VÂKIA SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabımızın
56., nüzûl sıralamasına göre 46., mufassal kısmı birinci sûreler grubunun
altıncı ve son sûresi olan Vâkıa sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin
sayısı 76’dır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Vâkıa sûresi, Mekke’de Habeşistan
hicretinden sonra Hz. Ömer’in müslüman oluşu döneminde nâzil olmuş 96 âyetlik
bir sûredir. Vâkıa,
olay, savaş, çarpışma ve belâ demektir. Âyette ise, kıyâmet olayı, sayhası,
hadisesi anlamındadır. Kıyâmet olayında çeşitli şiddetler meydana geleceği için,
burada vâkıa diye anılmıştır. Sûrenin konusu vâkıa yani ahirettir. Genel olarak
tevhid, ahiret ve Kur'an bu sûrenin konusu olmaktadır. Sûrede Tevhid, kıyamet, ölüm
ötesi hayat, hesap, kitap en güzel bir biçimde anlatılır. İnsanların bu dünyada
yaşadıkları hayatlarının karşılığı olarak cennet ve cehennem, ceza ve mükâfat
ortaya konur. Sûreye
vâkıa, kıyâmet olayı ile giriş yapılmaktadır: "Olacak vâki olduğu (kıyâmet
koptuğu) zaman, onun oluğunu (şimdi olduğu gibi) yalanlayacak kimse çıkmaz" (1,
2).
Ondan
sonraki âyetlerde, kıyâmet olayı kısa bir şekilde anlatılmış, ardından da
insanların ûç sınıf olduğu haber verilmiştir: "Ve sizler üç sınıf olduğunuz
zaman, sağın adamları (amel defterleri sağ tarafından verilenler), ne
uğurlulardır onlar! Solun adamları (amel def-terleri sol tarafından verilenler)
ne uğursuzlardır onlar! Ve o sâbıklar, (o inançta ve amelde duraklamadan) ileri
geçenler!" (7-10).
Bu
âyetlerde ifâde edilen amel defterleri sol tarafından verilenler, tevhid inancım
kabul etmeyen, ilâhî emirlere karşı çıkan ve her türlü kötülüğü işlemekten
çekinmeyen kâfirlerdir. Amel defterleri sağ tarafından verilenler ise, tevhid
inancına sahip olan, ameli salih ve imânı bütün mü'minlerdir. Sâbıklar da,
Allah'a en yakın olan, hiç bir şüpheye kapılmadan imân ve salih amelde ileri
giden, imân sahibi ki-şilerdir. Diğer bazı alimlerin görüşlerine göre ise,
peygamberlerdir.
Ondan
sonra gelen âyetlerde, amel defteri sağ tarafından verilecek mü'minlerle, imân
ve salih amelde önde giden sâbıklara cennette verilecek nimetlerle mükâfatlar ve
Allah'ın emirlerine muhâlefet e-den kafirlere cehennemde verilecek cezalar geniş
bir şekilde açıklanmıştır. Bilhassa küfür ehlinin inkâr ettiği ölümden sonraki
diriliş için detaylı açıklamalar yapılmış, insanın acizli ve yüce Allah'ın üstün
kudret ve irâdesi dile getirilmiştir.
Bu
arada, bu hususları açıklayan Kur'an hakkında bilgiler verilmiştir: "O, elbette
şerefli bir Kur'an’dır. Korunmuş bir kitapta (mus-hafta, yahut Levh-i Mahfuz’da
yazılı) dır. Ona (dış ve iç pisliklerden) temizlenenlerden başkası dokunamaz"
(77-79). Bu âyetlerde geçen "korunmuş kitap" ifâdesi hakkında farklı görüşler
ileri sürülmüştür. Bazı âlimler bunun Kur'an olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazı
âlimler de bunu Levh-i Mahfûz olarak kabul etmişlerdir. Yeri geldiğinde
açıklamada bulunacağız inşallah.
Bu
hususlar iyice açıklandıktan sonra, sûrenin sonuna doğru, tekrar imân ehli
olanlarla mükâfatları ve inkârcı olan küfür ehli ile azapları hatırlatılmıştır.
Son olarak da, yüce Allah tarafından bu vakıa'nın bir gerçek olduğu vurgulanmış
ve Allah'ı tesbih etme istenmiş, talep edilmiştir: "Eğer sağcılardan (amel
defteri sağ tarafından verilenlerden) ise, (ey sağcı!) sana sağcılardan selâm!
Ama yalanlayıcı sapıklardan ise, kaynar sudan bir ziyâfet ve cehenneme atılma
var. Kesin gerçek budur işte. Öyle ise, büyük Rabb'inin adını tesbih et"
(90-96).
Vâkıa sûresiyle alâkalı Rasulullah
Efendimizin hadislerinden birkaçı şöyledir: Tirmizi’nin rivâyet ettiği bir
hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe’ ve
Tekvîr sûreleri benim saçlarımı ağarttı.”
Yine Rasulullah Efendimiz şöyle buyurur:
“Her kim ki her gece Vâkıa
sûresini okuyacak olursa, ebedîyen ona fakirlik ulaşmaz”
Onun içindir ki sahâbe
çocuklarına Vâkıa sûresini vasiyet ederlerdi. Tabii Vâkıa sûresini okuyan,
anlayan, bu sûrenin muhtevasını kavrayan kişi dünyaya kanaatle doyacak, onun
ihtiyaç felsefesi değişecek, yetinme duygusu kazanacaktır. Abdullah
b. Mesûd’u, ölüm hastalığında ziyâret eden Hz. Osman (r.a): "Sana bir bağışta
bulu-nulmasını emredeyim mi?" demiş. Abdullah, buna ihtiyacı olmadığını
söylemiş. Hz. Osman; "Senden sonra kızlarına kalır" demiş. O zaman Abdullah onu
şu cevabı vermiştir: "Sen kızlarımdan korkma. Ben onlara Vâkıa sûresini
okumalarını emrettim." Ben, Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini işitmiştim: "Her
kim her gece Vâkıa sûresini okursa, o-na fakirlik
dokunmaz".
Bu kısa mukaddimeden sonra
sûrenin âyetlerini tanımaya başlayalım. Sûrenin ilk âyeti şöyle
başlıyor:
1-3. “Kıyamet koptuğunda kimini
alçaltacak ve kimini yükseltecek olan o hadisenin yalan olmadığı ortaya
çıkacaktır.”
Vâkıa gerçekleştiği zaman… Vâki
olacak vâkıa koptuğu zaman… Vâkıa, kıyametin isimlerinden biridir. Kitabımızın
başka âyetlerinde Rabbimiz başka isimler verir kıyamete, burada da Vâkıa ismini
veriyor. Artık o zaman onu yalanlayacak yoktur. Kıyamet gerçekleştiği zaman hiç
kimse onu yalanlayamayacak. Şu anda onu yalanlayan, olmaz böyle şey, gelmez
böyle şey diyenlerin hiç birisi artık onu yalanlayamayacak. Kimse onu
reddedemeyecek ve ondan kendisini kurtaramayacaktır. O gün her şey yerle bir
olacak, her şey altüst olacak. Hiçbir varlık yok olmaktan, Allah’ın yasasına
boyun bükmekten kurtulamayacaktır.
O gün yükseltici ve alçaltıcıdır.
O gün düşmüş olanlar, yerlerde olanlar ayağa kaldırılacak, ayakta olanlar yerle
bir olacaklardır. Ona inanan, o günün hazırlığı içinde olan mü’minleri
yükseltici; reddeden, yok sayan kâfirleri de alçaltıcı bir gündür o gün.
Dünyada üstünlük taslayanlar,
dünyada üstünlük sevdalısı olanlar, kâfirler, zalimler alçaltılırken; Allah için
tevazu gösteren, Allah karşısında boyun büküp teslimiyet gösteren, rüku ve
secdelere varan, hayatlarında izzet ve şerefi sadece Allah’a kullukta gören,
Müslümanlıktan başka hiç bir şeyde izzet ve şeref aramayan Müslümanlar da o gün
yüceltildikçe yüceltileceklerdir. O gün izzetsiz azizler zelil, izzetli iken
zelil konumuna düşürülenler de azîz olacaklardır.
4-7. “Ey İnsanlar! Yer
sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği
zaman, siz de üç sınıf olursunuz.”
Yer şiddetli bir sarsıntıyla
sarsıldığı zaman… Yeryüzü şiddetli bir titreşim ve depremle sallandığı zaman… Şu
zaman zaman yeryüzünün bazı bölgelerinde meydana gelen bölgesel depremler gibi
değil, arz tümüyle sarsıldığı zaman... İşte bu Vâkıanın tasviridir. Yer yerinden
oynatıldığı zaman... Dağlar ufalandıkça ufalandığı, dağlar dar-madağın olup
toz-duman haline geldiği zaman... Dağlar yerinden sökülüp yürütüldüğü, atılmış
yün gibi sağa-sola savrulduğu zaman... Yani arzı dengede tutan, yeryüzünün
dengesini sağlayan yeryüzünün bir değer ifade etmesini sağlayan dağlar, sığınma
mekânizması olan dağların dağlığı ve fonksiyonu bittiği zaman… İşte o zaman
sizler üç grup olacaksınız. Sizler üç grup oldunuz, üç grup haline geldiniz, üç
grup oluşturmuş olarak dirildiniz.
8-10. “İyi işler işlediklerini
belirtmek için, amel defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara! Kötülük
işlediklerini belirtmek üzere, amel defterleri soldan verilenler; ne yazık o
solculara! İyilik işlemekte önde
olanlar, karşılıklarını almakta da önde
olanlardır.”
Üç gruptan
birincisi:
1- Ashab’ul Meymene’dir, yümn ashabı,
bereket ashabıdır ki, bunlar kitapları sağ taraflarından verilen, defterleri sağ
taraflarından irdirilen ve kurtuluşa erdirilen mü’minlerdir. Ne mutlu onlara!
2- Ashab’ul Meş’eme. Şom ağızlılar, şom
talihliler, bereketsizler, bedbahtlar, kem talihliler, nasipsizler, kötüler,
kötülük sahipleri, kötülüklerine karşılık amel defterleri sol taraflarından
verilenler. Yazıklar olsun o mutsuzlara, onlar cehenneme
yuvarlanacaktır.
3- Sâbikûn olanlar. Allah’ın dâvetine
hiç tereddüt etmeden sarılanlar, beklemeden koşanlar, koşar adım gidenler.
Öncüler, iyilikte öncülük edenler, önde olanlar, öne geçenlerdir. Allah’ın
kendilerinden istediği kulluğun gereğini tam olarak yerine getiren öncülerdir
bunlar. Bunlar hayır konularında en öndedirler. Her konuda önde, her konuda
birinci olanlar... Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu hayırlı amellerde en önde
olanlardır. Kitapla beraberlik konusunda herkesi geçenlerdir bunlar. Şükürde,
kullukta, takvada, teslimiyette en önde olanlar. Allah’ın dinini yaşama ve
uygulama konusunda, sabırda, tevekkülde en öndedirler.
Ya da Allah’ın izin vermiş
olduğu, Allah’ın belirlemiş olduğu hayırlarda, yasal işlerde, meşrû işlerde en
öne geçenlerdir bunlar. Ve-ya cennete girme konusunda en öne geçenlerdir bunlar.
Cennete en önce girecek olanlardır. Ne mutlu bu öncülere! Başaranlar,
kazananlar, kazananların en iyisini kazananlar ve kurtulanlar bunlardır. İşte
bunlar:
11-12. “Naîm cennetlerinde
Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlar işte
bunlardır.”
Bunlar mukarrabûndurlar, Allah’ın
yakınlarıdırlar. Mukarrabûn, yakınlar, yakınlaştırılanlar, mahiyete alınanlar
demektir.
Anlıyoruz ki kıyametin kopmasıyla,
Vâkıanın gerçekleşmesiyle insanlar işte böyle üç gruba ayrılacaklar, üç grup
halinde mahşer yerine getirilecekler ve üç grup halinde değerlendirilecekler.
Bunlardan ikisi cennette, birisi de cehennemde olacaktır. Bu grupların üçüncüsü
yani sâbikûn olanlar, öncüler, mukarrabûn olanlar Naim cennetlerinde en üstün
makamdadırlar.
13-14. “Onların büyük kısmı eski
ümmetlerden, az bir kısmı da sonrakilerdendir.”
O sâbikûn, mukarrabûn olanlar,
herkesten önde cennete girecek olanların çoğu öncekilerden, birazı da
sonrakilerdendir. Onların çoğu Adem’le (a.s) başlayan bu İslâm ümmetinin
ilklerinden, birazı da sonrakilerdendir. Veya evvelîn ile Hz. Adem’den (a.s)
Rasulullah Efendimiz dönemine kadar geçen Müslümanlar, âhirin ile de Rasulullah
Efendimizin ümmeti kastedilmiştir. Veya burada anlatılan Rasulullah ümmetidir
ki, onun ilkleri sahâbe-i kiram efendilerimizdir. O zaman ilk dönemde, ilk
çağda, o ilk sıkıntılı dönemde, bütün o aleyhte şartlara rağmen Peygamber
efendimize ve onun getirdiği hidâyet hediyesine iman etmiş, ölüm tehditleri
altında, her türlü zulüm ve işkenceler altında olmalarına rağmen yılmadan
peygamber safında yer almış Müslümanlardır.
Elbette sâbikûn olanların,
mukarrabûn olanların çoğu onlardan, azı da sonraki dönem Müslümanlarından
olacaktır. Veya o zor dönemde, toptan toplumun reddettiği bir ortamda Nuh’un
(a.s) safında yer alanlar, Musâ (a.s) ile birlikte olanlar, İbrahim’le (a.s),
Salih’le (a.s), Lût’la (a.s) birlikte olanlar, peygambere sahiplenenler,
peygambere siper olanlar, peygambere destek oldukları için öldürülenler,
işkencelere adaylığını koyanlar elbette sâbikûndan olacaktır.
İlkler, ilk inananlar, ilk Müslümanlar
çok zor şartlar altında iman ettikleri için sabikûn’un çoğu bunlardan, azı da
sonraki nesillerdendir. Önce ilkler gelecek, sonra da artık Müslümanlığın
kolaylaştığı dönemlerde Müslümanlıktan başka bir şey düşünmeyen Müslümanlar
gelecektir.
15-16. “Murassa tahtlara
karşılıklı olarak yaslanırlar.”
Bu mü’minler işlenmiş, işlemeli
tahtlar üzerinde en güzel bir hayatı yaşamaktadırlar. En güzel bir hayat içinde
Allah tarafından ağırlanmaktadırlar. Karşılıklı olarak tahtlara yaslanmış,
Allah’ın nîmetlerinin tadını çıkarmaktadırlar. Oturdukları koltuklar altın, inci
yakutlarla kakmalıdır. Koltuklarına yaslanıp eşleriyle, zevceleriyle,
dostlarıyla, akrabalarıyla, dünyada birlikte cennet kazanma kavgası verdikleri
kardeşleriyle yüz yüze gelir, katıksız bir sevgiyle birbirleriyle sohbet
ederler.
17-21. “Ölümsüz gençler
yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş
kaseler, ibrikler, kadehler, seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile
dolaşırlar.”
Yanı başlarında, etraflarında
ölümsüz gençler, vildan-ı muhal-ledun, hep genç, hep tomurcuk kalan gençler
dolaşır, tavaf ederler. Onlara, âdeta onlara yönelmiş, sadece onlara hizmet
eden, onların bir dediklerini iki etmeyen mûti hizmetçiler hizmetlerine
koşarlar. Ellerinde testiler, ibrikler, kadehlerle birlikte ki, onlar bembeyaz
bir kaynaktan doldurulmuş şaraplar sunarak o safa meclislerinde onlara hiz-met
için yarışmaktadırlar. Hiçbir dünya kralı, hiçbir dünya meliki, hiçbir dünya
kraliçesi böyle bir zevk ve sefayı ne tatmış, ne yaşamış, ne de hayal
edebilmiştir. Ki o kendilerine ölümsüz gençler tarafından sunulan içkiler asla
onların başlarını ağrıtmaz, baş ağrısı vermez, akıllarını da gidermez. Dünyadaki
içkilere benzemez onlar. Dünyadaki içkiler gibi sarhoşluk vermez, abuk sabuk
konuşturmaz, hastalık meydana getirmez. İçtikçe hayatın zevkini, yaşamanın
tadını alırlar.
Seçecekleri her tür meyveler ve
canlarının çektiği, arzulayıp istedikleri kuş etleri vardır onlar için. Bir
yediklerini bir daha yiyince daha farklı bir tadı, lezzeti olacak. Orada
iştahları açıcı, iştahları kabartıcı etler, istek duydukları, arzu duydukları
etler ve meyveler vardır. Bol bol etler ve her türlü meyveler vardır.
Amellerinin, sa’ylerinin semeresi ve meyveleri vardır onlar için. Tabii bunlar,
bu meyveler ihtiyaç için değil lezzet için, keyif içindir. Ne sapı var, ne
çekirdeği var, ne dikeni var, ne hazım zorluğu, ne zahmeti, ne solması, ne kokup
çürümesi…
22-26. “İşlediklerine karşılık
olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır. Orada boş ve günâha
sokacak bir söz duymazlar. Sadece selâma karşılık selâm sözü
işitirler.”
Amellerine, dünyada işlediklerine
karşılık onlar için orada sedefte saklı inciler gibi iri gözlü, ceylan gözlü
hûriler vardır. Güzellikte eşi ve benzeri olmayan hûriler… Onları güzellikte
sadece bu dünyada Allah’a Allah’ın istediği kulluğu gerçekleştirmiş, Allah’a
Allah’ın istediği teslimiyeti gerçekleştirmiş mü’mine hanımlar geçebilecektir.
Bu hûriler arılıkta, temizlikte sedefte korunmuş, el değmemiş, göz değmemiş,
safiyeti, fıtratı bozulmamış sahibine mahsus inciler gibidir. Yaratıldıkları
günden beri her gün biraz daha güzelleşerek kendisini bekleyen cennette
sevgilileri vardır onların. Sevgililerinden başka hiç kimsenin göz değmediği, el
değmediği, hiç kimsenin muttali olmadığı, sadece efendilerinin istifadesine
sunulmuş, güzellikleri zirvede sevgililer…
Orada, o cennette o mü’minler asla boş
bir laf, bâtıl bir söz, kendilerini günâha sokacak lüzumsuz bir konuşma
işitmezler. Sadece esenlik, sadece güzellik ihtiva eden sözler işitirler. Orada
ne saçma sapan, boş bir söz işitirler, ne de günâha girerler. Çünkü o cennet
dünyada boş sözlerle, boş işlerle ve günâhlarla kazanılmış bir yer değildir. Boş
söz yok, günâh yok, haram yok, lakırdı yok, dedikodu yok, gıybet yok,
lüzumsuzluk yok. Sınırlar bitmiştir. Burada erkek-kadın sınırları vardı. Burada
yeme-içme sınırları vardı. Burada haramlar vardı. Burada hadler, hudutlar,
yasalar, ibadetler, kulluklar vardı. Burada farzlar, emirler, sünnetler,
yasaklar vardı. Ama artık orada bunların hepsi bitti. Orada zevk var, eğlence
var; orada dilediğin her şeyi yapabilirsin. Zaten orada insanın diledikleri de
onu günâha götürücü cinsten olmayacaktır.
İşte bunlar mukarrabûn olan, sâbikûn
olanlardır. Dünyada Allah’ın istediği kulluğu gerçekleştirenler, dünyada
Allah’ın haram-helâl sınırlarına riâyet edenler, dünyada en büyük dertleri
Allah’ı kendilerinden razı etmek olanlar, dünyada en büyük işleri Allah’ın
yasalarını uygulamak, en büyük problemleri Müslümanca bir hayat yaşamak
olanlardır bunlar. Dünyada dünya kadınları, dünya erkekleri, dünya içkileri,
dünya meyveleri önlerine serildiği halde, bunlardan istifade adına her türlü
fırsat ellerine geçtiği halde kendileri için sadece Rable-rinin seçimine razı
olanlar, gayr-ı meşrûya uzanmayanlar, sadece helâlini, temizini seçip onlarla
iktifa edenlerdir bunlar. Erkeğin sadece helâli, kadının sadece helâli, paranın
sadece helâli, yiyeceğin, içeceğin sadece helâlinin kavgasını verenlerdir
bunlar. İşte kavgasını verdikleri Müslümanca bir hayatın sonunda bu
Müslümanların elde edecekleri mükâfatlar bunlardır.
27. “Defterleri sağdan
verilenler; ne mutlu o sağcılara!”
Ashabu’l yemine, sağ ashabına,
defterleri sağlarından verilen mü’minlere, yümn ashabına, bereket ashabına
gelince, hayatları, amelleri Allah tarafından bereketlendirilmiş mü’minlere
gelince onlar da kazandılar. Ne mutlu onlara! Dünyada biraz günâhları, kusurları
vardı, az evvel anlatılan mukarrabûn gibi, sabikun gibi olamadılar, ufak-tefek
falsoları vardı, ama onlar da Müslümandılar. Onlarda bu dünyada, yaşadıkları
hayatta Müslümanca bir hayatın kavgasını verdiler. Onlar da bu dünyada Allah ve
Resûlü’nün çizdiği hayatı yaşamanın kavgasını verdiler ve işte onlar da
defterlerini sağ taraflarından aldılar. Onlar da Rabbleri tarafından
beğenildiler. Günâhları da vardı, sevapları da vardı. Sevapları günâhlarından
fazla olduğu için, ya da günâhları çok da olsa sevaplarına bakılarak Allah’ın
lütfu keremiyle onlar da cennete idhal buyuruldular. Peki nasıl bir cennetmiş
onların girdirildikleri cennet?
28-34. “Onlar dikensiz sedir
ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan
sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler
arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.”
Onların girdirildikleri cennette
yüklü, dalları bükülmüş kiraz ağaçları vardır. Dalbastı kiraz ağaçları…
Dikensiz, dünyadakilerden çok daha güzel, çok daha kaliteli kiraz ağaçları...
Üst üste dizilmiş, meyveleri ağızlara doğru sarkmış muz ağaçları vardır onlar
için... Yayılıp uzatılmış, serinliği insanın içine nüfuz etmiş, insanı
rahatlatan, insana ferahlık veren ve sürekli devam eden, hiç eksilmesi, bitmesi
olmayan gölgeler vardır onlar için. Hiç durmaksızın sürekli akan, akıp giden
sular, pınarlar, nehirler, şelâleler vardır. Çakılları mercandan, yakuttan;
etraflarındaki toprakları, yatakları miskten ırmaklar…
Bal, süt, şarap ve su ırmakları…
Diledikleri zaman girecekler, diledikleri kadar içecekler onlardan. Tabii ki
cenneti arzu edenler ve bu cenneti kazanma adına planı ve programı olanlar...
Cenneti unutup bir dünya hayatı yaşayanlar değil elbette. Cenneti dünyaya taşıma
kavgası verenler değil elbette… “Ben cennet filan istemem. Benim cennetim
burası. Bu dünyam güzel olsun da başkası önemli değil” diyenler, dünyayı
kıbleleştirenler değil elbette. Böyle yaşayanlar orada asla cennette
ulaşamayacaklardır. Ama “ben o cennete talibim, ben onu istiyorum ve bu dünyamı
onun için satıyorum” diyenler, “bu dünyamı verip cenneti alıyorum” diyenler, “bu
dünyadaki imkânlarım, zevkim, sefam onun için fedâ olsun” diyenler o cenneti
kazanacaklardır.
O defterlerini sağlarından alanlar
cennette meyveler, etler, içkiler, ırmaklar, gölgeler, kadınlar, erkekler
içinde, yüksek döşeklerde, yüksek makamlarda zevk ve safa içindedirler. Şu anda
dünyada insanların kıt imkânlarıyla ulaşmaya çalıştıklarının çok daha
ölümsüzleriyle, çok daha kesintisizleri ve güzelleriyle baş
başadırlar.
35-38. “Biz ceylan gözlüleri,
defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bâkire, eşlerine
düşkün ve hepsi bir yaşta kılmışızdır.”
“Biz onlar için onları yenibaştan
yarattık. Biz o mü’minler için eşlerini, erkekler için kadınlarını, kadınlar
için de erkeklerini yenibaştan yarattık. Erkeklerin kadınları, kadınların
erkekleri dünyada ne kadar da yaşlanmış olurlarsa olsunlar, onları yenibaştan
gençler ve güzeller olarak yarattık. Cennette onlar güzelliğine emsal olmayan
güzeller ve tomurcuk gençler olacaklar. Biz onları yenibaştan bâkireler olarak
yarattık. Hep bâkire, hep güzellik içinde olacaklar… Solmayan, yaşlanmayan,
bitmeyen, tükenmeyen, ölmeyen, hastalanmayan, sıkıntılı, gamlı olamayan
kimselerdir onlar. Eşlerine meftun, eşlerine tutkun, eşlerine düşkün, eşlerine
vurgun, eşlerinden başkasını gözleri görmeyen, arzu etmeyen aynı yaşta, yaşıt
sevgililerdir onlar.”
Tirmizi’nin rivâyet ettiği bir hadiste
şöyle buyurulur:
“Bir kadın Rasulullah Efendimize
gelerek kendisinin cennete gitmesi için ondan kendisi için dua ister. Allah’ın
Resûlü de: “Hiç bir ihtiyar kadın cennete giremez” buyurunca kadın ağlayarak
geri döner. Bunun üzerine Rasulullah ona haber göndererek buyurur ki: “Ona
söyleyin, hiçbir kadın cennete ihtiyar olarak girmeyecektir, Allah onları
yeniden yaratacağını ve bâkire olarak cennete girdireceğini haber veriyor”
buyurur.”
İşte bunlar da Ashab’ul Yemindir
ki:
39-40. “Bunların bir kısmı eski
ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.”
Bunların çoğu öncekilerden, bir
kısmı da sonrakilerdendir. De-mek ki bunlar öncekilerden de var, sonrakilerden
de. Öyleyse anlıyo-ruz ki ashab’ul yemin çoktur. Bunu biz de isteyelim
Rabbimizden. “Ya Rabbi bizi Mukarrabûn’dan, sâbikûndan eyle. Ya Rabbi bizi
ashab’ul yeminden eyle!” Rasulullah Efendimiz Ahmed ibni Hanbel’in Müsne-d’inde
rivâyet edilen bir hadislerinde buyurur ki:
“Ben ümit ederim ki, herhalde
sizler cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci
yarısını da öteki ümmetlerle paylaşırsınız.”
Efendimizin bu hadisinden de anlıyoruz ki
gerek sâbikûn, mu-karrabûn, gerekse ashabu’l yemin bu ümmetten sayı itibariyle
çok fazla olacaktır. Bu ashabu’l yemin de zaten kitabımızın Tur sûresinin
beyanıyla mukarrabûn olanlara ilhak edilecektir.
“İnanan, soyları da inançta kendilerine
uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey
eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.”
(Tur 21)
41-44. “Defterleri soldan
verilenler; ne yazık o solculara! “İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar
su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın göl-gesinde
bulunurlar.”
Solculara, sol ashabına,
defterlerini solundan alanlara, bereketsizlere, şom talihlere, bedbahtlara
gelince yazıklar olsun onlara! Yuh olsun onlara! Vay onların başlarına
geleceklere! Onlar korkunç derecede bir ateş ve insanın içine işleyen sıcaklıkta
kaynar bir su içindedirler. Zifirden bir gölge, bir kurum, kapkara bir duman
içindedirler. O duman ne serindir, ne serinleticidir, ne de hoş bir şeydir.
Çünkü onlar:
45-46. “Çünkü onlar, bundan önce,
dünyada, nîmet içinde bulunurlar iken, büyük günâh işlemekte direnir
du-rurlardı.”
Lâyıktır bu durum olara. Çünkü
onlar daha önce, dünyada mütrafîn idi. Çünkü onlar dünyada şımarıktı. Çünkü
onlar dünyayı yegâne hedef, kıble biliyorlardı. “Dünya hayatı yegâne hayattır”
diyorlar-dı. Dünyada Allah’ın rubûbiyetini, ulûhiyetini, peygamberin
örnekliliğini reddediyorlardı. Çünkü onlar dünyada Allah’ın kendilerine verdiği
ekonomik, siyasal ve askerî güçlerine güvenerek Allah karşısında şımarıyor,
Allah’a kafa tutuyorlardı. Zevklerini din ediniyorlardı.
Dünyada nîmet içinde oldukları,
Allah’ın lütuflarına mazhar oldukları halde günâh işlemekten çekinmeyen,
günâhkâr bir hayata direnen insanlardı onlar. Dünyanın zengin, şımarık servet
sahipleri, dünyada Allah yasalarını tanımadan sere serpe, sınırsız bir hayat
yaşayan, zenginliklerinin, arsızlıklarının, servetlerinin kendilerini azdırdığı
kimselerdi onlar. Servetlerinin, zevk ve eğlencelerinin, lüks ve israflarının
içinde sınırsızca yaşadıkları hayatlarının içinde Allah’ı kabule yanaşmayan
kimseler. Allah elçilerinin ve mü’minlerin yolunu kesmeye çalışan, Allah’la
savaşa tutuşan insanlardı bunlar.
Rabbimiz diyor ki, büyük büyük günâhlar
üzerinde ısrarlıydı bunlar. Küfür, şirk içinde bir hayatın savunucusuydular.
Küfrü ve şirki yasallaştırma kavgası veriyorlardı. Çünkü en büyük günâh, küfür
ve şirk günâhıdır. Yeryüzünde en büyük günâh insanın kendisine, yaratıcısına
kulluk ortamından çıkıp başkalarına, ya da kendi kendisine kulluk badiresine
atılmasıdır. İşte bunlar bunu yapıyorlardı. Allah’ı hayatlarına
karıştırmıyorlardı. “Allah ekonomiyi bilmez, Allah eğitimden anlamaz, Allah
kılık-kıyafete karışmaz, Allah hukuktan anlamaz, Allah sosyal ve siyasal
yapılanmalar konusunda cahildir” diyorlardı. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, “ey
Allah 1400 yıl önce senin işin bitti” diyor-lardı. “Senin dininin, senin
kitabının, senin peygamberinin işi biteli çok oldu. Şimdi bizler çok mükemmel
noktalara ulaştık. Bilimlerimizle, filmlerimizle biz seni çoktan aştık. Senin
artık bu işlere aklın ermez” diyor, tüm hayatlarından Allah’ı ve Allah’ın
âyetlerini silmeye çalışıyorlardı. Bakın bunlar bir de dünyada şöyle
diyorlardı:
47-48. “Şöyle söylerlerdi:
“Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?
Önce gelip geçmiş babalarımız da mı?”
“Yani şimdi biz öleceğiz, bu
hayat bitecek, toprak olacağız, kemikler haline geleceğiz, hücrelerimiz dağılıp
gittikten sonra tekrar dirileceğiz öyle mi? Tekrar diriliş varmış, sonra hesap,
kitap başlayacakmış öyle mi? Bu Allah’ın mutlak sûrette gerçekleşecek vaadiymiş
öyle mi? Yüz yıllar önce ölüp gitmiş babalarımız da dirilecekler ha? Bizim bu
masallara inanmamızı istiyorsunuz öyle mi? Siz bunları bizim külahımıza anlatın.
Hayır hayır, hayat bu hayattır. Varsa da, yoksa da bu hayatı yaşarız. Önemli
olan bu dünya hayatıdır. Biz dünyacıyız, biz dünyayı biliriz gerisini bilmeyiz,
gerisi zaten bize lazım değildir” diyorlar. Hem Allah’ı, hem kitabı, hem
peygamberi, hem Müslümanları, hem de Allah’ın vaadini yargılamaya, Müslümanlarla
alay et-meye, dalga geçmeye çalışıyorlar. “Söylesenize ey Müslümanlar, şu sizin
bizi kendisiyle uyardığınız vaad ne zaman? Hani yıllar geçtiği halde o sözünü
ettiğiniz vaadden ses yok. Hani nerde o? Olmaz böyle şey. Hikâye bu
dedikleriniz. Kesinlikle böyle bir azap yoktur. Kesinlikle bize bir son
gelmeyecek. Kesinlikle öldükten sonra tekrar dirilme olmayacak”
diyorlar.
Bu âyetler çerçevesinde bizler kendi
kendimizi sorgulamak zorundayız. Acaba programını sadece dünyaya göre, ölmemeye
göre yapanlardan mıyız, değil miyiz? Ölüm ötesi hayatın hayatımızda önemi ne
kadar? Hesap, kitap bilincimiz ne kadar? Cennete ilgimiz ne kadar? Ahiret,
cennet, cehennem, hesap, kitap ne kadar meşgul ediyor bizi? Dünyalık
endişelerimiz yanında ahiret endişemiz ne kadar? Ahiret başarımız yanında dünya
başarılarımız bizi ne kadar sevindiriyor? Ahiret cezaları yanında dünya cezaları
bizi ne kadar korkutuyor? Bunu çok iyi düşünmek ve ona göre bir hayat yaşamak
zorunda olduğumuzu unutmayalım. Onların bu tavırlarına, bu alaylarına karşılık
bakın Rabbimiz şöyle buyuruyor:
49-50. “Ey Muhammed! De ki: “Şüphesiz
öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün belirli bir vaktinde
toplanacaklardır.”
Bakın bir anda dünyaya, hayata
döndük. “De ki peygamberim..” Dün Rasulullah Efendimiz dedi, bugün de böyle
diyenlere, böyle inananlara, böyle yaşayanlara biz diyeceğiz. Ne diyeceğiz?
“Evvelkiler ve sonrakiler, önce ölmüş olanlar, sonra ölenler belli bir günün
toplantı anında, belli bir günün belli bir vaktinde, bir randevu vaktinde
toplanacaklar. Hz. Adem’den kıyametin kopacağı ana kadar yaşamış, ölmüş
olanların tamamı o gün toplanacaktır.” İnsanlık yaptıklarının, yaşadıkları
hayatın faturasını ödemek üzere Allah huzurunda toplanacaklar. Hiç kimse bu
randevudan kaçamayacak. İşte Rabbimiz bize karşı işleyen sonsuz rahmet ve
merhameti gereği yarın olacakları bugünden haber vererek uyarıyor bizleri.
51-56. “Sonra, siz ey sapıklar,
yalanlayanlar! Doğrusu zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla
dolduracaksınız; onun üzerine kaynar su içeceksiniz; hem de susamış develerin
suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte onlara, ceza günü sunulacak konukluk
budur.”
“Sonra sizler ey sapıklar, ey
yalancılar, ey Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın haberlerini yalan
sayanlar, Allah’ın âyetlerini yok farz ederek, âyetleri örterek bir hayat
yaşayanlar, sizler zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla
doyuracaksınız. Onun üzerine de kaynar su içeceksiniz. Hem de susamış develerin
suya saldırışı gibi ondan içeceksiniz. İçtikçe susayan, susadıkça içmeye koşan
doyumsuz, hasta develerin içtiği gibi içeceksiniz o kaynar sudan. Suya kanmayan,
ciğeri yanmış, aklı ermeden içenler gibi içeceksiniz.
Çünkü sizler dünyada da
doyumsuzdunuz. Dünyada da bir türlü doyma bilmeyen, başkalarının elindekilere de
uzanan zalimlerdiniz. Temiz-pis, haram-helâl ayırt etmeden dünyada da her şeyi
yeme-den yanaydınız. İpini koparmış dana gibi önünüze gelen her şeyi yiyip
içmeden yana, aklınıza gelen, keyfinize göre sere serpe bir hayat yaşamadan
yanaydınız. Hiçbir kayd ve sorumluluk altına girmek istemi-yordunuz. Allah’ın
haram-helâl yasalarını dinlemeden bir hayat yaşamadan yanaydınız.
Bu âyetleri tüm yeryüzü kâfirlerine ve
müşriklerine duyurmak zorundayız. Öldükten sonra dirilecek miyiz? Hesaba
çekilecek miyiz? Bu yaptıklarımız bizden sorulacak mı? Yaşadığımız bu hayatın
hesabını ödeyecek miyiz? diye soranlara bu âyetleri mutlak sûrette
ulaştırmalıyız. Yahut ben öldükten sonra dirilmeye inandım deyip de hayatlarını
bu imana bina etmeyen, iman kaynaklı bir hayat yaşamayan, dünya hesabına yaşayan
insanlara bu âyetleri hatırlatmak zorundayız. Ama öncelikle bu âyetleri
kendimize duyurmalıyız, kendimizi uyarmalıyız. Unutmayalım ki bir günün belli
bir vaktinde Allah huzurunda toplanacağız. Bu dünyada iyi kötü yaptığımız her
şeyin hesabını vereceğiz. İşte cennetliklerin durumu ve işte cehennemliklerin
durumu.
Şu anda bu kâfirler, bu zalimler
dünya üzerinde Müslümanlara cehennem azabı tattırmıyorlar mıydı? Doyumsuzca
Müslümanların ellerindekilere uzanmıyorlar mıydı? İşte Rabbimizin onlara azabı
da tamı tamına bir azaptır. Rabbimiz âdildir ve işte adaleti böylece tecelli
ediyor. Onlar nasıl egemen olduklarına bu cezayı lâyık görüyor idiyseler,
Rabbimiz de onlara böyle bir cezadan söz ediyor. İşte o gün onların ağırlanması
da böyledir. O gün onlara sunulacak ziyafet işte budur. Peki sorayım şimdi size,
siz hangisinden yanasınız? Hangisinden razısınız? Cehenneme gitmekten,
cehennemliklerin şu rezil ve kahredici hayatından mı yoksa cennetliklerin
mükâfatlarından mı? Hangisinden razıysanız hayatınızı ona göre yaşamak
zorundasınız. Şimdi soruyor Rabbimiz:
57. “Sizi yaratan Biziz; hâlâ
tasdik etmez misiniz?”
“Evet, sizi yaratan biziz. Sizi
biz yarattık, tasdik etmeli değil miydiniz?” Cehennemliklere diyor Rabbimiz.
“Sizi biz yarattığımız halde, varlığınızı, hayatınızı bize borçlu olduğunuz
halde niye tasdik etmediniz? Tasdik, iman, kulluk yaratıcınızın hakkı değil
miydi?” Tabii hemen mantık yürütecek adam. Bizi biz yarattık, bizi kendimiz
yarattık, bizi toplum yarattı, biz toplumdan geldik, biz tesadüfen yaratıldık,
biz hayvandan geldik, biz maymundan tekâmül ettik vs vs. Ama bakın Rabbimiz
akılları erdirmek için sormaya ve bizi vicdanlarımızla hesaplaştırmaya devam
ediyor:
58-59. “Söyleyin; akıttığınız
meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa Biz mi
yaratmaktayız?”
“Gördünüz mü şu dökmekte,
akıtmakta olduğunuz meniyi? Gördünüz mü o basit suyu? O bir damla meniden insanı
yaratan siz misiniz, yoksa biz mi yaratmaktayız? O suya hayat veren, onu insan
yapan, onun içinden bir insan çıkaran siz misiniz, biz mi?” Eğer biziz derlerse,
o zaman şuna ne diyecekler bakalım:
60-61. “Ölümü aranızda Biz tayin
ettik; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi
bilmediğiniz şekilde var etmeyi dilesek kimse önümüze
geçemez.”
“Aranızda ölümü takdir eden,
tayin eden, ölümü yaratan, ölüm yasasını koyan biziz. Eğer sizi yaratan
sizlerseniz, eğer hayatınız, varlığınız kendinizdense, o zaman sahip olsanıza o
hayatlarınıza. Öl-mesenize, ölüme çare bulsanıza, ölmemeyi becersenize!”
Hayat da, ölüm de Allah’tandır. Hayatın
da, ölümün de kaynağı Allah’tır. Veren de, alan da O’dur. Yaratan da O’dur,
öldüren de. İlkbahar da O’na aittir, sonbahar da. Eğer şu anda yaşıyorsak,
hayat-taysak, gözümüz görüyor, aklımız eriyor, elimiz tutuyorsa bilelim ki bunu
bize Allah verdi. Allah’tandır bunlar. Eğer bu hayatımız, bu gücümüz, bu
sıhhatimiz, bu fırsatımız Allah’tan değil de kendimizden, bizden olsaydı o zaman
yaşlandıkça, ihtiyarladıkça daha güçlenmeliydik. Halbuki ihtiyarlayınca bunları
kaybediyoruz. Belimiz bükülmeye, saçımız ağarmaya, burnumuz akmaya, ağzımız
kokmaya başlıyor. Yani geriye sayma başlıyor. Tüm otlar, bitkiler, ağaçlar gibi…
Demek ki bütün bunlar bizden değil, O verdi bütün bunları ve O geri
alıyor.
“Sizin için ölümü biz takdir ettik.
Ölümü aranızda tayin eden biziz. Unutmayın ki sizi ortadan kaldırıp
benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi bilmediğiniz şekilde var etmeyi dilesek
hiç kimse önümüze geçemez” diyor Rabbimiz. Yani ölümlerinizden sonra sizi tekrar
yaratmamızın önüne hiç kimse geçemez. Veya sizi başka bir şekilde, başka bir
sûrette yaratmayı dileseydik hiç kimse buna engel olamazdı. Öyle değil mi? Şu
şekilde değil de başka bir şekilde yaratmayı mu-rad etseydi Rabbimiz, kim engel
olabilirdi buna? İşte şu anda bizden farklı yaratıklar var. Hangisi itiraz
edebiliyor ki Allah’a? Tavuk olarak yaratsaydı sizi, ne yapardınız? Tavuklar ne
yapabiliyorlar Allah’ın takdiri karşısında? Kör yaratılanlar, sağır, elsiz,
ayaksız yaratılanlar ne yapabiliyorlar? O zaman söyleyin
bakalım:
62. “Andolsun ki, ilk yaratmayı
bilirsiniz, yine de düşünmez misiniz?
“İlk yaratılışı, yoktan var
edilişi bildiniz, anladınız. Hayatın ben-den olduğunu, yaratıcınızın ben
olduğunu, hayatınızı, varlığınızı bana borçlu olduğunuzu anladınız. O zaman
tezekkür etmeli, hatırlamalı, düşünmeli değil misiniz? Niye düşünmüyorsunuz? Şu
anda varsınız, şu anda hayattasınız, yaratılmışsınız. İlk defa yaratma kolay da,
ikinci defa yaratmak zor mu? Sizi şu anda ilk defa yoktan var eden Allah,
ölümlerinizden sonra ikinci defa yaratamaz mı? Eşiniz, benzeriniz yokken sizi
ilk defa yaratan Allah ikinci defa yaratamaz mı? Eğer zorsa, ilk yaratılışınız
zordur, ama işte bunu becermiş, sizi yaratmış Rab-biniz. Hiç düşünmüyor musunuz?
Akıllarınızı kullanmıyor musunuz?”
63-64. “Söyleyin, ektiklerinizi
yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi
bitiriyoruz?”
Gördünüz mü şu ektiklerinizi?
Ektiğiniz, diktiğiniz ekinleri gördünüz mü? Onları yetiştiren, bitiren siz
misiniz, biz miyiz? Önceki âyetlerde Rahîmlere ektiklerimizi soruyordu Rabbimiz,
bu âyetinde de tarlalara ektiklerimizi gündeme getiriyor.
Söyleyin bakalım, o tarlalara
ekip diktiklerinizi siz mi yetiştiriyorsunuz, biz mi? Biz deyin bakalım,
diyebilirseniz. Buğdayı, sebzeleri, meyveleri biz yetiştiriyoruz, biz
bitiriyoruz deyin bakalım. Mümkün mü? Hayır hayır, sizin ektiklerinizin tümünü
bitiren Allah’tır. Gökten indirdiği suyla yeryüzünde sizin muhtaç olduğunuz tüm nebatatı çıkaran,
bitiren Allah’tır. Yeryüzünde hayatın kaynağı olan suyu indiren O’dur.
Şimdi Rabbinizin sizin için
yeryüzünde bitirdiği meyvelere, bitkilere bir göz atın, bir düşünün. Bunlara ne
kadar muhtaçsınız değil mi? Varlığınız bunlara bağlı, bunlarsız yaşayamazsınız
değil mi? Şu insanların yaptıkları ve gururla insanlığa takdim ettikleri bu
teknolojik şeylerin hiçbirisi bunların yerini tutup karın doyurmuyor değil mi?
Acaba bunlardan bir tanesini siz kendiniz yaratabilir misiniz? Veya sizlerin şu
anda güçlü gördükleriniz, hâkimiyeti kendilerine verip yasalarına tabi
olduklarınız yapabilirler mi? Yaratabilirler mi bunlardan bir tanesini? Güçleri
yeter mi buna onların?
65-67. “Dilesek Biz onu çerçöp yaparız,
şaşar kalırsınız da şöyle dersiniz: “Doğrusu borç altına girdik, hattâ yoksun
kaldık.”
Dilesek biz onları, o
yarattığımız ekinleri, meyveleri, sebzeleri çerçöp haline, odun haline
getiriveririz. Yani hiçbir işe yaramaz kupkuru bir duruma sokuveririz de şaşar
kalırsınız. Şu yeryüzünde bitirdiklerinin tamamını kupkuru birer samana
çeviriverse, ne olur sizin hayatınız hiç düşündünüz mü? Ne yer, ne içersiniz?
Nasıl yaşarsınız? Tüm rızıklarınıza hayır deyiverse Allah, ne yaparsınız?
Nereden bulursunuz bunları?
Biz onları işe yaramaz kupkuru bir
çerçöp yapıverseydik o zaman üzülüp derdiniz ki, “eyvah biz borçlanmıştık. Eyvah
biz ağır bir borç altına girmiştik, masraflar etmiştik, emekler sarf etmiştik.
Bu ektiğimiz mahsulata güvenmiştik, ama mahrum edildik. Mahrum bırakıldık,
yoksul bırakıldık.” Ne diyebileceğiz ki başka? Allah, ekip-diktikle-rimizin
tamamını, tarlalarımızın, ekinlerimizin, bahçelerimizin tamamını yok ediverse ne
yapabileceğiz ki? Allah’tan bir helâk, bir tufan, Allah’tan bir belâ geliverse
ne gelir elimizden? Veya dükkanlarımıza, ticaretlerimize bir belâ geliverse, bir
iflas uğrayıverse, her şeyimizi elimizden alıp götürüverse ne yapabiliriz?
Bunları veren kim? Tüm bu rızıkları size ulaştıran kim? Bir damla meniye hayat
veren O’dur. Hayatın devamı adına rızık veren de O’dur. Aldığı zaman da
hiçbirimizin yapabileceği bir şey yoktur.
68-69. “Söyleyin; içtiğiniz suyu
buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu Biz mi
indiririz?”
Bir de şu suyu gördünüz değil mi?
Söyleyin bakalım, bulutlardan şu muhtaç olduğunuz, onsuz olmaz dediğiniz suyu
indiren siz kendiniz misiniz, yoksa biz mi onu indiriyoruz? Bu konuda bir
müdahaleniz var mı?
70. “Dileseydik onu
acılaştırırdık; hâlâ şükretmez misiniz?”
“Eğer Biz isteseydik onu acı
yapardık da içemezdiniz, kullanamazdınız. Hâlâ şükretmez misiniz? Şükretmeyecek
misiniz? Hâlâ bu nîmetleri size sunan Rabbinizi, nîmetlerin sahibini bilmeyecek
misiniz? Hâlâ bu nîmetleri Rabbinize kullukta kullanmayacak mısınız? Şu
içtiğiniz suları acılaştırıverse, yahut da ağızlarınızın tadını alıverseydik
haliniz nice olurdu? Hiç düşünmüyor musunuz?”
Rabbimiz bizden şükür istiyor. Tüm bu
nîmetlerine karşılık biz-den teşekkür bekliyor. Şükür, teşekkür, verileni
verenin yolunda kullanmaktır. Şükür, hayatı o hayatın sahibinin yolunda
harcamaktır. Şükür, dünyayı, hayatı, canı, malı, zamanı, imkânları, fırsatları
onu vere-nin yolunda harcamaktır. Hayatı onu bize veren Allah’ın istediği
biçim-de yaşamak, geceyi ve gündüzü onu bize lütfeden Allah yolunda kullanmak,
aklı, zamanı onu verenin razı olduğu yerde kullanmak, Allah’ın rızasını tahsilde
harcamaktır. Hayatı o hayatın sahibine sormadan yaşamak, zamanı kendi bildiğimiz
biçimde doldurmak, malı o malın sahibinin razı olmadığı yerlerden kazanıp onun
razı olmayacağı yerlerde harcamak, elimizi, ayağımızı, gözümüzü, kulağımızı
onları bize verenin yolunda kullanmamak, varlığımızı onu bize vermeyenler
yolunda harcamak, geceyi ve gündüzü onu bize verenin razı olmadığı şeyler
yolunda itlaf etmek şükürsüzlüktür, nankörlüktür.
Eğer tüm bu nîmetleri bize lütfeden
Rabbimizi unutarak, O’nun kitabını, O’nun bize gönderdiği hayat programını
görmezden gelerek, O’na kulluğu terk ederek bir hayat yaşayacaksak o zaman bu
sorulara cevap bulmak zorundayız. İşte soruyor Rabbimiz, söyleyin bakalım siz
mi, Biz mi? Rızkı biz kendimiz buluruz? Suları biz kendimiz çıkarıyoruz,
bulutlardan onu biz kendimiz indiriyoruz, diyebilir miyiz? Bunu
diyebiliyorsanız, o zaman teşekkür etmeyin O’na, kulluk yapmayın.
‘Şükr’
sözlükte; semizlemek ve gelişmek anlamlarına gelir. Yani, lügat anlamıyla şükür,
hayvanların bedenlerinde yedikleri gıdanın etkisinin apaçık ortaya çıkmasıdır.
Din dilindeki ‘şükür’ de bunun gibidir. Yani ‘şükür’, Allah’ın nimetinin
etkisinin kulun dilinde ‘itiraf ve övgü’ olarak, kalbinde ‘şahitlik ve
muhabbet/sevgi’ olarak, organlarında da ‘itaat etme ve boyun eğme’ olarak ortaya
çıkmasıdır. Şükür kelimesinin zıddı, küfür (nankörlük)dür; nimeti unutup
örtmektir. Şükür, kişinin kendine ulaşan nimeti bilmesi ve bunu çeşitli
şekillerde açığa vurmasıdır. Bir başka deyişle nimet sahibini bilip onu övmesi
demek-tir.
Şükür,
nimet vereni boyun eğerek itiraf etmektir. Şükür, ihsan yapan kimseyi, ihsanını
anarak övmektir. Şükür, nimet verene
kalbin sevgiyle, organların itaatle, dilin onun zikri ile ve onu övmekle meşgul
olmasıdır. Şükür nimetleri onu verene
boyun eğerek ona nispet et-mektir.
Şükür, Allah’ın nimet vermesinden dolayı O’nun ihtiyacı
olmadığı halde O’nu övmekle lezzet duymaktır. Şükür, bir nimeti verene teşekkür
etmek, memnuniyetini ve minnettarlığını belirtmek, verilen nimetin değerini
bilip takdir etmektir. Her türlü nimetin tek ve gerçek sahibinin Allah olduğunun
şuuruna varmak ve bunu saygıyla ifade et-mektir. Şükür, şükürden âciz olduğunu
bilmektir. Şükür, Allah'ın verdiği nimet ile Allah'a isyan etmemektir. Kur’an,
insana sayısız nimet verildiğini, insanın bunları veren Allah’ı bilip, hizmetine
sunulan bu ni-metlerden dolayı nimet sahibine minnet duymasını, bu minnettarlığı
çeşitli şekillerde ortaya koymasını söylüyor. Türkçe’de kullandığımız ‘teşekkür
etmek, şükran duymak’ kavramları da aynı kökten gelmekte ve yaklaşık aynı manayı
ifade etmektedirler.
Kur’an,
sürekli olarak Allah’ın insanlara verdiği nimetlere, yap-tığı bağışlara, ettiği
ihsanlara dikkat çekmekte ve insanın bütün bu iyi-likler karşısında minnettarlık
duymasını, ‘şükran’ duyguları içerisinde olmasını istemektedir. Çünkü nimete
kavuşmanın, iyilik görmenin kar-şılığı budur. Kur’an’da mü’minlerin çokça
şükretmeleri hatırlatıldığı gi-bi, şükredenlerin ve şükretmeyenlerin örnekleri
verilir, âkıbetleri anla-tılır.
Allah’ın
insanlara; “Verdiğim nimetlere şükredin” demesi de ayrıca kul için bir nimet ve
ihsandır. Çünkü şükrün faydası dünya ve ahirette Allah’a değil; kula dönüktür.
Yerine getirdiği şükür ile fayda gören kulun kendisidir. Kul, şükrederek Rabbine
bir karşılık veya bir mükâfat vermemektedir. Zaten buna da hiç bir varlığın gücü
yetmez. Kim şükrederse kendi nefsi için şükretmiş olur, yoksa Allah’ın böyle
şeylere asla ihtiyacı yoktur. Ancak Allah (c.c.) kullarına karşı bu kadar
cömert, bu kadar lütuf sahibi olduğu halde, kullarının bir kısmı nan-kördür, çok
şükretmekten uzaktır. Bakın bir soru daha
geliyor:
71-72. “Söyleyin; yaktığınız
ağacın ateşini var eden sizler misiniz, yoksa onu Biz mi var
ederiz?”
Şu yaktığınız ateşi gördünüz ya,
o yaktığınız ağacın ateşini siz mi yaratıyorsunuz, yoksa Biz mi? O ağaçtan ateşi
siz mi çıkarıyorsunuz, yoksa Biz mi? O
ağacın sahibi de, yaratıcısı da, ondan ateşin var edicisi de Biziz. Hayatınızın
vazgeçilmez unsurlarından birisi olan ateş de gitti elinizden. Ne kaldı geriye
‘bizim’ diyebileceğiniz?
73. “Biz onu bir ibret ve çölde
konaklayanlar için yararlı kıldık.”
“Biz o ağacı, o ateşi bir tezkira
kıldık. Bir gündem konusu yaptık. Elinizden tutup, Bizim rubûbiyet ve
ulûhiyetimize götürecek bir zikir yaptık onu. Yolcular için bir meta yaptık.
Herkesin ona ihtiyacı vardır. Yakar ısınır, satar para kazanırsınız onunla.
Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları:
74. “Ey Muhammed! Çok büyük
Rabbinin adını tesbih et!”
Sen de Azîm olan Rabbinin ismini
tesbih et, sizler de büyük olan Rabbinizin ismini tesbih edin. “Sübhane Rabbiyel
Azîm” deyin. Sadece O büyüktür, başka büyük yoktur deyin. Rabbinizin Azîm adını
yüceltin. Rabbinizi mükemmel kabul edin. Rabbinizi mübârek kabul edin. O’nun
sıfatlarını başkalarına vermeyin. O’na lâyık olmayan, O’na yakışmayan noksan
sıfatlardan O’nu tenzih edin. Rabbinizin sizi yarattığı kulluk gâyeniz
istikâmetinde hareket ederek O’nu tesbih edin. Allah’ın sizin için belirlediği
yasalar istikâmetinde hareket ederek, Allah’ın istediği kulluğu icra ederek
Rabbinizi tesbih edin. Her an, hayatınızın her bir konumunda Rabbinizi gündemde
tutarak, Rabbinizi gündeme alarak O’nu tesbih edin. Her an Allah’ın emirlerine
boyun bükerek, Allah’ın yasalarına itaat ederek O’nu tesbih
edin.
Tıpkı göklerdeki ve yerdeki varlıklar
gibi sürekli Rabbimizi, Rabbimizin âyetlerini, Rabbimizin emir ve yasaklarını
gündemimizde tutarsak, biz de Rabbimizi tesbih ediyoruz demektir. Eğer Allah’ı,
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın kitabını, Resûlü’nün sünnetini, Allah’ın bizden
istediği kulluğu örterek, gündemlerimizden düşürerek kendimizce sun’î bir kısım
gündemler oluşturur, ya da kâfirlerin gerçek gündemimizi unutturmak için
oluşturdukları gündemlerin peşine takılırsak, o zaman başkalarını tesbih etmiş
oluruz, unutmayalım. Bakın bugün insanlar en çok neleri gündemde tutuyorlar? En
çok neleri tesbih ediyorlar? En çok neleri konuşuyorlar? En çok Vakıayı mı
tesbih ediyorlar, parayı mı? En çok kitabı mı konuşuyorlar yoksa başka şeyleri
mi? Siz bilirsiniz, ama unutmayın ki:
75-76. “Hayır; yıldızların
yerleri üzerine yemin ederim ki bunun ne büyük bir yemin olduğunu bir
bilseniz!”
Hayır, yıldızların mevkilerine,
konumlarına yemin olsun ki! Rabbimiz onu red için buyurdu ki, hayır, yıldızların
mevkilerine yemin olsun ki! Tartışılan konu ne? Mekke müşrikleri diyorlardı ki,
“ey Muhammed, bu kitap, bu sözler Allah’tan değil, bunu kendin uyduruyorsun,
yahut şeytanlar ve cinlerden öğreniyorsun!” Rabbimiz, “hayır, yıldızların
mevkilerine yemin olsun ki!” diye başlayarak durumun onların dedikleri gibi
olmadığını ortaya koyuyordu. Bunun ne büyük bir yemin olduğunu bir bilebilseniz.
Bu yeminle Rabbimiz, Kur’an’ın yeryüzüne indirdiği en büyük ikramı, en büyük
lütuf ve keremi olduğunu anlatıyor. Bakın bundan sonraki âyette şöyle
buyuruluyor:
77-80. “Doğrusu bu kitab, sadece
arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitab da mevcut iken âlemlerin Rabbi
tarafından indirilmiş olan Kur’an-ı Kerîm’dir.”
Dünyanızdan milyarlarca kere daha
büyük yıldızların mevkilerine yemin olsun ki, bu Kur’an kerimdir, kerim bir
kitaptır. Allah’ın yerdekilere en büyük ikramıdır. Bu Kur’an’ın âyetleri de
birbirine bağlı, birbiriyle insicamlı, Allah tarafından tahkim edilmiş, müdahale
edilmesi, yerlerinden oynatılması asla mümkün olmayan muhkem yıldızlar gibidir.
Veya buradaki “yıldızların mevkileri” ifadesiyle bizzat Kur’an’ın âyetleri,
Kur’an’ın yıldızları, her bir ayrı dönemde Kur’an’dan indirilen âyet grupları
kastedilmiştir. Çünkü yıldızlar nasıl dünyayı aydınlatıyorlarsa, tıpkı onlar
gibi Rabbimizin parça parça, bölük bölük indirdiği şu Kur’an sûreleri de
karanlık dünyayı nûruyla aydınlatmaktadır. Zulmet içindeki insanlığın hayatını,
dünyasını aydınlatmak üzere parça parça, bölük bölük inen vahy e yemin olsun ki
bu Kur’an kerimdir. Allah katında çok yüce, pek değerli bir
kitaptır.
“Gizli, korunmuş bir kitapta
yazılıdır.” Onun aslı. Levh-i Mahfuzda meknî, korunmuş, temiz tutulmuş,
kirletilmeden, zayi edilmeden muhafaza edilmiştir. Levh-i Mahfuz’a, o korunma
altındakine ancak temiz olanlar, mukarreb melekler dokunabilirler. Oraya ancak
temizler ulaşabilirler. Demek ki bu kitap Rasulullah Efendimize vahy olunmaz-dan
önce Levh-i Mahfuz’da korunma altındaydı. Mekke müşriklerinin ona Allah vahy
etmiyor, şeytanlar, cinler öğretiyor şeklindeki iftiralarına cevap veriliyor
burada. Bırakın bu kitabı cinlerin, şeytanların indirmesini, öğretmesini,
Allah’ın tertemiz meleklerinin dışında hiç kimse onun yakın semtine bile
yaklaşamazlar, deniyor.
Bu âyetten bu mânâyla birlikte, başka
mânâlar anlayanlar da olmuştur. Bu kitaba temiz olan, tâhir olan mü’minlerin
dışında kâfirler ve müşrikler dokunamazlar şeklinde anlayanlar, abdestsiz veya
cünüp iken bu kitaba el sürülüp dokunulamaz şeklinde anlayanlar olmuştur. Bu
konunun teferruatı fıkıh kitaplarında vardır.
“Bu kitap Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın
indirmesidir. Bu Kur’an, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın indirmesi olarak
tenzîlen, peyderpey indirilmiştir.” Allah onu yerine ve zamanına göre, ihtiyaca
göre indirmiştir. Bu kitabın indirilişi Allah’tandır. Bu Kur’an Allah’tandır. Bu
kitabı indiren Allah’tır. Kitabın indirilişi konusunda peygamberin bile bir
yetkisi yoktur. Allah’tan başka hiç kimsenin böyle bir kitabı peygambere
indirmeye güç yetirmesi mümkün değildir. Bu kitabı peygamberine indiren, bu
kitapla peygamberini, onun şahsında da bizleri şereflendiren, bilgilendiren, bu
kitapla kendi bilgisinden bize aktarımda bulunan
Allah’tır.
81. “Siz bu sözü mü hor
görüyorsunuz?”
Siz âlemlerin Rabbinden gelme bu
şerefli sözü basit mi görüyorsunuz? Hor mu bakıyorsunuz bu Allah sözüne? Ciddiye
almıyor musunuz bu kitabı? Hafife mi alıyorsunuz? Bu kitap Allah’tan değildir,
cinlerdendir, şeytanlardandır diye leke sürmeye mi çalışıyorsunuz bu kitaba? Bu
tertemiz sözlerle temizlenecek yerde onu kirletmeye mi
çalışıyorsunuz?
82. “Rızkınıza şükredeceğiniz
yerde onu vereni mi yalanlıyorsunuz?”
Allah’ın Kitabına karşı böyle bir
tavır takınarak rızkınızı sırf yalanlamanızdan ibaret mi kılacaksınız? Bu
kitaptan nasibiniz sadece yalanlamak mı olacak? Bu kitaptan hissenize düşen
sadece küfür ve inkâr mı olacak? Öteki rızıklarınıza sahip olmaya çalışan
sizler, Rab-binizin size tahsis buyurduğu bu en büyük rızkınızı yalanlamaya mı
kalkışıyorsunuz? Halbuki bu kitap rızkı, bu kitap azığı öteki rızıkların
tamamına ulaşma kapılarını açan en büyük bir rızıktır. Yani şimdi sizler Kur’an
rızkını terk mi ediyorsunuz? Allah’ın size en büyük rızkı olan bu kitaba karşı
şükredeceğiniz yerde onu yalanlama yolunu mu tercih ediyorsunuz? Sizin şükrünüz
bu mu? Yalanlamayı şükür mü zannediyorsunuz? Siz bilirsiniz, ama unutmayın
ki:
83-85. “Kişinin canı boğaza
dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, Biz o kişiye sizden daha yakınızdır,
ama görmezsiniz.”
Can boğaza gelip dayandığında…
Can boğazdan yavaş yavaş çıkmaya başladığı zaman… Şu anda gözümüzün önüne bir
manzara, bir ölüm tablosu getiriyor Rabbimiz. Göz göre göre gözlerimiz önünde
ölüp giden bir insan. Rabbimiz buyuruyor ki, “siz onu görüyorsunuz, ona
bakıyorsunuz. Yanı başınızda, dizlerinizin dibinde sevdiğiniz, tanıdığınız
birisi gidiyor ve siz onu görüyorsunuz. Ama Biz ona sizden daha yakınız. Onu
yaratmadan önce, yaratırken sizden daha yakın olduğumuz gibi, yaşarken, rızık
verirken, korurken sizden daha yakın olduğumuz gibi, şimdi ölümü esnasında da
sizden ona daha yakınız, diyor Rabbimiz. Ama siz göremezsiniz. İşte elinizi,
kolunuzu bağlayan bir ölüm gerçeği. O halde:
86-87. “Siz dirilip
yaptıklarınıza karşılık görmeyeceksiniz ve eğer bu sözünüzde samimi iseniz, o
çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!”
Eğer sizler öldükten sonra
diriltilmeyecek, hesaba çekilmeyecek, sümenaltı edilecek, yok olup gidecek,
unutulup gidecek ve asla yaptıklarınızın karşılığını görmeyecekseniz, bunu
reddediyorsanız, “hayat bu hayattır, bunun dışında başka hayat yoktur”
diyorsanız, haydi şu ölmekte olan sevdiğinizi geri çevirseniz ya! Şu ölmekte
olan insanın, ya da kendinizin canını geri verseniz ya! İade etsenize onun
hayatını. Haydi tüm dünya, tüm insanlık toplanıp geri versin o ölenin canını.
İsterse milyarların sevgilisi olsun bu ölen kişi, kimsenin seyretmekten başka
yapabilecek bir şeyi var mı?
Hayır hayır, sizler Allah
yasalarına teslimsiniz. Sizler Allah’ın hükmüne mahkumsunuz. Siz başka değil
Allah’ın kulları ve kölelerisiniz. Bundan sonra da o ölen kişinin ölümünden
sonraki durumu anlatılacak:
88-89. “Eğer ölen o kişi,
gözdelerden ise, rahatlık, hoşluk ve nîmet cenneti
onundur.”
İnsan öldü, insanlar öldü, tüm
varlıklar öldüler ve kıyamet koptu. Eğer o ölen kişi Mukarrabûn’dan ise, Allah’a
yakınlardan, Allah’a kullukta öncülerden ise, sûrenin ilk âyetlerinde anlatılan
üç gruptan en iyi olanlardan ise, artık ona bir ravh, bir rahatlık, bir
ferahlık, devamlı bir güzel hayat, güzel rızıklar ve naiym cennetleri vardır.
Hiçbir kederi, üzüntüsü olmayan nîmet cennetleri vardır onun
için.
90-91. “Eğer defteri sağdan
verilenlerden ise: “Ey sağcılardan olan kişi, sana selâm olsun!”
denir.”
Eğer o ölen kişi yemin ashabından
ise, yümn, bereket ashabından ise, defterini sağından alanlardan ise selâm sana
yemin ashabından! Sana ashab’ul yemin selâm eder, ya da ashab’ul yemin
birbirlerini selâmlarlar. Çünkü onlar Dâr’us-Selâm’a ulaşmışlar, emniyete,
güvene kavuşmuşlar ve birbirlerine esenlik dilemektedirler.
Ama:
92-95. “Eğer, sapık yalancılardan
ise, ona kaynar sudan konukluk sunulur. Cehenneme sokulur. Doğrusu kesin gerçek
budur.”
Şâyet o ölen kişi yalancılardan,
yalanlayanlardan, Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçilerini, Allah’tan
gelen hayat programını, Allah’ın haberlerini yalan sayanlardan, yok farz
edenlerden ise, hayatını bu yalan özerine bina edenlerden ise, ona da ikram
olarak kaynar su sunulur. Onlar için de cehenneme sokuluş vardır. Sûrenin
başında anlatılan ashab-u şimâlin âkıbeti de işte budur. Çünkü onlar sapıktır.
Hem kendileri sapan, hem de başkalarını saptırmaya
çalışanlardır.
İşte bu yakîn bir gerçektir. İşte
Allah’ın haber verdiği, kitabın haber verdiği bu gerçekler en gerçek
haberlerdir, en doğru haberlerdir; bunlardan daha doğru haber bulamazsın. İşte
yeryüzünde yaşayan insanların üç grubu ve bu üç grubun âkıbeti budur. Öyleyse ey
peygamberim:
96. “Çok büyük Rabbinin adını
tesbih et.”
Öyleyse ey peygamberim, sen sana
vermiş olduğu bunca rızıklara, rızıkların en büyüğü olarak sana indirmiş olduğu
bu kitap rızkına, bu vahiy rızkına karşılık Rabbini büyük ismiyle tesbih et.
Kâfirler kabul etmeseler de, müşrikler yüz çevirseler de sen Rabbini tesbih et.
Hayatını düzenleyeceğin mesaj alma makamı olan namazlarının rükusunda “Sübhane Rabbiye’l azîm”, secdesinde
de “Sübhane Rabbiye’l A’la” diyerek
Rabbini tesbih et. Rabbini sürekli gündemde tut. Rabbin için bir hayat yaşa.
Tabii bu emir bizedir de. Biz de sürekli Rabbimizi, Rabbimizin âyetlerini
gündemde tutarak O’nu tesbih edeceğiz. Bundan sonraki sûre de tesbih emriyle
başlayacak. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih ederler, diye
başlayacak. Velhamdü lillahi Rabbi’l âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder