul olacağız? Esmâsıyla, sıfatlarıyla kendisine kul olacağımız
Allah’ı anlatır Kur’an bize.
2- Allah’ı anladık tamam da, peki bu
inandığımız Allah acaba bizden nasıl bir kulluk ister? Yani nasıl kul olacağız
Allah’a? Neler ister Allah bizden? İkinci olarak Kur’an bize bunu
anlatır.
3- Neden kul olacağız? Niçin kul
olacağız? Yani kulluğun sonucu ne? Sonuç ne olacak? Kur’an işte üçüncü olarak
bize bunu anlatır. Eğer bu dünyada şöyle şöyle yaşarsanız sonuç cennet, şöyle
şöyle yaparsanız da sonunuz cehennem deniyor ya, işte kulluğun neticesini
anlatır Kur’an.
Bakalım Allah kendini nasıl anlatacak
bize? Nasıl bir kulluk isteyecek bizden? Bu kulluğumuzun sonunda bize neler
vaadedecek?
“O Allah Azîz ve Hakîm’dir.” Azîz,
izzet sahibi demektir. İzzetine kimsenin toz konduramayacağı, sahasına kimsenin
giremeyeceği, aldığı kararları kimsenin gözden geçiremeyeceği, mutlak galip,
mutlak egemen, mutlak güçlü demektir.
Hakîm de hâkimiyet sahibi, hayata hakim
olan demektir. Hikmet sahibi, hüküm sahibi, hayatın tümüne hakim olan varlık
demektir.
Bir soru sorayım burada: Hayatımıza
hakim olan kim? Kim hakim hayatımıza, bir düşünün! Dünü unuttunuz, evvelki gün
aklınızda kalmadı, bir ay öncesi hatırda kalmadı. Daha yakına gelelim, bugün
sabahtan akşama kadar neler yaptınız? Bu yaptıklarınızı kim dedi de yaptınız? Bu
yaptıklarınızın yaptırıcısı kimdi? Eğer bütün bu yaptıklarınızı Allah dedi diye
yaptıysanız, yani tüm yaptıklarınızın yaptırıcısı Allah’sa, o zaman hayatımıza
hakim olan varlık, hayatımızda hüküm sahibi olan varlık Allah’tır. Değilse Allah
korusun, bütün bu yaptıklarımızı yaptıran başkalarıysa, başkaları adına
yapmışsak o zaman şu soruyu soralım kendi kendimize: Bu yaptıklarımız konusunda
Allah mı bizi serbest bıraktı? Yoksa bunları yaptıran mı bizim Rabbimiz? Allah
için bir düşünelim.
Neler yapmıştınız? Filânı sevdiniz,
falana küstünüz, filânı okudunuz, falanı seyrettiniz, şu kıyafeti giydiniz,
filânın dükkanına gittiniz, falan yerde oturdunuz, falanı aldınız, filânı
sattınız. Bütün bunları eğer Allah dedi diye yaptıysanız hayatınıza hakîm olan,
hayatınızda hüküm sahibi olan varlık Allah demektir. Değilse başka hüküm
sahipleri buldunuz demektir Allah korusun. Hani: “Kayıtsız şartsız hâkimiyet
Allah’ındır” filân diyordunuz ya, bir de kendi hayatınız için düşünün bunu, hep
başkaları için düşünecek değilsiniz ya. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler
kâfirler, fâsıklar, zalimlerdir diyordunuz ya, bunu bir de kendiniz için
düşünün. Verdiğiniz kararları, verdiğiniz hükümleri Allah’a, Allah’ın dinine,
Allah’ın arzularına, Allah’ın kitabına uygun mu veriyorsunuz? Allah için bunu
bir düşünün.
“Allah Azîz ve Hakîmdir.” Azîz ve
Hakîm. Dünya üzerindeki bütün devletler, herhalde tarihin derinliklerinden bu
yana bütün devletler bütçelerinin yarısını hemen hemen bu iki kaynağa
yatırmışlardır. Bütçelerinin, imkânlarının yarısını bu iki sektöre
yatırmışlardır. Birisi eğitim sektörü, diğeri de savunma sektörü, askeriye.
Eğitim ve savunma harcamaları. Niye böyle yapıyorlar? Dertleri ne bu
devletlerin? İstiyor-lar ki Azîz biz olalım, Hakîm biz olalım. Yani bütün
devletler, en güçlü ve en bilen olabilmek için maliyenin en büyük bölümünü bu
iki sektöre harcamaktadırlar. Eğitim sektörüne ve savunma sektörüne… İstiyorlar
ki dünyanın en güçlü, en süper ordusu bizim ordu olsun, dünyanın en bilgin, en
bilge, en hikmetli, en kültürlü toplumu bizim topum olsun...
Ya da
Allah’ın en bilen ve en güçlü oluşunu diskalifiye edebilmek için veya güç ve
hâkimiyeti O’ndan çekip alabilmek için, hayatlarında Allah’ı diskalifiye
edebilmek için eğitim ve savunma sektörüne çok büyük önem vermektedirler.
Ama bakın Allah sûrenin hemen başında
diyor ki: “Ey insanlar, ey kullarım, iyi bilin ki en güçlü Benim! Azîz Benim!
Mutlak güç, kuvvet sahibi Benim! Mutlak egemen Benim! Hakîm olan da Benim! En
bilen Benim! Mutlak bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı Benim! Hâkimiyet
de Bana aittir! Hayata hakim olan da Benim! Gelin ey kullarım, eğer derdiniz
güçse, güçlü olmaksa, dünyanın en güçlü ordusuna sahip olmak istiyorsanız
Benimle beraber olun! Yeryüzünün en izzetli ve şerefli toplumu olmaksa derdiniz,
bunun için yatırımlar yapıyorsanız, gelin Benimle beraber olun. Yok eğer
derdiniz eğitimse, derdiniz bilgin olmak, bilge olmaksa, yeryüzünün en bilgin,
en hikmetli toplumu bizim toplum olsun diye çırpınıyor, bütçenizin yarısını bu
işe yatırıyor, Milli Eğitime bu kadar önem veriyorsanız, gelin Benimle beraber
olun! Hikmetli olmayı, Hakîm olmayı, bilgin olmayı, bilge olmayı Benden öğrenin!
Bu iş için başkalarına müracaat etmeyin! Bunları başka şeylerde aramayın.
Bunları benim kitabımda ve o kitabımın pratiği olarak seçip eğittiğim elçimin
örnek sünnetinde bulacaksınız.
Sizin Azîz
ve Hakîm, güçlü ve bilgin bir Rabbiniz var. Sizin Azîz ve Hakîm olan Rabbinizden
gelme Azîz ve Hakîm bir kitabınız var. Gelin Azîz ve Hakîm olan kitabınızla
birlikte olun. Gelin bu kitaba sahip çıkın. Gelin bu kitabın istediği gibi
Müslümanlar olun. Eğer böyle yaparsanız kesinlikle bilesiniz ki o zaman
yeryüzünün en güçlü, en azîz, yeryüzünün en bilgin toplumu sizin toplumunuz
olacaktır. Elinizde böyle bir kitap varken onu bırakıp ta niye başka yerlerde
izzet ve şeref arıyorsunuz? Niye başka yerlerde güç ve kuvvet arayışı içine
giriyorsunuz?”
Bu noktada şeytan kulp takıyor tabii.
“E canım, tamam camide Allah’ı dinledim, Kâbe’de Allah’ı dinledim, Mekke de
Allah’ın olsun, Medine’ye de izin verelim, ama her yerde olmaz ki bu! Filân
yerde âmirimin, falan yerde müdürümün, efendimin, şeyhimin sözü geçmeli değil
mi?” derseniz, ya da şeytan size bunu dedirtirse, bakın ikinci âyet imdadınıza
yetişiyor:
2. “Göklerin ve yerin
hükümranlığı O’nundur; diriltir, öldürür. O, her şeye
Kâdir’dir.”
Gökyüzü ve yeryüzünün mülkü O’nundur.
Mülk O’nundur. Mülke konu ne varsa hepsi O’nundur. Hani benim, senin,
dedikleriniz var ya bunların hepsinin sahibi O’dur. Benim evim, benim cebim,
benim param dedikleriniz, ya da görmediğiniz şeylere de mâlikiyet
iddiasındasınız ya. Benim fikrim, benim zikrim, benim çevrem, benim aklım, benim
sevgim, benim menfaatim dediğiniz şeylerin hepsi de Allah’ın-dır. Mülk tamamıyla
Allah’ındır.
Eğer öyle
olmasaydı şu mülkü bu kadar kolay kullanabilir miydik? Bu mülk başkalarının
elinde olmuş olsaydı, bu kadar cömert verirler miydi onu bize? Elhamdülillah ki
mülk O’nun elindedir. Öyle olmasaydı, bu mülk insanların elinde olsaydı onlar
bunu bize bu kadar cömertçe sunmaz, işimizi bitirirlerdi.
Bir adam kendisine ait olan bir ev,
bahçe ya da bir tarlada sizin namaz kılmanıza razı olmazsa, orada kıldığınız
namaz makbul değildir. Caiz değildir bu namaz. Allah’ın mülkünde yaşayın, O’nun
mülkünü kullanın, sonra da başkalarının kılıcını sallayın, ayıp değil mi bu?
Allah’ın arzında yaşayın, Allah’ın havasını, suyunu kullanın, Allah’ın
meyvelerinden, sebzelerinden yiyin için, sonra da kalkın başkalarına kulluk
edin, yakışır mı bu? Allah’ın mülkünde yaşayın ama hayatınızda Allah’a söz hakkı
tanımayın. Allah’ın mülkünden istifade edin, ama Allah’ın yasalarını değil de
başkalarının yasalarını uygulayın, olacak şey mi bu? Mülk O’nunsa, mülkünde söz
hakkı da O’nundur. Mülk O’-nunsa, mülküne yasa koyma hakkı da, egemenlik hakkı
da elbette O’nun olmalıdır. Kullarına hayat programı, yaşam biçimi belirleme
hakkı da elbette O’na ait olacaktır.
“Ukalâlığın gereği yok!” diyor Allah,
“hayatınızı Ben verdim!” Onu elinizden alırım da! Hayatı Ben veriyorum, onu
birilerinden almadınız. Bir yerlerden bulmadınız onu. Analarınız vermedi onu,
babalarınızdan da almadınız. Laboratuarlarda, ya da onu şu içine gömdüğünüz
dükkanlarınızda, bürolarınızda iş yerlerinizde de bulmadınız.” Hayatın kaynağı
Allah’tır. Hayatı var eden Allah’tır. Biz hayatımızı Allah’a borçluyuz. O var
ettiği için bizler varız. Bize yaşayın dediği için şu anda yaşıyoruz. Devam edin
dediği için ölmüyoruz. Her tür hayatın, her tür diriliğin, dirilişin kaynağı
Allah’tır, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Dirilten ve öldürendir
Allah. Hayatı veren de, alan da O’dur. Başka hiç kimseye minnet duymanıza gerek
yoktur bu konuda. Hayatınız ve ölümünüz konusunda tek yetkili Allah’tır.
Öyleyse
insanlar hayatı kendilerinin zannedip yanılgılara düşmek yerine onu hep Allah’ın
bilsinler. Hayatı hep Allah’tan bilsinler. Bu hayatımı Allah verdi desinler.
Bunu desinler ama Allah’ın verdiğini tamam unuttu gitti, bende kaldı zannederek
te yanlışa düşmesinler çün-kü verdiğini alan da, alacak olan da O’dur. Gerçi
Rabbimiz bunu her gün hayatımızda gösteriyor. Uykumuzda gösteriyor, uykuya
dalıyor ölüyoruz, sonra tekrar diriltiyor. Hz. Ömer gibi ölüm konusunda çok
titiz davranan Müslümanların, hayatlarında bunu çok hoş sembolize ettiklerini
görüyoruz. Lezzetleri yok eden ölümü bu denli hatırında canlı tutarak
kendilerini kontrol edenlerin günaha dalmaları ne kadar azalır değil mi? Bu
durum onları ne kadar güzel Müslüman eder değil mi?
Öyleyse
bizler de böyle olmaya çalışalım. Zaten ölümün ve hayatın manası bizim
imtihanımız içindir. Biz imtihandayız şu anda ve bunu bir an bile hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Peki gerçek mi bu? Yani yapabilir mi Allah bunu? Dilediğini
diriltebilir, dilediğini dilediği zaman öldürebilir mi Allah?
Tabii:
İki manası var bunun:
1- Kâdir. Her şeye Kâdirdir Allah. Her
şeye güç yetirendir. Mutlak güç ve kudret sahibidir. Dediği dedik olandır,
gücüne, kuvvetine sınır yoktur. Her istediğini murad edip yapabilmeye güç
yetirendir.
2- Kâdir. Her şeye Kâdirdir Allah. Her
şeyi takdir edendir. Takdir yetkisine sahip olan demektir. Her konunun ölçüsünü
ortaya koyandır. Her şeyin ölçütünü ortaya koyandır. Hayatın ölçüsünü ortaya
koymada tek yetkilidir. Kimin ne zaman doğacağını, kimin ne zaman öleceğini,
neyle imtihan edileceğini, kimin malı, mülkü olacağını, ne kazanacağını, neleri
kaybedeceğini takdir edendir.
Hayatın,
kılık-kıyafetin, kazanmanın, harcamanın, hukukun, eğitimin, haramın, helâlin,
yemenin, içmenin, evlenmenin, boşanmanın, erkek-kadın ilişkilerinin, sevginin,
hürmetin, korkmanın ölçüsünü, kısaca insanla ilgili hayatın her alanının
ölçüsünü va’z eden Allah’tır. Peki Allah’tan başka ölçü koyma yetkisine sahip
olanlar var mıdır? Bunu ikiye ayırıyoruz:
1- Allah’ın
serbest bıraktığı alanlarda izin verdiği için ölçü koyanlar. Allah’ın iznini,
Allah’ın o konudaki ölçüsünü bilerek ölçü koyanlar.
2- Allah’ın
serbest bırakmadığı, izin vermediği alanlarda, Allah’ın ölçüsüne rağmen,
Allah’ın ölçüsüne ters bir vaziyette ölçü koymaya çalışanlar. Yani ölçü koyma
konusunda Allah’la yarışanlar, Allah’a kafa tutmaya, akıl vermeye, Allah
karşısında güç iddiasında, bilgi iddiasında bulunanlar…
Soruyoruz şimdi, ölçüyü nerden
alıyorsunuz? Hayatınızın ölçüsünü kimden alıyorsunuz? Hangi konunun ölçüsünde
kime müracaat ediyorsunuz? Kılık-kıyafetinizin ölçüsünü kim belirliyor?
Hukukunuzun, eğitiminizin, sosyal ve siyasal yapılanmalarınızın, erkek-kadın
ilişkilerinizin ölçüsünü Allah mı belirliyor yoksa başkaları mı? Hayatınızın her
bir alanının ölçüsünü va’z eden Allah mı yoksa başkaları mı? Hayatınızın
ölçüsünü kime soruyorsunuz? Kimlere müracaat ediyorsunuz?
Ev yaptıracağız, mühendise; arsa
alacağız, emlakçıya; mîde ağrıyor, doktora; mal paylaşacağız, avukata; hattâ
adres arıyoruz, postacıya soruyoruz. Allah’a hiç sormuyoruz. Adresi de mi
Allah’a soracağız? Elbette. Bu adresi aramam meşru mu, değil mi? Bunu önce
Allah’a soracaktık. Bugün maalesef Müslümanlar problemlerini Allah’a
sormuyorlar. Hayat programları konusunda Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın
elçisinin sünnetine müracaat etmiyor, sormuyorlar. Bunun iki sebebi
var:
1- Ya Allah’a sordukları zaman önceden
O’nun o konuda ne diyeceğini bildikleri için sormak istemiyorlar. “Allah’a
sorarsak O’nun ne diyeceğini biliyoruz, O’nun dediğini duyunca yapsak olmaz,
yapmasak olmaz, en iyisi huzurumuzu kaçırmamak için hiç sormayalım O’na”
diyorlar ve kendi bildikleri gibi bir hayat yaşamaya devam
ediyorlar.
2- Ya da onun da Allah’a sorulup
sorulmayacağı konusunda, Allah’ın ona da karışıp karışmayacağı konusunda bilgi
yanlışlığı içinde oldukları için hayatlarının o birimini Allah’a sormuyorlar.
Yahu bu da Allah’a sorulur mu? der ve onun da Allah’a sorulacağının farkında
olmazlar. Boşanırlar sormazlar, evlenirler sormazlar, dükkan açarlar sormazlar,
meslek seçerler sormazlar, hukuk yaparlar sormazlar, düzen kurarlar sormazlar,
giyinirler sormazlar, kazanırlar sormazlar… Niye? “Yahu bu da Allah’a sorulur
mu?” diyorlar. Oysa az evvel söyledi Rabbimiz, en iyi bilen Allah’tır. Mutlak
bilen Allah’tır. Bilginin, hikmetin kaynağı O’dur. Her şeyden haberdar olan
Allah iken, insanlar O’na sormuyorlar da hep başkalarına soruyorlar. Niye?
Yanlış bilgilenmişler de ondan. Allah’ın hayata karıştığını bilmiyorlar da
ondan. Allah’ın insan hayatına karışma yetkisine karşı çıkıyorlar.
Tarihte Aristo ekolüdür bu.
Demokrasinin temeli de buna dayanır. Allah dünyayı yaratmış, sonra yarattığı
dünyaya dönüp şöyle bir bakmış, dünya demiş, denî demiş, değmez demiş ve
salıvermiş. “Ne haliniz varsa kendiniz görün, Benden bu kadar. Ben dünyayı
yarattım ve işim bitti. Bundan sonra ne yaparsanız yapın. Nasıl yaşarsanız
yaşayın” demiş ve dünya ile ilgilenmekten istinkâf etmiş. Onun içindir ki Allah
hayata karışmaz. Allah vahiy göndermez. Allah elçi seçmez, ona arzularını
bildirmez.
Yaratıcı olarak Allah var ama
yaratıklarına karışıcı olarak Allah yok diye bir felsefe geliştirmişler.
Yaratıcı olarak Allah var ama hayata karışıcı olarak, kitap ve peygamber
gönderici olarak, hayat programı belirleyici olarak Allah yok diye demokratik
bir sistem geliştirmişler. Dünyayı biz idare ederiz, hukuku biz yaparız, hayatı
biz düzenleriz, keyfimize göre hareket ederiz, Allah hiç bir şeye karışmaz
mantığı… Zaten tüm demokratik ülkelerin Allah’ı, Aristo’nun Allah’ıdır. Dünyayı
yaratmış ve arkasından yorulup dinlenmeye çekilmiş veya onu beğenmeyerek, onunla
ilgilenmeyerek onun idaresini bize bırakan, onun idaresiyle alâkalı ne kitap, ne
peygamber, ne vahiy göndermeyen bir Allah.
Öyle değil mi? Şu anda hayatımızın
hangi alanını Allah’a soruyoruz? Halbuki Allah herkesten daha yakındır bize.
Allah en bilendir, mutlak bilendir. Önce Allah’a bir sorun, bu okulda okuyayım
mı, okumayayım mı ya Rabbi? Bu mesleği seçeyim mi, seçmeyeyim mi? Burada
çalışayım mı, çalışmayayım mı? Şu kıyafeti giyeyim mi, giymeyeyim mi? Böyle bir
hukuktan, böyle bir eğitimden razı mısın, değil misin ya Rabbi? Önce bir soralım
Allah’a. Biz öyle yapmıyoruz da, ya Rabbi ben onu sormuyorum sana da, ben
düşündüm taşındım ve bu işi yapmayı uygun gördüm. Sen bunun yolunu tarif et bana
demeye, Allah’ı şartlandırmaya, Allah’a akıl vermeye çalışıyoruz. Böyle yapan
kişi Allah’a sormuyor da, O’na yol gösterme küstahlığında bulunuyor
demektir.
Bir de şöyle soruyoruz Allah’a: Efendim
ben Allah’a sordum da dükkanı açtıktan sonra sordum. Sordum Allah’a sormayı da,
mesleği seçtikten sonra sordum. Düğünü yaptıktan, okulu bitirdikten, işe
başladıktan, hanımı boşadıktan, hayatı yaşadıktan sonra sordum. Yooo!! Öyle
değil.
3. “O her şeyden öncedir;
kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikârdır; gerçek
mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir.”
O Evvel’dir, Ahir’dir. Yani ilk defa
sorulacak Allah’tır, son defa sorulacak da Allah’tır. Bizi yaratan Allah, sonra
tekrar diriltip yaratacak olan da Allah’tır. Evvel Allah ama sonra işi bitmiş
değil, sonra yine Allah. İlk akla gelecek Allah, sonra hesapta tutulacak yine
Allah. O, Evvel ve Âhir’dir.
Bugün Türkçe’de “evvel Allah”
kullanılır. “Ben evvel Allah Müslümanım! Evvel Allah biz de Müslümanız! Evvel
Allah biz Kur’an ve sünnetin dışına çıkmayız!” Düğünlerde iki tarafın ağzından
çok duyarsınız bunu. İyi de Kur’an ve sünnetten ne biliyorsunuz ki, dışına
çıkmayacaksınız? Kur’an ve sünneti bilmeyen bir adamın dışına çıkması, ya da
içine girmesi düşünülebilir mi? Arkadaşlar, Allah 114 sûreyle hayatını
düzenlemek için Peygamberini göndermiş. 114 bölüm, 114 birim. Bunlardan bir
tanesini çekip çıkarırsanız, mutlaka hayatımızın o sûreyle düzenlenecek bölümü
boş demektir. Yani siz o konuda hep yanlış yapacaksınız demektir. Meselâ Hadîd
sûresini çekip çıkarın hayatınızdan, Hadîd’in düzenleyeceği bölüm mutlaka
yanlıştır sizde.
Peki Allah
için şimdi kendinizi bir yoklayın: 114 sûrenin kaçta kaçı var sizde? Veya 6666
âyetin kaçta kaçı var? Ne kadar var böyle bildiğiniz âyet? Kur’an’ın kaçta kaçı,
bir düşünün ve ona göre karar verin. Kaçta kaç diye sorduğum âyet bildiğiniz,
tanıdığınız âyettir. Yani hayatınızı düzenleyebileceğiniz, hayatınızda
uygulayabileceğiniz kadar tanıdığınız âyet sayısı.
“O Allah Evvel’dir.” Yani sözü
dinlenecek Evvel, ilk Allah’tır. İlk defa kendisine sorulacak, Evvel Allah’tır.
Rızası kazanılacak ilk, Evvel Allah’tır. Şifa kaynağı, şifa beklenecek Evvel
Allah’tır. Korkulacak Evvel Allah’tır. Sevilecek Evvel Allah’tır. İnsanlar Evvel
Allah diye başlı-yorlar söze, sonra kendilerini koyuyorlar ortaya ve
bitiriyorlar işi. Halbuki Âhir de Allah’tır. Yani Evvel O’dur, ama unutmayalım
ki Âhir de O’dur.
Âhir de Allah’tır ama son sorulacak ta
yine Allah’tır. Sonunda değerlendirecek olan da Allah’tır. Bizi hesaba çekecek
olan, bize mükafat veya ceza verecek olan da Allah’tır. Başta Allah’ı hatırlayıp
sonda unutmak olmaz ki. Meselâ besmeleyle işe başlıyor Müslümanlar, ama sonunda
unutuyorlar O’nu. Besmeleyle başlıyorlar, yâni Evvel Allah diyorlar ama sonra ne
kadar yenmesi gerektiğini, ne tip yenmesi gerektiğini Allah’a sormadan devam
ediyorlar. Giyim konusunda öyle değil mi? Meselâ Müslüman hanım, ya da erkek,
‘bismillah’ diye giyin-meye başlıyor, ama ne giyinmeleri, nasıl giyinmeleri
gerektiğini Allah’a sormuyorlar. Evden çıkarken ‘bismillah’ diye çıkıyorlar, ama
nereye gideceklerini, hangi programı icra için çıktıklarını Allah’a sormuyorlar.
Halbuki ilk sorulacak Allah’tır, sonra
sorulacak yine Allah’tır. Halbuki sözü dinlenecek Evvel, yolunda gidilecek
Evvel, hatırı kazanılacak Ev-vel, her dediği tutulacak Evvel, hayata karışmaya
yetkili Evvel Allah-tır, sonra da Allah’tır. Her işin sonu, sonunda Allah’a
varacaktır. Her işin sonunda Allah’a varıp hesap vermeyecek miyiz? Sonunda
Allah’ın huzuruna gitmeyecek miyiz?
“Zâhir de,
Bâtın da Allah’tır.” Allah Zâhirdir. Anlamak isteyene apaçıktır. Yani o kadar
açık, o kadar zâhirdir ki Allah, ifade etmeye, uzun uzun deliller getirmeye bile
gerekmez. Ama o kadar bâtın, o kadar bilinmez ki, künhünü kimse bilemez. Allah
kime benzer? Neye benzer? Künhünü kimse bilemez. Allah Zâhirdir, O’ndan ötesi
yoktur. Bâtındır, daha berisi de yoktur. Allah o kadar açıktır ki, yeryüzünde
hiçbir insan “ya Rabbi ben seni anlamaya çalıştım ama buna imkân bulamadım”
diyemez. Allah o kadar açık, o kadar ayan beyan ki kimsenin o’nun varlığına
delil getirmesine ihtiyacı yoktur. Ama o kadar bâtındır ki kimsenin O’nun
künhünü kavraması mümkün değildir.
Peki,
kutuplarda, çöllerde, buzullarda bir insan var da, o Allah’ı bilememişse ne
yapacaktır? Haydi gidelim öyleyse ne duruyoruz? Varsa böyle birileri, gerçekten
samimiyseniz böyle birinin olduğunda ne duruyorsunuz? Niye gitmiyorsunuz ona
Allah’ı anlatmaya? Ne mâzeretiniz var böyle bir durumda ona gitmemeye?
“Yedullah”. Allah’ın eli var, bilir misiniz?
Eli vardır biliriz ama nasılını bilmeyiz. Allah konuşur, bilir misiniz? Biliriz
konuşur, ama Bâtınını bilmeyiz. Allah görür, bilir misiniz? Nasıl konuşur Allah?
Nasıl görür Allah? Allah’ça konuşur biliriz, ama Bâtınını bilemeyiz. Allah’ça
görür, ama Bâtınını bilemeyiz.
Allah her şeyi bilendir. İç dünyamızı,
dış dünyamızı, hukukumuzu, eğitimimizi, sosyal ve siyasal yapılanmalarımızı, tüm
hayat programlarımızı, sosyal ve tabiî çevremizi, neyi nasıl yaratacağını, bizi
neyle imtihan edeceğini, nasıl bir din göndereceğini, bizim hayatımızın nasıl
tanzim edileceğini, kimi ne zaman dünyaya getireceğini, kimi ne zaman
öldüreceğini, erkeğin mirastan ne kadar alacağını, kadının ne kadar alacağını,
hırsızlık yapana nasıl bir ceza verileceğini, hukukumuzun nasıl olacağını,
kılık-kıyafetimizin biçimini bilen, mutlak bilen, yanılmaz bilen Allah’tır.
Bakın isterseniz semâvât ve arza. Allah’ın bilgisinin ne kadar da sınırsız
olduğunu anlayacaksınız.
4. “Gökleri ve yeri altı günde
yaratan, sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya
yükseleni bilen O’dur. Nerede olursanız olun. O, sizinle beraberdir. Allah
yaptıklarınızı görür.”
Allah ki, gökyüzü ve yeryüzünü altı
günde yaratmıştır. Bu altı gün bizim bildiğimiz altı gün değildir. Yaratılış
günüdür bu. Bu konuda fazla bir bilgimiz de yoktur. Meselâ Kur’an’da, Meâric’de
melek günü anlatılır:
“Melekler ve Cebrâil, miktarı elli bin
yıl olan o derecelere bir günde yükselirler.”(Meâric 4)
Âyetin beyanıyla meleğin bir günü,
bizim elli bin yılımıza bedeldir. Bir melek günü, eşittir elli bin yıl. Bir de
dünya günü, âhiret günü vardır. Yevmü’d-dünya, yevmü’l-âhire. Yani dünyanın tüm
ömrü için bir gün, âhiret için de bir gün denmiş ki, bu bizim bildiğimiz şu
yirmi dört saatlik bir gün değildir. Bir de burada anlatılan yaratılış günü
vardır, Allah altı günde yarattı diye ki, bunun mahiyetini bilmiyoruz. Allah
öyle dediği için inanıyoruz ve geçiyoruz. Böylece iman etmek zorunda olduğumuzu
Kur’an bize öğretir. Gökler ve yer altı günde yaratılmış. Zaten arzı bile tam
olarak bilemeyen, merkezine inemeyen, gökyüzünün sadece birinci semâsının az bir
bölümünü seyredebilen bizler bu altı günün ne demek olduğunu nereden bileceğiz?
Allah hem “Kün fe yekün” diyor, hem altı gün diyorsa, buna aynen inanmanın
ötesinde yapabileceğimiz bir şey yoktur.
Allah ki yere gireni, ondan çıkanı,
semâdan ineni, semâya çıkanı, arza bakanı, semâya nazar edeni, hepsini bilendir.
Öyle bilir ki Allah, toprak altındaki her tane, her yaprak, her fidan, yeryüzüne
düşen her damla yağmur, gökyüzüne yükselen her gram bulut ve buhar, hepsi
Allah’ın bilgisi altındadır. Eğer tüm bunları ihata edecek bilgisi olmasaydı,
böylesine muazzam bir âlemin nizamının kurulmasına imkân ve ihtimal
olmazdı.
“Sonra
Allah arşı istivâ etmiştir.” Arş bizim bilebildiğimiz, algılayabildiğimiz
mekânların üzerinde, ötesinde bir gerçektir. Arş, Kürsîyi kuşatmıştır. Kürsî’yi
koskoca bir çölün ortasına atılmış, küçücük bir yüksük farz ettirecek kadar
büyük bir âlem. Kürsî de semâvâtı kuşatmıştır. Kürsî’nin yanında semâvâtta yine
koskoca bir çölün ortasına atılmış bir yüksük kadardır. Semâvât ta yedi semâ
olarak her biri diğerini çölün ortasına atılmış bir yüksük farz ettirecek kadar
kuşatmıştır. Birinci semâ da dünyamızı kuşatmıştır ki, onun yanında dünyamız
tıpkı çölün ortasına atılmış bir yüksük kadardır. Şimdi arş yanında dünyanızın
ne kadar küçüldüğünü anladınız değil mi?
Allah arşı
istivâ etmiştir. Allah arşın üstündedir. Peki nasıl? Na-sılı bilinebilir mi?
Allah’ça bir istivâyla Allah arşın üstündedir demenin ve aynen böylece teslim
olmanın ötesinde ne diyebileceğiz ki? Arş, kürsî… “ Madem ki Allah ta arşın
üzerinde, bizden nasıl haberdar olacak? Bizi nereden görecek? Bizim hayatımıza
nasıl muttalî olacak?” filân demeyin sakın. Beni arşın üstündedir diye sakın
işim bitmiş, kenara çekilmiş zannetmeyin. Çünkü:
Siz neredeyseniz Allah sizinle
beraberdir. Siz neredeyseniz? Hangi ortamdaysanız, zamanın ve mekânın hangi
bölümündeyseniz Allah sizin yanı başınızdadır, sizinle beraberdir. Gerçekten mi?
Gerçekten öyle mi inanıyorsunuz? Yani her an, her zaman Allah’ın sizinle beraber
olduğuna gerçekten inanıyor usunuz?
Arabayla yolda giden kişiye arkanda
trafikler var denince, tavrı nasıl hemen değişiyor değil mi? Veya dükkanında
ticaretle meşgul olan birine, “maliyeciler burada!” denince nasıl değişiyor
değil mi? Veya “şu anda radar kontrolü altındasınız!” filân denince adamın
hareketlerini nasıl kontrol altına aldığını bilirsiniz. Peki şu anda Allah
yanında, yanı başında, seninle beraber denince de insan değişmeliydi değil mi?
Hani küllî bir imanımız var bizim. Kur’an ne demişse doğrudur. Allah,
Kur’an’ında ne anlatmışsa doğrudur. Kur’an’da anlatılanların tümüne inanıyoruz.
Onun için Müslümanız zaten. Münâfık ve kâfirler tümüne böyle inandık derlermiş
de, -bizzat inandık dedikleri âyetlerle, tek tek âyetlerle yüz yüze gelince de
reddediverir, yan çiziverirlermiş. Bakın Yâsîn sûresindeki bir âyet-i Kerîm’e o
hususu şöyle anlatır:
“Zaten Rabbinin âyetlerinden herhangi biri
kendilerine geldiğinde ondan hep yüz çevire gelmişlerdir.”
(Yâsîn 46)
Bütün bu âyetlerden dolayı
Rabblerine şükredecekleri, Rable-rine teslim olup kulluğa yönelecekleri yerde,
Rabblerinin bir âyetiyle karşılaşmaya görsünler, yaptıkları sadece ondan yüz
çevirmek, gör-mezden gelmek, yok farz etmek, ilgilenmemek, kör ve sağır
kesilmektir. Halbuki onlara düşen bakmak, görmek, duymak, işitmek ve hemen boyun
eğerek onunla yol bulmaya, onunla hayatı düzenlemeye koşmaktır. Nankör insanlar
Allah’ın kendilerine açtığı bu rahmet kapılarından istifade etmek istemiyorlar.
Kendilerine hangi âyet gelirse gelsin, hangi âyet arz edilirse edilsin, ister
metlûv, ister meşhûd yan çiziyorlar, ilgilenmiyorlar, ciddiye almıyorlar.
Anlıyorlar aslında, duyuyorlar, kavrıyorlar, farkına varıyorlar âyetlerin, ama
görmezden, duy-mazdan, anlamazdan geliyorlar. Sadece akılları değil, duyuları da
kal-mamıştır bunların.
Soruyorsunuz adama, Allah ne derse
doğru mu? Doğru. Kur’-an ne derse doğru mu? Doğru. Peki o zaman “Allah sana şunu
dedi! Hadi bakalım!” denince de oradan fırlarlarmış. Yani tümden inandım dediği
Kur’an’ın tek tek âyetleriyle karşı karşıya gelince yan çizerlermiş. Allah
korusun, sanki bizim de zaman zaman bir kenara attığımız bir âyet
bu.
“Siz neredeyseniz Allah oradadır.” Siz
neredeyseniz Allah sizinle beraberdir. Kendinizi Allah’la beraber bir
düşünseniz! Bir saatliğine, iki saatliğine kendinizi Allah’la beraber bir
düşünün. Düşünün ki, Allah sürekli yanı başınızda. Bir gününüzü, bir saatinizi
düşünün. Düşünün ki, Allah yanı başınızda. Düşünün ki, siz O’nun huzurundasınız.
Allah atlatılmaz, Allah’tan gizlenilmez, Allah diskalifiye edilmez biliyorsunuz.
O zaman bir saat da olsa Allah’la beraberliğinizi bir düşünün. Adım atarken de
Allah yanınızda, konuşurken de Allah yanınızda, severken, küserken, alırken,
satarken, giyinirken, soyunurken de Allah’ı yanınızda düşünün. İnsan çok farklı
olur değil mi?
Ama tabii
Allah’ı tanımamız gerekecek bunun için. Esmâsıyla, sıfatlarıyla tanımamız
gerekecek. O zaman etkili olacaktır bu beraberlik. Değilse Allah’ı tanımıyorsak,
nasıl güç kudret sahibi, nasıl azamet sahibi bir Allah olduğunun farkında
değilsek elbette O’nun huzurunda oluşumuz bizde pek fazla etkili
olmayacaktır.
Dilim varmıyor söylemeye ama, Allah
korusun, biz Allah’ın hayatımıza karıştığına inandığımız konularda Allah’ın
bizimle beraber olduğuna inanıyoruz, diğer konularda sanki Allah hâşâ bizimle
beraber değil. Kimileri fâiz konusunda çok titiz davranırken, çocuğunu eğitmeye
dikkat etmiyor. Sanki fâiz konusunda Allah yanı başında da, çocuklarının
Müslümanca eğitimi söz konusu olduğu zaman Allah yanında değil.
Kimileri
annesiyle bir hafta görüşmemeye tahammül edemez-ken, aylar, yıllar hiç rahatsız
olmadan Kur’an’la ve Resûlü’yle görüşmeden hayatını sürdürebiliyor. Her hafta
annesiyle görüşmesi gerektiği konusunda Allah’ı yanı başında biliyor, ama aylar
yıllar Kitapla ve peygamberle görüşmezken sanki Allah yanında değil.
Veya
sofrada ekmek kırıntılarının yere saçılması konusunda yanı başındaki Allah’ın
görmesinden utanan kimi Müslümanlar, âyet ve hadislerin hükümlerinin kendi
hayatında, toplum hayatında paramparça, darmadağın olması konusunda Allah’la
beraber olduğunu düşünmüyor bile.
Ekmek
kırıntılarını yere saçmamaya dikkat ederken, dökülenleri toplama çabası içine
girerken Allah’ı yanında bilen adam, karısının, kızının namusunu çarşı-pazarda,
dükkanlarda, tezgahtarların önünde yerlere saçarken sanki Allah’ın yanında
olduğunun hiç farkında değil.
Kimileri
kazanırken Allah yanında da, harcarken yanında değil. Kazanırken çok dikkatli,
ama harcarken sanki Allah huzurunda değil, sanki Allah kendisini görmüyor.
Kimileri âyet ve hadisleri başkalarına anlatırken Allah’la beraber de,
anlattıklarını kendine mal etme, yani kendine duyurma, onlarla amel etme veya
çoluk-çocuğuna duyurma konusunda sanki Allah’la beraber
değil.
Allah korusun, dilim varmıyor söylemeye
de, sanki biz Allah’ı seccade başında düşünüyoruz sadece. Sadece camide
düşünüyoruz Allah’ı. Sadece camide Allah bizimle beraber, sadece camide Allah
huzurundayız ama camiden çıkınca Allah bizimle beraber değil. Meselâ namaz
bitince adam soruyor: “Efendim sağdan mı döneceğiz? Yoksa soldan mı döneceğiz?”
Niye? Rabbi ile işi bitti ya adamın. Sanki “ya Rabbi tamam! seninle işim bitti!”
diyor ve camiden, seccadenin başından ayrılırken böyle gerisin geriye çıkmaya,
kıbleye ensesini dönmemeye çalışıyor. Niye? Allah orada ya. Arkasında Allah yok
ya. Allah hep orada ya! Sanki dışarıda Allah yok. Sanki dışarıdaki hayatına
Allah karışmıyor.
Veya işte
camiden çıkarken takkesini, sarığını çıkarıp cebine indiriyor. Niye? Tapınma
bitti ya. Allah’ın huzurundan çıktı ya. Tamam, bundan sonra artık başkalarının
huzurundadır adam. Allah korusun, biz Allah’ı böyle düşünüyoruz. Bazen çok az
O’nunla beraber, ama uzun zaman da O’ndan ayrılmış farz ediyoruz kendimizi.
Sanki Hristiyan dünyadan nakil, kiliseye hapsedilmiş, camiye veya seccadeye
hapsedilmiş bir Allah’a inanıyoruz. Mescide, vicdanlara hapsedilmiş, sınırları,
sahâlârı daraltılmış, dışarıda, sosyal hayatta hiç mi hiç etkinliği olmayan bir
Allah’a inanıyoruz sanki.
Hâşâ, üçlü bir Rabbimiz
var:
1) Sosyal hayatımızda bize hakim olan,
sosyal hayatta hakim olduğuna inandığımız bir Rabbimiz var, sanki Hıristiyan
âlemi. Düğünümüzün şekli, yemek servisimizin biçimi, ziyaret ve ziyafetlerimiz,
perdelerimiz, mutfağımız, çatalımız, kaşığımız, kılık-kıyafetimiz, ütümüz,
yakamız, yenimiz, sanki hemen hemen Hristiyan âlemden nakil. Hayatımızın bu
bölümlerini sanki Hristiyanlık dünyası dolduruyor.
2) İkinci bir Rabbimiz daha var, hâşâ
bize emreden, yap! diyen, yapma! diyen, o da Yahudilik dünyası. Meslekî
hayatımız, ekonomik hayatımız, kazanmamız, harcamamız, dünyaya doymayışımız,
dünyayı kıble edinişimiz böyle. Adam müşterinin cebindekini kendi cebine
aktarabilmek için her çareye baş vuruyor. Sanki her çare meşrû onun için. Veya
adam oturuyor bir makama, yapıştığı o makamı kaybetmemek adına her şey mubah
onun için. Her şeyini fedâ ediyor. Okuldan diplomayı alabilmek için her şeyini
fedâ ediyor adam. Sanki Yahudi âlem…
3) Bir de Rabbimizin Allah olduğu,
Allah kaynaklı bir âlemimiz var bizim. Bugüne kadar hiç mi hiç abdestin sırasını
sormak için başkasını aramamışızdır, başkasına sormaya gitmemişizdir. Hep
Allah’a sormuşuzdur onu. Sabah namazının kaç rekat olduğunu ne Yahudi bilir, ne
de Hristiyan âlem bilir. Hiç sormayız onlara, Allah’a sorarız bunu. Çünkü bu
konuda Rabbimiz Allah’tır.
Allah korusun, sadece camiye veya
seccadeye hapsedilmiş bir Müslümanlığımız kalıyor geriye. Böylece adam tesbihini
de seccadede yapıyor, zikrini de seccadede yapıyor, namazını da orada bitiriyor.
Sadece anneler gününde anneyi hatırlayanlar ama ondan sonra bir yıl boyunca hiç
hatırlamayanlar, hiç annenin hatırını sormayanlar gibi, sadece seccadede Allah’ı
hatırlıyoruz. Ama bilesiniz ki:
5. “Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur.
Bütün işler Allah’a döndürülür.”
Göklerin ve yerin mülkü
Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü sadece Allah’a aittir. Mülk Allah’ındır.
Mülkün sahibi Allah’tır demek, o mülk üzerinde söz sahibi Allah demektir. Allah,
Melik ve Mâlik, bizler de O’nun mülkü olduğumuza göre, mülkün Mâlik üzerinde
hiçbir söz hakkı, itiraz hakkı olamaz. Çünkü O bizi yaratmasaydı, şu anda
olmayacaktık. Biz O’nun mülküyüz. Bizim üzerimizde tasarruf hakkı sadece O’na
aittir. Bize kulluk yapalım, cennet kazanalım diye mülkten bir parça vermiş. Bir
parça can ve bir parça mal vermiş bize ve buyurmuş ki: “Kulum! Al bunları! Eğer
bu verdiklerimi Benim dediğim gibi kullanırsan sana karşılığında cennet
vereceğim! Eğer öyle yapmazsan sen bilirsin! Sonunda onlar yine Benim olacak!”
Öyle değil mi? Madem ki mülkün sahibi
O’dur, madem ki gökler ve yer, göktekiler ve yerdekiler O’nun mülküdür. Madem ki
ben de O’nun mülküyüm. Madem ki bizler de O’nun mülküyüz. Madem ki bize mâlik
olan, bizlere egemen olan O’dur. Öyleyse ben niye bir başkasının beğenisine
kendimi kurban edeyim ki? Niye bir başkasına kulluk edeyim ki? Niye bir
başkasını razı etmeye çalışayım ki? Sahibimin, mâlikimin hatırını kazanmak, O’na
kulluk etmek, O’nu dinlemek, O’nun istediği bir hayat yaşamak dururken, O’nun
rızası, O’nun övgüsü dururken, O’nun beğenisi dururken niye benim gibi mülk olan
birilerinin övgüsüne, beğenisine kendimi kurban edeyim ki? Allah övgüsü, Allah
beğenisi varken niye O’ndan başkalarını hedefleyeyim ki? Sahibim beğenmedikten,
Mâlikim övmedikten sonra tüm dünya beni alkışlasa ne
yazar?
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ın kulu ve mülküdür. Yani göklerdekiler ve yerdekiler hepsi Allah’a boyun
büküp teslim olmuşlardır. Her şey Allah’a teslim, peki siz kime teslimsiniz?
Madem ki göklerde ve yerde her şey Allah’ındır, peki siz kiminsiniz? İsterseniz
itiraz edin, isterseniz reddedin. İsterseniz göklerde ve yerdekilerin teslim
olduğu sahibe itiraz edip kafa tutun. İsterseniz sahibinizin sizin adınıza
gönderdiği hayat programından yüz çevirin. İsterseniz kendiniz gibi âciz, rızka
muhtaç insanların kanunlarına itaatten yana olmaya çalışın. İsterseniz
Rabbinizin kitabına başvurmayıp başkalarının hükümlerine başvurun. İsterseniz
Rabbinizin kitabından habersiz, O’nun peygamberiyle diyaloga yanaşmayarak bir
hayat yaşayın. Kendinize Allah’tan başka veliler bulun. Ama unutmayın ki dönüş
O’nadır. Dönüşünüz Allah’adır, O’nun huzurunda toplanacak ve yaşadığınız hayatın
hesabını O’na ödeyeceksiniz. Hesap görecek olan Allah’tır, Hesabı Allah’a
vereceksiniz. O Allah ki:
6. “Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye
katar; O kalplerde olanı bilendir.”
Allah geceyi gündüze, gündüzü de
geceye katar. Geceyi gündüzün üzerine geçirmek, gündüzü de gecenin üzerine
kapatmak, geceden gündüzü, gündüzden geceyi yarıp çıkarmak sûretiyle bizim
hayatımızın devamını sağlayandır. Gece ve gündüz arası bütün hareketliliği bilen
ve sağlayan O’dur. Geceyi de, gündüzü de yaratan, geceyi de, gündüzü de
buyruğuna boyun büktüren, geceye de gündüze de egemen olan Allah’tır. Gece de,
gündüz de Allah’ındır. Gece de, gündüz de sahiplerine boyun bükmüş iki Allah
âyetidir.
Peki şimdi onlar sahiplerine
teslim olup boyun bükmüşken, onlar Rabblerinin yasalarına teslim olmuşken, onlar
sadece mâliklerini dinlerken siz kime teslim oluyorsunuz? Siz kime kulluk
ediyorsunuz? Onlar hayat programlarını Rabblerinden alırken siz kimin yasalarını
uyguluyorsunuz? Unutmayın ki göklerde ve yerde egemen olan O’dur. Gökleri ve
yeri, göktekileri ve yerdekileri yaratan da O’dur. Onların hayat programını
belirleyen de O’dur. Yaratan da O’dur, Rabb da O’dur.
Gündüzü, geceyi o kadar ayarlamıştır ki
Cenab-ı Hak, isterseniz her konuda Rabb oluşuna karşı gelin. İtiraz edin,
reddedin. Hayatınızın bazı bölümlerine O’nu karıştırmama konusunda dayatın,
diretin. İsterseniz Allah’ın düzenine, düzen koyuculuğuna kafa tutun. Allah’ın
düzen kurma konusuna itiraz edin. “Allah düzen kurmayı bilmez” deyin isterseniz.
Ama bakın ki dünyanızdan milyarlarca kere daha büyük olan güneş, ay, yıldızlar
O’nu dinliyor. Gündüz O’nu, gece O’nu dinliyorken, isterseniz siz dinlemeyin.
Ama bilesiniz ki sonunda işler O’na döndürülecektir. Hesabı O görecektir. Hesabı
O’na ödeyeceksiniz.
Buna göre bu altı âyette Rabbimiz
kendisini tanıttı. Bundan sonra diyecek ki “ey kullarım, anladınız mı? İşin
mahiyetini kavradınız mı? Eğer buraya kadar anlatılanları anladıysanız, haydi
öyleyse:
7. “Ey İnsanlar! Allah’a ve peygamberine
inanın; sizi halef kıldığı şeylerden sarf edin; aranızdan, inanıp da sarf eden
kimselere büyük ecir vardır.”
İşte bu Allah’a inanın. İşte böylece
kendisini tanıtan Allah’a ve O’nun Resûlü’ne inanın! Peki nasıl bir Allah’a
inanacağız? Allah kendini nasıl anlattı? Sadece bu sûreyle hatırlayın: Göklerde
ve yerde tesbih edilen bir Allah. Göktekilerin ve yerdekilerin sürekli tesbih
ettikleri bir Allah. Mülke sahip olan, mülk elinde olan bir Allah... Her şeye
Kâdir olan, her şeyi Kâdir olan bir Allah... Evvel olan, Âhir olan, Zâhir olan,
Bâtın olan bir Allah... Her şeyi bilen, bilgisi mutlak olan, gökleri ve yeri
yaratan, bizim yanı başımızda olan, biz neredeysek orada olan bir Allah...
Gündüze, geceye etkin olan, egemen olan bir Allah. İşte bu Allah’a inanın ve
gönderdiği elçiyi de kabul edin.
Allah’a
inanın ama o Allah’ın peygamberleri de var. Onlara da inanın. “Ben inanırım
Allah’a, ama bu Allah’ın meleklerine inanmam. Melekleri olmayan bir Allah’a
inanırım ben. Peygamberler görevlendirmeyen, kitabı olmayan, arzu ve yasaklarını
bana bildirmeyen, benim hayatıma karışmayan ve yarın beni hesaba, kitaba
çekmeyecek olan bir Allah kabul ederim ben. İşte böyle bir Allah’a iman etmek
is-tiyorum” demeye kimin yetkisi var? Şimdi böyle inandığını iddia eden kişinin
inandığı Allah, Kur’an’da kendisini bize tanıtan Allah olur mu? Olmaz değil mi?
Adam kendi kafasından düşleyip şekillendirdiği bir Allah’a inanmıştır.
Şimdi bu âyeti çoklarının yaptığı gibi
cımbızla buradan söküp, sûre bütünlüğünden koparıp anlamaya kalkarsanız, o zaman
mânâ çok basitleşiverecektir.
“Allah’a inanın!” “Efendim zaten
inanıyoruz biz! Nereden çıktı bu? İnanmış insanlara bir daha inanın demenin ne
manası var? Peki nasıl bir Allah’a inanıyorsunuz? İşte abdest isteyen, namaz
isteyen, oruç isteyen, bunun dışında hayata fazla karışmayan, dünyayı yaratmış,
yorulmuş, dinlenmeye çekilmiş, dünya işlerinden fazla anlamayan, kendi dünyasına
çekilmiş bir Allah’a inanıyoruz” derler.
Buraya kadar tanıtılan, sürekli bizimle
beraber olan, sürekli bizden bir şeyler bekleyen, sürekli bizden kulluk isteyen,
hüküm sahibi, hâkimiyet sahibi olan, hükmünde, hâkimiyetinde ortağa asla rızası
olmayan, yani kullarını kendisinden başkalarına itaat konusunda, kendisinden
başkalarını dinleme konusunda soğanın dişisinden bile kıskanan bir Allah... Azîz
olan, yenilmez ve yanılmaz olan bir Allah... Öyle değil mi? Kendini tanıttı,
sonra da buyurdu ki, “işte böylece tanıtılan bir Allah’a inanın!” “İnanıyoruz!”
diyecektir insanlar. Ama nasıl bir Allah’a inandığımız ve nasıl inandığımız
önemlidir.
“Peki tamam inandım. Bundan sonra ne
olacak? Bu imanın neyi gerektirecek? Acaba benden ne ister bu inandığım Allah?
Acaba nasıl bir kulluk ister benden bu Allah? Ya da bana bir şeyler dedi mi
acaba bu Allah?” demeyin sakın, çünkü Resûlü de vardır O’nun. İlk inanan siz
değilsiniz. Sizden önce Rasulullah inandı. Sizden önce Ra-sulullah O’na kulluk
yaptı. Yani Resûlü vasıtasıyla size bir şeyler dedi Allah. Öyleyse Resûlü’ne de
inanın. Resul, Allah’ın, kullarının hayatına karışmasında odak noktadır. Yani
Allah: “Ben insanların hayatına karışacağım! Bu konuda seni odak nokta seçtim!
İnsanların hayatına karışma konusunda seni sözcü seçtim! Sen bu konuda benim
sözcülüğümü yapacaksın!” diye peygamber göndermiştir. İşte Peygamberin
fonksiyonu, misyonu budur. Peygamberi kabul demek, Allah’ın insan hayatına
karışırlılığını kabul demektir. Peygamberi reddetmek de, Allah’ın insan hayatına
karışmasını reddetmek demektir. Peygamberi kabul etmek, onun kulluğunun,
teslimiyetinin örnekliliğini kabul etmek demektir. İşte böylece peygamberine de
iman edin. Sonra:
“Bir de size harcama yetkisi verdiği
şeylerden infak edin.” Allah’ın sizi halef kıldığı şeylerden infak edin. Halef
kılmak, birinin arkasından ötekisinin gelmesi demektir. Düşünün, bir vakitler bu
mal, mülk Âd’ındı, sonra Semûd’un, sonra Medyen’in, sonra Tubba’nın, sonra
Emevi’nin, Abbasî’nin oldu, sonra Selçuklunun, Osmanlının oldu. Sonra dedenin
babasının, sonra ananın kocasının, sonra da sana intikal etti. Yarın da bir
başkasına intikal edecek. Öyleyse infak et! Çünkü sende de kalmayacak. Halefi
böyle anlıyoruz. Dedemin babasının dedesinden kalmadı mı bu tarla bana?
Ya da
yeryüzünde ilk insandan bu yana elde edilen altınlar, gümüşler bize intikal
etmedi mi? Bunlar hep nesillerden nesillere devredilmedi mi? Öyle olmayıp ta yüz
yıllardır insanlar kendi bulduklarını, kendi kazandıklarını kendileriyle
birlikte alıp gitselerdi ne kalırdı bize? O evler, o arabalar, o atlar, o
altınlar, gümüşler, inciler, yakutlar onlardan bize intikal etmiyor mu? Bizden
de başkalarına intikal edecek elbette. İşte Rabbimiz buyuruyor ki, “haydi
Rabbinizin sizi halef kıldıklarından infak edin. Haydi Benim verdiklerimi Benim
yolumda harcayın.”
İnfak, zekâttan ayrı bir şeydir. İnfak, Allah sana ne verdiyse ondan
vermendir. Allah’ın sana verdiklerini Allah’ın kullarıyla paylaşmandır. Sana
hangi imkânı tanımışsa, onu başkalarına aktarmandır. Ne verdi Allah? Bilgi mi
verdi? Basiret mi verdi? Görüş mü? Zeka mı verdi? Mal mı verdi? El mi verdi? Dil
mi verdi? Ondan başkalarını istifade ettirmenin adına infak denir. Hattâ
doğurabilecek sıhhat mı verdi? O fonksiyonu icrâ da
infaktır.
İnfakın ölçüsü yoktur. En alt taban
ölçü milyarda milyon, milyonda birdir. En üst ölçü de malın tamamıdır. Hz. Ebu
Bekir efendimiz, Hz. Ömer efendimiz örneklemiştir bunu. Allah’ın Resûlü bu işi o
kadar güzel örneklemiştir ki, bakın ne kadar hoş bir örnek
verir:
“Yarım hurmayla da olsa kendinizi
ateşten koru-yun!”
Yarım
hurma, ne kadar az? Ama ne kadar çok ki cehennemden kurtarıyor. Yani on ton
hurması var birinin, bir tonunu veremiyor, ne kadar fukara! Öteki zenginin bir
tek hurması var, yarısını veriveriyor, na kadar zengin, değil mi?
Müslümanlar! Çoğaldıkça zorlanıyoruz!
Çoğaldıkça pintileşiyoruz! Çoğaldıkça köleliğimiz, bağımlılığımız, cimriliğimiz
artıyor ve ve-remiyoruz; bu gerçekten büyük bir tehlike. On tonda bir tonu
vereni çok göremiyoruz, ama iki tane olup da birini vereni çok görüyoruz.
Çoğalsın da verelim, zenginleşince verelim diye beklemeyin; Allah’ın
verdiklerini Allah yolunda az da olsa infaka kendinizi
alıştırın.
“Artık sizden kim de iman edip infak
ederse.” Yani buraya kadar anlatılanlara kim gönül verir, gönülden razı olur ve
uygulamaya koyulur, iman eder ve infak ederse, gerçekten onlar için büyük bir
ecir vardır. Yani cennet onların olacaktır. Bu, anlatılanların insanlar
tarafından ciddiye alınmadığı bir vakıadır ve işte Rabbimiz imanımızla bizi
karşı karşıya getirerek, bize imanımızı hatırlatarak şöyle
buyuruyor:
8. “Peygamber sizi, Rabbinize inanmaya
çağırdığı halde, Allah’a niçin inanmazsınız? Hem O, sizden söz almıştı.
İnanmışlar iseniz; bu çağrıya koşun.”
Hayrola! Ne oluyor size? Ne oluyorsunuz
inanmıyorsunuz Allah’a? Yani her şeye rağmen sizden razı olacak bir Allah’a mı
inanıyorsunuz? Ne yaparsanız yapın, nasıl yaşarsanız yaşayın sizden memnun
olacak, sizin keyiflerinize teslim olacak bir Allah’a mı inanıyorsunuz? Ne
yaparsanız yapın size gazaplanmayacak bir Allah mı sizin inandığınız Allah?
O’nu, istediği biçimde tanımadan, istediği biçimde kulluk yapmadan, size
gönderdiği kulluk kitabını tanımadan, Peygamberiyle diyalog kurmadan, hayat
programını tanımadan yaşasanız da, hayatınızın bazı bölümlerine O’nu
karıştırmayıp, yerde bir takım efendilere hayatınıza karışma alanı ayırsanız da,
bu konuda sizden razı olacak, yani ne yaparsanız yapın sizden razı olacak bir
Allah’a mı inanıyorsunuz? Nedir bu haliniz?
Ne oluyor size? Neden inanmıyorsunuz
Allah’a? Üstelik Resul, Allah’ın elçisi Muhammed (a.s) sizi O’na imana dâvetiye
çıkarıp dururken, sizi O’na imana çağırıp dururken ne diye inanmayacaksınız
O’na? Allah’a iman, O’na imanın güvencesini yaşamaya talip olmaktır.
Üstelik Peygamber sizi “haydi ahdinizi
yenileyin! Haydi sözünüzü yerine getirin eğer mü’min iseniz!” diye çağırıp
dururken. Peygamber sizin için kulluk örneği iken, kulluk modeliniz karşınızda
dimdik dururken. Peygamber Allah’ın sizden istediği kulluğu örnekleyip dururken.
Öyleyse Peygamberin inandığı gibi bir Allah’a inanmak zorundayız. Yani
Peygamberin inandığı Allah’a inanmak zorundayız. Her konuda ölçü peygamberdir.
Peygambersiz iman muteber değildir. Peygamberi, peygamberin imanını, peygamberin
teslimiyetini tanımadan, Kendi kafamızdan düşleyip hayallediğimiz bir Allah’a
inanamayız. İnandığımız Allah, Peygamberin inandığı Allah olmalı. Peygamber
Allah’ı nasıl tanımış, nasıl tanıtmış, nasıl iman etmişse, öylece Allah’ı
tanımak ve O’na iman etmek zorundayız. Çünkü bakın o peygamberin sizin
hayatınızda fonksiyonu şudur:
9. “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak
için kulu Muhammed’e, apaçık âyetler indiren O’dur. Doğrusu Allah size karşı
şefkatlidir, merhametlidir.”
O Allah, kuluna sizi zulmetten nûra
çıkarsın diye apaçık âyetler indirdi. Sizi karanlıklardan aydınlığa ulaştırsın
diye. Âyetlere tutundukça, âyetleri yaktıkça, ampulleri yaktıkça, onlarla,
onların nûruyla sizi karanlıklardan, zulümattan kurtarmak üzere size âyetler
gönderdi. Allah elçisine âyetler gönderdi. Kuluna açık, net, apaçık âyetler
göndermiştir ki, onlarla sizi zulumatlardan nûra çıkarsın. İyi bilin ki Allah
size karşı şefkat ve merhamet sahibidir.
Farz edin ki bir dünyanız, bir
sarayınız var. 114 odalı bir saray… Her odanın ampulü, aydınlatıcısı o âyettir,
o sûredir farz edin. Bu âyetlerden, bu sûrelerden ne kadarını yakmışsanız, ne
kadarıyla ilgi kurmuşsanız, sizin sarayınız o kadar aydınlık, hayatınız o kadar
aydınlık demektir. Ne kadarını da yakmamışsanız o bölgede zulümat-ta, karanlıkta
kalmışsınız demektir. Hangi karanlıklar? Sosyal karanlıklar, siyasal
karanlıklar… Ailevî geçimsizlik karanlıkları… İnsanın dü-şünce sistemini işgal
etmiş şeytan ve dostlarından kaynaklanan tüm karanlıklar… Haksızlık ve zulüm
adına ne tür karanlıklar düşünebiliyorsanız o tür karanlıklar içinde kalmışsınız
demektir. Ama bu kitapla birlikte olduk mu, bu kitap tüm karanlıklardan nûra
çıkaracaktır.
Bakın şimdi kitabınıza, ne kadar
aydınlandı dünyanız? Ne kadar aydınlandı ruhunuz? Ne kadar aydınlandı kafanız,
düşünceniz, ameliniz? Ne kadar aydınlandı hayatınız? Ne kadar aydınlandı
sarayınız? 114’de kaç sûre yaktınız? Kaç ampul, kaç nûr edindiniz? Bu nûru
hatırda tutun, biraz sonra tekrar gündeme gelecek bu nûr
zira.
Nedenmiş bu? Allah bu nûr kaynağı olan
kitabı neden göndermiş? Çünkü size karşı Raûf ve Rahîm olandır Allah. Sizin
karanlıkta kalıp el yordamıyla bocalamanızı, düşe kalka yürümenizi istemeyen,
size Raûf ve Rahîm olan bir Allah’tır o. İkinci bir soru:
10. “Göklerin ve yerin mirasçısı Allah olduğu
halde, Allah yolunda siz niçin sarf etmiyorsunuz? İçinizden Mekke’nin fethinden
önce sarf eden ve savaşan kimseler, daha sonra sarf edip savaşan kimselerle bir
değildirler, berikiler daha üstün derecededirler. Allah hepsine cenneti vaat
et-miştir. Allah işlediklerinizden haberdardır.”
Ne oluyor size de Allah yolunda infak
etmiyorsunuz? Ne oluyor? Niye infak etmiyorsunuz? Ne zannediyorsunuz kendinizi?
Sonunda semâvât ve arzın mirası Allah’a kalmayacak mı? Şu cebinizdekiler,
koynunuzdakiler, şu kasalarınızda, keselerinizdekiler hep Allah’a kalmayacak mı?
Hepiniz öleceksiniz, hepiniz gideceksiniz ve her şeyiniz Allah’a kalacak!
Gerçekten ne kadar akıl erdirici, ne kadar iş bitirici bir soru değil mi? Yani
sizler tuttunuz, öptünüz, sarıldınız, bağrınıza basıp vermediniz, infak
etmediniz, sonunda kime kalacak ki tutuyorsunuz? Niye? Allah’a kalacaksa
mirasınız, niye bunu böyle düşünüyorsunuz? Niye cimrilik edip Allah yolunda
infak etmiyorsunuz? Hiç kimse malını, mülkünü kendisi götüremeyecek. Öyleyse
Allah’ın verdiklerini O’nun yolunda infak edelim, değilse zaten onlar bizde
kalmayacak. Öyleyse verin imkânlarınızı, verin zamanınızı, verin Allah’ın
verdiklerini.
İnfak için bir de zaman ayarlamasından
söz ediyor Rabbimiz. İçinizden fetihten önce infak eden ve savaşanlar,
başkalarıyla bir olmaz. Bunlar bu zor zamanda, bu dar zamanda infak edenler ve
savaşanlar derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür,
daha üstündür. Arabanın tekerleği kumda iken, ya da yokuşu çıkarken iteklemek
önemlidir, düze çıktıktan sonra atla atlayabildiğin kadar, o sizi götürecektir
artık. İslâm’ın hâkimiyeti döneminde yardım, o dönemde infak, bu dönemde
infaktan daha önemlidir. İslâm hakim olduktan sonra yapılacak infaktan çok çok
üstündür.
Ama Allah her birine en güzel olanı
vaadetmiştir. Allah yapmakta olduklarınızdan haber alandır, haberdar
olandır.
11. “Allah’a kim güzel bir ödünç takdiminde
bulunursa, Allah karşılığını kat kat verir, ona cömertçe verilecek bir ecir de
vardır.”
İçinizde Allah’a güzel bir borç verecek
yok mu? Artık Allah onu kendisi için kat kat artırsın. Onun için ona kerîm bir
ecir, cömertçe bir ücret ödesin. Bu âyetinde Rabbimiz bizden karz istiyor, borç
istiyor. Karz-ı hasen, kişinin Allah tarafından kendisine verilen her şeyini,
onların gerçek sahibi olan Allah yolunda sarf etmesinin adıdır. Malını, canını,
zamanını, fırsatını, imkânını, ilmini, düşüncesini, sağlığını, sıhhatini,
parasını onların gerçek sahibi olan Allah yolunda sarf etmesinin adıdır karz-ı
hasen. Mallarınızı, canlarınızı, zamanlarınızı, ilimlerinizi, fırsatlarınızı,
imkânlarınızı Allah’ın istediği yerlerde harcayın. Bir borç olarak Allah’a sunun
onları. Allah’ın yanında emanette kalsın ve en lâzım olacağı zaman da O’ndan
alın. Ne zaman lâzım oldu? Cennet için mi lâzım oldu? Cehennemden kurtuluş için
mi lâzım oldu? O zaman alırsınız O’ndan.
Bilesiniz ki Allah dedi diye, Allah
emretti, Allah istedi diye ne yaptıysanız, Allah rızası için ne hayır
işlediyseniz onu mutlaka ve mutlaka Rabbinizin katında hazır bulacaksınız.
Üstelik yaptıklarınızdan, işlediklerinizden daha hayırlı olarak bulacaksınız
onları. Daha güzel olarak, daha çok olarak, daha fazla olarak bulacaksınız
onları. Tabii, malı ve canı karz olarak Allah’a sunabilmenin, bunu
becerebilmenin yolu mallarımızın ve canlarımızın gerçek sahibinin bizler değil,
Allah olduğuna inanmaya bağlıdır. Bu gerçeği anlamaya bağlıdır. Bunu anlayan,
tüm sahip olduklarımızın gerçek sahibinin Allah olduğunu bilen kişi çok rahat
malını da, canını da onların sahibinin yolunda kurban edebilir.
Meselâ bakın benim milyarlarca evim,
yani yeryüzündeki evlerin tamamı benim olsa ve ben bu evleri insanlara, sizlere
dağıtsam. Hepinize bir ev versem. İçinizden birine bu evlerden birini versem,
“bu evi ve içindeki eşyaları şimdilik emaneten sana veriyorum, bu evde otur ve
bu içindeki eşyaları da kullan. Ama günün birinde bunun sahibi olarak benden bu
konuda sana bir haber, bir mesaj gelirse onu aynen uygula” desem. Sonra verdiğim
kişi benim evimde otururken, benim eşyalarımı kullanırken yıllar sonra benden
bir haberci o adama gelip dese ki: “Ben bu evin sahibinin yanından geliyorum. O
sana di-yor ki, şu anda onun adına kullandığın bu evden iki minderi alıp falana
verecekmişsin.” Şimdi bu durumda evi emaneten verdiğim kişinin ne yapması lâzım?
Ama evin kendisine emanet edildiği
kişi, mülkün gerçek sahibi olarak beni unutmuş, kendisini bu mülkün sahibi
görmeye başlamış, “bu ev, bu mülk bana aittir” demeye başlamış, mülkün sahibi
olarak benim emrimi yerine getirmeyince benim zorla o mülkü ondan söküp
alabilecek güçte biri olmadığımı zannediyor, beni böyle güçsüz, zayıf biri
biliyorsa, benim gönderdiğim elçiye güvenmiyor, haberciden şüphe içindeyse,
“kapıma gelen bir adam bu evin sahibinden bana bir ha-ber getirdiğini söylüyor
ama, acaba doğru mu söylüyor, yoksa yalan mı söylüyor? Bunu bilmiyorum” diye bir
şüphe içindeyse o zaman ne yapar bu adam? Şimdi yaptığını yapar değil mi? Yani
değil iki minder, bir tas yoğurt, bir kaşık yağ bile vermemeye
çalışır.
Öyleyse bilelim ki bu canlarımızın, bu
mallarımızın, bu evlerimizin, bu eşyalarımızın, bu ağaçlarımızın, bu
bahçelerimizin, bu paralarımızın gerçek sahibi Allah’tır. Rabbimiz her birimize
şu sahip olduklarımızı vermiş, mülkünde bizleri emanetçi kılmıştır. “Kullanın
bunları, ama mülkün sahibi olarak benden size gelen mesajı aynen uygulayın”
buyurmuş. Sonra katından bize bir haberci göndermiş.
O haberci Allah’tan getirdiği bir
haberiyle sizden Allah adına karz istiyor. Rabbimiz bu âyetiyle tüm varlığımızı
kulluk adına kendisine sunmamızı istiyor. İkinci olarak da bizzat fakirlere,
muhtaçlara kendi rızası adına borç vermemizi emrediyor. Allah kendini fakir
kullarının safında kılarak kendi adına onlara karz yapmamızı istiyor. Kendi
rızası adına, sıkıntı içinde kıvranan kardeşlerimize karz-ı hasen adı altında
borç vermemizi istiyor. Fakir kullarına yapılacak karzı kendisine yapılmış kabul
ediyor.
İşte bir Müslüman eğer mülkün gerçek
sahibi olarak Allah’ı unutmamış, kendisini mülkün sahibi görmeye başlamamış ve
mülkün sahibi olan Allah’ın bu mesajını yerine getirmediği zaman zorla Allah’ın
o mülkü onun elinden söküp alacak güçte bir Allah olduğuna inanıyorsa ve
Allah’tan gelen haberciye, Muhammed’e (a.s) inanıp güveniyor, peygamberden bir
şüphesi yoksa, hiç tereddüt etmeden malını da, canını da Allah yolunda yatırım
yapabilecektir. Ama bunların zıddı söz konusuysa, elbette zırnık bile
vermeyecek, veremeyecektir.
Öyleyse bir insan meselâ sırtındaki
gömleğine varıncaya kadar her şeyini Allah yolunda infak etse, harcasa, bu adam
övünülecek bir şey yapmış sayılmaz. Neden? Zaten Allah’ın malını yine O’nun
yolunda harcadı o kadar. Fazla bir şey yapmadı ki… Yine bir adam meselâ canını,
gözünü kırpmadan Allah yolunda fedâ etse, bu adam da övünme hakkına sahip
değildir. Neden? Çünkü zaten Allah’ındı o can, onu sahibine verdi o kadar.
Ama bakın
Allah zaten kendinin olan mallarımızı ve canlarımızı bizden cennet karşılığında
bir daha satın almak istiyor. “Verin bana onları, size cennet vereyim” diyor.
Değilse bir gün gelecek zaten bu canlarımız da, mallarımız da O’nun olacaktır.
Önceki âyetlerde Rab-bimiz, “hepiniz öleceksiniz, hepiniz bu hayata veda
edeceksiniz ve her şeyiniz Bize kalacak. Göklerin ve yerin mirası bize kalacak”
buyurmuştu. Mülkün de, hayatın da gerçek sahibinin Allah olduğuna inanan ve bu
inanca dayalı olarak mallarını da, canlarını da, hayatlarını da Allah’a karz
olarak sunan, Allah için bir hayat yaşayan insanlar Allah’ın razı olduğu
Müslümanlardır. Bakın onların durumlarını da Rab-bimiz şöylece
anlatıyor:
12. “İnanmış erkek ve kadınları, defterleri
sağdan verilmiş ve ışıkları önlerinde olarak giderken gördüğün gün onlara şöyle
denecektir: “Müjde; bugün içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacağınız
cennetler sizindir.” İşte bu büyük kurtuluştur.”
O gün mü'min erkek ve kadınları
görürsün ki, onların nûrları önlerini, yanlarını, çevrelerini, aydınlatır.
Nûrları ne yapıp edeceklerini aydınlatacak. Bu nûrla onlar yürüyecek, nûrları
etraflarında koşacak. Denir ki onlara:
“Müjdeler olsun size ey mü'minler,
zeminlerinden ırmaklar akan cennetler sizin olsun! Ebedîyen içinde kalmak üzere
haydi! Ne mutlu, ne kutlu bir hayat bekliyor sizi!” Dünyadakiler gibi değil,
orası ve o nîmetler ebedîdir. Bir gün gelecek ve işte böyle bir müjde alacak o
mü’minler. Söyleyin hangi işinizi yaparken böyle bir müjdeyi alabiliyorsanız, o
işinizi uzatabildiğiniz kadar uzatın. Devam edin o işlerinize. Ama işlerimizden,
peşinde olduklarımızdan pek çoğu boş değil mi? Nûrları önlerini aydınlatacak
onların. Bir başka sûrede şöyle dua edecekleri de
anlatılır:
“Allah'ın peygamberini ve onunla beraber olan
mü’minleri utandırmayacağı o gün, ışıkları önlerinde ve defterleri sağlarından
verilmiş olarak yürürler ve: “Rab-bimiz! Işığımızı tamamla, bizi bağışla,
doğrusu Sen her şeye Kâdirsin” derler.”
(Tahrîm 8)
Burada da diyorlar ki, “ya Rabbi bu
nûru, bu nûrumuzu cennete gitmemize kadar bizimle beraber tut. Dünyada
kazandığımız bu nûr ile cenneti buluncaya kadar, cennete ulaşıncaya kadar aman
bizi ondan ayırma ya Rabbi!”
İşte en büyük kurtuluş budur. En büyük
kurtuluş, cehennemin odunu olmaktan kurtuluştur. En büyük kurtuluş, cenneti
kaybetmekten kurtuluştur. Bundan daha büyük bir kurtuluş düşünülebilir mi?
Dünyadaki hangi dertler, hangi sıkıntılar bu kurtuluş gibi olabilir ki? Allah
korusun, ya tüm emekleri boşa çıksaydı! Ya cenneti kaybetselerdi!
Mahşerde, hesap, kitap yerinde insanlar
ikiye ayrılıyorlar. Kitaplarını sollarından alanlar ve zümre zümre, grup grup
cehenneme gidenler, cehenneme akıp dolanlar… Geriye mü’minler ve münâfıklar
kalacak. Yani dünyada iman iddiasında, iman gösterisinde olanlar. İşte bu
ortamda Rabbimiz Müslümanlara diyecek ki: “Ey kullarım! Ey müslümanlar! Haydi
buyurun cennete!” Onlar şöyle cennete doğru nûrlarıyla birlikte hareket edince,
beri tarafta kapkaranlıklar içinde münâfıklar kalıverecekler. Çünkü nûrları,
ışıkları yoktur onların. Onlar dünyada Müslümanların yanında idare eden
insanlardır. Dünyada da yoktu bu adamların nûrları da, Müslümanların yanında,
onların arasında onların onlarından, ışıklarından istifade
ediyorlardı.
Öyleyse bu nûr burada kazanılır! Bunu
hiç bir zaman unutmayalım! Nûr burada temin edilir! Nûr Kur’an’dır, nûr
âyetlerdir. Bu dünyada Kur’an’la, Allah’ın âyetleriyle beraber olursak bu nûru
elde ederiz. Bu nûrumuz da kitaptan öğrendiğimiz âyet kadar olacaktır. Yüz âyet
öğrenen kimsenin nûru yüz âyetlik, bin âyet öğreneninki de bin âyetlik bir nûr
olacaktır. Eğer bu nûru bu dünyada kazanırsak, sûreleri bu dünyada yakarsak,
âyetleri bu dünyada tanırsak, bilelim ki yarın cennet yolundayız. Peki
nûrsuzlar, Kur’an’sızlar, Kur’an’dan, nûrdan nasibi olmayanlar ne yapacaklar
acaba?
Nûru, arabanın farı gibi düşünüyoruz.
Farz edin ki geceleyin arabayla bir yere gidiyorsunuz. Arabanızda far varsa, onu
yakıverince yolunuz nasıl aydınlanıyor değil mi? Hayatınız nasıl
aydınlanıveriyor? Önünüzdeki çukuru, tümseği, virajı, köprüyü, tehlikeyi,
gidişi, gelişi nasıl anlatıyor değil mi far? İşte Kur’an da aynısını yapıyor.
Kur’an’la bakıverdiniz mi hayata, Kur’an gözlüğünü takıverdiniz mi gözünüze,
Kur’an projektörünü tutuverdiniz mi önünüze, hayat programınız apaçık önünüze
çıkacaktır. Yolunuz apaydınlık oluverecektir. Ama eğer Kur’an’a sahip
değilseniz, Kur’an’ı tanımıyor, Kur’an’la beraber değilseniz, Kur’an’la hayata
bakma imkânına sahip değilseniz, hayatı Kur’-an’la sağlama alma imkânınız yoksa,
yani Kur’an nûrunuz, ışığınız yoksa o zaman Allah korusun karanlıkta el
yordamıyla yol bulmaya çalışan, düşe kalka yol bulmaya çalışan bir adamdan
farkınız yok de-mektir.
İşte bakın bu nûr ile ilgili, dünyada
Kur’an’la ilgilenmeyen, Allah’ın âyetlerinden nûr almayan, kitapla diyalog
kurmadan bir hayat yaşadıkları için nasipsiz, ışıksız olan münâfıkların durumunu
da Rab-bimiz şöylece anlatıyor:
13. “İkiyüzlü erkek ve kadınlar
mü’minlere “Bizi de gözetin; ışığınızdan faydalanalım” dedikleri gün, onlara:
“Ardınıza dönün de ışık arayın” denir; inananlar ile ikiyüzlüler arasına,
kapısının içinde rahmet ve dışında azap olan bir sur
çekilir.”
Düşünün ki mü’minlerle münâfıklar bir
aradalar. Belki Mahşer yerinde toplu haldeler. Allah mü'minlere diyecek ki: “Ey
mü'minler! Haydi sizler cennete gidin!” Mü'minler şöyle nûrlarıyla birlikte,
önlerini aydınlatan ışıklarıyla birlikte cennete doğru o mekândan ayrılıverince,
münâfıklar karanlıkta kalıverecekler, etrafları kapkaranlık oluverecek, perişan
olacaklar, müthiş bir kaos üzerlerine çöküverecek, kahrolacak, mahvolacaklar. O
gün münâfık erkek ve kadınlar, inanır görünüp te inanmamış olanlar,
inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunanlar, mü'minlere diyecekler ki:
“Hey! Müslümanlar! Kardeşlerimiz! Arkadaşlarımız!
Hemşerilerimiz!
Ne olur dönün bize biraz da, biz de
bakalım! Ne olur bizim tarafa, bizden yana dönün biraz da, şu nûrunuzdan,
ışığınızdan biz de istifade edelim! Ya da biraz bizden tarafa dönseniz de biz de
ne yapacağımızı bir bilsek! Karanlıkta kaldık, ne yapacağımızı şaşırdık! Ne olur
siz gidince bir kahrolduk. Biraz iktibas etseydik nûrunuzdan. Biraz istifade
etseydik nûrunuzdan.”
Dünyada da böyleydi bu hainler. Dünyada
mü'minlerin yanına geliyorlardı. Mü’minlerin toplantılarına, mü’minlerin
meclislerine, sohbetlerine geliyorlar, onların okudukları, anlattıkları Kur’an’ı
diniyorlar, böylece duydukları bu kırıntılarla dünyaları aydınlanıyordu. Ama
oradan ayrılıp ta kendi dünyalarına, işlerine, aşlarına dönüverince de yine eski
karanlıklarına, eski şirklerine, eski nûrsuz ve Kur’an’sız hayatlarına
dönüveriyorlardı. Haftada bir defa Kur’an dinliyorlardı, dinledikleri bu
âyetlerle hayatlarına birazcık aydınlık geliyor, ama daha sonra bu nûrla
ilgileri kalmayarak yine eski Kur’an’sız hayata dönüveriyorlardı. Acaba biz
miyiz ki burada anlatılan? Haftada bir kere Kur’an dinleyen, ondan sonra bir
daha kitabın sayfalarını açmayan, kitapla hiç mi hiç ilgisi olmayan, nûrla
irtibatları kesik yaşayan bizler miyiz ki?! Allah için düşünelim. Allah için
akıllarımızı başlarımıza alalım. Bakın denilecek ki
onlara:
“Hayrola beyler! Bir durum mu var! Ne
oluyor? Bir derdiniz mi var? Nûr mu arıyorsunuz? Nûr mu istiyorsunuz? Karanlıkta
mı kaldınız? Perişan mı oldunuz? Öyleyse dönün geriye de nûr arayın bakalım!
Dönün geriye de nûrunuzu arkada arayın bakalım! Dönün dünyaya da oradan nûr
getirin bakalım! Nûr burada aranmaz ki! Nûr burada bulunmaz ki! Nûr dünyada
bulunur, dünyadan getirilir! Biz bu nûrlarımızı dünyadan getirdik! Nûr kaynağı
kitap dünyadaydı. Işık kaynağı âyetler dünyadaydı. Sizler dünyada nûr
bulacaktınız! Dünyadan nûr getirecektiniz! Geçmiş olsun, burada nûr mu aranır?
Burada nûr mu bulunur? Dünyada arasaydınız bu nûru! Biz bu nûru dünyadan alıp
getirdik! Dünyada inandık, dünyada peşinde olduk. Dünyada tüm çabamız bu nûrun
gereğiydi. Biz nûrun imanına, bu nûrun İslâm’ına sahiptik. Biz bu nûrun
insanıydık. Bu nûr dünyanın işidir. Burada nûr alışverişi olmaz ki!”
Veya bunun bir başka manası da
şöyledir: Denilecek ki on-lara, “hele bir geriye dönün bakalım! Belki nûru orada
bulursunuz! Arkanıza bir dönün hele, belki bir ışık bulursunuz.” Kitabımızın
başka sûrelerinde bu arzuyu kâfirlerin kendilerinin beyan edecekleri anlatılır.
“Aman ya Rabbi, ne olur ya Rabbi dünyaya bir daha döndürülsek de Sana istediğin
gibi kulluk yapsak” diyecekler. Sanki dünyada hiç yaşamamışlar gibi. Dünyada
kendilerine imkân, fırsat verilmemiş gibi. Yalan söylüyorlar... Çünkü
döndürülseler yine eski küfürlerine, eski şirklerine dönecekler. Şu anda zaten
geri dönüş her gün yaşanmıyor mu? Her gece ölmüşken, öldürülmüşken her sabah
yeniden diriltilmi-yor muyuz? Şimdi de yok mu bu imkân? Kitabımız ısrarla bunu
anlat-mıyor mu? Her gün bunu hayatımızda canlı tutmalı değil miyiz? Onlara,
“dönün arkanıza da oradan bir nûr bulun” denince onlar arkalarına dönecekler ve
o zaman:
Bir sur gerilecek aralarına.
Mü’minlerle o münâfıkların arasına bir set çekilecek. Artık mü’minlerle
beraberliklerine bir son verilecek. Müslümanlarla birlikte bulunamayacaklar.
Çünkü aralarına bir sur gerilecek, bir engel konulacak. A’râf sûresinde ‘hicap’
deniyor buna. Öyle bir sur, öyle bir hicap ki, bir tarafı azap, diğer tarafı da
rahmet olacak. Bir tarafa rahmet, öteki tarafa da azap kapısı olarak bir sur
çekilecek. Münâfıklar tarafı azap üstüne azap olurken, mü'minler tarafı da
rahmet olacaktır. Aralarında bir sur var ve mü’minler bir yanda, münâfıklar da
öteki yanda olacak. Karanlıkta kalmışlar ama yine de mü’-minleri görüyorlar.
Müslümanların nûrlarıyla birlikte o ortamdan ayrılıp bir yerlere doğru
gittiklerinin farkındalar. Onlara bağırıp çağırıyorlar. “Ne olur ey mü’minler,
bizden tarafa dönseniz de nûrunuzdan, ışığınızdan biraz da biz istifade etsek!”
Ama aralarına bu perde gerilince artık görme imkânları da tamamen kayboldu.
Şimdi de sadece azap tarafından rahmet tarafına seslenerek şöyle diyorlar
bakın:
14. “İkiyüzlüler, inananlara: “Biz sizinle
beraber değil miydik” diye seslenirler. Onlar: “Evet öyle; fakat sizler
kendinizi aldattınız, bize pusu kurdunuz, Allah'ın buyruğu gelene kadar dinde
şüpheye düştünüz; sizi kuruntular aldattı; sizi şeytanlar Allah’a karşı da
ayarttı.”
Münâfıklar mü'minlere bağıracaklar ve
diyecekler ki: “Ey Müslümanlar! Ey arkadaşlar! Ey kardeşlerimiz! Ey dostlarımız!
Ey bizi bu karanlıklar içinde bırakıp giden arkadaşlarımız! Ey rahmet içinde yol
alanlar! Biz dünyada sizinle beraber değil miydik? Dünyada bir ve beraber değil
miydik?” Bir tek özellikleri kalmış akıllarında. Biz sizlerle aynı şehirde, aynı
mahallede, aynı apartmanda oturmuyor
muyduk? Aynı havayı teneffüs etmiyor muyduk? Aynı şartlar altında yaşamıyor
muyduk? Aynı okulda okumuyor muyduk? Aynı çatı altında çalışmıyor muyduk? Aynı
asansörü kullanmıyor muyduk? Aynı camiye gitmiyor muyduk? Aynı Kur’an’ı okumuyor
muyduk? Hattâ aynı kıyafetleri giy-miyor muyduk? Aynı şeyleri sevmiyor muyduk?
Biz sizinle beraber de-ğil miydik?
Dikkat
ediyor musunuz dediklerine. “Ya Rab biz dünyada Müs-lümandık. Biz dünyada Sana
kulluk peşindeydik, bizi niye bu karanlıklar içinde bıraktın?” diyemiyorlar,
çünkü kendileri de kul olmadıklarını, Müslüman olmadıklarını biliyorlar. Bir tek
tutanakları var adamların. O da biz dünyada sizinle beraber değil miydik? Bunu
da mü’minlere söylüyorlar zavallılar. Oysa o mü’minlerin elinden ne gelir ki?
Dünyada da hep Allah’ı diskalifiye ederek, Allah’ı hesaba katmayarak sadece
Müslümanları hesap ederek münâfıkça bir Müslümanlık gösterisinde bulunuyorlardı.
Müslümanları idare ediyorlardı, iç dünyalarında bir teslimiyetleri yoktu. İmana
güvenleri yoktu. Allah’a imanın güvencesini duymadıkları için de amelî hayatları
dediklerinin dışındaydı. Bakın aynı hayatlarını, aynı karakterlerini sürdürerek
sanki bu suru Müslümanlar koymuşlar gibi onlara soruyorlar, onlara müracaat
ediyorlar. Onların bu seslenmelerine, bu lakırdılarına karşılık bakın mü’minler
diyor ki:
“Evet! Aynı şehrin insanıydık, birdik,
beraberdik doğru.” Müslümanlar net bir tavır ortaya koyuyorlar. Tıpkı dünyadaki
gibi. Dünyada Müslümanlar ben buyum diye net bir tavır ortaya koyarlar. Eylemle, düşünceyle, hareketle, tavırla,
yaşantıyla biz buyuz demekteydiler dünyada. Bakın orada da aynı tavrı gösteriyor
ve diyorlar ki “evet, doğru söylediniz. Aynı hayatı yaşıyorduk. Aynı şehri
paylaşıyorduk. Aynı dünyada biz Müslümandık, sizlerse Müslüman görünüyordunuz.
Dış dünyanızda sizler de Müslümandınız, lâkin iç dünyanızı Allah bilirdi, biz
onu bilmek zorunda değildik. Ama:
Ama siz kendinizi fitneye soktunuz.
Kendinizi fitneye düşürdünüz. Kendinizi belâya soktunuz. Başınıza belâlar
açtınız. Belâların içine giriftar oldunuz. Sorumlu olmadığınız şeyleri kendinize
dert edinip başınıza çorap ördünüz. Hayatınızda onsuz olmazları çoğaltıp kendi
kendinizi bağladınız. Günlük, gecelik hayatınızda kendi kendinize kurallar
üretip onların esiri oldunuz. Bizim hayatımızdan razı olmadınız da başka başka
yollar aradınız. Bizim dinimizden, bizim hayat programımızdan razı olmadınız da
kendinize ayrı ayrı hayat programları aradınız.
Yani
kendinizi fitneye düşürdünüz. İslâm’ın dışında yollar aradınız. İslâm hukukunun
dışında hukuk aradınız kendinize. İslâm kıyafetinin dışında kıyafetler aradınız.
İslâm ekonomisinin dışında ekonomi aradınız. İslâm’ı beğenmediniz de başka
şeyler peşinde koştunuz. Allah’a kulluktan kaçtınız da başkalarına kulluk
yaptınız. Allah’ın yasalarını bıraktınız da başkalarının yasalarına tabi
oldunuz. Hayatınızı Allah kaynaklı yaşamadınız da nefis kaynaklı, ya da
başkaları kaynaklı yaşadınız. Başkalarının hatırını Allah hatırına tercih
ettiniz. Modanın, çevrenin, toplumun, âdetlerin, yönetmeliklerin, tağutların
hatırını Allah hatırından üstün tuttunuz. Böylece kendinizi fitneye düşürdünüz.
Kendinizi Allah’a kulluk ortamından çıkarıp küfür, şirk ve isyan içinde bir
hayatın mahkumu yaptınız.
Yani
dünyada ağzınızın ucuyla biz de Müslümanız diyordunuz, ama bu konuda samimi
değildiniz. Sadece iman gösterisinde bulunuyordunuz. Hayatınızda, dünyanızda
inandık dediğiniz şeylerin kokusuna bile rastlamak mümkün değildi. İslâm’la
küfür arasında bir hayat yaşadınız. İslâm’la küfrü sarmaş dolaş yaşadınız. Kâh
Müslümanız, kâh laikiz dediniz. Kâh Müslümanlıktan kâh demokratlıktan dem
vurdunuz. İslâm’a hiçbir zaman sıkı sıkıya bağlanmadınız. İnandık dediğiniz
Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşamadınız. Siz başınıza belâ satın aldınız.
Allah’ın istemediği şeylerin peşine düştünüz.”
Allah için bu âyet çerçevesinde biz de
kendimizi yargılayalım. Acaba bizler de şu anda Allah’ın istemediği şeylerin mi
peşindeyiz? Acaba bizler de sorumlu olmadığımız şeylerle kendimizi sorumlu kılıp
başımıza belâ mı alıyoruz? Şu anda yaptıklarımızı Allah istedi diye mi
yapıyoruz? Yoksa toplumsal baskılar mı etkin hayatımızda? Onsuz ol-mazlarımızı
kim belirliyor? Allah ve Resûlü mü yoksa başkaları mı? Evimiz konusunda,
kazanmamız harcamamız, çocuklarımızın eğitimi, sosyal, siyasal, ekonomik
kaygılarımız, programlarımız konusunda endişelerimizi, sıkıntılarımızı kim
belirliyor? Gelin bunu şimdiden anlayalım ve hayatımıza çeki düzen verelim.
Bir de beklediniz, bekleştiniz.
Allah’ın nasıl bir kulluk istediğini anladınız, bildiniz ama hemen işe
koyuluvermediniz. Beklediniz, “hele bir dükkanım bitsin! Hele şu kooperatifi bir
sonuçlandırayım da ondan sonra Müslüman olayım! Hele emeklilik bir gelsin de
ondan sonra na-maza başlarım. Hele şu okulu bir bitireyim, şu diplomayı bir
alayım da ondan sonra örtüneyim. Hele şu kızım bir gelin olsun, oğlum bir
evlensin de ondan sonra kitap-sünnet tanımaya başlayayım. Hele bir zengin olayım
da ondan sonra bu işlere bakayım” dediniz. Hep bekleştiniz. Bildiğiniz
gerçeklere hemen boyun büküp teslim olmadınız.
Ya da “önce birileri yapsın!” dediniz.
“Hele bu işi benden önce birileri yapsın da ben ondan sonra başlayayım” dediniz.
Eğer Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir, Hz. Bilal efendilerimiz, hele birileri Müslüman
olsunlar da ondan sonra biz de Müslüman oluruz diye biraz bekleselerdi, inanın
sabah-ı haşre kadar beklerlerdi de yine Müslüman olamazlardı. Öyleyse bizler
neyi bekliyoruz? Kimi bekliyoruz iyi bir Müslüman olmak için? Kimi bekliyoruz
Allah’ın bizden istediği kulluğu uygulamak için? Kime ihtiyacımız var? Neye
ihtiyacımız var? Allah var ya, daha başkalarına ne ihtiyacımız var? Allah için
bunu bir düşünelim. Beklediniz, bekleştiniz, hemen işe koyuluvermediniz.
Allah’ın istediği Müslü-manca bir hayata yönelivermediniz.
Şüphelendiniz. Şüpheye düştünüz.
Başkalarına da şüphe tohumları ektiniz. “Acaba mı ki?” dediniz. “Acaba öyle mi?
Acaba doğru mu? Acaba Allah var mı? Acaba peygamber doğru mu? Acaba bu kitap
gerçekten Allah’tan mı gelmiş? Acaba bu Müslümanların dedikleri, yaşadıkları
hayat doğru mu? Yaşadığımız bu hayatın sonunda tekrar diriliş var mı? Gerçekten
tekrar dirilecek ve yaptıklarımızın hesabı sorulacak mı? Acaba cennet, cehennem,
hesap, kitap var mı? Bunların hepsi yalan da bizler tesadüfen mi meydana geldik?
Bu âlem, bu varlıklar tesadüfen mi meydana geldiler?” diye şüphelendiniz.
Acabalar ürettiniz. Şüpheler içine düştünüz. Kendiniz şüphelendiğiniz gibi,
etrafınızı da şüphelendirmeye, çevrenize, çocuklarınıza da şüphe tohumları
ekmeye çalıştınız.
Zaten
münâfıklığın asıl sebebi işte bu şüphedir. Bu şüpheleri yok etmenin yolu da her
şeyi apaçık yapan Kur’an’dan geçer. Kur’an’ı tanımayan adam elbette pek çok
konuda şüphe içinde olacaktır. Çünkü şüphe bir konuda gerçek, doğru bilgi
eksikliğinden kaynaklanır. Bil-ginin kaynağı olan, doğrunun kaynağı olan
Allah’tan gelme doğru bir kitaba müracaat etmeyen insanın şüpheden kurtulması
mümkün değildir. Her şeyden şüphelendiniz ve:
Bir de ümniyeler sizi oyaladı.
Ümniyeler sizi aldattı. Ümniyeler, yani olsa da olur, olmasa da olur şeyler...
Lüzumsuz şeyler... Mizana konunca insanı cennete götürücü olmayan şeyler, boş
şeyler sizi oyaladı. Yarın hesap, kitap gününde mizanınıza konmayacak, sizi
cennete ve Allah’ın hoşnutluğuna götürmeyecek boş ve lüzumsuz şeyler sizi meşgul
etti. Terazinize konulunca isterse cehenneme götürmesin, ama cennete götürücü
olmayan şeylerin peşine takıldınız.
Arabanın rengi, tipi, modeli
şöyle olmalı. Tesbihin şekli, biçimi şöyle olmalı diye çırpınıyordunuz.
Elbiselerinize, ev tefrişlerinize, dükkanlarınızın dizaynına, akvaryumlarınızın
tanzimine, pikniklerinize, plajlarınıza gösterdiğiniz titizliği dinlerinize
göstermediniz. Allah’ın istemediği ama toplumun razı olduğu amellerin peşinde
koştunuz. Oturamayacağınız evler, yiyemeyeceğiniz paralar kazanmanın peşine
takıldınız da, Rabbinizi razı edecek amellere yönelmediniz. Sizden kulluk
istemeyen, sizi Allah’a kulluğa yöneltmeyen gayr-ı dinî ilimlerin, boş
bilgilerin peşine takıldınız. O bilgilerde derinleşirken Allah vahyini tanımaya
zamanınız kalmadı. Sizden istenmeyen şeylerin peşine takıldınız da istenenleri
ciddiye almadınız. Kulluğun dışında çok lüzumsuz şeyleri dert edindiniz de,
kitabı dert edinmediniz, sünneti ciddiye almadınız. Tüm plan ve programlarınızı
dünya adına, dünyada bitecek bir anlayışa bina ettiniz de, âhireti hiç hesaba
katmadınız. Onun içindir ki sizin tüm amelleriniz boşa gitmiştir.
Böyle yapan, böyle yaşayan insanların
amellerinin hiçbirisi âhi-rete intikal edecek değildir. Çünkü onlar âhireti hiç
hesaba katmıyor-lar. Elbette bu insanlar da dünyada bir şeyler yapıyorlar.
Elbette bu insanlar da bu dünyada ter döküyor, yoruluyor, binalar kuruyor,
yatırımlar gerçekleştiriyor, harcamalarda bulunuyorlar. Ama unutmayalım ki Allah
için olmayan, Allah adına olmayan, sonunda mükafat beklen-meden yapılan
amellerin, işlerin tamamı boştur. Allah adına yapılmayan hiçbir amel
değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır. Allah böyleleri-nin amellerine değer
vermeyecek ve onlar için terazi, mizan va’z
edil-meyecektir.
Şunu söyleyelim burada. Tabii ki insan
için lüzumlu ve lüzumsuzu Allah ve Resûl’ü söyleyecektir. Nelerin boş, nelerin
dolu olduğunu Kitap ve sünnet söyleyecektir. Kişi önce Allah ve Resûlü’nün
dediklerini tanımalı ki lüzumluyu ve lüzumsuzu, yarın boşa gidecek olanları,
boşa gitmeyecek olanları ayırabilsin ve lüzumsuzu hemen terk edebilsin. Demek ki
bu iş Kitap ve sünneti tanımaktan geçmektedir. Kitap ve sünnet bilinmeden
lüzumlu ve lüzumsuz bilinemeyeceğine göre, iyi bir Müslüman da olunamayacak
demektir. Ümniyeler, boş şeyler sizi öylesine oyaladı, öylesine meşgul etti
ki:
Sizler bu ümniyelerin peşindeyken,
bunlarla oyalanıp dururken Allah’ın emri, yani ölüm size geliverdi. Ölüm sizi
yakalayıverdi.
Bir de aldatıcılar sizi Allah’la
aldattılar. “Allah Kerîm, Allah bekler, Allah kusura bakmaz, Allah affeder,
Allah büyük” dediler. “Allah’ın Kitabı böyle okunur, Kur’an’ı anlamadan da
okusan olur” dediler. “Allah bundan da razı olur, Allah’ın rızası buradadır.
Allah hayata karış-maz, Allah elçi göndermez, Allah vahiy göndermez” dediler.
“Allah dünya işlerini bilmez, kılık-kıyafete karışmaz, hukuku bilmez, eğitimden
anlamaz, Allah siyaseti bilmez. Allah sizi serbest bırakmıştır” dediler. “Bütün
bunları bilen yeryüzü tanrıları vardır. Dünya işlerinde yeryüzü tanrılarını
dinlemek zorundayız. Yerde Allah’ın yetkilileri vardır. Canım Allah buna da
karışacak değil ya! Allah bu kadarına da karışacak değil ya! Allah da laiklikten
yanadır, Allah ta demokrasiden yanadır! Allah böyle bir hayattan razıdır,”
dediler.
Öyle bir
Allah tanıttılar ki, Kur’an’ın hiçbir yerinde tanıtılmayan bir Allah...
Kılık-kıyafete karışmayan bir Allah tanıttılar. Meslek seçiminize, kazanmamıza,
harcamamıza, sosyal ve siyasal yapılanmalarınıza, yemenize, içmenize,
giyinmenize, kuşanmanıza, hukukunuza, eğitiminize, düğününüze, derneğinize,
evlenmenize, boşanmanıza karışmayan bir Allah duyurdular. İşte böyle Allah’la
aldatanlar sizi aldattılar. Halbuki Allah’ı bunlardan değil, kendi Kitabından
tanıyacak, elçisinin beyanlarından öğrenecektiniz. Babanız bile olsa sizi
aldatanları dinlemeyecektiniz. Onların sözlerine itibar
etmeyecektiniz.
Aldanıyor bugün Müslümanlar değil mi?
“Tamam, Allah’a inanıyorum ama Allah kitabını okumasam, peygamberiyle tanışmasam
da benden razı olmak zorundadır” diyen Müslümanlar aldanmıyorlar mı? “Kafama
göre takılır, istediğim gibi yaşarım! Benim kalbim tertemizdir! Şöyle arada bir
cumaya gittim mi tamam!” diyenler aldanmı-yorlar mı? “Allah bizi koymayacak
cennetine de, sığırları mı koyacak?” diyenler aldanmıyorlar mı? Hem Müslüman
olup hem de Kitapsız Müslümanlıklarını sürdürenler aldanmıyorlar mı? Gırtlaktan
aşağı inanmayan bir Müslümanlık yaşayanlar aldanmıyorlar mı? Kitaplarını ve
Kitaplarının pratiği olan peygamberlerini tanımadan bir Müslümanlık yaşayanlar
aldanmıyorlar mı?
Bakın
Rabbimiz Tevbe sûresinin bir âyetinde bu hususu anlatırken şöyle
buyuruyor:
“Ey inananlar! Babalarınızı, kardeşlerinizi
küfrü imana tercih ediyorlarsa dost edinmeyin. Sizden onları kim dost edinirse
doğrusu kendine yazık etmiş olur.”
(Tevbe 23)
“Ey iman iddiasında bulunanlar!” Bize
diyor Allah. “Sakın ha babalarınızı ve kardeşlerinizi evliya kabul etmeyin!
Sakın ha, sözü dinlenecek yegâne varlık bilmeyin onları! Hayatınızda karar
mevkiine oturtmayın onları! Ey iman iddiasında olanlar! Unutmayın ki
babalarınız, öz babalarınız, analarınızın kocaları olan babalarınız, veya
siyasal babalarınız, ekonomik babalarınız, ya da sizin gibi olanlar eğer sizin
imanlarınız yerine küfrü tercih ediyorlarsa, yani kendileri küfrü tercih ediyor,
ya da sizin küfrünüzü istiyorlarsa sakın onları hayatınızda söz sahibi kabul
etmeyin! Sakın onların kararını karar bilip uygulamadan yana olmayın! Sakın
onların yasalarını yasa bilip ona teslim olmayın! Kim böyle yaparsa işte onlar
zalimlerin taa kendileridir!”
Bilelim ki Kur’an’da aile hukukunun
dışında babadan bahsedilince, bu sadece ananın kocası olan baba değildir. Baba,
büyük babalar, fikir babaları. Goryo baba mı, mafya babası mı, kutsal baba mı,
“kurtar bizi baba mı?” bilmem. İşte onları veliler kabul etmeyin! Onları
hayatınızda karar vericiler kabul etmeyin! Velâyetinizi onlara vermeyin!
Vilâyetlerinize onları oturtmayın! Ne zaman?
Küfrü imana tercih ettikleri, kâfirliği
mü’minlikten üstün tuttukları zaman. Yani imanınıza rağmen küfür istiyorlarsa
sizden, kesinlikle onları dinlemeyin, onlardan yana
olmayın.
Hiçbir Müslüman, sözlü olarak Allah mı,
başkaları mı? diye sorsanız, Allah diyecektir. Allah’ı mı daha çok seversin,
yoksa babanı mı? Allah’ı mı daha çok dinlersin, yoksa babayı mı? Allah mı daha
iyi bilir, yoksa baba mı? Allah mı veli, yoksa baba mı? Velâyetini babana mı
verirsin, yoksa Allah’a mı? Yani senin adına hayatında karar verme mercii Allah
mı yoksa baban mı? Desek, eminim Müslümanlar “Allah” diyecektir. Allah mı, para
mı? Evin mi, Allah mı? İşin mi, Allah mı? Paran mı, Allah mı? Kavmin, kabilen
mi, Allah mı? Grubun, kliğin, partin, hizbin mi, Allah mı? “Allah” diyecektir
Müslüman. İyi ama Âl-i İmrân sûresinin 31. âyeti olmasaydı iş biraz kolay
olacaktı. Ama bakın Âl-i İmrân diyor ki:
“Ey
Muhammed, de ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder.”
(Âl-i İmrân 31)
Kuru kuru Allah sevdik, olmaz ki
bu! Peygamber gibi sevecektik Allah’ı. Yani bu sevgi konusunda Peygambere ittiba
edecektik. Eğer Allah’ı seviyorsak, Allah’ı sevdiğimizi iddia ediyorsak, bu
konuda peygambere tabi olmalıydık. Çünkü Allah’a imanın, Allah’ı sevmenin,
Allah’ın istediği kulluğun, itaatin, teslimiyetin pratik örneği peygamberdir.
Peygambere tâbi olmadan, peygamber gibi yaşamadan, onun inandığı gibi inanmadan
‘La İlâhe illallah’ iddiası da boş olacaktır. Allah bizden istediği kulluğu onun
şahsında örneklemiştir. O nasıl inanmışsa, nasıl bir teslimiyet, nasıl bir
kulluk ortaya koymuşsa, aynen o-nun gibi kulluk yapmak
zorundayız.
Sizi aldatanlar Allah’la aldattılar.
Babalarınız, baba konumunda olanlar, lider konumunda olanlar, akraba konumunda
olanlar sizi Allah’la aldattılar. Allah konusunda, Allah tanıtımında aldattılar.
Kur’an-da olmayan, peygamber bilgisinde olmayan bir Allah tanıttılar size.
“Allah bekler, Allah kusura bakmaz, Allah bu işe karışmaz. Allah var, keder yok.
Allah Kerîm” dediler ve sizi Allah’la aldattılar. Bugün
ise:
15. “Bugün sizden ve inkâr edenlerden fidye
kabul edilmez. Varacağınız yer ateştir, layığınız orasıdır; ne kötü bir
dönüştür!”
Ama bugün hiçbir kimseden fidye kabul
edilmeyecektir. Sizden fidye alınmayacak. Sizden bir amel, bir hareket, bir
fedâkârlık istenmeyecektir. Fidye, daha çok savaş toplumlarında kullanılan bir
sözcüktür. Esirlerin, kölelerin, esir olanların hürlere ödediği bir bedeldir
fidye. Tabii kölelerin kendi aralarında fidyeleşmeleri söz konusu olmadığı için,
bizim toplumda pek bilinmez bu kavram.
Âl-i İmrân'da kâfirlerin yeryüzü dolusu
altınları olsa, bunu fedâ etmek, fidye olarak vermek isteyecekleri, ama yarın bu
fidyenin Allah tarafından kabul edilmeyeceği anlatılır. Yine Zümer’de zalimlerin
yeryüzü onların olsa, bir misli daha onların olsa bunu fidye olarak verecekleri
ama bunun da onlardan kabul edilmeyeceği anlatılmıştı. Yine Meâric’te de
mücrimlerin cehennem ateşinden kurtulabilmek için, karısını, kızını, oğlunu,
kavmini, kabilesini, hattâ tüm arzdakileri fedâ e-deceklerini ama bunun da
onlardan kabul edilmeyeceği anlatılmıştı.
Sanki bu ve benzeri âyetlerde Allah
buyurur ki: “Kullarım! Bana karşı gelmenize, Benim azabımı hak etmenize iki
sebep, iki yol var. İki sebepten cehenneme gidiyorsunuz.”
1- Ya dünyaya meyliniz, altına, gümüşe,
marka, dolara, kadına, kıza, eve, barka meyliniz sebebiyle sapıyor, yamuluyor,
isyanlara dalıyorsunuz.
2- Ya da eş, dost, hısım, akraba,
çoluk, çocuk derdiniz sizi kulluktan koparıp günahlara
sürüklüyor.
Ama bakın kişi yarın bunların hepsini
fedâya hazır olacak. Cehennemden, azaptan kurtulabilmek için bunların hepsini
yarın fidye olarak vermeye kalkışacak. Öyleyse gelin akıllarınızı başlarınıza
alın da, yarın fedâ edeceğiniz şeyler yüzünden bugün sapmayın! Yarın hepsini
fedâ edeceğiniz şeyler yüzünden bugün sapıtmayın da, bugünden fedâ ediverin
bunları!
Öyle değil mi? İnsanlar niye günaha
giriyorlar bu dünyada? İnsanlar niye sapıyorlar bu dünyada? Ya çevre, toplum,
insanlar nedeniyle sapıyorlar ya da “aman insanlar şöyle demesinler. Hanım
istedi ne yapayım! Ne yapayım çocuk öyle istiyor! Âmirim böyle istiyor ne
yapayım! Çevre bu ne yapalım!” diyerek sapıyorlar.
Ey insanlar, ey münâfıklar sizden fidye
kabul edilmeyecek, kâfirlerden de. Barınağınız, sığınağınız ateştir. Veliniz,
dostunuz da orasıdır. Siz zaten ona koşuyor, ona doğru sa’y ediyordunuz. O ne
kötü bir gidiş yeridir! Yani fidye kabul edilmeyecek sizden. Kimin malını kime
veriyorsunuz ki? Zaten Allah’ın olan mallarınızı kime fidye vereceksiniz? Kim
kime verecek ki bunu? dendikten sonra şimdi hepimize bir soru
geliyor:
16. “İnananların gönüllerinin
Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı gelmedi mi? Onlar,
daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun
zaman geçti de kalpleri katılaştı; çoğu, yoldan çıkmış
kimselerdir.”
Daha müminlere sıra gelmedi mi? Daha
mü’minlerin vakti dol-madı mı ki boyunlarını Allah’ın zikrine eğsinler,
kalplerini Allah’ın zikriyle birleştirsinler. Daha ne bekliyor mü’minler? Daha
sıra gelmedi mi ki mü’minler Rabblerinden kendilerine gelen Kur’an’ı anlamaya
çalışsınlar? Kalplerini yatıştıracak, gönüllerine itminan verecek, kalplerini
doyuma ulaştıracak, sükûnete ulaştıracak olan Allah’ın kitabına yönelme
vakitleri gelmedi mi? Başka şeyleri okumaktan, başka şeyleri seyretmekten
Allah’ın kitabına sıra gelmedi mi daha? Kur’an’a yönelmeye, zikirle irtibata
geçmeye hâlâ vakit gelmedi mi? Hâlâ sıra gelmedi mi? Allah’ı, Allah’ın kitabını,
Allah’ın dinini, Allah’ın peygamberini gündeme almaya sıra gelmedi mi? Daha ne
bekliyor bu mü’minler? Daha ne bekliyorsunuz? Artık Kur’an’a inmeyecekler mi?
Kur’an’la bütünleşmeyecekler mi?
Ey
mü’minler! Ey bunu dille söyleyip boğazlarından aşağıya henüz geçirmemiş
olanlar! Söylesenize hâlâ kalplerinizin bu gerçeğe boyun eğme zamanı gelmedi mi?
Hâlâ dilinizle söylediğiniz bu gerçeği uygulamaya başlama zamanı gelmedi mi?
“Tamam ya Rabbi!” deme zamanı gelmedi mi? Bu imanın eylemcisi olma zamanı
gelmedi mi? Neden boyun eğmiyorsunuz? Niçin hâlâ dik kafalılık yapıyorsunuz? Ne
oluyor size? Hem Müslümanız diyeceksiniz, hem de Müslümanlığın temel kitabından
habersiz bir hayat yaşayacaksınız. Hem Müslü-manız diyeceksiniz, hem de
peygamberin pratik Müslümanlık örneğinden uzakta olacaksınız. Bakın işte
Müslümanız deyip de Müslümanlıktan uzak olanların durumlarını anlattım size.
Değilse yine dikkat edin ki:
Bakın tarihte örneği var bunun. Zikirle
diyalogsuzluk, kitaba karşı ilgisizlik, kalplerin kitaptan kopukluğu konusunda
tarihten örnekler var. Yahudi ve Hristiyanlara Allah kitap vermişti de, onlar ha
bugün, ha yarın diyerek oyalandılar. Vakit geçirmeden kitaplarına yönel-mediler,
hemen kitaplarıyla diyalog kurmadılar. Kitaplarına sarılmadılar, kitaplarının
dediklerini dinlemediler. Bu konuda hemen işe koyulmadılar; uzun süre
beklediler, ama sonunda kalpleri kaskatı kesiliverdi. Zaman geçtiği, uzadığı
için konuyla ilgileri, irtibatları kesiliverdi. Kitabın etkisi azalıp yok oldu
da, Allah’ın gazabına müstahak oldular, pek çoğu fâsık olarak geberip gitti.
Sakın sizin durumunuz da onlarınkine benzemesin!
Beklediler.
Hemen kitaplarıyla diyaloga geçmediler. Hemen işe koyuluvermediler. Kitaplarıyla
diyalogu tüm işlerinin, tüm meşguliyetlerinin önüne almadılar. İlk işimiz
Rabbimizin kitabını okuyup, öğrenip onun istediği gibi bir kulluğa yönelmektir
demediler. Beklettiler kitabı, beklettiler Allah’ı. Allah’ın kitabının önüne
başka şeyleri geçirdiler. Ön-celiği başka şeylere, başka kitaplara verdiler.
“Önce şunları şunları bir okuyalım, önce şunları şunları bir öğrenelim, sonra
Allah’ın kitabını okuruz, öğreniriz” dediler. Allah’ın istekleri konusunda
aldırış etmediler. Acelesi yok, Allah’ın kitabı bekler. Dur bakalım, daha
sonra!” dediler. Allah’ın kitabı bekledi durdu onları. Peygamber, hadis
kitaplarının arasında bekledi durdu onları. Belki gelirler, belki problemlerini
başkalarına sordukları gibi biraz da bana sorarlar, belki biraz da benimle
ilgilenirler diye bekledi durdu onları.
Ama onlar kitaplarıyla ilgilenmediler,
kitaplarının halini, hatırını sormadılar. Problemlerini kitaplarına sormadılar.
Zaman uzayınca da ilk heyecanlarını kaybettiler ve kalpleri kaskatı kesiliverdi.
Öyleyse ey Kur’an’ın muhatapları, iyi dinleyin bu gerçeği! Kitapla karşı karşıya
geldiğindeki heyecanınla iki gün, iki ay ara verdiğindeki heyecanın aynı mı?
Aynı heyecanı duyabilecek misin? Mümkün mü bu? Bir cenaze atmosferinde duyulan
heyecanın aylarca sürdüğünü kim iddia edebilir? Unutmayalım ki zaman geçince
etki azalacak, heyecan bitecektir. Öyleyse ne zaman bir hakikatle karşı karşıya
gelmişsek, hemen beklemeden uygulamaya başlamak zorundayız. Düşünün bir
za-manlar nice heyecanlarınız vardı değil mi? Hani şimdi niye duyamıyor-sunuz
aynı şeyleri? Aynı etkileşim ortamında değiliz de ondan. Ehl-i kitap da böyle
bekledi, hemen işe koyulmadı, hemen kitaplarıyla ilgi kurmadılar
da:
Pek çoğu fâsık olarak ömürlerini
tüketip gittiler. Sapmış, yoldan çıkmış, kulluktan çıkmış olarak pek çoğu
geberip gittiler.
“Öyleyse ey Müslümanlar, sakın sizler
de kitabınıza bu ehl-i kitap gibi davranmayın. Ha bugün, ha yarın diyerek
kitabınızdan uzaklaşmayın. İnandığınıza hemen boyun büküp teslim olun. Hemen
uygulamaya koyun onu. Hemen yönelin kitaba. Sonra kalbiniz katılaşıverir de,
tümüyle ilginiz kesiliverir de bir daha kitaba dönemez, fâsıklardan olursunuz.
Aman ha kitapsız bir tek gününüz geçmesin. Her gün, her gece kitabınızla
diyalogunuzu sürdürün diyor,” Rabbimiz. “Değilse eğer inandığınız şeyleri
uygulamaya koymazsanız, zaman gelir onları söylemeye bile cesaretiniz
kalmayıverir. Kalbiniz kaskatı kesilir de, size söylenenlerden etkilenmez hale
geliverirsiniz,” diyor Rabbimiz.
Ne oluyor? Bu âyetler sende bir
hareketlenme mi meydana getirdi? Bir devinim mi var sende? Bir imkân mı
arıyorsun? Devam et o zaman.
17. “Allah'ın, yeryüzünü
ölümünden sonra dirilttiğini bilin; size, akledesiniz diye açık açık deliller
anlattık.”
“Bilin ki, bilesiniz ki Allah ölü
araziyi, ölümünden sonra tekrar diriltir. Tıpkı Mekke cahiliyetinin kokuşmuş
enkazı arasında gül kadar nezih şu sahâbe toplumunu dirilttiği gibi. Sizi de bu
içine düştüğünüz ruhî ölümünüzden sonra tekrar diriltecektir. Gönderdiği yağmur
âyetiyle kupkuru, ölmüş bir araziyi, bir toprağı canlandıran, dirilten Allah,
size gönderdiği vahyiyle de sizlerden ölüleri diriltir. Elverir ki sizler
vahiyle beraber olun. Elverir ki sizler Allah’ın âyetleriyle beraber olun ve
dirilik yasalarıyla ilginizi kesmeyin.
Sakın ha!
İş işten geçti! Zamanı geçti bu işin falan demeyin! İş işten geçmeden, öteki
dirilişle dirilmeden, dizlerinizi dövme günüyle karşı karşıya gelmeden Kur’an’a
sarılın! Hiç olmazsa her gün bir âyet, her ay bir âyet öğrenin! Yani kitabınızın
fonksiyonunu öğrenin!” diyor Rabbimiz. “Kitabınızın fonksiyonunu değiştirmeyin!
Kitabınızın fonksiyonunu yitirmeyin! Böylece Allah’ı gücendirmeyin! Yoksa iflah
olmazsınız,” diyor Rabbimiz.
İslâm’da bilgi ikiye ayrılır. Birisi
amel edilmesi gereken, hayata intibak imkânı olan, hayatla birleştirilmesi
gereken bilgidir ki, buna ilim diyoruz. İşte bu Kur’andır, Kur’an’ın ortaya
koyduğu ilimdir. İkinci bir bilgi de hakla ilgisiz, hakikate mutâbık olmayan,
hayatta geçerliliği olmayan zanlardır. Rabbimiz, “bilin ki” derken, iman etmek
ve amel etmek üzere, hayatınızda uygulamak üzere bilin ki Allah yeryüzünü
ölümünden sonra diriltendir, buyurmaktadır. Tıpkı bunun gibi sen de, sizler de
Allah kitabıyla can bulacaksınız. Ölümünden sonra toprağı dirilten Allah,
ölümümüzden sonra bizleri diriltemez mi? Elbette bizi de diri tutacak, vahyini
gönderen Allah’tır. Gelin bu gerçeğe aklınızı erdirin, diyor
Rabbimiz.
18. “Doğrusu, sadaka veren erkek ve
kadınlara, Allah’a güzel bir takdimde bulunanlara kat kat karşılık verilir;
onlara cömertçe verilecek bir ecir vardır.”
Gerçek şu ki, sadaka veren erkekler ve
sadaka veren kadınlar, tasdik ehli olan erkekler ve kadınlar ve bir de Allah’a
güzel bir borç sunanlar var ya, Allah’ın kendilerine verdiği imkânlarını,
fırsatlarını, varlıklarını Allah’a sunanlar var ya, işte onlar için sundukları
kat kat artırılacaktır. Üstün, onurlu, kerîm bir ecir de onları beklemektedir.
Tasdik ehli olan erkekler ve kadınlar, Rabblerini tasdik eden, Rab-blerinin
hayat programını tasdik eden, doğrulayan, Rabblerinin hayatlarına karışmasını
tasdik edip onaylayan ve de bu imanlarını hayata geçiren, imanlarını
hayatlarında görüntüleyen erkek ve kadınların ecirlerini, mükafatlarını Rabbimiz
kat kat verecektir.
Sadâkat
ehli erkek ve kadınlar, sâdıkane Rabblerine bağlı olan erkek ve kadınlar,
sözlerinin eri olan erkek ve kadınlar, sıddîk makamında olan erkek ve kadınlar
işte böyle bir mükafatla mükafatlandırılacaklardır. Allah’ın dediklerine,
Allah’ın peygamber modelinde istediklerine sâdıkane, gönülden bağlı olan erkek
ve kadınlar, Allah’tan gelenlerin tümüne kabulümdür diyerek O’nun verdiklerini
fedâkarca kullukta harcayan, kendi faydalandıklarından birilerini de
faydalandırmaya çalışan, böylece Rabblerine güzel bir borç takdim eden erkek ve
kadınlar, “ya Rabbi ben sana bunları borç veriyorum! Bunlar şimdilik Sende
emanette kalsın! Yarın onlara muhtaç olduğum bir ortamda onları Senden alırım”
diyen erkek ve kadınlara Rabbimiz kat kat ecirler vaadetmektedir. Rabbim bizi de
onlardan eylesin inşallah.
19. “Allah’a ve peygamberine inananlara,
dosdoğru olanlara ve Allah yolunda şehit düşenlere, işte, onlara, Rabbleri
katında nûr ve ecir vardır. İnkar edip âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar
da, cehennemlik olanlardır.”
Allah’a ve O’nun Resullerine iman
edenler… Allah ve elçilerine imanın güvenini yaşayanlar, Allah’ı kendi başına
yalnız bilmeyip O’-nun elçileri de olduğunu ve o elçileri vasıtasıyla kendisine
kulluk programı gönderdiğine iman edenler, “Ben Allah’ın o elçileri gibi olmaya
inanıyorum” diyenler, Allah elçileri rehberliğinde bir hayat yaşamaya çalışanlar
var ya, işte onlar Rabbleri katında sâdıklar, sıddîklar, şehitler ve
şâhitlerdir.
İşte
cennetlik diye tarif edilenler onlardır. Adem (a.s) gibi yanlışından dönüp tevbe
edenler… Nuh (a.s) gibi bıkıp usanmadan kulluğa devam edenler… Yakub (a.s),
Yusuf (a.s) gibi “ya Rabbi Sen nasıl istersen bizi öylece imtihan edensin, bize
düşen her şart altında Sana kulluğa devam” diyenler… Süleyman (a.s) gibi
saltanatın, varlığın do-ruğunda imtihan edilse de sapmayıp kulluğunu
sürdürenler… Eyyub (a.s) gibi sıhhatini, her şeyini kaybederek imtihan edilse de
sabırla kulluğunu sürdürenler… Onlar gibi olmaya çalışanlar, onları örnek
alanlar var ya, işte onların ecirleri ve nûrları vardır. Onların nûrları yarın
kıyâmette cennete kadar onları götürecek ve onları hiç terk etmeye-cektir. Nûr,
onlar içindir. Bu nûr, iman nûrudur. Bu nûr, Kur’an nûrudur, peygamberlerden
iktibas edilen bir nûrdur. Münâfıkların elde edemedikleri, kâfirlerin asla
tanımadıkları bir nûrdur bu nûr. Ama beri tarafta kâfirlere
gelince:
Küfredip de âyetlerimizi yalanlayanlar…
âyetlerimizi örtenler, örtbas edenler, ilgisiz kalanlar ise işte onlar da
cehennem halkıdır, cehennemin sohbetçisidir onlar. Peki ne yapalım? Nasıl
edelim? Kulak verelim Rabbimize.
20. “Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma,
süslen-me, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi ol-maktan ibarettir.
Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra
kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Âhirette çetin azap da vardır.
Allah’ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı
bir geçinmedir.”
Mezarlıkta okumak, Ramazanda hatimler
inmek, filân ya da falan hastaya okumak, dükkana asmak, birilerine anlatmak,
makale yazmak, doktora yapmak, birilerine satmak, sohbetlerde konuşmak, “ben de
biliyorum” demek için değil, hayatınızı bununla düzenlemek, iman etmek ve amel
etmek üzere bilin ki, anlayın ki, Ben sizi tanıtıyorum. Geceniz, gündüzünüz,
hayatınız, programınız konusunda Benim tanıtımıma kulak verin ki…
Bu dünya hayatı, bu denî, bu alçak
hayat oyun ve eğlencedir, ziynettir, süstür, birbirinize karşı öğünme vesilesi,
malda ve evlâtta çoğalma vesilesidir. Öyle değil mi? Bu dünyada yaptığınız hangi
şeyin tadını ömür boyu duyabiliyorsunuz? Neyin zevki hep kalıcı bu dünyada? Bir
eğlenme yeridir bu dünya. Gitmek isteyenler de gidemiyorlar. Ölmek isteyenler de
ölemiyorlar, kalmak isteyenler de kalamıyorlar. Bir süstür, ziynettir bu dünya.
Aranızda bir övünç sebebidir. Benim de vardı. Benimki seninkinden iyiydi gibi.
Şu kadar kazandım, bu kadar topladım diye insanlar övünmeye başlarlar onunla.
Mal ve evlât çokluğuyla övünüp tatmin olmadır dünya.
Sanki bir
insan hayatının baştan sona evreleri anlatılıyor burada. Çocukluk, gençlik,
olgunluk ve ihtiyarlık… İşte Bunun örneği aynen şunun gibidir diye bir örnek
verecek bakın Rabbimiz:
Bir yağmur düşünün... İnsan ve
yağmur... Ama o yağmurdan sonrası insanı ilgilendirecek.
O yağmur kendi başına yağan ve sonra
unutulup gitmesi gereken bir yağmur değildir. Verimli bir ortamda bitkiler
bitiren bir yağmur. Onun bitkisi çiftçiyi sevindirir, hoşuna gider. O yağmur
sebebiyle nice bitkiler, nice meyveler var karşımızda. Ama
sonunda:
Sonra boyun büker. Bir de bakmışsınız
ki onlar boyunlarını bükmeye başlamışlar.
Sonra bakmışsınız ki sararıp solmuştur.
Sonra da çerçöp olmuş, odun olmuş, işi
bitmiştir. Hep böyle olmaz mı? Ama bu bazen on senede, bazen on ayda, bazen on
günde olur. İşte dünya hayatı bu. Hepimiz için budur dünya. En sevdiğiniz yemek,
doyduktan sonra anlamsızdır. En sevdiğiniz dost, hastayken beş para etmez. En
sevdiğiniz çiçek, gün gelecek solacaktır. En çok sevdiğiniz insanları, gün
gelecek terk edeceksiniz. İşte dünya hayatı budur. Çocukluk, gençlik derken ölüm
gelivermez mi? Öyleyse ey insanlar, aklınızı başınıza alın da şunu dinleyin:
Kesinlikle bilin ki âhirette şedit bir
azap var. Ama orada ikili bir durum söz konusudur. Ya bir azabı şedit ya
da:
Bir mağfiret, bir bağışlanma vardır.
Yani kimilerine Allah’ın mağfiret ve rızası, kimilerine de azap vardır orada.
Hâlâ anlayamadıysanız, hâlâ kavrayamadıysanız bakın size bir daha
söyleyeyim:
Dünya hayatı ancak aldanma vesilesidir.
Aldanma vasıtası, aldanma konumudur. Oyun ve oyalanmadan ibarettir. Hayatınızı
hep dünya hesabına bina ederek yaşarsanız, kesinlikle aldanıyorsunuz demektir bu
dünyada. Oyunlarınızı bilirsiniz. On yaşında anlamlı olanlar, otuz yaşında
anlamsızdır. İlk gerdeğe girdiğiniz günkü sevincinizi bir düşünün. Bugün ne
kadar anlamsız değil mi? Okula kaydolduğunuz günkü sevincinizi, işe ilk
girdiğiniz günkü sevincinizi, filân takıma ilk golü attığınızdaki sevincinizi,
ilk takım elbise giydiğiniz günkü sevincinizi... İlk ev sahibi olduğunuz günkü
sevinciniz bugün ne kadar anlamsız değil mi? Bugüne intikal eden hiçbir şey yok
değil mi? Öy-leyse ey mü'minler, haydi bunu anlayan
sizler:
21. “Ey İnsanlar! Rabbiniz
tarafından bağışlanmaya, Allah’a ve peygamberine inananlar için hazırlanmış,
genişliği yerle göğün genişliği kadar olan cennete koşuşun; bu Allah’ın
dilediğine verdiği lütfudur. Allah, büyük lütuf
sahibidir.”
“Mü'minler için hazırlanmış, eni boyu
gökyüzü ve yeryüzü kadar olan, yani genişliği böyle olan cennete koşun! Cennet
için yarışın! Cennet isteyin Allah’tan. Cennet yolunda birbirinizi geçmeye, en
önde olmaya çalışın. Hem Rabbinizin mağfiretine ve hem de eni gökler ve yer
genişliğinde olan cennete koşun. “Ben cennet filân istemem! Cen-net filân
anlamam! Ya Rabbi benden razı ol yeter!” demeyin sakın. Çünkü Allah cennette
görülecektir. Cennetin dışında Allah’ı da O’nun rızasını da görmek mümkün
değildir. Hattâ Allah’ın Resûlü, “isteyeceğiniz zaman Firdevs isteyin”, diyorsa
biz de onun dediği gibi yapalım. Allah’tan cennet isteyelim. Cennet için
yarışalım, çocuklarımızı, hanımlarımızı cennet için yarıştıralım. Bütün
imkânlarımızı cennet için kullanalım inşallah.
Tamam, cennet konusunda, Allah’ın
rahmet ve mağfiretine ulaşma konusunda başkalarıyla yarışacağız. Ama önce
kendimizle bir yarışa katılacağız. Nasıl mı? Dünkü Müslümanlığımızla bugünkü
Müslümanlığımızı yarıştırmalıyız. Geçen ay ki Müslümanlığımızla bu aykini
yarıştırmalıyız. Geçen ramazana göre bu ramazan biz nasılız? Evlen-meden önceye
göre evlendikten sonra nasılız? Hacca gitmeden önceye göre hacca gidip geldikten
sonra şimdi nasılız? Dünkü fakir durumumuza göre şimdi zengin olan biz nasılız?
Daha iyiye, daha ileriye gitmeye, daha iyi olmaya çalışmalıyız. Hep mağfiret ve
cennet için yarışmalıyız. Kazancımızda, kaybımızda ölçü hep bu
olmalıdır.
Demek ki bu cennet, Allah ve Resûlü’ne
inanmış ve bu imanlarının şuurunda bir hayat yaşayan insanlar için hazırlanmış
bir ihsandır. Allah onu dileyen, ona ulaşmaya gayret eden, çaba gösteren ve
dilediği kimselere ulaştıracaktır. Rabbimiz bu dünyada cennet isteyenlere, dünya
sermayesini ona yatırım yapanlara, dünyada ona sa’y edenlere onu lütfedecektir.
“Ama hayır, ben cennet istemiyorum” diyenlere veya istiyorum deyip te yalan
söyleyenlere, cennet istiyorum deyip te cehenneme sa’y edenlere vermeyecektir
Rabbimiz o cenneti.
“Cennet cennet
dedikleri
Üç
beş gılman, üç beş hûri,
İsteyenlere ver sen anı,
Bana
Seni gerek Seni.”
diyenlere,
onu istemeyenlere verilmeyecektir cennet.
Allah
ve Resûlü’ne Allah’ın istediği gibi iman etmiş ve bu imanını iddia, söz planında
bırakmayarak salih ameller işleyen mü’minler için hazırlanmıştır o cennet.
Bizler işte gökle yer arası genişliğindeki bu cennet için yarışacak, bu cennet
için çırpınacağız. Bunu çok iyi dü-şünmek zorundayız. Acaba bu özellikler bizde
var mı? Eğer yoksa o zaman ne diye bekliyoruz? Yani imanda bir eksikliğimiz,
teslimiyette bir noksanlığımız mı var? Bunu çok iyi düşünmek zorundayız.
Kimmiş
onlar? Allah’a inandım diyenler. Allah’la imanı birleştirenler. Yani Allah’a
imanın modelini yine Allah’tan alanlar. Kendi kendimize belirlediğimiz bir iman
değil… “Ben bana göre mü’minim” değil, “ben Allah’a göre mü’minim” demeliyiz.
“Ben Allah’ın elçisinin pratikte örnekleyip gösterdiği gibi Allah’a inanıyorum”
demeliyiz. “Allah’ın benim hayatıma karıştığına inanıyorum” demeliyiz. “Benimle
sürekli diyalog halinde olan bir Allah’a inanıyorum” demeliyiz. İşte cennetini
ve mağfiretini böyle inananlara, Allah’a imanın güvencesini yaşayanlara ve de bu
imanını peygamberlerinin modeliyle sürdürenlere lütfedeceğini anlatıyor Rabbimiz.
İhtiyacı
olanlara buyurulur. Kim ki ben cennet istiyorum diyorsa işte buyursunlar bunları
yapsınlar. Unutmayın ki Allah büyük fazl ve azamet sahibidir. Herkese yetecek,
herkesi memnun edecek kerem sahibidir Allah. Yani birilerine verilince bitmez o
cennet, korkmanıza gerek yoktur.
Peki bu cennete ulaşabilmek için
başımıza bir takım sıkıntılar gelecek mi? Elbette gelebilecektir. Peygamberlerin
başlarına nasıl bir takım sıkıntılar gelmişse, peygamber yolu yolcularının
başına da elbette sıkıntılar gelecektir. Bir yokluk, bir hapis, bir sürgün
olabilir. Yahut tarih içinde Rabbanilerin başına gelen başka sıkıntılar da
gelebilir. İşte bu noktada şu âyet bizim en büyük teselli kaynağımız, en büyük
rehberimiz olacaktır. Unutmayacağız ki bizim imtihan konumumuzu ayarlayan,
tespit eden Allah’tır.
22. “Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen
herhangi bir musîbet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, o Kitapta bulunmasın.
Doğrusu bu Allah’a kolaydır.”
Yeryüzünde Allah’ın istediği
kulluğu yaşarken başınıza gelen herhangi bir sıkıntı, herhangi bir belâ, bir
musîbet yoktur ki o, Biz bu kâinatı, bu hayatı yaratmadan önce bir kitapta
bulunmasın. Başınıza gelecek hiçbir şey yoktur ki, Biz onu daha önce takdir edip
bir ana kitapta, Levh-i Mahfuz’da yazmış, tespit etmiş olmayalım. Öyleyse bu
kâinatta olacak her şey, başınıza gelecek her şey daha önceden belirlenmiş ve
ana bir kitapta yazılmıştır. Biliyoruz ki kulluk yolunda bizim başımıza gelenler
bazen kendimizden, içimizden, birbirimizden, ya da yeryüzünden olabilmektedir.
Olsun. Ne olursa olsun, ne gelirse gelsin. Kesinlikle bilesiniz ki o gelenler, o
imtihan sorularınız size gel-meden önce, gerçekleşmeden önce bir yasa ve yazgı
olarak çok önceden Allah tarafından belirlenmiştir. Bütün bunlar bir tesadüfün
eseri değildir. Sizin imtihanınızı belirleyen, bilen, takdir eden Allah’tır.
Hastalık ya da sağlık, Fakirlik
ya da zenginlik… Şöyle bir hanım, böyle bir koca. Şu kadar kız, bu kadar erkek
çocuk… Şöyle bir baba, böyle bir anne gibi binlerce imtihan sorumuz önceden
belirlenmiştir. Bu da Allah için çok kolaydır. O zaten her şeyi baştan bilir,
tam, eksiksiz, öncesiz ve sonrasız, hâsılı Allah’ça bilir. Yani tüm kâinatın
kaderini, kâinatta olacakları önceden takdir etmek Allah için çok kolaydır. İşte
bu bilgisiyle beni nasıl imtihan edeceğini bana haber veriyor. Bugün, yarın,
otuz yıl sonra benim başıma neler gelecek? Ben bunu bilmem ama Rabbim bilir.
Daha ben ana karnındayken takdir etmiştir Rabbim. Öyleyse bundan sonra artık
korkmaya, endişe etmeye gerek yoktur. Ezelde Rabbimiz tarafından bizim
hakkımızda yazılan neyse, başımıza gelecek olan odur. Yazılanlardan kurtulmamız
da mümkün olmayacaktır.
Rabbimizin bir başka yasası
gereği tedbirimizi almayı da ihmal etmeyeceğiz. Başımıza gelecekler konusunda
Rabbimize teslim olacağız. O nasıl isterse öylece imtihan edeceğini bilmeli ve
O’nun dedikleri doğrultusunda o imtihana cevap vermeliyiz. Hastalıkla imtihan
olunduğumuz zaman feryad etmemeliyiz. Yoklukla imtihan olunduğumuz zaman isyan
etmemeliyiz. Zenginlikle imtihan olunduğumuz zaman kendimizden bilip
şımarmamalıyız.
Peki niye böyle yapıyor Rabbimiz? Yani
niye önceden takdir ediyor bizim kaderimizi? Bunu bize niye haber veriyor? Şöyle
bir soru aklımıza geliyor burada: Madem ki benim başıma gelecekler önceden
belli, o zaman ben ne yapmalıyım? Bakın sebep şuymuş:
23. “Bu, kaybettiğimize üzülmemeniz ve
Allah’ın size verdiği nîmetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip
öğünen hiç kimseyi sevmez.”
Kaybettiğiniz şeylere
üzülmeyesiniz, başınıza gelenlerden dolayı eseflenmeyesiniz, olup bitenlerden
dolayı üzülmeyesiniz, “Keşke şöyle yapsaydım! Keşke böyle yapmasaydım! Vah!
Tüh!” demeyesiniz, Allah’ın size verdiği nîmetlerden ötürü şımarmayasınız diye.
Yani başınıza gelenler istemediğiniz cinstense kahrolmayın, mahvolmayın. Yok
eğer sevdiğiniz cinsten şeyler başınıza gelmişse, o zaman da şı-marmayın. Eviniz
yandı mı mahvolmayın, bir eve daha mı sahip oldunuz şımarmayın. Oğlunuz öldü mü
kahrolmayın, oğlunuz olduğu zaman da şımarmayın. Çünkü Allah kendini beğenip
öğünen kimseleri sevmez. Sözlerinde, yürüyüşünde, tavırlarında, hareketlerinde,
insanlara bakışlarında şımarıp büyüklenen insanları Allah asla sevmez.
Müslümanın başına bu dünyada iyi şeyler
de gelebilir, kötü şeyler de gelebilir. Başına istemediği cinsten bir kısım
sıkıntılar, belâlar, bir kısım nîmetler de gelebilir. Rabbimiz bunu önceden
takdir buyurmuştur. Böyle bir durumda gerçek Müslüman, Allah’ın istediği tavrı
gösterebilen kimsedir. Belâlar ve musîbetler karşısında sabredebilen, iyilikler
ve nîmetler karşısında da şükredebilen kimsedir mü’min. Yani Allah’ın kendisine
bir imtihan sebebi olarak takdir buyurduğu sıkıntıları sabra dönüştürebilmesini,
iyilikleri ve nîmetleri de şükre çevirebilmesini bilen kimsedir Müslüman. Çünkü
sıkıntıyı da, nîmetleri de veren Allah’tır. Bize düşen sadece teşebbüsten başka
bir şey değildir. O halde nîmetlerle şımarmak ta, belâlarla yıkılmak ta doğru
değildir. Ba-kın Rasulullah Efendimiz bir hadislerinde bu hususu bize çok hoş
anlatır:
“Müslümanın işine şaşılır. Çünkü ona bir
nîmet gelir, şükreder sevap kazanır. Ona bir sıkıntı gelir, ona da sabreder,
yine sevap kazanır.”
Demek ki Rabbimiz belâlar anında
üzülen, nîmetler anında da şımaranları sevmiyor. Unutmayacağız ki en mütenasip
imtihanı yapan Rabbimiz, bazen bize vererek imtihan edecek, bazen de alarak
imtihan edecektir. Rabbimizin gerek vererek, gerekse alarak ne tür bir
imtihanıyla karşı karşıya kalmışsak onun gereğini yerine getirmeliyiz. Yani her
ikisine de teslim olup kulluğumuzu sürdürmeliyiz. Çünkü her iki halde de o Rabb,
biz kuluz. Bunu hiçbir zaman unutmayacağız.
24. “Bunlar cimrilik ederler ve insanlara da
cimrilik yapmalarını söylerler. Allah’ın buyruğundan kim yüz çevirirse bilsin
ki, Allah şüphesiz müstağnî ve övülmeye lâyık olandır.”
Bunlar, bu Allah’ın sevmediği
insanlar cimrilik ederler ve çevrelerine de cimrilik yapmalarını öğütlerler.
Kendileri cimri oldukları gibi, başkalarına da cimri olmalarını emrederler. Bu
insanlar ellerindeki tüm nîmetleri Allah’tan değil de kendilerinden bildikleri
için, onları Allah kullarıyla, fakirlerle paylaşmadan yana olmazlar. Allah’ın
kendilerine verdiklerinden fakirlere vermek hoşlarına gitmez onların. Fakirlerle
birlikte olmaz, garibanlarla oturup kalkmazlar. Kendileri cimri oldukları için
herkesin kendileri gibi cimri olmasını isterler. Kim böyle yaparak Allah
buyruğundan yüz çevirirse, kim infaktan, Allah için paylaşmadan, Allah için
mütevazı olmaktan yüz çevirirse, yani kim Allah’ın verdiklerini Allah’a kullukta
kullanmazsa, şunu kesinlikle bilsin ki Allah Ğanî’dir, zengindir. Allah’ın sizin
mallarınıza, mülklerinize asla bir ihtiyacı yoktur. Bedenlerini, zamanlarını,
nefeslerini, bilgilerini Allah yolunda harcamayan cimrilere Allah’ın ihtiyacı
yoktur. Allah’ın sizin bedenlerinize bir ihtiyacı yoktur. Allah’ın kendi yolunda
çalışıp çabalamalarınıza ihtiyacı yoktur. Allah zengindir, Hamîd’dir. Allah
kendi ken-dini övendir. Sizlerden hiçbiriniz Allah’ı övmese, Allah’a hamd etmese
bile Allah kendi kendine hamdedendir. Göklerde ve yerdeki varlıkları Allah’ı
övmekte, hamd etmektedir. Öyleyse Allah’ın hamde ihtiyacı yoktur. Hamde ihtiyacı
olan, infaka ihtiyacı olan, Allah yolunda gayrete ihtiyacı olan sizlersiniz.
25. “Andolsun ki peygamberlerimizi belgelerle
gönderdik; insanların doğru hareket etmeleri için peygamberlere kitap ve ölçü
indirdik; pek sert olan ve insanlara birçok faydası bulunan demiri var ettik.
Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine görmeksizin yardım edenleri meydana
çıkarması içindir. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.”
Andolsun ki Biz Resullerimizi
apaçık belgelerle, apaçık âyetlerle, apaçık kanıtlarla gönderdik. Hakkı,
doğruyu, gerçeği net ve açık bir şekilde insanlara anlatan, gösteren âyetlerle,
yahut da peygamberlerimizi destekleyen âyetlerle onları gönderdik. Aynı zamanda
o peygamberlerle beraber insanlara kılavuzluk yapacak, onlara hakkı, cennet
yolunu, sırat-ı müstakimi gösterecek, onları dosdoğru Allah yoluna, cennet
yoluna iletecek kitaplar da gönderdik.
Bir de ölçüyü, dengeyi indirdik.
Hakkı bâtılı açıklayan, hakkı bâtıldan ayıran, hakkın ve bâtılın ne olduğunu
belirleyen bir ölçü de indirdik. Ne için yapmış bütün bunları Rabbimiz? İnsanlar
adâlet içinde olsunlar diye. İnsanlar hakkı, doğruyu, adâleti bilsinler de
Allah’ın istediği biçimde adiller olsunlar, yeryüzünde Allah’ın istediği gibi
bir adâlet uygulasınlar, insanlar arasında adâletle hükmetsinler, insanları
adâletle ayakta tutsunlar, insanlara adâleti emretsinler, adâletle ayakta
dursunlar diye.
Allah peygamberlerini bir kitapla
göndermiştir. Her peygamberin kitabı mı var ki? Demeye kimsenin hakkı yoktur.
Çünkü kitap denince onun yazılı bir metin olması gerektiğini kim söylemiş?
Kitabın yazılı olma şartı yoktur. Kitabımızın başka âyetlerinin beyanına göre
Rabbimiz tüm peygamberlerine mutlaka vahiyde bulunmuştur. Her peygambere
hayatlarını düzenleyecek bilgi ulaştırmıştır.
Bakın En’âm sûresinin 84, 85 ve
86. âyetlerinde Rabbimiz peygamberlerini art arda sıralar. İshak, Yakub, Nuh,
Dâvûd, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Mûsâ, Harun, Zekeriya, Yahya, Îsâ, İlyas’ ı (a.s)
saydıktan sonra da buyurur ki:
“İşte kendilerine kitap, hüküm ve
Peygamberlik verdiklerimiz bunlardır. Kâfirler onları inkâr ederlerse, inkâr
etmeyecek bir milleti onlara vekil kılarız.”
(En’âm 89)
Halbuki bu elçilere yazılı bir kitap
verildiğini bilmiyoruz. Öyley-se kitap için yazılı olma şartı yoktur. Kitap
yazılı olma şartı olmadan yasadır, yazgıdır, hayat programıdır. Her bir
peygamberle beraber Velî olan Rabbimiz, velâyeti altındaki kullarına yasalarını,
isteklerini göndermiş, bildirmiştir ki, onların tümüne kitap diyoruz.
Peygamberler, kitaplar gönderilmesinin,
mizanın indirilişinin sebebi birey ve toplum hayatında adâletin uygulanmasıdır.
Fert ve toplum hayatında bu kitap uygulanmalı ki, adâlet açığa çıksın.
İnsanların bireysel, toplumsal hayatlarında, ekonomik dünyalarında,
hukuklarında, eğitimlerinde ve hayatlarının her bir alanında adâletin açığa
çıkması için bu kitabın uygulanması gerekmektedir. Yani bu kitap sadece
insanların vicdanlarına hitap eden bir kitap değil, tüm toplum hayatını
düzenleyecek bir kitaptır. Tüm bireysel ve toplumsal ilişkileri, tüm bireysel ve
toplumsal hakları ve görevleri en âdil bir şekilde belirleyecek olan bu
kitaptır. Tüm bireysel ve toplumsal problemlerin çözümü bu kitaptadır.
Bulunduğunuz her bir ortamda hangi problem, hangi hak gündeme gelirse gelsin.
Kadın hakkı mı, erkek hakkı mı? İşçi hakkı mı, işveren hakkı mı? Öğretmen,
öğrenci hakkı mı, ana-ba-ba hakkı mı? Allah hakkı mı, kulların hakkı mı? Bunu
ancak bu kitap çözecektir. Bunun dışında bunları çözeceğine inandığımız başka
hiçbir kaynak yoktur.
İnsanlar her şeyin ölçüsünü bir üst
varlıktan, her şeyi bilen bir yüce varlıktan almak zorundadırlar. Evlenmede,
boşanmada ölçü Allah’tandır. Sevmede, küsmede, kazanmada, harcamada, ana-baba
olmada, sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal yapılanma alanında ölçü, her alanda
ölçü Allah’tandır. Denge Allah’tandır. Bu ölçüye, bu dengeye uymayan insanlar
ölçüsüz ve dengesizdirler.
Bu kitapla birlikte ince bir adâlet
terazisi de indirmiştir ki, o her şeyi ölçer, her konuda ölçüyü vazeder. Tüm
hakları o belirler. Tüm a-mel ve hareketleri, tüm tavır ve davranışları o mizana
vurur. Her şeyi o dengeye getirir. Kitap, kendisine arz edilen şeylerin
doğruluğunu, bâtıllığını ölçüp biçip ortaya koyma makamındadır.
Meselâ bu amel Allah’ın rızasına
uygun bir ameldir, ama şu öyle değildir. Şu Allah’ın razı olduğu sistemdir, ama
bu değildir. Şu kıyafet Allah’ın razı olup istediği kıyafettir, bu Allah’ın
istediği kıyafet değildir. Allah’ın istediği kazanma harcama şöyledir, böyle
değildir. Allah’ın istediği düğün, kazanç, terbiye, çocuk eğitimi, tapınma,
ulviyet, kutsiyet, zikir, takva modeli şöyle olmalıdır, böyle olmamalıdır de-me
yetkisine sahiptir bu kitap.
Rabbimiz bu kitapla ince bir
adalet terazisi indirmiştir. Her şeyin ölçüsünü bu kitap belirleyecektir. Yani
tüm hayat bu kitaba arz edilecek, bu kitabın terazisine konulacak. Bu kitabın
tasdik ettiği, tamamdır, doğrudur, münasiptir dediği doğru olacak, yanlıştır
dedikleri de yanlış olacaktır.
Veya bu mizan ile kastedilen şey, bu
kitabın sosyal hayatta uygulanan ve terazi gibi her şeyi yerli yerine oturtan,
her şeyi en güzel ve en doğru biçimde tartarak hak ve bâtılın, doğru ve
yanlışın, zulüm ve adâletin farkını ortaya koyan, her şeyi ortaya çıkaran şerîat
olduğu söylenmiştir. Yani bu kitabın pratiği anlamına gelen şerîat hayata hakim
oldu mu, her şey dengeye gelecek. Her şey, tüm hayat yerli yerine oturacak. Her
inanç, her düşünce, her anlayış, her amel tartılarak sonucunun ve değerinin ne
olduğu açıkça ortaya dökülecektir.
Onun içindir ki kendi
hayatlarının, kendi düşüncelerinin, kendi anlayışlarının, kendi yasalarının
bâtıllığının, boşluğunun açığa çıkacağından korkanlar, Kur’an’ın ortaya koyduğu
bu mizanın, yâni onun öngördüğü, onun ortaya koyduğu şerîatın uygulanmasına izin
vermi-yorlar. Bu mizanın, bu terazinin açığa konmasına tahammül edemi-yorlar.
Zira Allah’ın koyduğu ve milim şaşmayan bu terazide gerek kendileri, gerekse
kendi yaptıkları sosyal kanunları tartıldığı zaman, onunla mukayese edildiği
zaman kendilerinin de, yaptıkları kanunların da beş para etmediği açığa
çıkacaktır. İşte bundan korkanlar bu terazinin ikâmesine izin vermiyorlar.
Allah’ın sisteminin uygulanmasına imkân tanımıyorlar. Yeryüzünün en küçük bir
bölgesinde, en ufak bir köyünde bile bunun uygulanmasına tahammülleri yoktur
adamların.
Bunlar kesinlikle biliyorlar ki,
yeryüzünün en küçük bir köyünde bile bu şerîat uygulanmaya başladığı zaman tüm
dünyanın ekonomistleri, tüm dünyanın hukukçuları, tüm dünyanın sosyal
bilimcileri bu köye gelerek uygulanan bu sistemin eşsizliğini, mükemmelliğini
görecek ve diğer sistemlerin ve anlayışlarınsa onun yanında hiçbir değer ifade
etmediklerini görecek ve bunu anlayacaklardır. İşte tüm dünya kâfirleri, tüm
dünya müstekbirleri bundan korktukları için, Kur’-an’ın pratiği diyebileceğimiz
bu şerîatın, bu terazinin, bu mizanın hayata hakim olmasını istemiyorlar.
Dünyanın en küçük bir köyünde, en ufak bir kasabasında bile bunun uygulanmaya
başlamasına izin ver-miyorlar. Anlatılmasına izin veriyorlar. Belki tebliğine
müsaade ediyorlar ama uygulanmasına asla. Çünkü uygulanmayan bir sistemin
anlatılması ve insanlar tarafından kabullenmesi de mümkün olmayacaktır. Şu anda
bu mizanın, bu İslâm şerîatının tümüyle uygulandığı örnek olarak
gösterebileceğimiz bir karış toprak yoktur yeryüzünde. Sadece teorik olarak
anlatılanlar vardır ve bir zamanlar bu sistem yaşanmıştır demenin dışında
yapabileceğimiz bir şey de yoktur.
Âyetin devamında da Rabbimiz kendisinin
gönderdiği ölçülere uymayanlar için bakın şöyle buyuruyor:
“Yine bir de Biz demiri indirdik,
demiri yarattık ki onun içinde çok büyük şiddet vardır ve aynı zamanda insanlar
için onda bir menfaat vardır.” Bir de demir yaratmıştır Allah. Bir de demiri
farz kılmış, var kılmıştır Rabbimiz. Hakikaten bizi bu dünyada yaratan Rabbimiz
bizim bu dünyada neye ihtiyacımız varsa, onu da bu dünyada bulundurmuştur.
Herhalde madenler içinde en çok gereksinim duyulan şey demirdir. Bizim
ihtiyaçlarımızı bizden daha iyi bilen Rabbimiz, bu dünyada bolca demir
yaratmıştır. Meselâ bu dünyada bizim en çok muhtaç olduğumuz havayı, suyu çok
yaratmıştır. Bu dünyada en çok bulunan nîmetler bunlardır.
Demirin içinde bir şiddet vardır. Eğer
bu dünyada insanlar bu dünyanın sahibine boyun eğmezlerse, o zaman demir onlar
için bir şiddet, bir ceza unsuru olarak kullanılacaktır. Bıçak olarak, kılıç
olarak, top, tüfek, tank olarak. Ama onda bunun dışında insanlar için başka
menfaatler de vardır. İnsanların bu dünyada rahat bir hayat ya-şamaları için
gerekli olan teknolojik eşyaların yapımı bu demirden olacaktır. İş makineleri bu
demirden yapılacaktır. Bu demiri insanlar kullanacaklar, ondan istifade
edecekler, ama ulaştıkları rahatlıkları ve teknolojik güçleriyle Rabblerine kafa
tutmaya, O’na isyan etmeye kalkıştıkları zaman da bu demir dünyada onları
cezalandırma unsuru olacağı gibi, âhirette de onların başlarını ezecek demirden
tokmaklar olacaktır.
Dünyada peygamberlerin
gönderildikleri hakkın, hakikatin ikâmesinde kullanılacak bir demirden söz
ediliyor. İnsanların yeryüzünde Allah’a kul olmalarına, insanların yeryüzünde
Allah’ın gönderdiği adâleti ve kulluğu uygulamalarına kim engel olmuşsa, işte
orada demir gündeme gelecektir. “Bak böyle yaparsan, demir var ha!”
denilecektir. Öyleyse sûrenin adını aldığı demiri yerinde kullanmamızı isti-yor
Rabbimiz. Bıçağın nerede kullanılması gerektiğinin ölçüsü de yine Allah’tan
olacaktır. Onunla ekmek mi kesilecek, yoksa adam mı kesilecek? Bunu Allah
söyler. Meselâ Dâvûd (as) zırh yaparak demiri kullanmıştır.
Böylece O’na kim yardım eder? O’nun
yardımına kim nail olur? Kendisine, kendi dinine, resullerine kim sahip çıkıp
yardım eder bunu ortaya çıkarmak, açığa çıkarmak için. Görmedikleri halde
peygamberlerinin gıyaben kendilerine verdikleri haberlere iman edip onlara nasıl
yardım edeceklerini ortaya çıkarmak için. Allah elbette güçlüdür, Azîzdir. Yani
Allah öyle etkin ve egemendir ki, nasıl isterse öylece hareket edecek ve yardım
edecektir. Böylece gıyaben kendisine inanan, kendisine ve dinine arka çıkan
insanları ortaya çıkarmıştır Rabbimiz.
Ama sakın ha sakın, bu Allah’ın
sizin yardımınıza muhtaç olduğu, peygamberlerin sizin desteğinize muhtaç olduğu
zehabına götürmesin. Kesinlikle bilesiniz ki Allah Gavî’dir, Azîz’dir. Mutlak
galiptir, yenilmezdir. Kimseye ihtiyacı yoktur O’nun. Sadece kendilerine verilen
bu imkânları kendi dinine, elçilerine destekte mi kullanacaklar, bunu ortaya
çıkarmak içindir bunun sebebi.
26. “Andolsun ki Nuh’u ve İbrahim’i Biz
gönderdik; ikisinin soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik; soylarından
gelenlerin kimi doğru yoldadır, birçoğu da yoldan
çıkmıştır.”
Muhakkak ki Biz daha önce Nuh’u
ve İbrahim’i peygamber olarak gönderdik. Allah bir dönem sapan topluma, vahyin
ışığını kaybeden insanlara Nuh’u elçi olarak göndermiştir, İbrahim’i de.
“Onların soylarından gelenlere de risâlet ve kitap verdik.” Onların soylarından
gelenlerin bir kısmı bu peygamberlere tâbi oldular, bu peygamberleri ve onlara
gönderdiğimiz kitapları rehber kabul edip hidâyete ulaştılar, bir çoğu da yoldan
çıkmışlardır. Allah’ın kendilerinin hidâyeti için gönderdiği bu peygamberler ve
kitaplarla kimileri yol buldu, “tamam ya Rabb” dediler, cennet yolunda olmayı
bildiler, kimileri de fâsıklar olarak yoldan saptılar. İnsanların pek çoğu bu
elçilerimize ve kitaplarımıza inanmıyorlar. Bundan sonraki âyette bu
peygamberler silsilenin devamını anlatacak Rabbimiz:
27. “Onların izleri üzerinden
peygamberlerimizi art arda gönderdik; Meryem oğlu Îsâ’yı da artlarından
gönderdik ve ona İncil’i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet
duyguları koyduk; üzerlerine Bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerinin güya
Allah’ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları rahbaniyete bile gereği gibi
riâyet etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik; ama çoğu
yoldan çıkmışlardır.”
“Onların izleri üzerinde, onların
soylarından art arda, peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’yı da
artlarından gönderdik. Îsâ’ya incili verdik.” Daha sonraları aslı esası bozulan,
şu anda orijinali hayatta olmayan İncil. Onu izleyenlerin kalplerine bir şefkat
ve merhamet koyduk. Demek ki İncil ile beraberlik, Allah’ın kitabıyla diyalog,
kalpte şefkat ve merhamet meydana getirirmiş. Sizler ey Kur’-an’la beraber
olduğunu iddia edenler, ne kadar şefkat ve merhamet sahibisiniz? Onların
kalplerine bir ince ruhluluk koyduk.
Kendilerinin bir bid’at olarak
ortaya çıkarıp ihdas ettikleri ruhbanlığa gelince Biz onlara ruhbanlığı farz
kılmamıştık, öngörmemiştik de onlar bunu kendi kendilerince çıkardılar. Yani bu
bir emir değildi. İnsanlar dilerlerse onu kullanabileceklerdi. Herkesin ruhban
olması istenmeyecekti. Kimileri ruhban olabilecek, kimileri onun dışında
olabilecekti.
Lâkin onlar bunu
bid’atleştirdiler. Özünü bozdular, içini boşalttılar. Yeni bir şekil
kazandırdılar ona. Allah’ın istediğinin, dediğinin dışına taşırdılar. Bakın
Allah buyuruyor ki, “Biz onlara bunu yazmamıştık. Ancak Allah’ın rızasını
emretmiştik. Onu talep etmelerinin yollarını göstermiştik. Ama bu adamlar bunu
onunla Allah’ın rızasını kazanabilmek için kendileri uydurdular. Böylece
Allah’ın rızasını kazanırız” dediler. “Allah’ı bununla razı edebiliriz. Allah’ın
rızasını kazanma konusunda bunun dışında bize yol kalmamıştır” diyerek bunu
kendilerine farz ettiler. Kendilerini buna mecbur ettiler.
Ruhbaniyet, ruhbanlık, rahabe fiilinden
gelir ki Allah’tan, Allah’ın hesabından, sorgulamasından, âhiretten korkmak
anlamına gelir. İşte bu korkunun gereği olarak ta kişinin kendisini insanlardan,
toplumdan tecrit ederek, kendisini sosyal hayattan soyutlayarak, bir kısım dünya
nîmetlerinden vazgeçerek, zevklerinden uzaklaşarak bir kenara, dağ başlarına,
manastırlara çekilerek münzevi bir hayat yaşamasının adıdır.
Rasulullah Efendimizin
beyanlarına göre Hristiyanların hayatında bu ruhbanlık, mubahtı. Tevrat’ta
olduğu gibi kişi bir kenara çekilip dinini yaşayabilirdi. Ama Hristiyanlar
Allah’ın kendilerine mübah kıldığı bu ruhbanlığı bozdular, gâyesinden
saptırdılar. Allah onu kendilerine farz kılmadığı halde öyle büyük bir ehemmiyet
yüklediler ki, sanki farzmış gibi değer verdiler. Ama sonradan kendi verdikleri
bu değere kendileri de riâyet edemediler.
Sonunda akla hayale gelmeyecek
nice tavırlar ortaya çıkardılar. Kendi kendilerine onu bayraklaştırdılar ama
kendi takdir ettikleri gibi ona riâyet de edemediler. “Biz ruhban olmak
zorundayız” dediler, ama olamadılar. Ancak Allah’ın dediği gibi olsalar olurdu.
Keşke zorlanınca vazgeçselerdi. Üç sene evlenmeden durabildilerse, dördüncü sene
vazgeçiverselerdi. Ölünceye kadar zorunlulukları yoktu. Veya becerebilenler,
sabredebilenler evlenmeseydi de, beceremeyenler evlenseydi. Rahibelere böylece
zulmetmeselerdi. Sonra şu günah duvarlarının önünde işledikleri olmasaydı.
Söylediklerini kendileri de duymamış olsalardı. Böylece Allah’ın kendilerine
söylemediklerini söylenmiş kabul etmelerinden dolayı bir acziyet sonucunda
tattıkları bu rezilliklerini tatmamış olsalardı.
Halbuki nelerine gerekti ki, onsuz
olmaz diye kendi kendilerine bir ruhbanlık icat etmişlerdi? Hâşâ Allah’ı razı
etme yollarını onlar Allah’tan daha mı iyi biliyorlardı? Allah bundan razıdır
derken neye dayanıyorlardı? Neydi bu adamların anlamaya çalıştıkları? Neydi
dertleri? Sonunda kaybedenler, aldananlar, yorulanlar onlar olmadı mı?
Peki biz ne anlayacağız bundan? Bize ne
diyor bu âyet? Allah bunu bize niye haber veriyor? Ya da bu âyet bizim
kitabımızda niye var? Bize ne bu Hristiyanların böyle yaptıklarından? Onlarla
alâkalı lüks bir tarihî bilgi mi aktarıyor Rabbimiz bize? Hayır hayır, bu âyet
bize şunu anlatıyor: “Ey bu kitabın muhatabı olan müslümanlar! Dikkat edin!
Hayat programınızda sorumluluklarınızın alanını da, birimlerinizi de Allah
ayarlamalı! Allah belirlemelidir! Sizler kendinizi bu konuda yetkili
zannetmeyin! Allah ne demişse, nasıl demişse o kadar! Onun belirlediği sınırları
aşmayın! Kraldan fazla kralcılık yoktur. Yani hayatınızın kurallarını koyma
konusunda sizler değil Allah yetkilidir. Öyley-se ey kendi hayatlarına kendileri
kural koymaya çalışanlar, bu işten vazgeçin!” Bir başka deyişle: “Ey kendi
kendisinin Rabbliğine soyunanlar! Bu işten vazgeçin! Bu sevdadan vazgeçin!
Değilse eğer sizler de onlar gibi Rabbinizi diskalifiye ederek kendi hayatınıza
kurallar koymaya kalkışırsanız, onlardan daha rezil olursunuz.”
Hangi konularda meselâ? Ev, bark
konusunda. Bir bakın evlerinize... Peygamber ne kadar sade ve rahat yaşıyorken,
sizler ne haldesiniz? Ne durumdasınız? Nasıl zorluklara, nasıl meşakkatlere
sokmuşsunuz kendinizi bir bakın? Düğünleriniz, evlenmeleriniz konusunda mı?
Allah’ın isteyip de elçisinin hayatında, pratikte gösterdiği kolaylıkla
sizinkiler aynı mı? Ona göre ne kadar külfete sokmuşsunuz kendinizi değil mi?
İkramlarınız, kazanmalarınız, harcamalarınız konusunda kendi başınıza büyük
büyük dertler açıp, sıkıntılara giriftar olmamış mısınız?
Veya meselâ şu anda ihtiyaç
dediğimiz, onsuz olmaz dediğimiz şeyler acaba gerçekten ihtiyaç mıydı da
kendimizi onların zebunu yaparak sıkıntılara soktuk? Şu onsuz olmaz dediğimiz,
hayatımıza kendi ellerimizle diktiğimiz âdetlerimiz, örflerimiz
yönetmeliklerimiz bizi perişan etmiyor mu? Nice alışkanlıklarımızla sonunda
kendi kendimizi çaresizlikler içine atmadık mı? Müslümanlık budur diye, Allah
bu-nu istiyor diye, insanlar olmadık şeylerle başlarına belâlar satın
almı-yorlar mı? Meselâ kitaptan önce, kitabı okumadan önce kitaplıkları dert
edinmiyorlar mı? Aman efendim, çok kitaplarımız olsun, ilim yapacağız. Aman
efendim, büyük evlerimiz olsun, sohbetler yaparız. Çok çok paramız olsun, hizmet
eder, kulluk yaparız diyerek kendi kendilerini sıkıntılara sokmuyorlar mı? Yani
birilerine bir şeyler anlatacaklar da yer mi bulamadılar? Allah’ın arzı geniş
değil mi? Okuyacaklar da kitap mı bulamadılar? Kulluk yapacaklar da imkân mı
bulamadılar? Allah’ın bizi sorumlu tutmadığı şeylerle niye boğuyoruz kendimizi?
Vazgeçelim bu sevdalardan da,
Allah bizi neyle sorumlu tut-muşsa, bize hangi sorumluluklar yüklemişse onların
peşinde olalım, değilse kesinlikle bilelim ki çekemeyeceğiz. Unutmayalım ki,
Allah bir kişinin cebindeki parası kadar ona yük yüklemektedir. Fakir birisi,
zengin birisinin sorumluluğunu yüklenirse ezilmez mi bunun altında? Kendi
çocuklarının eğitimiyle sorumluluğunu unutup, pek çok çocuğun eğitimiyle
kendisini sorumlu hisseden kişi ezilmez mi bunun altında? Öyleyse
sorumluluklarımızı Allah belirlesin.
Bizler de şu anda kimi şeyleri
bayraklaştırıyoruz. Meselâ kitabımızın kimi âyetlerini, kimi hükümlerini
bayraklaştırıp ön plana çıkarmaya çalışıyoruz. Kimi Müslümanlar cumayı, kimileri
devleti bayraklaştırıyorlar. Kimileri Dâr’ul Harp konusunu, kimileri cihad,
kimileri cemaat, kimileri biat konusunu bayraklaştırıyorlar. Ön plana
çıkardıkları bu konulara sonunda kendileri de riayet edemiyorlar. Sonunda
iddialarını yemek zorunda kalıyorlar. Kitabın tüm âyetleri aynı değere sahip
olduğu halde, onlardan kimilerini ön plana alıyor, ötekilerden farklı değer
veriyorlar. Ama maalesef sonra da kendi verdikleri değere kendileri de riâyet
edemiyorlar.
Buradan anlıyoruz ki Allah’ın rızası
ancak O’nun istediği şekilde, O’nun belirlediği yollarla kazanılabilir. Değilse
insanlar Allah yasalarını bir tarafa bırakarak kendi kafalarından bir kısım
ibadet şekilleri, bir kısım ilke ve prensipler belirleyerek onlarla Allah’ın
rızasını asla kazanamazlar.
“Ümmül mü’minin Ümm-i Abdillah Aişe-i
Sıddıka (r.a) dan: Demiştir ki, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Hazretleri şöyle
buyurdu: “Her kim bizim işimizin (Yani dini-mizin) içinde ondan olmayan bir şeyi
ona sokar (veya ortaya çıkarırsa) o merduttur.”
Hadisi
Buhâri ve Müslim birlikte rivâyet etmişlerdir. Müslim’in bir başka rivâyetiyse
şöyledir:
“Her
kim bu dinimize uygun olmayan bir amel ya-parsa o ameli merduttur, kabul
edilmez”
(Buhâri,
Kitabu’L Buyu 3/24)
(Müslim, Kitabu’L Ekdiye
3/1343)
(Ebu Dâvud, Kitabu’s Sünne
4/280)
Allah’ın Resûlü buyuru ki kim ki bizim
işimizden, bizim dinimiz-den olmayan bir şeyi ortaya çıkarırsa o merduttur,
reddedilir. Bundan anlıyoruz ve inanıyoruz ki dinde söz sahibi Allah ve
Resûlüdür.
Ve
yine anlıyoruz ve inanıyoruz ki din tamamlanmış ve kemale erdirilmiştir. Onun
eksiği ve fazlalığı yoktur. Rasûlullah efendimizin hayatında din tamamlanmıştır
ve artık ondan sonra bu dine ne ilave ne de çıkarımlar kabul edilmeyecektir.
Mâide sûresinde de Rabbimiz bu hususu ortaya koymuştur:
“Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize
olan ni-metimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmîyet'i
beğendim.”
(Mâide
3)
Evet âyetten ve hadisten öğreniyoruz ki
din tamamlanmıştır. Ve yine anlıyor ve iman ediyoruz ki insanlar bu dini yaşama
konusunda mutlak sûrette Allah ve Resûlüne müracaat etmek zorundadırlar.
Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine müracaat etmeden bu dine girmek de bu
dini yaşamak da mümkün değildir. Allah’ın istediği bir kulluğu yaşamanın ve
sonunda aksal gayemiz olan cennete rızaya ulaşmanın yolu Allah’ın kitabına ve
Resûlünün sünnetine uygun amel işlemekten geçer.
İşte bu din konusunda inanç olarak amel
olarak dinde olmayan, dinin aslı olan kitap ve sünnette olmayan bir şey icat ve
icra etmek bid’attir ve merduttur. Kitap ve sünnetin demediği her türlü inanç,
ibâdet, fikir ve hareketlerin tümü uydurmadır.
Dinin tümünü Allah’ın Resûlü yaşadığı
için bu dinin tümüne birden sünnet diyebiliriz. Rasûlullah’ın bizzat yaptığı,
söz olarak söylediği yahut da yapılıp söylenmesine izin verdiği şeylerin tümüne
birden sünnet diyoruz. Yalnız bu anlamıyla sünnet din manasına kullanılmıştır.
Yoksa öğle namazının sünneti ya da çocuklarımızı sünnet ettirme manasında
anlaşılmamalıdır.
İşte dinin tümü manasına kullanılan bu
sünnet kabul ve ret açısından, iman ve inkar açısından ikiye ayrılır. Bir başka
ifadeyle zaman ve miktarları belli olup olmaması açısından ikiye
ayrılır.
a: Vâcipler,
b: Nâfileler.
Vâcipler; mutlak sûrette yapılacak
olanlardır. Yani yapılması ve yapılmaması kesin olanlardır. Meselâ namaz mutlaka
kılınmalıdır. İçki mutlaka içilmeyecektir. Zekât mutlaka verilecek, faiz mutlaka
terk edilecektir. İşte bu konuda değişiklik mutlak sûrette küfürdür. Çünkü
miktarları ve zamanları bellidir bunların. Meselâ Ramazan orucu Ramazan ayında
ve miktarınca tutulmalıdır. Zamanı ve miktarı belli olan bu ibâdetin zamanını
değiştirip bir başka aya aktarmak veya miktarını değiştirmek
küfürdür.
Nâfilelere gelince bunlar zaman ve
miktarları Allah tarafından belirlenmemiş Allah ve Resûlü tarafından serbest
bırakılmış din bölümüdür. Yani zaman ve miktarları Allah ve Resûlü tarafından
belirlenmemiş ve yapabildiğimiz kadar yapmamız istenen bölümler. Meselâ zekâtın
dışında infak edin denmiş ama zaman ve miktarı belirtilmemiştir, yapabildiğiniz
kadar infak edin denmiştir. Veya farz namazların dışında nâfile kılın ama
yapabildiğiniz kadar. Zaman ve miktarı belirtilmemiştir. Allah’ı zikredin,
Allah’ı tesbih edin, istiğfarda bulunun, kitap ve sünnetle ilgilenin ama
yapabildiğiniz kadar denmiş zaman ve miktarları belli edilmemiştir. İşte zaman
ve miktarları Allah tarafından belirlenmemiş bu nâfileleri de ikiye
ayırıyoruz.
a: Ya ibâdâtla ilgilidir
bunlar,
b: Yahut da edeple
ilgilidir.
Edeple ilgili olanlar Rasûlullah
Efendimizin vaktini, miktarını ve şeklini kesin olarak tespit etmediği edep ve
davranışlarla ilgili sünnetlerdir. Meselâ sabah kalkınca ne yiyeceğiz? Şekli
adedi ve zamanı kesinlikle tespit edilmiş olan sabah namazının aksine sabah
yemeği hususunda geniş alanlı bir emir verilmiştir. Yani sabah yemeğinde içki
olmamalı israf olmamalı ama bu geniş çerçeve içinde helâl olanlardan şunun ya da
bunun yenilmesi bid’at değil caizdir. Veya meselâ elle yenecek yerde çatalla,
kaşıkla yemek veya oturarak yenilecek yerde masada yemek edebe müteallik bir
mesele olduğu için bid’at değil belki edepsizliktir, edebe mugayir bir
harekettir diyoruz. Meselâ ilmî ve teknik buluşlar, daha önce olmayan,
Rasûlullah döneminde bulunmayan uçak gibi, tren gibi, arabaya binmek gibi bir
takım teknik ve sınai gelişmeler bid’at değildir belki edepsizliktir. Yani
Allah’ın Resûlü uçağa binmedi şimdi biz binersek buna bidat değil belki edebe
mugayir bir iş diyebiliriz. Çünkü bunun ibâdetle her hangi bir ilgisi yoktur
yani.
Nâfilelerin ibâdâtla ilgili olanlara
gelince işte bid’at buradadır. Bid’at işte burada söz konusudur. Din adına,
kulluk adına, ibâdet adına Rasûlullah’tan sonra meydana gelen tüm noksanlık veya
fazlalıkların adına bidat denir. Zira din adına bir hüküm koymak ancak Allah ve
Resûlüne aittir. Din konusunda şârî Allah ve Resûlüdür. Onun içindir ki din
konusunda bir başkasının her hangi bir ibâdet yolu geliştirip ihdas etmesine
ihtiyaç yoktur. Az evvel de ifade ettiğim gibi Allah’ın bizi serbest bıraktığı
zaman ve miktarını belirlemediği nâfilelerin ibâdet bölümüyle alâkalı kim yeni
bir şey ihdas eder veya nâfilelerle ilgili zaman ve miktar belirlemeye
kalkışırsa işte bu bid’attir ve haramdır. Çünkü ibâdetler konusunda şârî Allah
ve Resûlüdür. Allah ve Resûlünün zaman ve miktarı konusunda bir şey
buyurmadıkları bir konuda meselâ günde şu kadar la İlâhe illallah diyeceksin, şu
kadar estağfirullah diyeceksin, şu kadar şunu okuyacaksın gibi zaman ve miktar
belirleme bi’dattir ve bunu kişi din kabul eder, ibâdet kabul eder, yapmadığım
zaman benim eksiktir inancıyla yaparsa o da bunu kendisine emredeni din vâzıı
kabul etmiş bir bid’atçi olmaktan kendisini asla
kurtaramaz.
Bakın burada daha dün okuduğum
Dârimî’nin Süneninden bir rivâyet nakledeyim. Ebu Musa El- Eş’arî (r.a.) Hz.
derki bir gün Abdullah İbni Mes’ud’un yanına uğradım. Kendisine dedim ki: Ey Ebu
Ab-durrahman! Biraz önce uğradığım mescitte çok yadırgadığım bir durum gördüm.
İbni Mes’ud bana: Hayrola nedir o? dedi. Ben de ona dedim ki yaşarsan biraz
sonra sen de göreceksin dedim ve kendisine gördüklerimi şöylece anlattım: Az
evvel mescitte halkalar halinde oturmuş oldukları halde namazı bekleyen bir
topluluk gördüm. Her halkada idareci bir adam ve halkadakilerin ellerinde de
çakıl taşları vardı. Halkanın başındaki idareci onlara: “Yüz kere Allahu Ekber
deyin!” di-yor, onlar da yüz defa Allahu Ekber diyorlardı. Yüz defa la İlâhe
illallah deyin diyordu onlar da yüz defa la İlâhe illallah diyorlar. Yüz defa
Sübhanallah deyin diyor onlar da yüz defa Sübhanallah diyorlardı de-dim. İbni
Mes’ud bana dedi ki: Peki sen onlara ne dedin? Ben dedim ki senin görüşünü
bekleyerek veya senin emrini bekleyerek onlara bir şey demedim dedim. İbni
Mes’ud dedi ki: “Onlara kendi kötülüklerini sayıp hesap etmelerini ve böylece
yaptıklarının kendilerinden hiçbir şey eksilmeyeceği konusunda garanti
verseydin” dedi. Ve sonra hemen kalkıp mescide geldik. İbni Mes’ud o halkalardan
birisinin başında durdu ve şöyle buyurdu: “Bu yaptığınızı gördüğüm şey de neyin
nesidir?” dedi. Dediler ki: “Ey Eba Abdirrahman! Bunlar çakıl taşları. Biz
onlarla Allahu Ekber, la İlâhe illallah deyişlerimizi sayıyoruz.” Bunun üzerine
İbni Mes’ud onlara dedi ki: “Yazıklar olsun size ey Ümmet-i Muhammed!
Rasûlullah’ın ashabı hâlâ içinizde bolca bulunmaktadır! Sizler böyle ne çabuk
helak oldunuz? İşte Rasûlullah’ın elbiseleri henüz eskimemiş! Kapları henüz
kırılmamış! Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler kesinlikle ya
Muhammed aleyhisselâ-m’ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz veya
kesinlikle dinde bir sapıklık kapısı açmaktasınız.” deyince onlar dediler ki:
“Vallahi ey Eba Abdirrahman, biz bu yaptıklarımızla başka değil sadece hayrı
elde etmeyi murad etmiştik.” O da onların bu cevaplarına karşılık şöyle buyurdu:
“Hayrı elde etmek isteyen niceleri vardır ki onu hiç elde edemeyeceklerdir. Zira
din Rasûlullah’ın ortaya koyduğu dindir. Kimsenin onda olmayan bir şeyi ihdas
etmeye de çıkarmaya da hakkı yoktur. Sizler bid’atçilerin da kendilerisiniz”
diyerek onlardan yüz çevirdi. Hadiseyi bize anlatan râvi diyor ki vallahi bu
halkalardaki bid’at-çilerin tamamını “Ennehrevan” olayında Haricilerin yanında
bize karşı savaşırken gördüm der.
(Sünen-i Dârimî
1/281)
Evet demek ki nâfilelerin ibâdetle
ilgili bölümü konusunda din belirlemeye kalkışmak ya da zaman ve miktar
belirlemeye kalkışmak bid’attir.
Bakın yine aynı eserde Ebu Ya’lâ haber
verip dedi ki, bize El-A’meş Habibden, o da Ebu Abdurrahmandan naklen rivâyet
etti ki o şöyle dedi: Ey Allah’ın kulları! Sünnete uyunuz, bid’atlerden
sakınınız. Zira dinde uyulması gereken şeylerin tamamının tespiti sizin adınıza
yapılmıştır buyurdu.
(a.g.e: 1/284)
Veya meselâ din adına, kulluk adına,
dindarlık olsun diye bazı mubah ve helâlleri tek etmek dini bir amel özelliği
taşıdığından bid’-attir. Ama harama düşmemek için bazı şüphelilerden kaçınmak
bid’at değildir. Bunlar ehl-i takvanın özellikleridir. Ancak caiz ve helâl olan
bir şeyi dindarlık olsun diye tek eden kişi şârîi Teâlâya karşı geliyor demektir
ki bu bid’at ve sapıklıktır. Meselâ dindarlık olsun diye geceleri uyumayı,
gündüzleri yiyip içmeyi veya evlenmeyi tek etmek de bid’attir. Bu konuda
Rasûlullah efendimizin men edici hadisleri vardır. Ama tedeyyün yani dindarlık
niyetiyle olmayan terkler bid’at değildir belki emre muhalefettir. Eğer vacibe
muhalefet edilmişse günah işlenmiş olur. Mubahlara muhalefet edilmişse bir günah
işlenmiş olmaz.
Peki acaba bid’atlere yönelen kişi ne
adına bu işi yapıyor? Dindarlık adınaysa buna gerek yoktur. Çünkü şeriata tazim
şeriat esaslarının meşru bir şekilde uygulanmasıyla mümkündür. Şeriata fazlalık
ya da ondan eksiltmekle şeriata saygı mümkün değildir. Bakın Kasas sûresinde
Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah'tan bir yol gösterici olmadan
hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah zâlim milleti şüphesiz ki doğru
yola eriştirmez.”
(Kasas
50)
Allah’ın Resûlü de bu hususu anlatırken
bir başka hadislerinde şöyle buyurur:
“Sizden hiç biriniz arzuları benim
getirdiğim dine uymadıkça müslüman olamazsınız.”
(İmam
Nevevî, Hadis-i Erbain 41 nolu hadis)
Evet bu âyet ve hadislerden anlıyoruz
ki bid’at kitap ve sünnete karşı gelişi özelliğiyle sırat-ı müstakimden
sapmadır. Zira bid’at tam ve kamil olan İslâm şeriatında noksanlık veya fazlalık
iddiası taşımaktadır. Ya da başka bir ifadeyle bid’at kanun koyuculukta, şârîlik
konusunda iddia sahibi olmaktır. Şeriatı eksik ya da fazla kabul ederek ve-ya
şeriatı beğenmeyerek şeriat koyuculuğu iddiası taşımaktadır. Tamam dini Allah
bilir ama biz de biliriz demektir ki bunu bilerek yapan kişinin küfrüne
hükmedilir.
Bid’atte aşırılık söz konusudur.
Kraldan fazla kralcılık söz konusudur. Dinde aşırı giderek şer-i şerifin
yetindiğiyle yetinmemek ve onu azımsamak gibi bir mana yatmaktadır bunun
altında. Bir başka deyişle müslümanlıktan fazla müslümanlık iddiası yatmaktadır
bid’at-lerin altında. Bu kişiyi hem yorar hem de sonunda dinden uzaklaştırır.
Ebu Kılabe (r.a) anlatıyor: Öldüğü ana
kadar sürekli oruç tutmuş olan annesinin cenaze namazını kıldırması için bir
adam Rasû-lullah efendimize müracaatta bulundu. Allah’ın Resûlü böyle sürekli
oruç tutan birisi ne oruç tutmuştur ne de iftar etmiştir buyurarak oradan
uzaklaştı ve cenaze namazını kıldırmadı.
(Musannef 9/212)
Buhâri ve Müslim’in rivâyet ettiği bir
hadislerinde yine Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Sürekli oruç tutan kişi hiç oruç
tutmamıştır”
(Buhâri,
savm 57, Müslim, savm 186)
Yılın tümünü oruçlu geçiren kimse hiç
oruç tutmamıştır. Üç aylar diye bizim toplumun tutmaya çalıştığı oruç da
sünnette yeri olmayan bir şeydir. Rasûlullah efendimizin bir başka hadislerinden
öğreniyoruz ki “Savm-ı Dâvud”
diye
tesmiye edilen bir gün tutmak, bir gün yemek türünde senenin yarısını oruçlu
geçirmenin dışında oruç yoktur. Çünkü dinde aslolan prensiptir. Ne fazlalık ne
eksiklik yapmadan dinin prensiplerine uymak dindir. Şeriata saygı şer’i olanı
yapmakla mümkündür. Şeriata tebeiyyet sınırlarını kitap ve sünnetin belirlediği
sırat-ı müstakimde olmaktır. Hiç kimse dinin sınırlarını ayarlama hakkına sahip
değildir. Hiç kimse kafasına göre müslüman olma yetkisine sahip değildir. Aksi
halde sapıklık yolu açılmış olur. Herkes kendi kafasından bir din ihdas ederse
din ortadan kalkar ve her şey birbirine karışır. Kimsenin buna hakkı
yoktur.
Bakın Rabbimiz bu hususu anlatırken
Âl-i İmrân sûresinde şöyle buyurur:
“Kim İslâmîyet'ten başka bir dine
yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, âhirette de
kaybedenlerdendir.”
(Âl-i
İmrân 85)
Ama şeriatın belirlediklerini şeriatın
belirlediği biçimde yaşayanlar da mutlak sûrette cennete gideceklerdir. Bakın
Buhâri’nin Kita-bu’l İman bölümünde anlattığı bir olay vardır. Sahâbeden Talha
Bin Ubeydullah efendimizin anlattığına göre bir gün Necd ülkesinden Re-sûlullah
Efendimizin huzuruna saçı sakalı ağarmış ve bir birine karışmış bir adam geldi
ve Allah’ın Resûlüne İslâm’ın ne olduğunu sordu. Allah’ın Resûlü
ona:
“Bir
gün ve gecede beş vakit namaz” buyurdu.
Bunun üzerine adam dedi ki ey Allah’ın Resûlü bundan başka yapmam gereken bir
şey var mıdır? dedi. Allah’ın Resûlü: “Hayır, ancak kendiliğinden
kılman müstesnadır” buyurdu.
Sonra Allah’ın Resûlü: “Ramazan orucunu tutmandır”
buyurdu.
Adam: Peki bundan başka tutacağım oruç var mıdır? dedi. Rasûlullah: “Hayır, ancak kendiliğinden
ibâdet kastıyla tutacakların müstesnadır” buyurdu. Daha
sonra Allah’ın Resûlü zekâtı söyledi. Adam: Tamam onu da anladım, bunun dışında
malımdan vereceğim bir şey var mı dedi. Rasûlullah: “Hayır ancak kendiliğinden
yapacağın yardımlar müstesnadır” buyurdu.
Bundan sonra adam dönüp gitti. Giderken de şöyle diyordu: Vallahi bu
öğrendiklerimden ne fazla yaparım ne de noksan. Bunu duyan Allah’ın Resûlü
de: “Eğer doğru söylediyse bu adam
kurtuldu” buyurdu.
(Buhâri,
Kitabu’l iman, 1/17) (Müslim, K.iman 1/40)
Evet ne fazlalık ne eksiklik, önemli
olan şeriatın belirlediği sınırlara riâyet etmektir.
Abdullah İbni Abbas efendimiz diyor ki:
Bir gün Allah’ın Resûlü ashabıyla birlikte otururken yakıcı güneşin altında
ayakta duran bir adam gördü. Bu adam böyle ne yapıyor diye çevresindekilere
sorunca dediler ki: Ey Allah’ın Resûlü bu adam İsrail isimli bir şahıstır.
Dindarlık olsun diye oturmamayı, gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve oruç tutmayı
kendisine nezir etmiştir dediler. Bunu duyan Allah’ın Resûlü buyurdular
ki:
“Söyleyin ona, konuşsun, gölgeye
çekilsin, otursun ve orucunu devam ettirsin”
(Buhâri,
K. Eyman 7/234)
Yine Müslim’in rivâyetinde Hz. Ayşe
annemizden Resûlullah’ın günlük ve gecelik ibâdetlerini sorup öğrendikten sonra
kendilerine gece uykusunu haram kılan, sürekli gündüz orucunu ve evlenmemeyi
nezreden kimseleri Allah’ın Resûlünün bundan men ettiğini
biliyoruz.
(Müslim, K. Nikâh
2/1020)
Meselâ bir şey yapıyoruz. Bakıyoruz ki
yaptığımız bu işi Rasû-lullah yapmamış, sahâbe-i kiram efendilerimiz de
yapmamış. Efendim ben bunu fazladan yapıyorum. Fazladan yapmak kötümü yani?
Zamanım ki var yaparım demek lüzumsuzluktur. Çünkü şeriatın kâfi gör-düğünü kâfi
görmeyen kişi mübtedidir, şeriata tabi olmuş birisi değildir. Şeriatın
getirdiğiyle tatmin olmamak daha ileriki safhalarda haramı helâl helâlı da haram
görme gibi bir neticeye götürür insanı ki bu da küfrün da kendisidir.
Nedense bizde haramı helâl sayan
kişinin küfrüne hükmedilir de helâlı durup dururken haram saymaya kalkan kişinin
küfrüne hükmedilmez. Halbuki İbni Abbas efendimizden rivâyet edildiğine göre
helâlleri haram sayan kişi de aynen haramları helâl kabul eden gibidir. Belki
bazıları az evvel de ifade ettiğim gibi takva sebebiyle ya da haramlara düşmeme
sebebiyle bazı mubahları bazı helâlleri tek edebilir, ama bu onları haram kabul
etme adına olursa küfürdür.
Şunu unutmayalım ki ihdas edilen her
bir bid’at bir sünnetin yok olması yok edilmesi anlamına gelmektedir. Bunun
tehlikesine dikkat çeken İbni Mes’ud efendimiz buyurur ki:
“Nebinizin sünnetini tek ettiniz mi kaydınız
gitti de-mektir.”
(Ebu
Dâvud, salât 46)
Onun içindir ki bid’atle amel sünneti
tek etmekten daha teh-likelidir.
Ama biliyoruz ki bid’atler sadece
ibâdetler konusunda olmamıştır. Kur’an ve sünnetle tespit edilmiş iman esasları
üzerinde, itikad esasları üzerinde de bid’atler zuhur etmiştir. İtikatta,
inançta ortaya çıkan Kur’an ve sünnet dışı tüm anlayışlar kesinlikle bid’attir
ve daha önce de söylemeye çalıştığım gibi bu tür bid’atler kesinlikle küfürdür.
İnsanın insana, insanın kendi kendisine tapınması anlamına gelen Demokrasi gibi,
hayatı parçalayıp hayatın bazı birimlerine Allah’ı bazı bölümlerine de Allah’tan
başkalarını karıştırma anlamına gelen laiklik gibi, dünya ve âhiretin ayrılığı
gibi, din işleriyle dünya işlerinin ayrılığı gibi tüm inanışlar da bidattir ve
küfürdür.
İbâdetlerdeki bid’atler, sapıklıklar
öncekilerden yani itikad konusundaki bid’atlerden bir derece hafif olmakla
beraber özellikle mü-ekked sünnetlerle çatışmaları halinde münker ve sapıklık
hükmüne girmektedir.
Kimileri bid’at-ı hasene bid’at-ı
seyyie, yani güzel bid’at çirkin bid’atler diye bid’atleri ikiye ayırmaya
çalışmışlarsa da bid’atın iyisi kötüsü olmaz. Dinde olmayıp da sonradan din
adına ortaya çıkan her şey, her uygulama o konuda hayata yön veren bir sünneti
ortadan kaldırdığı için merduttur.
Aynı şekilde bid’atleri bilmeden yapmak
mazeret sebebi değildir. Çünkü müslümanım diyen kişinin dinini, dininin pratiği
olan sünneti bilmek tanımak zorundadır. Tabi bid’atleri din zannedip onları
uygulamaya çalışanların yanında o bid’atleri ihdas edip ortaya atanların
cezaları çok daha büyüktür.
Tüm müslümanların bid’atlerle mücadele
etmeleri dinin emridir. Bid’atlerle mücadele gerçekten çok zorlu bir
mücadeledir. Bu konuda en büyük görev şüphesiz ki âlimlere düşmektedir. Zaten
bid’at-lerin yayılmasında en büyük yardımcı faktör âlimlerin yaptıklarının
sözlerine uymaması, inançlarıyla hayatlarının farklı olmasıdır. Bu da cahillerin
yanılmalarına sebep olmaktadır. Âlimlerin hayatlarında gördükleri bozuklukları
din zanneden insanlar da onlara sarılmakta ve böylece dinde olmayan bid’atler
süratlice yayılma imkânı bulmaktadır. Ya da din dışı yorumlara, din dışı
uygulamalara bilenlerin ses çıkarmamaları, bid’atlere göz yummaları bid’atlerin
yayılmasına sebep olmaktadır. Halbuki bid’atlere müsamaha etmek kötülüğün güzel
görülmesine, bid’atlerin sevapmış gibi yapılmasına ve sapıklıkların dev
adımlarla artmasına sebep olmaktadır. Onun için âlimlerin bu konuda veballeri
çok büyüktür.
Bilenlerden pek çoğunun bid’atler
karşısında susup onlardan çok azının bid’atlerin üzerine gitmesi bu konudaki
mücadeleyi etkisiz hale getirecektir. Meselâ bir adamda bir davranış görülür.
Din konusunda bilgi sahibi olmayan, kitap ve sünneti tanımayan insanlar,
dinlerini kaynaklarından öğrenmeye yanaşmadıkları için hep akılları birilerinin
cebinde olan insanlar: Eğer bu dinde olmasaydı elbette bunu hoca efendi
yapmazdı. Eğer bunda bir hikmet olmasaydı şeyh efendi böyle buyurmazdı. Eğer
bunu yapmak hak olmasaydı filan zat bunu yapmazdı diyecek insanlar ve ona
sahipleneceklerdir. Bilenlerden bir kaçı bunun bir bid’at olduğunu ortaya
koyunca da: Sen de kim oluyorsun ki bunun bid’at olduğunu söylüyorsun? Biz
büyüklerimizden böyle gördük, diyerek insanlar sünnete göstermeleri gereken
bağlılığı bidatlere göstermeye kalkışacaklar. Sanki dinlerini savunuyorlarmış
gibi peygamberlerinin uygulamalarına sarılıyorlarmış gibi din dışı bir
uygulamayı savunmaya çalışacaklardır. Ama buna rağmen yine de bilenler
bid’atlerle mücadelelerini sürdürmek zorundadırlar. Çünkü bakın Tirmizî’deki bir
hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Bid’atlere dalmış bir toplum içinde sünnet
taraftarları tıpkı garipler gibidirler. Garipler; insanların tek ederek veya
değiştirerek öldürdükleri sünnetleri ihya eden
kimselerdir”
(Tirmizî,
İman 13)
Tabii bid’atler din konusunda olduğu
için ziyadesiyle bid’atleri mescidlerde, ibâdethanelerde görmek mümkün
olacaktır.
Şatıbi
El’İ’tisa m
isimli eserinde derki: Allah’ın mescidlerinde söndürmeye gücümün yetmeyeceği bir
yangını görmem bence orada düzeltmeye gücümün yetmeyeceği bid’atleri görmemden
çok daha iyidir. Yani diyor ki bir mescidin yanıp kül olması o mescidlerin
bidatlere sahne olmasından daha hayırlıdır. Evet bugün maalesef mescid-lerimiz
bid’atlerin istilası altındadır.
Rabbim bu ümmete basîret versin. Bu
ümmete dinleriyle yakından tanışmayı, kitapları ve peygamberlerinin sünnetiyle
yakından tanışıp dinlerini bu iki temel kaynaktan alacak hale gelmeyi nasip ve
mukadder kılsın inşallah. Şu anda kitaplarını ve peygamberlerini tanımayan bu
insanlar şu anda verdikleri bid’atlere sarılma kavgası ye-rine sünnetlere
sarılma, kitaba tutunma kavgası içine girecekler ve tüm hayatlarını Kur’an ve
sünnet kılıcıyla yargılama imkânı bulacaklardır inşallah. Allah yardımcımız
olsun.
Bu adamlar Allah’ın rızasını kazanmak
için, Allah kendilerine emretmediği halde, Allah öngörmediği halde kendi
kendilerine bir ruhbanlık anlayışı, bir ruhbanlık yolu ihdas ettiler. Ondan
sonra hakkıyla onun gerçek manasını da gözetemediler. İslâm’da dünya hayatından
soyutlanmak, toplumu terk edip inzivaya çekilmek sadece Ra-mazanın son on
gününde itikafa girmek şeklinde müsaadesini bul-maktadır. Bunun dışında bu dinin
ruhbanlığı, Allah yolunda cihaddır.
Rabbimiz âyetin sonunda, “Ama onların
içlerinde inanmış olan kimselere, hayatlarını Allah’ın ve O’nun elçisi Îsâ’nın
(a.s) istediği gibi düzenleyenlere, sorumluluklarını İslâm’ın istediği gibi
ayarlayanlara ecirlerini verdik. Lâkin
onlardan çoğu yoldan çıkmışlardır” buyuruyor. Evet, İslâm’ın ölçülerini
bozmayanlar mükafatlandırılmışlardır. Öyley-se:
28. “Ey İnananlar! Allah’tan sakının,
peygamberine inanın ki, Allah size rahmetini iki kat versin; size ışığında
yürüyeceğiniz bir ışık var etsin; sizi bağışlasın; Allah bağışlayandır,
acıyandır.”
Ey mü’minler! Ey buraya kadar
Hadîd sûresinde ve diğer sûrelerde anlatılanlara inandıklarını iddia edenler!
Allah’tan takvalı olun! Allah konusunda muttakî olun! Allah’a karşı gelmekten
sakının! Rabbinizin emirlerini çiğnemekten, O’nun yasalarına ters düşmekten
sakının! Takvanız Allah için olsun! Hayatınızı Allah için yaşayın! Allah’a
kulluğunuzun, Allah kontrolünde oluşunuzun şuurunda ve bilincinde olun! Allah’la
cennet bulun!
Resûlüne de iman edin. Yani
Allah’a takvanın modelini, Allah’ın sizden istediği kulluğun örneğini
peygamberden alın. Kulluk modeliniz peygamber olsun. Takva modeliniz peygamber
olsun. Peygamber nasıl bir takva tarif ediyorsa, öyle yaşayın. Allah’ın
elçilerinin güvencesinde olun. Peygamberler yolunda olunca kesin kurtulacağınıza
inanın. Kendi kendinize takva modelleri, kulluk şekilleri, ibadet formları
belirlemeye kalkışmayın. Böylece sapıp giden ehl-i kitabın durumuna düşmeyin.
Eğer böyle yaparsanız, Allah için muttakî olur, Allah için bir hayat yaşar ve
örneğiniz de Peygamber (a.s) olursa Allah size rahmetini iki kat verecektir.
Yine Allah size hem bu dünyada,
hem de âhirette ışığında yürüyebileceğiniz, hayatınızı düzenleyebileceğiniz, yol
bulabileceğiniz, cennete ulaşabileceğiniz bir nûr verecektir. Sonra yine sizin
geçmiş kusurlarınızı, günahlarınızı affedecektir. Muhakkak ki Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.
29. “Kitap ehli bilsinler ki, Allah’ın
lütfundan hiçbir şey elde edemezler; lütuf Allah’ın elindedir, onu dilediğine
verir; Allah büyük lütuf sahibidir.”
Ehl-i kitap şunu bilsin... Onlar
kökten, İslâm’dan uzaklaşıp kendi kendilerine Yahudilik ve Hristiyanlık diye
başka başka dinler, başka başka yollar peşine düştükleri için, kitaplarını ve
peygamberlerinin yolunu değiştirip kendi kendilerine takva ve kulluk modelleri
geliştirdikleri için Allah’ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerdir. Kendi
güçleriyle, kendi yetenekleriyle onlar hiçbir hayır elde edemeyeceklerdir. Çünkü
fazl ve ihsan Allah’ın elindedir ve Rabbimiz onu sadece dilediklerine verir.
Elbette Allah büyük lütuf, geniş ihsan sahibidir. Bize düşen de Allah’a,
Allah’ın istediği biçimde kulluk ederek fazlını, lütfunu kazanmak için çaba sarf
etmektir. Biz çabalarsak, vermek de Allah’ın elindedir.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Sübhanekallahüm-me ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke
ve etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder