KAMER SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
54., nüzûl sıralamasına göre 37., mufassal kısmının birinci sûreler grubunun
dördüncü sûresi olan Kamer sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
55’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Kamer sûresi Mekke’de nâzil olmuş 55
âyetlik bir sûredir. Ayın yarılması ve kıyametin yaklaştığının uyarısıyla
başlayan sûre, bunun bir sihir olduğunu iddia eden kâfirleri uyarmak üzere,
tarihî helâklerle bizi yüz yüze getirir. Sonra; “Biz bu Kur’an’ı öğüt için kolaylaştırdık, ama hani ibret alan
nerede?” buyurarak insanların, Kitabın uyarılarına karşı takındıkları olumsuz
tavır eleştirilir. Ey kâfirler, iyi bilin ki sizin önceki helâk olanlardan
hiçbir farkınız yoktur. Onların yolunda olduğunuz sürece, sizler de onların
âkıbetlerine uğramaktan kurtulamayacaksınız, tehdidi yapılır.
Mekke’de
Mekke döneminin ilk yıllarında Târık sûresinden he-men
sonra nazil olmuştur. Sûre adını ilk âyetinde geçen ayın ikiye bölünmesi
haberinden almıştır. “İkterabet” sûresi diye de
tanınır. Âyetlerinin sayısı 55 tir. Mekkî sûrelerin
genel karakteristik özelliğine paralel olarak Kamer sûresinde de bazı kıyamet
sahneleri etkileyici bir biçimde tasvir edilip âhiret
inancına vurgu yapılmaktadır. Sûrede ayrıca Allah’a Allah’ın istediği şekilde
iman edip, iman kaynaklı bir hayat yaşayan mü’minlere
güven ve huzur verici, inkârcıları ise korkutucu mesajlar
verilmektedir.
Üç
bölüm halinde ele alınabilecek olan sûrenin ilk bölümü (âyet 1-8) kıyametin
yaklaştığından ve ayın ikiye bölünmesinden bahseden âyetlerle başlar. Bu
âyetlerin, Mekke’li müşriklerin Resûlullah Efendimizden bu konuda bir mûcize göstermesini
istemeleri üzerine nâzil olduğu nakledilmektedir. Âyetteki ayın yarılması
ifadesi müfessirlerimizin çoğunluğu tarafından zâhirî mânada anlaşılmış ve
Resûl-i Ekrem efendimiz zamanında bu hadisenin gerçekleştiği belirtilmiştir. Ama
bu hadisenin kıyametin alâmetlerinden birisi olduğunu, kıyametin zuhuruna yakın
bir dönemde gerçekleşeceğini söyleyenler de olmuştur. Yine bu ifadeyi mecazi bir
ifade olarak anlayıp; “ay ikiye bölündüğü” yâni “durum açıklık kazandığı” zaman
şeklinde anlayanlar da olmuştur.
Sûrenin
ikinci bölümünde (âyet 9-42) Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Firavun kavimlerinin de geçmişte kendilerine
gönderilen Allah elçilerini yalanladıkları belirtilerek bunların uğradıkları
cezalar etkileyici bir üslupla anlatılmaktadır. Bu âyetler arasında; “Andolsun ki biz bu Kur’-an’ı öğüt alsınlar diye
kolaylaştırdık; hani ondan ders alan yok mu?” meâlindeki ifade tekrar tekrar ortaya konulur. Böylece Allah kulları Kur’an üzerinde düşünmeye, onu anlamak için kafa yormaya
dâvet edilmekte ve böyle yapıldığı takdirde kesinlikle bu kitabın mesajının
anlaşılabilecek bir üslup taşıdığı vurgulanmaktadır. Bu konuda mazeret ileri
sürenlerin hiç birisinin haklı bir mazeretlerinin olmadığı son derece açık ve
net bir biçimde ortaya konulmaktadır.
Sûrenin
üçüncü bölümünde (âyet 43-55) inkârcılara yönelik uyarılar tekrarlanır ve
yenilmez zannettikleri topluluklarının mutlak he-zimete uğrayacakları bildirilir. Kesinlikle mü’minlere Allah’ın yardımının ulaşacağı belirtilmek
sûretiyle onlara güven verilmekte iken, “o topluluk kesinlikle bozulacak,
bozguna uğrayacak ve geriye dönüp kaçacak.” Meâlindeki 45. âyetin Bedir savaşına
işaret ettiği beyan edilmektedir. Hz. Ömer efendimiz hangi topluluğun hezimete uğrayacağını
merak ettiğini, ancak Bedir savaşı esnasında Resûlullah Efendimizin bu âyeti okuduğunu görünce âyette
zikredilen topluluğun Kureyş ordusu olduğunu
anladığını İbni Kesir
rivâyet etmektedir. Sûrenin bu bölümünde ayrı her şeyin belirli bir plan
ve program içinde, yâni bir kader dahilinde yaratıldığı anlatılır. Mekke
müşriklerinin peygamber efendimize gelerek kader konusunda sorular sorması
üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. Ve en sonunda sûre takva sahiplerinin,
Allah’a kulluklarının bilicinde bir hayat yaşayanların cennette çok büyük
nimetlere nail olacakları müjdesiyle son bulur. Bu mukaddimeden sonra inşallah
sûrenin âyetlerini tanımaya geçelim.
1-3. “Kıyamet saati yaklaşmış, ay
da yarılmıştır; onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: “Süregelen bir
sihir” derler. Yalanlarlar da kendi heveslerine uyarlar. Ama her işin karar
kılacağı bir sonucu vardır.”
Kıyamet saati yaklaşmış ve ay da
yarılmıştır. İnsanların kıyam günleri, diriliş ve hesaba çekiliş günleri
yaklaşmıştır. Bunun delili ve alâmeti olarak, ay da yarılmıştır. Lâkin kâfirler
kıyametin alâmeti olan bu görsel âyeti iyi değerlendirmiyorlar. Bu âyeti
kıyametin mutlak gerçekleşeceğine yormuyorlar, bundan bir ders çıkarmıyorlar da,
bunun gelip geçen, kalıcı olmayan, etkisi fazla sürmeyen bir sihir olduğunu
söylüyorlar. Onların vazgeçilmez huyudur bu. Çünkü onlar her ne za-man Rabblerinden görsel, ya da işitsel
bir âyet görseler hemen ondan yüz çevirirler. İlgilenmezler, değer vermezler,
ciddiye almazlar, yok farz ederler, üstünü örterler, işlevini bitirirler ve
derler ki; “işte bu da tıpkı diğerleri gibi geçici bir sihirdir.”
Burada “kıyamet saati yaklaştı ve ay da
yarıldı” buyurularak asr-ı
saadette vukua gelmiş bir mûcizeye dikkat çekilerek ayın yarılmasıyla kıyametin
gerçekleşmesi arasında bir ilişki kuruluyor. Buhârî ve
diğer muteber hadis kaynaklarında Rasulullah Efendimiz
Mina’-dayken ayın ikiye yarıldığı, sahâbe-i kirâm
efendilerimizden çoğunun bunu bizzat gözleriyle gördükleri rivâyet edilmektedir.
Bu olay Rasu-lullah
Efendimiz Mina’dayken gerçekleşmiş ve Allah’ın Resûlü
çevresindekilere ayı göstererek; “sizler şahit olun! Şahit olun” buyurmuştur.
Rivâyetlere göre Mekke müşriklerinin kendisinden risa letine delil olacak bir mûcize
istemelerine karşılık hadise vukua gelmiştir. Böylesine büyük bir âyet
karşısında müşrikler yüz çevirmişler, iman etmemişler ve bu mûcizeyi sihirle
itham etmişlerdir.
Bu ayın yarılması ile alâkalı
hadis kitaplarında gördüklerimi inşallah nakledeyim. Buhârî ve
Müslim'in rivâyet ettiğine göre hâdiseye bizzat şahit olan Abdullah b. Mes'ud şöyle nakleder: "Ay, Hz.
Peygamber'in zamanında iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın bir tarafında,
diğer parçası dağın diğer tarafında idi. Hz. Peygamber
bize şahit olunuz." dedi. (Buhârî, Tefsir, Sûretu'l-Kamer,1; Müslim, Kıyame,44).
Sahabenin
ileri gelenlerinden Hz. Ali, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Huzeyfe, Enes, Cübeyr İbn Mut'im, İbn Ömer gibi zatların
bildirdiğine göre; Peygamberimiz (s.a.s.) müşriklerin istekleri üzerine Mina'da ay yarılma mucizesi göstermiş ve bu vakayı görenlere
"şahit olunuz" de-yip onları tanık tutmuştur.
Ebu
Nuaym el-İsfahanî'nin İbn Abbâs ve İbn Mes'ud'tan bildir-diklerine
göre olay şöyle meydana gelmiştir: Müşriklerden Velid
b. Muğîre, Ebu Cehl, Âs b. Hişam, Esved b. Abdi Yağus, Esved b. Mut-talip, Zem'a b. Esved, Nadr b. Hâris ve daha bir
çokları toplanarak Peygamberimize, "Eğer, sen gerçekten peygambersen, bize
yarısı Ebu Kubeys dağı,
yarısı da Kuaykıan dağı üzerinde görülmek üzere, Ay'ı
ikiye ayır." dediler. Peygamberimiz onlara; "Eğer,
bunu yapar-sam, iman eder misiniz?" dedi. "Evet iman ederiz" dediler. Ay'ın,
bedir olduğu, iyice göründüğü on dördüncü gecesiydi. Peygamberimiz, müşriklerin
istedikleri şeyin olmasını Yüce Allah'tan diledi. Allah da, o gece ayın yarısını
Ebu Kubeys dağı, yarısını
da, Kuaykıan dağı üze-rinde doğdurunca, Peygamberimiz:
"Ey Ebu Seleme b. Abdu'l-Esed Erkam b. Ebi'l-Erkam! Şahit olunuz! Şahit olunuz!" diyerek seslendi. İbn Mes'ud'a göre, Kureyş müşrikleri bu mucizeyi görünce (peygam-berimizi kastederek) "Bu da Ebu Kebşe'nin oğlunun bir
sihridir." De-diler. İçlerinden Ebu Cehil ise "Gelecek
yolcularınızı gözetin. Muham-med, sizi büyülemeğe güç yetirse bile bütün halkı, bütün
yeryüzünü de büyüleyebilecek değil ya! Onlara bir
sorun bakalım. Onlar da sizin gördüğünüz şeyi görmüşler mi?" dedi. Gelenlerden
sordular. Müşrik-ler bu mucizeyi inanmak için değil,
İslâm davasına engel olabilecek bir şey gözüyle baktıkları için, hâdiseyi
gördükleri halde inanmadılar, "Süregelen bir büyüdür"
dediler.
Kur'an-ı
Kerîm bu hâdiseyi, kıyametin yaklaştığının büyük alâ-meti olarak saymıştır. Tirmizî'nin
bir rivâyetinde hâdisenin hem med-yana geldiği zamanı,
hem de yeri ve keyfiyeti tayin edilerek Abdullah İbn
Mes'ud demiştir ki: "Biz bir kere Rasulullah ile Mina'da idik. Ay
iki parçaya bölündü. Bir bölüğü dağın arkasında, öbür bölüğü de berisin-de idi.
Bunun üzerine Rasulullah: Şahit olunuz! Kıyamet
yaklaştı, ya-rıldı kamer,
buyurdu. Bir başka rivâyette, Hıra Dağı'nı ayın iki bölüğün arasında gördükleri
ziyadesi vardır. (Tirmizî, Tefsir Sûretü'l-Kamer, 1, 3, 5; İbn Hanbel, I, 456-465).
İnşikak-ı
Kamer mucizesinin aklen mümkün olup olmaması konusunda
filozoflar ve kelâmcılar arasında münakaşalar olmuştur. Şakk-ı Kamer mucizesi aklen mümkün
değildir diyenler olmuş. Aslın-da mucize, muhatabı acze düşüren fevkalâde bir
olaydır. Bu münase-betle mucizelerin akla uygun olup
olmaması münakaşa konusu ola-maz. Hattâ ay'ın
yarılması mucizesini akla kabul ettirebilmek için bir başka görüş ileri
atılmıştır: "Ay hakikatte iki parçaya bölünmemiştir; Ama ona bakanların
nazarında öyle görülmüştür; ' Bu tezi açıkça mü-dafaa
eden Şah Veliyullah Dehlevî'dir. Bu görüşün temeli de Enes b. Mâlik'in, "Mekke müşrikleri Peygamber'den bir âyet
göstermesini iste-diler de Rasulullah onlara ay'ı iki
parça gösterdi." şeklinde rivâyet et-tiği hadistir.
Mekkelilerin ay'ı iki parçaya bölünmüş gördükleri muhak-kak olmakla beraber gerçekte ay ikiye bölündü mü,
yoksa Mekkelilere öyle mi gösterildi? Bu tür düşünce, mucizenin meydana
gelmesini ak-la uygun göstermek isterken onu müşriklerin iddia ettikleri bir
sihir mertebesine indirmek olur. (Tecrid-i Sarih,
1483).
Mucizeyi
akla uygun göstermeye çalışmak, onu alelâde bir olay durumuna düşürmektir ki bu
durumda hâdise, mucize olmaktan çıkar. Ve akıl, tabiat üstü olan olayların
mahiyetini idrakten acizdir. Aklı bunu idrake zorlamak, birçok tehlikeler
doğurur. Zaten Rabbimiz bu hadisenin anlatımının hemen arkasından “Bir mucize
görseler hemen yüz çevirirler ve "süregelen bir büyüdür" derler buyuruyor.
Bilin-diği gibi mucizelerin meydana gelişindeki ana
gaye, Allah'ın izni ile o-nu meydana getiren
Peygamber'in, peygamberlik iddiasının ispatıdır. Mucize, günlük olaylar
niteliğinde olsaydı, o tür olayları rast gele herhangi bir insan da meydana
getirebilirdi. Bu nedenle mucizeleri illa da akılla bağdaştırmaya çalışmanın
manası yoktur.
Onlar bu tür âyetleri yalanlarlar, yok
farz ederler, örterler, örtbas ederler, işlevini bitirirler de kendi hevâ ve heveslerine tâbi olurlar. Ama her işin karar
kılacağı bir sonucu vardır. Evet onlar bu âyetleri ve bu âyetlerin ortaya
koyduğu mutlak diriliş gerçeğini, hesap, kitap gerçeğini yalanlarlar. Yalanlamak
zorundadırlar, çünkü onlar hevâ ve heveslerine tâbi
olmaktadırlar. Yalanlamak zorundadırlar, çünkü bu gerçek onların iştahlarını
kaçırmaktadır. Yalanlamak zorundadırlar, çünkü istedikleri gibi bir hayat
yaşayabilsinler. Bir adam kâfir mi olacak? Zalim mi olacak? Onun her şeyden önce
kıyameti, hesabı, kitabı reddetmesi gerekecektir. Öyle değil mi? Yani mümkün mü
ki bir adam hem âhiret var diyecek, hem hesap kitap
var diyecek hem de kâfirlik, zalimlik yapabilecek, kan emebilecek,
zulmedebilecek, dilediği gibi bir hayat yaşayabilecek. Bu mümkün
değildir.
Kıyamet vakti yaklaşmıştır. İhtiyar
dünyamız ömrünün son dönemlerini yaşamaktadır. İnsan denen varlık bu dünyada
diğer varlıklar zincirinin son halkası olarak yaratılmıştır. Nitekim Rasulullah Efendimiz de bir hadislerinde şehadet parmağıyla orta parmağını
birleştirerek “İşte ben ve kıyamet böylece
gönderildik”
buyurmuştur.
O halde kıyamet çok yakındır. Ama
insanlar bundan gafildirler. Elbette Kitaptan habersiz bir hayat yaşayan,
Allah’ın âyetlerini gündemlerine almayan, âyetleri yalanlayan, anlamaya
yanaşmayan, Kitabı dinledikleri halde hiç bir şey anlamamış gibi, hiçbir şey
duymamış gibi davranan ve Kitaba rağmen kitapsız bir hayat yaşamaya çalışan bu
insanlardan bundan başkası da beklenemez. Ama kullarına karşı sonsuz merhamet
sahibi olan Rabbimiz, yine de bu âyetleriyle onları içine daldıkları gaflet
uykusundan uyandırmak istiyor. “Ey kullarım, bilesiniz ki kaybedilecek, boşa
harcanacak bir tek saniyeniz bile yoktur. İyi düşünün ve akıllarınızı
başlarınıza alın” buyuruyor.
4-5. “Andolsun ki,
onları bu hallerinden vazgeçirecek nice haberler gelmiştir. Bu haberlerin her
birinde üstün hikmet vardır; ama uyarmalar fayda
vermiyor.”
Andolsun ki bu kâfirlerin akıllarını
başlarına getirecek, onları küfür ve şirkten vazgeçirip imânâ, hidâyete
ulaştıracak pek çok haberler, pek çok uyarılar gelmiştir. Onların bu
kâfirliklerinin ve şirklerinin sebebi âyetlerin, uyarıların eksikliğinden
değildir. Doğruluğun, güzelliğin, hikmetin, bilginin, uyarıcılığın zirve
noktasında uyarılar gelmiştir onlara. Bilginin, hikmetin kaynağı olan Allah
onlara doruk noktada hikmet göndermiştir.
Öyle değil mi? Şu Allah
bilgilerini onun dışında öğrenebileceğiniz bir kaynak var mı? Şu Kur’an âyetlerinden daha hikmetli ne olabilir ki? Ama gelin
görün ki, zirve noktasındaki bu Allah bilgileri, bu Allah âyetleri onlara tesir
etmiyor. Bunca uyarılar onlara bir fayda ver-miyor.
Sebep ne? Sebep onların bu Allah âyetlerini yalanlamaları, yok farz etmeleri,
Allah bilgilerine karşı müstekbir tavır takınıp kendi
hevâ ve heveslerini putlaştırmalarıdır. İşte bu
özelliklerinden ötürü adamların kalpleri mühürleniyor, gözleri görmez, kulakları
duymaz hale getiriliyor, kullanmadıkları âzâları ellerinden alınıyor da hiçbir
şey duymaz ve anlamaz hale geliveriyorlar.
6-8. Ey Muhammed! Öyleyse onlardan yüz çevir;
çağıran, görülmemiş ve tanınmamış bir şeye çağırdığı gün. Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış, o çağırana koşarak
kabirlerden çıkarlar. İnkarcılar: “Bu, zorlu bir gündür.”
derler.”
“Sen onlardan yüz çevir ey
peygamberim. Aldırış etme onlara. Üzme onlar için kendini. Süre tanı onlara.
Onlar çağıranın görülmemiş, duyulmamış, tanınmamış bir kıyamet gerçeğine, bir
diriliş ve hesaba çekiliş gerçeğine çağırdığı gün, gözleri hor, hakir olarak,
gözlerini zillet bürümüş olarak, reddettikleri gerçeği görmekten gözleri korku
ve dehşet, pişmanlık ve utanç içinde çekirgeler gibi etrafa yayılmış, ufku
kaplamış olarak o çağırıcıya koşarak kabirlerinden fırlayıp çıkarlar. Korkudan,
dehşetten, şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemedikleri için tıpkı uçuşan
kelebekler gibi dalga dalga muhalefet etmeksizin,
karşı gelmeksizin, geri kalmaksızın, oyalanmaksızın çağırıcının çağırısına koşarlar.
Evet, boyunlarını bükmüş olarak
Rabblerinin dâvetine icabet ederler. Ne yapacaklarını,
nereye gideceklerini bilemeyen basit, güçsüz kelebekler gibidir o gün insanlar.
Acizdirler, çaresizdirler. Ve inkarcılar, kâfirler, Rabblerini ve O’nun âyetlerini örtenler, gündemlerinden
düşürenler diyecekler ki, bu zorlu bir gündür. Bizim için hiç kolaylaşmayacak
bir gündür bugün.
9-11. Bu putperestlerden önce Nûh milleti de
yalanlamış, kulumuzu yalanlayarak: “Delidir” demişlerdi, yolu kesilmişti. O da:
“Ben yenildim, bana yardım et” diye Rabbine yalvarmıştı. Biz de bunun üzerine
gök kapılarını boşanan sularla açtık.”
Şimdi, şu anda kendilerine
sunulan Allah bilgilerini, vahyi, peygamberi, âhireti,
hesabı, kitabı yalanlayan şu Mekke kâfirlerinden önce Nûh toplumu da
yalanlamıştı. Onlar da tıpkı bunlar gibi Allah’ın elçisini ve getirdiği Allah
mesajını yalanlamışlardı. Yalanlamanın da ötesinde Nûh’a (a.s) bu bir delidir
demişler ve tehditler ederek, baskılar uygulayarak onu konuşturmamaya, tebliğine
engel olmaya çalışmışlardı. Yolunu kesmeye çalışmışlardı. “Ey Nûh! Eğer bu işe
bir son vermezsen, şüphesiz taşlananlardan olacaksın,” dediler. “Seni recm-edeceğiz, canına okuyacağız,” dediler. Allah elçisinin
varlığından, programından rahatsız olup, vazgeç bu peygamberlik işinden, diye
sıkıştırdılar. Bizim şu andaki ömürlerimizi ona katlayacak bir zaman süresi
içinde onlara karşı sabırla tebliğini sürdüren Nûh (a.s), bakın sonunda şöyle
dua ediyordu: “Ya Rabbi ben mağlup oldum, bana
yar-dım et. Ben bu zalimlerin haklarından gelemiyorum
ya Rabbi! Bunların hakkından sen gel ya Rabbi!”
Günler, aylar, yıllar, yüzyıllar
geçmişti aradan, ama olmamıştı. Toplum adam olmamıştı. Allah’ın elçisi
çırpındıkça onların fısk ve fücurları artmıştı.
Onların küfürde ısrarları karşısında Allah’ın elçisi artık aciz kalmıştı. Tüm
çırpınışlarına rağmen toplumda doğanlar kâfir doğuyor, ölenler kâfir
ölüyorlardı. Yaşlılar çocuklarına, torunlarına kendi küfürlerini vasiyet ederek
ölüyorlardı. Bu durumu gören yaşlı peygam-ber artık dayanamayarak işte bunları söylüyordu. İşi Allah’a
havale ediyordu. “Ya Rabbi ben bittim, bana yardım et”
diyordu. “Artık yeryüzünde bir tek kâfir bırakma ya
Rabbi! Yeryüzündeki tüm kâfirlerin kökünü kes ya
Rabbi! Çünkü eğer yeryüzünde onlardan bir tek ferd,
bir tek aile bırakırsan onlar kâfirden başkasını doğurmazlar. Kâfirler, kâfir
yetiştirirler, kâfir doğururlar. Kâfirlerin eğitimi insanların kâfirleşmesini
sağlar. Kâfirlerin egemen olduğu yerde ancak kâfir yetişir. Bunlara fırsat
verirsen yeryüzünde kâfir yetiştirirler ya Rabbi!
Yeryüzündeki tüm kâfirleri yok et ya Rabbi!” diyordu.
Rabbimiz buyurur ki, “bunun üzerine Biz de bardaktan boşanırcasına yağan
yağmurlarla gök kapılarını açıverdik. Sanki gök yere
boşalıyordu.”
12-14. “Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık; her
iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti. Onu, tahtadan yapılmış, mıhla
çakılmış bir gemiye bindirdik; inkar edilmiş olan Nûh’a mükafat olarak
verdiğimiz gemi nezaretimiz altında yüzüyordu.”
Yeryüzünden de kaynaklar
fışkırttık. Nihâyet her iki su da Lev-h-i Mahfuz’da
olacağını takdir ettiğimiz bir helâki gerçekleştirmek üzere birleştiler.
Elçimizi ve tercihini ondan yana kullanan mü’minleri
bizim gözetimimizde, bizim yol gösterimimizde tahtadan yapılmış, çivilerle
çakılmış bir gemiye bindirdik. İşte böylece kavmi tarafından inkar edilmiş,
reddedilmiş, küfredilmiş, değeri bilinmemiş, nankörce karşılanmış Nûh’a bir
mükâfat olarak verdiğimiz gemi bizim gözetimi-miz
altında yürüyordu.
15-17. “Andolsun ki
biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur? Benim azabım ve
uyarmam nasılmış? Andolsun ki Kur’an’ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok
mudur?”
“Andolsun ki biz onu, o azabı, o helâki, o kurtuluşu, o
gemiyi insanlara ibret olarak bıraktık.” Evet, bir helâk yasası anlatıldı. Bu
yasada Allah ve elçisiyle savaşa tutuşanların yok edildikleri, Allah ve
elçisinden yana olanların da gemide kurtuldukları açıklanıyor. Kâfirler,
zalimler helâk edilirken, tercihini peygamber yolunda olmaya kullanan, oylarını
peygamberin gemisinde, peygamberin terekesinde, peygamberin safında olmaya
kullananlar kurtarılıyorlar. İşte kıyamete kadar bu helâk yasasından bu ibret
bırakılıyor insanlara. Kıyamete kadar değişmeyecek bir yasadır bu. Kıyamete
kadar peygambere iman edenler, peygamber safında yer alanlar, tercihlerini Allah
ve elçisinden yana kullananlar kurtulacaklardır, buyurarak Rabbimiz gerek o
günkü Mekke kâfirlerini, gerekse bugünkü kâfirleri uyarmaktadır. “Ey kullarım
gelin bana kafa tutmaya kalkmayın! Gelin
benimle savaşmaya kalkışmayın! Gelin o safta yer almayın! Gelin benim safımda
yer alın, değilse siz bilirsiniz sizin de sonunuz onlardan farklı olmayacaktır”
diyor.
“İşte bu yasayı biz insanlara öğüt
olarak bıraktık, öğüt alan yok mu? Bu helâk yasasını iyi bir şekilde
değerlendirip tezkira yapan, kulaklarına, hafızasına
kazıyan yok mu? Andolsun ki Biz bu Kur’an’ı öğüt olsun, tezkira
olsun, pusula, harita, gündem, ibret olsun diye kolaylaştırdık. Onunla yol
bulmak isteyenler, hayat programlarını ona sormak isteyenler, onu okuyup
öğrenmek isteyenler, onu anlayıp uygulamak isteyenler için biz bu kitabı
kolaylaştırdık,” diyor Rabbimiz.
Okunması, öğrenilmesi,
anlaşılması, ezberlenmesi, uygulanması, yaşanması kolay, istediği hayat kolay,
her şeyi çok kolaydır. Allah onu bizim için kolaylaştırmıştır. Belki onu
okurlar, anlarlar, zikrederler, zikir haline getirirler, hatırlarlar,
kafalarında, kalplerinde canlı tutarlar da hayatlarını onunla düzenlerler diye.
Belki onu tezkira yaparlar, kafalarında, kalplerinde
hayat programı yaparlar da, haftalık ders programı gibi, günlük, aylık, haftalık
sürekli bakılacak bir konuma getirirler diye Allah bizim için onu
kolaylaştırmıştır. Kur’an öyle ol-malıdır zaten. Kur’an anlaşılıp hayat onunla düzenlenecek, kafalarda ve
kalplerde canlı tutulacaktır. Çünkü hayat programıdır o. Ona bakılmadan, ona
sorulmadan hayat yaşanmamalıdır. Çünkü bu kitap hayatımızın her bir saniyesinde
bize yol gösterecek bir kitaptır.
Allah, “biz onu sizler için
kolaylaştırdık” diyor, ama unutmayalım ki; ona yönelenlere kolaydır bu kitap.
Onunla ilgilenenlere kolaydır. Ona yönelenlerin hayatları kolaylaşacaktır. Bu
âyet bundan sonra dört defa daha gelecek, önemine binaen Rabbimiz tekrar tekrar bu konuyu gündemimize
getirecek.
Kur’an;
öğrenilmesi, okunması, ezberlenmesi ve hayata geçi-rilmesi kolay olan, Allah tarafından kolaylaştırılmış olan
bir kitap oldu-ğu halde, Kur'an'ın zor
olduğu, halkın anlamasının mümkün olmadığı belirli çevrelerce ısrarla
belirtilmiştir. Kur'an'ın sadece okunması, ez-berlenmesi değil, aynı zamanda insanlar öğüt alsın diye
kolayca anla-şılmasını sağlamak için Arapça
indirildiği halde (44/Duhân, 58), kolay-laştırılmış Kur'an'ın yerine
tavsiye edilen başka beşerî kitaplar dini zorlaştırmıştır.
Ruhbanlık
benzeri aşırılıklar yasaklanmış olmasına rağmen; çile, inzivâ hayatı, azîmet ve
zorluğu tercih etmek gerektiği, zora tâlip olunmasının şart olduğu, kendine ezâ
verme, bir lokma-bir hırka anlayışı, dinin zorlaştırılmasında büyük
etkenlerdendir. Sözgelimi resmin ve müziğin her çeşidi haram kabul edilmiş, bazı
yiyecek ve giyecekler dinden, hatta kutsal kabul edilmiştir. Allah ve Resûlü’nün
haram kılmadığı nice hususlar, birçok yazarın eserinde ve konuşmacının dilinde
haram ve günah ilan edilmiş, halk da "o haram, bu haram; şunu yapmak günah, bunu
yapmak günah; İslâm'ı yaşamak mümkün değil, öyleyse boş ver gitsin!"
demiştir.
18-22. “Âd milleti peygamberini yalanlamıştı;
Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Nitekim üzerlerine, in-sanları, sökülmüş hurma
kütüğü gibi kopararak yere seren, dondurucu bir rüzgarı uğursuzluğu devam eden
bir günde gönderdik. Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Andolsun ki, Kur’an’ı öğüt olsun
diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?”
Âd kavmi de Allah tarafından
kendilerine gönderilen elçilerini, görevlendirilen peygamberlerini yalanladılar.
Kendilerine Rabbleri tarafından bir rahmet kapısı
olarak gönderilen Hûd’u (a.s) yalanladılar, onu
ciddiye almadılar, yok farz ettiler, değer vermediler. Ya da kendilerine Rabbimiz tarafından pek çok peygamberler
gönderildi de onların hepsini yalanladılar. Rabbimiz buyurdu ki, bakın bakalım
benim azabım ve uyarmam nasılmış? Onların üzerlerine onları hurma kütükleri gibi
yerden yere vuran, büküp büküp yere çalan dondurucu
bir rüzgar gönderdik. Uğursuzluğu devam eden, uğursuzluğu sürekli olan bir günde
o rüzgar onların işini bitiriverdi.
Kitabımızın başka âyetlerinin
beyanıyla bu rüzgarın adı Sarsar’dı. Taş yağdıran,
donduran bir rüzgar ki, Rabbimiz yedi gün sekiz gece onların üzerlerine mûsâllat
kılıverdi de, taş taş üstünde bırakmadı. Esip durdu
onların üzerinde. Hepsi içi boş, içini kurt yemiş hur-ma kütükleri gibi yerlere seriliverdiler. 20-30 metre
boyundaki insanlar yerle bir oluverdiler. Ne güçleri, kuvvetleri, ne
medeniyetleri, teknolojileri onları kurtaramadı.
Bir bakın Allah’ın uyarması ve azabı
nasılmış? Âd kavminin cezası da böyle oldu. Allah ve elçisiyle savaşa tutuşan
bir toplumun helâk yasası da böyle gerçekleşmiştir. Dünyayı cennetleştirme
cinnetine kapılmış, dünyada ebedî kalacaklarmış gibi plan program yapmış olan bu
toplumun cezası da böyle olmuş. Bu ceza onların büyüklenmeleri sebebiyle, müstekbirce davranmaları, Allah’a, Allah’ın kitabına ve
peygamberlerine karşı eyvallahsız davranmaları
sebebiyle gelmişti. Kendi güçlerine kuvvetlerine, medeniyetlerine, kendi
yasalarına, kendi kanunlarına güvenerek Allah yasalarına karşı müstekbirce ve ihtiyaçsızca davrandıkları için Allah onlara
bu azabı gönderiyordu.
İşte öncekilerin başlarına
gelenleri böyle son derece açık ve net bir biçimde ortaya koyarak insanlar öğüt
alsınlar, kendilerinden öncekilerin düştükleri yanlışlara düşmesinler,
kendilerini, geleceklerini zora sokmasınlar diye Biz bu Kur’an’ı kolaylaştırdık ama insanlar kolayı değil de zoru
tercih ediyorlar, öğüt almıyorlar.
23-25. “Semûd
milleti uyaran peygamberleri yalanladı. İçimizden bir insana mı uyacağız? O
zaman biz sapıklık ve delilik etmiş oluruz. Kitap, aramızda, ona mı verilmiş?
Hayır, o pek yalancı ve şımarığın biridir” dediler.”
Semûd kavmi de kendilerini uyarmak
için gelmiş peygamberleri yalanladılar. Âd kavminden sonra gelen, Âd toplumunun
torunları, dedelerinin helâkine şahit olmuş Semûd
kavmi de aynen dedelerinin yolundan giderek Allah’ın elçisi Sâlih’i (a.s)
yalanladılar, yok farz ettiler, gelmemiş kabul ettiler, ilgilenmediler, karşı
geldiler. “İçimizden bir beşere mi tâbi olacağız?” dediler. “Bizden hiçbir farkı
olmayan, bizim gibi yiyip içen bir insana mı uyacağız? Olacak şey mi bu? Senin
bizden bir üstünlüğün yok ki! Malın, mülkün, ekonomik ve siyasal gücün yok ki!
Sen sıradan birisin. Ne meleksin, ne de güçlü kuvvetli bir kabile reisi.
Binaenaleyh böyle bir durumda biz asla sana tâbi olamayız” dediler. “Eğer biz
senin gibi sıradan birine tâbi olursak sapıklık ve delilik etmiş oluruz”
dediler.
“Kitap aramızda ona mı verilmiş?
Bula bula Allah onu mu bulmuş? İçimizde şöyle şöyle özellik sahipleri dururken vahiy ona mı gönderilmiş?
Hayır hayır, o kendisine vahiy gelmediği halde büyük
büyük laflar eden, bu lafları Allah’a izâfe
iftirasında bulunan yalancı ve şımarığın birisidir”
dediler.
Adamların bütün bunları nereden
çıkardıklarını anlamak müm-kün değil. Çünkü Allah’ın elçisi Sâlih (a.s) onlara ben bir
ilahım, ben insan üstü bir varlığım filan dememişti. Ben istediğim her şeyi
yaparım, benim her şeye gücüm yeter, beni Rabb ve İlah
bilin, bana kulluk edin filan da dememişti. Hiçbir peygamber böyle bir şey
dememiştir zaten. Tarih boyunca tüm peygamberlerin dediği sadece şudur: “Biz
Allah’ın elçileriyiz. Biz de sizin gibi birer kul, birer insan, birer beşeriz.
Bizim sizden farklı bir tek yönümüz var; o da Rabbimiz bizi elçi seçmiş, bize vahyini göndermiştir. Bizler de aynen
sizler gibi Rabbimize kulluk etmekteyiz.”
26-32. “Yarın, kimin pek yalancı
ve şımarık olduğu-nu bileceklerdir. Doğrusu, onları
denemek üzere dişi deveyi gönderen biziz. Sâlih’e şöyle demiştik: Onları gözetle
ve sabret; onlara sıralarına göre suyun kendileriyle o deve aralarında pay
edilmiş olduğunu söyle. Ama bir arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcını alarak
deveyi kesti. Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Nitekim üzerlerine bir çığlık
gönderdik de, ağılcıların kullandığı kurumuş ot gibi oldular. Andolsun ki, Kur’an’ı öğüt olsun
diye kolaylaştır-dık; öğüt alan yok
mudur?”
Onların bu küstahlıklarına
karşılık, Rabbimiz “onlar kimin yalancı ve şımarık olduğunu yarın anlayacaklar”
buyurarak onları denemek üzere bir dişi deve gönderdi. Kitabımızın başka
sûrelerinde uzun uzun anlattı Rabbimiz. Kavm-i Sâlih’ten (a.s) peygamberliğini is-pat için bir
mûcize, bir görsel âyet istediler de Rabbimiz onların gözlerinin önünde bir
kayalıktan bu deveyi yaratıp çıkarıverdi. İman etme-niz için bunca Allah âyeti yetmedi de başka bir âyet mi
istiyorsunuz? Alın işte size bir Allah âyeti buyurdu. Onları hakka dâvet eden
elçisine de buyurdu ki Rabbimiz; “ey Sâlih, sen onları gözetle ve sabret. Onlara
sıralarına göre suyun kendileriyle o deve arasında pay edilmiş olduğunu
söyle.”
Rabbimizin taksimine göre kavmin
kuyularının, çeşmelerinin suyunu bir gün o deve içecek, ikinci gün de kavim
içecekti. Mûcize deve bir önceki gün içtiği suyu süt olarak kavme geri verecek
ve sütüyle tüm kavmi doyuracaktı. İşte böyle bir Allah âyetiydi bu deve. Elbette
her âyetin bir sorumluluğu vardı. Allah âyeti olan deve onlara karşı Sâlih’in
(a.s) destekçisi olacaktı. Deve, Sâlih (a.s) safında yer alacak ve zalim
toplumun sömürü düzenlerine dur diyecekti. Su içme nöbeti o deveye geldiği zaman
onlar buna izin vermeyecekler, onun hakkına karşı çıkacaklar, ama onun sütünden
de istifade etmeye çalışacaklardı. Deveye hayat hakkı tanımayacaklardı ama onun
ürettiğini de yiyip içmeye çalışacaklardı.
Tıpkı şu
anda hayat hakkı tanımadıkları müslüman halkın
sırtından geçinmeye çalışan kâfirler gibi. Eğer bu ülkede su varsa bu suyun
yarısı deve vasıtasıyla halka ulaştırılacaktı. Bu deve sayesinde yöneticiler
suya tamamıyla egemen olamayacaklardı. Bir ülkedeki altın, gümüş, petrol, orman,
deniz ürünleri aslında mutlak anlamda halkın ortak malıdır. Ama topluma egemen
olan güçler, yöneticiler, insanları, halkı bunlardan alıkoyuyorlar, bunlara
kendileri sahiplenmeye çalışıyorlar. İşte Sâlih’in (a.s) mûcizesi olan bu deve
zalimlerin bu sömürülerine dur diyordu.
Adamlar sömürü düzenlerine dur diyen bu
devenin, bu Allah âyetinin varlığına tahammül edemediler. Bir arkadaşlarını
çağırdılar, o da kılıcını alarak deveyi kesti. Kitabımızın başka âyetlerinin
beyanına göre bu kişi kavmin içinde egemen olan dokuzlu bir çetenin en
azgınlarıydı. Allah’ın âyeti olan bu deveyi ayaklarından biçiverdi. Allah’ın
elçisi Sâlih (a.s) onlara üç gün mühlet verdi. Dedi ki, “üç gün ülkenizde
bekleyin. Bu yaptığınıza karşılık Allah’ın azabını hak ettiniz. Azaptan
kurtulamayacaksınız.”
Bu arada deveden kurtulan toplum
Sâlih’i (a.s) de öldürmeye teşebbüs ediyordu. Rabbimiz buyuruyor ki, “Benim
azabım ve uyarmam nasılmış? Nitekim üzerlerine bir çığlık gönderdik de,
ağılcıların kullandığı kurumuş ot gibi oldular. Andolsun ki, Kur’an'ı öğüt olsun
diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?”
Rabbimiz onlara öncekilere
gönderdiğinden farklı bir helâk gönderdi. Korkunç bir sayha, müthiş bir çığlık
gönderdi de yonttukları mağaralarında hiçbir sınır tanımadı. Sonunda o insanlar
hayvanların yemeyip de ezdiği kesmik kırıntılarına dönüverdiler. İşte bunda da
ibretler vardır, âyetler vardır; bu ibretleri ulaştırma noktasında Rabbimiz
kitabını kolaylaştırmıştır ama hani ibret alan nerede?
Şu anda tıpkı Sâlih’in (a.s)
helâk edilen toplumunun rolünü oy-nayan, Allah’ın
kendilerine gönderdiği elçisiyle, Allah’ın âyetleriyle savaşa tutuşan Mekkeliler
ve yine şu anda aynı tavrı sürdüren yirminci asrın kâfirleri hiç ibret
almıyorlar. Hiç kolay yola girmiyorlar. Hiç düşünmüyor, hiç anlamıyorlar.
Acaba bu insanlar kendilerini
onlardan daha güçlü mü zanne-diyorlar? Acaba kendilerini Semûd’dan daha kuvvetli görüp Allah’la başedebileceklerini mi düşünüyorlar? Unutmayın ki Allah’ın
düşmanlarına nasıl bir helâk göndereceği hiç belli olmaz. Bunu sadece Allah
bilmektedir. Aklınızı başınıza alın.
İşte bakın Rabbimiz bu
âyetleriyle, bu örnekleriyle tüm insanlığı uyarmaktadır. O gün Mekkelilere,
bugün de tüm dünyalılara, kıyamete kadar da tüm insanlığa uyarısını ulaştırıyor.
Allah ve elçileriyle, elçilerinin yolunun yolcusu müslümanlarla savaşa tutuşanlar ne yaptıklarının, kiminle
savaşa tutuştuklarının farkına varsınlar buyuruyor. Ama buna rağmen insanların
pek çoğu bu Kur’an’ın bu kolay uyarılarını anlamıyor,
inanmıyor.
²
33-36. “Lût milleti
uyaran peygamberleri yalanladı. Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgar
gönderdik. Ancak, Lût'un taraftarlarını, katımızdan
bir nimet olarak seher vakti kurtardık. Şükredene işte böyle mükafat veririz.
Lût, andolsun ki, onları
Bizim yakalamamızla uyarmıştı, ama onlar uyarmaları şüphe ile karşılayarak
dinlemediler.”
Bir başka helâk dosyası daha
açıyor karşımıza Rabbimiz. Bu dosya da Lût’un (a.s)
toplumunun dosyası. Az önce helâkine şahit olduğumuz Semûd kavminden sonra gelmiş, o kavmin yaşadığı bölgenin
biraz daha kuzeyinde Kudüs yakınlarında, Filistin bölgesinde yaşamış bir toplum.
Onlar da kendilerinden öncekilerin yolunda gittiler. Onlar da kendilerinden
öncekilerin helâklerinden ibret almayarak Allah’ın kendilerine gönderdiği Lût’u (a.s) ve onun getirdiği mesajı yalanladılar,
reddettiler. Bu tavırlarına karşılık onlara da farklı bir helâk yasası
uygulayıverdi Rabbimiz. Onların üzerlerine de taş yağdıran bir azap rüzgarı, bir
helâk rüzgarı gönderiverdik, diyor. Rabbimiz kendisi ve elçisiyle savaşa tutuşan
bu toplumun tümünü yerin dibine batırırken Lût ve ona
iman eden, tercihini ondan yana kullananları kurtardık, buyuruyor. Zaten Lût’a (a.s) iman eden sadece iki kızcağızıydı. Karısı da
helâk olanların arasındaydı.
Evet,
Lût'un taraftarlarını, katımızdan bir nimet olarak
seher vakti kurtardık. Şükredene işte böyle mükafat veririz diyor
Rabbimiz.
Şükür,
nimet vereni bilip onu açığa vurmak olduğu gibi, bunun tam zıddı olan ‘küfr’ ise, nimet vereni inkâr edip onu gizlemektir. Küfür
kavramının, inkâr ve nimet sahibini
gizlemeyi de ifade ettiğini
hatırla-yalım. Küfür kelimesi, iman etmemeyi, insanlara sonsuz nimetler
ve-ren rızık sahibi Allah’ı
inkâr etmeyi anlattığı gibi, şükür kelimesi de i-man
etmeyi, verilen nimetlerin sahibi olan Allah’ı tanımayı ve O’na minnettarlık
duymayı ifade eder. Şükrün zıddının Kur’an’da “küfür”
ke-limesiyle
tanımlanmasından, şükretmenin Allah katında ne kadar ö-nemli olduğu ve bu
ibadetten uzaklaşmanın ne kadar büyük problem olduğu açıkça anlaşılır.
Şükür, iman etmenin çeşitli organlarla
ve bu organların faali-yetleriyle ortaya konulmasıdır.
Şükür aynı zamanda nimeti bilmenin ismidir. Çünkü nimeti bilmek, nimeti vereni
bilmenin yoludur. İşte bu-nun için Allah Kur’an’da İslâm ve imana şükür diye isim vermektedir.
Nimetin nereden geldiğini bilmek, şükrün şartlarından biridir. Yoksa tamamı
değildir. Şükrün içerisinde nimet vereni itiraf, nimete karşı ni-met sahibi Allah'ı övmek, O’na boyun eğmek, O’nu sevmek
ve nimet konusunda O’nu hoşnut edecek şeyleri yapmak da bulunmaktadır. Kul
nimeti tanıdığı zaman, nimetin sahibini de tanır. O’nu tanıyınca O’nu sevmeye
başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet eder. Küfür, rızık ve O’nu verenin üzerini örtmek, gizlemek, görmez-likten gelmek; şükür ise, nimeti bilmek, itiraf etmek ve
açığa vurmak-tır. Şüphesiz bu itiraf yalnızca dil ile olmaz; şükür, imanın
eyleme dö-nüşmesiyle yerine
getirilir. Bazı âyetlerde 'şükür' kelimesinin iman etmenin, 'küfr'ün ise inkâr etmenin yerine kullanıldığını
görüyoruz.
Hadislerde
de şükürle alâkalı birkaç hadis okuyalım inşallah.
"Mü'minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü'mine vergidir/özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa
şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşsa
sabreder, kendisi için hayırlı olur."
(Müslim, Zühd 64;
Dârimî, Rikak
61)
"Hamd,
şükrün başıdır. Allah'a hamd etmeyen, O'na
şükretmemiştir."
(Kenzu'l Ummâl, 3/6419, s.
255)
“Rasulullah (s.a.s.) geceleri ayağa kalkıp ayakları
kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (c.c) senin geçmiş ve gelecek
günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul
olmayayım mı?” cevabını
verdi.
(Buhâri, Teheccüd
6)
"İnsanlara karşı hamd etmeyen (teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan
insan, Allah'a karşı da hamd et-mez."
(Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35)
"Allah'ım, Seni zikretmek, Sana
şükretmek ve güzel ibadet etmek için bana yardım eyle!"
(Ebû Dâvud, Vitr 26; Nesâi, Sehv 60)
"Allah, bir kuluna nimet verince,
kulunun üstünde o nimetin izini görmek ister."
(Tirmizî, Edeb 54; Müsned, Ahmed bin Hanbel, 2/311, 4/438)
"Yüce Allah diyor ki: 'Ey
kullarım! Geçmiş ve gelecek, siz bütün ins ve cinler
bir araya gelerek, aranızdaki en muttakî kimsenin kalbi gibi olsanız, sizin bu
durumunuz, Benim hâkimiyetimi zerre kadar artırmaz. Yine ey kullarım! Geçmiş ve
gelecek bütün ins ve cin bir araya toplansanız,
aranızdaki en günahkâr birinin kalbi gibi olsanız, Benim hâkimiyetime en ufak
bir noksanlık getiremezsiniz. Ey kullarım! Hakkınızda itibar ettiğim şey,
amellerinizdir. Daha sonra siz, amellerinize göre eksiksiz olarak
mükâfatlandırılacak veya cezalandırılacaksınız. Öyleyse kim bir hayır işlemeye
muvaffak olursa, bundan dolayı Allah'a şükretsin. Kim de hayrın dışında başka
bir şey işlerse, bundan dolayı da kendi nefsini suçlasın."
(Müsned, Ahmed bin Hanbel, 5/160; Müslim, Birr
55)
“Yemek yiyip şükredenin derecesi,
(nâfile) oruç tutup sabredenin derecesi gibidir.”
(Buhâri; Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 176, hadis no: 559 -1765-)
“Kıyamet gününde ‘hamd edenler ayağa kalksın’ denildiğinde yalnız Allah'a
çokça ve her hal ü kârda şükredenler ayağa kalkar.”
(Taberâni; Ebu Naim)
37. “Andolsun ki,
onlar Lût’un konukları olan melekleri elde etmeye
kalkıştılar, bunun üzerine gözlerini kör ettik. “Azabımı ve uyarmalarımı
dinlememenin sonucunu tadın” dedik.”
Lût’un (a.s) ahlâksız toplumunu helâk
etmek için Allah’ın görevli melekleri, erkek gençler sûretinde gelmişlerdi.
Bunları gören sapık, homoseksüel toplum onları cinsel ahlâksızlıklarına alet
etmeye kalkıştılar. “O yakışıklı gençleri bize teslim et, biz onlara sahip olmak
istiyoruz” dediler. Lût (a.s) çok büyük sıkıntı içine
düştü. Çünkü evine gelen misa firlerin melek olduklarını
bilmiyordu. Kızlarını önerdi onlara. “Ey kavmim, işte kızlarım, evlenecekseniz
onlarla evlenin. İşte ümmetin tertemiz kızları. Erkeklere gitmeyi bırakın da
meşru yolarla bunlarla evlenin” dedi. “Allah’tan korkun da beni
misa firlerime karşı mahcup etmeyin”
dedi. Ama o alçaklar onu dinlemediler. “Biz kızlardan, kadınlardan değil
erkeklerden hoşlanıyoruz” dediler. Bunun üzerine Rab-bimiz onların gözlerini kör ediverdi de Lût’u (a.s) da, onun evini de bu-lamaz oldular.
38-40. “Andolsun
ki, sabah erken, önü alınmaz bir azab başlarına geldi.
Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin sonucunu tadın dedik. Andolsun ki, Kur’an’ı öğüt olsun
diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?”
Bunun üzerine sabah erkenden önü
alınmaz, önüne geçilmez, durdurulmaz bir azap başlarına geliverdi. Evet asla
kurtulunmaz, sonu gelmez, onları âhiret azabına kadar götürmek üzere karar kılınmış sabit bir
azap geliverdi onlara. Melekler Lût (a.s)’a dediler
ki, “gecenin bir parçası olduğu zaman ehlini yürüt, ehlinle birlikte yola çık,
sizden hiçbiriniz geriye bakmasın, hiçbiriniz geriye iltifat etmesin, karın
hariç. Karın hariç hiçbirinizin geride, arkada bıraktığınız o pis hayatta gözü
olmasın. Geceleyin bu ahlâksız toplumu terk edin.”
Terk ettiler, karısı hariç. Sonra
Rabbimizin melekleri o ahlâksız toplumu da yerle bir ediverdiler. Şehri yukarıya
doğru kaldırıp ters bir şekilde yere vuruverdiler. İşte şu anda Allah’la savaşa
tutuşmuş bu toplum sular altında yatmaktadır. “Andolsun ki Biz insanlar öğüt alsınlar diye bu Kur’an’ı kolaylaştırdık.” İşte bir kolaylaştırılmış öğüt
daha. Buyurun değerlendirip ibret alın. “Ahlâksız bir toplumun
ahlâksızlıklarının karşılığını görün. Allah’ın istediği tertemiz bir hayatı
kabul etmeyip pislik peşinde koşan ve sonunda böyle bir azabın mahkumu olanları
seyredin. Allah ve elçisini dinlemeyip azgınlaştıkça azgınlaşan, aşırı cinsel
özgürlük peşine düşen, kadınlardan zevk almaz hale gelen bir toplumun âkıbetini
görün de ibret alın,” diyor Rabbimiz.
41-44. “Andolsun
ki, Firavun erkânına uyaranlar geldi. Mûcizelerimizin hepsini yalanladılar.
Bunun üzerine onları güç ve kuvvet sahibi olana yakışır bir şekilde yakaladık.
Ey Mekke putperestleri! Sizin inkarcılarınız bunlardan daha mı üstündür? Yoksa
Kitaplarda size bir kurtuluş belgesi mi var ey Muhammed! Yoksa, “biz öç
alabilecek bir topluluğuz mu diyorlar?”
Andolsun ki
Firavun ve toplumunu da uyaranlar geldi. Onlar da kendilerine gönderdiğimiz
elçimiz Mûsâ’yı ve ona verdiğimiz dokuz mûcizeyi yalanladılar. Bunun üzerine
adam olma yoluna girmemede direnen Firavun ve toplumunu güç ve kuvvet sahibi
olan Rabbe yakışır bir şekilde suda boğuverdik. Şimdi bütün bu helâk yasalarına
muttali olan, Allah’ın gücünü kuvvetini gören ey Mekkeliler, ey yirminci asrın
kâfirleri söyleyin bakalım, sizin kâfirleriniz bu helâk olanlardan daha mı
üstündür? Sizler bunlardan daha mı üstünsünüz? Ne zannediyorsunuz siz kendinizi?
Ne farkınız var sizin bu öncekilerden? Ne ayrıcalığınız var sizin?
Yani şimdi sizler de tıpkı o
önceki helâk olanlar gibi tüm gâvurlukları yapacak, Allah’a ve elçisine kafa
tutacak, Allah’ın istediği bir hayata yanaşmayacak, Allah’ın istemediği bir
hayatı yaşayacak, içki, kumar, zina, zulüm gibi tüm haramları meşrulaştıracak,
Allah’la, Allah’ın sistemiyle alay edecek, müslümanlara zulmedeceksiniz, sonra da bütün bunlara rağmen
yine de berat edip helâkten kurtulacaksınız, öyle mi? Onlar biz güçlüyüz mü
diyorlar yoksa? Öncekiler dağınıktı, öncekiler güçsüzdü, onun için Allah onlarla
başedebilmişti. Halbuki şu anda bizler onlar gibi
değiliz. Bizler birleştik, birleşmiş milletlerimizi kurduk, Nato’muzu kurduk, artık Allah bizimle asla başedemez mi de-mek istiyorlar?
Yoksa kitaplarda bize bir kurtuluş
belgesi mi var diyorlar? Yok-sa size bu
kâfirlikleriniz karşılığında, Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını ve
elçisini yalanlamanızın karşılığında hiçbir azap gelmeyeceğine dair kitapların
birinde Allah’tan bir berat mı gelmiş? Bir garantiniz mi var sizin? Ne oluyor?
Ne yapmaya, ne demeye çalışıyorsunuz siz? Bu konuda bu Allah âyetlerinden
habersiz yaşayan kâfirler de, mü’-minler de büyük bir
yanılgı içindedirler.
İşte şu anda müslümanlıklarının farkında olmayan, Allah’ın kitabındaki bu
âyetlerinin bilincinde olmayan kimi müslümanların
şöyle serzenişlerine şahit oluyoruz: “Bu alçakların zulmü, Amerika’nın,
Avrupa’nın zulümleri, bu yerli ve yabancı zalimlerin zulümleri Firavunların,
Lût kavminin, Ad’ın ve Semûd’un zulümlerini de geçti. Bu adamlar Allah’la savaşa
tutuştular, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın sistemini reddettiler, yeryüzünde oluk
oluk müslüman kanı
akıttılar. Acaba ne zaman yıkılacak bu zalimler? Ne zaman helâk edecek Rabbimiz
bu zalimleri? Bunlar hâlâ helâki hak etmediler mi?” Halbuki bu kitaptan habersiz
yaşayan müslümanlar Rabbimizin sünnetini unutuyorlar.
Halbuki Rabbimizin sünnetinde
helâkten önce uyarılma şarttır. Bu kâfirler, bu zalimler bilmedikleri, gafil
oldukları, beklemedikleri bir âkıbetle değil kendilerine apaçık âyetlerle
bildirilen bir âkıbetle karşı karşıya gelmelidirler. Biz onları bu âkıbetle
uyarabildik mi ki onların helâklerini bekliyoruz? Onlar önce açık açık Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya getirilecek, kabul
ettikleri zaman kurtuluşa erecek, reddettikleri zaman da helâki hak edecek ve
ancak o zaman helâkleri gerçekleşecektir. Demek ki bütün mesele bugün bizim
görevimizi yapmamıza bağlıdır. Değilse günümüz zalimlerinin öncekilere bir
üstünlükleri de, ayrıcalıkları da, garantileri de yoktur. Öncekiler helâk
edildiler de bunlar edilmeyecek mi yani? Ne ayrıcalıkları var bunların? Hayır
hayır:
45-48. “Toplulukları dağıtılacak,
yüz geri edeceklerdir. Kıyamet onların azab ile vaadedildikleri gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür.
Doğrusu suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler. Ateşe yüzüstü sürüldükleri
gün, onlara: “Cehennemin dokunan azabını tadın”
denir.”
Onların toplulukları dağılacak,
toplulukları bozguna uğrayacak, peygamber ve peygamber safında yer almış müslümanlar karşısında arkalarını dönüp kaçacak, hezimeti
tadacaklardır. Bu yenilgi onların dünyadaki azaplarıdır, lâkin onların asıl
azapları vaad edildikleri kıyamet günüdür. Dünyadaki
bu yenilgilerinin arkasından âhirette de en büyük bir
azap onları beklemektedir. O ne korkunç, ne acı bir gündür? O gün yüzüstü ateşe
sürülecekleri bir gündür. O gün onlara, “haydi bu yaptıklarınıza karşılık
cehennemin dokunan şu ateşini tadın bakalım” denir.
Bu âyetler Mekke’de bir avuç müslümanın zor günler geçirdikleri bir dönemde geliyordu. O
günlerde gelen Rabbimizin bu müjdesini müslümanlar
bile anlamakta güçlük çekiyorlardı. Çünkü Rasulullah
Efendimizin etrafında bir avuç insanın Mekke kâfirlerine karşı galip gelecekleri
müjdesi veriliyordu. Ama gerçekten çok geçmeden
Bedir-de Rabbimizin bu vaadi gerçekleşiyordu. Bedir günü Mekke’li kâfirler Allah desteğindeki müslümanlar eliyle bu hezimeti tattılar. Bir sürü ceset
bırakarak arkalarını dönerek kaçıp gittiler.
İşte bu onların dünyadaki
hezimetleriydi, ama esas azapları kendilerine vaadolunan kıyamet günündedir. O gün yüzükoyun cehenneme
yuvarlanacaklar ve dünyadaki azaplarıyla kıyaslanamayacak büyüklükte azapların
mahkumu olacaklardır.
49-51. “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre
yarat-mışızdır.
Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi anidir. Andolsun ki, benzerlerinizi yok ettik, öğüt alan yok
mudur?”
“Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.
Her şey için bir ölçü takdir ettik.” Rabbimiz katında her şey bir bilgi, bir
miktar, bir ölçü ve kaderledir. Kim doğacak, kim ölecek? Kim helâk olacak, kim
kurtulacak? Kim galip gelecek, kim mağlup olacak? Kim cennete gidecek, kim
cehennemi boylayacak? Bunların tamamı Allah’ın takdirine bağlı bir ölçü, bir
takdir, bir kader iledir. Bu âlemde hiçbir şey tesadüfî değildir. Elbette bu
dünyanın da Allah takdirinde bir sonu vardır. Sonsuza dek devam etmeyecektir bu
hayat. Muhakkak ki Allah dilediği her şeyi yapan, her şeye güç yetirendir. Rabbimizin bu dünyanın sonu, yani
kıyametin kopuşuyla alâkalı emrinin gelmesi âdeta bir göz kırpması, bir göz
çarpması gibi sadece bir keredir. Öyle herhangi bir hazırlığa filan gerek
yoktur. Kıyametin kopuşu bir an meselesidir. Sadece “ol” demesi yeterlidir.
Dikkat ederseniz sûrenin ilk âyetinde de kıyametin yaklaştığını haber vermişti.
Her gelecek yakındır, bir de kıya-met her şeyden yakındır. Bir göz açıp yumması
kadar insana yakındır.
Tabii o kıyamet saati ona hazırlıksız
olan kimselere ansızın gelecektir. Zira kendileri kıyametin geleceğinden gafil
bir şekilde dünyaya dalmış, onu hatırlarından çıkarmış ve böylece lüzumuz
şeylerin peşine takılmış insanlar için elbette kıyamet ansızın gelecektir.
Kıyamete inanmayan ve onun hazırlığı içinde Allah için bir hayat yaşamayan
insanlar onun kopmasına yakın bir dönemde, alâmetler belirdiği zaman bile
uyanmayacaklar, o zaman bile oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir. Onun için
şuurları yerinde değilken, haberleri yokken kıyamet gelip onların tepelerinde
patlayacaktır. Artık ondan sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı da
kalmayacaktır.
Her şey Allah’ın elindedir.
Bırakın uzak geleceklerle alâkalı bir şeyler söylemeyi, bir saniye sonrasıyla
alâkalı bile kim ne diyebilir? Bir saniye sonra olacaklar konusunda kim ne
bilgiye sahiptir? Meselâ şu anda Rabbimiz dünyamızdan milyarlarca daha büyük bir
yıldız gönderip, haydi git ve şu bana kafa tutan azgınların işini bitir dese ve
bir saniye sonra o yıldız şu dünyamızla çakışsa kim engel olabilir buna? Bir
saniye sonra altımızdaki arza Rabbimiz sallan deyiverse, kim ne yapabilir?
Öyleyse her şeyi bilen, her şeye hükmeden Allah’tır.
Andolsun ki
sizin benzerlerinizi helâk ettik. İşte sûrede detaylarıyla anlattık. O helâk
olanlar da tıpkı sizin gibi kuldular. Hattâ sizden daha güçlü kimselerdi onlar.
Buna rağmen bizimle savaşa tutuştukları için, bizim istediğimiz bir hayatı
yaşamaktan vazgeçip kendi hevâ ve heveslerine tâbi
oldukları için hepsinin defterini dürüverdik. Şimdi sizler bunlardan ibret
almayacak mısınız? Akıllanmayacak mısınız? Unutmayın ki:
52-55. “İnsanların yaptıkları her
şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük ve büyük, hepsi satır satırdır. Allah'a karşı
gelmekten sakınanlar, güçlü hükümdarın katında, yüksek bir derecede, cennetlerde
ferahlık ve aydınlık içindedirler.”
Yaptığınız, işlediğiniz,
konuştuğunuz her şey kitaplarda yazılıdır. Büyük-küçük ne yapmışsanız, ne amel
işlemişseniz satır satır hepsi tespit edilmiş,
yazılmıştır. Bir tek ameliniz bile zayi olmamıştır. Her şey Allah’ın bilgisi ve
kontrolü altındadır. İyiliğimiz, kötülüğümüz, hayrımız, şerrimiz, kaderimiz,
geleceğimiz, geçmişimiz, her şeyimiz O’nun murakabesi altındadır. Hiçbir bakış,
hiçbir düşünüş ve hareket O’nun ilminin dışında değildir. Rabbimiz herkesin, her
varlığın iç dünyasına kadar bilen, haberdar olandır.
Yaşadığımız bu hayatın sonunda
karşımıza öyle bir dosya çıkacak ki, ne büyük koymuş, ne küçük koymuş, ne gizli
demiş ne aşikâr demiş tüm yaptıklarımızı tesbit
etmiştir. Halbuki dünya hayatında kâfirlerin, zalimlerin haberleri yoktu hiçbir
şeyden. Allah ve elçileriyle savaş içinde bir hayat yaşamışlardı. Haram-helâl
aramamışlardı hayatlarında. Zulmetmişler, haksızlık etmişler, inkar etmişler,
duymaz-dan gelmişler, müstekbirce davranmışlardı. Ne
yapmışlarsa tüm amellerini karşılarında buluyorlar. Amellerinden dolayı
değerlendirilecekler şimdi. Her bir dosya açıldıkça zalimler amellerini ve
amellerinin karşılığını orada hazır bulacaklar. Allah hiç kimseye
zulmetmemektedir. Bu amelleri kendileri işlemiştir. Kendi amellerinin
karşılığıdır bunlar. Değilse yapmadıkları, işlemedikleri suçlardan ötürü Allah
hiç kimseyi cezalandırarak zulmetmez. Ya da
başkalarının günahlarını yanlışlıkla bir adamın defterine yazarak işlemediği
günahlardan ötürü ona zulmetmez. Yaptıklarının bir kısmını zayi etmek sûretiyle
Allah kimseye zulmetmez.
Muttakîler, Allah’la yol
bulanlar, Allah’a sorarak bir hayat yaşayanlar, Allah’a kulluklarının bilincinde
olanlar, Allah'a karşı gelmekten, Allah’ın yasalarını çiğnemekten sakınanlar,
güçlü hükümdarın katında, yüksek bir derecede, cennetlerde ferahlık ve aydınlık
içindedirler. Güçlü hükümdarın şanına lâyık hazırladığı yüce cennetlerde nimet
ve mutluluk içindedirler. Rabbim bizleri de onlardan eylesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder