RAHMÂN SÛRESİ
Mushaftaki
sıralamaya göre kitabımızın 55., nüzûl sıralamasına göre 97., mufassal kısmı
birinci sûreler grubunun beşinci sûresi olan Rahmân sûresi, Mek-ke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 78’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Rahman sûresi, Mekke’de nâzil olmuş,
Rabbimizin biz kullarına sayısız nimetlerinin gündeme geldiği 78 âyetlik bir
sûredir. Rab-bimizin cennette mü’min kulları için hazırladığı akla hayale gelmedik
nimetlerinin gündeme getirildiği ve her bir nimet gündeminin sonunda da:
“Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız?” buyurularak
düşünmeye, kulluğa, kendisine teşekküre dâvet edildiğimiz bir sûre. “Değilse,
siz bilirsiniz, eğer Rabbinize itaate, Rabbinize kulluğa yönelmez, bu dünyada
O’nun istediği bir kulluk hayatını yaşamazsanız, kesinlikle bilesiniz ki
dayanılmaz bir Cehennem azabı sizi beklemektedir,” denilerek cehennemin de vasfedildiği bir sûredir.
Rahmân sûresi Mekke’de nâzil olmuştur.
Rasûlullah efendimiz bu sûreyi etrafındaki ashabına
okuyunca onlar sessiz kalmış, sessizce dinlemişler ve Allah’ın Resûlü onlara
şöyle buyurmuştu: “Ben Rab-bimden gelmiş olan bu
sûreyi size tilavet ederken neden öyle sessiz kaldınız? Niye bir tepki
vermediniz? Halbuki Ben bu sûreyi sizin din kardeşlerinize okumuştum da onlar:
“Rabbinizin hangi nimetlerini yalan
sayarsınız?” şeklindeki sorusuna gelince hep birden demişlerdi ki,
“ya Rabbi senin üzerimizdeki nimetlerinden hiç
birisini yalan saymayız.” Sahâbe-i kiram efendilerimiz de: “Onlar kimlerdir ey
Allah’ın Resûlü?” diye sorunca: “Onlar sizin din kardeşleriniz cinlerdir”
buyurdu. Bu ifadelerden anlıyoruz ki, bu sûre Mekke’de nâzil olmuştur. Çünkü
Resûlullah Efendimiz risa letinin 10. yılında, Taif seferinden dönüşünde cinlerle görüşmüş ve bu sûreyi
onlara tebliğ buyurmuştur. Yine biliyoruz ki Rasûlullah Efendimizin, Mekke’de “bu sûreyi Kâbe’-nin avlusunda müşriklere kim ilân edecek? Bunu insanlara kim
tebliğ edecek?” şeklindeki talebine evet deyip Rahmân sûresini ilk defa
müşriklere Abdullah b. Mes’ud efendimiz tebliğ
etmiştir. Rahmân sûresi, Mekke’de müşriklere duyurulan ilk sûredir.
Sûre,
insanlarla birlikte, irade ve sorumluluk sahibi varlıklar olan cinlere de hitab eden Kur'an'daki tek
sûredir. Sûrenin özellikle ön plana çıkan ayrı ve dehşetengiz bir ahengi vardır.
âyetleri kısa kısa cümlelerden oluşmaktadır. Sûrede,
kâinat sahasında Allah'ın açık ve gizli hâkimiyetinin delilleri açıklanmakta;
sayısız nimetlerine, sınırsız kudretine dikkat çekilmekte ve bunun karşısında
cinlerin ve insanların acz içerisinde Allah'a itaatten
başka çareleri olmadığı bütün çıplaklığı ile ortaya konularak, onların
sorumlulukları hatırlatılmakta ve itaatten yüz çevirirlerse karşılaşacakları
kötü sonuçlar; boyun eğip, şerîatına uyarlarsa elde edecekleri hayırlı neticeler
mucizevî bir üslupla dile getirilmektedir. Sûre, konuları bir hitap tarzı ile
ele almakta, coşku ve belagat dolu bir akış içerisinde, Allah'ın kudretinin
mükemmelliği, O'nun her şey üzerinde yaymış olduğu mutlak hâkimiyeti müthiş bir
tablo halinde gözler önüne serilmektedir. Allah'a tabi olarak işlenen iyilik
karşılığında mükâfat olarak vaadedilen Cennet'in bir
tasviri yapılmakta ve isyan etmenin karşılığında kazanılan Cehennem azabı ile
insan ve cinler topluca uyarılmaktadırlar.
Bir
hadis-i şerife göre Resulullah (s.a.s), Rahmân
sûresini okudu ve sonra ashabına; Niçin sizlerden cinlerin Rablerine verdiği
gibi bir cevap işitmiyorum?" dedi. Onlar; "O cevap nedir ya Rasulallah?" diye sordular.
Resulullah (s.a.s) şöyle cevap verdi: Ben; "Şimdi
Rab-binizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" âyetini
okuduğumda, onlar; "Biz Rabbimizin hiç bir nimetini yalanlamıyoruz"
dediler".
Bu
rivayete göre, cinlerin Resulullah (s.a.s)i Kur’an okurken dinlemeleri olayı, nübüvvetin onuncu yılında,
onun Taif’ten dönerken yolda dinlendiği bir esnada
vuku bulmuştur. Bu rivayetten, cinlerin okunurken dinledikleri sûrenin Rahmân
sûresi olduğu anlaşılmaktadır.
Sûre
tek bir kelime ile, Allah Teâlâ'nın sıfatlarından biri
olan "er-Rahmân" âyetiyle başlamaktadır. Peşinden Rahmân olan Allah'ın insanlara
rahmetinin en büyük ve en kapsamlı tecellisi olan, Kur'an'ı öğrettiği bildirilmektedir: Kur'an’ı öğretti" (2). Sûreye bu şekilde bir gi-riş yapılmasının sebebi, Kur'an'ın bir insan sözü olmayıp, Allah Teâ-lâ'nın indirdiği bir vahiy
olduğunun vurgulanmak istenmesidir. Ayrıca, diğer sıfatları yerine O'nun Rahmân
sıfatının kullanılmış olması, insanlara bu âyetleri gönderip, onları zulmetten
kurtararak hidayete er-dirmek için indirmesinin,
rahmetinin bir gereği olduğunun anlatılmak istenmesidir. Arkasından "İnsanı
yarattı" (3) denilmektedir. Kur'an’ın öğretilmesi,
insanın yaratılmasından önce zikredilmektedir. Allah'ın Kur'an'ı bir yol gösterici olarak göndermesi, O'nun Rahmân
sıfatı yanında Hâlık (yaratıcı) sıfatının da bir
gereğidir. Ayrıca, insanın yaratılışının sonra zikredilmesinin, O'nun ancak bu
Kur'an ile insan olma özelliğinin
gerçekleşebilmesinden dolayı olduğu da söylenebilir.
Sûrenin
girişi mahiyetinde olan âyetler, bu Kur'an'ın Allah
tarafından gönderildiğini ve doğru yola sevk ederek insanları delaletten
kurtarmanın O'nun rahmetinin bir sonucu olduğunu ve insanların şuur, idrak ve
akıl sahibi olarak yaratıldığını açıklamaktadır.
Arkasından
uzay boşluğunda bulunan cisimlerin intizamını gözler önüne sererek bu nizamın
adalet ve ölçü çerçevesinde ayakta durduğu; dolayısıyla, insanların hayatı devam
ettirmek için kaçınılmaz olan alışverişlerinde kullandıkları ölçülerde dikkatli
davranmaları gerektiği bildirilmektedir: "Sakın tartıda haksızlık ve taşkınlık
yapmayın" (8).
Yeryüzünde
insan için hazırlanan nimetlerden bahsedildikten sonra: "Öyleyken Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalan sayabilirsiniz?" (13) denilerek, insanoğlunun
bunca nimet ve ihsana karşılık, inkârlarının büyük bir nankörlük olduğu
anlatılmaktadır. Bu âyet sûrede devamlı olarak tekrarlanmıştır. âyetin
metnindeki âlâ” kelimesi her tekrarda değişik bir anlam ifade etmektedir. Bu,
kendinden önce gelen âyetin konusuna göre kudret, ihsan, harikuladelik, Allah
ın sıfatları gibi anlamları
karşılamaktadır.
Allah
Teâlâ, âlemde sorumluluk sahibi kıldığı mahlukâtının;
insan ve cinn'in yaradılış malzemesini zikretmektedir;
"İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı. Cinleri de dumansız bir
ateşten yarattı" (14-15). İşte böyle yaratma kudretine sahip olan bir Rab nasıl
olur da yalanlanır?
Sûre
Allah Teâlâ'nın, çoğu insanların gözü önünde bulunan
veya meydana gelen, fakat gafletlerinden dolayı bir türlü fark edemedikleri
mucizevî olayları tek tek zikrederek inkârcıların
yalanlarken içinde bulundukları basiretsizliği bütün çıplaklığı ile ortaya
koymaktadır. Öte taraftan; "Yeryüzündeki her şey yok olucudur. Celâl ve İkram
sahibi olan Rabbinin yüzü (zatı) bâkî kalacaktır" (26-27) âyetiyle insanoğlu,
yalın bir gerçekle, fena bulma olayıyla uyarılmaktadır.
Ölümlü
varlığın peşinden gelen kalıcı gerçeklik böylece vurgulandıktan sonra başka bir
bölüme, içinde kıyamet, azap ve dehşetinin yer aldığı bölüme geçiliyor: "Ey yeryüzündeki iki ağırlık (insan ve cin) sizin
de hesabınızı ele alacağız ". Arkasından kıyamet gününün tabloları çiziliyor:
"Gök yarılıp da kırmızı sahtiyan gibi bir gül olduğu zaman" (37). "İşte o gün
insana da, cinne de günahı sorulmaz" (39). "Suçlular
simalarından tanınırlar da perçemlerinden ve ayaklarından tutulurlar" (41).
"İşte bu, suçluların yalanladığı Cehennemdir. Bununla kaynar su arasında dolaşır
dururlar. Öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalan sayıyorsunuz?"
(43-45).
Acıklı
ve dehşet dolu azap ve cezalandırma bölümünden sonra, Allah'a itaat edenlerin
karşılaşacakları nimet ve ikramların zikredildiği bölüm gelmektedir. "Rabbinin
huzurunda durmaktan korkan kimseye iki Cennet vardır" (46). Bu cennetlerde,
bulunan güzellikler, nimetler ve zevkler tasvir edildikten sonra, ilahî adalet
çarpıcı bir üslûpla ortaya konmaktadır. İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir
şey midir?" (60). Böyle olduğu halde insanoğlu Rabbinin "nimetlerinden han-gisini yalan sayabilir" (61). vurgulandıktan sonra, tekrar
cennet nimetlerinin güzellikleri dile getirilmektedir. "O ikisinden başka iki
Cennet daha vardır" (62). Bu iki Cennetteki görüntü güzellikleri, meyveler ve
huriler zikredildikten sonra, yine her âyetin ardından tekrarlanan; "Öy-leyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalan
sayabilirsiniz?"ayeti yer almakta ve celal ve ikram sahibi Allah Teâlâ tesbih edilerek sûre son
bulmaktadır: "Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin adı ne yücedir"
(78).
Bu mukaddimeden sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz.
1-4. “Rahmân olan Allah Kur’an’ı öğretti; İnsanı yarattı, ona konuşmayı
öğretti.”
Rabbimiz Rahmân’dır. Kullarına
karşı rahmeti, merhameti sonsuzdur. Kullarına karşı o kadar merhametlidir ki
Rabbimiz, Rasû-lullah
Efendimizin bir hadisinin beyanına göre “rahmet sıfatını yüz parçaya bölmüş,
onlardan sadece bir tanesini yeryüzüne indirmiş, insan, hayvan ve diğer
mahlukâtı arasında dağıtmış, geri kalan 99 parçasını da yarın cennette mü’min kullarına işletmek üzere kendi yanında saklamıştır.”
Evet yüz parça rahmetinden sadece bir parçasını yeryüzüne indirmiştir. Onun
içindir ki anne, yavrusuna; baba, evlâdına; kadın, kocasına; koca, karısına;
hayvan, yavrusuna merhamet e-der. Sadece yüz parçadan kendi payına düşen bir
parça sebebiyle. Bir de geriye bıraktığı ve tecellisini yarın cennette
göreceğimiz 99 parça rahmetini düşünün.
Rabbimiz kullarına karşı çok
merhametlidir. Ama tabii kulları kendisine yönelir, kendisine kulluğa yönelir,
kendisi için bir hayat yaşamaya karar verirlerse. Kendisini dinleyen, kendisinin
istediği gibi bir hayat yaşayan kullarına karşı merhameti sonsuzdur Rabbimizin.
Değilse kendisiyle çatışma içine giren, dinini, kitabını, peygamberini reddeden,
kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat
yaşayan kimselere karşı da son derece intikam sahibidir Rabbimiz.
Rabbimiz Rahmân olduğu için, bu
rahmetinin gereği olarak insanlara Kur’an’ı
öğretmiştir. İnsanlara sonsuz rahmet ve merhametinin gereği olarak, onlara
kendisini, kendisine kulluğu, cenneti, cehennemi tanıtan, hidâyeti gösteren
kitap göndermiş, Kur’an’ı öğretmiştir.
Biz kullarına sonsuz rahmet ve
merhameti sebebiyle kulu, elçisi Muhammed (a.s) aracılığıyla bize böyle bir
kitap ulaştırarak nimetlerinin en büyüğüyle bizi şereflendirmiştir. Zira kitap
nimeti, vahiy nimeti nimetlerin en büyüğüdür. Rabbimizin öteki tüm nimetleri
işte bu kitap nimetiyle tamamlanmaktadır. Biz Rabbimizin tüm nimetlerine bu
kitap sayesinde ulaşmaktayız. Çünkü nimetlerin başı ve en büyüğü iman ve hidâyet
nimetidir. İman ve hidâyet olmadan başka hiçbir nimete ulaşmak mümkün değildir.
İşte bu iman ve hidâyet nimetine de biz bu kitapla
ulaşmaktayız.
Eğer rahmeti sonsuz olan Rabbimiz bize
böyle bir kitap göndermeseydi, bizi kendi bilgisiyle şereflendirmeseydi biz
hidâyeti nerden bilebilirdik? Kendini bize tanıtmasaydı, istediği kulluğu bize
anlatmasaydı nerden bilebilirdik bunları? Bu dünyanın, bu hayatın mânâsını, bizi
kimin var ettiğini, niçin dünyaya geldiğimizi ve nereye gittiğimizi, ölümün ne
olduğunu, ölümden sonra nasıl bir hayatın bizi beklediğini nereden bilebilirdik?
Nasıl bir hayat yaşayarak cennete gidebileceğimizi nereden
bilebilirdik?
O Allah ki insanı yaratmıştır.
Varlığımız Allah’tandır. Bizi yaratan Allah’tır. Gücü ve kudretiyle, ilmi ve
hikmetiyle insanı en güzel bir özellikte yaratan O’dur. Yarattığı bu insana
beyanı da öğretmiştir Rabbimiz. İnsana beyan gücünü de lütfetmiştir. Maksadını,
meramını ifade etme, konuşma yeteneğini de vermiştir. Hem kendi meramını
anlatma, hem de başkalarının meramlarını anlama, fehmetme yollarını öğretmiştir. İşte rahmeti gereği
Rabbimizin insana lütfettiği bu beyan gücü, onu öteki varlıklardan, hayvanlardan
ayıran en belirgin özelliğidir. Eğer Rabbimiz bizlere
böyle bir beyan özelliği vermeseydi, meramımızı karşı tarafa aktarma, karşı
tarafın meramını da anlama yeteneği vermeseydi, öteki varlıklar gibi hiçbir
zaman konuşamayacak, konuşulanları anlayamayacak, eşyayı tanımlayamayacaktık.
Meselâ bir ağacı karşımızdakine
anlatabilmek için sırtımıza bir ağaç yüklenip buraya getirmek zorunda
kalacaktık. Bir dağı buraya taşımak zorunda kalacaktık. Ama bakın öyle yapmadan
şu anda dağ deyince, ağaç deyince hemen anlıyoruz değil mi? Ne büyük bir
nimettir bu değil mi? Böyle bir nimetin içinde olunca insan farkına varamı-yor. Bilmem böyle bir nimetin farkına varabilmek için
Rabbimizin bizim dilimizi, konuşma özelliğimizi, kulağımızı, işitme
yeteneğimizi, aklımızı, fikrimizi almasını mı bekliyoruz? O zaman mı anlayacağız
bu nimetlerin ne anlama geldiğini? O zaman mı kadir ve kıymetini bileceğiz
bunların? O zaman mı şükre, Rahmeti bol olan Allah’a kulluğu yöneleceğiz? Sadece
bunlardan mı ibaret Rabbimizin nimetleri?
5-10. “Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba
göredir. Yıldızlar ve ağaçlar O’nun buyruğuna boyun eğerler. O, göğü
yükseltmiştir; tartıyı koymuştur. Artık tartıda tecavüz etmeyin. Tartmayı doğru
yapın, tartıyı eksik tutmayın. Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana
getirmiştir.”
Ay ve güneş de Allah’ındır.
Onların yaratıcısı da Allah’tır. Rab-bimiz onlara da
belli yasalar koymuştur. Tıpkı sizin yaratılışınız gibi, ay ve güneş de öyle
gelişigüzel değil, belli bir hesaba göre yaratılmıştır. Rabbiniz ayın ve güneşin
hareketlerini de belli bir yasaya bağlamıştır. Bu da sizin için bir nimettir.
Sizler Rabbinizin o ay ve güneşe takdir buyurduğu yasalardan istifade ederek
günlerin, ayların, yılların hesabını yapabiliyorsunuz. Onlar sizin için
takvimcilik yapmaktadırlar. Rabbinizin koyduğu bu yasalardan hareketle önceden
güneş tutulmasını, ay tutulmasını bilebilmektesiniz. Rabbiniz dilediği fevkalade
bir durum, bir mûcize olmadıkça bu yasalarını da değiştirmiyor.
Yıldızlar ve ağaçlar da Rabblerine secde ederler. Yıldızlar ve ağaçlar Rabblerinin buyruğuna boyun büküp teslim olurlar. Rabbleri kendilerine neyi emretmişse, hangi fonksiyonu icra
etmelerini istemişse, onlar da Rabblerinin yasalarına
teslim olurlar. Allah kendileri için nasıl bir kulluk programı belirlemişse, onu
mutlaka yerine getirirler. Allah’ın belirlediği yörüngenin dışına asla
çıkamazlar.
Sadece onlar değil, insanın
dışındaki tüm yaratıklar bir an bile yaratıldıkları gâyenin dışına çıkamazlar,
Rabblerine kafa tutamazlar. Dağlar “Yeter artık ya Rabbi! Bizler biraz da senin yasalarının dışına
çıkacağız!” diyemiyor. Güneş “Yeter artık bugün doğmayacağım! Bugün insanlara,
kullarına ısı ve ışık göndermeyeceğim!” diyemiyor. Bulut yağmur yağdırmamayı
tercih edemiyor. Bal arısı, “Yeter ya Rabbi artık ben
bu kullarına bal yapmayacağım!” İnek, “süt vermeyeceğim!” diyemiyor. Elma ağacı
elma vermezlik edemiyor. Kıyamete kadar Rabbimiz hangi varlığa ne misyon
yüklemişse Rabblerinin emrine boyun büküp itirazsız
onu yerine getiriyorlar, itiraz edemiyor, dışına çı-kamıyorlar.
Üstelik bunların hiçbirisinin
cennete girme gibi bir dertleri, cehennemden kurtulma gibi bir endişeleri de yoktur. Ama insan cehennemle
kuşatılmışken, her an cenneti kaybetme ve cehenneme yuvarlanma durumuyla karşı
karşıyayken, çok zalim ve cahil davranıyor, kendi kendisine zulmediyor, Allah’a
kafa tutuyor, Allah’la çatışma içine giriyor ve Allah’ın kendisi için
belirlediği hayat programını yerine getirmiyor, Allah’a secde etmiyor, Allah’ın
emir ve yasaklarına riâyet etmiyor.
İnsanın dışındaki tüm varlıklar ise
bakın işte Rabbimizin beyan ettiği gibi O’nun buyruklarına boyun
büküyorlar.
“Biz semayı yücelttik. İnsanın üzerine
semâyı yükseltip bina ettik.” Onu da biz yarattık. Onun yasasını da biz koyduk.
İşte gördüğünüz gibi direksiz, desteksiz, payandasız semâyı da üzerinizde biz
durduruyoruz. Allah tüm bu varlıkları yarattığı gibi, onların uyacakları
kanunları da koymuş, onlar için bir denge sistemini de belirlemiştir. “Ey
insanlar! Tartıda tecavüz etmeyin. Allah’ın koyduğu adâlet ölçüsünü, dengeyi
bozmayın. Allah’ın koyduğu adâlet terazisine, Allah’ın koyduğu denge yasasına
müdahale edip bozmadan yana bir tavır sergilemeyin! Benim fıtrî yasalarımı
bozmayın!” diyor, ama gelin görün ki, insanlar önce kendi içlerindeki Allah’ın
fıtrî yasalarını, denge unsurlarını bozmuşlar. Tevhid
üzerine yaratıldıkları halde, kendilerini sadece Allah’a kulluk ortamından
uzaklaştırmışlar, Rabblerine karşı bir takım
varlıkları ortak koşmuşlar, şirkin içine düşmüşler. Sonra içlerinde
gerçekleştirdikleri bu serkeşliği çevrelerine yansıtmışlar. Dağların fıtratını,
yenilen, içilen yiyeceklerin fıtratını, bitkilerin, hayvanların, üzümün, suyun,
kadının, erkeğin fıtratını bozmuşlar. Daha çok kazanmak, daha çok ekonomik güce
ulaşmak için insan sağlığını hiçe sayarak her şeye müdahale
etmişler.
Allah diyor ki, “ölçüyü, teraziyi
bozmayın.” Allah’ın koyduğu fıtrî yasalara müdahale etmeyin. Ölçtüğünüz zaman
doğru ölçün, adâletli ölçün. Başkalarına zulmederek, başkalarının hakkına
müdahale ederek kıyamet günü sizin için tutulacak terazinize yazık etmeyin. Her
şeye bir denge koyan, her şeyi belli bir hak yasaya bağlayan Allah, hayatınızı,
aile, toplum, ekonomik hayatınızı belli bir düzene koymuştur. Tüm hayatınızda
Allah’ın istediği şekilde davranarak, Allah’ın yasalarına riâyet ederek,
Rabbinizin koyduğu kurallara boyun büküp, teslim olarak ne Rabbinize, ne
kendinize, ne de başkalarına karşı zalim konumuna düşmeyin. Kendi kendinizi ve
toplumunuzu denge bozucu olarak, fesat çıkarıcı olarak helâke sürüklemeyin.
Bakın Rabbi-miz bu kitabının pek çok yerinde bireysel
ve toplumsal dengeleri bozan nice toplumların helâk olduklarını anlatmaktadır.
Toplumun ticarî dengelerini alt üst eden Medyen halkı
helâk olmuştur. Toplum içinde Allah’ın koyduğu cinsel yasayı bozan Lût kavmi helâk edilmiştir.
Özellikle burada ticaretteki ölçü ve
tartıya riâyet isteniyor. İnsanların mala bakışlarının Allah’ın istediği gibi
olması, Allah’ın haram-helâl yasalarına riâyet edilmesi, mal konusunda
ölçüye-tartıya riâyet etmeleri emrediliyor. Şuayb’ın
(a.s) toplumu olan Medyen ahalisinin en büyük
hastalığı muamelat konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçü-tartıya riâyet
etmemekti. Ölçü ve tartıda kapitalist bir hayatı ortaya koymaktı. Maddeci ve
materyalist bir anlayışın doruklaştırılmasıydı. Yeryüzünde Allah’ın koyduğu
dengeyi bozuyor, insanların mallarını eksiltiyor, ihtiyaç olmayan malları
reklamlarla ihtiyaçmış gibi yutturuyor, parayı eksiltiyor, paranın değerini
düşürüyor ve haksız yere insanların ceplerine el atıyorlardı. Sadece kendi
menfaatlerini düşünüyor, tüm dünya kendilerine verilse bile bir türlü
doymuyorlardı. Ekonomik insan olup çıktıkları için, insanlara ölçüp tartarken
hep eksik ölçüp tartıyorlar, zulmediyorlardı. İşte şu anda, günümüzde bunların
her çeşidini gördüğümüz bu ahlâksızlıklar bir toplumun helâkine sebep olmuş
suçlardır, Allah korusun.
Sonra, Allah yeryüzünü de tüm mahlukâtı
için yaratmış, meydana getirmiş, alçaltmış, sermiş, düzene koymuştur. Bizim
istifademize sunmuş, bizim için onu zelil hale getirmiş, bize boyun büktürmüş,
uysal hale getirmiştir. Yeryüzünü bir sergi olarak, bir döşek olarak bizim
altımıza serivermiştir. Yani eğer şu anda bizler yeryüzünün omuzlarında gezip
dolaşabiliyor, ona hükmedebiliyorsak, bilelim ki, biz ken-dimiz onu teslim aldığımızdan
değil, Rabbimizin onu bize zelûl kıldığından, itaatli
kıldığından, bizim emrimize âmâde kıldığındandır. Altımızda rahat durması için
dağları kazıklar olarak arza çakmış, dağların arasından da bizim için geçitler,
yollar açmış, ekip dikmemiz için ovalar kılmış, her şeyiyle onu bizim
hizmetimize sunmuştur.
11-13. “Orada meyveler, salkımlı hurma
ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu otlar vardır. Ey insanlar ve cinler!
Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Orada, o yeryüzünde bizim için
çeşitli meyveler vardır. Akıl ve hayalimize gelmeyecek çeşitte, renk ve tatta
meyveler yaratmıştır bizim için Rabbimiz. Bizim yaşadığımız iklimin dışındaki
coğrafyalarda daha neler var? Ne tür meyveler var? Onların çoğunu bilmiyoruz.
Başka neler var? Salkımlı hurma ağaçları… Böyle birbirinin üzerine âhenkle
dizilmiş hurmalar… Sonra kabuklu taneler… Filiz şeklinde toprağın üzerine çıkıp
kendilerini bize arz eden her tür hububat çeşitleri… Sonra etrafa güzel koku
saçan, bediî zevklerimizi okşayan, gülünden, çiçeğinden, otundan her tür
bitki... Rabbimiz bunlarla bizim bozduğumuz şehir havalarını düzenliyor,
temizliyor. Gönderdiği rüzgarlarla yapıları değiştiriyor. Dağların başındaki
lâlelerin, sümbüllerin güzel kokusunu bizim evin içine kadar getiriyor.
İnsanların bozup ifsat ettikleri şehirlerin pis ve çekilmez kokularından bizi
kurtarıveriyor.
İşte gördünüz Rabbinizin size olan
nimetlerini. Söyleyin bakalım, Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?
Hangisini yalanlayabilirsiniz? Bunlardan hangisinin Allah’tan olmadığını
söyleyebilirsiniz? Hangisini kendinize izâfe edebilirsiniz? Rabbinizin hangi
gücünü, kudretini yalan sayabilirsiniz? Rabbiniz size bütün bu nimetlerini
sunmasaydı ne yapardınız? Yaratabilir miydiniz güneşi? Var edebilir miydiniz
ayı? Kendi kendinizi meydana getirebilir miydiniz? Bulabilir miydiniz şu beyân
gücünüzü? Nereden, kimden alabilirdiniz o konuşma ve anlama yeteneğinizi?
İndirebilir miydiniz? Yazabilir miydiniz böyle bir Kur’an’ı? Üzerinize böyle direksiz bir gökyüzü dikebilir,
altınıza böyle bir yeryüzü serebilir miydiniz? Güneşi, ayı, yıldızları emrinize
âmâde kılabilir miydiniz? Şu yediğiniz meyveleri, hurmaları, bitkileri
yaratabilir miydiniz? Haydi bir tek bitki yaratın bakalım. Bir elmanın sadece
bir çekirdeğini yaratın bakalım da görelim. Bırakın bir insan yaratmayı, bırakın
kendinizi var etmeyi, saçınızın bir telini yaratın da görelim. Bir tırnağınızı
yaratın da görelim.
Öyleyse söyler misiniz, Allah’ın
bunca nimetlerini nasıl yalan sayabilirsiniz? Rabbinizin güç ve kudretini nasıl
yok farz edebilirsiniz? Nasıl oluyor da tüm bu nimetlerin sahibine karşı böyle
vurdumduymaz bir tavır sergileyebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da O’na teşekkürden,
O’na kulluktan yan çizmeye kalkışabiliyorsunuz? Nasıl oluyor da Allah’ın bunca
nimetleriyle bir hayat yaşadığınız halde O’na başkalarını ortak etmeye
kalkışabiliyorsunuz? Unutmayın ki tüm bu nimetlerle bir hayat yaşadığı halde,
nimetlerin sahibinin istediği bir hayatı yaşamayanlar nimetleri yalan sayanların
ta kendileridir.
‘Ni’met’ sözlükte, her türlü iyi hal (durum) demektir. Geniş
an-lamıyla nimet; hayatın güzel ve hoş olması, geçim yönünden geniş ol-mak, manevî olarak rahat olmak anlamına gelir. Nimet
kelimesinin içerisinde, iyilik, mutluluk, ihsan, bağış, hayırlı mal ve servet,
her türlü güzel durum manaları bulunmaktadır. Türkçe’de başta ekmek olmak üzere,
yiyecek, içecek ve ihtiyacı karşılayan şeylere ‘nimet’ denildiğini hatırlayalım.
Aynı kelimeden gelen in’âm; nimet verme, nimetlendirme demektir. Kur’an’da
bir sûreye (altıncı sûre) adını veren ‘En’âm’, ken-dilerinden faydalanılan deve, davar ve sığır gibi hayvanlara denmek-tedir. Yine aynı kökten gelen ‘naîm’ pek çok nimet anlamındadır. Cennet’te mü’minlere haddinden fazla nimet verileceği için, oraya
‘Naîm cenneti’ adı verilmektedir. Kur’an’da ‘nimet’ kelimesi sık sık
geçmektedir ve Allah’ın insana verdiği bağışlar
hatırlatılmaktadır. İnsanın sahip olduğu her türlü imkân, yetenek ve varlık,
aslında Rabbinin ona verdiği nimetlerdir. Bu nimetlere akıl ve aklın işlevleri
girdiği gibi, bedenin düzgün olması, kullandığı eşyalar, yeryüzü ve onun
üzerinde yararlanılan her şey, doğru yolu bulmak, rahat olmak ve benzeri her şey
girmektedir. Nimet, aslında insanın tat aldığı durum, yani mutluluk demektir.
Buradan hareketle insanın tat alarak mutlu olduğu her şeye nimet
denmiştir.
Elinde
dünyalığı olduğu halde, onu gereği gibi kullanamayan, ondan yeterli tadı
alamayan, nimet içinde değildir. Allah’ın nimet ver-mesi, bir anlamda, verdiği şeyin tadını tattırmasıdır. Canlı
veya cansız bütün varlıklara verilen ve varlıklarını sürdürmelerini sağlayan
şeylere ‘rızık’ denir ve bu hayvan veya insan için
kullanılır. Ancak nimet keli-mesi yalnızca insan için
kullanılmaktadır. Çünkü yediği, kullandığı, kavuştuğu şeyin tadını tam anlamıyla
almak yalnızca insana ait bir olaydır. İnsana verilen nimetler ya dünyalıktır ya da âhiretliktir. Dünya-da ulaşılan nimetler de iki çeşittir:
Allah vergisi nimetler; Çalışılarak elde
edilen nimetler. Allah vergisi (vehbî) nimetler de
ya maddî olur veya mânevî. Ruhun bedene üfürülmesi,
yani can verilmesi, akıl ve zekânın işe yaraması, düşünme, konuşma, akletme, vicdan ve iç duy-gular,
anlama ve ifade etme gibi yetenekler birer vehbî
nimettir. Vücu-dumuz,
vücudumuzdaki bütün organlar, bunların işe yaraması, kuvvet ve hareket yeteneği
yine birer nimettir.
Çalışarak
elde edilen nimetlerin başında iman gelir. İlim sahibi olma, ahlâkı
güzelleştirme, doğru olma, itibar sahibi olma, mal ve mülk kazanma gibi şeyler,
nimet olan şeylerdir. Âhiret nimeti ise, Al-lah’ın bağışını kazanarak nimetler yurdu Cennete kavuşmadır.
Bu anlamda insanlar Allah’ın nimetlerini saymaya kalksalar sayamazlar. Çünkü
Allah’ın insana verdiği nimetler sayısızdır. Yenilen ve içilen bü-tün rızıklar, sahip olunan ve
kullanılan bütün eşyalar, tabiatın verdiği her şey, insanın bütün yetenekleri,
hayatın devamını sağlayan her şey Allah’ın insana verdiği nimetlerdir. Bunları
kim sayabilir?
Değerli
nimetlerin başında; yaşama hakkı, hürriyet hakkı, inanma, vicdan sağlığı,
öğrenme ve kazanma hakları gelir. Bunlar da Allah’ın insana ihsanıdır. Hidâyet,
yani doğru yolu bulma imkânı ise en büyük nimettir. Allah’ın bu yolu insanlara
vahy veya peygamberle göstermesi de onlar için muazzam
bir nimettir. Nimet ayrıca, insana her türlü faydanın sağlanması, her türlü
zararın ondan giderilmesidir.
İnsana
düşen, kendisine sayılamayacak kadar çok bağışta bulunan nimet sahibi Allah’ı
tanıması ve kendisine nasip edilenlere hakkıyla şükretmesidir. Bunun yanında
müslümanlar, kendilerine rızkın ve ni-metlerin ulaşmasına sebep olanlara da teşekkür etmeyi
bilmelidirler. Kullara teşekkür etmesini bilmeyen, zaten Allah’a şükretmesini
bil-mez.
Eğer
nimet, dini için imkân sağladığı ve ilimle ibadetle meşgul olup Allah'a
yaklaşmasına sebep olduğu için kul seviniyorsa, bu tam şükür olur. Bunun
özelliği, dünyada kendisini ilim, ibadet ve hak yol-dan alıkoyan her nimete
üzülmek, onu nimet olarak bilmemek, belki de o nimetin geri alınmasını nimet
bilip buna şükretmektir. Kişiyi Al-lah’tan
uzaklaştıran hiçbir şey, o kişi için nimet olamaz! Gerçekte ni-met, âhiret saadetidir. Bunun
dışındakilere nimet ve mutluluk demek, ya yanlıştır
veya mecazdır. Âhirete yardım etmeyen dünyevî
mutlulu-ğa, rahat ve zevklere nimet ismi vermek
böyledir. Dünyada yaratılan her şey, ancak insan onunla âhiret saâdetine ersin, Allah'a yakınlığı elde etsin diye
kula bir âlet/araç olarak yaratılmıştır. Her insan, tâa-tinin oranında, tâatte
kullandığı sebeplerle Allah’ın nimetine şükreder.
Her
nimetin şükrü, kendi cinsinden yapılır.
Malın şükrü, zekât ve sa-daka vererek; ilmin şükrü, onunla amel edip, başkalarına da
öğrete-rek, vücudun şükrü, onu Allah yolunda
kullanarak yerine getirilebilir.
Allah
korusun da işte Rabbimizin bize lütfettiği bunca nimet, bunca imkânların
arasında sürekli şikâyet eden, ama bir türlü şükretmeyen bir toplum
olduk.
Her taraftan şikâyetler yükseliyor. Herkes durumunu birilerine şikâyetle meşgul.
Haline şükreden insan kalmadı.
Hep
kendimizden yukarıdakilere bakıyoruz, şunlara şunlara
şunlar verilmiş, ama bize verilmemiş diyor ve doyumsuz oluyoruz. Kanaatsiz
oluyoruz. Halbuki biraz da kendimizden aşağıdakilere bakabilsek o zaman ne büyük
nimetler içinde yüzdüğümüzü anlamakta güçlük çekmeyeceğiz. Bakın Riyâzu’s Salihîn isimli eserde
peygamber efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
“Dünya konusunda hep kendinizden
aşağıda olanlara bakınız, sizden üstün olanlara bakmayınız. Bu elinizde olan
nimeti hor görmemenize en uygun yoldur”
Bizden
üstün olanlar, bizden aşağı olanlar… Bizden daha çok verilenler, bizden daha çok
huzurlu gibi görülenler, bizden dünyası çok, malı çok, dünyadan kendisine
ayrılan payı bizden daha fazla olanlar, bizden daha az olanlar var. Biz de
bizden daha aşağı olanlara bakıverelim. Ne fark eder? Niye üstümüzdekilere, niye
bizden fazla verilenlere bakacakmışız? Rahatımızı kaçırmak mı istiyoruz? Ne
kârımız olacak da? Bize hiçbir faydası olmayacak böyle bir bakışa neden teşebbüs
edelim? Bizden daha az olanlara bakacağız, böylece Allah’ın bizde olan, elimizde
olan nimetlerini hor görmeyeceğiz. Nelere sahip olduğumuzu daha iyi anlamış,
görmüş olacağız.
Benim
aylık gelirim şu kadar, eh onu da bulamayanlar var ya.
Ben yılda şu kadar et yiyebiliyorum, eh onu da bulamayanlar var ya. Benim elbisemin kalitesi, eh onu da bulamayanlar var
ya. Benim evimin tefrişi, ısınma ya da barınma şeklim, eh onu da bulamayanlar var ya desek ne kadar rahat olacağız değil mi? Yâni kendimizden
daha aşağıdakileri gördükçe egosunu tatmin edecek; “oh olsun size! Sizler benden
aşağıdasınız! Mahvolun, kahrolun!” mu diyeceğiz? Hayır, ama Allah’ın bize
verdiği nimetleri hor görmeyecek, o nimetlerle kulluk yapmaya çalışacağız
Rabbimize. Aa! Meğer bende onlardan daha çokmuş, ben
de birazını bu kardeşlerime vereyim diyebilecektir o zaman
kişi.
Demek
ki aslında insanlar dünyada imtihanda olduklarını biliyorlar, bu imtihandan
başarıyla çıkmaktan yanalar, bunun bilincindeler, yarın Allah tarafından hesaba
çekileceklerini fark ediyorlar, ama dünyaya olan bağlılıkları onları bu konuda
yanlışlıklara sürüklüyor. Sanki dünyada her şeye rağmen kendilerini cenderede
gibi hissetmeleri onları sıkıyor. Dünya zaten mü’minin
zindanı değil mi?
Bakın
şöyle bir hadis hatırlıyorum: “Dünyada hiçbir gün görmeyen, rahat ve huzur yüzü
görmeyen bir mü’min cennete gittiği zaman Allah onu
cennete şöyle bir anlık bir girdirip çıkardıktan sonra soracakmış ona: “Kulum,
sen bundan önce hiç sıkıntı çektin mi? Vallahi ya
Rabbi, diyecekmiş hiç sıkıntı çekmedim. Cennete bir girdi çıktı adam, anında tüm
sıkıntıları unutulacak. Tam tersine dünyada tüm istediklerini yerine getirmiş
bir kafir şöyle cehenneme bir daldırılıp çıkarılacak, o da dünyada hiç gün
görmediğini söyleyecektir.
Yâni
ebedî hayata göre dünya hayatını bir kıyaslasanıza. Dün-yada bir adam kâfir
olarak huzur ve sükun buluyorsa zaten cenneti dünyadır onun. Yaşayabildiği kadar
yaşamak sevdalısı olacaktır elbette. Çünkü ölümüyle her şey bitecek. Ama müslüman dünyada ne kadar rahat ve huzur içinde olursa
olsun, nihayet üç gün beş gün içinde çıkıp gideceği bir dünya. İşte o asıl
cennet yanında bu dünyanın ne kadar boş olduğunu anlayacak ve ona göre hareket
edecektir. Ama dünya hedef olunca, dünya cennet olunca o zaman ne yapacağımızı
şaşırıyor, rahat ve huzur bulamıyoruz.
Kitabımızın
ilk âyeti "Elhamdü lillâh"
diye başladığı halde; ham di, şükrü unutan bir toplum olduk. Şükretmek için
nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde,
öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve
aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı
var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi.
Fakirdi ama, gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz.
Dillerden şükür, zikir taşardı. "Kim benim zikrimden yüz
çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu
kıyamet günü kör olarak haşr edece-ğiz."(Tâhâ,123)
Hamd ve şükür
zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki ce-zası sıkıntılar ve özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada
göremediği için kör olarak haşr olmak. Çözüm ise zikir
ve şükürde: "Hatırlayın ki, Rabbiniz size:
Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük
ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye
bildirmişti."
(İbrahim, 7)
Şükür,
maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok manevî nimet-lere karşı yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Hikmet,
mârifet, ilim nimetleri, maddî nimetlerden daha büyüktür anlayanlar için. Kita-bımızın hamdle başladığını unutmamak, iman ve hidâyet gibi
nimet-lere sahip olduğumuzu, başka problem ve
eksiklerin çok da önemli ol-madığını, dilimizle ve
tebessümümüzle şükür ve hamdi devamlı taşı-yarak
gösterebiliriz. Çay ikram edene teşekkür eden kadirşinas kimse, hiç bunca nimet
verene teşekkürü unutur mu? Bir insan, kendi ha-beri olmadan birinin sürekli
kendi iyiliği için çalıştığını öğrense acaba ne yapar? Herhalde, önce kendisine
bu iyiliğin niçin yapıldığını öğ-renmek ister. Sonra, bu yapılanlara kayıtsız kalmaz; en
azından teşekkür eder. İşte şükrün bir anlamı da budur. Allah, bize bizim
haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor. Ama biz, gaflet içinde
yaşadığımızdan bunların farkında değiliz. Her şey biz insanlar için
ayarlan-mış, uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş.
Fakat insanoğlu bunların gelişi güzel, rasgele yapıldığını zannediyor. Bu uyumu,
bu muazzam düzeni ve bunun sanatkârını fark etmek, Allah'a sonsuz teşekkürü
gerektirir.
14-16. “O, insanı pişmiş çamur gibi kuru
balçıktan yaratmıştır. Cinleri de yalın
bir alevden yaratmıştır. Öyleyken; Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Bu nankör insanı yaratan
Allah’tır. Onu Allah yaratmıştır, hem de kupkuru bir balçıktan, bir çamurdan.
Güneşte kurutulmuş cansız, kupkuru bir çamurdan yaratmıştır Allah onu. Fahhar, yani fırınlanmış, fırına sürülmüş çamurdan bir kap
gibi. Bunlar insanın yaratılış devreleridir. Çünkü Kur’an-ı Kerîm’e baktığımız zaman Rabbimiz bir kısım
âyetlerinde insanı topraktan yarattığını, yine başka âyetlerinde tînden, yine
başka bir kısım âyetlerinde kokuşmuş bir çamurdan, bazı âyetlerinde de sarsardan
yarattığını haber verir. Burada olduğu gibi kimi âyetlerinde de fahhar’dan yarattığını söyler. Anlayabildiğimiz kadarıyla
bütün bunlar insanın yaratılış evreleridir ki, insan yaratılırken bu dönemlerin
tamamından geçirilerek yaratılmıştır. Çünkü meselâ türab toprak demektir, tîn ise toprağın su ile
karıştırılmasından sonraki şekline denir. Salsâl da su ile karışan o toprağın
kokuşmuş şekline deniyor. Fahhar da o toprağın
fırınlanmasına, fırında, yahut da güneşte kurutulmuş şekline deniyor. İşte
Rabbimiz insanı böyle çeşitli merhalelerden geçirerek
yaratmıştır.
O halde Rabbinizin hangi nimetini
yalanlayabilirsiniz? Allah’ın
verdiği nimetler sayılamayacak kadar çoktur. Bu nimetlerin sahibine şükür,
insanlık borcudur, yaratılışın gereğidir. Şükür borcu iman ettikten sonra, bütün
bir ömrü Allah’ın istediği gibi yaşamakla, nimet sahibinin rızâsı doğrultusunda
hayat sürmekle yerine getirilir. Bir nimete kavuşulduğu veya kişiyi memnun
edecek bir hayır ona ulaştığı zaman, ‘şükür secdesi’ yapmak müstehabtır. Rivâyet edildiğine göre “Peygamberimiz
(s.a.s.)’e sevindirici bir haber geldiği
zaman veya o-nun müjdesi verildiğinde hemen Yüce
Allah’a şükür için secdeye kapanırdı.” (Ebû Dâvud, Cihad, Hadis no: 2774)
Sâdi-i
Şirâzî, Gülistan'ın dibacesinde; "Bir insan, her nefesinde Allah'a karşı iki şükür
borçludur."
der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan, iki defa can veren
Allah'tır. Böyle bir Allah'a elbette dilinle, halinle, kalbinle, kalıbınla,
teşekkür etmen icap eder. Bundan dolayı gerçek anlamda hamd ve şükürde bulunanlar çok azdır. "Kullarımdan şükreden ne kadar
az!" (Sebe' 13)
Çok
sevilen, çok sayılan bir zatın, bir padişahın hediyesi bize iki hususu
düşündürür. Birincisi, o kimse tarafından bize verilen hedi-yenin maddî kıymet ve değeridir ki, bu, ondan alınacak
zevk ve lez-zet, sadece
maddî değeri kıymetindedir. İkincisi ise, onun, çok saygın bir zatın, bir
padişahın hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddî değerin hiçbir
kıymeti yoktur. Bu makamda önemli olan, bu ha-tıranın
o saygın kişiye ait oluşudur. Böyle bir hediyeden alınacak zev-kin, öncekinden kat kat fazla
olduğunu herkes kabul eder. Çünkü, bu hatırayla, onu bağışlayan zata bağlanılır,
bu hediye, ikram edenle ya-kınlığın simgesi kabul
edilir.
Bu
örnekle anlaşılmaktadır ki, nimet verilen kimse, nimetten çok, nimet vereni
hatırlamalıdır. Verilen nimetlerden yararlanmaktan daha çok önemlidir, nimet
verenin bize önem verip, bağış ve
ikramlarını sunması. Nimetten, nimet sahibine intikal edilmelidir; Araçlardan
amaca, postacıdan mektup sahibine, aracıdan her şeyin gerçek sahibine; Ve bunca acziyet ve
isyanımıza rağmen bize ihsan ve
bağışından vazgeçmeyen gerçek mürebbimiz Rabbimize. O yüzden tüm nimetlerin
sahibi olan zat, büyüklüğünden ve bize değer verdiğinden dolayı devamlı
şükredilmeye lâyıktır. Şükür, sadakat makamıdır.
Allah
insanlar için çeşit çeşit nimetler yaratmış, onlara
yol gösterici olarak peygamberler gönderip kitaplar indirmiştir. Kendileri için
kulaklar, gözler ve kalp var etmiş, ayrıca doğru yolda olsunlar ve dünya-ahiret saadetini kazansınlar diye emir ve yasaklarda
bulunmuştur. Bütün bunların karşılığında insana düşen O'nun yolunda yürümek ve
emirleriyle yasaklarının dışına çıkmamaktır. İşte hamd
ve şükür budur. Allah'ın insanlardan insanlar için istediği budur. Yoksa, Allah
insanların hamd ve şükrüne muhtaç olmadığı gibi,
küfürlerinden de etkilenecek değildir. Hamdeden,
şükreden kendi iyiliği için şükreder, hem dünyada, hem âhirette gerçek saadete erer. Allah, şükrünün karşılığında
nimetlerini artırır ve kendisini mükâfatlandırır, yani O da kullarının şükrüne
karşı şükredendir.
Dünya
nimetlerinden çok âhiret nimetleri, maddî nimetlerden
çok manevî nimetler için şükretmemiz
gerekir. Allah'a şükretmek, bi-ze her iyiliği, her nimeti ihsan eden Allah'a karşı, bu
ihsan ve nimeti vermesi yüzünden, yalnız sözle değil; fiil ile de ta'zim etmektir. Bazı insanlar, şükretmek için kendilerine
çok büyük, özel bir nimetin gel-mesini veya büyük bir
probleminin çözülmesini beklerler. Halbuki in-san her ânında sayısız nimetler
içindedir. Hayatı, sağlığı, aklı, duyu-ları, nefes
aldığı havaya varıncaya kadar sayılamayacak nimetler için-de yüzmektedir en
şikâyetçi ve nankör insan bile. Bütün bunlar şükrü gerektirir. İnsan, nimetler
içinde yüzerken bunların kıymetini anlama-yabiliyor;
ama elinden çıktıktan sonra nimetlerin değerini anlayıp nan-körlüğünün cezasını çekiyor.
“İnsanı böyle bir topraktan
yaratan Allah, cinleri de dumansız bir ateşten yaratmıştır.” Tabii kitabımızın
başka âyetlerinden anlıyoruz ki cinlerin yaratılışı insanın yaratılışından
öncedir. Cinleri ve insanları böylece yaratan Rabbinizin hangi nimetini, hangi
gücünü, kudretini yalanlayabilirsiniz? Becerebilir misiniz bunu? Yalanlanabilir
mi Allah? Yalanlanabilir mi Allah’ın nimetleri? İnsanı böyle basit bir çamurdan,
basit bir topraktan yaratan, sonra ona bu güzel sûreti veren, ona aklını,
fikrini, gözünü, kulağını, elini, ayağını veren, tüm azalarını en güzel bir
biçimde yerli yerince yerleştiren Allah’ı ve O’nun nimetlerini nasıl
yalanlayabilirsiniz? Sonra sizin görmediğiniz o cinleri dumansız bir ateşten
yaratan Rabbinizi nasıl yalan sayabilirsiniz?
Hayat bir nimettir. Hayatın devamını
sağlayan her şey birer ni-mettir. Allah’ın zatını
idrak etmek bir nimettir. İman ise bir insan için en büyük nimettir. Allah’ın
bir kuluna iman nasip etmesi, ona olan ni-metini
tamamlaması demektir. Şükrün başı Allah’ı bilmektir. Allah’ı Rab olarak bilen,
O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse de O’nu sevmeye başlar. Allah’ı
seven O’na ibadet eder, O’na hiç bir şe-yi şirk
koşmayarak O’nun nimet verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şu-urla eşi ve
benzeri olmayan bir Rabbin önünde kulluk yaptığının, bir büyük lezzetle ülfet
ettiğinin farkında olur. Bu nedenle Tevhid, yani
Allah’ı hakkiyle birlemek şükrün zirvesidir. İnsan kul olarak her zaman
fakirdir, yani her açıdan Allah’a muhtaçtır (Fâtır,
15). Çünkü O’ndan başka nimet veren yoktur. Hayatını sürdürebilmek için her
zaman O’-nun yarattığı nimetleri tatmak zorundadır.
Kul bu nimetlerin karşılığını da ancak ibadetle/kullukla yerine getirebilir.
İnsan aynı zamanda, ha-ta ve günah içerisindedir. Günahkâr ise her an Rabbinin
af ve mağfi-retine
muhtaçtır. Bu açıdan Allah (c.c.) kulları hakkında Rahim ve Ğa-fur’dur. Rahim olan Allah
kullarına nimet vererek ve ihsanda bulunarak merhamet etmektedir. Kul daima
Rabbinin verdiği nimetler ile nef-sinin günahları
arasındadır. Hasan-i Basrî diyor ki: “Ben nimet ile gü-nah arasında sabahlıyorum. Bundan dolayı nimeti şükürle,
günahı ise tevbe-istiğfar ile hatırlamak istiyorum.”
17-18. “O, iki doğunun Rabbi, iki batının
Rabbidir. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
“Doğrusu Allah iki doğunun da,
iki batının da Rabbidir.” Doğuların ve bâtıların Rabbidir Allah. Doğudakilerin
de, batıdakilerin de Rabbidir Allah. Tüm kâinatın ve tüm varlıkların sahibidir
O. Tüm kâinat üzerinde yegâne hakim Allah’tır. Hal böyleyken Allah’ın hangi
nimetlerine yalan dersiniz? Gözünüzün önüne serdiği şu kevnî âyetlerine bir bakın da, Rabbinizi ve nimetlerini
nasıl yalan sayabileceğinizi bir düşünün.
19-21. “Acı ve tatlı sulu iki denizi
birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır;
birbirinin sınırını aşamazlar. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Kavuşmak, birleşmek üzere Allah
iki denizi salıvermiştir. Suyu tatlı olan bir denizle, acı olan bir denizi
salıvermiştir. Ama ikisinin arasına da bir engel, bir hail koymuştur. Rabbinizin
koyduğu bu yasayla iki deniz asla birleşmemektedir. Acı su, tatlı suya
karışmamaktadır. Birbirleriyle kavuşmamakta, birbirlerinin sınırlarını asla
aşmamaktadırlar. İşte görüyoruz denizlerin acı sularıyla tatlı suları
birbirlerine karışmamaktadır. Denizlerin içinde, o acı ve tuzlu suların içinde
akıp giden tatlı su kanallarının varlığını biliyoruz. Bunlar Rabbimizin koyduğu
yasa gereği asla birbirlerine karışmamaktadırlar. Denizin dibine saldığınız
borularla oradan tatlı sular çıkarıyorsunuz. Veya denizin sularıyla karanın
suları birbirlerine karışmamaktadır. Rabbiniz sizin içebileceğiniz o tatlı
sularınızın tadını bozmuyor. İşte bu da Rabbinizin size en büyük nimetlerinden
biridir. Rabbinizin gücünü, kudretini gösteren en büyük alâmetlerden,
delillerden biridir. Rabbinizin hangi nimetine yalan
dersiniz?
22-23. “Bu iki denizden de inci ve mercan
çıkar. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
O iki denizden inci ve mercan
çıkar. O denizlerden inci ve mercan gibi takındığınız takı maddelerini, takı
süslerini de çıkarıp sizin emrinize âmâde kılan da Allah’tır. Bu nimetlerini de
size sunan Rabbinizdir. Öyleyse
Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayarsınız?
24-25. “Denizde yürüyen dağlar gibi gemiler
O’-nundur. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlarsınız?”
Dışarıdan, ileriden baktığınız
zaman dağlar gibi görünen gemileri, vapurları o denizlerin üzerinde yürüten,
hareket ettiren, yüzdüren de Allah’tır. Onların deniz üzerinde durma yasasını,
suyun onları kaldırma yasasını koyan da Allah’tır. Rabbiniz suya koyduğu o
yasasını kaldırıverse, o yaptığınız gemiler hiçbir işe yaramaz. O denizler
üzerinde dağlar gibi gemiler akıp giderken onlar Allah’ındır. Sizler gerek
kendinizi, gerekse yüklerinizi onlarla taşırsınız. Havada yüzüp giden uçaklar da
böyledir. Havada onların durma yasasını koyan da Allah’tır. Tıpkı kuşları havada
tutan Allah olduğu gibi. O uçaklara da biniyor, çok uzak mesafeleri kısa bir
sürede kat ediyorsunuz. O gemilerle de çok uzak mesafeleri aşarsınız. Rabbinizin
hangi nimetlerini yalanlarsınız?
26-28. “Yeryüzünde bulunan her şey fânidir,
ancak, yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bâkîdir. Öyleyken, Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?”
Şunu da asla unutmayın ki,
yeryüzünde bulananların tamamı fânidir, ölümlüdür, sonludur. Yeryüzü ve içinde
olanlar, gökyüzü ve içinde olanların tamamı fânidir. Bunların tamamı Allah
tarafından var edilmiş ve Allah’ın koyduğu bir yasa gereği bir gün yok olmaya
mahkumdur. Sakın onlara bağlanıp kalmayın. Denizler, dağlar, bulutlar, sular,
aylar, güneşler, evler, barklar, mallar, mülkler, paralar, pullar bir gün yok
olacak. Öyleyse yarın yok olacak fâni şeylere bel bağlayıp, bâkîyi unutmayın.
Dünyaya ve dünyalıklara gönül verip, onları hedef bilip, sakın âhiretinizi unutmayın. Hepsi, her şey bir gün bitecek, yok
olacaktır. Bâkî olan, kalıcı, ölümsüz, sonsuz olan sadece
Rabbinizdir.
Rabbinizin takdir buyurduğu bir gün
gelecek her şey bitecek. Hayat, dünya, gökler, yerler bitecek. Bir gün gelecek
dağlar yürütülecek, hallaç pamuğu gibi atılacak, denizler kaynatılacak, güneşin
defteri dürülecek, yıldızlar yerinden sökülüp sağa-sola atılacak, ay sönecek,
gökyüzü parça parça olacak, semâ bir maden gibi
eriyecek. Öy-leyse bağlanmaya değmez bu dünyaya. Şu
anda istifade ettiğiniz, he-def bildiğiniz, peşine
takıldığınız, bunsuz olmaz dediğiniz tüm dünya nimetleri bir gün yok olacak. Bir
gün gelecek her şey bir varmış bir yokmuş olacak. Yeryüzünde her şey bitecek ve
sadece Rabbinizin vechi kalacak. Sadece azamet ve
ululuk sahibi Allah’ın zatı kalacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’a
kalacaktır. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini, hangi ikramını, hangi gücünü,
kudretini yalanlarsınız? Nasıl olur da fâniyi bâkîye tercih edersiniz? Nasıl
olur da bir gün yok olacak şeylerin peşine takılır da Rabbinizin istediği
kulluktan gafil olursunuz?
29-30. “Göklerde ve yerde olan kimseler her
şeyi O’ndan isterler; O her an kâinata tasarruf etmektedir. Öyleyken, Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?”
Halbuki göklerde ve yerde
olanların tamamı Allah’a muhtaçtır. Herkes ve her şey isteyeceğini Allah’tan
istemektedir. Şu anda sahip olduklarınızın tamamını size veren Allah’tır.
Varlığınız, eliniz, ayağınız, gözünüz, kulağınız, havanız, suyunuz, güneşiniz,
gündüzünüz, geceniz, aklınız, fikriniz, yiyecekleriniz, içecekleriniz hepsi
hepsi Allah’tandır. Sakın ha sakın, bütün bu nimetleri
kendinizden sanmayın. Bunlara kendi kendinize sahip olduğunuz düşüncesine
kapılmayın. Tüm bu nimetlerin sahibini unutmayın. Sakın kendinizi Allah’tan
müstağnî görmeyin. Rabbinize karşı sorumluluklarınızı unutup bir hayat
yaşamayın. Nankör olmayın, azgınlaşmayın. Rabbinizin gönderdiği vahiyden yüz
çevirmeyin, Allah’ın âyetlerinden uzak bir hayat yaşamayın. Rabbinizin verdiği
tüm bu nimetleri O’na isyanda kullanmayın. Kendi kendinizi yeterli görmeye
kalkışmayın. Unutmayın ki şu anda yeryüzünde sahip olduklarınızın tamamı
Allah’tandır. Hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Makam sahipleriniz de, mal-mülk
sahipleriniz de isteyeceklerini sadece Allah’tan istemek zorundadırlar.
Öyleyse isteyeceklerinizi sadece
Rabbinizden isteyin. Kulluğunuzu sadece Rabbinize yapın. Sadece O’na dua edin.
Sadece O’-nun istediği hayatı yaşayın. Sadece O’nun
çektiği yere gidin. Sadece O’nu razı etmeye çalışın. Kullardan hiçbir şey
istemeyin. Kullara kulluk etmeyin. Kulların yasalarını uygulayıp, onları razı
etmeye çalışmayın. Kulları Allah’la aranızda aracı da yapmayın. Çünkü onlar da
Rab-biniz tarafından yaratılmış sizin gibi aciz varlıklardır. Onlar da Allah’a
muhtaçtırlar. Ne hayattakilerden, ne de ölmüş gitmiş olanlardan hiçbir şey
istemeyin, hiçbir şey beklemeyin. İsteyeceklerinizi hiç ölmeyen, ebedîyen Hayy olan, duaları işiten, bilen ve anında icabet gücüne
sahip olan Allah’tan isteyin. O dururken kimden ne istenebilir ki?
O her an bir iştedir. Her an kâinatı
tedbir ediyor. Her an dualara icabet ediyor. Her an bir zalimin defterini dürüp
bir adâlet sahibini yukarı çıkarıyor. Her an mesajını reddeden, dinine savaş
açan bir toplumu yerin dibine batırıyor. Her an yaratıyor, her an kullarına
rızık veriyor. Her an kullarını koruyor. Her an
kullarına merhamet ediyor. Her an kullarıyla diyalog halindedir. Yani kullarını
yaratıp, köşesine çekilip, “Benden bu kadar, haydi bildiğiniz gibi yaşayın”
diyen bir Allah değildir O. Dünya işlerine karışmayan bir Allah değil, her an
kullarıyla ilişki içinde olan, her an kullarını gözetleyen ve kimin ne
yaptığından haberdar olandır. Göklerin ve yerin tüm işlerini deruhte edendir.
Öy-leyse Rabbinizin hangi nimetlerine yalan
dersiniz?
30-32. “Ey insan ve cin toplulukları! Sizin
de hesabınızı ele alacağız. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
“Ey insan ve cin toplulukları,
sizi de hesaba çekmek için vakit belirleyeceğiz. Sizin hesabınızı da göreceğiz.
Sizin hesabınızı da alacağız. Bir gün yaptıklarınızın hesabını görmek üzere sizi
de huzurumuzda toplayacağız. Sakın ha öyle başıboş bırakıldığınızı sanmayın. Yok
olup gideceğinizi, sümen altı edileceğinizi, hesaba
çekilmeyeceğinizi sanmayın. Hayatınızı böyle bir zanna bina
etmeyin.”
Buradaki iki sekaleyn’den, iki ağırlıktan kasıt insanlar ve cinlerdir. Bu
iki varlık kitabın sorumluluğunu, vahyin ağırlığını, kulluk mesuliyetini
üzerlerine aldıkları için onlara ağırlık ifadesi kullanılmaktadır. Veya iradeli
yaratılmalarından dolayı, kulluk şerefini üstlenmelerinden dolayı onlara iki
ağırlık denmiştir. Yani insan ve cinlerin kulluğu Allah katında değerli olan,
ağırlığı olan bir kulluktur. Ama öteki varlıkların kulluğu böyle değildir. Çünkü
diğer varlıkların, dağların, taşların, göklerin, yerlerin, bulutların,
yıldızların, meleklerin kullukları isyana imkânı olmayan bir kulluktur. Onların
iradeleri olmadığı için, isyana imkânları olmadan mecburen kulluk
yapmaktadırlar. Ama insanın kulluğu isyana imkânı varken yapılan bir kulluktur
ve Allah katında değeri olan kulluk ta işte budur. Rabbimiz onları da hesaba
çekeceğini anlatıyor. Rabbinizin hangi nimetini
yalanlarsınız?
32-34. “Ey cin ve insan toplulukları!
Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz
yetiyorsa geçin! Ama Allah’ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki! Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlarsınız?”
“Ey cinler ve insanlar topluluğu,
haydi eğer becerebilirseniz, eğer gücünüz yetiyorsa göklerin ve yerin çevresini
aşıp geçin. Haydi eğer gücünüz yetiyorsa Rabbinizin hesabından kaçıp kurtulun
bakalım. Kaçabilir misiniz? Kurtulabilir misiniz? Allah size izin vermedikçe,
Allah’ın verdiği bir güç olmadıkça nasıl geçebilirsiniz? Nereye kaçabilirsiniz? Nasıl
kurtulabilirsiniz Allah’ın hesabından, sorgusundan? Kime sığınabilirsiniz?
Nereye giderseniz gidin, nereye kaçarsanız kaçın orada Rabbinizi bulacak,
Rabbinizin hükmüyle karşı karşıya geleceksiniz. Allah elbette sizin hesabınızı
görecektir.”
Eğer gücünüz yetiyorsa semâların ve
yerin kıtalarını aşın. Se-mâların ve arzın sınırlarını aşın bakalım, aşabilirseniz.
Kaçın bir yerlere bakalım, kaçabilirseniz. Çıkın Allah’ın semâ ve arzından; terk
edin Allah’ın mülkünü. Kaybolun, saklanın... Yapabilir misiniz bunu? Unut-mayın
ki her yer Allah’ın mülküdür. Allah’ın egemenliğinin, hükümranlığının ulaşmadığı
bir yer bulamazsınız. Kaçıp kurtulamazsınız Allah-tan. Diskalifiye edemezsiniz
Rabbinizi. Allah’ın gücü olmadan, Allah’ın yardımı ve izni olmadan hiçbir zaman
ne gökleri delip geçebilirsiniz, ne de yerin
derinliklerine inip Allah’ın hesabından, Allah’ın sorgulama-sından kurtulabilirsiniz. Öyleyse aklınıza Rabbinizin
hesabından kurtulmak gibi bir şey gelmesin. Böyleyken Rabbinizin hangi nimetini,
hangi gücünü inkâr edersiniz?
34-36. “Ey insanlar ve cinler! Üzerinize
dumansız bir alev ve ateşsiz bir duman gönderilir de kurtulamazsınız. Öyleyken,
Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?”
“Ey insanlar ve cinler, unutmayın
ki böyle bir kaçış esnasında üzerinize dumansız bir alev ve ateşsiz bir duman
gönderilir ki, buna hiçbir zaman güç yetiremezsiniz.” Kaçmak istediğiniz zaman
veya kaçma esnasında üzerinize bir ateş, bir bakır eriyiği, bir maden eriyiği
dökülecek ki, asla ondan kaçıp kurtulmanız mümkün olmayacaktır. Öyleyse bırakın
bu olmayacak hesapları da Rabbinize kul olmaya, Rabbinize teslim olmaya,
Rabbinizin istediği gibi Müslüman olmaya bakın. Başka bir çıkar yolunuz yoktur.
Gelin akıllarınızı başlarınıza alın da göklerin ve yerin Rabbi olan, göklere ve
yere egemen olan, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi olan Rabbinizin
kitabına ve peygamberine teslim olun. Hiçbir zaman ne bu dünyada, ne de âhirette O’ndan kaçıp kurtulma şansınız yoktur. Unutmayın ki
arz da Allah’ındır, semâvât da. Bu dünya da
Allah’ındır, öbür âlem de. Tek Rabb, tek İlâh
Allah’tır. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz? Değilse siz
bilirsiniz:
37-38. “Gök yarılıp da, gül gibi kızardığı,
yağ gibi eridiği zaman haliniz nice olur? Öyleyken, Rabbinizin ni-metlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Gökyüzü yarılacak, gül gibi
kızaracak, yağ gibi, maden gibi eriyecek ve kapı kapı
olacak bir gün. Sizin için Rabbinizin koruyucu bir tavan kıldığı semanın
semalığı bitecek bir gün. Göklerin Rabbinizin emrine boyun büküp eridiği böyle
bir günde sizin haliniz nice olur? Siz kime sığınırsınız? Kim korur sizi? Kim
kurtarır sizi Rabbinizin huzuruna çıkmaktan? Kim kurtarır sizi Rabbinizin
yargılamasından? Kim korur sizi Rabbinizin ateşinden? Yıkılmaz bildiğiniz o
gökleri böyle parça parça eden Rabbinizin hangi
gücünü, hangi kudretini yalanlayabilirsiniz?
39-40. “O gün ne insana ve ne cine suçu
sorulur. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
“O gün hiçbir insan ve cin
sorguya çekilmeyecektir. Hiçbir insana ve cine günâhı sorulmayacaktır. Hiçbir
cin ve insan muhatap bile kabul edilmeyecektir. Böyleyken Rabbinizin hangi
nimetini, hangi gücünü, kudretini yalanlayabilirsiniz?” Rabbimiz hesabın bir
başka yönünü anlatıyor. Bakın bundan sonraki âyetiyle Rabbimiz onu şöylece
ortaya koyuyor:
41-42. “Suçlular simâlarından tanınırlar da,
alın saçlarından ve ayaklarından yakalanırlar. Öyleyken, Rab-binizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Çünkü o suçlular, o günâhkarlar
alınlarından, sîmalarından tanınmaktadırlar. O suçlular, o cehennemi hak
etmişler, o Allah’ın gazabına maruz kalmış cinler ve insanlar görüntülerinden,
sîmalarından tanınmaktadırlar. Onlar o gün alın saçlarından, perçemlerinden ve
ayaklarından yakalanırlar. Zaten yüzlerini korkunç bir zillet kaplamış, gözleri
fal taşı gibi açılmıştır. Kayıplarından, hüsranlarından ötürü insanlıktan
çıkmışlardır. Dünyadayken Allah’a kafa tutan, Allah’ın dinine karşı müstekbir davranan, Allah’ın kitabıyla ilgi kurmayan,
Allah’ın elçilerini yalanlayan, Allah’ın istediği Müslümanca bir hayata yanaşmayan bu zalimler şimdi suspus
olmuşlar, yüzleri simsiyah kesilmiş, üzerlerini korkunç bir zillet kaplamıştır.
İşte o zalimler bu zillet içindeki görüntülerinden tanınacaktır. Kendilerine
hiçbir şey sorulmadan, muhatap bile alınmadan alınlarından ve ayaklarından
bağlanarak cehenneme atılacaklardır. Hal böyleyken Rabbinizin hangi gücünü
yalanlarsınız?
43-45. “İşte suçluların yalanladıkları
cehennem bu-dur. Onlar, cehennem ateşiyle kaynar su arasında dolaşır dururlar.
Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
“İşte mücrimlerin, suçluların
yalanladıkları, yalan saydıkları, yok farz ettikleri, ciddiye almadıkları,
hesaba katmadıkları cehennem budur.” İşte dünyada Allah’a savaş açarak, Allah’ı
ve dinini, Allah’ı ve hayat programını reddederek kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşayanların
yalanladıkları cehennem... İşte şu anda gözlerinin önünde duruyor. İşte
hayatlarını cehennemin, azabın, sorgulamanın, dirilişin yokluğu inancına bina
edenler şu anda inkâr ettikleri, olmaz dedikleri cehennemle karşı karşıya
gelmişlerdir. Haydi bakalım yalanladığınız, gelmez dediğiniz, olmaz dediğiniz o
cehenneme girin de nasılmış bir görün. Bir bakın bakalım şimdi ne diyeceksiniz?
Şimdi nasıl yorumlayacaksınız? Gerçekten var mıymış, yok muymuş? Yalan mıymış,
gerçek miymiş?
Onlar orada o cehennem ateşiyle
kaynar su arasında dolaşır dururlar. Ateşle kaynar sular arasında döner
dururlar. Ne zamana kadar? Sonsuza kadar, ebedîyen, hiç çıkmamacasına, hiç
kurtulmamacasına. Ateşin hararetiyle soğuk bir su arayacaklar, serinletici bir
pınar arayacaklar. Pınarlar görecekler, su bulduk ümidiyle onlara koşacaklar,
hararetlerini söndürebilmek için çılgınca gidecekler, ama varıp görecekler ki
kaynar su. Çaresiz içecekler onu ve susuzluk hastalığına yakalanacaklar. İçtikçe
içen ve bir türlü doymayan develere dönecekler. İçtikleri kaynar su bu sefer
onların midelerini parçalayacak, barsakları
parçalanacak arkalarından çıkacak. İşte böyle devam eden bir hayat. Öyleyken,
Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?
Kâfirler, zalimler, suçlular için
bunlar vardır. Ama tabii âhirette olanlar sadece
bunlar değildir. İkili bir anlatım özelliğine sahip olan Rabbimizin kitabı,
bakın bundan sonra cennete gidecek kullarının durumlarını anlatmaya
başlayacak:
46-47. “Rabbine karşı durmaktan korkan
kimseye iki cennet vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden han-gisini yalanlarsınız?”
Rabbine karşı durmaktan, Rabbine
karşı gelmekten, Rabbiyle çatışma içine girmekten korkan kimseler için de iki
cennet vardır. Rabbinin huzurunda durmaktan korkan, Rabbinin huzurunda O’nun
sorgulamasından korkan, Rabbin huzurunda vereceği hesabın endişesiyle tir tir titreyen kimseler için iki tane cennet vardır. Yani
dünyadayken Allah kontrolü altında, Allah murâkabesi altında olduğunun farkında
olarak, sürekli Allah’ın kendisini gözetlediğinin bilincinde olarak bir hayat
yaşayan, Allah beni görüyor, Allah beni işitiyor, Allah be-nim yaptıklarıma şahittir diyerek tavırlarını ona göre
ayarlayan, sözlerine dikkat eden, hayatına dikkat eden kimseler için iki cennet
vardır, diyor Rabbimiz. Rasûlullah Efendimizin bir
hadislerinin beyanıyla, “ihsan makamında olan, kendisi Allah’ı görmese bile
Allah’ın her an ken-disini
gördüğü şuuru içinde bir hayat yaşayan mü’minler için
iki cennet vardır.”
Yarın Allah huzurunda, Allah
mahkemesinde durup tüm yaptıklarının, yaşadığı hayatın hesabını verme konusunda
tir tir titreyen, “ya
Rabbimi razı edememişsem? Ya Rabbimin istediği gibi
ameller işleyememişsem? Ya Rabbimin gazabına maruz
kalırsam? Ya amellerim beğenilmez de cehenneme
yuvarlanırsam?” diye Allah huzurundaki hesabın korkusu içinde Rabbine lâyık
ameller işlemeye çalışan mü’minler için iki cennet
vardır, buyuruyor Rabbimiz.
Ya da
Rabbinin makamından korkanlara, Rabbinin konumundan korkanlara iki cennet
vardır. Yani bu dünyada Allah karşısında kötü bir konuma düşmekten korkanlara
iki cennet vardır. Toplum karşısında, ana-baba, âdetler, konu-komşu, âmir,
müdür, moda, yönetmelikler karşısında kötü bir konuma düşmekten değil, Allah
karşısında kötü bir konuma düşmekten korkanlar… Yani “el âlem ne der acaba?
İnsanlar benim hakkımda ne düşünürler acaba? Müdürüm, âmirim ne der acaba?”
değil de, “Rabbim ne der acaba?” diye korkan, Allah karşısında kötü bir duruma
düşmekten, Allah’ın hoşnutluğunu, Allah’ın rızasını kaybetmekten, Allah’ı
üzmekten ve darıltmaktan tir tir titreyen mü’minler için iki cennet vardır. Yaptığı her işinde, her
eyleminde sadece Allah’ı düşünür ve O’nu hesap edenler için iki cennet vardır,
diyor Rabbimiz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalan
sayarsınız?
48-51. “Bu iki cennet türlü ağaçlarla
doludur. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu
cennetlerde akan iki kaynak vardır. Öyleyken, Rabbi-nizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Bu iki cennetin ikisinde de türlü
türlü ağaçlar vardır. Çeşit çeşit meyve ağaçları, güzel yeşillikler vardır. Böyle iken
Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız? Yine o cennetlerde akan kaynaklar,
nehirler, ırmaklar vardır. Ya zeminlerinden ırmaklar
akan cennetler, ya da o mü’minlerin kendi taht-ı tasarruflarında ırmaklar akıp giden
cennetler vardır. Kendi emirlerine verilmiş, kendi arzularına âmâde kılınmış
bal, su, süt ve şarap ırmakları vardır o cennetlerde.
İşte cennetlik mü’minlerin durumu ve işte cehennemliklerin durumu… İşte
Allah için yaşanan bir hayatın sonucu ve işte Allah’ı hesaba katmadan yaşanan
bir hayatın sonucu… İşte bu âyetlerde sonuçları, âhiretleri bakımından mü’minlerle
kâfirler arasında bir değerlendirme görüyoruz. Âkıbetleri yönünden mü’minlerle kâfirler birbirlerinden farklıdırlar. Dünyada
dünya nimetlerinden istifade açısından her iki taraf da birbirine benzerken,
yaşadıkları bu hayatın sonunda karşılaşacakları âkıbetler açısından
farklıdırlar. Mü’minler altlarından ırmaklar akan
cennetlere uçarlarken, kâfirler de cehenneme akacak, cehenneme dolacaklardır.
Velâyetlerini Allah’a verip hayatlarını O’nun belirlediği yasalar çerçevesinde
yaşayanlar velîlerinin kendilerine hazırladığı konaklara yerleştirilirken,
velâyetlerini Allah’a vermeyerek kendi ellerinde tutanlar, kendi hayatlarını
kendileri düzenlemeye kalkışanlar, ya da velâyetlerini
Allah’tan başkalarına verip onların kendileri adına belirledikleri yasalara tâbi
olanlar da sonunda velîlerinin gittiği yere gitmek zorunda kalacaklardır. Çünkü
o velîlerin hiçbirisinin o kullarına sunabilecekleri cennetleri
yoktur.
Bütün bunları duyduktan sonra gerçekten
insanın aklı almıyor. Bütün bu müjdeleri, bütün bu nimetleri duydukları halde bu
insanlar nasıl kâfir olabiliyorlar? Gerçekten anlamak mümkün değil...
Rabbi-mizin kitabında haber verdiği bütün bu nimetler,
bütün bu lütuflar kâfirlerin kulağına gittiği, kâfirler bunları duydukları
halde, hayret ki yine de âhireti inkâr etmeye sebep
bulabiliyorlar. Hayret ki, cenneti gündeme almadan bir hayat
yaşayabiliyorlar.
52-53. “Bu cennetlerde her türlü meyveden
çift çift vardır. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlarsınız?”
Yine bu cennetlerde her çeşit
meyveler vardır. Meyvelerin her türü, her çeşidi vardır orada. Üzümünden narına,
portakalından muzuna, kayısısından şeftalisine ve de şu anda bizim bilmediğimiz,
ancak orada görüp bileceğimiz her çeşit meyveler vardır. İnsanın canının
çektiği, iştahını kabartan her tür meyveler. Hem o meyvelerin dev-şirimi hazırdır. Yani ne çağla, ne çiçek, ne de korukta
değildir, solgun, çürük de değildir. Kitabımızın bir başka âyetinin beyanıyla
böyle dökme, zibil gibi meyveler vardır orada. Her
tarafa dökülmüş, yayılmış, istediğiniz kadar alabileceğiniz, yiyebileceğiniz
meyveler… Hemen koparılmaya, devşirilmeye, yenilmeye
hazır meyveler... Ulaşımında güçlük olmayan, ellere uzak olmayan, dikeni,
budağı, çekirdeği olmayan, insana zahmet vermeyen meyvelerdir onlar… İstedikleri
miktarda, özellikte, tatta, renkte, istedikleri büyüklükte ve olgunlukta
meyveler vardır onlar için. Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsu-nuz?
54-55. “Orada, örtüleri parlak atlastan
yataklara yaslanırlar; iki cennetin meyvelerini de kolayca toplarlar. Öyleyken,
Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?”
Orada o mü’minler örtüleri parlak atlastan yatakların, döşeklerin,
minderlerin, sergilerin üzerine oturacaklar. O oturdukları sergilerin iç
astarları ipekten olacak. İçleri böyleyse, varın siz bir de dışarıdan görünen
kısımlarını düşünün. Bu iki cennetin meyveleri de yaklaştırılmıştır. İnsanların
hemen koparabilecekleri kadar onlara yakınlık kazandırılmıştır. Eğer ayakta
iseler çok yakınlarına, oturuyor, ya da yatıyorlarsa
ellerine, ağızlarına yakınlaştırılmıştır. Meyveler onlara doğru sarkmış, eğilmiş
kendilerini o mü’minlere arz etmişlerdir. Mü’minler dünyada olduğu gibi asla orada onlara ulaşabilme
zahmeti çekmeyecekler. O halde Rabbinizin hangi nimetini yalan
sayarsınız?
56-59. “Oralarda, bakışlarını yalnız
erkeklerine çevirmiş, daha önce ne insan ve ne cinlerin dokunmuş oldu-ğu eşler vardır. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlarsınız? Onlar yakut ve mercan gibidirler. Öyleyken, Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?”
Orada yine gözlerini,
gönüllerini, bakışlarını sadece kocalarına, efendilerine çevirmiş, gözleri
efendilerinden başkasını görmeyen, gönülleri efendilerinden başkasına kaymayan
eşler, kadınlar vardır. Kocalarına düşkün, efendilerine meftun kadınlardır
onlar. Kocalarına olan sevgilerinden, aşklarından, hicaplarından, hayâlarından,
iffetlerinden ötürü gözlerini sadece kocalarına çevirmiş, gönüllerini onlara
vermiş, onlardan başkasını hiçbir zaman görmeyen kadınlardır onlar.
Veya bir başka mânâsıyla
kocalarının bakışlarını, arzularını sadece kendi üzerlerine çekmiş kadınlar
vardır orada. Kocalarını baş-kalarına bakmayacak
biçimde sükûne erdirmiş güzeller güzeli kadınlardır
onlar. Rabbimiz bu dünyada kendisine kendisinin istediği gibi kul olmuş,
kitabına, kendi yasalarına teslim olmuş, takva ve teslimiyet içinde Müslümanca bir hayatın kavgasını veren ve sonunda cenneti
kazanan mü’mine hanımlara orada, o cennette öyle bir
güzellik verecek ki, orada kocaları onlardan gözlerini ayıramayacaklardır. Onlara baktıkları zaman başka hiçbir
kadına bakma gereği duymayacaklardır. Tarifi imkânsız olan o güzellikleriyle o
mü’mine hanımlar, kocalarının bakışlarını sadece kendi
üzerlerine çekeceklerdir.
Bu kadınların orada üç özelliliğinden
söz ediyor Rabbimiz. Bunlardan birincisi iffet ve hayâ özelliğidir. Dünyada
iffet ve haya sahibiydiler onlar, orada da iffet ve hayâ abidesi olacaklar.
Dünyada Allah’ın istediği gibi tertemizdiler, orada da tertemiz olacaklar.
Dünyada kocalarından başkalarına bakmıyor, bakışlarını aşağıya eğiyor, gazz-ı basar yapıyor, gözlerinin bakış alanını kocalarıyla
sınırlandırıyorlardı, orada da bu temizliklerini sürdürecek, kocalarından
başkalarına bakmayacaklar.
Veya bu temizliklerinin karşılığı
olarak Rabbimizin kendilerine verdiği tarifi imkânsız güzellikleriyle
kocalarının bakışlarını sadece kendi üzerlerine çekeceklerdir. Bir başka
özellikleri de bunlara daha önce ne bir insan, ne de bir cin eli değmemiştir.
Hiçbir cin, ya da insan bakışına muhatap olmamış,
sanki onlar bir yerde saklanmış, muhafaza edilmiş, güneş görmemiş, hiçbir
kimsenin bakışına açılma-mış, hiçbir gözün bakışı
üzerlerine düşmemiş ve sadece kocaları için açılmış namuslu kadınlardır onlar.
Durum böyleyken Rabbinizin hangi nimetine yalan dersiniz?
Sanki onlar akıllara durgunluk
verecek, kalpleri durduracak güzellikte yakut ve mercan gibidirler. Öyleyken,
Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu dünyada Allah’ın istediği
gibi bir hayat yaşayan mü’minlerin cennetteki
mükâfatlarıdır bütün bunlar. Unutmayalım ki burada Allah’ın istediği gibi bir
hayat yaşamayan erkekler de, kadınlar da bütün bu nimetlerden mahrum olacaklar.
Burada Allah’ın istediği gibi tertemiz kalmayı beceremeyenler, harama uçkur
çözenler tüm bu Allah nimetlerinden mahrum kalacaklardır. O zaman hesabımızı
güzel yapmak zorundayız. Unutmayalım ki:
60-61. “İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil
midir? Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
İhsanın karşılığı ihsan olmaz mı?
İyiliğin karşılığı iyilik değil mi-dir? Kulluğun ve
itaatin karşılığı ihsan değil midir? Dünyada Rablerini görüyormuşçasına O’na
kulluk yapanların, Rablerinin yasalarını çiğnememek, sınırlarını tecavüz
etmemek, gazabına maruz kalmamak için bir ömür çırpınanların karşılığı ihsan
değil midir? Dünyada her an Allah kontrolü altında olduklarının bilincinde bir
kulluk hayatı yaşayan, kendilerini, amellerini, niyetlerini, hayatlarını Rabblerine beğendirmeye çalışan kulların, muhsinlerin hakkı değil midir ihsan?
İhsan
Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluk yapmaktır. İhsan tüm hayatı Allah huzurunda,
Allah kontrolünde ve Allah için yaşamaktır. İhsan her an Allah’ın kendisini
gördüğü şuuru içinde olmak ve yaptıklarının tümünü O’na lâyık ve O’nun adına
yapmaya çalışmak demektir. Kişinin yaptığı her şeyi, attığı her adımı, konuştuğu
her cümleyi Allah huzurunda Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır.
Rasûlullah
Efendimizin bir hadislerinden öğreniyoruz ki; imanın en üstünü kişinin her
nerede olursa olsun Allah’ı yanı başında bilmesidir. İnsanın bu şuuru elde
etmesidir. Farz edin ki arabanızla bir yere gidiyorsunuz. Yanınızdaki
arkadaşlarınızdan birisi; arkanda trafikler var! diye sizi uyarsa biraz daha
dikkatli davranırsınız değil mi? Veya dükkanda ticaret yapan birisine;
“maliyeciler burada!” dendiği zaman biraz daha farklı davranır değil mi? Veya;
“bu yolda radar var!” İkazını alan bir sürücü biraz daha kendisine çeki düzen
verecektir değil mi? İşte ihsan budur ve bu şuura eren kimse, her an Allah
huzurunda ve Allah kontrolünde olduğunu bilen kimse tüm davranışlarına dikkat
edecek, tüm yaptıklarını Allah’a lâyık yapmaya çalışacaktır.
İşte bu ihsan dediğimiz Allah’ı
görüyormuşçasına O’na kulluk İslâm’ın en büyük kaidelerinden birisidir. İslâm
tüm kanunlarını işte bu kaide üzerine bina eder. Siyasal, ekonomik, hukuki,
içtimaî, ferdî ailevi tüm yasalarını bu esasın üzerine bina eder. İnsanların
birbirleriyle münasebetleri, insanların diğer varlıklarla münasebetleri,
insanların Rabbiyle münasebetleri, savaş, barış her şey bu esasa bina edilir.
Tüm ilişkilerinde tüm kararlarında ve davranışlarında kişi kendisini yaratan,
kendisini yaşatan Rabbinin huzurunda ve karşısında olduğunu unutmaz. Bütün
kalbiyle bütün varlığıyla bütün benliğiyle, zahiriyle batınıyla, içiyle dışıyla,
zamanıyla mekanıyla Allah huzurundadır.
Hani
Allah’ın Resûlü Cibril hadisinde: “Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni
görüyor ya” buyuruyordu. İşte bu duygu insanın ruhunu,
bedenini her şeyini kaplayan bir ürpertidir. Bu şuuru kavrayan bir mü’min her an Rabbinin basîret nazarının mevcudatın her
zerresine nüfuz ettiğini iliklerine kadar hissedecek ve hayatına çeki düzen
verecektir. Her şeyden haberdar olan her şeyi gören ve her şeye nüfuz eden gözün
sürekli murakabesi altında bulunmanın korkusu içinde samimi bir kalple ona
yönelecek, hiç bir zaman hiç bir eyleminin O’ndan gizli kalmadığını anlayacak,
O’nun göremeyeceği bir harekette bulunmasının mümkün olmadığını kavrayacak,
içini dışını temizleyip O’na lâyık hale getirecek, O’nun rızasını kazanmak için
elinden gelen her şeyi yapmak için çırpınacaktır.
İhsan, hayatın her şeyinde ihsan.
Hayatın her bir bölümünde ihsan isteniyor bizden. Savaşırken ihsan, öldürürken
ihsan, ölürken ihsan, infak ederken ihsan, kurban keserken, yerken, yedirirken,
namaz kılarken, oruç tutarken, haccederken, savaşırken, barışırken hep ihsan isteniyor bizden. Yani hayatı Allah
için yaşamak isteniyor. İhsan budur işte. Hayatı Allah için ve Allah’ın gördüğü
şuuru içinde yaşamak. İşte Allah böyle kendisini görürcesine kendisine kulluk
yapanları sever. Allah’ın her an ve her zaman kendisini kontrol ettiğine inanan
ve her an Allah huzurunda bir hayat yaşadığı bilincine eren bir müslüman elbette tüm yaptıklarını Allah’a lâyık yapmaya
çalışacaktır.
Bu murakabe mü’mini tek başına iken de insanlar arasında iken de hiç
bırakmayacak ve siyasetinde, iktisa dında,
ticaretinde, alışverişinde, dersinde, sohbetinde, almasında, vermesinde,
küsmesinde barışmasında hep etkili olacaktır. Mü’min
tüm hayatında sadece Rab-bine, Rabbinin rızasına teveccüh edecek ve böylece hep
Allah huzurunda bulunduğunun şuurunda olan mü’minin
tüm yaptıkları, tüm hayatı ibâdete dönüşecektir.
Şimdi
böyle bir mü’minin yalan söylemesi, insanları
kandırması, Allah’ın kendisinden istediği emirleri konusunda tembellik yapması,
zarar olduğunu bildiği bir eylemi gerçekleştirmesi, Allah’ın kullarını günaha
sokacak bir kıyafetle sokağa çıkması, yeryüzünde fitne ve fesada yönelmesi,
çevresindekilere zulmetmesi asla mümkün olmayacaktır. Böylece her an ve her
zeminde Allah tarafından ihata edildiğinin şuurunda olan mü’min kendisinden uzak olana asla teveccüh etmeyecek,
kendisinden uzak olanlara dua etmeyecek, daraldığı bunaldığı zaman Allah’tan
başkalarını imdadına çağırmayacaktır.
Bir
de Rabbinin kendisine bu kadar yakın olduğunu bilen ve bunun şuurunda olan bir
mü’min kendisini daima kuvvetli hissedecek ve şartlar
ne olursa olsun hiç bir şeyden ve hiç kimseden korkmamayı becerebilecektir.
İşte dünyada muhsince bir hayat yaşayanlara tüm bu nimetlerini ihsanda
bulunuyor Rabbimiz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetlerine yalan
diyebilirsiniz?
62-63. “Bu iki cennetten başka iki cennet
daha vardır. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Bu iki cennetin dışında onlara
iki cennet daha verilecektir. Onlar için iki cennet daha vardır. Bunlar oda
içinde oda olabileceği gibi, cennet içinde cennet anlamına da gelebilecektir.
Ya da verilen iki cennetin dışında ayrıca iki cennet
daha verilecek demektir. Yani önceki verilen iki cennetin alt kademesi olarak
onlara iki cennet daha verilecektir. Veya kitabımızın başka âyetlerinin
beyanıyla mukarra-bûn, sabikûn, ashabu’l-yemin gibi
özelliklere sahip mü’minlere çeşitli derecelerde
cennetler verilecektir. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlarsınız?
64-69. “Renkleri koyu yeşildir. Öyleyken,
Rabbini-zin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?
İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır. Öyleyken, Rabbini-zin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İkisinde de türlü
türlü meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır.
Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Bu iki cennetlerde öyle
yeşillikler vardır ki, koyu yeşildir onlar. Ağaçlar iyi sulandığı için sürekli
kopkoyu bir yeşillik içindedir. Bakanların gözlerine sürûr, gönüllerine huzur
verecek, bediî zevklerini okşayacak yeşillikte, tazelikte ve canlılıktadır.
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız? İkisinde de durmadan fışkıran,
devamlı akıp duran pınarlar, çağlayanlar vardır. Hal böyleyken Rabbinizin hangi
nimetini yalanlarsınız?
Yine o iki cennette de türlü
türlü meyveler, hurmalıklar, nar ağaçları vardır.
Bunların ilk bakışta görünüşleri dünyadaki hurmalara, narlara benzeyecek, ama
yenildiği zaman onlarla hiç alâkası olmayan çok farklı tatlarda, çok farklı
güzelliklerde olacaklar. Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlarsınız?
70-73. “Oralarda iyi huylu güzel kadınlar
vardır. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Çadırlar
içinde ceylan gözlüler vardır. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Yine orada, o cennetlerde iyi
huylu, güzel kadınlar vardır. Fitne-fesat, dedikodu, gıybet bilmez, itaatsizlik,
serkeşlik tanımaz, tertemiz huylu kadınlar vardır. Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlarsınız? Bu nimetlerin hangisini göz ardı edip arkaya atabilirsiniz?
Hangisini değersiz görebilirsiniz? Hangisini arzu etmezsiniz? Hangisini küçük ve
değersiz görebilirsiniz? Aynı zamanda o hûriler, o ceylan gözlüler çadırların
içindedirler. Çadırlar içinde ceylan gözlü dilberler vardır. Sadece çadırlarının
içinde duran, o çadırlara mahsus, sadece erkeklerini gözleyen, gözlerinin siyahı
çok siyah, beyazı da çok beyaz güzeller vardır. Sadece kocalarını gözleyen,
sadece onlara hizmet eden, sadece onlardan zevk alan, sadece onlar için
hazırlanıp süslenen dilberler vardır. Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlarsınız?
74-75. “Oralara daha önce insan da, cin de
dokunmamıştır. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Daha önce hiçbir cin ve insan eli
değmemiş tertemiz, bâkire kadınlardır onlar. Tıpkı dünyada olduğu gibi namus,
iffet ve hayâ timsali kadınlardır onlar. Gözlerin görmediği, kulakların
duymadığı, kimsenin güzelliklerini hayal bile edemeyeceği kadınlar… Hal
böyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?
76-77. “Cennetlikler orada yeşil yastıklara
ve harikulâde işlemeli döşeklere yaslanırlar. Öyleyken, Rabbini-zin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız?”
Orada mü’minler ipekten yapılmış yeşil döşemelerin, harikulâde
işlemeli yeşil yastıkların üzerine otururlar, yaslanırlar. Nâdide halıların
üzerine yaslanıp otururlar. Dünyada insanların bir ömür boyu elde edebilmek için
arkasından koştuğu halıların, döşemelerin üzerine otururlar orada. Keyif
çatarlar, zevklenirler. Hiçbir sıkıntı çekmez, hiçbir mahrumiyet tatmazlar.
Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayarsınız?
78. “Büyük ve pek cömert olan Rabbinin
adı ne yü-cedir!”
İşte çok yüce, işte sonsuz ikram
sahibi olan, lütfu ve ihsanına sınır olmayan, haşmeti,
ululuğu da çok yüce olan Rabbinin ismi ne yüce oldu! Ne mübarek oldu! Ne
bereketli, ne ulu oldu! Çünkü bütün bu nimetleri hazırlamak, bütün bu nimetlere
güç yetirmek sadece ulu olan, çok yüce olan Allah’a mahsustur. Böyle bir Celâl
sıfatına, böyle bir azâmete, böyle bir ihsan ve ikram özelliğine sahip olmayan
birinin bütün bunları hazırlaması asla mümkün değildir. Güç kudret sahibi,
celâl, ikram sahibi olmayan birinin ne böyle bir cehennem hazırlamaya, ne de
böyle akla hayale gelmedik nimetler dolu bir cennet hazırlamaya gücü yeter.
Rabbimiz bu sûresinde mü’min kulları için hazırladığı cennetlerini ve nimetlerini
anlattı. Sonra da buyurdu ki, işte böyle bir Allah’ın adı yücedir, işte böyle
bir Allah’ın ismi mübarektir. Yüceltilmesi, mü-bâreklenmesi, tebrik edilmesi, kulluk edilmesi, teşekkür
edilmesi gereken sadece O’dur. Velî kabul edilip kararları uygulanması, çektiği
yere gidilmesi, adı yüceltilmesi, hamd edilmesi
gereken sadece O’-dur. Allah tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. İşte böyle bir
Allah’a kul olmak, böyle bir Allah’ı dinlemek, böyle bir Allah’ın istediği
hayatı yaşamak zorundayız. İşte kendimizi böyle bir Allah’a sevdirmek,
beğendirmek, böyle bir Allah’ın gazabından korumak zorundayız.
İşte hayat, işte fırsat, işte
dünya ve işte hayatın sahibi Allah... Buyurun, eğer cehennem istiyorsanız ona
yönelik bir hayat yaşayın, yok eğer böyle güzel bir cennet istiyorsanız O’na
kulluğa koşun, O’-nun istediği bir hayatı yaşamaya ve
kendinizi O’na beğendirmeye çalışın. Yaşadığınız bu hayatın sonunda nereyi
istiyorsanız ona göre he-sap yapın. Allah yardımcımız
olsun. Vel hamdü lillahi Rabbi’l âlemîn.
''O iki doğunun ve iki batının RABBİ dir '' mealindeki 17. ayetin açıklamanızı üzülerek yazıyorum eksik buldum. iki doğu iki batı ile RABBİMİZ bize ne anlatmaktadır bir türlü anlayamadım.sitenizinden yeni haberim oldu ve okumaya başladım.FECR suresinin tefsirini begendim.bilgilendirirseniz sevinirim.saygılarımla.
YanıtlaSil«O; hem iki doğunun Rabbı, hem de iki batının Rabbıdır.» âyet-i kerîme1 sinde güneşin, kışın ve yazın doğup battığı yerler o kasdedümektedir. Başka bir âyet-i kerîme'de de : «Doğuların ve batıların Rabbına yemin ederim ki, şüphesiz Biz gücü yetenleriz.» (Meâric, 40) buyurulur. Zîrâ güneşin doğuş yerleri her gün değişir ve güneş hep farklı yerlerden görünür. Başka bir âyet-i kerîme'de de : «O, Doğunun ve Batının Rabbıdır. O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse O'nu vekîl tut.» {Müzzemmü, 9)
YanıtlaSilİbni kesir tefsiri Rahman suresi 17
YanıtlaSilAllah razı olsun ınsallah
YanıtlaSilAllah razı olsun ınsallah
YanıtlaSililk defa rahman suresinin tefsirin okudum. çok beğendim.kuranın kitap halinde size ait tefsiri var mı. varsa nasıl alırım fiyatı ne kadar dır tskkrler.
YanıtlaSil