NECM SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
53., nüzûl sıralamasına göre 23., mufassal kısmının birinci sûreler grubunun
üçüncü sûresi olan Necm sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
62’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Mekkî
sûrelerden olup, İhlâs sûresinden sonra nâzil olmuştur. Otuz ikinci âyeti
Medenîdir. Adını ilk âyetinde geçen "necm" kelimesinden almıştır. Ancak bu
kelimenin sûrenin muhtevası ile doğrudan bir ilgisi
yoktur.
İçinde
secde âyeti bulunan ve Mekke'de Rasulullah (s.a.s)'ın açıkça her kese karşı
okuduğu ilk sûredir. Buhârî'nin İbn Abbas (r.a)' dan rivâyet ettiği bir hadiste
şöyle denilmektedir: "Peygamber (s.a.s), Necm sûresini okudu ve sonra secde
etti. Onunla birlikte müslüman-lar, müşrikler ve cinler, hepsi birden secde
ettiler. Sadece Umeyye bin Halef secde etmekten kaçındı ve yerden bir avuç
toprak alıp alnına sürerek şöyle deki: "Bana bu yeter"
Habeşistan'a
hicret eden müminler bu hadiseyi duydukları za-man, Mekke'deki müşriklerin
topluca iman ettiklerini zannetmişler ve bazıları Mekke'ye geri dönmeye karar
vermişti. Mekke'ye bir saatlik bir mesafeye geldiklerinde Kinâne kabilesinden
birisi ile karşılaştılar ve Mekke'deki olayı sordular. Meselenin hiç de
kendilerinin haber al-dıkları gibi olmadığını ve müslümanlara işkencenin devam
ettiğini öğ-rendiler. Bunun üzerine Habeşistan'a birincisinden daha kalabalık
bir ikinci hicret yapıldı (İbn Sa'd, et-Tabakâtül-Kübra, Beyrut I,
205-207).
Bu
rivâyetlerden sûrenin risaletin beşinci yılında nazil olduğu
anlaşılmaktadır.
Sûre,
müşriklerin Peygamber (s.a.s)'e yönelttikleri itirazlarının asılsız olduğunu,
onun bir peygamber, okuduklarının ise Cibrîl vasıtası ile indirilmiş Allah
kelâmı olduğunu ve Allah’tan başka tapılanların anlamsızlık ve güçsüzlüklerini
ulvî bir ahenkle sıralanmış âyetlerle or-taya koyuyor. Allah Teâlâ, Kur'an'a
"insan sözüdür" diyenlere sadece âyetlerin manaları ile değil, o eşsiz üslubuyla
da cevaplar vermiştir. Kur'an'a "insan sözüdür" diyenler onun ilâhî yapısı
karşısında acze düşmüşler, iddialarını ispata çağrıldıkları halde buna cesaret
bile edememişlerdi: "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphede iseniz, onun
benzeri bir sûre meydana getirin. Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah dan başka
şahitlerinizi de çağırınız" (el-Bakara, 2/23).
Hz.
Muhammed (s.a.s), müşriklerin iddia ettiği gibi ne kötü bir yola sapmış ve ne de
hakkı çiğneyerek azanlardan olmuştur: Arkadaşınız (Muhammed) ne doğru yoldan
sapmış, ne de azmıştır" (2). O, sadece Rabbinin kendisine vahy ettiğini
insanlara bildirmektedir. Söylediklerinden hiçbirisini kendi arzu ve hevasından
söylememiştir: "O, kendiliğinden konuşmaz" (3). Bu âyet, sadece Kur'an
âyetlerinin değil, Rasulullah (s.a.s)'in kendi söz, fiil ve davranışlarının da
Allah Teâ-lânın yönlendirmesi ve kontrolü dahilinde cereyan ettiğini ortaya
koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm hukukçuları, Sünneti teşriin ikinci kaynağı
olarak kabul etmişlerdir. Peygamberin söylediği her söz, yaptığı her iş ve
onayladığı her davranış, müslümanlar için örnek alınıp, uyulması gereken
kuralları ihtiva eden, teşriin kaynaklarından birer kaynaktırlar.
Bu,
bir sonraki âyette daha açık bir şekilde dile getirilmektedir: "Onun her
konuştuğu, Allah tarafından vahy edilen bir vahiyden başka bir şey değildir"
(4). Yani Allah Teâlâ, kusursuz bir örnek olsun di-ye, Kur'an’ı ona vahy etmiş
ve pratik hayata uygulanışını, onun yaşantısı ile bütün insanlığa göstermiştir.
İnanan insanlar, İslâm'ı Rasu-lullah (s.a.s)'ın yaşadığını örnek alarak
hayatlarına tatbik etmek zorundadırlar.
Bunun
peşinden, vahyi Peygamber (s.a.s)'e getiren Cebrâil (a.s)'dan ve müşriklerin
onun hakkında yaptığı tartışmalardan bahsediliyor. Cebrail (a.s)'ın her yönüyle
mükemmel bir varlık olduğu, vahyi Peygamber'e getirirken görevini eksiksiz
olarak yerine getirdiği haber verilmekte ve onun Rasulullah (s.a.s)'a aslî
sûretinde bir kaç defa gö-ründüğünden söz edilmektedir: "Andolsun, onu diğer bir
defa daha gördü" (13).
Rasulullah
(s.a.s), Mirac'a çıktığı zaman Allah Teâlâ, büyük â-yetlerinden bir kısmını
göstermiş, onu ilâhî azamet hakkında bilgilendirmişti: "Şüphesiz Muhammed orada
Rabbinin, delillerinden en büyü-ğünü gördü" (18). Allah'ın büyüklüğü, varlığın
üzerindeki tahakkümü ve her şeyin O'nun emrine boyun eğişi çeşitli şekillerde
tebliğ edildikten sonra, halâ iman etmeyip, hiçbir anlamı olmayan ve kendi
elleriyle yaptıkları putlara tapan müşriklere hayret ifade eden bir üslupla
şöyle soruluyor: "Şimdi siz ilâh olarak Lât'ı, Uzzâ'yı ve diğer üçüncüleri olan
Menât'ı mı görüyorsunuz?" (19-20).
Mekkeli
müşrikler tapındıkları bu dişi ilâheleri Allah'ın kızları olarak görüyorlardı.
Allah Teâlâ, onların bu akıl dışı ve hiçbir mantık ölçüsüne sığdırılması mümkün
olmayan inançlarını tenkit ederek, ne kadar büyük bir açmazın içerisinde
bulunduklarını gözler önüne sermektedir: "Erkekler sizin de, kızlar Allah'ın mı?
Öyleyse bu insafsızca bir taksimdir" (21-22). Yani siz bu ilâheleri Allah'ın
kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar saçma ve anlamsızdır ki, kendiniz
için kız çocuğu edinmeyi bir zül telakki ederken, utanmadan onları Allah'a
nispet edebiliyorsunuz.
Müşrikler,
tapındıkları putları, Allah’a karşı kendilerine birer şefaatçi olarak telakki
ediyor, zor zamanlarında onların korumasına sığınıyorlardı. Bir dertleri olduğu
zaman, bugün de bazı putperest topluluklarda örnekleri görülen tarzda gidip
onlara şikâyetçi oluyorlardı. Halbuki bu putlar, hiç bir anlamı olmayan ve
kimseye ne fayda ne de zarar veremeyecek olan, kendi elleriyle yaptıkları cansız
varlıklardı. Onlar, ellerinde hiç bir delilleri olmadığı halde, atalarından
işitip gördükleri minval üzere, yaptıklarını hiç bir tenkide tabi tutmadan
aynıyla devam ettiriyorlardı: "Taptığınız bu putlar sizin ve atalarınızın
uydurduğu boş isimlerden başka bir şey değildir. Allah onların hak olduğu
hususunda hiç bir delil indirmemiştir" (23).
Bu
şekilde putlar edinip onlara saygı göstererek tapınma olayının bu günkü "ilkel
toplum" anlayışıyla izah edilecek bir tarafı yoktur. Çünkü günümüzde,
kendilerinin çağdaş ve yüksek kültür seviyesinde olduklarını iddia eden bir
takım topluluklar, halâ o eski çağların ilkel anlayışlarının devamı niteliğinde
olan bir tarzda, kendi düşünceleriyle üretip ilahlaştırdıkları bir takım
tağutların, heykellerini dikerek, şikâyet, istek ve arzularını gidip onlara arı
edebiliyor ve onlardan medet umabiliyorlar. İcra edilen tapınma olayı
incelendiğinde bugün yapılanla yüzlerce yıl önce icra edilen tapınmanın mahiyet
itibarıyla birbirinden hiç de farklı olmadığı görülecektir. Bu da, cahiliye
anlayışının geleneksel olduğunu, görüntü itibariyle farklı gibi görünse bile,
binlerce yıl öncesinin yöntemlerinin aynıyla kullanıldığını
göstermektedir.
Bu
varlıklardan, yardım ve şefâat dilemenin hiçbir mantıkî dayanağı yoktur. Çünkü,
Allah Teâlâ'nın dilemesi olmadan, hiç bir şeyin bir başkasına faydası ve zararı
dokunamaz. Allah'ın nezih kulları olan melekler bile O'nun izni olmadan hiç
kimseye bir yardım edemezken, Allah'a şirk koşulan cansız şeyler; nasıl bir
fayda sağlayabilir?
Bu
gerçekler ifade edildikten sonra; inkârcıların inkâr ettikleri şey hakkındaki
bilgisizliklerinden bahsedilerek, onların Allah tarafından mutlaka
cezalandırılacakları gerçeği zikredilir.
İman
edip iyilikte bulunanlar ise, en güzel şekilde mükafatlandırılacaklardır. Onlar,
büyük günâhlardan ve hayasızlıklardan şiddetle kaçınırlar. Küçük günâhları ise
Allah tarafından bağışlanacaktır. Bütün bunlar, inkârcıların veya başkalarının
istek ve arzuları doğrultusunda gerçekleşecek değildir. Bu kararı, her şeyi
hakkıyla bilen Allah Teâlâ verecektir. Bu hususu Allah Teâlâ şöyle ifade
etmektedir: "O iyi amellerde bulunanlar küçük kusurları hariç, büyük günâhlardan
ve hayasızlıklardan kaçınırlar. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması bol olandır. Kimin
takva üzere olduğunu da O çok iyi bilir" (32).
Bunun
peşinden, Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a verilen sa-hifelerde açıklanmış olan
dinin temel prensipleri zikredilir: "Kimse kimsenin günâhını yüklenmez. İnsan
için çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur. İnsan yaptığı amelinin
karşılığını mutlaka görür" (38-40).
Bu
âyetler, çok büyük gerçekleri ihtiva etmektedir: Her insan, işlediği kötü amel
işin yalnızca kendisi ceza görür. Yani suçların şahsiliği prensibi
getirilmiştir. Hiç kimse, başkasının işlediği bir suçtan do-layı
sorgulanamaz.
Ayrıca
insan, mükâfat ve ceza olarak, yalnızca kendi işlemiş olduğu şeylerin
karşılığını bulacaktır. Yani göreceği cezalandırma, yaptığı şeylerin karşılığı
olacaktır. Mükâfatlandırma için de aynı prensibe göre karşılık
görecektir.
Daha
sonra, Allah Teâlâ'nın mevcudatta cereyan eden bütün hareketlerin yaratıcısı
olduğu vurgulanmaktadır.
İnsan
bütün varlığıyla Allah Teâlâ'ya bağımlıdır. Yaptığı her hareketin ve yaşadığı
her duygunun tek müsebbibi O'dur: "Şüphesiz ki, güldüren de ağlatan da O'dur.
Öldüren de, dirilten de O'dur..." (43-44).
İnsanlar,
Âd'ın, Semûd'un ve onlardan önceki Nuh kavminin helâklerine dair haberleri
değişik şekillerde yorumlayabilirler. Bu günkü materyalist kafaların iddia
ettikleri gibi tabii afet diye nitelendirebilirler. Ama, Allah Teâlâ, bu
helâkleri onların küfürlerinde diretmeleri sonucu başlarına getirdiğini mutlak
şekilde beyan ediyor: Âd ve Se-mûd kavimlerinden önce Nuh kavmini helâk eden de
O'dur. Onlar da-ha zâlim ve daha azgın idiler. Lût kavminin altı üstüne gelen
memleketini yere gömen de O'dur" (52-53). Bu zalim toplulukların takip ettiği
yolu izleyenler de onlar gibi yok edilecek ve ilâhî cezalandırma ile
karşılaşacaklardır: "Onları o kuşatan azap kuşatmıştı"
(54).
Sûrenin
sonuna doğru, Hz. Muhammed'in evvelki peygamberler gibi yaklaşan kıyamet ve
cehennem azabıyla uyaran bir uyarıcı ol-duğu tekrar vurgulanarak, kıyamet anının
yaklaştığı ve onun ne zaman vaki olacağının Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse
tarafından bili-nemezliği gerçeği ortaya konuluyor:" Bu peygamber de önceki
uyarıcılardan biridir. Kıyamet yaklaştı. Kıyameti Allah'tan başka kimse açığa
çıkaramaz" (56-58).
Kâfirlerin
bu haberler karşısında takındıkları tavırları, tehdit ifade eden bir üslupla
dile getirilmektedir: "Siz, bu söze şaşıyor musunuz? Gülüyor da ağlamıyor
musunuz? Gaflet içinde oyalanıyorsunuz" (59-61).
Sûre,
Allah'a secde edilip, kulluğun sadece O'na tahsis edilmesini emreden âyetle son
buluyor: "Artık Allah'a secde edin ve sadece O'na kulluk yapın"
(62).
Rasulullah
(s.a.s) bu sûreyi okuyup, son âyetini tilavet ettikten sonra secdeye kapanmış ve
oradaki müşrikler de dahil herkes birlikte secdeye kapanmıştı. Bazı İslâm
düşmanları bu olay üzerine bir takım uydurma rivâyetlere dayanarak, vahyin
gelişindeki güvenirlilik hakkında şüphe uyandırmaya çalışmışlardır. (Garanik
adıyla zikredilen bu olay için inşallah ileride bilgi
vereceğim.
Evet, Necm sûresi, içinde secde
âyeti bulunduğu halde inen ilk sûredir. Yine Mekke’de, gizlilik döneminden sonra
Rasulullah Efendimizin Mekke müşriklerine toplu halde ilk duyurduğu sûre bu
sûredir. Mü’minlerin de müşriklerin de birlikte bulundukları bir ortamda
Allah’ın Resûlü, bu sûreyi baştan sona okumuş, sûrenin sonunda ge-len secde emri
gereği Allah’ın Resûlü ve beraberindeki mü’minler Rabblerine secdeye kapanınca,
o anda ne yapacaklarını bilemeyen, ya da secdeden başka yapabilecekleri hiçbir
şey olmayan kâfirler de secdeye kapanırlar. Hattâ İbni Mes’ud efendimizin
rivâyetine göre müşriklerden Umeyye bin Halef’in dışında secde etmeyen bir tek
kâfir kalmaz. O da okunan bu âyetler karşısında etkilenerek yerden bir avuç
toprak alır, yüzüne gözüne sürer ve “işte secde olarak bu da ba-na yeter” der.
Olay, takriben bi’setin 5.
senesinde meydana gelir. Orada bulunan tüm müşriklerin gerçekleştirdikleri bu
secde, daha önce Mekke’de rahat yüzü göremedikleri için Habeşistan’a hicret
etmiş Müslümanlara farklı ulaştırılır. Mekke’de herkesin Allah’a secde ettiği,
yani Müslüman olduğu haberi kendilerine ulaşan Müslümanlar, sevinçle
Habeşistan’dan öz vatanları Mekke’ye dönerler. Ama bakar görürler ki, durum hiç
de öyle değildir. Mekke’de Müslümanlara karşı zulüm tüm şiddetiyle devam
etmektedir. Müslümanlar önceki sayılarından daha fazlasıyla tekrar Habeşistan’a
dönerler.
Sûrenin temel konusu vahiydir. Bundan
takriben 5 yıl öncesinden, yani Rasulullah Efendimize gelen ilk vahiy Alâk
sûresi, Müddes-sir, Müzzemmil ve Kâlem sûrelerinden bu ana kadar her fırsatta
Ra-sulullah Efendimizin ve ona iman etmiş Müslümanların ağzından vahyi duymaya
alışmış olan Mekke müşriklerinin ilk defa karşılarında açıktan açığa bir sûrenin
ilan edilişi karşısında, Allah vahyine karşı çı-kışları, vahyi reddedişleri,
peygamber karşısında cephe oluşturmaya çalışmalarına karşılık, bu sûrede genel
olarak vahyin konu edildiğini görüyoruz. Vahyin niteliği, vahyin geliş
şekilleri, vahyi getiren Cebrâil’in durumu, vahyi ondan telâkki eden
Rasulullah’ın konumu, vahiy karşısında insanların takındıkları tavırlar konu
edilir.
Ama tabii Kur’an böyle bir tek
konuyu anlatmaz. Kitabımızın bir anlatım usulü olarak, vahiyle birlikte onunla
özdeş başka konular da anlatılır. İşte vahiyle birlikte, onun etrafında âhenkli
bir biçimde pek çok konunun anlatıldığı yıldızlardan bir yıldız sûreyle karşı
karşıyayız.
Sûre, öteki Mekkî sûrelerin
karakteristik bir özelliğiyle, yani ye-minle söze başlar:
1. “Batmakta olan yıldıza
andolsun ki,”
Batmakta olan yıldıza veya
battığı zaman yıldıza yemin olsun ki. Buradaki Necm’den kasıt; ya şu semâmızın
simasını süsleyen, gökyüzünün zîyneti olarak Rabbimizin yarattığı, Rabbimizin
âyetleri olan yıldızlardır, ya da bunun bir başka mânâsı, karanlık dünyayı
nûruyla aydınlatan, parça parça, bölük bölük inen Kur’an sûreleri, Kur’an
âyetleridir. Öyleyse zulmet içindeki insanlığın hayatını, dünyasını aydınlatmak
üzere parça parça, bölük bölük inen vahye yemin olsun ki. Rabbimiz vahyine yemin
ediyor. Allah vahyine, Allah bilgisine yemin olsun ki.
2. “Arkadaşınız (Muhammed),
sapmamış ve azmamıştır.”
Vahiyle hareket eden, hayatını o
vahiyle düzenleyen, istinat noktası vahiy olan sahibiniz, arkadaşınız sapıtmadı,
kendi arzusuna, kendi hevâ ve hevesine uymadı. Kendi kendine, kendi görüşlerine
gö-re bir dünya kurmadı. Kendi fikirleri, kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde
bir hayat yaşamaya yönelmedi. Arkadaşınız sapmadı, sapıtmadı, yolunu kaybetmedi.
Azmadı da, azgınlaşmadı da. Doğru yolu, hak yolu bilememek, şaşırmak gibi veya
bildiği halde doğru yolu terk edip bir başka yola gitmek gibi bir duruma
düşmedi.
Dikkat ederseniz burada; “arkadaşınız,
sahibiniz” denmektedir. Elçimiz, Resûlümüz demiyor da Rabbimiz, arkadaşınız
diyor. Sizin kendisini tanıdığınız, kendisiyle sohbet edip, arkadaşlık
kurduğunuz, sizin lehinize hareket eden dostunuz deniyor. Şu içinizde doğup
büyüyen, çocukluğu, gençliği aranızda geçmiş, tüm geçmişini tanıdığınız, tüm
hayatına muttali olduğunuz, hepinizin yakından bildiği arkadaşınız. Kırk yıllık
geçmişiyle aklına, ahlâkına, eminliğine, dürüstlüğüne şahit olduğunuz, aleyhinde
delil getirebileceğiniz bir tek falsosuna bile şahit olmadığınız, bir tek yüz
kızartıcı suçuna muttali olmadığınız, tek bir yalanını yakalamadığınız, sizi
asla aldatmamış, emânetlerinize zerre kadar hain davranmamış, Allah kullarını
aldatmamış bir insanın, kırk yaşından sonra birden bire değişerek Allah’tan
kendisine böyle bir vahiy gelmediği halde, Allah yeryüzünde kendisini sözcü
seçmediği halde, Allah’a iftira ederek, Allah kullarını aldatarak; “bana vahiy
geliyor” diye yalan söyleyip, insanları kandırmasını nasıl düşünebiliyorsunuz?
Nasıl diyebiliyorsunuz bunu tüm hayatını tanıdığınız emin bir kimseye? Kendisi
asla sapmayan, insanları da saptırmaya çalışmayan, kendisi asla aldanmayan, sizi
de asla aldatmaya çalışmayan arkadaşınız hakkında nasıl şüphe edebilirsiniz?
diye Rab-bimiz elçisinin doğruluğuna, hak yolda oluşuna şehadette
bulunuyor.
“Arkadaşınız” ifadesiyle Rabbimiz
onları bu konuda düşünmeye çağırıyor. O yabancı birisi değil ki, sizin
arkadaşınızdır. Sizin içinizde doğup büyüyen, bildiğiniz tanıdığınız bir
kimsedir o. Daha önce ona “Muhammed’ül Emin” diyen sizler değil miydiniz? Hiç
düşünmü-yor musunuz? Bir adam belli bir zaman dilimi içinde hem akıllı, hem
deli, hem güvenilir, hem hain olabilir mi?
Belki Rasulullah Efendimize ve onun
getirdiği vahye dün de, bugün de karşı çıkan tüm kâfirlerin en büyük yanılgı
noktaları işte burada oluyordu. Düne kadar kendisine “Muhammed’ül Emin”
dedikleri, her şeylerini kendisine emânet ettikleri bir insana Allah vahyi iner
inmez, o insan Allah vahyiyle konuşmaya başlar başlamaz, Kur’an gelir gelmez,
gelen bu vahiy yeryüzünde, insan hayatında etkili bir gündem oluşturur
oluşturmaz, etkisi çevreye yayılır yayılmaz, vahyi için Rabbimizin yeryüzünde
seçtiği sözcüsünden zerre kadar bir şüphesi olmayan kâfirler hemen o elçinin bir
şair, bir kâhin, bir sihirbaz olduğunu söylemeye başlıyorlar. Tarih boyunca bu
hep böyle olmuştur. Vahyi, Allah’ın insan hayatına karışmasını reddeden
kâfirler, sürekli bu vahiy için odak nokta seçilmiş elçileri reddetmişlerdir.
Vahyin yeryüzündeki sözcüsüne
karşı çıkıp, onu reddederken de, sadece reddetmekle bu işi götüremeyeceklerini
bildikleri için, Allah sözü olduğu konusunda zerre kadar bir şüpheleri olmadığı
halde “bunu o uydurdu” deme yolunu tutuyorlardı. Rabbimiz de işte böyle
kitabında, her indirdiği sûresinde ısrarla bu sözlerin elçiye ait değil,
kendisine ait olduğunu, elçinin bu sözlere hiçbir ilâve ve çıkarma yetkisinin,
hiçbir gizleme ihanetinin olamayacağını vurgulamaktadır. İşte burada da yeminle
Rabbimiz bu hususu anlatıyor.
3-4. “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun
konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.”
O peygamber, asla hevâsından,
kendisinden, kendi nefsinin arzularına göre söz söylemez. O peygamber kendisine
gelen Allah sözünün dışında ona kendisinden bir şeyler katıp karıştırarak,
kendisinden bazı ilâveler ve çıkarmalar yaparak kendi kendine bir din oluşturma,
kendi kendine bir sistem kurma yoluna gitmez. O sadece vahyi konuşur. Sadece
vahyin sözcülüğünü, Allah’ın sözcülüğünü yapar. Onun konuştukları sadece Allah
vahyidir. Öyleyse ne oluyor size? Daha önce sevip saydığınız, değer verdiğiniz
bir insana şimdi vahyi konuşmaya başladı, Allah sözlerini gündeme getirmeye
başladı diye mi gazaplanıyorsunuz? Halbuki onun konuştuğu sadece vahiydir. Allah
konuş dediği için o, bunları konuşmaktadır.
Ne zaman mecnun demişlerdi ona? Ve ne
için mecnun demişlerdi? Peygamberliğini ortaya koyduktan, Kur’an okumaya,
Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırmaya ve insanların hayatlarına
karışmaya başladıktan sonra demişlerdi bunu. Kur’an’da Allah’ın kendisine
indirdiklerini insanlara dediği, duyurduğu için, insanların hayatlarının
bozukluklarını eleştirip onları Allah’ın istediği kulluğa çağırdığı için,
böylece insanların rahatlarını, keyiflerini kaçırmaya başladığı andan itibaren
bunu demişlerdi. Yani Kur’an okuduğu, Kur’an’la amel ettiği, hayatını Allah
adına yaşamaya başladığı için demişlerdi ona bunu. Bugün de öyle. İnsanların
hayatına karışmadığınız müddetçe, onların bozukluklarına ilişmediğiniz sürece,
onlara hakkı duyurup bâtıllarını tenkit etmediğiniz sürece, sizden iyisi yoktur.
Ama insanların hayatlarına karıştığınız zaman demeyecekleri yoktur
size.
Bu ve benzeri âyetlerden
anlıyoruz ki; Rasulullah Efendimizin söylediği sözlerin tamamı vahiydir, vahye
dayanmaktadır. Onun, bu Allah sözüdür diye bize ulaştırdıkları da vahiydir,
kendi konuştukları da vahiyden kaynaklanmaktadır. O, Allah’ın yeryüzünde konuşan
ya-nıdır. Allah’ın sözcüsüdür. Onun hayatı, sözleri, fiilleri ve takrirleri
Allah tarafından onaylanmıştır. O, sürekli Allah kontrolünde bir beşerdi ve eğer
söyleyip yaptıkları konusunda bir hatası, bir kusuru olmuşsa, zaten bu hemen
Allah tarafından uyarılıp düzeltilmiştir.
Evet,
sürekli Allah kontrolünde olan ve Rabbimiz tarafından kendisine gönderilen vahyi
açıklamak ve o vahyin gölgesinde şeriatın kaidelerini ve esaslarını koymakla
mükellef olan Rasûlullah efendimizin sözlerini elbette vahyin dışında mütalaa
etmemiz mümkün olmayacaktır. Çünkü biz biliyoruz ki vahiy sürekli onun
yaptıklarını onaylamak ve düzeltmek durumundaydı. Rasûlullah efendimizin
kendiliğinden, kendi içtihadıyla yaptıkları, söyledikleri konusunda eğer bir
yanlışı, bir hatası olmuşsa gönderdiği vahyiyle Rabbimiz hemen onu düzeltiyor ve
din olarak onun bize yanlış intikaline izin vermiyordu. Çünkü Rasûlullah
efendimiz bizim yasal kulluk örneğimizdi ve ondan bize intikal eden her şey
bizim için dindi ve bizim için bağlayıcıydı. Ama bu ifademden onun söylediği her
sözün Allah tarafından kendisine vahy edilmiş sözler olduğu manası
çıkarılmamalıdır.
Bu
sözümle demek istiyorum ki Rasûlullah efendimizin hadisleri genel olarak vahyin
dışında mütalaa edilmemelidir. Sadece kutsi hadisler bunlardan farklı olarak
Rabbimiz tarafından vahiy yollarından birisiyle Rasûlullah efendimize telkin
edilen sonra da Rasulullah efendimiz tarafından kelimelere dökülen hadislerdir.
Yani bu hadislerin Rabbimize izafe edilmesi lafız itibariyle değil de muhteva
itibariyledir. Böyle bir üslubu Kur’an’da da görmekteyiz. Meselâ Rabbimiz
kitabında her bir peygamberin kavimleriyle konuşmaları Arapça olmamakla birlikte
bu konuşmalarını Arapça bir dille aktardığını görüyoruz.
5-7. “Ona çetin kuvvetlere sahip ve güçlü
olan Cebrâil öğretmiştir: En yüksek ufukta iken
doğruluvermiş,”
Ona bu vahyi öğreten melek
tanıtılıyor burada. Arkadaşınıza o vahy edilen Kur’an’ı, çok çetin bir güç
sahibi olan, kuvvetleri çok şedit olan Allah, ya da melek, yani Cebrâil
öğretmiştir.
Bakıyoruz Kitabımızın kimi âyetlerinde
Kur’an’ı Rasulullah Efendimize öğretenin Rahmân olan Allah olduğu, bazı
âyetlerinde de bu öğretenin Cebrâil olduğu anlatılır. Meselâ Rahmân
sûresinde:
“Rahmân olan Allah, Kur’an’ı
öğretti.”
(Rahmân
1,2)
buyurulurken, yine meselâ Şuarâ
sûresinde:
“Onu Ruhu’l Emin (Cebrâil)
indirdi.”
(Şuarâ 193)
buyurulmaktadır. Öyleyse burada her iki
mânânın da düşünül-mesi mümkündür. Ama bu sûreden daha önce inmiş olan Tekvîr
sûresinde, Rasulullah Efendimize vahyi getiren meleğin özelliklerinin
açıklandığı bölüme bakılırsa, burada özellikleri anlatılanın Cebrâil ol-duğu
biraz daha netleşmiş oluyor. Tekvir sûresinde Rabbimiz şöyle
buyuruyordu:
“Bu Kur’an, arşın sahibi katında
değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği
sözdür.”
(Tekvîr 19,20,21)
Kerîm olan bir elçinin sözüdür bu
Kur’an. Bu kitap, gökyüzünün emini vasıtasıyla yeryüzünün eminine benim
tarafımdan indirilmiş bir kitaptır. Kitap Allah’tandır, peygamberin kendi sözü
değildir. Ama Rabbimiz vahyini Cebrâil aracılığıyla peygamberine gönderdiği için
ona izafe edilmiştir. Buradaki Kerîm elçiden maksat; Cebrâil’dir. Bakın âyetin
devamında Cebrâil’in sıfatları anlatılmaktadır:
Güç sahibidir o. Emniyet sahibidir.
Hıyanet etmez, ezmez, bozmaz, koparmaz, unutmaz. Tam yapar elçiliğini. Allah’tan
aldığını tam getirir peygambere. Hani kâfirler diyor ya; “efendim, melek
peygambere gelinceye kadar vahyi çoktan unutur, tastamam vahyi değil de
muhtevayı anlatır” diyorlar ya. Halbuki o emindir, o güçlüdür, o Ke-rîmdir. O
Rabbinin yanında, arşın yanında büyük bir güç ve kuvvete, yüksek bir mevkiye
sahiptir. Orada, Mele-i A’lâ’da kendisine itaat edilir. Melekler kendisine itaat
ederler. O emindir. O gökyüzünün eminidir. Rabbinden aldığı vahyi peygambere
ulaştırma konusunda gü-venilirdir.
Burada da deniliyor
ki:
Ona bu Kur’an’ı çok çetin güç ve kuvvet
sahibi, görünümüyle, fiziğiyle çarpıcı bir güzellik sahibi, sağlam, sıhhatli,
mükemmel, hikmet ve akıl sahibi olan Cebrâil (a.s)
öğretmiştir.
Burada Rabbimiz peygamberimize vahiy
getiren meleğin özelliklerini anlatıyor. Allah yanında, melekler yanında, gökler
âleminde çok değerli olan, çok makbul olan, kendisine itaat edilen, saygın olan,
güvenilir, emin olan, çok şedit güç ve kuvvet sahibi olan, akıl, duyu ve beden
mükemmelliğine, hikmet mükemmelliğine sahip, üstün bir yaratılışla yaratılmış
bir elçidir o. İşte peygambere vahyi getiren elçi böyle bir elçidir.
O halde ey insanlar! Böyle bir
meleğin peygambere getirdiği vahiyden nasıl şüphelenebilirsiniz? Nasıl oluyor da
böyle Rabbiniz-den, yaratıcınızdan sizin hayatınıza karışmak üzere, sizin
hayatınızı programlamak üzere böyle bir elçi aracılığıyla, size dünya ve ukba
kurtuluşuna ulaştırmak, sizi cehennemden kurtarıp, cennete ulaştırmak için
gelmiş olan bu kitaba karşı böyle kayıtsız kalırsınız? Böyle bir kitaptan, böyle
bir elçiden, böyle bir peygamberden nasıl şüphe
edebilirsiniz?
O, en yüksek bir ufuktaydı. Cebrâil
(a.s) çok yüksek bir ufukta, tüm ufku kaplamış olduğu halde:
(Arşla alâkalı bir soru
soruldu)
Arşla alakalı kitabımızın başka
sûrelerinde epey bir şeyler de-meye çalışmıştım. Arş; ulviyet, yükseklik
manasına gelen bir kelimedir. Bu münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları
"taht" manasında da kullanılmıştır. Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın
remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da
taşır. Bazıları Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî ile Arş'ın (ikisini de taht
manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kür-sî'nin
üzerindedir. Bu suretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray
ve sarayın tavanı olarak kabul edilir. Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının
konulduğu yerdir.
Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a
göre, bütün âlemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının
dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır. Yedi kat gök,
cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir. Arş'ın sınırı, âlemi
tasavvurun son sınırıdır. Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ geçilmeden Allah'ın
cemâli = (Cemâlullah) müşahede edilemez. Rasulullah (s.a.s.) Mirac gecesinde
Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a ulaşmıştı. Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a
taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat manası veril-mişti. (A’râf:54)
Ayette: "...Sonra Arş üzerine istiva
buyurdu..." denilmektedir. Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükümet
işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir cisimdir. Fakat "tahta çıktı"
denilince, "hükümet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır. Yedi
kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla
sınırlanamayacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi
mecazî ve kinayî bir mânâ ifade eder. O halde Arş'ın cisim olduğu iddia
edilemez. Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyetin hepsi
Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet
tasavvuru tezat olur. Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır. Allah'ın
Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva malûm,
keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak
bid'attır." diye cevap verir.
Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine:
Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime
"alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında
kullanılır. Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını
bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil
veya denk olmak; dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir.
Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Al-lah Arş'a istiva etti"
cümlesinin manası: a) Arş'a mülkiyet
ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve
sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi,
hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini"
(dilemesini) cereyan ettirdi." b)
"Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi
velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." Bu ifadede istiva, istilâ manasında
kullanılmıştır. c) Arş'a mülk ve
memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü
hâkimiyeti altında tuttu." d)
İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir
istîlâ ile istiva etmiştir ki sema ve semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve
arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir
nispettedirler." demektir. Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada
değil, mecazî manadadır.
“...O gün Rabb'ının tahtını, bunların
da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır."
(Hakka:17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İs-hak Hz. Peygamber'in:
"Onlar, yani Hamele-i Arş (Arş'ı
taşıyanlar) bu gün dörttür. Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört
ile te'-yid edecek sekiz olacaklar." buyurduğunu söylüyor. Bir başka izaha
göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade,
kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır. İmrân İbn Husayn Peygamberimizin
şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)
Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu. Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde
bulunuyordu. Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tespit etti. Ve
göklerle yeri yarattı..." Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde
yücelik ve yükseklik mânâları vardır. Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi
de bu yükseklik münasebetiyledir. Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden
mevcuda da Arş ve Allah'a nispet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın
kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur.
Kelam âlimleri ile eski düşünürler
Arş'ı, kâinatı her yönden ku-şatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler.
Dokuzuncu felek ve fe-lek-i atlas da derler. Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları
bulunduğunu da kabul etmişlerdir. Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre,
şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve
id-raki haricindedir. Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti de-ğil,
diğer varlıklara nispetle büyüklüğü bildirilmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir
kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer,
yedi kat gök ile ye-di kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün
ortasına atıl- mış bir kapı veya yüzük halkası gibidir. Arş'ın da kürsîye göre
büyük lüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir"
buyurmuştur."
Arşla alakalı bu kısa bilgi ile iktifa
edelim. İnşallah sûrenin geri kalan bölümünü
tanımak için 16. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Ve âhiru dâvanâ
enilhamdü lillahi Rabbilâlemîn.
8-9. “Sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları
iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın oldu.”
Cebrâil (a.s), Rasulullah
Efendimize yaklaştı, derken sarkıverdi, ya da doğruluverdi. Peygambere yöneldi
Cebrâil de Rasulullah’la arasında iki yay arası kadar bir mesafe, yahut daha
yakın bir mesafe kaldı. Ve o elçi, Cebrâil (a.s):
10. “Allah o anda kuluna vahy edeceğini
etti.”
Elçi, Allah’ın kuluna, Muhammed’e
(a.s) vahy edeceğini vah-yetti. Cebrâil (a.s) o anda Allah’tan alıp getirdiği
vahyi Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’e (a.s) nasıl aktarılacaksa öylece
aktardı, öylece vahy etti. İşte böylece vahiy aktarımı olayı gerçekleşmiş
oldu.
Burada Rasulullah Efendimize ilk vahiy
aktarımı olayı ve Ra-sulullah Efendimizin Cebrâil’i ufukta, tüm ufku kaplamış
olduğu halde heyet-i asliyesiyle gördüğü anlatılıyor. Tekvir sûresinde de bu
husus şu ifadelerle anlatılıyordu:
“O arkadaşınız, o Resul andolsun ki,
Cebrâil’i apaçık bir ufukta görmüştür.” Kitabımızın başka yerlerinde de
anlatıldığına göre; Rasu-lullah Efendimiz kendisinden önce hiçbir peygambere
nasip olmadığı halde Cebrâil’i, vahiy meleğini aslî şekliyle görmüştür. Doğu
taraftan, yüksek, apaçık ufuk cihetinden görmüştür onu. Cebrâil (a.s) ufku
kaplamış olduğu halde karşısında durdu, aralarında iki yay arası kadar, ya da
iki zira, iki karış kadar bir mesafe kalmıştı. Bu konuda hadis kitaplarında epey
bilgi vardır.
Burada gerçekleşmesi anlatılan vahiyle
alâkalı bir şeyler söyleyelim: Önce şunu söyleyelim ki; vahyi gerçek şekliyle
bilenler, idrak edenler, onu yaşayan, ona lâyık görülen Allah elçileridir.
Gerçek mahiyetini Allah bilir. Nasıl oldu? Nasıl oluyordu? Nasıl geliyordu?
Bunun mahiyetini Allah bilir, burada şunu söyleyelim: Vahiy; Allah’ın kendi
bilgisini yerde seçtiği peygamberlerine aktarmasının adıdır. Azîz olan, Hakîm
olan, Cebbâr, Kahhâr olan bir Allah, zatı hakkında ancak kendisinin bildirdiği
kadar bilgimizin olduğu Allah, zaman O’nun dışında, mekân O’nun dışında,
zamandan mekândan münezzeh bir Allah, yerde herhangi birine rahmeten, lütfen
bilgisini aktarıyor.
Yine biliyoruz ki; Rabbimiz
yeryüzünde seçtiği elçilerinin dışında hiçbir kimseye vahiy indirmemiştir. Gerçi
yine kitabımızın beyanıyla, Hz. Îsâ’nın (a.s) annesine, Meryem’e ve yine
Mûsâ’nın (a.s) annesine vahiy türünde bazı şeylerin indirildiğini bilmekle
beraber, peygamberler dışında hiç kimseye vahy edilmediğini Kur’an söylüyor.
Öy-leyse burada hemen şu genel kaideyi söyleyelim: Vahyin tanımını an-cak
Resuller yapabilir, Resuller bilebilir. Resullere gelen vahyin nasıl geldiği
konusunda, geliş şekli konusunda, Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş
bazı bilgiler var. Ama vahiy; göklerin ve yerin Rabbi olan, göklerde ve yerde
olanların tümünün sahibi olan, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın yeryüzüne,
yeryüzündeki kullarının hayatına karışmak üzere, onların içinden seçtiği
elçilerine sunduğu, aktardığı, lütfettiği bilgisinden gönderme, aktarma
yöntemine, biçimine, şekline denir.
Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar
olsun ki, biz kullarını muhatap alarak bize kendi bilgisinden, kulluğumuz adına
bize lâzım olan kadar bilgi aktarmıştır. Eğer Rabbimiz yeryüzünde yarattığı biz
kullarına kulluğumuz noktasında gerektiği kadar, lâzım olduğu kadar bilgi
aktarımında bulunmasaydı, o zaman biz insanlar asla yeryüzünde ka-ranlıklardan
kurtulamayacak, yeryüzünde gerçek bir bilgi namına asla hiçbir şeye ulaşma
imkânımız olmayacaktı.
Şu anda tüm dünya insanlığını iki
grupta düşünüyoruz. Birinci grup; Allah vahyine iman etmiş, Allah bilgisiyle
bilgilenmiş Müslümanlar. İkinci grup da; vahyi reddetmiş, Allah bilgisini
reddetmiş, peygam-ber bilgisini devre dışı bırakmış tüm kâfir ve müşrik dünya.
Dün de, bugün de Allah bilgisini reddederek, vahyi bir kenara bırakarak, kendi
hevâ ve hevesleriyle bilgilenmeye çalışan küfür ve şirk dünyasının gerçekten
hiçbir şey bilmediklerini görürüz. Dün de, bugün de vahyi devre dışı
bırakanların, bilgilerinin sadece zandan ibaret olduğunu
görürüz.
Çünkü insana bilmediklerini öğreten
Allah’tır. Bilgi Allah’tandır. Bilginin kaynağı Allah’tır. Mü’minleri yeryüzünün
en bilgini, en âlimi yapan Allah’tır. Öyle değil mi? Eğer Allah bize bilgisini
açmasaydı, bi-zi muhatap kabul edip, kendi bilgisini aktarmasaydı, bizler şu
anda vahiy bilgisiyle bilgilenmiş olmasaydık, şu bildiklerimizi nereden
bilebilecektik? Şu dünyadan Allah bilgisini, Peygamber vasıtasıyla bize ulaşmış
vahiy bilgisini söküp çıkarsanız ne kalır geriye, hiç düşündünüz mü? Eğer
yeryüzünden vahiy bilgisini söküp alsalar, geriye iki şey kalır: Kan dökücülük
ve ifsat.
Bakara’da Rabbimizin yeryüzünde
bir halife yaratma iradesine muttali olan melekler öyle diyorlardı değil mi? “Ya
Rabbi, yer yüzünde kan döken, ifsat eden bir varlık mı yaratacaksın?” Evet,
demek ki; yeryüzünde insan bu iki özelikten vahiy sayesinde, Allah bilgisi
sayesinde kurtulmuş ve insan olabilmiştir. İnsanı insan yapan, insanı yeryüzünde
halife yapan işte bu Allah bilgisidir. Ama Allah bilgisiyle bilgilenmeyenlere,
vahiyden nasibi olmayanlara bakıyoruz, hiçbir şey bil-miyorlar. Sadece yiyip
içen, gezip dolaşan, basit varlıklar olarak gelip geçiyorlar. Hiçbir şeyden
haberleri olmayan hayvanlar gibi geberip gi-diyorlar.
Dünya üniversitelerine bakın.
Orada okuduklarının, okuttuklarının konusuna bakın, gerçekten hiçbir şey
bilmiyorlar. Meselâ ilgilendikleri ne? İnsan. Peki ne biliyorlar insanla
alâkalı? Ne anlatıyorlar in-sanla alâkalı? Sadece bedenle ilgileniyorlar,
insanın organizmasıyla ilgileniyorlar. İnsanın ruhunu reddederek, mânâsını
görmezden gelerek, onu sadece maddeden ibaret zannediyorlar. Peki bedenle ilgili
bildikleri ne kadar? Sadece yüzde elli bilgileri var. Halbuki insan bedeninin
yarısı ruhtur, ama bundan haberleri bile yoktur.
Cebrâil (a.s) geliyor, Allah’tan
aldığı vahyi yerdeki Allah’ın elçisine bildiriyor ve Allah’ın Resûlü Cebrâil’den
bu vahyi alırken:
11-12. “Muhammed’in gözünün gördüğünü gönlü
yalanlamadı. Ey inkarcılar! Onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışır
mısınız?”
Rasulullah Efendimizin kalbi,
göğsü, alım gücü gözünün gördüğünü yalanlamadı. Allah’ın elçisi, gözlerinin
gördüğü gerçekten şüphe etmedi. O elçi gözünün gördüğünü yalanlamıyor da siz mi
yalanlamaya çalışıyorsunuz? O elçi gözünün gördüğü şey konusunda herhangi bir
şüpheye düşmedi de, onun görüp şüphe etmediği konuda siz mi şüpheleniyorsunuz?
Onun yalanlamadığı şeyi siz mi yalanlamaya çalışıyorsunuz? O gâyet akl-ı selim
bir durumda kendisine gelen vahiyden bir şüphe duymuyor da sizler gördüğü şey
konusunda onunla tartışmaya mı giriyorsunuz?
Allah’ın Resûlü güpegündüz, ayan beyan
gördüğü Allah’ın elçisi Cebrâil konusunda; onun bir cin, bir şeytan, bir hayal,
bir rüya, bir vehim olup olmadığı konusunda zerre kadar şüphesi olmamıştır.
Güpegündüz çok net bir şekilde Allah’ın elçisini görmüştür. Cebrâil’in (a.s)
şeklini daha önce hayalinde canlandırma imkânı olmadığı için bunun bir hayal
olmadığını kesin bilmiştir. Çünkü daha önceden böylesine azîm, böylesine güzel
bir varlığı tahayyül etmesi de mümkün değildi. Kendi beyanlarıyla Cebrâil’i altı
yüz kanadıyla ufku tamamen kaplamış bir vaziyette görmüştür.
Bir de Rabbimiz yeryüzünde sözcü
seçtiği, vahyine odak nokta seçtiği peygamberinin kalbini, zihnini önceden bu iş
için hazırlayarak bu tür şek ve şüphelerden arındırmıştır. Öyleyse ne oluyor
size ey kâfirler? Gördüklerinden, aldıklarından şüphe etmeyen, kendisinin
Allah’ın elçisi oluşundan zerre kadar kuşkusu olmayan bir elçinin gördükleri
konusunda şüphelenip duruyorsunuz? Sizin şüpheleriniz neye dayanıyor? Gözleriyle
gören mi doğru söylüyor yoksa hiçbir görgüsü, bilgisi, delili olmadığı halde
reddeden sizler mi doğru söylüyorsunuz?
13-15. “Andolsun ki Muhammed
Cebrâil'i sınırın sonunda (Sidretü’l Münteha’da) başka bir inişinde de
görmüştür. Orada Me’vâ cenneti vardır.”
Andolsun ki peygamber, Cibril’i
bir başka seferde de görmüştür. Sidre-i Münteha’nın yanında onu bir kez daha
görmüştü. Allah’ın Resûlü bir gece Mekke’deki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’teki
Mescid-i Aksa’ya getirilip, oradan yedi kat semâya geçip Cebrâil ile yolculuğu
devam ederken bir yere ulaşırlar ki, burası Sidretü’l Müntehadır. O Sidre,
Cennetü’l Me’vânın yanındadır. İşte her şeyin son bulduğu, maddenin, maddî
dünyanın son bulduğu o sınırda Cebrâil onu yalnız bıraktıktan sonra Rasulullah
Efendimizin tek başına devam ettiği bir mi’râc yolculuğunun sonunda tekrar
Sidre’ye dönüşü gerçekleşinceye kadar ki geçen zaman dilimine mi’râc, ya da İsrâ
yolculuğu diyoruz.
İşte bu harikulade olay
yaşanırken Sidre’ye dönüşünde Rasu-lullah Efendimizin Cebrâil’i orada aslî
şekliyle tekrar bir daha gördüğü anlatılıyor. Rasulullah Efendimiz demek ki; iki
defa hey’et-i asliyesiyle Cibril’i (a.s) görüyor. Birincisi Rabbimizin bu
sûresinde ve kendi beyanıyla Hıra’da ilk vahyin, Alâk sûresinin inişi esnasında;
ikincisi de mi’râc hadisesinin cereyanı esnasında Sidre-i Müntehada ki, onun
yanında cennetü’l me’vâ vardır.
Sidre-i
Münteha bir izafet terkibi olup "müntehâ sidresi", yani sidrenin sonu, nihâyeti
demektir. Müntehâ kelimesi son, nihâyet, bitiş anlamlarına gelmektedir. Sidre
kelimesi de, ağaç anlamındadır. "Sid-re” Arabistan kirazı denilen bir ağaca
verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın cinsindendir, gölgesi gâyet koyu ve
latiftir.
Sidretül-müntehâ'
şeklinde Kur'ân-ı Kerim'de işte bu âyette geçmektedir. Ayrıca Peygamberimiz Hz.
Muhammed'in Mirac'ını anla-tan ve bir çok sahabeden rivâyet edilen Hadis-i
şerifte de geçmekte-dir. Hem Kur'an'ın Necm suresinde, hem de Hz. Peygamberin
Mira-c'ını bütün ayrıntılarıyla anlatan hadis-i şerifte geçen
Sidretül-Mün-tehâ', "Cennetin uçlarındandır, üzerinde Sündüs ve İstebrekın
Cen-netlerinin etekleri vardır", diye açıklanmış, Keşşâf'ta da
Sidretül-Mün-tehâ' Cennetin nihâyetinde ve sonundadır, diye
geçmektedir.
Ayrıca
Sidretül-Müntehâ', "Allah Teâlâ'nın zât âlemi demektir ki, buraya ne meleklerin
büyükleri, ne de Peygamberlerin büyükleri dâhil olabilir. Nitekim hadis-i
şerifte de Hz. Peygambere refakat eden Cebrâil aleyhisselâm da Peygamberimizi
buraya kadar götürmüş, bu-radan ileriye geçmeye izinli olmadığını ifade ederek,
bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın daveti sebebiyle Hz. Peygamberin yalnızca
gidece-ğini bildirmiştir. İşte bu yüzden bu terkip "son sınır, son hudut veya
sı-nırın sonu" diye anlaşılmıştır.
Hadis-i
şeriflerde ise belirttiğimiz gibi daha çok mi'rac hadisesi ile ilgili kısımlarda
geçmekte ve meşhur hadis kitaplarının; hemen he-men hepsinde söz konusu
edilmektedir: "Sonra beni Sidretül-Mün-teha’ya götürdü. Bir de gördüm ki, sidr
ağacının yaprakları fillerin kulakları gibidir, yemişleri ise (Yemenin) Hecer
(kasabası) testilerine benzer. Allah'ın emrinden her şeyi bürümekte olan şey
Sidre yi ta-mamiyle bürüyünce bana başka bir hal oldu. Artık Allah'ın
mahluklarından onun güzelliğinin bir kısmını bile anlatmaya gücü yetebilecek hiç
bir kimse yoktur... "
(Müslim,
İmân, 259).
İbn
Mesud (r.a)'dan gelen rivâyette de "Resûlullah (s.a.s) Sid-retül-Müntehâ'ya
varınca yeryüzünden çıkan ve yukarıdan inen bura-da son buluyor"dedi. Allah
orada ona kendisinden önce gelen hiç bir peygambere vermediği üç şeyi verdi:
Namazlar beş (vakit) olarak farz kılındı. Kendisine Bakara sûresinin son
âyetleri verildi ve Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmadıkları müddetçe ümmetine
büyük günahlar da bağışlandı. İbn Mesud, "Sidre'nin dört bir tarafı (meleklerle)
çevrili iken" (Necm,16) âyetini okudu ve "Sidre, altıncı göktedir" dedi. Süfyân
"Altından Pervaneler!" dedi ve eliyle işaret edip elini titretti. Malik b.
Mağfel'den başkası da şöyle diyor: "Yaratıkların ilmi "sidre'de" son bulur ve
bunun üstü hakkında bilgileri yoktur"
(Tirmizî,
T. Suver 53).
Mürre'nin
Abdullah'tan rivâyetine göre "Rasulullah (s.a.s) İsrâ gecesinde
Sidretü'l-Müntehâ'ya götürüldü ki, sidre altıncı göktedir..."
(Müslim'den
naklen, Kurtubî, XVII, 94).
Enes'in
rivâyetine göre Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor: "Ben Sidretü'l-Müntehâya
götürüldüm. O, yedinci göktedir. Yemişi Hecer (kasabasının) testileri,
yaprakları da fil kulaklarına benziyordu. Dibinden iki zâhir, iki bâtın olmak
üzere dört nehir çıkıyordu. "Ya Cibril bu da ne?"dedim. Cibril: "Bâtın olanlar
Cennettedir; zâhir olanlar ise Fırat ve Nil'dir" diye cevap verdi"
(Kurtubî
(Darekütnî'nin lafzıyla Müslim'den naklen), XVII, 94).
Bu
iki hadisi sahih kabul edenler onları şöyle telif etmişlerdir: Kökü altıncı
gökte, dalları yedinci göktedir
(Et-Tehanevi,
Keşşafu İstılâhati'l fünûn, İstanbul 1984, I, s. 728; Kurtubî, a.g.e., aynı
yer).
Sidr
denilen bu ağaç Cennetin en üst kısmındadır. Eskilerin ve yenilerin ilminin
ulaştığı son noktadır. Arşın sağında yer almaktadır. Mi'rac gecesinde bu mevkie
vardıklarında Cibril geride kalmış; Re-sulullah (s.a.s) geri kalmasının sebebini
sormuş, Cibril şöyle cevap vermiştir: "Bu makam dostun dostta kalacağı bir
makamdır. Eğer kıl kadar ileri gidersem yanar kül olurum. Bundan sonrasını
geçmek sa-dece sana bahşedilmiştir..."
(Keşşafu
İstilâhati'l-Fünun, "Sidretü'l-Müntehâ" maddesi).
Sidretü'l-Müntehâ'
denilmesinin sebebi, buraya hem büyük meleklerin, hem de büyük peygamberlerin
geçememesi ve burası hakkında bilgilerin yeterli olmamasıdır. Bunun için bu
tabir kullanılmış ve beşerî, yani insanlara ait ilmin son sınırı diye de
açıklanmıştır. Ge-rek peygamberlerin, gerekse diğer yaratılmışlardan her âlimin
ilmi burada son bulur, ondan ileri geçemez. Ayrıca büyük müfessirlerden
Fahruddîn er-Râzî, Sidretü'l Müntehâ'yı, buraya kadar zikredilen mâ-nâlarının
yanı sıra, "hayret-i küsvâ" diye açıklamıştır ki, akılların hayretle kaldığı,
bundan daha şiddetli bir hayretin tasavvur edilemeyeceği, insanın son derecede
hayrete düştüğü bir makam olarak tavsif ettikten sonra; sadece, Hz. Peygamberin
hayrette kalmadığını, şaşmadığını, gördüklerini açıkça gördüğünü
kaydetmektedir.
Öyleyse
biz âciz insanların Sidretü'l-Müntehâ'yı kesin olarak "şudur veya budur" diye
açıklamamız mümkün görülmemektedir. Necm suresinin 9. âyetine ve hadis-i
şerifteki rivâyete göre, sadece Peygamberimize "Kâb-ı Kavseyne" kadar
yaklaşmasına müsaade e-dilmiştir. Sidretü'l Müntehâ'dan ilerisi gayb âlemidir
ki, Allah Teâlâ'-dan başka hiç kimsenin ilmine ve bilgisine giremez, yani insanî
ilmin son sınırıdır. Buradan ötesi Allah Teâlâ'nın "Zât Âlemi" diye
adlandı-rıldığı için, bu deyimi açık ve seçik bir tarzda ortaya koymamız müm-kün
değildir.
Evet, bu kitap Allah bilgisidir
ve bu bilgiye ancak çok şerefli ve yüce vasıflara sahip olan Allah’ın elçileri
ulaşabilmektedirler. Allah’ın tertemiz elçilerine ulaşan bu bilgilerden de
elbette tertemiz ve şerefli insanlar istifade edebileceklerdir. Ama şurasını
unutmamak lâzımdır ki, Allah’ın şerefli elçilerinin dışındakiler ne kadar da
temiz ve şerefli olurlarsa olsunlar, Allah elçilerinin ulaştırıldıkları bilgi
zirvesine ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır. Necm sûresinin işte bu âyetinde
Rabbimiz şerefli Resûlü’nün bilgi seviyesinin, bilgi kaynağının nasıl onu
Sidretü’l Münteha’ya ulaştırdığını anlatıyor.
Bizlerin o noktaya ulaşmamız
hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bizler ancak Allah’ın şerefli elçilerine
müracaat ederek, onların bizim seviyemize indirdikleri bilgilere muhtacız ve
ancak o kadarına ulaşabiliriz. Bu da ancak Kitap ve sünnete yakınlığımızla
orantılı olacaktır. Bizler her konuda Allah ve Resûlü’nün bize sunduğu bilgiye
muhtacız. Gerek yaşadığımız bu hayatın bilgisini, gerek yaratılış bilgisini,
ölüm ve ölüm ötesi bilgisini ve tüm bilgileri ancak bu iki kaynaktan elde
edebiliriz.
16. “O zaman Sidre’yi bürüyen
bürüyordu.”
O Sidre’yi bürüyen bürüdü.
Sidre’yi bürüyenin bürüdüğü bir esnada Allah’ın Resûlü Cebrâil’i gördü.
Rahmân’ın nûru bürüyordu sidre’yi, Rahmân’ın sayısız melekleri bürüyordu.
Rabbimizin akıllara sığmayacak âyetleri bürüyordu ki; onu anlatmak mümkün
değildir.
17. “Göz şaşmadı, ağmadı, aşmadı
da.”
Rasulullah’ın gözü yerinden
kaymadı, şaşıp da sağa sola kay-madı, meyletmedi, aşmadı, azgınlaşmadı da. Yani
göz orada gördüğünü ne yalanladı, ne de inkar etti. Rasulullah’ın gözü orada
sağlıklıydı, mükemmel bir görme özelliğine sahipti. Allah’ın bu iş için önceden
hazırladığı peygamberin gözü, gönlü, ruhu bu işe o kadar hazır ve tahammüllü idi
ki, orada gördükleri onun gözlerini kamaştırmadı, şaşkınlığa sevketmedi,
dikkatini kendisini oraya çağıranın maksadının dışına taşırmadı. Rabbinden başka
şeylere meyletmedi. Sadece em-rolunduğu şeyi yaptı, kendisine verilenden
fazlasına meyletmedi.
18. “Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en
büyüğünü gördü.”
O Resul orada, yükseltildiği o
makamda Rabbinin büyük âyetlerinden göreceğini gördü. Rabbi ona orada
âyetlerinden göstereceğini gösterdi. Rabbimizin, Rasulullah Efendimize orada
gösterdiği bu büyük âyetler nedir, ne değildir, bilmiyoruz. Anlayabildiğimiz o
ki, Ra-sulullah Efendimiz orada Rabbinin rubûbiyet ve ulûhiyetini, mülk ve
saltanatını gösteren, kelimelerle anlatılması mümkün olmayan ancak müşahede ile
ulaşılabilecek büyük âyetlerinden görebileceklerini gördü. Ama dikkat ederseniz
burada Rabbini gördü denilmeyip Rabbinin âyetlerini gördü deniliyor. Onun için
Resul orada Allah’ı gördü mü gör-medi mi, bunun tartışmasına girmek istemiyorum.
İmam Buhârî’nin, Ayşe annemizden gelen bir rivâyeti var. Mü'minlerin annesi der
ki: “Kim ki Rasulullah hakkında şu üç sözü söylerse, bilesiniz ki Allah’ın
Resûlüne iftira etmiştir, onun hakkında yalan söylemiştir:
1- “Kim ki Mi’râc’a çıktığı gece
Allah’ın Resûlü Allah’ı görmüştür derse, o kimse Rasulullah’a iftira etmiştir”
der ve En’âm sûresinin şu âyetini okuyarak bu konuda delil
getirir.
“Gözler onu görmez, o bütün gözleri görür. O
Latîftir, haberdardır.”
(En’âm 103)
Gözler O’nu idrak edemez. Gözler
O’nu ihata edemez. Gözler O’nu asla kuşatamaz. Gözler O’nu bu dünyada göremez.
Ama O tüm gözleri görür, tüm gözleri idrak eder, tüm gözleri ihata eder. Hiçbir
göz, hiçbir bakış, hiçbir düşünüş ve hareket O’nun ilminin dışında değildir. O
Allah ki tüm gözlerin, tüm gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm
beyinlerin, tüm akılların düşüncelerin, taşıdıkları niyetleri ve imanları
bilmektedir. Çünkü O latîftir. Âyet-i kerîmede Allah’ın gözler tarafından
görülemeyeceği anlatılmaktadır.
2- “Kim ki, Allah’ın Resûlü yarını
biliyordu, geleceği biliyordu derse, yani gaybı bildiğini iddia ederse, bu kimse
de Allah’ın Resulü’-ne iftira etmiştir” buyurarak Lokman sûresindeki
mugayyebat-ı hamse âyetini okur.
3- “Yine kim ki, Allah’ın Resûlü
Rabbinin kendisine vahy ettiği emirlerden, âyetlerden kimilerini gizleyip
insanlara anlatmamıştır derse, bu kimse de Allah’ın Resûlüne iftira etmiştir”
der ve delil olarak da Mâide sûresi 67. âyeti okur. İmam Müslim de Ayşe
annemizin bu konudaki sözünü şöyle nakleder:
“Kim Rasulullah’ın Allah’ı
gördüğünü iddia ederse o Allah’a yalan iftira etmiştir.”
Abdullah ibni Mes’ud efendimiz de:
“Resul O’nu Sidretü’l Müntehanın yanında gördü” âyetini tefsir ederken,
Rasulullah Efendimizin: “Ben Cebrâil’i Sidretü’l Müntehada altı yüz kanadıyla
gördüm” sözüyle tefsir etmiştir. Yine İmam Müslim, Kitabu’l İman bölümünde Ebu
Hu-reyre efendimiz de burada Rasulullah Efendimizin gördüğünün Cibril olduğunu
söylediğini rivâyet etmektedir. Ancak İbni Abbas efendimizin Rasulullah’ın
Rabbini kalbiyle gördüğü konusunda Müslim’de bir rivâyet vardır. Doğrusunu Allah
bilir.
19,20. “Ey inkarcılar! Şimdi siz de gördünüz
değil mi o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncü olarak da öteki (Put)
Me-nat’?
Gördünüz mü Lat’ınızı, Uzza’nızı
ve üçüncüsü olan Menat’ını-zı? Lat, Menat ve Uzza, Mekkelilerin tapınmakta
oldukları putlardı. Daha başka putları vardı da, bunlar onların en
meşhurlarıydı. Hubel, Âsâf, Nâile gibi başka putları da vardı. Bunlar bilhassa
Arabistan yarımadasında yaşayanların putlarıydı. Dikkat ederseniz bunların hepsi
de dişiydiler. Bunlara dişi isimleri veriliyor, dişilik özellikleri veriliyordu.
Çünkü adamlar tanrılarının güçsüz olmalarını istiyorlardı. Tapındıkları bu
tanrılarının kendileri karşısında bir güç ve kuvvet göstermelerini, kendilerine
egemen olmalarını istemiyorlardı. Gerektiği zaman tanrılarını alt edebilmeleri
için seçtikleri tanrıları güçsüzlerden olmalıydı. Şimdi de Allah’ı güçlü
bildikleri için, Allah’ı atlatamayacaklarını, alt e-demeyeceklerini,
yönlendiremeyeceklerini bildikleri için O’na kulluktan kaçıp
yönlendirebilecekleri, atlatabilecekleri, kendileri gibi acizleri seçip onlara
tapınan, onlara yasa belirleme yetkisi vermeye çalışanlar da aynı mantıkla
hareket etmeye çalışıyorlar.
Gördünüz mü putlarınızı? Kulu ve elçisi
Muhammed’e (a.s) böyle güçlü, böyle mükemmel bir elçisi vasıtasıyla bilgisini
aktaran, mutlak bilgisiyle yeryüzünü aydınlatan Allah’ın yanında hiç bir güce
sahip olmayan, hiçbir bilgiye sahip olmayan bu putlarınızın ne anlama geldiğini,
ne değer ifade ettiğini anladınız mı? Kâinatın idaresinde onların hiçbir
yetkilerinin olmadığını anladınız mı? Allah ile onların arasında hiçbir
yakınlığın, hiçbir bağın olmadığını, onların Allah tarafından yaratılmış,
kendilerine bile bir menfaat sağlama gücüne sahip olmayan aciz varlıklar
olduğunu anladınız mı? Levh-i Mahfuz’un mutlak bilgi kaynağına, Sidretü’l
Münteha ufuklarına kadar yücelmiş bir elçinin oradan size getirdiği mutlak doğru
bilgiler varken, vahiy bilgisi, Allah bilgisi size gelmişken, sizler hâlâ bu
basit putlar egemenliğinde hevâ ve heveslerinizin peşinde bir hayat yaşamadan
yana sergilediğiniz bu tavırlarınızın size neleri kaybettirdiğinin farkına
varamadınız mı? Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimizin gerek o günün, gerekse
bugünün tüm putçuluk dünyasına, tüm müşrik dünyaya bir sorusu
geliyor:
21-22. “Demek erkekler sizin, dişiler
Allah’ın mı? Öyleyse bu haksız bir paylaşma;”
Demek erkekler sizin, ama dişiler
de Allah’a ait öyle mi? Demek erkekler sizin, dişiler Allah’ın öyle mi? Size
erkek, ona dişi öyle mi? Yani erkek isimlerini kendinize, ama dişi isimlerini
Allah’a veriyorsunuz öyle mi? Siz erkeğe lâyıksınız, ama Allah dişiye lâyık ha?
Müşriklerin tapındıkları bu putların bir özelliği de bunları Allah’la aralarında
aracı kabul etmeleriydi. Ama bu insanlar kendilerine erkekleri seçiyorlar,
kendilerinin güç ve kuvvet sahibi oldukları konusunda ısrarlı davranırlarken
Allah’a dişileri vermeye çalışıyorlardı. Allah’la aralarındaki bu aracıların
dişi olduğunu iddia ediyorlardı.
Allah diyor ki, “hayrola, nerden
çıkarıyorsunuz bunu? Yoksa Allah, yaratıklarından kendisine kızlar edindi de
oğulları size mi verdi? Yani erkekleri kendinize, kızları da Allah’a mı izâfe
etmeye çalışıyorsunuz? Allah berisinde tapındığınız bu putlara, bu aracılara
dişilik özelliği verirken, dişilere tapınmaya çalışırken ne yapmak istiyorsunuz?
Kendiniz için kız çocuğu istemiyorsunuz, kız çocuğunuzun olmasını kendiniz
adına, kendiniz için utanç vesilesi, ar meselesi sayıyorsunuz, ama Allah’a
gelince O’na dişileri vermeye çalışıyorsunuz. Allah’a bir şey isnat ederken
kendinize lâyık görmediğiniz şeyi isnat etmeye çalışıyorsunuz. Öyle değil mi?
İçinizden birisine kız çocuğunun doğumu haberi verilince, öfkeyle, kinle dolarak
yüzü utançtan simsiyah kesiliyor, kendiniz için ar vesilesi saydığınız o kız
çocuklarınızı diri diri gömmeye çalışıyorsunuz, onları değersiz görerek kendiniz
için erkek evlâtlarını lâyık görüyorsunuz da kızları niçin Allah’a izâfe etmeye
kalkışıyorsunuz? Yani size göre, sizin mantığınıza göre değerliler sizin de
değersizler Allah’ın mı? Kim yaptı bu taksimi? Gerçekten bu taksim, bu ayırım
kalleşçe, haksızca bir ayırımdır.”
Müşriklerin tanrılarına böyle dişilik
özelliği vermelerinin, ya da tanrılarında dişilik özelliği aramalarının altında
yatan sebep esasen güçsüzlere, kendilerinden daha güçsüz varlıklara tapınma
istekleridir. Güçsüzleri tanrılaştırıyorlar. Yani müşrikler isterler ki,
tanrıları kendilerine etkin olmasın, kendilerine hakim olmasın da kendileri o
tanrılara hakim olsunlar. İşte böyle kendilerine, kendi arzularına boyun
eğebilecek güçsüz, yumuşak varlıklardan seçerler tanrılarını. Yani bunlar
Allah’a kulluktan kurtulup kendi şehvetlerine, kendi hevâ ve heveslerine
tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve sınırsızca bir hayat
yaşamak istiyorlar.
Çünkü bakıyoruz bu adamlar
Allah’tan başka kendilerinin ilahları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de
kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini
bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine “bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi
seçeriz, değilse sizi seç-meyiz!” diyebildikleri için seçiyorlar. “Bizden
şunları, şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına
almayacaksınız! Bizden namaz, zekât, tesettür gibi ağır sorumluluklar
istemeyeceksiniz! İçki, ku-mar, fâiz, zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri
bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir hayat sağlayacaksınız!
Biz ne istersek, nasıl bir hayata razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bizim
istediğimiz kanunları çıkarır, bizim istediğimiz hayatı hazırlarsanız Rabb
olarak, İlâh olarak biz de sizleri seçeriz!” diyebildikleri için onları
seçiyorlar.
Onları yönlendirebilecekleri,
şartlandırabilecekleri için onları seçiyorlar. Allah’a bunu diyemeyecekleri,
Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için Allah’ı Rabb kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına ve kafalarına göre ayarlamak ve
düzenlemek istedikleri, yani kendi kendilerine tapınmak istedikleri,
şehvetlerine tapınmak istedikleri için hayatlarından Allah’ı diskalifiye etmek
istiyorlar. “Tamam, ilâhlardan bir ilâh olarak Allah’ı da dinleyelim, meselâ
hayatımızın ibadet bölümünde. Ama öteki bölümlerinde biraz nefes alabilmek için
Allah’tan başkalarını da dinleyelim” diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı
parçalamak ve hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını
dinlemek şirktir.
Müşrikler güçsüzleri ya da dişileri
putlaştırırlar. Lat, Menat, Uz-za hep dişi ismidir. Bu şehvetperestler dişiyi,
kadını putlaştırdıkları için her yerde dişi ararlar, bulamazlarsa oturdukları
mekânlara kadın resimleri asarlar. Her şeyde, sevecekleri, değer verecekleri her
şeyde dişilik ararlar. Güneşi mi sevecekler, ona dişilik izafe ederler,
yıldızlara mı tapınacaklar, onlara dişilik hüviyeti kazandırırlar, melekleri mi
tanrılaştıracaklar, onlara dişilik karakteri
kazandırırlar.
23. “Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı
adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil
indirmemiştir. Onlar sadece sanıya ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Oysa
onlara Rabblerinden andolsun ki doğruluk rehberi
gelmiştir.”
Bu putlar sizin ve babalarınızın
taktığı isimlerden, yakıştırmalardan başka bir şey değildir. Öyle değil mi? Siz
kendiniz dikmediniz mi bu putları? Sizin kendi eseriniz değil mi bunlar? Siz
koymadınız mı bu yasaları? Siz kendiniz koymadınız mı bu kanunları? Allah’ın
elçisinin, Allah’ın sisteminin, Allah’ın mesajının karşısında şu savunduğunuz,
şu tutunduğunuz demokrasiyi kendiniz icat etmediniz mi? Ona tutunarak Allah
sistemini dışlamaya mı çalışıyorsunuz? Herkes bu de-mokrasiye inanmalıdır
diyerek insanları bu kendi diktiğiniz puta imana mı
çağırıyorsunuz?
Bu konuda Allah size bir delil de
indirmemiştir. Bu konuda, bu kendi akıllarınızdan, kendi hevâ ve heveslerinizden
kaynaklanan bu putların, bu isimlerin, bu yasaların, bu demokrasinin hak
olduğuna, doğru olduğuna dair Allah’tan bir delil, bir âyet de yoktur. Yıllardır
bu tür putlar egemenliğinde bir hayat yaşayan, Allah yasalarını bırakıp bu put
sistemlerini uygulayan ülkelerin, toplumların durumları da belli. Ahlâklarıyla,
sosyal yapılarıyla, gençlikleriyle, sömürüleriyle, vurgunlarıyla, intiharlarıyla
kanları ve göz yaşlarıyla herkesin gözü önündedirler.
“Hayır hayır, onlar sadece zanna
uyarlar” diyor Rabbimiz. Hiçbir bilgiye sahip değillerdir onlar, sadece zanna
tabi oluyorlar ve de nefislerinin, arzularının, hevâ ve heveslerinin peşinde
giderler. Şehvetlerine tâbi olurlar. Canları neyi istiyorsa, arzuları hevesleri
neyi emrediyorsa, bilginin dışında tâbi oldukları zanları onları nereye
sürüklü-yorsa oraya gidiyorlar. Şehvetlerinin peşinde güdülüp gidiyorlar.
Onların kendi nefisleri, arzu ve hevesleri ilâhları, ilâheleri oluyor da onun
peşinde sürüklenip gidiyorlar.
İnsanlar kendi kafalarından, kendi hevâ
ve heveslerinden bir şeyler üretiyor, bir şeyler dikiyor ve onlara tutunarak
Allah âyetlerini, Allah bilgisini, Allah elçilerini reddetmeye kalkışıyorlar.
Kendi elleriyle diktikleri bu putlara dokunulmazlıklar izâfe ederek, onların
kesin doğru olduklarını kabul ederek onların tartışılmasına bile izin
vermiyorlar. Allah diyor ki, “bütün bu yaptıklarınız sadece isimden ibarettir.
Sadece kendi yakıştırdığınız isimden ibarettir bunlar ve altlarında hiçbir şey
yoktur.”
“Meselâ adâlet diyorlar ama
adâletin “a” sına bile rastlamak mümkün değil. Hürriyet diyorlar, eşitlik
diyorlar, yasa diyorlar, demokrasi diyorlar, laiklik diyorlar, din ve vicdan
özgürlüğü diyorlar ama başörtülülere kan ağlatıyorlar. İnsan hakları diyorlar,
adâlet konseyi di-yorlar, güvenlik konseyi diyorlar ama sadece isimden ibaret,
altında bu isme lâyık hiçbir şey yok. Tüm dünyaya korkudan başka, zulümden başka
hiçbir şey yaymıyorlar. Sadece isimden ibarettir bunların yaptıkları şeyler,
altını kazdığınız zaman hiçbir şey çıkmaz, hiçbir anlam ifade etmez,” diyor
Allah. Dayandıkları hiçbir haklı sebep ve dayanakları
yoktur.
İşte şu anda görüyoruz ki tüm müşrik
dünya kendilerine böyle putlar egemenliğinde bir dünya, bir sistem kurarlarken,
bir put ihdas edip onun ismini koyarlarken acaba neye dayanıyorlar? Onların
gerçekliği konusunda acaba kendilerine Allah’tan bir delil gelmiş midir? Hayır,
ataları, yahut kendileri böyle bir isim vererek meseleyi geçiştiriyorlar. Zaten
bu tür müşriklerin Allah’a inanmadıkları için Allah’tan bir delile, Allah’tan
bir vahy e dayanma düşünceleri dertleri de yok. Yani bu adamlar dün de, bugün de
kendilerinin, kendi inanışlarının, kendi dünyalarının sağlam bir dayanağının
olmasını da istememektedirler. Onlar sadece zanna tâbi
oluyorlar.
Halbuki onlara Rabblerinden bir
hidâyet, bir delil gelmişti. Rab-bleri onları hiçbir zaman yolsuz yordamsız
bırakmamıştır. Tarihin her bir döneminde Rabbleri onlara kendi bilgisinden bilgi
sunmuştur. İşte son elçiye gelen hidâyet onların karşısında duruyor. Allah
bilgisi, Allah vahyi ve o vahyi en güzel örnekliliğiyle kendilerine sunan Allah
elçisi ayan beyan, taptaze, dimdik karşılarında... Daha Önce Mûsâ’ya (a.s),
Îsâ’ya (a.s), İbrahim, Nuh, Hud, Salih’e (a.s) gönderilen vahiy şimdi son elçi
Muhammed’le (a.s) kendilerine gönderilmişti. Tarihin hiçbir döneminde insanları
vahiy bilgisinden, hidâyetten mahrum bırakmayan rahmeti bol olan Allah şimdi de
bu rahmet kapısını kendilerine aç-mıştı. Peki acaba niye bu insanlar Rahmân’ın
bu rahmetinden istifadeye yanaşmıyorlar? Acaba niye bu insanlar kendileri için
rahmet olan Allah vahyine, Allah bilgisine kulak vermiyorlar? Niye ilgisiz
davranıyorlar bu Kitaba da kendi istek ve arzularını tanrılaştırıp, kendi he-vâ
ve heveslerini sistemleştirip, kendi oluşturdukları putlara, kendi
oluşturdukları yasalara tapınıyorlar? Bakın bunun sebebini bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz şöyle bir soruyla açıklar:
24. “Yoksa, her umduğu şey insanın
mıdır?”
Yoksa her düşündüğü, her hayal
ettiği, her umduğu, her arzu ettiği, her temenni ettiği şey insanın mıdır? İnsan
her istediğine ulaşa-bileceğini mi zannediyor? Güç ve kuvvetinin sınırsız
olduğunu mu zannediyor bu insan? Kendilerini yaratan Allah’ın kendi arzularına
teslim olduğunu, onlar ne isterlerse, neyi münasip görürlerse Allah’ın onlardan
razı olmak zorunda olduğunu mu zannediyorlar? “Allah bizim arzularımıza
teslimdir, bizim münasip gördüğümüzü elbette o da münasip görecektir” demeye mi
çalışıyor bu insanlar?
Ya da Allah katında şefaatlerini
umdukları için diktikleri bu putlarından temenni ettikleri şefaate
ulaşacaklarını mı umuyor bu insanlar? Bu putlarının kendilerini kurtaracaklarını
mı bekliyorlar? Allah sistemine alternatif olarak geliştirdikleri bu
sistemlerinin bu dünyada kendilerini mutlu edeceğini, huzur ve sükuna
kavuşturacağını mı bek-liyorlar? Her arzu ettikleri şeyin hemen
gerçekleşivereceğini mi zannediyorlar? Kendilerinin dilediklerine hükmedebilecek
Allah yetkilerine sahip olduklarını mı iddia etmeye çalışıyor bu insanlar?
Rabblerini, mâbudlarını kendi kendilerine belirlemeye mi kalkışıyorlar?
Kendilerini bu yetkinin sahibi mi zannediyorlar? Böyle yaratıcılarına kafa
tutarak, kendi hevâ ve heveslerini Allah vahyinin önüne geçirerek, küfür ve şirk
içinde bir hayat yaşadıkları halde yine de kendilerinin hidâyette olduklarını
temenni etmelerinin kendilerini kurtaracağını mı umuyorlar? Sadece temenni
ettikleri şeyin gerçekleşeceğini mi zannediyorlar? Hidâyeti, imanı sadece
temenniden ibaret mi zannediyorlar? Allah yasalarını bir kenara bırakarak kendi
kendilerine hayat programı yapmaya mı çalışıyorlar? Nereden, kimden almışlar bu
yetkiyi? Halbuki:
25. “Hayatın ilki de, sonu da
Allah’ındır.”
Unutmayın ki âhiret de
Allah’ındır, dünya da. Dünyanın da âhi-retin de sahibi Allah’tır. Dünyaya da,
âhirete de egemen olan, dünyada da, âhirette de sözü geçen Allah’tır. Dünyada da
âhirette de tasarruf yetkisi Allah’a aittir. O ne dilerse o olur. Dilediği her
şeyi yapma, yaratma gücü sadece Allah’a aittir. Öyleyse ey kâfirler, ey
müşrikler, kesinlikle bilesiniz ki sizin kendi kendinize küfür ve şirk içinde
bir hayat yaşadığınız halde yine de hidâyette olduğunuza, doğru yolda olduğunuza
hükmetmenizin, bunu temenni etmenizin hiçbir değeri yoktur. Hidâyet ve sapıklık
konusunda, iman ve küfür konusunda Allah’ın hükmü geçerlidir.
Konumu gereği, imtihan gereği
Allah bu dünyada işlediğiniz suçlara dokunmadı diye, Allah’ı dünyada
atlattığınızı zannediyorsunuz belki, ama âhirette ne yapacaksınız? Orası da
bizimdir. Yani dünyanın konusu sizin kendi kendinize plan-program yapmanıza
müsaittir. Hikmeti gereği Allah sizlere irade vermiştir. İmtihan gereği Allah
do-kunmuyor dünyada size. Peki öbür tarafta ne yapacaksınız? Dünya kendinizin
zannediyorsunuz ve aldanıyorsunuz, halbuki dünya Allah’ındır, âhiret de
O’nundur. Dünyanın da âhiretin de mülkü bizimdir, diyor Allah.
Öyleyse unutmayın ki dünyayı da,
âhireti de nasıl elde edeceğinizi bana sormak zorundasınız. Dünya bereketini de,
dünya mutluluğunu da, âhiret saadetini de Allah’tan başka hiç kimse bilmez,
bile-mez. Öyleyse gelin Allah’ın vahyini bir kenara bırakarak kendi kendinize
tanrılar, kullar, şâfiler, şefaat edilecekler belirlemeye kalkışmayın.
Çünkü:
26. “Allah, dilediğine ve hoşnut olduğuna
izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye
yaramaz.”
Bırakın yeryüzünde resimlerini,
gölgelerini, hayallerini yapıp tapınmaya çalıştığınız bu cansız putları, onların
temsilcileri gözüyle baktığınız göklerde nice melekler, nice mübârek kullar
vardır ki, Allah kendilerine izin vermedikçe onların şefaatleri bile hiç kimseye
bir fayda sağlamaz. Allah izin vermedikçe bu büyük, bu mübârek varlıkların bile
şefaat hakları yokken şu veya bu putun, şu veya bu insanın nasıl şefaat yetkisi
olabilir? Şefaat yetkisi sadece Allah’a aittir. Şefaat edecekleri belirleme
yetkisi de, şefaat edilecekleri belirleme yetkisi de sa-dece Allah’a aittir.
Yarın Allah’ın kendilerine şefaat etme yetkisi verdiği salih kulları, kayın
peder, kayın valide, bacanak, arkadaş, eş, dost dilediklerine değil, Allah’ın;
“şunlara şunlara şefaat edebilirsin” buyurarak karşısına çıkardığı şefaat
edilecekler listesinde isimleri yazılı olan kimselere şefaat edebileceklerdir.
Öyleyse bu dünyada insanlardan kimilerini yarın şefaat edecekler konumunda görüp
Allah’a yapmamız gereken kulluk görevlerimizden bazılarını bu kimselere yapmaya,
onların eteğine yapışmaya gerek yoktur. Çünkü onlara yarın gerçekten şefaat etme
yetkisi verilmiş olsa bile bize bize şefaat edebilecekleri kesin
değildir.
27-28. “Doğrusu âhirete inanmayanlar,
meleklere “dişi” adını takarlar. Oysa onların bu hususta bir bilgileri yoktur,
sadece zanna uyarlar, zan ise şüphesiz gerçeği ifade
etmez.”
Âhirete inanmayanlar meleklere
dişi ismi verirler, meleklere dişilik izâfe ederler. Oysa onların bu konuda
hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna tâbi oluyorlar. Bu da kâfirlerin,
müşriklerin başka bir küfürleridir. Allah’ın en mükemmel kulları olan meleklerin
dişi olduklarını iddia ediyorlar. Bu konuda kendilerine herhangi bir hüküm
ulaşmadığı halde melekler hakkında bu hükmü veriyorlar. Tanrılarını güçsüzlerden
seçen bu insanların melekleri de elbette kendilerine herhangi bir zarar
veremeyecek dişilerden, güçsüzlerden olmalıydı. Güçsüz bir Allah’a, aciz bir
Allah’a, hayata karışmayan, hele hele güçlülere karışamayan bir Allah’a inanan
insanlar elbette böyle dişi, güçsüz bir meleğe inanacaklardı. Kendilerini her an
kontrol edemeyecek, işledikleri günahları, irtikap ettikleri suçları tespit
edemeyecek, her an atlatılabilecek cinsten bir melek kabul ediyorlardı.
Yine anlayabildiğimiz kadarıyla
bunun altında yatan bir başka sebep de onların şehvetperestlikleriydi. Melekleri
şehvetlerine hitap eden cazip varlıklar olarak düşünüyorlardı. Hem şehvetlerini
tatmin eden, hem de böyle kesinlikle kendilerine azap etmeyen, amellerini tespit
konusunda güçlü olmayan, ince, nazik varlıklar olarak kabul et-meye
çalışıyorlardı. Şehvetlerini okşayan ve asla kendilerine zarar veremeyecek
varlıklar. Hainler her şeyin şehvetlerine hitap etmesini
istiyorlar.
Halbuki bu konuda hiçbir bilgileri de
yoktu, diyor Allah. Öyle değil mi? Yani bu adamlar, Allah meleklerini yaratırken
orada mıydılar ki onların dişi olduklarını söylüyorlar? Bir kere onlar
kesinlikle meleklerin yaratılışına şahit olmadılar. Peki görmüşler mi melekleri?
Hayır. Halbuki bir şeyi bizzat görmeden, yaratılışına tanık olmadan o konuda
şehadet geçerli değildir. Bilip, görüp, tanımadan şahitlik olmaz. Çünkü bu melek
konusu gaybî bir konudur. İslâm gaybın konusu olarak bizden meleklere iman
ister. Öyleyse bu gayb konusunda söz sahibi sadece Allah’tır. Bu konuda başka
hiç bir bilgi kaynağı yoktur.
Gerçi bazen Rabbimiz meleklerini
insanlara insan sûretinde gösteriyordu. Kur’an’da Lût toplumunun, elçinin evine
misa fir olarak gelen melekleri
gördüğü, üstelik onları erkek olarak gördükleri ve kendilerine sarkıntılık
yapmaya yöneldikleri anlatılır. Ama o ahlâksızların yolunu takip eden şu andaki
peygamber düşmanı kâfirler yine de seleflerinin bu durumunu unutuyorlar da
melekleri güçsüz dişiler olarak tanımaya ve tanıtmaya devam ediyorlar. Sadece
zanna tâbi oluyorlar. İlimle, gerçek bilgiyle ilgisi olmayan istek ve arzularına
uyuyorlar. Halbuki zan nedir ki? Vahiy karşısında, Allah bilgisi karşısında
insanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bu tür zanların ne değeri olabilir
ki?
Burada peygambere ve onun yolunun
yolcularına, Allah vahyine teslim olan, Allah bilgisiyle yol bulan mü’minlere
bir emir geliyor:
29. “Ey Muhammed! Bizi anmaktan yüz
çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere
aldırma.”
“Ey peygamberim, sen yüz çevir
zikrimizden yüz çevirenlerden. Bizim zikrimize, bizim vahyimize, bizim
kitabımıza kulak vermeyenlerden sen de yüz çevir peygamberim. Onların
bilimlerine de, zanlarına da, dünyalarına da kulak verme, kulak asma, onları
dinlemeden, onlara kulak vermeden, onlardan bilgilenmeden yana bir tavır
sergileme. Allah’ın zikrinden, Allah’ın âyetlerinden bilgilenmeyen, sadece
zanlarına tâbi olan insanlardan senin öğreneceğin hiçbir şey yoktur. Vahiyle,
Allah bilgisiyle ilgilerini kesenler kendi zanlarını, kendi hevâ ve heveslerini
putlaştıranları sakın dinlemeyin ey Müslümanlar. Sizler yeryüzünün en âlim
insanları olarak onlardan alabileceğiniz, bilgilenebileceğiniz hiçbir şey
yoktur. Çünkü:
Onlar dünya hayatından başka bir şey
istemiyorlar. Onların tüm çabaları dünya içindir. Dünyayı kıble edinmiş, tüm
sa’ylerini, tüm plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yapan insanlardır
onlar. Hayatı sadece bu dünyadan ibaret sayan, bu dünyanın mamur edilmesinden
başka bir derdi olmayan, bu dünyanın zenginliğinden, bu dünyanın rahatından, bu
dünyanın zevk ve sefasından başka bir şey düşünmeyen kimselerdir onlar. Ölüm
ötesi hayata inanmayan, âhiret, hesap, kitap endişesi taşımayan kimselerden
Müslümanların öğrenebilecekleri hiçbir şey yoktur.” Ve:
30. “İşte onların ilimden yana
ulaşabildikleri son sı-nır budur. Doğrusu Rabbin yolundan sapmış olanı pek iyi
bilir, doğru yolda olanı da çok iyi bilir.”
İşte onların bilimlerinin
ulaştığı nokta sadece bu dünyadır. Tüm hedefleri, tüm çabaları dünyadır onların.
Düşünün, şu anda vahy e kulak vermeyenlerin, Allah bilgisiyle
bilgilenmeyenlerin, Allah Kitabından nasibi olmayanların, peygamber
uygulamalarından haberdar olmayanların, yani şu andaki küfür ve şirk dünyanın
ilimden ulaştıkları nokta neresiymiş, ne diyor Rabbimiz? Onların ilimden yana
ulaşabildikleri son sınır dünyadır, diyor Rabbimiz. Kim ne derse desin, kim
nasıl düşünürse düşünsün, işte bu konuda Allah yargısı budur. Şüphesiz doğru
yargı Allah yargısıdır.
Eğer Allah yargısından şüphe
içindeyseniz haydi buyurun soralım onlara. Soralım üniversitelere, soralım bilgi
merkezlerine. Uğraştıkları bilim dalı ne? Diyelim ki insan. İnsan üzerinde
araştırma yapıyorlar, insanı tanımaya, insanı tanımlamaya çalışıyorlar. Peki ne
bulabilmişler, ne bilebilmişler insanla alâkalı? Ne biliyorlar bu konuda?
Bildikleri, buldukları sadece şudur: İşte insan, bir kadın ve bir erkek, dokuz
ay bir kadının karnı, sonra yeryüzü, sonra yemek içmek, mutfak ve tuvalet ve
sonra ölüm. İşte bu kadar. İnsanla alâkalı bildikleri bu… Yani insanın ne doğum
öncesine ait, ne ölüm sonrasına ait bir tek bilgi veremeyeceklerdir. Doğmadan
önce insan neydi? Neredeydi? Kim getirdi onu dünyaya? Ne için getirdi? Bu
hayatın mânâsı nedir? Dünyadaki sorumluluğu nedir? Nasıl bir hayat yaşamalıdır?
Ölüm nedir? Kim öldürüyor? Ölüm sonrası nereye gidiyor? Kendisini neler
bekliyor? Ne biliyorlar tüm bu konularda?
Ama bizi yaratan, bize ve tüm âlemlere
egemen olan Rabbi-miz elçisi vasıtasıyla bize ulaştırdığı bilgisiyle, vahyiyle
bizi bilmediğimiz tüm konularda bilgilendirdi. İnsanın ta Adem’i (a.s) yaratma
irade-sinden başlayıp, bizi yeryüzünde halife yapacağından başlayıp, ta o dönemde meleklerin ve İblisin
bizim tarihimize ortak olduğu bir andan, Adem’in beden ve ruh birleşiminden,
Adem’e esmâyı bildirmesinden, Adem’i bilgilendirmesinden, irade vermesinden,
sonra meleklerin ona secdesinden, İblis’in bu secde emrine kafa tutup karşı
gelmesinden, Adem’in eşi Havva’nın ondan yaratılmasından, ikisinin birlikte
birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları olarak cennete girdirilmelerinden,
sonra cennetten çıkarılıp bir imtihan süreci içinde tekrar dünyaya
indirilmelerinden, dünyada hayatın başlangıcından, sonra insanın ana rahminde
şekillenmesinden, ilk 40 günde bir aşama, ikinci 40 günden sonra bir başka
aşama, üçüncü 40 gün içinde bir meleğin kendisine gönderilip ruh üfürülmesi,
Allah’ın emriyle rızkının, ecelinin takdir buyurulması, sonra yeryüzüne gelmesi,
geldiği bu dünyada sadece yemek-içmek değil, Allah, melekler ve İblis’le bir
dünya yaşa-mı gerçekleştirdiği ve nihâyet Allah’ın takdir buyurduğu ecelinin
gelmesiyle, ölümle birlikte her şeyin bitmeyeceği, insanın yok olup
gitme-yeceği, ölüm ötesi bir hayatın, kabrin, kıyametin, haşrin, neşrin mutla-ka
gerçekleşeceği, yaşadığı bu hayattan hesaba çekildikten sonra ya cennet, yahut
da cehenneme sevk edileceği bilgileriyle insanı bilgilendirmesinin yanında şu
küfür ve şirk dünyanın bilgileri ne olabilir ki?
Zikirden yüz çeviren, Allah’ın
kitabını, Allah’ın vahyini tanımayanların bildikleri hiçbir şey yoktur. Bilgi
Allah bilgisidir, bilgi vahiy bilgisidir. Eğer insanlık kendisini tanımak,
insanla ilgili, kendisiyle ilgili tüm problemlerini çözmek, içinde yaşadığı şu
dünyayı kendi hayrına çevirmek istiyorsa o zaman kendisiyle, yaratılışıyla,
yaratılış sebebiyle ilgili doğru bilgiye ulaşmak, hem dünyasını hem de âhiretini
güzelleştirmek, dünyada da ukbâda da kurtuluşa ermek istiyorsa Allah bilgisine
müracaat etmek zorundadır. Kendisini kendisine tanıtan Rabbinin vahyine kulak
vermek zorundadır.
Eğer insanlık insanı tanımak
istiyor, insanın problemlerini çözümlemek istiyorsa vahy e kulak vermek
zorundadır. Vahy e kulak vermeyenleri terk etmek zorundadır. Çünkü insanla
ilgili en kesin, en doğru, en yanılmaz bilgi Allah’ın bilgisidir. Çünkü onu
yaratıcından daha iyi kimse bilemez. İnsanı yaratan Allah’tır. Öyleyse
yaratılışı konusunda Rabbi devreden çıkaramayız. İnsanı Rabble birlik tanımak,
Rabble birlik düşünmek zorundayız. Yani eğer insanı tanımak, insanla ilgili
problemleri çözmek istiyorsanız, insan denen bu varlığı mutlu etmek istiyorsanız
Rabbsız yapamazsınız bunu. Çünkü eğer bu işin başlangıcında Rabb varsa, hayatın
başlangıcında ve de hayatın devamında, ölümünde, ölüm ötesinde Rabb varsa, bu
insanı tanımada ve bu insanla alâkalı problemlerin çözümünde mutlaka bu Rabbin
varlığı da gündeme gelecektir.
Unutmamalıyız ki insanı mutlu etme
hakkı da sadece onu yaratana aittir. Dün ve bugün dünyadaki tüm beşerî
sistemler, tüm bilim dalları, tüm üniversiteler insanın mutluluğunu
amaçladıklarını iddia ederek ortaya çıkmışlardır. Ama insanı tanımadan, insanla
alâkalı te-mel sorunlara doğru cevap bulmadan onun problemlerini çözmek ve onun
mutluluğunu sağlamak asla mümkün değildir. İnsanı tanımayan tüm beşerî
sistemlerin ve ideolojilerin tarihin her döneminde insana saadet değil felâket
getirdiğini bilmeyenimiz yoktur. İnsanın kafasındaki soruların hiçbirisini
çözmesine yardımcı olamadıklarını bilmeyenimiz yoktur. Dünyaya geldiği andan
itibaren insanın kafasında çözümlenmesi gereken bir yığın soru vardır. Ben
kimim? Ben neyim? Ben bu dünyada ne için varım? Beni kim var etti? Ne adına var
etti? Varlık öncesi neydim ben? Neredeydim? Nereden geldim? Nereye gi-diyorum?
Ana karnında ben neydim? Nasıl bir hayatın içindeydim? Ana karnından önce ben
neredeydim? Ölünce ne oluyor? Ölüm nedir? Ölümden sonra ben nereye gidiyorum? Bu
hayat ne için var? Ben ne için dünyaya geliyor ve yaşıyorum? Bütün bu sorular
tek başına insan aklının çözebileceği sorular değildir. Allah bilgisi olmadan,
peygamber bilgisi olmadan yani vahy e kulak vermeden çözülebilecek sorular
değildir bunlar.
İnsanlık tüm bu sorularının cevabını
vahiyde bulmuştur. Vahiyle önce kimlik problemini halletmiş, varlık sancısını
vahiyle bitirmiş, sonra yine vahiyle kulluk bilincini elde etmiş, rubûbiyet ve
ubûdiyet bilincini kazanmıştır. Ama bu konuda vahy e müracaat etmeyenler
gerçekten çok çırpınmışlar, çok yorulmuşlar ve bir türlü gerçeğe ulaşma imkânı
bulamamışlardır. Çünkü:
“Hidâyette olanı da, dalâlette olanı
da, yolunda olanı da, yolundan sapanı da en iyi bilen Rabbindir. Neyin hak,
neyin bâtıl, neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda da hüküm verecek olan
sadece Allah’tır.”
31. “Göklerde olanlar ve yerde olanlar
Allah'ındır ki O, kötülük yapanları yapmakta oldukları kötülüklerle
cezalandırır, güzel davranışta bulunanları da daha güzeliyle
ödüllendirir.”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü Allah’a aittir. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin sahibidir Allah. Göklerde ve yerde ne varsa hepsine egemen olan, tüm
varlıklar üzerinde söz sahibi olan, yönetme hakkı sadece kendisine ait olan
Allah’tır. Tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan
mutlak güç ve kudret, mutlak tasarruf sahibi Allah’tır. Göklerde ve yerde yegane
söz sahibi, yegâne Mâlik O’dur. O Mâliktir, her şey O’-nun mülküdür. Mülkünde
tasarruf hakkı sadece O’na aittir. Göklerde ve yerde kendisinden başka İlâh,
kendisinden başka egemen yoktur. Varlıkları üzerinde kendisinden başka söz
sahibi, kendisinden başka etkili, yetkili yoktur. Kendisinden başka kulluk
edilecek, çektiği yere gidilecek, yasaları uygulanacak varlık yoktur.
Kendisinden başka hatırı kazanılacak, rızası peşinde gidilecek, arzularına
teslim olunacak varlık yoktur. Çünkü varlık O’nundur, varları var eden, öldüren,
dirilten O’dur. Hayatın sahibi O’dur. Hayatı veren de alan da O’dur. Göklerde ve
yerde hayatın sebebi O’dur Göklerde ve yerde, canlı-cansız ne varsa hepsini
yaratan, hepsini hayata getiren ve hepsinin hayatını düzenleyen sahip O’dur,
Mâlik O’dur. Bir karış toprakta, zaman ve mekânın bir karış diliminde O’ndan
başka hiç kimsenin mâlikiyeti, hâkimiyeti yoktur.
Allah kötülük yapanlara,
günah işleyenlere işledikleri günahların karşılığını verir. Muhsinlere, Allah’ın
kendilerini gördüğü şuuru içinde bir hayat yaşayanlara, Allah’a lâyık ameller
işleyip Rabblerinin rızası uğrunda hareket edenlere de unutkanlıkları, bir anlık
gafletleri, insan oluşları sebebiyle yaptıkları ufak-tefek kabahatleri bir yana
büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınanlara da işlediklerinden daha
iyisiyle karşılığını verir.
Kötülük yapanlara, günah peşinde
koşanlara işledikleri kötülüklere benzer cezalar verecektir Rabbimiz. Bire bir
cezalar verecektir. Ama muhsin davrananlara, iyilik yapan mü’minlere yaptıkları
iyiliklerinin kat kat fazlasını, ya da mükafatların en güzeli olan cenneti
verecektir Rabbimiz. Çünkü mutlak Mâlik O’dur, sahip O’dur. Mülkü konusunda
mutlak tasarruf ta O’nundur. Mülkü konusunda yarattıklarından hiç kimseye yetki
vermemiştir.
Kurduğu bu dünyada yarattığı
kullarına cezayı da, mükafatı da sadece kendisinin takdir ettiğini
bildirmektedir. Bir dünya yarattığını, imtihan için kullarını getirdiğini ve
kullarına bu dünyada irade, seçim özgürlüğü verdiğini, insanların iyiliği de
kötülüğü de seçme hakkına sahip olduklarını, ama bu seçimlerinin sonucuna
kendilerinin katlanmak zorunda olduklarını anlatıyor Rabbimiz. Kötülerin
kötülüklerinin karşılığı kötülükle cezalandırılacaklarını, iyilerin de hüsnaya
ulaşacaklarını anlatıyor. Peki kimlermiş bu hüsnaya ulaşacak olanlar? Ne
özellikleri varmış onların?
32. “Ki onlar büyük günahlardan
ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız ufak-tefek kusurlar bundan müstesnadır.
Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O, sizi topraktan yarattığı zaman ve siz
annelerinizin karnında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Onun için
kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O kimin muttakî olduğunu en iyi
bilendir.”
Onlar günahların ve fuhşiyatın
büyüklerinden sakınırlar. Bunun bilincinde olarak Rabblerinden mağfiret
dileyenler, tevbe edenler hüs-nâya ulaşacaklardır. Şüphesiz ki Rabbin mağfireti
geniştir. Günahların büyüklerinden sakınıldığı sürece, bu konuda hassas
davranıldığı sürece Rabbimiz kusurlarımızın örtüleceğini, ufak tefek işlenen
günahların, kusurların ciddiye alınmayacağını, sıfırlanacağını anlatıyor. Bakın
Nesâî’de İbni Hibban’dan Rasulullah Efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet
edilmektedir:
“Bir
kul beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, malının zekâtını verir ve
yedi büyük haramdan da sakınırsa ona cennetin bütün kapıları açılır ve o kul
dilediği kapıdan girer.”
Bu yedi büyük günahla alâkalı
olarak da şunlar sayılır: Zina, içki, sihir, iffetli bir mü’mine zina iftirası,
haksız yere bir Müslümanı öldürmek, fâiz yemek, savaşta düşman karşısından
kaçmak. Tabi büyük günahlar bunlarla sınırlı değildir, başka hadislerde
başkalarının da sayıldığını biliyoruz. Kimileri buna karşı gelmekte ve itiraz
etmektedir. “Efendim, Allah’a karşı işlenen günahın büyüğü küçüğü olmaz, günahın
kime karşı işlendiği önemlidir” demeye çalışıyorlarsa da, hadislerde geçtiği
için böyle diyoruz. Kur’an’da da Rabbimiz böyle buyuruyor.
Hattâ daha fazla lütufları da vardır
Rabbimizin. Ama kötülere, kötülük işleyenlere, kötülük kazananlara Rabbimiz
tarafından takdir edilen ceza işlediklerinin aynıdır ya da işlediklerinin bir
mislidir. Kötülüğün karşılığı misli mislinedir. Ama Rabbimizin iyilere,
iyiliklerine takdir ettiği mükafat böyle değildir. İyilik ve kötülüklerin
karşılıkları farklıdır. İyiliklere kat kat mükafat veren, karşılık veren
Rabbimiz günahın karşılığını tamtamına veriyor. Bir sevaba on mükafat, bin
mükafat verilirken, bir günaha bir ceza, iki günaha iki ceza verilmektedir.
Anlıyoruz ki günahların ve
sevapların kat sayıları farklıdır. İyiliğin karşılığı bazen bire on, bazen bire
yedi yüz, bazen bire sonsuz mükafat iken, kötülüğün karşılığı ise sadece bire
birdir. Rabbimiz ne kadar da merhametlidir bizim için değil mi? Hattâ bakın bir
adam bir günah işlemeye niyet edip azmetse ama sonra da Allah korkusundan,
âhiret endişesinden dolayı onu yapmaktan vazgeçse, onun karşılığında bir sevap
verilecektir.
Allah sizi topraktan yarattığı zaman,
siz toprak iken ve siz annelerinizin karnında bir cenin iken de, toprak olarak
ve de ana karnında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Onun için
kendinizi te-mize çıkarmayın. Çünkü O kimin muttakî olduğunu en iyi bilendir.
Sizi toprak iken adam eden, sizi ana rahminde bir cenin iken size anlama gücü
veren, sizi vahyine, kendi bilgisine muhatap kabul eden, kendi bilgisini
aktaran, sizi vahiyle bilgilendiren, size hayatın mânâsını, Rab-binizi tanıtan,
sizi halife yapan, yeryüzüne egemen kılan, tüm varlıklara hükmetme yetkisi veren
O’dur. Sizi irade sahibi kılan, seçme hakkı tanıyan, yeryüzünde yaratıcınız
olarak kendisine rağmen size isyan etme, zatına kafa tutma hakkı veren O’dur.
Öyleyse ey Allah kulları, gelin
Rabbinizin, sahibinizin lütfedip size verdiği bu yetkiyi kötüye kullanmayın.
Halbuki siz Rabbinizi, Rab-binizin lütuflarını, yaratılışınızı, imtihan için bu
dünyada bulunan kullar olduğunuzu, kendinizin dünyada yaratıcının vekili olarak
bulunduğunuzu unutup, asil olduğunuzu zannedip kendi kendinizi temize çıkarmaya
çalışıyorsunuz. Kendinizi tezkiye etmeye kalkışıyorsunuz. Buna hakkınız yoktur
diyor Rabbimiz.
İnsanları
mutlak anlamda yalnızca Allah tezkiye edebilir. Çün-kü mutlak yaratıcı meydana
getirici O'dur. Nefsin hangi yolla ve nasıl tezkiye edileceğini ancak O bilir.
Fücurdan, günahtan, isyandan sakı-nabilmenin, doğru yola (hidâyete) girebilmenin
yöntemini O bildirir. Rabbimizin bildirdiği tezkiye yollarına uymayıp da kendini
temize çı-karanlar, bir anlamda kendilerini üstün görenler (kitap ehli olanlar)
ya-nılıyorlar. Allah (cc), gönderdiği Kitabı göz ardı edenleri ve onu az bir
para karşılığı satanları âhirette tezkiye etmeyecek, onları temize çı-karmayacak
(Bakara,174). Allah'a verdiği sözden dönenlerin durumu da bundan farklı değildir
(Âl-i İmrân,77).
Nefsin
temiz olduğuna, gerekli feyzi alıp gelişmiş olduğuna hükmetmek ve onu hep temize
çıkarmak. (Nitekim, şâhitlik yapanı tezkiye etmek bu anlamdadır.) Ancak, bu
şekilde nefsi temize çıkar-mak yanlıştır. Yaptığı amelin sonucunu bilmeden,
kaderin sırlarına ulaşmadan nefsi temize çıkarmak bir böbürlenme ve gurura
kapılma-dır. Kitap ve sünnet rehberliğinde bir hayat yaşayarak takvâ sahibi
ol-madan, Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmeden "kalbim temiz"
diyenlerin yanlış yaptıkları açıkça görülmektedir. Nefsi temizlemenin en
kestirme yolu, takvâ sahibi olmaktır. Takvânın kapsamı, bunun en geçerli yol
olduğunu gösterir. Zâten insanın nefsine fücuru ve takvâyı öğreten Rabbimizdir.
Nefsi temizleyip kurtuluşa ermek, şüphesiz fücuru terk edip takvâya sarılmakla
mümkün olabilir. Peygamberimiz (a.s) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Benim nefsime takvâsını ver ve
onu temizle. Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve
mevlâsısın."
(Müslim,
Zikir ve Duâ 18)
Adamlar hem Allah tarafından
yaratılmışlar, Allah tarafından bu dünyaya getirilmişler, her şeylerini Allah’a
borçlular, hem de Allah’a iftira edip, Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayıp,
Allah’ın Kitabından, peygamberinin örnekliğinden habersiz bir hayat yaşayıp “biz
şu anda Allah’ın istediği hayatı yaşıyoruz, bizler Allah’ın sevgili kullarıyız,
bizler cennetin ta ortasına lâyık kimseleriz” diyerek tezkiye ediyorlar. “Biz
kitap ehliyiz, bizim kitabımız var, bizim Tevrat’ımız, İncil’imiz, Kur’an’ımız
var” diyerek kendilerini temize çıkarıyorlar. Ama gelin görün ki adamların
kitaplarıyla uzaktan ve yakından hiçbir ilgileri yok. Allah diyor ki, biz sizi
biliriz. Sizin öncenizi de sonranızı da en iyi bilen biziz. Sizin yok olduğunuz,
henüz yaratılmadığınız döneminizi de, ana rahminde kendinizi bile bilmediğiniz
dönemlerinizi bilen biziz. Gelecekte ne olacağınızı, başınıza nelerin
geleceğini, nasıl bir çizgi takip edeceğinizi de biz biliyoruz. Öyleyse
kendinizi günahsız, kusursuz görerek temize çıkarmaya kalkışmayın. İyiye kötüye
Allah karar versin. İyilerin iyiliğine, kötülerin kötülüğüne siz değil Allah
karar versin.
Kendi kendimizi temize çıkarmadan,
tezkiye etmeden, durumumuzdan mutmain olmadan yana olmayalım. Kendimize
güvenmeden yana olmayalım. Yaptığımız konuşmalarla, birilerini dinlemelerinizle
veya infaklarınızla, ikramlarınızla, berikiler cemaatlarıyla, ötekiler
hocalarıyla, hacılarıyla kesin cennete gideceğimizi iddia ederek kendi kendimizi
tezkiyeden yana olmayalım. İşte bilelim ki bizim bu mutmain halimiz değişimin
önündeki en büyük engeldir. Bizim değişimimizin önündeki en büyük engel budur.
Çünkü tarihte Yahudi’nin
değişiminin önündeki en büyük engel buydu. Hristiyanın önündeki en büyük engel
de buydu. Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek görmediler. Mutmaindiler
çünkü bu konuda. O halleriyle cennete girecek olan bu insanlar, İslâm’ı kabule
gerek görmediler. İşte bakın bu mutmain ve değişime gerek duy-mayan, değişime
razı olmayan, statik ve durağan hayatlarını, geleneklerini devam ettirmeden yana
olan bu insanları reddediyor Allah. Öyleyse şunu kesinlikle kabul etmek
zorundayız ki, hiçbirimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz
kendi kendimizi tezkiyeden yana olmamalıyız. Hiçbirimiz statükodan yana
olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne dikilmiş en büyük engeldir. “Ben iyiyim!
Biz iyiyiz!” putu bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir.
Hiçbir zaman unutmayalım ki tezkiye
Allah’a aittir. Allah’a karşı kendi kendimizi tezkiye etmeye cüret etmediğimiz
gibi, başkalarını da tezkiye etmeye hakkımızın olmadığını bilelim. Buhârî ve
Müslim’in bu konuda Rasulullah Efendimizden rivâyet ettikleri hadisler çoktur.
Bir hadislerinde Allah’ın Resûlü: “Bir kimseyi tezkiye edip cennetlik olduğunu
söyleyen kişinin yüzüne toprak atın.” buyurur. Yine bir defasında bir
kişinin bir kişiyi övüp tezkiye ettiğini gördü de, Allah’ın Resûlü ona şöyle
buyurdu: “Yazık sana! Bu yaptığınla kardeşinin
boynunu kopardın.” Sözlerine şunları ekledi:
“Herhangi biriniz birini övecekse bari ‘böyle olduğunu zannediyorum’ desin ve
Allah’a karşı hiç kimseyi tezkiye etmesin.”
Unutmayalım ki tezkiye sadece Allah’a
aittir. Allah kimin için temizdir demişse o temizdir, kimin için murdardır
demişse o murdardır. Allah’ın kitabında temiz dedikleri, Allah’a, Allah’ın
istediği biçimde ve peygamber örnekliliğinde iman etmiş Müslümanlardır. Değilse
Allah’ın kıstaslarına uymadan bir kişi ben Müslümanım demekle kendisini temize
çıkarma hakkına sahip değildir. Kur’an’ın öngördüğü, Ra-sulullah Efendimizin
örneklediği şekilde yaşayanlar ancak temizdirler. Allah’ın istemediği bir hayatı
yaşayanlara Allah necis demişse, pis de-mişse onlar istedikleri kadar
kendilerini tezkiye etmeye çalışsınlar onlar pistirler.
33-34. “Ey Muhammed! Yüz çevireni ve malından
biraz verip sonra vermemekte direneni gördün mü?”
Şu takvadan, Allah’a kulluktan,
Allah için hayat yaşamaktan yüz çevireni gördün mü? Allah’ın gönderdiği
vahiyden, hayat programından, vahiyden, dinden, peygamberden yüz çevirip kendi
hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir dünya yaşayanı gördün mü? Azıcık verdi de
gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu, bağrına bastı, cimrilik yaptı. Allah
kendisine yığınlarla nîmet verdiği halde, nankörlük yaptı da onları Allah
kullarıyla paylaşmaya yanaşmadı.
35. “Görülmeyenin ilmi yanında da o mu
görüyor?”
Bu adam Allah’ın istemediği bir
hayatı yaşarken, Allah’ın kendisine verdiğini Allah yolunda harcamaya
yanaşmazken, Allah’ın kendisine verdikleriyle Allah’a kafa tutarken, gayb
bilgisi yanında da onu görüp kendi mutluluğunu kendisi kazanacağını mı
zannediyor? Yani bu adam gayb bilgisine sahip de, istediği zaman Levh-i Mahfuz’u
görüyor, okuyor da, orada ne var ne yok bakıyor da ona göre mi karar veriyor?
Yani gayb bilgisiyle şimdiden geleceği görüyor da malım-mülküm tükenir, kötü bir
duruma düşerim diye mi cimrilik yapıp sahip olduklarından Allah kullarına
harcama yapmamanın kendisi hakkında hayırlı olacağına karar veriyor? Ya da bu
anlayışının, bu davranışının kendisi hakkında yarın kıyamet günü hayırlı
olacağını gaybdan mı görüyor? Nasıl hükmediyor buna?
Hayır hayır, bu adam gaybı
bilmediğine göre, Levh-i Mahfuz’a muttalî olmadığına göre kendisi hakkında neyin
hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilmesi mümkün değildir ve kendi kendine
vahiyden uzak verdiği kararlar, yaşadığı hayat kendisini ne dünyada, ne de
âhirette kurtuluşa ulaştırmayacaktır. Bir de tabi bu cimrilik yapıp vermemenin
dünya ve âhirette kendilerine kaybettireceği şeylerin kendilerine gayb olması,
zararlarını bilememeleri böyle davranmalarına sebep oluyor.
36-37. “Yoksa Mûsâ’nın ve sözünü yerine
getiren İbrahim’in kitaplarında olanlar kendisine bildirilmedi mi
ki.”
Yoksa Mûsâ’nın (a.s)
sahifelerindeki bilgiler kendisine haber verilmedi mi? Bu son elçimize
gönderdiğimiz gerçeklerin aynısını ihtiva eden önceki kitaplarımızın gerçekleri
ona ulaşmadı mı? Tevrat ona ulaşmadı mı? Vefa eden, vefalı davranan İbrahim’in
sahifelerindeki gerçek bilgileri duymadı mı?
Burada Rabbimiz biz kullarını
birdenbire tarihle karşı karşıya getirerek bizi tarihin eskimez gerçekleriyle
yüzleştiriyor. İnsanları daha önce İbrahim ve Mûsâ’ya (a.s) verilen kitaplarla,
sahifelerle karşı karşıya getiriyor Rabbimiz. Zaten kitabımız Kur’an’ın her bir
bölümünde ısrarla vurguladığı kitaplara imanın esprisi işte burada açıklık
kazanıyor. Çünkü insanlık yeryüzünde, tarihin hiçbir döneminde vahiyden uzak,
vahiyden mahrum bir dönem yaşamamıştır. İnsanlık zaman ve mekânın her bir
biriminde mutlaka Allah bilgisiyle karşı karşıya bulunmuştur.
Değilse, eğer insanlar yeryüzünün
herhangi bir yerinde vahiyden mahrum bir zaman ve zemin içinde bulunmuş
olsalardı, Allah’ın rahmetinden uzak bir dönem yaşamış olsalardı, o zaman şu
sözü söylemeye hak kazanmış olurlardı: “Ya Rabbi, bizi yarattın, bizi bu dünyaya
getirdin ama getirdiğin bu dünyada bize yol göstermedin, bize bu dünyada nasıl
bir hayat yaşayacağımız konusunda bir bilgi gön-dermedin. Bize kendini
tanıtmadın, bizi varlığından haberdar etmedin. Bize bizden istediğin kulluğu
bildirmedin. Bize razı olacağın hayat programını göstermedin. Bize kitaplar ve
elçiler göndermedin, bu durumda biz ne yapalım?” Ama şimdi hiç kimsenin bunu
demeye hakkı kalmamıştır. Çünkü tarihin her döneminde herkes bu nîmetle, vahiy
nîmetiyle karşı karşıya gelmiştir. İşte Rabbimiz burada önceki kitaplarından,
önceki elçilerine gönderdiği sahifelerinden söz ediyor.
“Suhuf”;
İlk semavi kitaplar; peygamberlere verilen sahifenin çoğulu. Sahife, yazılı veya
yazılacak kâğıttan, kırtastan bir parçadır. Bu da bizim sahife dediğimiz,
safhadan daha genel olarak yaprak ve varak adı verilen parçadan ibarettir.
Çoğulu "sahaif" ve "suhuf"tur. Bu sûretle sahife ve suhuf, mektuba, risâle ve
kitaba da denir. Peygamberlere verilen bu suhuflardan 10 sahife Hz. Âdem'e, 50
sahife Hz. Şit'e, 30 sahife Hz. İdris'e ve 10 sahife de Hz. İbrahim'e
verilmiştir.
Kur'an-ı
Kerim'de "Suhuf-u Ûla (ilk sahifeler)"den bahsedil-mektedir. Bunların yukarıda
bildirilen sahifeler olduğu anlaşılmaktadır
(Taha,133).
Ayrıca işte bu sûrede ve A’lâ sûresinin 38. âyetlerinde Suhuf-u İbrahim'den ve
Suhuf-u Musâ’dan bahsedilmektedir. Bu iki suhufun içerdiği hükümlerle ilgili
olarak işte bu sûrede, bu âyette ve devamında bilgi verilmektedir. Musâ'nın
sahifeleri ifadesiyle Tevrat kastedilmekle beraber, İbrahim'in sahifeleri
hakkında Kur'an'ın dışında, her hangi bir yerde yeterli bilgi yoktur. Hattâ
Yahudilerin ve Hıristi-yanların kutsal metinlerinde bile bunlardan söz edilmez.
Sadece Kur'-an-ı Kerim'de birisi bu sûrede bu âyet devamında, birisi de A'lâ
sûresinde olmak üzere iki yerde Hz. İbrahim'in getirdiği talimattan bazı
bölümler zikredilmiştir.
Hz.
İbrahim (a.s) indirilen sahifelerin mübarek ramazan ayının ilk gecesi
indirildiğine dair Vâsıle b. el-Eska' (r.a)'den gelen bir rivâyet vardır (Ahmed
İbn Hanbel, IV,107). Bu sahifelerin ihtiva ettiği hakikatlerin tevhid, ibadet,
ahlâk, muamelât ve ahkâm esasları olduğunu anlamak için herhangi bir vesikaya
gerek yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakkın risâlet ve nübüvvetle ilgili koyduğu
şartlardan ve Kur’an-ı Kerim'den bunu anlamak kolaydır. Nitekim işte bu
âyetlerde ilk sahifelerin yani Hz. İbrahim ve Hz. Musâ sahifelerinin ihtiva
ettiği gerçekler şöyle maddelendirilebilir. Bunlar her peygamberin getirdiği
şeriatta temel esasların aynılığını, değişmezliğini göstermesi bakımından da
önemlidir: Herkes yaptıklarından mesuldür. Bir şahsın yaptıklarından ancak
kendisi sorumludur. Hiç kimse başkasının cezasıyla cezalandırılmaz. Her şahıs
yaptığının karşılığını görecektir. Başkasının yaptığı amellere kimse ortak
olamaz. Hiç kimse yapmadığı amelin karşılığını ala-maz. Ve "Dönüş Allah’adır.
Güldüren ve ağlatan, dirilten ve öldüren; çiftleri, erkek ve dişiyi, döl
yatağına düşen meni'den yaratan O'dur. Öldükten sonra dirilten O'dur.
İhtiyaçları veren ve zenginleştiren O'dur. Gökte ve yerde olanların Rabbi
O'dur".
Kur’an'da
peygamberlerin sözlerini ve mücâdelelerini incele-diğimiz zaman, kendilerine
indirilen sahifelerin içeriği ile ilgili örnekleri çoğaltmak mümkün olur.
Taberi'de Hz. Şit'e verilen sahifelerden şöy-le bir cümle nakledilmektedir:
"Âdem oğullarına söyle ki, bir şart koştuklarında ona şahit tutsunlar, ta ki
inkar edemesinler. Nitekim Âdem, benim ahdimi unuttu İblis de onu aldattı ve
Cennetten çıkmasına se-bep oldu" (Taberi, Tarih, I/93).
Hem
bu sahifelerin, hem de diğer semavi kitapların; kitap gön-derilmeyen
peygamberlerin tebliğ görevinde hükümlerine tabi olduk-ları metinler olduğunu
ifade bakımından da şöyle denilmektedir "İdris (a.s) Şît aleyhisselâmın suhufunu
okurdu ve ahaliyi o kitabın hükmü-ne davet ederdi. Hak Teâlâ ona da otuz sahife
gönderdi. O bu sahi-feleri kendi eliyle yazdı. Âdem (a.s)'dan sonra ilk kalem
tutup yazı ya-zan İdris (a.s)'dır." İdris (a.s) şöyle dedi: "Ya Rıdvân, ben Hak
Teâlâ-nın peygamberiyim. Benim makamımın cennet olacağını suhufta gör-düm"
(Taberî, Tarih, I/95, 97).
Suhuf
kelimesi Kur’an-ı Kerîm'de devamlı bu çoğul sığasıyla kullanılır şöyle ki: 1-
Suhufu Müneşşera: Dağıtılmış sahifeler halinde tezkireler manâsınadır
(Müddessir, 52). Bu, Kur’an tabiriyle, ehl-i küf-rün, bütün insanlığa rehberi
olarak indirilen Kur’an yerine, şahısları adına bir takım sahifelerden oluşan
tezkireler indirilmesini istemelerini ifade etmektedir. Bu istek kendisini
toplumdan üstün ve ayrı gören küfür egosunun tezahürlerinden biridir. Ancak bu
istekleri gerçekleşse bile yine de inanmayacakları, belirtilmektedir (Müddessir,
53). Neşredilmiş, dağıtılmış sahifelerle ilgili olarak "Sahifeler neşredildiği
vakit" (Tekvir,10) buyurulmaktadır. Neşredilen bu sahifeler iki çeşittir.
Bun-lardan birincisi amel defterleridir ki bunların neşri, hesap işin
açılma-ları demektir. İbnül-Mümin'in İbn Cüreyc'den rivâyetine göre, "İnsan
ölünce sahifesi dürülür. Sonra kıyamet günü açılır ve ona göre hesabı görülür."
İkincisi de; "Artık kitabı sağ eline verilen kişi der ki: Alın kita-bımı okuyun.
Kitabı sol eline verilen ise, o da der ki: Keşke bana ki-tabım verilmeseydi"
(Hâkka,19-25); "Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse; o, kolay bir hesap
ile sorguya çekilecek... Kiminde kitabı sır-tının arkasından verilirse; o da
helâki çağıracak" (İnşikak,7-10) olarak bildirilen hesabın görüşülmesinden
(rüyetinden) sonra ilâm gibi neş-redilip dağıtılacak sahifelerdir. Bunların
neşri, dağıtılıp sahiplerine ve-rilmesi demektir. Buna bazı hadislerde
"Tetâyur-ı suhuf sahifelerin u-çuşması" tabir olunmuştur. 2- Suhuf-u Mükerrame
ve Suhuf-u Mutah-hare: Bu ikisi de Kur'an-ı Kerimin isimleridir. Kur'an-ı Kerimi
vasıflar-lar. Birincisi "O Kur'an, şerefli -üstün, yüceltilmiş, tertemiz
kılınmış sa-hifelerdedir-" (Abese,13-14) şeklinde; ikincisi de, "Allah'tan
gönderilmiş bir elçi ki, tertemiz sahifeleri okumaktadır. Onların içinde
dosdoğru yazılı hükümler vardır" (Beyyine, 2-3)
şeklindedir.
Kur’an-ı
Kerim Mekke'de inmeye başlamıştır. İndiği günden iti-baren hem ezberlenmiş, hem
de her biri ağaçtan, deriden, taştan, ke-mikten, yapraktan birer safha ve levha
üzerine tespit edilmiş, ayrı ayrı defterlere yazılmış, itina ile zapt ve
hıfzedilmiştir. Bunlara mushaf gibi hepsi bir cildde olmak manasına suhuf
denilemezse de, her biri bir sahife demek olacağından, ayrı ayrı bir halde
sahifeler manasına su-huf kavramı onları kapsar. Burada suhuf Kur’an-ı Kerim
sahifeleri ma-nâsına kullanıldığına göre, Kalem sûresinin birinci âyetinde
kendisine yemin edilen kalemin Levh-i Mahfûza yazdığı sahifelere, meleklerin
Levh-i Mahfûzdan istinsah edip vahiy ile getirdikleri sahifelere ve son-ra
mushaf sahifelerini teşkil eden alel-umum Kur’an sahifelerine sa-dıktır. Kur’an
sahifelerinin iki kapak arasında toplanmış mevcut şek-line Mushaf denmesi
bundandır.
(Buhâri, Tefsiru Sûre-i Gâf, 9)
Peki acaba bu kitaplarda, bu
sahifelerde ne vardı? Neyi hükmetmişti Rabbimiz bu
kitaplarda?
38-41. “Hiç bir günahkâr başkasının günah
yükünü yüklenmez; İnsan ancak çalıştığına erişir. Onun çalışması şüphesiz
görülecektir. Sonra ona karşılığı eksiksiz verilecektir.”
Rabbimizin önceki elçilerine
gönderdiği kitaplarında da bu son elçiye gönderilen kitaptakilerin aynısı
varmış. Bir kere hiçbir kimse bir başkasının yükünü yüklenmeyecek, bir
başkasının günahından sorumlu tutulmayacaktır. Herkesin kazandığı kendisinedir,
kimse başkasının yükünü taşımaz. Her bir nefis, her bir kimse kendi lehinde ve
aleyhinde kazandıklarıyla, yaptıklarıyla sorumludur. Hiç kimse kendi
kazandıklarının, kendi yaptıklarının dışında başkalarının amelleriyle
değerlendirilmeyecektir. Kimse kimseye yardımcı olamayacak, kimse kimsenin
günahlarını hafifletemeyecektir. Kimse kimsenin yükünü yüklenemeyecek, kimse
kimseye yardım edemeyecek, kimse kimseye bir fayda sağlayamayacaktır. Çünkü
insanlar için ancak kendi sa’-yi, kendi mesaisi, kendi çalışıp çabalaması, kendi
ameli, kendi kazan-dıkları vardır. Herkes kendi sa’yinin, kendi amellerinin
karşılığını göre-cektir. Tastamam, eksiksiz olarak işlediklerinin karşılığı
kendisine verilecektir. Hiç kimse zerre kadar bir haksızlığa
uğratılmayacaktır.
42. “Doğrusu son varış
Rabbinedir.”
Çünkü nihâyet varış Rabbinedir.
Dönüş Allah’adır. Yaşadığınız bu hayatın sonunda bir gün Allah’a dönecek,
yaptıklarınızın hesabını Allah’a ödeyeceksiniz. Rabbinizin sorgulamasıyla ve
hakkınızda vereceği hükümle karşı karşıya kalacaksınız. Hayır ya da şer, iyilik
ya da kötülük ne yapmışsanız, onların değerlendirilmesiyle karşı karşıya
geleceksiniz. İnsanlar, toplumlar, mü’minler, kâfirler, zalimler, mazlumlar,
yeryüzünde kan kusturanlar, kan emenler, kanı emilenler, sömürenler,
sömürülenler, aç bırakılanlar, aç bırakanlar, ezenler, ezilenler, hepsi yarın
Allah’ın huzurunda toplanacaklar. Attıkları her adımları, alıp verdikleri her
nefesleri onları ölüme doğru yaklaştırmaktadır, hesaba, kitaba
yaklaştırmaktadır.
43. “Doğrusu, güldüren de ağlatan da
O’dur.”
Ağlatan da O’dur, güldüren de.
Birbirine zıt olan ağlamanın sebeplerini de, gülmenin sebeplerini de yaratan
Allah’tır. Gamı, kederi, sevinci, neşeyi de yaratan Allah’tır. Yarın kimilerini
yaptıklarının karşılığı olarak cennetle güldürecek, kimilerini de cehennemle
ağlatacak olan da O’dur. Kimilerini işledikleri kötü amellerini içinde toplayan
amel defterleriyle ağlatacak, kimilerini de güzel amelleriyle güldürecek. Kolay
bir hesapla sevinç içinde ehlinin yanına, kendisini bekleyen zevçlerinin ve
zevcelerinin yanına gönderecek.
Güldüren ve ağlatan Allah’tır.
Öyle değil mi, Allah’ın ağlattığını kim güldürebilir? Allah’ın güldürdüğünü kim
ağlatabilir? Allah’ın öldürdüğünü kim diriltebilir? Allah’ın hayat verdiğinin
hayatını ondan başka kim alabilir? İnsanlığın kaderi Allah’ın
elindedir.
44. “Doğrusu dirilten de, öldüren de
O’dur.”
Yine dirilten de O’dur, öldüren
de. Hayat ve ölüm konusunda söz sahibi O’dur. Hayatı veren de, alan da O’dur.
Hayat sahibi, tüm varlığın, hayatın sebebi O’dur ve sonunda ölümü tattıracak
olan da O’dur. Göklerde ve yerlerde canlı-cansız ne varsa hepsini yaratan,
hepsini hayata getiren ve hepsinin hayatını düzenleyen O’dur. Onun hayat
verdiklerini kimse öldüremez, öldürdüklerini de kimse dirilte-mez. Var mı
Allah’tan başka böyle güç ve kudret sahibi? Tüm dünya birleşse Allah’ın
öldürdüğü bir canlıyı tekrar diriltebilirler mi? Olmayan birinin, yok olan
birinin yaratılmasından söz etmiyorum. Bırakın yoktan bir insan yaratmalarını,
ölmüş, ruhu çıkmış ama bedeni yerinde duran, organları yerinde duran, sadece
ruhu çıkıp gitmiş bir cesede yeniden hayat verebilecekler mi? Şu egemenlik
bizdedir, yetki bizdedir, yasa koyma hakkı bize aittir diyenler insanın, ya da
kendilerinin bir tırnağını bile yaratabilirler mi? Biz mâlikiz diyenler, mülkün
sahibi biziz diyenler kendi hayatlarına mâlik olabiliyorlar mı? Ölmemeyi
becerebiliyorlar mı? Saçlarının ağarmasına, bellerinin bükülmesine engel
olabiliyorlar mı?
45-46. “Doğrusu, atıldığı zaman bir meniden
erkek ve dişi olarak iki çifti (Eşi) yaratan O’dur.”
Gerek insanlardan, gerekse
hayvanlardan erkek ve dişi çiftleri yaratan Allah’tır. Hem de bir meniden ki, o
rahme atılmıştır. Ana rahmine atılmış bir meniden erkeği ve dişiyi yaratan
O’dur.
Rabbimiz burada kendi yaratıcılığına
dikkat çekiyor. Erkeği ve kadını atılmış bir meniden yarattığını haber veriyor.
Akıldan, fikirden, iradeden, bilgiden mahrum bir damla suyun erkek ve kadın
olması gerçekten akıllara durgunluk veren bir şey. Atılan bir damla sudan erkek
ya da dişi olarak bir insan meydana geliyor. Bu bir damla suyun içinde eli,
ayağı, gözü, kulağı, eti, derisi, kemiği olan, konuşan, gülen, ağlayan,
hisseden, iman eden, küfreden, erkek olan, kadın olan bir insan çıkıyor. Bunu
Allah’tan başka yapabilecek yoktur. Dost da, düş-man da, mü’min de, kâfir de
biliyor ki, Allah bu insanı işte bu bir damla sudan meydana getiriyor. Bu bir
damla suya “erkek ol! Ya da kadın ol!” diyor ve sonunda Rabbimizin fermanıyla
birisi erkek diğeri de kadın oluyor. Bunu Allah’tan başka kimse yapamaz. Meninin
içindeki bu sistemi koyan Allah, dilediğini erkek dilediğini de kadın yapıyor.
Ne yaptığını, ne yapacağını bilen Rabbimiz bu dengeyi çok güzel kuruyor. Öyle
değil mi? Eğer yeryüzünde sadece erkek veya sadece kadın olsaydı o zaman insan
türünün kökü kesilirdi.
47. “Doğrusu ölümden sonra tekrar dirilten de
O’-dur.”
Bu dünyadaki yaratma Allah’a ait
olduğu gibi, diğer yaratma da O’na aittir. Ölümden sonraki diriliş de Allah’a
aittir. Dünyadaki bu hayatı var eden Allah elbette ölümünden sonra insanları
tekrar yaratmaya, tekrar diriltmeye kâdirdir.
48. “Doğrusu zengin eden de
varlıklı kılan da O’-dur.”
O’dur zengin kılan, kanaatkar
kılan. Fakiri zengin eden, servet veren O’dur. Doyuran O’dur, besleyen O’dur,
rızık veren O’dur. Şu anda sahip olduğumuz her şeyi veren O’dur. Ev, arazi, bağ,
bahçe, mal, mülk veren O’dur. Dilediğine zenginlik, dilediğine de fakirlik veren
O’dur.
Düşünün bir meni iken, basit bir kan
pıhtısı, basit bir su damlası iken, elimiz yok, ayağımız yok, aklımız yok,
fikrimiz yok, gücümüz-kuvvetimiz yokken, varlığımızdan bile haberdar değilken,
kendimizi bile korumaktan acizken bizi yaratan, bizi adam eden Allah’tır. Ana
rahminden dünyaya geldiğiniz günü bir hatırlayın. Neyiniz vardı? Aklımız yoktu,
bilgimiz yoktu, malımız, gücümüz, çevremiz, kredimiz, hattâ baba evinde bize ait
bir odamız bile yoktu. Hiçbir şeysiz, yapayalnız, güçsüz, kuvvetsiz, bakışsız,
görüşsüz, konuşmasız aciz bir varlıktık. Bize mal verdi, mülk verdi, servet
verdi. Her şeyimizi kendisine borçluyuz.
Öyleyse bu âyetler çerçevesinde
kendi kendimize şunu diyeceğiz: Bizi yaratan, bizi pek çok nîmetleriyle perverde
eden ne bu Rabbimize karşı bu halimiz ne böyle? Kim tarafından yaratıldık?
Kimlere minnet duygusu içindeyiz? Kimin ekmeğini yiyor, kimin kılıcını sallamaya
çalışıyoruz? Kim var etti bizi? Kime kulluk ediyoruz? Kim verdi bu
servetlerimizi, kimin yolunda kullanıyor, harcıyoruz? Var mı Allah’tan başka
zenginlik veren? Var mı Allah’tan başka mülke sahip olabilen? Şu yeryüzünde
tanrılık iddiasında bulunan, “insanlar bize itaat etmek, bizim yasalarımıza tabi
olmak zorundadır” diyenler içinde sahip oldukları zenginliklerini koruyabilen
var mı? Hani nerede bizden önceki zenginler? Nerede güçlüler? Nerede melikler,
hükümdarlar? Şu anda onların hepsi de üzerlerine basa basa, tepine tepine
gezdiğiniz bir dünyanın, bir toprağın altında değiller mi?
49. “Doğrusu Şi’ra yıldızının Rabbi
O’dur.”
Yine O Allah Şi’ra yıldızının
Rabbidir. Yıldızların Rabbi, yıldızların yaratıcısı, yıldızların yasasını koyan,
yıldızlara egemen olan, onların hayat programlarını belirleyen de Allah’tır.
Yani ey insanlar, sizler yıldızların Rabbi olan Allah’ı bırakıp ta O’nun
yarattıklarını tanrılaştırmaya mı çalışıyorsunuz? Tüm yıldızların boyunlarındaki
iplerin ucu elinde olan Allah’ı bırakıp ta O’nun yarattıklarına mı tapınmaya
çalışıyorsunuz? Hayır hayır, kulluk yaratıcının hakkıdır. Yıldızları yaratan,
yerdekileri ve göktekileri yaratan Allah’tır. Öyleyse hamd da Allah’a aittir.
Övgü ve senâ Allah’a aittir. Övülmeye lâyık tek varlık Allah’tır. Kulluk
edilmeye lâyık tek varlık O’dur.
Böyle iken Allah’ı tanımayanlar
başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk
etmeye, Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya çalışıyorlar.
Kimileri Allah’ın yarattığı yıldızları, ayı, güneşi, kimileri maddeyi Allah
yerine koyarak Allah’a denk tutuyor, kimileri Allah’ın yarattığı kulları Allah
makamına oturtarak O’na denk tutuyorlar. Kimileri yeryüzünde O’na arkadaşlar,
ahbaplar, vekiller ve yetkililer izâfe ederek, kimileri Allah’a çocuklar izâfe
ederek, kimileri Allah’ın yarattığı ateşe, kimileri taşa, toprağa, ki-mileri
kadına, kimileri Allah makamına oturttukları insanlara, tâğutlara tapınarak
onları Allah’a denk tutmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer
yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı kullardır. Kulluk onların değil, onları
var edicinin hakkıdır.
Yıldızları yaratan Allah’tır. Hem şu
gökyüzündeki dünyanızdan milyonlarca kere daha büyük yıldızları, hem de şu anda
karşılarında vecd ve istiğrak halinde secdelere kapandığınız, kendilerine arz-ı
ubûdiyetlerde bulunduğunuz, alkışladığınız, kulluğun zirve noktasında
huzurlarında kendinizden geçtiğiniz her türlü sosyal ve ekonomik yıldızları,
sanat dünyasının yıldızlarını yaratan da O’dur. Toplum içinde yıldızı
parlayanları yaratan O’dur. Allah yanında, yaratıcıları yanında göktekilerin
bile bir değeri yokken yerdekilerin ne değerleri var ki onlara tapınmaya
çalışıyorsunuz?
50-51. “İlk Âd milletini, Semûd milletini yok
edip geri bırakmayan O’dur.”
O Allah ki ilk Âd’ı helâk etti.
Semûd’u da yok eden O’dur. Unutmayın ki onlar da sizin gibi davrandılar.
Yaratıcılarına karşı, Rab-blerine ve Rabblerinin elçilerine karşı savaş açtılar.
Allah’ın kendilerine bir rahmet olarak gönderdiği Hud’u (a.s) dinlemediler.
Allah’ın elçisinin kendilerine Allah’tan getirdiği hayat programıyla
ilgilenmediler. Allah karşısında kendilerini güç kuvvet sahibi, egemenlik sahibi
gördüler.
Fecr sûresinde Rabbimizin beyan
buyurduğu gibi gerçekten Âd kavmi gibisi memleketlerde bir daha yaratılmamıştır.
Güçlerine, kuvvetlerine, yeryüzünde kurdukları medeniyetlerine güvenerek
“yeryüzünde bizden daha güçlü kuvvetli kim var?”
diyorlardı.
Âd kavmi yeryüzünde büyüklük tasladı,
müstekbir davrandı. “Yeryüzünün en süper gücü biziz” dediler. Allah’ın elçisi
Hud’a (a.s) ve beraberindeki Müslümanlara karşı haksız yere büyüklük tasladılar.
Allah’ın elçisi Hud (a.s) kendilerini Allah’ın azabıyla korkutunca da de-diler
ki, “bizden daha kuvvetli hiç kimse yoktur. Yeryüzünde hiç kimse bizi alt
edemez. Bizimle kim baş edebilir? Kim bizimle boy ölçüşebilir? Hiç kimse bize
azap gönderemez. Kimse bizim huzurumuzu boza-maz. Bizler şu anda sahip olduğumuz
güç ve kuvvetle, şu anda zirvedeki medeniyetimiz, uzun boylarımız, güçlü
pazılarımızla her şeyi bertaraf ederiz. Bize bir azap gelse bile biz onu
savuşturma gücüne sahibiz.” Uzun boylarına, güçlü pazılarına, mevcut
medeniyetlerine güvenerek Allah’a ve Allah elçilerine kafa tutmaya kalkıştılar.
Ama kendilerini yaratan, bu güçlerini kendilerine veren Allah’tan gafil oldular.
Allah’ın kendilerinden daha güçlü olduğunu hesap edemediler. Kime kafa
tuttuklarını, kime karşı geldiklerinin, kiminle savaşa tutuştuklarının farkına
varamadılar. Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle, Allah’ın
elçisiyle alay ettiler.
Allah’ın elçisiyle pazarlığa
tutuştular. “Tamam, ilâh olarak Allah’ı kabul edelim ama tek ilâh olarak asla
kabul etmeyiz” diyorlar. “İlâhlardan birisi olarak O’nu da dinleyelim,
ilâhlardan birisi olarak O’na da kulluk yapalım, ama tek ilâh olarak sadece O’na
kulluğa hayır” dediler. “Çünkü bizim hayatımıza karışacak başka ilâhlarımız da
var. Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka Rabblerimiz de var. Bizim Allah’tan
başka hukuk tanrılarımız, eğitim, şifa, siyasal tanrılarımız da var. Tamam bu
tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim, ama öteki tanrılarımızı da
dinlemek zorundayız” dediler.
Allah da onlara “Sarsar” denen şiddetli, çok soğuk
bir fırtına ya da taş yağdıran azgın, atiye bir fırtına gönderdi de taş taş
üstünde kalmadı. Her şeyi büküp büküp atıverdi. Allah o kahredici, helâk edici,
mahvedici rüzgarı o kavmin üzerine sekiz gün yedi gece mûsâllat kıldı, rüzgara
emretti, o da o onların üzerine esip durdu. Yani salladı durdu orayı. Her şeyi
birbirine vurdu, her şeyi birbirine kattı, hepsi mahvoldular, sanki orada hiç
insan yaşamamıştı der başka bir sûrede Rabbimiz. Sanki onlar orada tuş oldular,
yerle bir oldular. Sanki içi boş hurma kütüklerine, içini kurt yemiş hurma
kovanlarına döndüler. Yirmi metre, otuz metre boyundaki insanlar kadınlarıyla,
erkekleriyle, çocuklarıyla diz çöküp uzanıverdiler yerlere. Güçleri, kuvvetleri,
pazıları, baldırları, medeniyetleri hiçbir şeye yaramadı. Varlıkları onları bu
helâkten kurtaramadı.
Onlardan sonra onların yerine Semûd’u
getirdi Rabbimiz. Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i elçi olarak gönderdi. Bu
toplum da Allah’ı ve elçisini reddetti. Allah’ın hayatlarına karışmasına izin
ver-mediler. Peygambere hayat hakkı tanımadılar. Rivâyetlere göre kendilerinden
öncekilerin rüzgar ve sarsıntıyla yok edildiklerini bildikleri için güya
dağların üzerlerinde kayalardan mağaralar yontarak kendilerini Allah’tan
gelebilecek muhtemel bir azaba karşı sağlama almaya çalıştılar. Bunlar da tıpkı
kendilerinden öncekiler gibi Allah’ın bu âyetine tahammül edemediler. Allah’ın
kendilerine gönderdiği deve âyetini ortadan kaldırmaya yöneldiler. Allah’ın
yasasını ortadan kaldırmaya yöneldiler. Allah’ın arzında Allah’a hayat, Allah’ın
âyetine hayat hakkı tanımadılar ve kendileri için hayır olan, tek suçu
kendilerine süt verip onları beslemek olan bu deveyi ayaklarından biçerek
öldürüverdiler.
Bunun üzerine onları da Allah’tan
bir racfe yakalayıverdi. Bir sayha, bir ses, bir titreşim, geberin diye bir ses
yakaladı da dizlerinin üzerinde çöküverdiler. Oldukları yerde diz çöküverdiler.
Güvendikleri evleri, villaları, saltanatları, medeniyetleri bir anda çöküverdi.
Güçleri, kuvvetleri teknolojileri bir sayha ile bir anda çöküverdi. Bir saika,
bir yıldırım, bir titreşim, ya da geberin diye bir ses geliverdi de ne evleri,
ne köşkleri, ne medeniyetleri kendilerini helâkten kurtaramadı. Keşke daha
önceden secdeye kapansalardı. Keşke daha önceden Rable-rinin emirlerine boyun
büküp O’nun istediği hayatı yaşamaya yönelselerdi. Onlar böyle diz çökmeye
yanaşmayınca Rabbimiz zorla diz çöktürüverdi onları.
52. “Daha önce de Nuh milletini yok eden
O’dur; çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın kimselerdi.”
Daha önce de Nuh toplumunu helâk
etmişti Rabbimiz. Nuh kavmi, çok uzun ömürlü insanlardı. Ama Rabblerine isyan
eden, Rab-blerinin kendilerine açtığı rahmet kapısı Nuh’a (a.s) ve onun
getirdiği hayat programına değer vermeyen bu insanları uzun ömürleri
kurtaramadı. Çünkü onlar da zalim ve tuğyan içinde bir hayatın
adamıydılar.
Allah’ın kendilerine gönderdiği Nuh’u
(a.s) yalanladılar. Rab-bimiz de onu ve beraberindeki inananları, onun safında
yer alıp, tercihlerini peygamberden yana kullanan, peygamberin mücâdelesini
destekleyenleri bir gemide kurtardı. Peygamberle birlikte ona iman e-den,
tercihini peygamber yolunda olmaya kullanan, oylarını peygamberin gemisinde,
peygamberin terekesinde, peygamberin safında olmaya kullananları kurtardı,
ötekilerin tamamını bir tufanla helâk etti. Allah’a kafa tutan, peygamberi
reddeden, içlerindeki salih kimseleri putlaştırıp Allah’tan gelen vahyin önüne
bunları kalkan olarak diken bu zalimleri de böylece helâk etti Rabbimiz.
Kur’an’ın başka âyetlerinde,
“çünkü onlar kör bir toplumdu” diyor Rabbimiz. Kördü onlar, gerçeği görecek
gözleri yoktu. Allah’tan gelen mesajla ilgilenmediler, Allah’ın elçisine değer
vermediler, hakkın ne olduğunu hiçbir zaman bilemediler. Kör bir toplum
olmalarından ötürü de denizde boğulmayı hak ettiler ve sonunda da cehennemi
boyladılar.
Bir toplumu daha helâk etti Rabbimiz.
Allah’a, Allah’ın elçisine karşı gelen, hayatlarına Allah’ı da, Allah’ın
elçisini de karıştırmak istemeyen, kendi bildiklerince bir hayat yaşamaktan yana
tavır sergileyen Nuh toplumu da helâk edilirken, beri tarafta aynı toplum içinde
Allah’a ve Allah’ın elçisine teslim olanlar da kurtulanlardan oldu. Başka kimi
helâk etmiş Rabbimiz?
53-54. “Lût milletinin kasabalarını yere
batıran, onları gömdükçe gömen O’dur.”
Helâk edilen toplumlardan birisi
de Lût’un (a.s) toplumudur. Altı üstüne getirilen kasabalardan birisi de Lût’un
(a.s) toplumudur. Çünkü onların âlemlerde görülmemiş, yeryüzünde hiçbir kavmin
yap-madığı korkunç bir hastalıkları vardı: Lûtîlik. Erkeğin kadınları bırakıp
erkeklere gitmesi. Lût’un (a.s) toplumunun pisliği buydu. “Allah’ın elçi-si
yapmayın, etmeyin, sizler fahişeye mi gidiyorsunuz? Aşırılığa, fah-şaya mı
gidiyorsunuz? Dünyalarda sizden önce hiçbir kavimde görül-memiş, hiç kimsenin
yapmadığı bir hayasızlığı mı yapmak istiyorsu-nuz? İnsanların dışında hayvanlar
âleminde bile benzeri görülmemiş çok çirkin bir şeyi mi yapmaya gidiyorsunuz?
Allah’ın istemediği bir hayatı yaşamaktan vazgeçin,” diye uyarır.
Ama toplum adam olmaya yanaşmaz.
“Hattâ çıkarın bu peygamberi şehrimizden! Atın bu adamları şehrimizden, çıkarın
onları beldemizden, atın bu adamları okullarımızdan, sürün bu adamları
kentimizden, yok edin bunları! Temizleyin bu adamları sokaklarımızdan, çünkü
bunlar temizlenmek isteyen kimselerdirler. Temizlik istiyor bunlar. Aşırı
temizlikten yanalar bunlar. Madem ki temizlik istiyorlar, madem ki temizlikten
yanalar, öyleyse çıkarın bunları şehrimizden de diledikleri yerde diledikleri
kadar temizlensinler. Bunlar memleketin düzenini bozuyorlar. Bunlar ülkenin
yeknesaklığını zedeliyorlar. Bunlar bizim ülkemizde fitne çıkarıyorlar. Bizler
ne güzel erkek erkeğe, kadın kadına bir ayırım yapmadan cinsel arzularımızı
tatmin edip keyiflerimize bakarken, bu adamlar Allah’tan, dinden, Allah
yasalarından bahsederek homoseksüelliğe, zinaya karşı çıkarak bizim huzurumuzu
kaçırıyorlar. Yok haramdı, yok helâldi diyerek bizim iştahımızı kaçırıyorlar.
Huzurumuzu kaçıran, bize Allah’ı, âhireti, haramı, helâlı, hesabı, kitabı,
namusu, iffeti hatırlatan ve böylece zevklerimizi kaçıran bu insanları çıkarın
ülkemizden de biz de rahat bir şekilde istediğimiz suçları işleyebilelim,
keyfimize göre bir hayat yaşayabilelim” diyorlar-dı.
Kur’an’ın başka sûrelerinde
anlatıldığına göre Rabbimiz de onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdı ki,
işlerini bitiriverdi. Kasabanın altını üstüne getiriverdi de Lût’a (a.s) iman
eden iki kızcağızı hariç kâfirlerin kökünü kazıyıverdi. Onun içindir ki Lût
kavminin Kur’an’da bir başka ismi de “Mu’tefikat”tır. Yani altı üstüne
getirilmiş bir toplum... Allah üzerlerine bir yağmur göndermiş, o yağmurun
arasında taş yağdırmış ve melekler de her biri beş bin kişiden ibaret olan iki
şehrin altını üstüne getirivermişlerdir. Bu toplumun bulunduğu yer bugünkü
Bahru’l Muhît yâni ölü deniz diye anılan Lût gölü ve çevresidir. Burası deniz
seviyesinden çok daha aşağılarda bir çukurdur ki, bu toplumun yere battığının
göstergesidir.
55. “Ey Kişi! Rabbinin hangi nîmetinden
şüpheye düşersin?”
Öyleyse ey bu âyetleriyle
Rabbinin gücünü, kudretini, Rabbi-nin nîmetlerini tanıyan insan, söylesene
Rabbinin hangi nîmetine karşı şüpheli davranıyorsun? Tüm bu gerçekleri bilen
seni Rabbinin vahyine karşı, Rabbinden sana gelen hayat programına karşı şüpheye
sevk eden ne? Yani işte sizden önceki toplumların nasıl helâk edildiklerini
gördünüz. Allah’a kafa tutanların âkıbetlerine muttali oldunuz. Hal böyleyken
halâ onların yolunu mu takip etmeye çalışıyorsunuz? Onlar Allah’ın vahiy nîmeti,
kitap nîmeti, risâlet nîmetini yalanlayıp şüpheye düştüler, bu nîmetler
konusunda peygamberlerle münakaşaya tutuştular da Allah onların işlerini
bitirivermedi mi?
56. “İşte ilk uyaranlar gibi bu Muhammed de
bir uyarandır.”
İşte bu uyarılar ilk peygamber
Hz. Adem’den (a.s) bu yana de-vam edip gelen uyarılardır. Hz. Adem’den (a.s) bu
yana Allah’ın tüm elçileri Rabblerinden gelen bu uyarılarla toplumlarını
uyarmışlardır. İşte şu anda da son elçinin uyarılarıyla karşı karşıyasınız. Ama
siz bilirsiniz. İsterseniz ilgilenmeyin bu uyarılarla. Kulak vermeyin bu son
elçinin uyarılarına. İsterseniz kitapsız ve peygambersiz bir hayat yaşamaya
devam edin. Ama unutmayın ki:
57. “Kıyamet yaklaştıkça
yaklaşmıştır.”
Unutmayın ki yaklaşan
yaklaşmıştır. Kıyamet yaklaşmıştır. Göklerin, yerlerin, tüm kâinatın, tüm
varlıkların, insanların, meleklerin, dağların, taşların yok olacağı kıyamet
yaklaşmıştır.
58. “Onu Allah’tan başka ortaya koyacak
yoktur.”
Allah’tan başka o kıyameti
getirecek, gerçekleştirecek, açacak, keşfedecek, onun ne zaman gerçekleşeceğini
bilecek hiçbir güç ve kudret yoktur. Ama Allah onu size açmayacaktır. Kıyamet
saati gelip çatana kadar onun zamanını hiç kimseye bildirmeyecektir. O emir
verdi mi kıyamet kopacaktır. Artık göklerde ve yerde hayat
bitecektir.
59. “Bu söze mi
şaşıyorsunuz?”
Ne oluyor? Allah’ın bu sözüne mi
şaşıyorsunuz? Allah’ın kitabına mı şaşıyorsunuz? İnanılmayacak bir söz mü kabul
ediyorsunuz Allah’ın kitabını? Allah’ın bu sözünde tuhaflık mı görüyorsunuz?
Tuhaf mı buluyorsunuz Allah’ın kıyamet hükmünü? Siz bilirsiniz.
60-61. “Gülüyorsunuz. Ağlamıyorsunuz,
habersiz oyalanmaktasınız.”
Allah’ın bu âyetlerini duyduğunuz
halde ağlamıyorsunuz da gülüyor musunuz? Kıyamet, hesap, kitap o kadar yaklaştı
ki, defterlerinizin dürülmesi o kadar yakın ki, siz halâ ağlamıyorsunuz da
gülüyorsunuz? Ağlanacak halinize gülüyorsunuz. Öyle bir hayat yaşıyorsunuz ki,
öyle bir dünyanız var ki hep gülmeden, eğlenmeden ibaret. Yaklaşan ölümü,
yaklaşan kıyameti unutup keyif peşinde koşuyorsunuz. Ağlanacak halinize gülüyor,
gaflet içinde bir hayatın içine gömülüyorsunuz. Başınıza geleceklerden habersiz
oyalanıyorsunuz, başınızı dik tutmaya çalışıyorsunuz. Hayır hayır, vazgeçin bu
gidişten.
62. “Artık secdeye varın Allah’a kulluk
edin.”
Hemen bir secde edelim.
Rabbimizden bir secde emri geliyor. Artık secdeye varın. Secdeye yaklaşın. Allah
karşısında bel bükün, boyun eğin. Hayatınızın her konusunda Rabbinizi dinleyin.
O’nun emirlerine itaat edin. O’nun emir ve yasakları karşısında boyun bükün.
Allah karşısında ukalalık etmeyin. O’nun kitabından habersiz bir hayat yaşamaya
kalkışmayın. Kendi görüşlerinizi, kendi anlayışlarınızı Allah’ın emir ve
yasaklarının önüne geçirmeyin. Allah’a akıl vermeye, yol göstermeye kalkışmayın.
Her konuda Allah’ı dinleyin. Allah’a kulak verin. Allah’ın istediği gibi
yaşayın. Allah ne demişse, nasıl tarif et-mişse, hemen hiç beklemeden,
savsaklamadan, şeytan gibi duymaz-dan, anlamazdan gelmeden hemen uygulamaya
koyarak Rabbinize secde edin. “Tamam ya Rabbi, baş üstüne ya Rabbi, anladım ya
Rabbi, hemen uygulamaya koyuyorum ya Rabbi!” diyerek Allah’a sec-de
edin.
Meselâ Rabbiniz tarafından size örtünün
denilmişse, Rabbiniz-den böyle bir emir almışsanız, hemen hiç beklemeden bu
konuda secdeyi gerçekleştirin. Hemen Rabbinizin istediği biçimde örtünün. İşte
bu konuda secde hemen emri yerine getirmektir. Veya meselâ na-maz kılın,
çocuklarınızı Müslümanca eğitin, Kitapla tanışın, sünnetle buluşun, hayatınıza
Allah’ın istediği biçimde program yapın denilmişse, hemen hiç beklemeden, hiç
zaman kaybetmeden “baş üstüne ya Rabbi” diyerek bütün bunları uygulamaya koymak
üzere secde edeceğiz. Tüm bu konuların secdesini, teslimiyetini
gerçekleştireceğiz Allah’ın izniyle.
Secde inkıyattır. Secde Allah’ın
emirlerine boyun eğmek, itaat etmektir. Secde, “baş üstüne ya Rabbi! Anladım ya
Rabbi! Hemen gereğini yerine getiriyorum ya Rabbi!” demektir. İtiraz etmemenin,
yan çizmemenin, savsaklamamanın beyanıdır secde. Uygulamaya koymanın beyanıdır
secde. Secde, Kur’an okununca, Kur’an’da gelen Rabbimizin emirlerine,
yasaklarına, beyanlarına evet demek, inandım demek, ben buna teslim oldum
demektir.
Öyleyse Kur’an âyetleri okununca
aklı işin içine karıştırmadan secde etmek zorundayız. Namaz kıl denince, iyi ama
yahu abdestim yok demeden, itiraz etmeden, mâzeretlerin arkasına saklanmadan,
aklı işin içine karıştırmadan hemen namaza doğrulmak zorundayız. “Tamam anladık
da hele bir çocukları büyüteyim. Hele şu müşterileri bir savayım. Hele şu okulu
bir bitireyim. Ya iyi de elbisem temiz değil. Şunları, şunları bir bitireyim de
ondan sonra kılayım,” dememeliyiz. Teslim olunmalıdır, hemen secde edilmelidir.
Tıpkı, “asanı taşa vur ey Mûsâ!” şeklindeki emir karşısında aklı işine
karıştırmadan, ya acaba suyla bunun ne ilgisi var demeden Hz. Mûsâ’nın teslim
olup emri uyguladığı gibi biz de Rabbimizin tüm emirlerini uygulayacak, hemen
hiç beklemeden secde edeceğiz.
Secdeniz, boyun bükmeniz Allah’a olsun.
Yaklaşmanız Allah’a olsun. İbadetiniz, kulluğunuz, teslimiyetiniz, bağlılığınız,
sığınmanız, güvenmeniz Allah’a olsun. Sûrenin ta başında ifade ettiğimiz gibi
Rabbimizin bu secde emrini alan Rasulullah Efendimiz ve beraberindeki mü’minler
secdeye kapanırlarken, sûreyi Rasulullah Efendimizin mübârek fem-i
saadetlerinden dinleyen oradaki müşrikler de secdeye kapanmak zorunda
kalıyorlardı. Çünkü bütün bu Rabbimizin âyetlerini dinleyen hiçbir kimsenin
başka bir seçeneği yoktu. Çünkü o günün insanı bu ifadeleri gâyet güzel
anlıyordu. Anlayan herkes, mü’min, kâfir tercihini secdeden yana yapmak zorunda
kalıyordu. Rabblerine teslimiyet anlamına bir secde gerçekleştiriyorlardı. Bu
secde elbette ki Müslümanlar adına Rabblerine bağlılıklarının devamı, tescili
anlamına, Rabblerine kulluklarının, Rabbleri yolundaki kavgalarının devamı
anlamına bir secdeydi. Kıyamete kadar bu kavga yeryüzünde devam
edecekti.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle amel etmeyi hepimize nasip etsin, kolay getirsin
inşallah. Vel hamdü lillahi Rabbil’âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder