TÛR SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
52., nüzûl sıralamasına göre 76., mufassal kısmı birinci sûreler grubunun ikinci
sûresi olan Tûr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
49’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Mekke’de Zâriyât sûresinden sonra
nâzil olmuş, âhiret, risâlet, vahiy gibi konuların anlatıldığı Tûr sûresiyle
karşı karşıyayız. İnşallah
bu sûrede Rabbimizin bize açmayı dilediği bilgilerini öğrenmeye, bu bilgilerle
haberdar olup hayatımızı onlarla şekillendirmeye
çalışacağız.
Sûrenin
ana konusu tıpkı Zâriyât sûresinde olduğu gibi âhiret konusudur. Sûre
ağırlığıyla bu konu etrafında yoğunlaşmaktadır. Bir önceki sûrede âhiret
konusunda yoğun bir şekilde deliller sunulduğu için bu sûrede deliller üzerinde
durulmayıp bu gerçeğin mutlak sûrette geleceğine dair yeminler edilmiştir. Yemin
üstüne yemin olsun ki âhi-ret bir gün gelecek onu engellemeye, ondan kaçıp
kurtulmaya kim-senin gücü yetmeyecektir denilmektedir. Daha sonrada ona iman
eden, onu iki kaşının arasında bilerek bir hayat yaşayan mü’minlerin o günkü
durumları ve onu reddeden, onu imkânsız gören ve buna göre bir hayat yaşayan
kâfirlerin durumları ortaya konulmaktadır. Bütün çıplaklığıyla cennet ve
cehennem gözler önüne serilmektedir.
Daha
sonra sûrede Resûlullah Efendimizin dâvetine karşı kâfirlerin takındıkları
tavırlar ortaya konarak şedit bir şekilde onlara uyarılar yapımlıktadır. Onlar
kendilerinin kurtuluşu için gönderilmiş olan peygambere bazen sihirbaz, bazen de
şair diyerek insanların gözünde onu küçük düşürmeye ve iman edecek insanların
inanmasına engel olmaya çalışıyorlar. Peygamber mesajıyla insanların arasına
barikatlar koymaya çalışıyorlar. İnsanların özgürce dinlerini tanımalarına engel
olmaya çalışıyorlar. Bu Kur’an Allah sözü, Allah vahyi değildir, bunu kendisi
uyduruyor, sonra da Allah’tan geldi diyerek bizi aldatmaya çalışıyor diyorlar.
Ağızlarına gelen her şeyi söyleyerek peygam-beri ve dâvetini boğmak istiyorlar.
Bir taraftan Allah asla elçi seçmez, vahiy göndermez, hayata karışmaz diyerek
vahyi reddederken, diğer taraftan da Allah bula bula bunu mu bulmuş? İçimizde bu
işe bundan daha lâyık insanlar yok mu? Diyerek vahyi kabul eder gibi görünüp
peygamberi reddetmeye çalışıyorlar. Yani ne dedikleri, ne yapmaya çalıştıkları
belli değil kâfirlerin.
Bir
taraftan o bir sihirbaz ve şairden başka birisi değildir diyerek peygamber
aleyhisselâmı küçümseyip alaya alırlarken, diğer taraftan onun dâvetinin önünü
kesebilmek için olmadık tedbirler almaya çalışıyorlar hainler. Eh eğer o bir
şair ya da sihirbaz ise niye bu kadar korkuyor ve tedbirler alıyorsunuz onun
için? Bırakın öteki şairler gibi, öteki sihirbazlar gibi deli divane o da
dolaşıp dursun insanların arasında. Şimdiye kadar hangi şair bu kadar tehlikeli
olabilmiş de? Hangi sihirbazın arkasına bu kadar insan takılmış da? Yok yok,
insanlar onu dinlemesinler, onun mesajına kulak vermesinler diye böyle diyorlar
alçaklar. Aslında onun bir şair ve sihirbaz olmadığını bal gibi biliyorlar. Onun
bu düzeni değiştirmek ve yerine Allah egemenliğinde bir düzen kurmak için gelmiş
bir elçi olduğunu çok iyi biliyorlar. İşte tüm korkuları hayatlarının
değişmesidir.
Rabbimiz
bu sûrede bu akılsız güruha onların akıllarını erdirmek için sorular sorar,
onları vicdanlarıyla hesaplaşmaya dâvet eder. Sûrede yeri gelince inşallah
üzerinde duracağımız her bir soru aslında onların beyinsizliklerini ortaya koyan
sorulardır. Daha sonra Rab-bimiz buyurur ki, ey peygamberim bu beyinsizler
senden farklı âyetler, yüzlerini yere sürtecek mûcizeler istiyorlar. Şunu çok
iyi bilesin ki benim sana gönderdiğim bu âyetler iman etmek isteyen insanlar
yeterli âyetlerdir. Bu adamlara ne tür mûcize getirsen getir yine iman
et-meyeceklerdir. Çünkü mesele âyetlerin azlığı değil, bu alçakların kibir ve
inatlarıdır. Sen yoluna devam et ve bunların lâkırdılarına kulak ver-me
denilmektedir.
Sûrenin
son bölümünde de Resûl-i Ekrem Efendimize şöyle bir nasihat gelmektedir: Ey
peygamberim, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bu densizlerin yalanlama ve
inkârlarına karşı sabretmeye devam et. Böyle sıkılıp bunaldığın durumlarda
Rabbine yönelip, O’nun koruması altına girerek hamd ile O’nu tesbih et. Unutma
ki herkese ve her şeye karşı senin güç kaynağın, sığınağın, barınağın Rabbindir.
Sürekli O’nu tesbih ederek güç ve kuvvet kazan tavsiyesi yapılmaktadır. Bizler
de sürekli Rabbimizi gündemde tutarak, sürekli Rabbimizin kitabıyla birlikte
olarak O’na dayanarak, O’na sığınarak, O’ndan yardım umarak bir hayat
yaşayacağız inşallah. Şimdi artık sûrenin âyetlerini detaylı bir şekilde
tanımaya geçebiliriz. Allah yardımcımız olsun, güzel bir anlayış versin
inşallah.
Sûrenin
âyetleri üzerinde hızlı bir gezinti yaptıktan sonra âyet-leri tek tek tanımaya
geçelim inşallah. Âhirette tekrar dirilmenin mutlaka vuku bulacağı, bir önceki
sûre olan Zâriyât sûresinde delillendiri-lerek ortaya konmuş idi. Bundan dolayı
deliller tekrar zikredilmeden, bir kaç gerçeğe ve varlığa kasem edilerek,
âhiretin varlığı bütün çıplaklığı ile gözler önüne serilmektedir: "Tûr dağına,
açılmış sayfalar üzerine yazılmış kitaba, ma'mur olan ve tavan gibi yükseltilmiş
semaya, kabarıp taşan denize yemin olsun ki, Rabbinin azabı mutlaka
gerçekleşecektir" (1-7).
Allah
Teâlâ'nın azabının inkârcılar için gerçekleşeceği kat'i bir şekilde beyan
edildikten sonra, Allah'ın güç ve kudretinin her şeyin üstünde olduğu ve O'nun
takdirini hiç kimsenin bozamayacağı gerçeği: "O'na karşı koyacak hiç bir kuvvet
yoktur" (8) âyetiyle dile getirilmektedir.
Bunun
hemen peşinden gelen âyetlerde, kıyâmet anının dehşet veren korkunçluğu tasvir
edilir ve o günün kâfirler için büyük bir azap günü olacağı, dünyada yalanlayıp
durdukları cehennem azabının içine sürüklenecekleri sarsıcı bir üslûpla gözler
önüne serilir: "Göğün şiddetle sarsılıp çalkalandığı, dağların süratle yürüdüğü
gün. Evet, işte o gün, bâtılla oyalanan, yalanlayanların vay haline! O gün onlar
cehennem ateşine sürülüp itileceklerdir" (9-13). Cehenneme atı-lan inkârcılar
topluluğuna, bulundukları durumun dünyada yalanlayıp durdukları şeyden başkası
olmadığı ve gördükleri bu muamelenin sa-dece yaptıkları kötülüklerin karşılığı
olduğu hatırlatılacak ve onlara; "Girin cehenneme! Sabredin veya sabretmeyin.
Sizin için değişen bir şey olmayacaktır. Siz, sadece yaptıklarınızın cezasını
göreceksiniz" (16) denilecektir.
Bundan
sonra, muttakîlerin durumu, onlar için hazırlanan ahi-ret nimetleri ve bu
nimetleri hak edişlerinin sebepleri dile getirilmektedir. Allah'tan korkup O'nun
emirlerini yerine getirerek, dinini hakim kılmaya çalışan kimselerin göreceği
mükâfatlar hakkında hiç bir şüphe yoktur: "Şüphesiz muttakîler, cennetler ve
nimetler içindedir" (17). Allah Teâlâ, müteakip âyetlerde muttakîlerin girmesi
mutlak olan cennetteki nimetlerin ve onları hak edenlere tattırılacak zevklerin
bir kısmının tasvirini yapmaktadır. Cennette, tarifi mümkün olmayan
güzelliklerle mükâfatlandırılan kimseler, kendilerine verilen bu nimetlerin
sebebi hakkında şuurludurlar: "Birbirlerine şöyle derler: Bizler dünyada ailemiz
arasında bulunurken Allah'ın azabından korkardık” (26).
İnkârcılar
ve iman edenlerin, âhiretteki durumları net bir şekilde canlandırıldıktan sonra
hitap, Rasulullah (s.a.s)'e yönelmekte; Mekkeli müşrikler tarafından yöneltilen
iftira ve ithamlara aldırış etmeden İslâm'ı tebliğe devam etmesi
emredilmektedir; "Ey Muhammed, sen hatırlat ve öğüt ver. Rabbinin nimeti
sayesinde sen ne bir kâhin, ne de delisin" (29). Rasulullah (s.a.s) ne zaman,
kıyamet, haşr-neşir, hesap-kitap, cennet-cehennem ile ilgili bir şeyler söylese,
müşrikler hemen, onun okuduğu âyetlerin tesirini yok etmek için iftira
kampanyalarına girişir ve olur olmaz sözler sarf ederlerdi. İşte onların bu
akıldışı tutumları tenkit ediliyor, Kur'an'da değişik şekillerde defalarca
yapılan meydan okuma bir kere daha tekrar edilerek Kur'an âyetlerine benzer bir
söz söylemeleri isteniyor, onların acziyet ve sapıklıkları dile getiriliyor:
"Yoksa, "onu kendisi uydurdu" mu diyorlar. Hayır onlar iman etmezler. Şayet
iddialarında doğru iseler Kur'an'ın benzeri bir söz meydana getirsinler"
(33-34).
Daha
sonra, inkârcıların tutum ve davranışlarının sebepleri sorgulanarak, onların bu
inkâr ve karşı çıkışlarında ne kadar büyük bir sapıklık içinde oldukları ortaya
konulmaktadır. Peygamber (s.a.s) onları, her şeyi Allah Teâlâ'nın yarattığına
iman etmeye ve O'ndan başkasına tapınmaktan kaçınmaya çağırıyordu. Ancak onlar,
mantıksız ve dayanaksız şeylerle buna karşı çıkıp, kızgınlıklarını izhar
ediyorlardı. Allah Teâlâ, bu akıldışı tutumlarının tutarsızlığını, "Onlar, bir
yaratıcıları olmadan mı yaratıldılar, yoksa kendi kendilerini mi yarattılar?
Kesin bir bilgiye sahip değillerdir. Yoksa gaybın ilmi yanlarında da
istediklerini oradan mı alıp yazıyorlar?” (35, 36, 41) gibi ifadelerle gözler
önüne seriyor. Kâfirlerin, inkârlarında ne kadar inatçı oldukları, başlarına
açıkça bir belanın gelişini gözleriyle görseler dahi her çağda olduğu gibi onun,
işledikleri kötülüklere karşı ilâhî bir musibet olduğunu bir türlü kabul
etmeyecekleri ve değişik yorumlar getirerek son ana kadar sapıklıklarını
sürdürecekleri şu âyet-i kerîme ile ortaya konmaktadır: "Üzerlerine azap olarak
gökten bir parça düşer görseler: Üst üste yığılmış buluttur" derler"
(44).
Sûrenin
sonunda, Peygamber (s.a.s)'in şahsında bütün iman edenlere seslenilerek, Allah
Teâlâ'nın çizdiği yolda yürürken karşılaşılan zorluklara sabredilmesi
emredilmektedir, endişe ve korkunun yersizliği, Allah'ın korumasının bütün iman
edenlerin üzerinde olduğu, "(Ey Muhammed!) Sen Rabbinin hükmüne sabret. Şüphesiz
sen bizim himayemiz altındasın. Kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et" (49)
ifadesiyle bildirilmektedir.
Sûre,
akşam, yatsı, teheccüd ve sabah namazlarını ve güneşin batışından doğuşuna kadar
olan zamanın bir bölümünde Allah Te-âlâ'yı tesbih etmeyi işaret eden âyetle son
bulmaktadır: "Gecenin bir bölümünde de, yıldızların batışında da O'nu tesbih et"
(49).
Evet bu genel tanıtımdan sonra
inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz. Sûre, Mekkî sûrelerin
karakteristik bir özelliği olarak yeminlerle söze başlar:
1-7. “Tûr’a, yayılmış, ince deri
üzerine satır satır dizilmiş Kitaba, mamur bir ev olan Kâbe’ye, yükseltilmiş
ta-van gibi göğe, kaynayacak denize andolsun ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz
gelecektir.”
İlk yemin Tûr’a. Tûr’a andolsun
ki. Tûr, Hz. Musâ’ya (a.s) vahyin, Tevrat’ın indirildiği, yeryüzünün Tevrat’la
müşerref olduğu dağın adıdır. Allah kelâmının yeryüzüne indirilişine sahne
olmuş, vahyin gelişine şahit olmuş, Allah sözünü işitmiş ve daha sonraları
kendilerinden kendisine kulluk konusunda misa k almak için İsrâiloğullarının
üzerlerine kaldırılmış olan dağdır. Rabbimiz Tûr’a yemin ederken yeryüzünü
aydınlatan vahyine dikkat çekiyor. Tûr’a yeminden hemen sonra kitaba and
içilmesi bize Musâ’ya (a.s) vahyin indirildiği bölgeyi
hatırlatmaktadır.
Sonra ikinci yemin olarak yayılmış,
açılmış, ince deri üzerine satır satır yazılmış olan kitaba yemin olsun ki.
Açılmış, yayılmış, dizilmiş, harfleri, kelimeleri belli bir âhenkle dizilip
tertiplenmiş Tevrat’a, Allah kitabına yemin olsun ki. Kitap ifadesinin nekre
oluşundan hareketle, İsrâ sûresini de yardıma çağırarak kıyamet günü apaçık
ortaya çıkarılacak olan kulların amel defterlerine, kitaplarına yemin olsun ki.
Tüm kâinatın kaderinin yazılı olduğu Levh-i Mahfuz’a yemin olsun
ki.
Beyt’ül-Mamur’a, yükseltilmiş bir
ev olan Kâbe’ye yemin olsun ki. Beyt’ül-Mamur, meleklerin sürekli tavaf
ettikleri ve Rasulullah Efendimizin de mi’râc’da yanı başında gördüğü, yanında
sürekli Allah’ın tesbihinin, Allah’ın hamdinin gündeme getirildiği bir evdir.
Yedinci kat semâda bir beyttir ki, her gün yetmiş bin melek tavaf eder. Veya
Beyt’ül-Mamur kıyamete kadar sürekli mamur olan, bir an bile tavaftan, hamdden,
ziyaretten uzak bulunmayacak olan, her an mutlak mânâda tavafa, ibadete açık
olacak olan Kâbe’dir. Çünkü o Beyti inşa eden iki kutlu Allah elçisi dua
etmişlerdi. Bakara’da duaları anlatılır. Hac sûresinde de:
“Bana hiç bir şeyi ortak koşma; tavaf edenler,
orada kıyama duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için evimi temiz tut”
diye İbrahim’i Kâbe’nin yerine yerleştirmiştik.”
(Hac 26)
Yükseltilmiş tavana, gökyüzüne, arşa
yemin olsun ki. Bu yeminle, şu yükseltilmiş, bize ait olan, bizim görüşümüze
muhatap olan şu yüksek semâya, birinci semâya yemin edilmiş olabileceği gibi,
bizim göremediğimiz, bilemediğimiz yedi kat semâyı, kürsî’yi kapsayan arşa yemin
edilmiş de olabilir.
Mescûr denizlere, tutuşan, kabaran
denizlere yemin olsun ki. Ya da hapsedilmiş, yer altına gidip kaybolmaktan
korunmuş denizlere andolsun ki. Tekvîr sûresinin ifadesiyle, kıyametin kopuşu
esnasında yakılmış, alevlendirilmiş denizlere, yahut Allah’la, Allah’ın elçisi
Musâ ile (a.s) savaşa tutuşan Firavun’un boğulup yok edildiği denize de and
içilmiş olabilir.
Şu anda yeryüzünde Rabblerine
isyan içinde bir hayat yaşayan kâfirleri, zalimleri boğup helâk etmekten
tutulmuş, engellenmiş, alı konmuş denizlere yemin olsun ki. Çünkü denizlere
yeminden hemen sonra Rabbimizin azabının gündeme getirilişinden anlıyoruz
bunu.
Bütün bunlar üzerine yemin olsun ki,
Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Bütün bunlar üzerine yapılan yeminle, bu
yeminlerin cevabı olarak bize hatırlatılan odur ki, Rabbimizin azabı kesin
olarak gelecek ve gerçekleşecektir. Ya da Rabbinin azabı işte o gün vaki
olacaktır.
8. “Onu savacak
yoktur.”
Artık O’nun azabı geldiği zaman
kimse ona engel olamayacak, kimse ondan kurtulamayacaktır. Rabbin azabına kim
engel olabilecek ki? Engelleyicisi yoktur onun. Kimse onun önüne geçemeyecek,
kimse onu engelleyip defedemeyecektir. Ya da onunla buluşacak insanların o
azapla buluşmasını kimse önleyemeyecektir. Allah azabını kimlere ulaştırmayı
murad buyurmuşsa, o azabın müşterileri ile azabın arasına kimse giremeyecektir.
Tûr dağını İsrâiloğullarının başlarının üzerine kaldırarak Rabbimiz onlardan
ahit alırken onlar Tûr’un tepelerine düşmesine engel olabilmişler mi?
Veya Firavun’u ve askerlerini
denizde boğarken engel olabilmişler mi? Öyleyse kıyametin kopuşuna, âhiretteki
hesabın, kitabın vukuuna, hesap, kitap sonrası azabı hakkedenlerin cehenneme
yuvarlanmasına kim engel olabilir? Hesap, kitap günü kulların amel defterlerinin
ortaya dökülmesine kim engel olabilir? Gerek bu dünyada, gerekse âhiret gününde
Kur’an’ın hakemliğine kim engel olabilir? Beyt-i Mamurun azametini kim yok
sayabilir? Göklerin, yerin, arşın, kürsinin tüm bu azametli varlıkların sahibi
olan Allah’ı kim diskalifiye edebilir? Şu denizlerin büyüklüğünü kim
reddedebilir? İşte onların sa-hibi, varlığın sahibi olan Allah buyuruyor ki,
“muhakkak Rabbinin azabı gerçekleşecek ve onun önüne hiç kimse geçemeyecektir.”
İşte Rabbimiz tüm bu gerçekleri
insanlara duyuran, hepsi de insanlığı bu gerçeklerle uyarmış olan tüm semavî
kitaplara yemin ederek diyor ki; “ey kullarım, ey insanlar, unutmayın ki bir gün
gelecek hayat bitecek. Hepiniz öleceksiniz. Ama yine kesinlikle bilesiniz ki bu
ölümünüz yok oluşunuz anlamına gelmemektedir. Sizi öldüren Allah bir gün sizi
yeniden diriltecek, yaşadığınız hayatın hesabını ver-mek üzere sizi huzurunda
toplayacak ve sorgulama sonrası amellerinize göre size mükâfat veya azap takdir
edecektir. Tıpkı kitapların, peygamberlerin, Tûr’un, denizin Firavun ve
toplumuna verilen cezaya, Musâ (a.s) ve onunla beraber olan İsrâil oğullarına
verilen mükâfata şahit oldukları gibi. Bir grubun Allah’a kulluğunun karşılığı
olarak yükseltilip, öteki grubun da Allah’la savaşa tutuşmalarından ötürü
alçaltıldıkları gibi yarın aynı durum gerçekleşecektir.”
9-12. “Göğün sarsıldıkça
sarsılacağı, dağların yürüdükçe yürüyeceği gün; işte o gün, daldıkları yerde
eğlenip oyalanarak kıyameti yalanlayanlara yazık
olacak!”
O gün gökler savrulup,
çalkalanıp, sarsıldıkça sarsılacak. O gökyüzündeki yıldızlar, gökcisimleri
paramparça olacak. Gökyüzünün tavanlığı, korunmuşluğu bitecek, güneşin defteri
dürülecek, ay ve güneş bitecek, yok oluşta ay güneşi takip edecek. Dağlar da
yerinden sökülüp yürütülecek. Dağların kazıklığı bitecek, yeryüzü için denge
unsuru oluşu sona erecek, yeryüzünün temel direkleri olan dağlar da yok olup
gidecek. Artık sığınma mekânizmaları kalmayacak, insanoğlunun ayağı yer
tutmayacak. Az evvel sözünü ettiği azaptan, azabın gerçekleşmesinden önce azabın
habercisi, kıyametin işareti olarak Rabbimiz bunları gerçekleştirecek. Bütün bu
hadiseler cereyan ederken artık insanoğlu hayatının, dünyasının bittiğine bizzat
kendisi gözleriyle şahit olacak. Reddettiği, kabul etmediği, imana yanaşmadığı
gerçeklerle burun buruna gelecek.
İşte burada bir kişinin kendi kendisine
lânet etmesi kendi kendisine yazıklar olsun demesi gündeme gelecek. İşte o gün,
daldıkları yerde eğlenip oyalanarak kıyameti yalanlayanlara yazık olacak. O gün
yalanlayanların vay haline! Allah’ın o gününü, diriliş, hesap, azap gününü yalan
sayarak, yok farz ederek yaşayanların vay haline o gün. Yazıklar olsun o günü
yalanlayanlara! Veyl olsun o günü gündemde tutmayanlara. Veyl olsun o günü
hesaba katmadan yaşayanlara. O gün yalanlayanlardan olmak ister misiniz? Helâki
hak edenlerden olmak ister misiniz? Böyle bir âkıbete razı mısınız? Rabbimizin
sorgulamasını, Rabbimizin azabını, cehennemini hesaba katmadan bir hayat
yaşayalım da, kâfirce bir dünya yaşayalım da, o gün bize de ««denmesini ister
misiniz? İster misiniz böyle bir durumla karşı karşıya gelmeyi? Allah diyor ki,
“onlar daldıkları bir batakta, bir çıkmazda saçma bir dünya içinde, haktan uzak,
kulluktan uzak bâtıl bir uğraşı içinde oyalanıp duruyorlardı. Kitaptan uzak,
peygamberden uzak bir oyun oynaş içinde bocalayıp duruyorlardı. Âhireti, hesabı,
kitabı yalan sayarak, yok farz ederek, o günü bir oyun, eğlence kabul ederek,
başlarına gelecekleri düşünmeden bir hayat yaşıyorlardı. Eğer sizler de, bizler
de böyle acı bir âkıbetle yüz yüze gelmeyi istemiyorsak o zaman o
yalanlayanların şu özelliklerine sahip olmamaya azami dikkat etmek zorundayız.
Neymiş o yalanlayanların özellikleri?
“Onlar bâtılda, bâtıllarda, bâtıl
yollarda, hatalarda, saçma sapan fikirlerde, saçma sapan sistemlerde, Allah’ın
onaylamadığı, Kitabın izin vermediği bir hayat tarzında oyalanıp duruyorlar.”
Kitap ve sünnetten habersiz bir hayatın içinde sürüklenip gidiyorlar.
Yalanlayanların, yalan sayanların birinci özellikleri işte budur. Allah’ın
istediği, kitabın onayladığı bir hayattan uzaklaşıp, bâtılın, küfrün, şirkin,
zulmün, sapıklığın içinde bir hayat yaşamak. Eğer yarın bize de veyl ol-sun
denilmesini istemiyorsak, cehenneme akmaya razı değilsek o za-man kesinlikle
bugün kitaptan, peygamberden habersiz, hesaptan, ki-taptan habersiz oyun ve
oynaş içinde, bâtıllar içinde bir ömür tüketmeden yana olmayacağız. Kitabı,
peygamberi tanıyacağız, kitabın ve peygamberin onayladığı bir hayat yaşayarak
cennete gitme hedefi içinde olacağız. Bâtıla, küfre, zulme, şirke, yalanlamaya,
oyun ve eğ-lenceye dayanmayan bir hayatı, Allah’a kulluğu esas alan bir hayatı
da elbette yine ondan isteyeceğiz. Böyle bir hayatı bulabilmek için O’nun
kitabına ve elçisinin örnek hayatına müracaat edeceğiz.
13-14. “Cehennem ateşine itildikçe
itildikleri gün, onlara: “İşte yalanlayıp durduğunuz ateş
budur;”
O gün onlar cehennem ateşine öyle
bir sürüklenmeyle sürüklenirler ki, o sürüklenme onları çok küçük düşürür. O gün
onlar dillerine dolayıp alay konusu yaptıkları cehennem ateşine aşağılayıcı,
horlayıcı bir itilişle itilecekler. Rezil hayvanlar gibi kakalanacaklar ateşe.
Kendilerine, “işte dünyada yalanlayıp durduğunuz, alaya alıp durduğunuz
cehennem, buyurun. Haydi tadın bakalım nasılmış cehennem!” denilecek ve sürüler,
kitleler halinde ateşe sürülecekler. Dünyada bu ateşi yalanlayanların, yok farz
edenlerin, yalancıların âkıbeti işte budur. İşte yalanladığınız ateş, girin de
yalan mıymış, gerçek miymiş görün bakalım denilecek. Yine denilecek
ki:
15-16. “Bu bir büyü müdür, yoksa
hâlâ görmez misiniz? Girin oraya, sabretseniz de sabretmeseniz de artık birdir:
ancak işlediklerinizin karşılığını görüyorsunuz”
denir.”
Söyleyin bakalım, bu bir sihir
miymiş yoksa bir büyümüymüş? Sihir kabul ettiğiniz bir kitabın, sihirbaz
saydığınız bir peygamberin verdiği bu haberler gerçek miymiş, yoksa sihir
miymiş? Yoksa siz mi görmüyorsunuz? Yoksa siz mi bilmiyorsunuz? Şu anda bir
sihir içinde misiniz, yoksa bir gerçekle mi karşı karşıyasınız? Sizler dünyada
size bu günü haber veren kitaba sihir; sizi bu günün azabından korumak için
çırpınan peygambere sihirbaz diyordunuz. İşte sihir dediğiniz, yalan dediğiniz
ateş karşınızda duruyor. Bakın bakalım bu ateş sihir miymiş, değil miymiş?
Hayır hayır, sizler şu anda
gerçeklerle karşı karşıyasınız. Dün-yadayken reddediyordunuz, olmaz, gelmez
diyordunuz, ama işte şu anda o azabın içindesiniz. Hâlâ göremiyor musunuz?
Buyurun, girin oraya, dilerseniz sabredin, isterseniz sabretmeyin. Bunu siz
bilirsiniz. Sabredip, boyun büküp kabullenseniz de, sabretmeyip bağırıp
çağırsanız da fark etmez, üstünüzde ve altınızda ateş var, ateş azabının
içindesiniz. Bu azaptan kurtulmanız asla mümkün değildir. Sizler tavır
belirlemekte serbestsiniz. Dilediğiniz şekilde hareket edebilirsiniz. İs-ter
sabredin, ister sabretmeyin sizin için müsavidir. Ne yaparsanız ya-pın, çare yok
amellerinizin karşılığıyla cezalandırılacaksınız. Ama tam amellerinizin
karşılığıyla. Çünkü Allah kimseye zulmetmez. Siz kendi yaptıklarınızın
karşılığını buluyorsunuz. Sabredilebilir mi bu ateşe? Dayanılabilir mi bu
cehenneme? Hani Bakara sûresinde:
“Onlar hidâyet yerine sapıklığı, bağışlanma
yerine azabı satın alanlardır. Bu halleriyle onlar ateşe karşı ne kadar da
sabırlıdırlar.”
(Bakara 175)
buyuruluyordu. “Bunlar, bu
zalimler Allah’tan gelen hidâyeti dalâletle değiştiren kimselerdir. Bunlar
iyiliğe, hayra, hakka, hidâyete tahammül edemeyerek zevkler, bâtıllar peşinde
yuvarlanıp giderlerken kendilerini ateşe götürecek amellere karşı ne kadar da
tahammüllüler,” diyor Rabbimiz. “Cehenneme karşı ne kadar da cesur ve
sabırlılar, ey kullarım, bunu bugünden anlayın da ondan uzaklaşmaya çalışın”
diye bize bunları anlatıyor.
Bundan sonraki âyette hemen cennet
gündeme getiriliyor. Ki-tabımızın ikili bir anlatım usulü vardır. Cehennem ve
cehenneme yuvarlananlar anlatılınca korktuk, ürktük, şimdi de mü’minlere
ferahlık verecek müjdeler geliyor. Bakın Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
17-18. “Allah’a karşı gelmekten
sakınanlar, şüphesiz, cennetlerde ve Rabblerinin kendilerine verdikleriyle zevk
duyarak nîmetler içindedirler. Rabbleri onları cehennem azabından
korumuştur.”
Muttakîler, Allah’ın dininin
bilincinde olanlar, Allah’a kulluklarının, Allah’a karşı sorumluluklarının
şuurunda olanlar, Allah’ın koruması altına girenler, velâyetlerini Allah’a
verenler, Allah’ın kitabıyla ve resûlünün sünnetiyle birlikte olanlar, kitapla
ve peygamberle yol bulanlar, hayatlarını, bakışlarını, düşüncelerini,
hayatlarını, dünyalarını, âhiretlerini, değer yargılarını, tanımlarını Allah’ın
kitabına göre düzenleyenler, hayatlarını Allah için yaşayanlar, hayatlarında
Allah’ın sınırlarını aşmama konusunda duyarlı olanlar, cehennemden korunanlar
cennetlerde ve nîmetler içindedirler. Rabblerinin kendilerine sunduğu hesapsız
nîmetler içindedirler. Rabbleri onları cehennem azabından
korumuştur.
Bunlardan olmak istersiniz değil mi?
Muttakîlerden olmak ve onların erdirildikleri cennetlerde nîmetler içinde yüzmek
istersiniz değil mi? Cehennemden, dayanılmaz ateşten kurtulmak ve korunmak
istersiniz değil mi? Kim istemez ki bunu? Cennette ebedî yaşamayı, hiç ölmemeyi,
hiç hasta olmamayı, hiçbir sıkıntı çekmemeyi, hiç tasa duymamayı kim istemez ki?
Ama unutmayın ki bunun yolu takvadan geçmektedir. Allah’ın kitabıyla beraber
olmaktan, kitapla yol bulmaktan, kitabın uyarılarıyla, peygamberin gösterdiği
şekilde hareket etmekten, hâsılı hayatı Allah için yaşamaktan geçmektedir. İşte
böyle yaşayanlar:
“Rabblerinin ihsanlarıyla,
lütuflarıyla, Rabblerinin verdikleriyle mutludurlar, en güzel bir hayatı
yaşamaktadırlar.” Saadet yurdu cennete girmekle beraber aynı zamanda Rabbleri
onları cehennem azabından da korumuştur. Bu da ayrı bir nîmet. Cennete gitmek
ayrı bir nîmet, cehennemden kurtulmak ayrı bir nîmettir. İşte cennetin en güzel
yanı da cehennemden âzâd olmak, ateşten berat etmektir. Şu an-da, bu dünyada
hâlâ cenneti kaybetme, cehenneme gitme ihtimalimizin bulunduğu bir atmosferde,
kabirde, mahşerde insan kendini hiç mutlu hissedebilir mi? Kendini hiç güvende
hissedebilir mi? Ama bakın şu anda cehennemden kurtulmuş, cennete girmiş
Müslümanlar, muttakîler için en büyük mutluluk gerçekleşmiştir. Kendilerine
denilecek ki:
19-20. “Onlara şöyle denir:
“İşlediklerinizden ötürü, dizi dizi tahtlara yaslanarak afiyetle yiyin
için. Onlara, ceylan gözlü eşler
veririz.”
Amellerinize karşılık buyurun
afiyetle yiyin için. Sizler dünyada bu cenneti kazanacak ameller işlediniz,
Rabbinizi razı edecek kulluklar yaptınız, cennete lâyık tavırlar peşinde
koştunuz. Müslümanca bir hayat yaşadınız. Hayatınızı o hayatın sahibinin yolunda değerlendirdiniz. Kitaba sahip
çıktınız, peygamberi sahiplendiniz. Yaptıklarınızı Kitap ve peygamber kaynaklı
yaptınız. Kitabı ve peygamberi hayatınızda hareket noktası yaptınız. Âhireti,
hesabı, kitabı bir an bile unut-madan yaşadınız.
İşte böyle bir hayat
yaşamalarının karşılığında muttakîlerin elde ettiği cennette, dizilmiş,
tertiplenmiş, dizayn edilmiş tahtlar üzerinde yaslanmış, iri, ceylan gözlüler
vardır. Meliklerin, kralların tahtlarının kat kat üzerinde, kat kat güzelliğinde
tahtlar, arşlar hazırlanmış ve orada hiç kimsenin ulaşamayacağı saltanatlara
ulaşmışlardır. Hem de asla zeval bulmayacak, asla kaybedilmeyecek, asla sonu
gelmeyecek saltanatlar. Dünyadakiler gibi geçici değildir bunlar. Sıkıntı yok,
dert yok, keder yok, saltanatları kaybetme yok, yitirme ıstırabı yoktur. İri
ceylan gözlü hûriler, cennet eşleri vardır.
21. “İnanan, soyları da inançta
kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiç bir
şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.”
Rabbimiz, “imanla onları
izleyenleri de onlara katarız, katacağız” diyor. Yani onlara imanla tabi olan
zürriyetlerini cennette atalarına ilhak edeceğiz. “Eğer babalar, atalar tüm
hayatlarını Allah için yaşayan, Allah’a, Allah’ın istediği gibi teslim olan,
Allah’ın istediği gibi kulluk eden sabikûndan iseler ve onların arkalarından
gelen oğulları, torunları her şeyleriyle onlar gibi olamasalar bile, onları
takip ediyorlarsa, onları da Rabbimiz babalarının, dedelerinin yanında cennetle
mükâfatlandırıyor. Ataları kadar muttakî olamasalar bile onların yolunda olma
çabalarından ötürü Rabbimiz onları da atalarıyla cennette beraber kılacağım,”
buyuruyor. Değil mi ki onlar iman etmişler, değil mi ki onlar atalarının
imanlarına sahip çıkmışlar, imanda atalarının ardı sıra gitmişler, atalarının
amellerinden hiçbir şey eksiltmeksizin zürriyetlerine mükâfat vereceğini
vaadediyor Rabbimiz.
O mü’minler kendileri cennete girdiği
gibi zürriyetleri de cennete girecek. Meselâ adam kendisi cennette olduğu halde,
babası, anası, karısı, kızı başka cennetlerde, başka yerlerde, başka makamlarda
olabilir. Bu durumda sevdiklerinden ayrılık mü’mini sıkabilir. Halbuki Rabbimiz
cennette mü’minleri üzebilecek her şeyi kaldırmıştır. Cennette kulları sıkıntıya
sokabilecek, orada huzuru kaçırabilecek hiçbir şey yoktur. Orada sadece huzur,
sükun, mutluluk vardır.
“Babalarının amellerinden hiçbir şey
eksiltilmeden” ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Onların yolundan giden,
onlara tabi olan evlâtlarını cennette babalarıyla buluşturmak için babaların
dereceleri evlâtların derecelerine düşürülmeyecek de, evlâtların dereceleri
babaların derecelerine yükseltilecektir. Evlâtlardan çokları iman ve amel
yönünden atalarından geridedirler. Meselâ bizler şu anda atalarımız olan
sahâbeye nazaran gerilerde olsak da, gücümüz nispetinde onların yoluna tabi
olmaya çalıştığımız için Rabbimizin bizi onlara ilhakını umuyoruz. Ama şurası da
asla unutulmamalıdır ki:
“Herkes kendi kazancına rehindir.” Yani
herkes kendi kazandıklarıyla cenneti kazanmaktadır. Değilse ana-babanın
kazancıyla cennet kazanmış oğul, kız olmaz. Ana-baba da, evlâtlar da Allah’ı
razı edecek ameller işlerler, kendi işledikleriyle cenneti kazanırlar da, her
iki grubun da mükâfatlarını Rabbimiz cennette birlikte verir. Değilse oğul, kız
müslümanca ameller işlemediği halde ana-babanın amellerinden onlara verilip de
aslında cehennemlik olan evlâtların cennete gitmesi gibi bir yasa söz konusu
değildir. Rabbimizin bu konudaki ya-sası, ana-babalarının müslümanca bir hayat
yaşadıklarını gören evlâtlar, torunlar da aynen ataları gibi bir hayat yaşamayı
hedefler, ama onlar gibi üstün bir iman ve teslimiyete ulaşmamış olsalar bile,
onların yolunda olmalarından ötürü Rabbim yine onları da atalarıyla birlikte
cennette büyük büyük mükâfatlara nail eder. Âyetin devamının beyanıyla, hiçbir
oğul babası, hiç bir baba da oğlu, kızı sebebiyle cennete giremez.
Yani oğul cehennemlik olduğu
halde, baba cennette olduğu için baba sebebiyle cennete giremez. Ama oğul da,
baba da Allah için bir hayat yaşarsa, herkes ameliyle rehin olduğu için cennete
gider. Sanki Rabbimiz bir yanlış anlaşılmaya mahal bırakmamak için âyetin
sonunda bir uyarıda bulunuverdi. “Bakın ey kullarım, sakın ha aile şe-refine,
aile bağına güvenmeyin. Atalarımız şöyleydi, böyleydi diyerek onlarla övünme,
onlara güvenme yoluna gitmeyin. Herkes kendi ameline rehindir. Atalarınıza bel
bağlamanız size cenneti kazandıracak salih ameller işlemekten alıkoymasın.”
İnsanlar kendi amelleriyle cennete
girecekler. Peki ne varmış o cennetlerde?
22. “Cennette olanlara
diledikleri meyve ve etten bol bol veririz.”
Orada iştahları açıcı, iştahları
kabartıcı etler ve meyveler vardır. Bol bol etler ve her türlü meyveler vardır.
Amellerinin, sa’ylerinin semeresi ve meyveleri vardır onlar için. Tabi bunlar,
bu meyveler ihtiyaç için değil, lezzet için, keyif
içindir.
23. “Orada kadeh tokuştururlar;
fakat bunda ne bir saçmalama, ne de bir günâha girme
vardır.”
Şarap dolu kadehlerle, kâselerle
birbirleriyle kapışırlar. Kâselerle âlem yaparlar. Ama oradaki içki âlemlerinde,
içki meclislerinde dünyadaki gibi insanların, birbirlerinin namus ve şereflerine
yönelik üzücü, kırıcı sözler söylettirmeyen, abuk-sabuk konuşturmayan,
lağ-viyyat ve günâha sokmayan, saldırı ve sataşmaya sevk etmeyen, boş ve saçma
sapan konuşturmayan içkiler vardır. Sarhoş etmeyen, insanların akıllarını
gidermeyen içkilerdir onlar. Rabbimiz tarafından cennetlik kullarına verilen
bütün bu güzel nîmetler Müslümanlara birer uyarı, birer hedeftir. Eğer şu anda
yaşadığımız bu dünya hayatında hedefimizde bu nîmetler olursa elbette
amellerimizi ona göre yapacağız demektir. Peki başka ne varmış o cennette?
24. “Sedefteki inciler gibi olan
gençler yanlarında dolaşırlar.”
O cennetlik mü’minlerin etrafında genç
hizmetçiler, ellerindeki kadehlerle tavaf ederler. Onlar o mü’minlere aittirler,
onların hizmetine âmâdedirler. Ellerinde şarap dolu kadehlerle, kâselerle
efendilerine hizmet için dolaşır dururlar. Onlar, o hizmetçiler sedefte saklı
inciler gibi güzel ve tertemizdirler. Hiçbir el, hiçbir göz değmemiş,
kirlenmemiş, sadece efendilerine mahsus pırıl pırıl inciler gibidirler.
İnsanların bakışlarından gizlenmiş, kimsenin görmediği, kimsenin bilmediği
sadece efendilerinin hizmetine âmâde kılınmış tertemiz, bembeyaz tomurcuk
gençlerdir onlar.
Sâffât sûresinde bunların
gılmanlar olduğu anlatılır. Düşünebiliyor musunuz? Şu saltanatı gözünüzün önünde
canlandırabiliyor musunuz? Şu büyük saltanatın yanında, şu müthiş devlet ve
nîmetlerin yanında şu dünya melikleri, şu dünya kralları ne kadar sönük kalıyor
değil mi? Dilediğiniz her zaman ulaşabileceğiniz nîmetler ve üstelik
dünyadakiler gibi bitme, tükenme, son bulma gibi bir derdiniz de
yok.
25. “Birbirlerine dönüp
soruşurlar:”
Orada, o cennette, o zevk
ortamında mü’minler birbirlerine yö-nelip sorarlar, soruştururlar. Müslümanlar
birbirlerine yönelip konuşmaya, sohbet etmeye başlarlar. Dünyada birbirleriyle
tanışanlar, dost olanlar, dünyada birlikte Allah’a kulluk edip cenneti kazanma
kavgası verenler, dünyada Müslümanca bir hayatı gerçekleştirmenin birlikte
endişesini paylaşanlar, Müslümanca namaz kılanlar, Müslümanca in-fak edenler,
Allah dininin yücelmesi, Allah kullarının İslâm’a yönelmesi adına dünyada
Müslümanca savaş verenler orada zevk ve sefanın içinde kadeh tokuştururlarken,
hûrilerine, gılmanlarına yaslanmış sohbet ederlerken birbirlerine yönelip hal
hatır sorar, muhabbet eder, birlikte yaşadıkları dünya hayatını hatırlayıp
geçmişe yönelik sohbete başlarlar. Derler ki:
26-28. “Doğrusu bundan önce
ailemizin yanında bile korku içindeydik; Allah lütfedip bizi kavurucu azaptan
korudu; doğrusu bundan önce de O’na yalvarıyorduk; şüphesiz O, iyilik yapandır,
acıyandır.” derler.”
“Doğrusu bizler, gerçekten
dünyadayken ailemiz içinde, evimizde, kentimizde, köyümüzde yaşarken bayağı
sıkıntı çektik. Zor günler geçirdik. Şeytan ve dostlarından epey sıkıntılar
çektik, zorluklar gördük. Endişeliydik. Kendimizden, ehlimizden endişe
ediyorduk. Ne olacak? Ne yapacağız? Acaba başımıza neler gelecek? Acaba
gelecekte nasıl bir çizgi takip edeceğiz? Acaba Rabbimizin rızasını kazanıp
cennete mi yoksa cehenneme gidip orada dayanılmaz azapların içinde mi bulacağız
kendimizi? Acaba çoluk çocuklarımızın durumu, âkıbeti nasıl olacak? Acaba bu
zalimler bizden sonra onları din-lerinden koparıp kâfir mi yapacak? Acaba bizler
ve çocuklarımız Müs-lümanca ölebilecek miyiz? diye bayağı bayağı sıkıntılar
çektik, endişelendik.
Bu korkularımızdan, bu
endişelerimizden dolayı dünyada zevk ve sefaya dalıp şu anda olduğumuz gibi
güven içinde hissetmiyorduk kendimizi. Şu anda yaptığımız gibi dünyada gülüp
eğlenemiyorduk. Tüm hayatımızda ciddi bir korku içindeydik. Hep bugünün
korkusuyla tir tir titriyorduk. Ama bakın ki şimdi cennette hiçbir korkumuz,
hiçbir endişemiz kalmadı. Rabbimiz lütfu ile tüm kederlerimizi, tüm
hüzünlerimizi kaldırıverdi” diyorlar.
Elbette Müslümanlar dünyada Allah’ın
azabından asla emin olmayan, gelecek kaygısıyla tir tir titreyen insanlardır.
Ama yine Müslümanlar hayatları boyunca Allah’ın rahmetinden de asla ümit
kesmeyen insanlardır. Bu çok önemlidir. Bir Müslüman ne kadar Müslüman olursa
olsun, ne kadar amel işlerse işlesin, ne kadar kulluk yaparsa yapsın, Allah’ın
azabından emin olduğu anda kaybetmiş demektir. Yani “ben kesin cennetliğim,
benim cennete gidişime kimse engel olamaz” dediğimiz an, Allah korusun cehenneme
yönelişimiz başlamış demektir.
Veya “ben kesin cehennemliğim,
beni cehenneme gidişten kimse engelleyemez, beni azaptan kimse kurtaramaz”
dediğimiz an da kaybımız başlamış demektir. Allah’tan asla ümit kesmeyeceğiz,
dünyada Rabbimizin rahmetinin sürekli bizimle beraber olduğunu, O’nu razı edecek
amellere, kulluğa yöneldiğimiz takdirde öte âlemde de bizi cehennemden
kurtaracağını ümit eder ve O’nun azabından sürekli bir korku içinde olur, “aman
bizi ateşinden koru ya Rabbi!” diyerek bir hayat yaşarsak rahmeti bizimle
birlikte olacaktır inşallah.
“Dünyada Rabbimizden korkuyorduk,
geleceğimizden endişe içindeydik, ama işte Rabbimiz bize nîmetlerini lütfetti de
bizi kavurucu ateşin azabından korudu. Elhamdülillah bize merhamet buyurdu”
diyecekler. Gerçekten, cennet elhamdülillah denilecek bir ortam. Ateşten
korunmuş bir ortam. “Elhamdülillah ki dünyada endişe duyduğumuz ateş bize
gelmeyecek, bize dokunmayacak. Zaten biz önce hep O’na yalvarır, yakarır, hep
O’na dua ederdik. Bizim başka yalvarıp ya-karacağımız, halimizi arz edeceğimiz,
kapısında yardım dileneceğimiz, dua edip sığınacağımız yoktur. Allah hep iyilik
sahibidir, lütuf sahibidir, merhamet sahibidir.”
Bundan sonra, bu gündeme getirilen
yeminler, bu yeminlerin cevabı olarak ortaya konulan kıyamet, azap, cennet,
cehennem gündemleri arasında şimdi de bize Rabbimizden emirler, görevler
gelecek. Önce Rasulullah Efendimize, sonra da onun şahsında bize kulluk
maddeleri sunulacak:
29. “Ey Muhammed! Öğüt ver;
Rabbinin nîmetiyle sen, ne kâhinsin, ne de
delisin.”
“Peygamberim sen uyar, sen
hatırlat, sen tezkir et insanlara bu âyetleri. Sen gündem olarak bu âyetleri
insanlara ulaştır. İnsanların gündemlerini bu âyetlerle oluştur. İnsanları
vahiyden habersiz ken-di kendilerine, kendi hevâ ve hevesleriyle oluşturdukları
sun’i gündemlerinden uzaklaştırıp kıyamet, hesap, kitap, azap, ikap, cennet,
cehennem gündemleriyle onların hayatlarını doldur. Böylece onlar senin
kendilerine duyurduğun âyetlerin gündemine yönelsinler, onu konuşsunlar, onu
düşünsünler, onu araştırsınlar ve Allah’ın rızasını kazanmanın derdi, hesabı
içine girsinler. Yarın için kendilerini Allah’ın gazabından ve cehenneminden
kurtaracak amellere yönelsinler.” Bu-nu peygamberine bir görev olarak yükleyen
Rabbimiz onun şahsında bize de aynı görevi yüklemektedir. Bizler de tıpkı
peygamberimiz gibi Allah âyetlerini insanlara duyurmak, insanların gündemlerini
vahiyle oluşturmak zorundayız.
İşte bu âyetlerle toplumun karşısına
çıkıp onların gündemlerini bu âyetlerle oluşturmaya çalışan Rasulullah
Efendimize bazen kahin, bazen şair, bazen mecnun derlerken, onların bu
saçmalıklarına karşılık Allah diyor ki, “peygamberim, Rabbinin nîmetiyle sen ne
kâhinsin, ne de mecnun.”
Daha önceleri kendisine Muhammed’ül
Emin dedikleri, herkesin kendisine güvendiği, sevip saydığı bir insan Allah’tan
vahiy alıp da bu vahyi insanlara duyurmaya başlayınca, insanların gündemlerini
bu vahiyle oluşturma kavgası içine girince, birdenbire ona deli demeye, şair
demeye, kâhin, sihirbaz demeye başlayıverdiler. Aslında bu farklı özelliklerin
aynı anda bir kişide bulunması mümkün değildir. Allah’ın âyetleriyle toplumu
uyaran, vahiyle topluma yön veren, Kitapla topluma yol gösteren, toplumun
problemlerini çözümleyen bir adama kâhin, şair diyeceksiniz, yakışmayacak, bu
deli, bunun hiçbir şeye aklı ermiyor diyeceksiniz, sonra da dönüp bu şairdir,
şiir söylüyor diyeceksiniz. Gerçekten çok tuhaf şeyler bunlar. Ama insanlar ona
bunları söylüyorlardı.
Bakın Allah buyurur ki, “ey
peygamberim! Onlar ne derlerse desinler! Sen Rabbinin nîmetleri ile, Rabbinin
nîmetleri sayesinde as-la deli değilsin!” Peki Rabbimizin hangi nîmetleri
sayesinde deli değildi Allah’ın Resûlü? Elbette önceleri kendisine emin kimse
denirken daha sonra Allah’ın nîmetlerine ulaşınca ona bunları söylemeye
başlamışlardı. Hangi nîmetlerdi Rabbimizden peygamberimize ulaşan ve ona deli
dedirten? İman, hidâyet, risâlet, peygamberlik, vahiy, Kur’an nîmeti… Yâni ey
peygamberim, Kur’an’la, Kur’an sayesinde, Kur’an nîmeti sayesinde sen asla deli
değilsin. Zira bu nîmete mazhar olan kişi asla deli olamaz. Kur’an’la beraber
olan, vahiyle beraber olan kişi, vahiyle hareket eden kişi asla deli olamaz.
İşte bu, Allah’ın tescilidir. Vahiy
nîmetine sahip olan, Kur’an’la hareket eden, hareket noktası Kur’an olan kişi
hiçbir zaman deli olamaz. Hiç kimse ona deli diyemez. Eğer bizler de şu anda
tıpkı peygamber gibi bir tavır sergileyebilir, peygamberimizin misyonuna sahip
çıkabilirsek, tıpkı onun gibi Kur’an’la beraber olabilir, Kur’an’la hareket
edebilir, Kur’an’ı hareket noktası kabul ederek, imanla, hidâyetle,
peygamberlikle, vahiyle beraber olabilirsek o zaman bilelim ki Rabbi-mizin bu
tescili bizim için de geçerlidir ve kesinlikle bilelim ki biz deli değiliz,
mecnun değiliz, haktayız, hidâyetteyiz, doğru yoldayız. Zerre kadar kendimizden
bir şüphemiz olmasın. Ama bunun aksini yapıyorsak, yani vahiyle beraber
değilsek, vahyi tanımıyorsak, konuştuğumuz vahiy değilse, amellerimiz vahiy
ürünü değilse, hareket noktamız vahye dayanmıyorsa, yaptığımız ve yapmadığımız
şeyler vahiyden kaynaklanmıyorsa işte o zaman kendi kendimizden şüphede
olabiliriz. Acaba biz deli miyiz? Acaba biz mecnun muyuz? Acaba hayat
programımızı iki ayaklı ya da ayaksız cinlerden mi alıyoruz? Acaba vahyin yerine
cinleri mi oturttuk? Cin kaynaklı bir hayatımız mı var? Bundan her an şüphede
olabiliriz.
30. “Yoksa senin için şöyle mi
derler: “Şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini
gözlüyoruz.”
Yoksa ona bir şair mi diyorlar?
Biz ona zamanın felâketlerinden bir felâketin gelmesini bekliyoruz mu diyorlar?
Biz onun için bir felâket bekliyoruz. Başına bir belâ gelsin de helâk olup
gitsin, bizim yakamızı bıraksın bekliyoruz. Mekke müşrikleri bu peygamberin
genelde helâk olan İmru’l Kays gibilerin felâketine düşeceğini bekliyor-lardı. O
şairler bir zaman helâkiyle nasıl yok olup gitmişlerse, bu peygamber de maruz
kalacağı zamanın felâketlerine dayanamayarak yok olup gidecektir. Biz onun
hakkında bunu bekliyoruz diyorlardı. İlâhları tarafından çarpılmasını veya
içlerinden birisinin sözlerine dayanamayarak öldüreceğini bekliyorlardı.
Peygamberin ölümünü bek-liyorlardı. Rabbimiz de buyuruyor ki, “Peygamberim, sen
hiç üzülme, Rabbinin nîmetleriyle sen asla deli de değilsin, kâhin de. Sana
mecnun diyenlere, senin için bir helâk bekleyenlere de ki:
31. “De ki: “Gözleyin, doğrusu
ben de sizinle beraber
gözlemekteyim.”
Bekleyin, gözleyin, ben de
sizinle beraber bekleyenlerdenim. Siz de bekleyin, ben de bekliyorum. Bekleyin
de görelim, kim deliymiş, kim değilmiş? Bekleyin bakalım zaman kimi helâk
edecek, kim sağ kalacak? Zaman geçtikçe kim kazanacak, kim kaybedecek? Hep
birlikte göreceğiz. Bekleyin, sizler benim helâkimi bekliyorsunuz, ben de sizin
helâkinizi bekliyorum. Gerçekten de zaman geçtikçe peygamber izzet ve şerefe
ulaşacak, ama ona karşı gelenler, ona düşmanlık yapanlar, onun için felâket
bekleyenler, Ebu Cehil’ler, Ebu Leheb’ler, Utbe’ler, Velîd’ler helâk olup
gidecekler.
32. “Bunu onlara akılları mı
buyuruyor? Yoksa onlar azgın bir millet midirler?”
Yoksa bu küfür işini, bu şirk
işini, bu Allah elçisini reddetme eylemini onlara akılları, hayalleri, rüyaları
mı emrediyor? Peygambere isnat ettikleri bu sözlerindeki çelişkileri, bu
saçmalıkları onlara akılları mı emrediyor? Yani akıl işi mi bu yaptıklarınız?
Hangi akla, hangi mantığa sığar bunlar? Kâh şair diyeceksiniz, kâh deli
diyeceksiniz, olmadı kâhin diyeceksiniz, olmadı sihirbaz diyeceksiniz. Nasıl
iştir bu? Diyecekseniz bari bir tanesini deyin. Birbiriyle taban tabana zıt,
birbiriyle asla uyuşmayan şeylerdir bunlar. Hiç deliden şair olabilir mi? Hiç
deli bir kimse şiir söyleyebilir mi? Hiç deli birisi kâhin olabilir mi? Kâhin
akıllı, zeki kimsedir. Yoksa bu adamlar azgın, haddi aşmış, bildikleri halde
peygamberi kabule yanaşmayan bir topluluk mudur?
Yani bu adamların akılları
kendilerine saçma sapan şeyler mi emrediyor? Yoksa gece rüyalarında gördükleri
şeyleri mi peygamber hakkında, din hakkında, Müslümanlar hakkında söylüyorlar?
Zaten kendileri de inanmıyor bu söylediklerine. Herhalde bu adamlar akıllarına
esen şeyleri söylüyorlar. Bugün beyaz dediklerine yarın siyah diyorlar. Bugün
doğru dediklerine yarın yanlış diyorlar. İşte kıyamete kadar ki kâfirlerin
değişmeyen özellikleridir bu.
33-34. “Yahut: “Onu kendi uydurdu”
diyorlar öyle mi? Hayır; inanmıyorlar. Eğer iddialarında samimi iseler Kur’an’ın
benzeri bir söz meydana getirsinler.”
Yahut bu kitabı peygamber kendisi
uydurdu mu diyorlar? Bu Kitap Allah tarafından değil de peygamber kendisi
uydurup, uydurduğunu Allah’a izafe edip, bu Allah’tandır diyerek kendilerini
aldattığını mı düşünüyorlar? Hayır hayır, bu Kitaba peygamber sözü diyenler
kesinlikle ona iman etmek istemeyenlerdir. Onlar inanmıyorlar. Mümkün mü bir
beşerin böyle bir sözü söyleyebilmesi? Bir insan böyle bir sözü nasıl
söyleyebilecek? Bir insan nasıl böyle bir Kitabı uydurabilecek? Eğer bu sözler
bir beşere aitse, bir insan söyleyebiliyorsa bunları, o zaman sizler, içinizden
birileri niye söyleyemiyor bunun gibisini? Yani içinizden bir insan cenneti
nasıl böyle vasfedebilir? Cehennemi böyle nasıl bilebilir? Bir insan nasıl böyle
Tûr’a, Kitab-ı Mestûr’a, Bey-t’ül-Mamur’a, Sakf’ul Merfu’a yemin edebilir? Nasıl
ve nereden bilebilir tüm bunları? Eğer bu Kitap bir beşer sözüyse, bir insanın
uydurma-sıysa haydi bir başkası da uydursun bakalım bunun
gibisini.
Allah’ın Resûlü onlara Allah âyetlerini
arz edince Mekkeli müşrikler kesinlikle bunun insan sözü olmadığını,
olamayacağını insanüstü harikulâde bir söz olduğunu anlıyorlardı. Çünkü o güne
kadar pek çok hatipler, pek çok şairler görmüşlerdi. Bunlardan hangisi
söyleyebilmişti bunu? Hiç birisinin böyle sözleri söyleyebilmesi mümkün değildi.
Kendi içlerinden birisi olan Muhammed bin Abdullah’ın da böyle bir sözü
söylemesi de mümkün değildi. Çünkü aralarında doğup büyümüştü. Çocukluğundan
beri tanıyorlardı onu. Kur’an’ın kesinlikle bir insan sözü olmadığını
biliyorlardı ama onu reddetmeye de kararlıydılar. Onun için de
söyleyebilecekleri bir tek şey kalmıştı, o da, bu bir sihirden başkası değildir.
İşte bakın Rabbimiz ilân ediyor. Buyurun sizler de eğer iddialarınızda
samimiyseniz, iddialarınızı ispat edebilecekseniz bu Kitabın bir benzerini
meydana getirin. Bu Kur’an’ın benzeri bir sûre getirin.
35. “Onlar, yaratan olmaksızın mı
yaratıldılar yoksa yaratanlar kendileri midir?”
Yaratılışlarını, varoluşlarını
düşünmüyor mu bu adamlar? Yaratılışlarını bilmiyorlar mı? Yaratıldıklarının
farkında değiller mi? Yoksa bu adamlar hiç bir şeysiz mi yaratıldılar? Bir
yaratıcıları yok mu? Yani hiçbir şey olmadan, yaratıcısız kendi kendilerine mi
ortaya çıkmışlar? Failsiz mi var olmuşlar? Allah’ın takdiri, Allah’ın hesabı,
Allah’ın muradı olmadan mı meydana geldiler? Yoksa bu adamlar kendi kendilerinin
yaratıcıları mı? Varlıkları kendilerinden mi yoksa? Bunu sormak, sorgulamak
durumundayız.
Allah’ı, Allah’ın Kitabını,
Allah’ın peygamberini, kıyameti, hesabı, kitabı reddeden bu adamlara soralım.
Kendi kendilerine mi var oldular bu adamlar? Bu soruya nasıl bir izah
getirecekler, öğrenelim. Kendilerinin ve kendilerinin dışındaki bu muazzam
varlıkların, bu düzenli yaratıklar âleminin bir yaratıcı olmadan tesadüfen
yaratıldığını mı iddia ediyorlar? Yahut kendilerinin yaratıcı olduklarını mı
söyleyecekler? Eğer kendi kendilerini yaratmışlarsa bu insanlar, eğer varlıkları
kendilerindense o zaman varlıklarını niye koruyamıyorlar? İhtiyarlamamaya
güçleri yetecek mi? Ölmemeyi becerebilecekler mi? Hastalanmamayı
sağlayabilecekler mi?
36. “Yoksa gökleri ve yeri
kendileri mi yarattılar? Hayır; Allah’a kesin olarak
inanmıyorlar.”
Yoksa gökleri ve yeri onlar mı
yaratmışlar? Gökleri ve yeri ya-ratan onlar mı yoksa? Var mı böyle bir
yaratıcılık özellikleri? Hayır ha-yır, hiçbir şey yaratmış değillerdir onlar.
Hal böyleyken hiçbir şeye akılları ermeyen zavallılardır onlar. Hiç
düşünmüyorlar, akıllarını kul-lanmıyorlar. Kesin bir bilgileri de olmadığı için,
Allah bilgisinden mahrum oldukları için inanmazlar,
inanmıyorlar.
37. “Yoksa Rabbinin hazineleri
onların yanında mıdır? Yoksa onlar mı işe
hakimdirler?”
Yoksa Allah’ın hazineleri onların
yanında mıdır? Allah’ın hazineleri onların elinde de istedikleri gibi
kullanıyorlar mı bu adamlar? Allah’ın hazinelerinin kahyası mı bunlar? Allah’ın
hazineleri bu adamların ellerinde midir ki peygamberliğin,
risa letin kime verileceğine karar
vermeye çalışıyorlar? Yoksa onlar gözetim sahipleri midirler? Gözetim onların
elinde midir? Yoksa onlar Allah’ı teslim almış zorbalar mıdır ki herkesi kendi
denetimleriyle, gözetimleriyle, murâkabeleriyle, güçleriyle, kuvvetleriyle,
saltanatlarıyla, bilgileriyle, ajanlarıyla tüm dünyayı kontrol eden, denetleyen
yeryüzünün egemenleri midir bunlar? Tüm dünyaya hakim olup istedikleri gibi
düzenlemeye mi çalışıyor bu adamlar? Var mı böyle bir özellikleri? Allah’la
savaşmışlar, Al-lah’ı aciz bırakmışlar da, kullarına Allah’ın verdiği hakları
geri almaya mı soyunuyorlar? Nereden alıyorlar bu yetkiyi? Nerden buluyorlar bu
gücü? Ne zannediyorlar kendilerini? Herkesi gözetmeye soyunan bu adamlar, eğer
buna yetkileri varsa, buna güçleri yetiyorsa o zaman kendilerini niye
gözetemiyorlar? Başlarına bir kısım kötülüklerin gelmesine niye engel
olamıyorlar? Sıkıntılarını niye bitiremiyorlar? Bunalımlarını niye
çözümleyemiyorlar? Allahlığa soyunacaklarına bunları halletsinler
halledebileceklerse.
38. “Yoksa üzerine çıkıp vahiy
dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse, dinleyenleri açık bir delil
getirsin.”
Yoksa onların merdivenleri var da
onunla yüce makamları mı dinliyorlar? Levh-i Mahfuzu mu dinliyorlar? Allah
bilgisiyle donanmış melekleri mi dinliyorlar? Allah’ın kader bilgisine mi
muttali olmuşlar? Oradan mı bilgileniyorlar? Neye göre konuşuyorlar? Neye göre
hareket ediyorlar? Neye göre egemenlik iddiasında bulunuyorlar? Neye göre
Allahlığa soyunuyorlar bu adamlar? Bu kitabın Allah’tan gelmediğini, Allah’ın
hayata karışmadığını, Allah’ın vahiy, peygamber göndermediğini, bu kitabın
peygamber tarafından uydurulmuş olduğunu, peygamberin bir elçi değil sihirbaz
olduğunu oradan mı okuyorlar? Oradan mı öğreniyorlar? Oradan mı hükmediyorlar?
Nedir bu adamların bilgi kaynağı?
39. “Demek kızlar Allah’ın,
oğullar sizin öyle mi?”
Kızlar Allah’a ait de, oğullar
kendilerine mi ait? Bakın burada yine bir müşrik mantığını, bir müşrik
karakterini, müşriklerin Allah’a iftira ederek düştükleri bir yanılgıyı daha
gündeme getiriyor Rabbimiz. Onlar hiçbir zaman kız çocuklarına sahip olmak
istemiyorlardı. Kızlara sahip olmayı, kız babası olmayı acizlik, güçsüzlük,
şerefsizlik sayıyorlardı. Ama böyle gördükleri kızları Allah’a izafe etmekten de
geri dur-muyorlardı. Melekleri kızlar olarak niteliyor ve onların Allah’ın
kızları olduklarını söyleyerek kendilerine lâyık görmediklerini Allah’a lâyık
görmeye çalışıyorlardı. Tanrılarını da hep dişilerden seçiyorlardı. Lât, Menât,
Uzza hep dişi tanrılardı. İstiyorlardı ki tanrıları kendilerinden güçsüz olsun.
İstiyorlardı ki tanrılarını kendileri yönlendirebilsinler. İs-tiyorlardı ki
tanrıları kendilerine teslim olsun. İstiyorlardı ki tanrılarını kendileri
seçsinler. İstiyorlardı ki tanrılarının ipleri kendilerinin elinde olsun.
İstiyorlardı ki seçtikleri tanrıları kendilerinin istediği gibi yasalar yapsın.
İstiyorlardı ki tanrılar kendilerinin keyiflerine göre kendilerini yönetsinler.
Onları atlatabilme, onları aldatabilme, onları alt edebilme gücünü kendi
ellerinde bulundurmak istiyorlardı.
Şimdi de öyle değil mi? Adamlar
tanrılarını kendileri seçiyorlar. “Bize şu şu yasaları çıkarırsanız, bize şu şu
sorumlulukları yüklemezseniz sizi seçeriz” diyorlar. “Bize zor gelen namaz,
oruç, tesettür gibi emirleri yüklemez, alışığı olduğumuz, tutkunu olduğumuz
içki, kumar, zina, faiz gibi şeyleri yasaklamazsanız sizi seçeriz” diyorlar.
Kendilerine yönlendirebilecekleri, şartlandırabilecekleri güçsüz tanrılar
bulmaya çalışıyorlar. Allah’ı yönlendiremeyeceklerini, şartlandıramayacaklarını
bildikleri için O’nu bırakıyorlar da böyle âcizlerden tanrılar seçmeye,
hayatlarına yasa yapmaya onları yetkili kılmaya
çalışıyorlar.
Bu adamlar Allah’ın güçlü
olduğunu biliyorlar. Allah atlatıla-maz, Allah yönlendirilemez, Allah alt
edilemez. Onun için Allah’a kulluktan kaçınıyorlar, kendi diktikleri putlara,
kendi seçtikleri tanrılara yöneliyorlardı. Şu anda tüm demokratik ülkelerdeki
insanların tanrılarını kendileri seçip, seçtikleri tanrılarının iplerini kendi
ellerinde tutmaya çalıştıkları gibi, o günkü müşrikler de tanrılarını
dişilerden, güçsüzlerden seçiyor, kızları, güçsüzleri Allah’a; oğulları,
güçlüleri de kendilerine izafe ediyorlardı. Böylece Allah’ın güçsüz,
kendilerinin de Allah karşısında güçlü olduklarını iddia etmeye
çalışıyorlardı.
40. “Ey Muhammed! Yahut sen onlardan bir
ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı
kalıyorlar?”
Peygamberim, yoksa sen onlardan
bu uyarmanın, bu müjdelemenin karşılığında, onları daha iyiye, daha doğruya,
cennete götürmenin karşılığında, nübüvvetinin, risa letinin karşılığında bir ücret mi
istedin? Onlardan para, pul, kadın, kız mı istedin ki onlar bu ağır yükün
altında ezilip büzülüyorlar? Ne istedin onlardan? Bir mükâfat mı istedin? Veya
sana aferin demelerini mi istedin? Bal, baklava ikram etmelerini mi istedin
onlardan? Develerine bindirmelerini, evlerinde yedirmelerini, mal-mülk
vermelerini mi istedin onlardan? Ne istedin onlardan? Kendine, şahsına ne talep
ettin? Saraylar, köşkler mi istedin? Atlar, arabalar mı istedin karşılığında? Ne
istedin? Ne yapmalarını, ne ödemelerini istedin onlardan
ki:
Onlar bunun altında ezilmeye, bu borcun
altında yıkılmaya başladılar? Ya da sen onlardan çok ağır şeyler istedin de, çok
ezici vergiler, yükler koydun da nefes alamayacak hale geldiler de onun için mi
seni istemiyorlar? Onun için mi senden kaçıyor bu adamlar? Seni ondan dolayı mı
sevmiyorlar? Ne yani, bu dert ne? Nerden çıkıyor bu iş? Seni sevmemeleri nerden
geliyor? Seni sırtlarında taşımalarını, elini, ayağını öpmelerini, sana çaylar,
kahveler, kebaplar ikram etmelerini filan mı istedin onlardan? Yoksa sana karşı
minnet duymalarını, önünde eğilmelerini, bir teşekkür etmelerini mi istedin? Ne
oluyor bu adamlara? Niye bunalmışlar da kaçıyorlar senden? Öteki yapay
tanrılarının onları sıkboğaz edip mallarına, mülklerine el koydukları gibi mi
davrandın ki seni beğenmiyor bu adamlar?
Gelelim bize. Biz niye kaçıyoruz
peygamberden? Neden kaçıyoruz peygamberden ve onun sünnetinden? Neden
yaklaşmıyoruz peygambere? Neden birlikte olmuyoruz peygamberle? Neden
gitmi-yoruz peygamberin halini, hatırını sormaya? Neden arz etmiyoruz
problemlerimizi peygambere? Neden hep başkalarına gidiyoruz sormaya? Hadis kitaplarının arasında peygamber her gün
bizi bekliyor-ken, peygamber raflarda hep bizi bekliyorken, kütüphanede bizi
bek-liyorken, kendisine sormamızı, kendisine müracaat etmemizi, kendisinden
öğrenmemizi bekliyorken, söylediğini dinlememizi bekliyorken, gidip sözlerine
kulak vermemizi bekliyorken neden bir kerecik de problemlerimizi sormaya
gitmiyoruz ona? Neden korkuyoruz ona gitmekten? Cüzdanlarımıza el atacağından mı
korkuyoruz? Şu anda hayat programımızı kendilerine sormaya gittiklerimiz gibi
sırtımıza mı binecek ki korkuyoruz ondan? Bize vergiler yükleyecek,
kemerlerinizi sıkın mı diyecek de korkuyoruz?
Allah korusun da şu anda bizler de
kaçıyoruz peygamberden. Şu anda bizler de ondan kaçıyor ve kendi dünyamızı
yaşıyoruz. Allah korusun, başkalarına sorduğumuz kadar hayatımızın problemlerini
ona sormuyoruz.
41. “Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin
katında da onlar mı yazıyorlar?”
Yoksa onların yanında gayb bilgisi mi
var? Gelecek bilgisi, cennet ve cehennem bilgisi onların yanında mı yoksa? İleride neler olacak? Kazanacaklar mı,
kaybedecekler mi? Bunu biliyor mu bu adamlar? Gaybı biliyorlar da, bu konuda
bilgileri var da, Levh-i Mahfuzu okuyorlar da onu mu yazıyorlar? Gayb onların
yanında da ondan mı böyle yapıyor bu adamlar? Yoksa gaybî bilgilere muttali
olmuşlar da ondan mı yazıyorlar? Gaybî bilgilere sahip oldukları için mi
peygambere müracaata gerek duymuyor bu adamlar? Her şeyi bilen birilerini mi
buldular da, onlara gidiyorlar da, onlara müracaat ediyorlar da pey-gambere
gitmiyorlar? Allah’ı değerlendiriyorlar, Peygamberi değerlen-diriyorlar, Kitabı
yargılıyorlar, hayatı yorumluyorlar, ölümü, ölüm ötesi hayatı inkâr ediyorlar.
Peki bütün bunları yaparlarken acaba neye da-yanıyor bu adamlar? Hangi bilgiye
dayanıyorlar? Allah’ın hayata karışmadığını, Allah’ın vahiy göndermediği,
peygamberin bir deli, bir mecnun ve onun getirdiği kitabın da bir sihir olduğunu
iddia ederken istinat noktaları, delilleri nedir? Melekler Allah’ın kızlarıdır
derken neye, hangi bilgiye istinat ediyorlar? Gerçekten melekleri görmüş mü bu
adamlar?
Ne müthiş bir ifade değil mi? Yani şu
anda babalar, anneler, amirler, müdürler, yazanlar, çizenler, ekonomistler,
sosyal bilimciler, hukukçular, hakimler, savcılar, siyasîler, valiler,
kaymakamlar, hani şu insan hayatına düzen vermeye çalışanlar, şu ülkeye düzen
vermeye çalışanlar, kanun yapanlar, yasa belirleyenler, söyleyin bakalım, gayb
onların yanında da ondan mı yazıyorlar bu yazdıklarını? Ne yazıp çiziyor bunlar?
Neye düzen vermeye çalışıyor bunlar? Gerçek düzenden habersiz, gerçek düzen
sahibinin kitabından habersiz, gerçek düzen sahibinin örnek kulu peygamberin
düzenlemelerinden habersiz, Kitap ve sünnetten habersiz ne düzeni yapmaya
çalışıyor bunlar? Bilmiyor-lar mı gerçek düzenden habersiz olarak düzen diye
yaptıklarının tamamı bozmadan başka bir şey değildir. Vahiyden habersiz
yaptıklarının tamamı ifsattan başka bir şey olmadığını, olamayacağını bilmiyor
mu bu adamlar?
Gayb bilgisi sadece Allah’ın elindedir.
Yoksa bu adamlar kendilerinin Allah olduklarını filan mı iddia etmeye
çalışıyorlar? Hiç kimse yarınla ilgili, gelecekle ilgili tek kelime bir şey
söyleyemez. Rabbimiz o bilgisinden gerektiği kadar peygamberlerine bildirmiş,
onun dışında hiç kimseye bir şey bildirmemiştir. Artık peygamber de
gelmeyeceğine göre bu iş bitmiştir. Bundan sonra hiç kimseye gelecekle ilgili
bir bilgi de gelmeyecektir. Artık hiç kimse yarın ne kazanacağını, ne
kaybedeceğini, ne zaman öleceğini bilemez.
42. “Yoksa bir tuzak mı kurmak
istiyorlar? Ama o tuzağa yakalanacak olanlar inkâr
edenlerdir.”
Yoksa bu adamlar sana tuzak mı
kuruyorlar? Seni yok etmek, seni ortadan kaldırmak için sana komplolar mı
hazırlıyorlar? Mekke kâfirleri Rasûlullah’ı yok etmek için türlü türlü komplolar
hazırlıyor-lardı. Dün peygambere karşı, bugün de onun yolunun yolcularına kar-şı
kâfirler gece-gündüz tuzaklar hazırlıyorlar. Hayatı, ekonomiyi, eğitimi, hukuku,
kılık-kıyafeti, vitrinleri, sokakları Allah’a kulluğun aksine düzenleyerek
tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Kendilerine göre din kitapları oluşturarak, işte
din budur diye insanlara sunarak, Allah’ın ya-salarını bozarak tuzaklar kurmaya
çalışıyorlar. Din eğitimini yasaklayarak, İmam-Hatipleri kapatarak, Kur’an
kurslarını bitirerek Allah kullarının Allah dinine ulaşma yollarını kapatarak
Allah dinine tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Kendi âyetlerinin gündemde kalması
adına Allah’ın âyetlerini toplumun gündeminden düşürmeye, Allah’ın elçisine
hayat hakkı tanımamaya, Allah’ın elçisinin örnekliliğini bitirmeye çalışıyorlar.
Böylece Allah elçisini öldürmeye
çalışıyorlar. Allah’a ve O’nun elçisine, Allah ve elçisi yolunun yolcularına
çeşit çeşit tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Müslümanların çocuklarının
beyinlerini Kur’an ve sünnete yer kalmasın diye lüzumsuz bilgilerle doldurarak
tuzaklar kuruyorlar. Allah’a kulluğa zamanları kalmasın diye insanların
hayatlarını eğlencelerle, kendi vahiyleriyle, kendi oluşturdukları gündemlerle
doldurarak tuzaklar kuruyorlar.
Ama ne yazık ki günümüz kâfirleri de
tıpkı dünün kâfirleri gibi Allah’tan gafildirler. Kime tuzak kurduklarının,
kiminle savaşa tutuştuklarının farkında değiller. Halbuki tüm tuzaklar Allah’a
aittir. Tüm düzenleri bozmak Allah’a aittir.
Öyle değil mi? Kâfirler Allah’ın
sistemine, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine karşı ne kadar tuzak
kurabilecekler? Üstelik onların tuzaklarının tümünü Allah biliyorken. Allah
onların tuzaklarının tümünü bilir, ama onlar Rabbinin tuzaklarını bilmezler,
bilemezler. Rabbin onların kurdukları tuzakların nereye kadar gideceğini
bilmektedir, ama onlar Rabblerinin kendilerine karşı neler hazırladığını asla
bilmemektedirler. Onlar gözlerinin önündeki çukuru bile görememektedirler.
Elbette Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın mü’min kullarıyla gi-recekleri
bir savaşta mağlup olanlar onlar olacaktır, galip olanlar da Allah desteğinde
olan mü’minler olacaktır. Çünkü Allah onların kendisine karşı, kendi âyetlerine
ve siz Müslümanlara karşı tüm niyetlerini, tüm komplolarını bildiği için
unutmayın ki sizi onların komplolarından koruyacaktır. Onların kurdukları
tuzaklar konusunda sizi bilgilendirecek ve korunma yollarını gösterecektir.
Gerçi bundan sonra vahiy gel-meyecek ama Rabbimiz gönderdiği o vahiyleriyle
Müslümanlara öyle bir basiret, öyle bir feraset kazandırmıştır ki, kendilerine
nereden nasıl bir tehlike geleceğini mü’minler
bilmektedirler.
Unutmayın ki kâfirlerin müslümanlara
karşı hazırladıkları komploların tümünü Allah boşa çıkaracak, kendilerini kendi
hilelerinin mahkumu yapacaktır. Kâfirler, müşrikler kıyamete kadar, peygambere,
peygamber yolunun yolcularına tuzaklar kurmaya devam edecekler. Ama Allah
onların tuzaklarını kendi başlarına geçirecektir.
Şu anda irtica hikâyeleriyle
Müslümanları yok etmeye soyunanlar, Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
sistemiyle savaşa tutuşanlar kiminle savaştığının farkında değildirler. Kiminle
savaştığını dahi bilmeyen zavallı insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki
Müslümanlar zayıftır, zannediyorlar ki Müslümanlar yalnız ve yardımcısızdırlar.
Onların safında Allah’ın bulunduğunun farkında olmayan bu iman yoksunları,
yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını görecekler. Allah’ın onları kendi
tuzaklarına nasıl düşürdüğünü çok yakında görecekler, biz de göreceğiz inşallah.
43. “Yoksa Allah’tan başka bir
tanrıları mı vardır? Allah, onların ortak koşmalarından
münezzehtir.”
Yoksa Allah’tan başka ilâhları mı
var onların? Yani onları koruyacak, başarıya ulaştıracak bildikleri, kabul
ettikleri Allah’tan başka ilâhları mı var? Allah berisinde güvenip bel
bağladıkları tanrıları var da onlara mı güveniyorlar? Allah’tan başka Rabb ve
İlâh olabilir mi? Her şeyi bilen, bilgi kendisinden olan, cenneti ve cehennemi
olan, cezası, mükâfatı olan bir Allah’tan başka ilâh olabilecek var
mı?
Fesübhanallah, olacak şey mi bu? Allah
onların yaptıkları bu iftiraların tümünden uzaktır, münezzehtir. Onun hiç eksik,
noksan sıfatı yoktur. Rabbimiz mükemmel ve eksiksiz sıfatların sahibi olarak tek
ilâhtır, kendisinden başka ilâh olmayandır. Çünkü Allah’tan başka ilâh yoktur.
Allah’tan başka sözü dinlenecek, Allah’tan başka kulluk yapılacak, çektiği yere
gidilecek, yasaları uygulanacak, hayat programı takip edilecek ilâh
yoktur.
O kendisinden başka ilâh olmayan
tek ilâhtır. Başka yardımcısı yok. Göklerde de yerde de tek ilâh O’dur. Göklerde
ilâh Allah’tır da yerde başka ilâhlar yoktur. Göklere egemen ilâh Allah’tır da,
yeryüzünde egemen başka ilâhlar yoktur. Semâvâta etkin, semâvâtta ilâh Allah’tır
da, insanların O’ndan başka söz sahibi ilâhları yoktur. Namaz konusunda söz
sahibi ilâh Allah’tır da, ekonomi konusunda, ekonomik konuların düzenlenmesi
konusunda başka ilâhlar yoktur. Orucun, zekatın ilâhı Allah’tır da eğitimin
başka ilâhları yoktur. Hac konusunda ilâh Allah’tır da evlenme boşanma konusunda
başka ilâhlar yoktur. Göklerde ve yerde, hayatın her bir alanında, varlıkların
tümü üzerinde Allah tek ilâhtır, tek egemendir ve kendisinden başka ilâh
olmayandır.
Tüm varlıkların kulluk ipleri elinde
olan, sadece kendisine ibadet edilen, sadece kendisinin sözü dinlenen, sadece
kendisinin hayat programı program kabul edilen, göktekiler ve yerdekiler
konusunda sadece kendisinin yasaları geçerli olan, herkesin kendisine boyun
büktüğü tek varlık Allah’tır. Kendisine yönelinecek, kendisine kulluk edilecek
tek varlık Allah’tır. Ondan başka ilâh yoktur. İbadetin, duanın, tevekkülün
sadece kendisine yapılacağı, imdadın, yardımın sadece kendisinden isteneceği tek
varlık Allah’tır. Tüm varlıklar adına kanun koymaya, onlara din ve şeriat
belirlemeye, onlara hayat programı çizmeye yetkili tek varlık Allah’tır. Çünkü
onları yaratan O’dur. Onların sahip oldukları her şeylerini onlara lütfeden
O’dur ve sonunda onları öldürecek ve hesaba çekecek olan da O’dur. Onun dışında
hiçbir kimsenin bu konuda tek kelime bile söz söylemeye hakkı yoktur. Allah’tan
başka hiçbir kimsenin kanun yapmaya, Allah’tan başka hiçbir kimsenin din
belirlemeye hakkı yoktur. Din koyucusu sadece Allah’tır. Çünkü tüm varlıklar
O’nundur, herkes ve her şey O’nun kuludur, O’nun mülküdür ve mülkünde söz hakkı
da O’na aittir. Bizler böylece inanarak ve Allah’tan başka ilâh olmadığına
şahadette bulunarak imanlarımızı ortaya koymak zorundayız. Bizler böyle
inanırız, ama kâfirler:
44. “Gökten azap olarak düşen bir
parça görseler: “Bulut kümesidir” derler.”
Gökten üzerlerine düşen bir parça
görseler, yani göklere ve yere egemen olan Rabbimiz, göklerde ve yerde sözü
geçen Rabbimiz isyanlarından ötürü, küfürlerinden, şirklerinden ötürü onların
defterlerini dürmek üzere bir âyet gönderse, gökyüzünden üzerlerine bir parça
düşürmeyi murad etse, Allah’ın bir azap unsurunun, bir helâk sebebinin
gökyüzünden üzerlerine düşmekte olduğunu gözleriyle görseler bile derler ki, “bu
birbirine girmiş, üst üste yığılmış bir buluttur.” Kendilerine gelmekte olan bu
azap unsurunu bir bulutla yorumlarlar. Kâfirlerin karakteri hiç değişmiyor. Azap
fiilen başlarına inmedikçe, beyinlerinde patlamadıkça inanmazlar.
Nitekim daha önce Allah’la savaşa
tutuşmuş Âd kavmi helâk edilirken kapkara bir bulut göndermişti Rabbimiz de
alçaklar bize yağmur geliyor, bize bu bulut yağmur getiriyor diye sevinmeye
başlamışlardı. Halbuki o bulut kendilerini yok etmeye geliyordu ve helâk olup
gittiler.
Evet onlara merhamet eden, onların
kurtuluşu için çırpınan, onların cehenneme gitmemeleri için elinden gelen her
şeyi yapan Allah’ın Resûlü ve beraberindeki Müslümanlar Allah’a yalvarıp
yakarıyorlardı. Keşke Rabbimiz bu adamların gözlerini açacak, kalplerini sarsıp
akıllarını başlarına getirecek âyetler, müjdeler, uyarılar gönderse de bu
adamlar iman etse ve cennete gitseler diye temennide bulunuyorlardı da Rabbimiz
bu âyetini indiriyordu.
“Ey peygamberim, ve ey mü’min kullarım,
böyle inananlara, böyle yaşayanlara ne kadar âyet gösterirseniz gösterin, ne
kadar delil getirirseniz getirin asla iman etmeyeceklerdir. Bunların iman
etmeyişlerinin sebebi âyetlerin azlığı değildir. Ölüler dirilip, ataları dirilip
bunlarla konuşsa yine iman etmezler, ta ki kendilerine can yakıcı azap gelene
kadar. Azapla karşı karşıya gelene kadar onlar iman etmeyecekler” diyor
Rabbimiz.
İşte Firavun ve çevresindekiler…
İmanlarını son anlarına tehir ettiler. Allah’tan kendilerine yüzlerce âyet
geldiği halde, gerçeği bildikleri halde denizde boğulacakları, can yakıcı bir
azabın girdabına düşecekleri ana kadar iman etmediler de ancak o zaman iman
etmeye kalkıştılar. Veya Mekke’de böyle yapanlar oldu, şu anda da böyle
ya-panlar var. Ama böyle bir durumda, azap gelirken akıllarını başlarına alıp,
tevbe edip imana yönelen kimselerin bu imanları, bu tevbeleri kendileri için
fayda vermeyecektir.
45. “Ey Muhammed! Çarpılacakları
güne erişmelerine kadar onları bırak.”
“Bırak onları ey peygamberim de,
böyle bir saikayla, böyle bir yıldırımla yok olacakları güne ulaşıncaya kadar
oyalanıp dursunlar. Onlar başka değil şiddetle yakalanacakları bir günü
bekliyorlar.”
46. “O gün, düzenleri kendilerine bir fayda
vermez; yardım da görmezler.”
O gün geldiği zaman artık onların
tedbirleri, hileleri kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak. Güçleri, kuvvetleri,
tedbirleri, teknolojileri, medeniyetleri, devletleri, saltanatları, tuzakları,
komploları gümbür gümbür yıkılıp gidecek. Müslümanlara hazırladıkları oyunlar
kendilerini kuşatacak, onlara hiç kimse de yardım edemeyecek, yardım da
olunmayacaklar. Ama bu sadece dünyada bir yıkılış, dünyada bir helâk oluş
değil:
47. “Zulmedenlere, şüphesiz,
bundan başka da azap vardır; fakat onların çoğu
bilmezler.”
Sadece dünyada biten bir azap
değil, onlar için bundan başka da bir azap vardır. Rezil ve rüsva edici bir azap
beklemektedir âhi-rette onları. Bundan başka kabirde de dayanılmaz bir azap
onları beklemektedir. Ama o zavallıların çoğu kendilerini bekleyen bu azaplardan
habersizdirler.
Rabbimiz dünyada bu kâfirlere kendi
gücünü, kendi egemenliğini göstermek üzere azaplar gönderiyor, ama bu kâfirler
bu ilâhî uyarıları farklı yorumlayarak imandan yüz çeviriyorlar. Nelerine
güveniyorlar, anlamak mümkün değil. Yoksa onların güvenip bel bağladıkları
tanrıları mı var ki onları Allah’a karşı, Allah’ın azabına karşı savunacaklar?
Kime güveniyor bu adamlar? Kimi tanrı biliyorlar? Allah’tan kendilerine gelecek
bir ölüme, bir helâke, bir mağlubiyete, bir hezimete, bir dünya azabına, bir
dünya hastalığına, bir dünya depremine, zelzeleye, bir dünya tufanına, âhiret
azabına, kabir azabına, bir ateşe, bir cehenneme karşı kim koruyabilecek onları?
Elleriyle işledikleri yüzünden Allah onlara bir kıtlık gönderse hangi ekonomik
tanrıları kurtarabilecektir onları bundan? Bir toplumsal hastalık gönderse
Allah, hangi şifa tanrıları kurtaracak? Bir felâket, bir azap gönderse Allah,
hangi korumacı ilâh kurtarabilecek onları?
48. “Ey Muhammed! Rabbinin hükmü
yerine gelinceye kadar sabret; doğrusu sen, Bizim nezaretimiz altındasın;
kalkarken Rabbini överek tesbih et;”
“Sen bu anlamayan, bilmeyen,
aptalca kendi azaplarını, kendi sonlarını hazırlayan bu kâfirlere karşı sabret
peygamberim. Şüphesiz bu cahillerin arasından senin uyarılarınla adam olacaklar
vardır, çıkacaktır. Fakat adam olmayanlara karşı sen Rabbinin hükmüne sabret,
Rabbinin hükmüne razı ol, acele etme, kendini yiyip bitirme. Sen Rabbinin
vahyine sarılmaya ve insanlara Rabbinin vahyini ulaştırmaya devam et. Rabbinin
haram-helâl yasalarına riâyet ederek Müslüman-ca kalabilmenin hesabını yap ve
gerisini Rabbine bırak. Unutma ki sen bizim gözetimimizdesin, sen güvendesin,
emniyettesin. Sen Rab-binin yolunda olduğun sürece hiç kimse sana bir zarar
veremeyecek. Peygamberim, sen aldırma onlara. Onların bu bozuk düzen
durumlarından dolayı sen hayat programını bozma. Sen sadece Rabbinin hükmüne
sabret.”
Burada, sûrenin son bölümünde Rabbimiz
peygamberimize ve onun şahsında hepimize bir tavsiyede
bulunuyor:
Bugün belki Müslümanların en çok muhtaç
oldukları bir âyettir bu. Müslümanlığımız için belki yediğimiz yemekten,
içtiğimiz sudan, teneffüs ettiğimiz havadan daha çok muhtaç olduğumuz bir âyetle
karşı karşıyayız. “Sen Rabbin için, Rabbinin hükmü için sabret peygamberim!
Allah böyle dedi diye sabret! Allah öyle istedi diye Müslüman ol!” Bugünkü
Müslümanların en büyük derdi bu. Ne diyor bugün Müslümanlar? “Efendim toplumda
âlim yok, ne yapalım? Etrafımızda fazıl yok, ne yapalım? Bizi toparlayacak, bize
yön verecek lider yok, ne yapalım? Karizmatik lider yok efendim, ne yapalım?
Para yok, pul yok, ekonomik gücümüz yok, dergi yok, cemaat yok, cemiyet yok! Bu
durumda biz ne yapabiliriz?” Hep böyle demiyor muyuz bugün? Ah şunlar şunlar bir
olsa! Hayır mesele öyle değil. Allah var ya, tamam Müslüman olalım. Allah var
ya, ne yapacaksak yapalım. Bakın Allah öyle diyor. Peygamberim sen Rabbinin
hükmüne sabret! Rabbin var mı? Rabbin ne dedi? Rabbin ne istedi? Rabbin nasıl
istedi? Rabbin nasıl hükmetti? Sen başkasına değil ona bak! Onu dinle! Başkasına
bakma! Sabret, diren, dayan ve devam et yoluna! Devam et
kulluğuna!
Yani Rabbin sana ne tür bir soru
göndermişse, “tamam ya Rabbi! Münasiptir ya Rabbi! Uygundur ya Rabbi! Senin beni
imtihan şeklin güzeldir ya Rabbi! En münasibini, en mütenasibini sen bilirsin ya
rabbi!” demek, teslim olmak sabırdır işte. Eğer Rabbimizin hükmüne sabreder, her
şart altında Allah’a kulluğumuza devam eder, geri adım atmazsak kesinlikle
bilelim ki biz Allah gözetiminde, Allah korumasında ve emniyette, güvende
olacağız.
“Sen Rabbinin hükmüne
sabrettiğin, Rabbinin istediği kulluğa devamla kıyam ettiğin, ayağa kalktığın,
dininle, imanınla doğrulduğun, dini doğrulttuğun ve hayatını dininle düzenleme
kavgasını sürdürdüğün zaman hemen Rabbini hamd ile tesbih et. Namaz için ayağa
kalkar kalmaz, hayat için, hayatı düzenlemek için, hayatta Allah’ı hakim kılmak
için doğrulur doğrulmaz, infak, oruç, savaş için ayağa kalkar kalkmaz hemen ilk
işin Rabbini hamd ile tesbih etmek olsun. Yani tüm hayatın hamd ve tesbih olsun.
Tüm hayatında Rabbini kitabında kendisini tanıttığı gibi tanımak, inanmak, kabul
etmek, gece gündüz O’nu övmek, O’na hamd etmek, O’nu gündemde tutmak hedefin
olsun. Gece-gündüz işin bu olacak. Namazda, kıyamda, secdede, oruçta, hacda,
savaşta, barışta, evde, sokakta, her zaman ve zeminde Rabbini yüceltmek,
yüceliği Rabbini vermek, onun için bir hayat yaşamak olacak.”
49. “Geceleyin ve yıldızlar
kaybolurken de O’nu tesbih et.”
“Geceleyin de O’nu tesbih et.
Geceleyin de kalkıp Rabbinle beraber ol. Rabbinin âyetleriyle, Rabbinin
kitabıyla ilgi kur. Geceleyin de kalkıp Rabbini yücelt. Onun için namaz kıl.
Yıldızların batışının arkasından da yıldızların batış sonrasında gelen fecr,
sabah namazı vaktinde de Rabbin için namaz kıl. Rabbin için kıyam ve kıraat et.
Rabbin için rüku ve secde et. Sadece O’na güven, sadece O’na sığın, sadece O’na
yakınlık kazan ve sadece O’na yalvarıp yakar. Sadece Rabbinin hükmüne razı ol.
Sadece O’nun hükmünü bekle. Kesinlikle bilesin ki Rabbinin hükmü yakında sana
gelecektir.”
Bilelim ki böyle inandığımız, böyle
teslim olduğumuz, böyle yaşadığımız, böylece Rabbimizin hükmüne razı olup
Müslümanca ka-labilmenin kavgası içinde bir hayat yaşamaya devam ettiğimiz zaman
bileceğiz ki Allah bizi gözetecek, Allah bizi koruyacaktır. Kesinlikle bilecek
ve inanacağız ki Allah’ın hükmü bize gelecektir. Allah yardımcımız olsun.
Özellikle namaza dikkat çekiliyor.
Unutmamalıyız ki Rabbimize O’nun istediği kulluğu gerçekleştirebilmenin yolu
namaz sayesinde O’nunla iletişim kurmaktan geçmektedir. Soru soran arkadaşımızın
da dikkat çektiği gibi mü’minin hayatında namaz çok önemlidir. Bu konuda
inşallah biraz bir şeyler daha söyleyelim:
Namaz
tüm bedenin Allah’a ait oluşunu kabul demektir. Namaz tüm bedeni Allah’ın
hakimiyetine teslim etmek, tüm bedende Allah’ı söz sahibi bilmek demektir. Zira
namaz öyle bir ibâdettir ki tüm bedeni Allah’a kulluğa hasreder. Namaz namazda
bedenin başka şeylerle meşguliyetinin bitirildiği bir
makamdır.
Namaz Hz. Ademden bu yana bütün
peygamberlerin hayatın-da değişmeyen bir ibâdettir. İsrail oğullarında: (Bakara
83) Hz. Musa’nın kavminde: (Yunus 87) Hz. Şuayb milletinde: (Hud 87)
Hıristiyanlıkta: (Meryem 30) Tüm peygamberlerin toplumlarında değişmeyen bir
ibâdettir namaz. Namaz bütün Risa let
silsilelerinde ameli farzların ilkidir. Namaz peygamberlerin
risa let,
vahiy ve tebliğ yükünü kal-dırabilmeleri için onların ilk dayanaklarıydı.
İşkencelere, yalanlamalara, alaylara karşı peygamberlerin tarih boyunca ilk
sığınacakları şey namazdı.
Namaz varlığı mü’mini cennete
ulaştıran, yokluğu da mutlak cehennemle sonuçlanan İslâm’ın en baş ibâdetidir.
(Müddessir 42,43)
Namaz mü’minin mü’minliğini ortaya
koyan en baş ve en vaz-geçilmez sıfatıdır. (Bakara3)(Mü’min 1,2)(Meâric
19)(Tevbe 71) (Secde 15,17)
Namaz kişinin İslâm milletine mensup
oluşunun ifadesidir. Na-maz küfürden imana geçişin ilk ameli tatbikatıdır. Onun
içindir ki Ra-sûlullah efendimizin müslüman olan kişiye ilk öğrettiği şey
namazdı. Allah’ın Resûlü pek çok muteber kaynaklardan öğreniyoruz ki Medine’ye
gelenlerin namazı öğrenene kadar Medine’de kalmalarını emrederdi.
Namaz mü’mini kâfirden ayıran en
belirgin özelliktir. Allah’ın Resûlü Tirmizî’nin rivâyet ettikleri bir
hadislerinde:
“Bizimle müşrikler arasındaki fark namazdır.
Kim namazı terk ederse kâfir olur”
Buyurmuşlardır.
Başka bir hadislerinde:
“Küfürle iman arasında namazın terki
vardır.”
(Tirmizî)
Yine
hadisin devamında şu açıklamayı görüyoruz:
“Ashab-ı Kiram namazdan başka hiç bir amelin
ter-kine küfür gözüyle bakmazdı.”
(Tirmizî)
Namaz âdeta bir kimliktir. Namaz
mü’minin kimliğidir. Namaz vasıtasıyla müslümanlar konuşmadan tanışırlar. Namaz
kişinin müs-lümanlığının ilanıdır. Namaz müslümanın müslümanlığının ip ucudur.
Mü’min kişi kendisini onunla açığa çıkarır. Bir insanın mü’min mi değil mi
olduğunu anlayabilmek için en fazla bir namaz vakti beklemek yeterli olacaktır.
Zira o namaz vakti içinde namaz kılarak mü’min mü’-minliğini ortaya koyacaktır.
Öyleyse namaz dinin dışa yansıyan yö-nüdür. Onun içindir ki İslâm’ın ilk
dönemlerinde müslümanları yakalamak için takip edenlerin ilk hedefleri namazdı.
Onlara katılmak iste-yenlerin de ilk hedefleri buydu tabii. Evet Mekke’de ilk
hedef namazdı, Medine’de de Yahudiler için ilk hedef namazdı. (Mâide
58)
Bir de manevi ağırlığından ötürü
münâfıkları da ortaya çıka-randı namaz. Evet namaz mü’minle münâfıkları da
ayrıştıran bir ibâdetti. (Nisâ 142,143)
Namaz aynı zamanda mü’mine vaktin
kıymetini bildiren bir ibâdettir. Namazını devamlı kılan bir mü’min vaktin
kıymetini bilir. Na-maz sayesinde mü’min hayatında yaptığı şeylerin tümünden
hesaba çekileceği şuurunu elde eder. Namaz vaktin zekâtıdır. Vakit içinde
düşülen gaflet namazla bozulur. Mal çoğaltma ve dünyalık elde etme gayretinden
vazgeçip Allah’a zamandan pay ayırmaktır namaz. Cimri kişi Allah’a zaman
bulamıyorum diyen kişidir. Zira ticaret için, eğlence için, yatmak için zaman
bulabilen bir adamın Allah için zaman bulamadım demesi yalandan başka bir şey
değildir. (Nur 37)
Namaz baştan sona temizliktir. Hem
maddi hem de manevi te-mizliği gerektirir namaz. Namazla Allah’la buluşmaya
giden mü’min bu randevunun hazırlığı olarak gafletle oluşan kirleri gidermek
adına abdest ve gusül alınır. Maddi şeylerden temizlenildiği gibi zihni meşgul
eden şeylerden de temizlenilir namazda.
Namaz kişiye sabır ve metanet
kazandırır:
(Hicr 97,98)
“Allah’ın Resûlünün bir şeye canı sıkılıp
üzüldüğü zaman namaza dururdu.”
(Ebu
Dâvud)
Yine
meselâ bir ara Sakifliler Medine’ye, Rasûlullah efendimi-zin yanına geldiler.
Allah’ın Resûlü namazı görsünler de hoşlarına git-sin diye onları Mescidde
misa fir
etti. Medine’den dönüşlerinde: “Ey Al-lah’ın elçisi! Bizler zekât toplamamayı,
öşür vermemeyi ve cihada ka-tılmamayı şart koşuyoruz dediler. Bunun üzerine
Allah’ın Resûlü on-lara: Tamam şimdilik bunları yapmayabilirsiniz
ancak na-mazı olmayan bir dinde hayır yoktur
buyurdu.
(Müslim)
Namazla birlikte ona çağıran ezan da
müslümanın varlığının alâmetidir. Zira Allah’ın Resûlü bir yere hücum etmek, bir
kavimle harp etmek dileyince sabahı bekler o kavim içinde ezanın okunup
okunmadığına bakar ve ondan sonra o kavim üzerine hücum ederdi.
Bu sûreyle alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle iman edip amele dönüştürmeyi hepimize nasip buyursun.
Sübhane-kallahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve
etûbü ileyke.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder