ZÂRİYÂT SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
51., nüzûl sıralamasına göre 67., Mufassal kısmın ilk sûreler grubunun ilk
sûresi olan Zâriyât sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 51
dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işiten, her şeyi bilensin.
Muhterem arkadaşlar, inşallah bu
haftaki dersimizde Mekke’-de nâzil olmuş, kıyamet, kıyamet gününün hesabı
kitabı, kıyamet gü-nünün gerçekleşmesi konusunda, kıyamet günü olacaklar
konusunda insanların farklı düşüncelere sahip oluşları konusunda, tevhid,
risa let konularında, kıyameti ve
kıyamet gününün hesabını reddederek bir hayat yaşayan, bu konuda Allah
bilgisine, vahye müracaat etmeyen insanların bu yanlış inanışlarının hayatlarına
yansıması konusunda bizi bilgilendiren bir sûreyle karşı karşıya geleceğiz.
Zâriyât sûresi diye
isimlendirilen bu sûresinde Rabbimiz bize gerek enfüsümüzden, gerekse dışımızdan
âyetler sunacak, bizi tarihle yüzleştirecek, bizi geçmişle yüz yüze getirecek ve
tarih içinde Allah bilgisine, peygamber mesajına karşı çıkanların hiç bir delile
dayanma-dıklarını, sadece inatlarından, azgınlıklarından kaynaklanan bir cüretle
karşı geldiklerini anlatacak ve son derece etkili bir biçimde kullarını
kendisine kulluğa çağıracak.
Sûrenin ana fikri âhiret
konusudur. Sonunda da tüm insanlık tevhidi kabule çağrılmaktadır. Âhiret ve ölüm
ötesi hayat konusunda insanların hiçbir bilgi ve belgeye dayanmadan söylediği
sözlerin, geliştirdikleri mantıkların tamamının boş değersiz olduğu bu sûrede
çok hoş bir şekilde ortaya konulmaktadır. Çünkü âhiret konusu bugünden bilinmesi
imkânsız olan gaybî bir konudur. Kimsenin görmesi ve bilmesi mümkün olmayan bir
konudur ve bu gibi gaybî konularda söz hakkı sadece Allah’a ve O’nun bildirmesi
ile Resûl-i Ekrem Efendimize aittir. Kitap ve sünnetin dışında bu konuda kim ne
söylemişse bilelim ki nazariyeden ve boş sözden ibarettir. Dün de bugün de
insanlar bilgisizce bu konularda zırvalarda
bulunmuşlardır.
İnsanlardan kimileri, sanki
gözleriyle görmüşler, ya da herhan-gi bir kaynaktan haber almışlar gibi öldükten
sonra bir diriliş ve hayat yoktur diyorlar.
Kimileri ölümden sonra hayat
vardır diyorlar, ölüm ötesi hayatın varlığına inandıklarını söylüyorlar, ama
bunun bir tenâsüh olduğunu demeye çalışıyorlar. Yâni öldükten sonra insan
ruhunun başka bir varlığa geçerek, başka bir varlığın bedenine intikal ederek
yaşamaya devam etmesi şeklinde kabul ediyorlar.
Kimileri âhiretin, ölüm ötesi
dirilişin varlığına inandıklarını iddia ediyorlar, orada bir sorgulama, bir ceza
ve mükâfat vardır ama, kötü amellerin cezasından kurtulmak için bin bir çeşit
kurtarıcı varlığa inanıyorlar. Bu varlıkların orada etkili olacaklarına,
Allah’ın bunlara yetki vereceğine ve kendilerini Allah sorgulamasından, Allah
azabından kurtaracaklarına inanıyorlar. Gerek melek, gerek cin, gerek insan bin
türlü aracıları araya sokmaya çalışıyorlar.
Halbuki böyle çok büyük ve önemli
bir konuda insanın bir takım yanlışlara düşmesi, bozuk itikatlara gitmesi
elbette tüm hayatını yanlış yola itecek ve geleceğini de mahvedecektir. Bu
konuda, her konuda yaratıcı olan Allah’tan gelen bilgilere dayanmadan, kitap ve
sünnete müracaat etmeden, hiçbir bilgiye sahip olmadan sadece tah-min ve
kıyaslara dayanarak, akıl yürütmelere istinat ederek bir inanç sistemi kurmak ve
ona göre bir hayat yaşamak ahmaklıkların en büyüğüdür. Bundan daha büyük bir
akılsızlık düşünülemez. Yarın düşündüğünün, beklediğinin tamamen aksiyle karşı
karşıya geldiği zaman onun hüsranını bir düşünün. Az evvel söylediğimi burada
bir da-ha tekrar edeyim. Bu konuda söz sahibi Allah’tır. Hayatın da ölümün de
sahibi O’dur. Bu hayatı başlatan da bitirecek olan da O’dur. Biten bir dünya
hayatının sonunda insanları tekrar dirilteceğini haber veren de O’dur. Başka
bilgi kaynağımız yoktur. Ya O’nun bilgileriyle bir hayat yaşayacağız ya da
bilgisizce kendimizi mahvedeceğiz.
Akıllı bir insan Allah’ın haber
verdiği bu bilgilerle şu kâinatta işleyen düzene, kurulan yasalara bakacak ve bu
bilginin doğruluğunu anlayacaktır. Çünkü bu kâinat serapa bu bilginin
doğruluğunu haykır-maktadır. Rabbimiz bu sûresinde ısrarla biz kullarını bu
âyetler ve kâinat âyetleri üzerinde düşünmeye ve yoğunlaşmaya dâvet ediyor.
İnsanlık tarihine bakmamızı istiyor.
Sûrenin ilerleyen bölümlerinde
Rabbimiz biz kullarını sadece kendisine kul köle olmaya, sadece kendisini
dinlemeye, sadece kendisinin razı olacağı bir hayatı yaşamaya çağırır. Rabbiniz
ve yaratıcınız olan Allah, sizi kendisinden başkalarına kul köle olasınız,
onların arzuları istikametinde bir hayat yaşayasınız diye yaratmamıştır. Sizi
sadece kendisine kul köle olasınız diye yaratmıştır. O, gıdasını sizden alan,
sizin korumanıza muhtaç olan, siz sahiplenmedikçe varlıklarını bile sürdüremeyen
uydurma tanrı ve tanrıçalar gibi değildir. O, herkesi doyuran, herkese rızık
veren, herkesi koruyan, herkesi yoktan var kılan bir Rabdir
buyurulmaktadır.
Daha sonra hiçbir bilgileri
olmadığı halde sırf serkeşliklerinden ve hevâ ve hevesleri istikametinde
diledikleri gibi bir hayat yaşama sevdalarından ötürü inkâr edenler karşısında
peygamber ve onun yo-lunun yolcularına bir teselli ve tavsiyede bulunuyor
Rabbimiz. Ey peygamberim, bu densizlere sakın üzülme, sen dâvetini sürdürmene ve
görevini yapmana bak, çünkü senin dâvetin o serkeşlere faydalı olmasa da onların
yakınlarına ve çocuklarına faydalı olacaktır.
O zâlimler elbette çok yakında bu
tavırlarının cezasını çekecektir. Onların hak ettikleri azap bizim katımızda
hazırdır buyurulmak-tadır. Bu mukaddimeden sonra inşallah iman etmek üzere,
hayatımızı bu imanla düzenlemek üzere dinleyelim. Ama önce âyetler üzerinde
hızlı bir gezinti yaptıktan sonra Allah yardımcımız olsun diyerek sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım.
Zâriyât
sûresinde, insanların duygu ve düşüncelerine çeşitli sırlarla hitâb
edilmektedir. Ondan sonra "Tevhid" inancı ve âhiret duy-gusu aşılanmaktadır.
Zaten sûrenin ilk büyük bölümü âhiret hakkın-dadır. Ondan sonra "Tevhid"
inancına davet konusu gelmektedir. Yü-ce Allah âhiret inancım izâha geçmeden
önce, sûreye şöyle bir girişle başlamıştır:
"Savurup
kaldıranlara (esip bulutları, tozları kaldıran rüzgârlara, yanardağlardan lavlar
püskürten tabiat kuvvetlerine, yaratıkları sa-vuran meleklere), (yağmur)
yükleriyle yüklü bulutlara, kolayca akıp gi-den (gemilere, rüzgârlara,
yörüngelerinde dönüp seyreden gezeğen) lere, işleri taksim edenlere (rızıkları,
yağmurları dağıtan güçlere) an-dolsun ki, size vaadedilen, mutlaka doğrudur.
Cezâ, muhakkak olacaktır" (1-5).
Bu
âyetlerin ilk dördü yemindir. Beşinci ve altıncı âyetler ise, bu yeminin
cevabıdır. Beşinci âyetteki, "size vaat edilen, mutlaka doğrudur" ifâdesi,
mutlaka kıyâmet günü gerçekleşecektir, demektir. Bazı âlimlere göre de bu, size
vaadedilen azap veya mükâfat haktır, manasındadır (el-Maverdî, en-Nuketu
ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, IV, 362) Aynı zamanda bu âyetlerde, tabiat
kuvvetlerinin Allah tarafından yönetilen büyük güçler olduğu anlatılmaktadır.
Onlarla yemin edilerek bu husus dile getirilmiştir. Yüce Allah yemin ile
insanların dikkatini bu yöne çekmektedir.
Bununla
beraber sûrede, geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarından, ibret
alınması için nakiller yapılmıştır. Peygamberlerin tebliğlerine kulak vermeden,
cehâlete dayanan kendi yanlış ve ba-tıl düşüncelerine göre hareket edenlerin
nasıl mahvoldukları hatırlatılmıştır. Bir de tabiat olaylarına, müspet ilmî
araştırmalara işâretler vardır: Her Şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık, ta
ki düşünüp öğüt a-lasınız"(49).
Bu
âyette Yüce Allah'ın varlığı, birliği, üstün gücü ve yaratıcılığına işâret
edildiği gibi, insanlara müspet ilimler alanında çalışmaları da
hatırlatılmaktadır (Seyyid Kutub, Fi Zilâli'l-Kur'ân, Beyrut 1971, VII, 587
vd.). Bu sûrede dile getirilen diğer önemli bir husus da, cinlerin ve insanların
Allah'a ibâdet etmek için yaratılmış olmalarıdır: "Ben cinleri ve insanları,
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (56).
Bu
âyette ifade edildiği gibi, Yüce Allah insanları başkalarına kulluk etmeleri
için değil, yalnız kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır. Burada söz konusu
olan ibâdetten neyin kastedildiği hususunda, âlimlerin farklı açıklamaları
olmuştur. Bazı âlimlere göre ibâdet, Allah'ı bilmek, O'na inanmak ve imân
etmektir. Diğer bazı âlimlere gö-re ise, burada anılan ibâdet, mutlak surette
Allah'a itaat etme, İslâm'ın bütün emirlerine riayet etme manasını ifade eder.
Yüce
Allah'ın bu âyetteki açıklamasına göre, l), âkil baliğ olduğu andan itibaren
ölünceye kadar Kur'ân'.a uygun bir hayat sürdürsün diye insanı yaratmıştır.
(ez-Zebîdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tec-rid-i Sarih Tercümesi, Terc. Ahmed
Naim, Ankara 1975, V, 16).
Sûre;
Allah'ın her türlü açıklamalarına, peygamberin her türlü ikaz ve uyarılarına
rağmen imana gelmeyen, "Tevhid"e sarılmayan ve küfürde ısrar edenlerin acı
akıbetlerini ortaya koşarak son bulmaktadır: Muhakkak ki, bu zulmedenlerin de
(geçmiş) arkadaşlarının payı gibi bir azap payı vardır (ötekilerin başına gelen
azap gibi bir azap, bunların da başına gelecektir), acele etmesinler.
Va'dedildikleri günlerinden dolayı vay o kâfirlerin haline!"
(59,60).
1-6. “Esip savuran rüzgarlara, yağmur yüklü
bulutlara, kolayca süzülen gemilere ve işleri yöneten meleklere andolsun ki,
size söz verilen kıyametin kopması şüphesiz gerçektir. Ödeşme günü
gelecektir.”
Öteki Mekkî sûrelerin genelinde
olduğu gibi, bu sûresinde de Rabbimiz yeminlerle söze başlıyor. Dikkat ederseniz
belli isimler, bilinen varlıklar üzerine değil de sıfatlara yemin ediyor
Rabbimiz. Bu tür yeminlerin nasıl anlaşılacağı hususunda daha önce tanımaya
çalıştığımız Mürselât sûresinin başında uzunca bilgi vermeye
çalışmıştım.
Rabbimiz estikçe esen, tozu dumana
katan, esip savuran rüzgarlarına yemin ediyor. “Emrimle kullarımdan kimilerine
rahmet getiren, kimilerinin de defterini düren rüzgar âyetime yemin olsun ki!
Ağır ağır yükleri yüklenip taşıyan bulutlara yemin olsun ki! İçinde milyonlarca
ton su buharlarını yüklenip taşıyan bulutlara yemin olsun ki! Denizlerden ağır
ağır yüklerini yüklenip Allah’ın takdir buyurduğu bölgelere rahmet götürmek
üzere yükselen bulutlara yemin olsun ki!
“İşi taksim eden, müdebbirat-ı emr
olan, işi düzenleyen meleklere yemin olsun ki! Allah’ın emriyle Rabblerinden
aldıkları görevlerini tastamam yerine getiren meleklere yemin olsun ki! Cenâb-ı
Hakk’ın âlemin düzeni konusunda emir altına verdiği, memur kıldığı, işi yönetip
idare eden meleklere yemin olsun ki! Allah’ın emriyle rüzgarları, yağmurları,
rızıkları, ömürleri, zelzeleleri, dünyanın düzeniyle ilgili di-ğer işleri idare
eden, icra eden meleklere yemin olsun ki!
Kolaylıkla akıp giden, yüzüp giden
gemilere yemin olsun ki!”
Yemin olsun, yemin olsun, yemin olsun
ki muhakkak size vaad edilen hiç tartışmasız doğrudur. Size vaadedilen, vaad
olunduğunuz gerçektir. Vaad olunduğunuz mutlaka gerçekleşecektir. Kıyamet, ba’s
ve ceza olarak söz verilen size gelecektir. Size vaadedilen şey mut-laka
gelecek, vaad olunduğunuz şeylerle mutlak sûrette karşı karşıya
geleceksiniz.
Bu kadar yeminden sonra söylendiğine
göre bizim bize vaa-dedilen kıyameti, kıyamet sonrası hesabı, kitabı hep
aklımızda tutmamız, iki kaşımızın arasında tutmamız, kıyamet elde bir dememiz ve
bir an bile unutmamamız gerekecektir.
Rabbimizin burada üzerine yemin ettiği,
dikkatlerimizi üzerlerine yoğunlaştırmamızı istediği âyetlerinden rüzgarlar,
bulutlar, gemiler, melekler, göklerde ve yerde egemen olan Allah’ın ordularıdır.
Tüm bu varlıklar boyunlarındaki ipleri elinde olan Allah’ın emriyle, Allah’ın
koyduğu yasayla akıp giderler. Hepsi de Allah’ın emrine boyun büküp teslim
olmuşturlar. Onlar asla Rabblerinin, sahiplerinin, yaratıcılarının yasalarına
itiraz etmez, karşı gelmezler. Rabblerinin kendilerine seçip belirlediği
yörüngelerinin dışına çıkmazlar. Bugün böyle oldukları gibi yarın da bu böyle
olacaktır. Bir gün gelecek ki bu arz da, bu dünya da, içinde olanlar da, gökler
de, göklerde olanlar da Rabblerinin ölüm yasasına karşı gelemeyeceklerdir. Bu
varlıklar içinde farklı bir varlık olan, Rabbleri tarafından kendilerine
yeryüzünde özgür bir irade verilen insanlar da Rabblerinin ölüm yasasına karşı
gelemeyecek. Hayatları bitecek, ömürleri, varlıkları ve dünyaları bitecek. Hepsi
de Rable-rinin emriyle ölecek, sonra tekrar dirilecek, sonra yaşadıkları bir
dünyanın hesabına çekilecekler. Kimse Allah yasasına karşı gelemeyecek. Kimse
kaçıp kurtulamayacak. Kesinlikle bilesiniz ki:
“Muhakkak ki din gerçekleşecektir.
Muhakkak ki kıyamet, âhi-ret, hesap, kitap, cennet, cehennem mutlak sûrette
gerçekleşecektir. Mutlak sûrette vaki olacaktır. Mutlak sûrette Allah’ın vaadi
gerçekleşecektir. Muhakkak ki sizler ölümünüzden sonra hesaba çekilmek ü-zere,
yaptıklarınızın, yaşadığınız hayatın hesabını ödemek, faturasıyla karşı karşıya
gelmek üzere tekrar dirileceksiniz. Artık güvendiğiniz dünya bitecek.
Dayandığınız hayat ölümle son bulacak. Bir gün ölecek ve dirileceksiniz. Size
vaad edilenlerle karşı karşıya geleceksiniz. Size vaadedilen diriliş, haşr,
neşr, mizan, hesap, kitap, cennet, cehennemle karşı karşıya geleceksiniz. Kim
engel olabilir buna? Kim önüne geçebilir Allah yasasının önüne? Kim
değiştirebilir Allah takdirini?” buyurduktan sonra Rabbimiz şöyle
buyurur:
7-8. “İçinde yörüngeler bulunan göğe andolsun
ki, ey inkârcılar, siz şüphesiz aykırı görüştesiniz.”
Binası sağlam olan, yapısı,
dokunuşu en güzel, en düzgün bir şekilde yapılandırılmış caddeler, yollar,
yörüngeler sahibi semâya da yemin olsun ki.! Rabbimiz, semâ için de yollardan
söz ediyor. Halbuki biz yollar, caddeler sahibi olarak yeryüzünü biliriz. Biz
kıtalar sahibi olarak yeryüzünü tanırız, ama bakın Rabbimiz göklerin de kıtalar,
ge-zegenler sahibi olduğunu anlatıyor. Elbette O’nun bilgisi olmadan biz
gökyüzünü nereden tanıyabiliriz? Gökleri ancak onun sahibinin bilgileriyle
bilebiliriz. Âlem ancak O’nun bilgileriyle bizim gözümüzün önündedir. Onun
bilgisi olmadan semalara ulaşmamız mümkün değildir. Bakın Rabbimiz uçsuz
bucaksız gökleri gözümüzün önüne seriyor.
Yıldızlarıyla, galaksileriyle, yollar,
kıtalar, yörüngeler sahibi se-mâya yemin olsun ki, siz farklı farklı görüşlerde,
farklı farklı ifadelerdesiniz. Sözleriniz, inanışlarınız, düşünceleriniz
birbirini tutmuyor. Ki-miniz göklerin ve yerin sahibi, göklere ve yere egemen
olarak Allah’ı kabul ediyor, kiminiz göklere ve yere egemen başka Rabbler, başka
ilâhlar kabul ediyorsunuz. Kiminiz yaşadığınız bu hayatın sonunda dirilip hesaba
çekileceğiniz kıyamet gününe inanıyor, kiminiz reddediyorsunuz. Kiminiz
dilinizle inanıyor, hayatıyla, hayat programıyla reddediyor, kiminiz hem diliyle
hem amelleriyle reddediyor. Kiminiz hayatı, ölümü, ölüm ötesini Allah
bilgileriyle değerlendiriyor, Allah’ın değer yargılarına teslim olup bu dünyada
öyle bir hayat yaşıyor, kiminiz Allah bilgilerini reddederek, Allah’ın değer
yargılarını göz ardı ederek kendi hevâ ve hevesleri, kendi değer yargılarıyla
bir hayat yaşıyor. Kiminiz bu dünyada ölümsüzlüğe bina edilmiş bir hayat
programı takip ederken, kiminiz her an ölüverecekmiş gibi bir hayattan ya-na
tavır belirliyorsunuz. Kiminiz dirilişi reddederek çok rahat bir hayat yaşarken,
kiminiz kıyameti iki kaşının arasında hissederek tir tir titremektesiniz.
Kiminiz Allah’ın örnek kul, model insan olarak gönderdiği Peygambere iman edip
onun örneklediği bir hayatı yaşamaya koşarken, kiminiz ona şair, kahin, sihirbaz
diyorsunuz. Kiminiz rahmeti bol olan Rabbinizin rahmeti gereği size gönderdiği
kitabına iman ediyor, hayatını onunla düzenleme kavgası veriyor, kiminiz Allah
kitabını reddediyor… İnsanlar hak bilgiye, kitap bilgisine, Allah bilgisine
müracaat etmezlerse elbette böyle farklı farklı düşüncelere sahip
olacaklardır.
9. “Bundan, dönebilecek kimseler
döndürülür.”
Ondan çevrilen çevrilir. Mutlak
sûrette gerçekleşecek olan kı-yametten, kıyametin hesabından, kitabından ancak
Allah’ın hak bilgisinden, vahiyden yüz çeviren kâfirler, kitaptan habersiz
yaşayanlar çevrilirler. Ya da tüm bu ihtilaflardan, bu farklı görüşlerden ancak
Allah bilgisine yönelenler, vahiyden nasiplenenler çevrilip hakkı bulabilirler.
Ancak Allah’ın kendilerine hidâyet buyurduğu kimseler bu sapık anlayışlardan
dönüp hakka iman eder. Kim de Allah’ın kitabına inan-maz, Allah’ın elçisini
reddederse, elbette o kimse bu kitabın hidâyetinden, bu kitabın yol
gösterisinden mahrum bırakılacaktır.
10-11. “Yalancılığı itiyat edinenlerin,
bilgisizliğe saplanıp kalanların canları çıksın!”
“Yok olsun o yalancılar.
Kahrolsun o Allah bilgisini, Allah hidâyetini bir kenara bırakarak kendi
tahminlerini, kendi hevâ ve heveslerini ileri sürenler…” Tercihlerini. Allah
kitabından yana kullanmayarak, kitabın hidâyetinden mahrum bırakılan
nasipsizleri Allah kahretsin. Zaten kahrolmaya lâyık olanlar onlardır. Çünkü
Allah bilgisini, peygamber bilgisini diskalifiye ederek kendi tahminleriyle,
kendi ümniye-leriyle bilgisizce bir hayatı yaşayarak hem dünyalarını hem de
âhiret-lerini mahvetmişlerdir. Vahye müracaat etmedikleri, kitaba ve peygambere
kulak vermedikleri için çeşit çeşit fikirlerin peşinde kendi hevâlarını
putlaştırmış ve haktan çevrilmişlerdir. Kesin bilgiden mahrum oldukları için
hayatları, dünyaları hep şüphe ve tereddütlere bina edilmiştir. Şüphecidirler,
zancıdırlar. Amelleri, bilgileri kitabî değildir, kitaba dayanmaz. “Zannediyorum
bu böyledir!” der ve böylece zan üzerine yürürler. Zanla amel ederler. İşleri
sadece boş bir zandır bunların.
Onlar bilgisizlik içinde, karanlıklar,
yanılgılar içinde sarhoşça bir hayat süren kimselerdir. Dünyayı, hayatı,
âhireti, gökleri, yerleri, ölümü, kıyameti, haşri, hesabı, cenneti, cehennemi,
Allah’ı, kitabı, peygamberi bilmezler. Allah bilgisinden mahrum oldukları için
hiçbir şey bilmezler. Bu dünyada bilgisizlik, cehalet onların tek vasfıdır.
Allah’tan habersiz yaşadıkları bu dünya hayatı onları sarhoş etmiştir. Ne
yaptıklarını, ne ettiklerini bilmez bir şekilde yaşarlar.
Halbuki bu dünyanın sahibi, bu
hayatın sahibi olan Allah, yarattığı kullarını bilgiyle karşı karşıya
getirmiştir. İnsanı gözü kör, kalbi kör, kulağı sağır yaratmamıştır; ona gören
göz, hisseden kalp, duyan kulak vermiş, hem kendisine sunduğu âyetlerine,
bilgilerine mutabakat edebilecek bir özellikte yaratmış, hem de kendisine mutlak
doğru bilgisini sunmuştur. İşte bu yaratılış özelliğini kullanarak Rabblerinin
apaçık bilgilerine müracaat eden mü’minler aydınlık bir dünyanın insanları
olurlarken, hayatı bu Allah bilgisiyle yorumlayıp değerlendirirlerken, beri
tarafta vahyi yalanlayanlar, Allah bilgisine değer vermeyenler böyle
değillerdir.
Bu kâfirler kendi kendilerine
oluşturdukları bilgilerle, kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan vahye karşı
bağlandıkları düşüncelerle, peygambere karşı savundukları hayat programlarıyla,
Allah’a karşı tapındıkları sistemleriyle sarhoş olmuş, fıtratları bozulmuştur.
Halbuki Allah’ın yarattığı fıtrat vahiyle özdeşti. Allah’ın yoğurduğu fıt-rat,
peygamber, kitap gerçeğiyle uyuşacaktı. Ama onlar bunu reddet-miş, fıtratlarıyla
çatışma içine girmişlerdir. Varlıklarının kabul etmediği, fıtratlarının
uyuşmadığı, bedenlerinin, organlarının kabullenip haz-metmediği içkilerden çok
daha tesirli olan bu bilgilerle sarhoş bir hayat
yaşıyorlar.
12. “İşlerin karşılık göreceği günün zamanını
sorarlar.”
O sarhoşlar, o bilgisizler, vahiy
kaçkınları soruyorlar. “Din günü ne zamanmış? Kıyamet ne zamanmış? Âhiret ne
zaman gelecekmiş? Ne zaman sorguya çekilecekmişiz? Ne zaman karşılaşacakmışız
onunla? Şu sözünü ettiğiniz sûra ne zaman üflenecek? Bu hayat ne zaman bitecek?
Dünya üzerindekiler ne zaman yok olacak? Ölüm sonrası insanlar ne zaman
dirilecekler? Ne zaman bütün bunlar?” diye soruyorlar. “Hani varsa niye gelmiyor
ya?” diyerek güya peygam-berle, peygamber yolunun yolcularıyla alay ediyorlar.
Bunların samimiyetle öğrenmek ve amele yönelmek dertleri yok. Böyle bir niyetle
soru soranlara en münasip cevabı da bakın Rabbimiz şöylece
veriyor:
13. “O, kendilerinin ateşte azap görecekleri
gündür.”
O gün onlar ateşin üzerinde
imtihana tabi tutulacaklar. Ateş üzerinde tutulup eritilecekler. İşte böyle
alaylı soru soranlara verilen en güzel cevap… Çünkü âhiret gününe, âhiret
gününün hesabına, ki-tabına inanan bir mü’min için âhiretin gerçekleşeceği
zamanın, tarihin, ayın, günün bilinmesi, ne zaman olduğu önemli değildir. Mü’min
onun zamanını bilmekle o güne inanacak değildir, zaten inanmaktadır. Ya da onun
zamanının, tarihinin belirlenmesi sonucunda bir kâfir de ona iman edecek
değildir.
Böyle bir alaya verilen cevap budur.
Onlar o gün ateşin üzerinde erimeye, tükenmeye mahkum olacaklar. O gün ateşin
yiyeceği, ateş azabının kurbanı olurlar... O gün hayatlarının, amellerinin,
bilgisizliklerinin, alaylarının, sorgulamalarının, isyanlarının karşılığı olarak
ateşte kebap gibi pişirilirler. O gün onlara şöyle denir:
14. “Onlara: “Azabınızı tadın;
işte acele beklediğiniz bu idi” denir.”
O gün onlara, “haydi tadın
azabı,” denir. “Tadın imtihanınızı, tadın fitnenizi, tadın yalanlamanızın
karşılığını, tadın vahiyden uzak hayatınızın bedelini, tadın Allah bilgisine
sırt dönerek kendi kendinize oluşturduğunuz bilgilerinizin, düşüncelerinizin
yanılgısını. İmanınızın hatasını tadın. Tadın dünyada dünyanın sahibinin hayat
programına alternatif geliştirdiğiniz hayat programınızın faturasını. Tadın
vahyin bugünle alâkalı uyarılarına kulak vermeyerek dünyada güvenlik içinde
bulunuşunuzun sonucunu. Fitnenizi tadın bakalım. Bakın bakalım na-sılmış bu
azap? Bakın bakalım kurtuluş var mıymış bu azaptan? Çıkış var mıymış alaya
aldığınız bu cehennemden? Dünyadayken hiç inan-mıyordunuz. “Zannediyoruz ki
böyle bir şey olmaz” diyordunuz. Hiç ummuyor, hiç beklemiyordunuz bu sonucu.
Haydi bakın bakalım kurtulabilecek misiniz? Yoksa hiç çıkmamacasına bu ateş
azabının içinde mi kalacaksınız?”
İşte o dünyadayken acele edip
durduğunuz buydu. “Hani nerde kaldı bu kıyamet? Nerde kaldı bu hesap-kitap?”
diye acele istediğiniz buydu. Acele ediyordunuz, “haydi ne gelecekse gelsin de
görelim” diyordunuz. “Hani o din günü? Hani o diriliş günü? Hani o ateş? Hani o
cennet? Hani o cehennem?” diyordunuz. Aslında bunu dillerinizle söylüyordunuz.
Aslında iman etmek, hayatı bu imanla düzenlemek ve o günü kazanmak üzere bir
aceleden yana değildiniz. Dünyada Rabbinizin âyetlerinden gafil olarak ölümün,
âhiretin, hesabın, ki-tabın değil de başka şeylerin acelecisiydiniz. Paranın,
pulun, makamın acelecisi olarak, günâhlara batmış kimseler olarak yaşadığınız
hayatın karşılığı olarak kendinizi bekleyen azabın, ateşin acelecisiydiniz.
Yaşadığınız hayatla sanki, “gelsin bakalım, ne gelecekse gelsin de görelim”
diyordunuz. “Ey peygamber ve ey peygamber yolunun yolcuları! Hani şu
bahsettiğiniz, azap nerde kaldı? Hani nerede o?” diyerek alaylı bir biçimde
azabınıza acele istiyordunuz. İşte buyurun o acele isteyip durduğunuz azap
gözünüzün önündedir. Şu anda bizzat o ateşin üzerindesiniz. Artık
yalanlayabilirseniz yalanlayın onu. Alay edebilirseniz alaya alın.”
Kıyamet gününe inanmayanlara, âhiret
günü konusunda şüphe içinde olanlara, “hani nerede kaldı bu ya? Niye gelmiyor bu
âhiret? Neden gelmiyor bu sözünü ettiğiniz hesap-kitap günü?” diye alay ederek
onun çabucak gelmesini arzu edenlere verilebilecek en güzel cevap işte budur.
Gerçekten âhireti yok farz ederek bir hayat yaşayanlara verilebilecek en acı
cevap budur. Allah’ın bu âyetlerini duyduğu halde duymamış gibi davrananlara, ya
da Allah’ın bu âyetlerini duymaya yanaşmayanlara ne büyük bir uyarı değil mi?
Aklı başında olan bir adamın duyduğu bu Allah âyetlerine karşı dünyada
vurdumduymaz davranması, ilgisiz kalması ve hayatını bir cehalet üzerine bina
etmesi gerçekten çok garip.
Kâfirler işte böyle dilleriyle alay
ederek onu acilen istemeye çalıştıkları gibi, yaşantılarıyla, hayatlarıyla da
onu acele istediklerini ortaya koyuyorlardı. İşledikleri küfürleriyle,
zulümleriyle, haksızlıklarıyla, yeryüzünde işledikleri suçlarla düzeni, dengeyi,
adaleti bozarak, yeryüzünde Allah’ın koyduğu yasaları ihlâl ederek fiilen
kıyametin kopmasını ve bir an evvel tıraşlarının önlerine inmesini, hak
ettikleri azabı boylamalarını istemekteydiler de, Allah onları bekledikleriyle
karşı karşıya getiriverdi.
15-16. “Doğrusu, Allah’a karşı gelmekten
sakınanlar, Rabblerinin kendilerine verdiğini almış olarak bahçelerde ve pınar
başlarındadırlar. Çünkü onlar bundan önce iyi
davrananlardı.”
Muttakîler, Allah’la yol
bulanlar, Allah’ın âyetleriyle hareket edenler, Allah bilgisiyle bilgilenenler,
hayatlarını Allah için yaşayanlar onlardan farklıdırlar o gün. Onlar Allah’ın
kendileri için hazırladığı ağırlama cennetlerinde, pınar başlarında, pınarların
arasındadırlar. Ötekiler için ebedî, ölümsüz olan cehenneme, cehennem azabına
karşılık ölümsüz bir cennet de bunlar içindir. İnkar edenlerin, yalanlayanların,
alay edenlerin, yok farz ederek yaşayanların karşısında kabul edenlerin, tasdik
edenlerin, bekleyenlerin, hazırlık yapanlarındır bu cennet. Dünya hayatını o
dünyanın, o hayatın sahibinin vahyiyle, bilgileriyle yorumlayan, o dünyanın
sahibine kulluk eden, O’nun elçisinin pratikte gösterdiği örnek hayatı yaşayan,
cennet ve cehennem bilinciyle yaşayan, cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak
he-yecanıyla, imanıyla bir hayat yaşayanlara işte cennet, işte pınarlar ve işte
ölümsüz bir hayat… İşte dünyanın, hayatın sahibinin kendi bilgisiyle bir dünya
yaşayanlara gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayallerin bile
ihata edemeyeceği bir ölümsüzlük yurdu…
Rablerinin kendilerine verdiklerini
alanlardır onlar. Rableri ken-dilerine ne vermişse alırlar. Hiçbir şey eksik
edilmez onlar için. Akıllarına, hayallerine gelmedik nîmetler var onlar için.
Bildikleri, bilmedikleri her tür nîmetler onlar içindir. Memnuniyetle alacaklar
bu nîmetleri, seve seve, büyük bir iştah ve arzuyla kabullenecekler. Dünyada
Rab-blerini razı edenler, Rabblerinden, Rabblerinin âyetlerinden, Rable-rinin
hayat programından, Rabblerine kulluktan razı olarak, Rableri-nin istediği
hayattan razı olarak Rabblerini razı edenler, o gün orada Rabbleri tarafından
razı edilecekler. Çünkü:
“Zaten onlar daha önce de muhsindiler.”
Bunlar daha önce dünyadayken de muhsindiler. Dünyadayken de Rabblerini
görürcesine O’na kulluk ediyorlardı. Onlar dünyada Rabblerini görmedikleri halde
bir ömür boyunca sürekli Rabblerinin kendilerini gördüğünün, Rabblerinin
murâkabesi altında olduklarının şuuruyla, imanıyla, bilinciyle, titizliğiyle
O’na kulluk ediyorlardı. Rabblerinin iyi dediği, Rab-lerinin razı olduğu,
Rabblerinin istediği bir hayatı yaşıyorlardı. Muhsin davranıyorlardı. Analarına,
babalarına, akrabalarına, yetimlere, öksüzlere, miskinlere, Müslüman
kardeşlerine karşı Rablerinin istediği gibi davranıyorlardı. Kâfirlere, Allah
düşmanlarına bile muhsin davranıp onları cennete kazandırmanın kavgası içine
giriyorlardı. Onların cehenneme gidişlerine engel olabilmek için gerekirse
canlarını bile fedâ ediyorlardı. Allah için hem kendilerini hem de başkalarını
düşünüyorlardı.
17. “Onlar, geceleri az
uyuyanlardı.”
Onlar gece boyunca çok az
uyurlardı. Âhiret endişesiyle, hesap-kitap korkusuyla gözlerine uyku girmezdi.
Geceleri çok az uyur, seher vakitlerinde uyanık olur, Rabblerine yalvarır,
Rabblerinden mağfiret dilerlerdi. İşte muttakîlerin, işte cennete gidecek
Müslümanların özellikleri bunlardır.
Rabbimiz bu âyetinde ve kitabımızın
başka âyetlerinde, meselâ Secde, Müzzemmil sûresinde geceye dikkatimizi
çekmektedir. Çünkü gecenin apayrı bir yeri vardır. Gece, Rabble buluşma anıdır.
“Mü’minler gece Rabbleriyle buluşma, Rabblerini zikretme ve O’nun âyetleriyle
beraber olma, O’nun huzurunda secdelere kapanma adına uykularını terk ederek
kalkarlar,” diyor. Rableri hatırına sıcak yataklarını terk ederler, yanlarını
yattıkları yerden ayırır, uykularını bölerler. Demek ki bizim yanımız yataklara
yapışık ki onun için gece kalkamı-yoruz. Demek ki yatağı seviyoruz da onun için
gece namazımız yok.
Muttakîlerden, cennetliklerden olmak
istiyorsak Rabbimizin bu âyetlerine çok iyi kulak vermek zorundayız. Yatsı
namazını kıldıktan sonra hemen yatmak ve gecenin yarısında, gecenin sonlarına
doğru uyanmak ve Rabbimizle, Rabbimizin âyetleriyle, Rabbimizin zikriyle beraber
olmak zorundayız. Bu âyetleri duyduktan sonra artık gece yarılarına kadar şeytan
vahiyleriyle, kanalizasyonlarla vakit öldürerek, şeytan vahiylerinin
programlarına mahkum olarak, ya da lüzumsuz konuşmaların peşine düşerek, bırakın
gece kalkmayı sabah namazına bile zor kalkacak bir durumdan kendimizi
uzaklaştırmak zorundayız.
Bizi muttakîlerden kılacak, bizi
cennete götürecek bu âyetler üzerinde çok ciddi düşünmek zorundayız. Allah için
gelin okuduğumuz bu âyetleri hikâye cinsinden, gönül eğlendirme cinsinden değil
de amel etmek üzere okuyup, uygulamaya koyalım. Gelin Allah için bunları sadece
okumuş olmak için, konuşmuş olmak için gündeme getirmeyelim. Sadece dinlemiş
olmak için dinlemeyelim. Eğer Rab-bimizin bu beyanlarıyla cenneti duymuşsak,
cennet varsa, cennette pınarlar varsa, akla, hayale gelmedik her tür nîmet
oradaysa ve eğer bizim de o cennete ihtiyacımız, arzumuz varsa ve bunu elde
edebilmek için de Rabbimiz bize bu görevleri yüklüyorsa, o zaman bunun
bilincinde olmak zorunda olduğumuzu unutmayalım.
Yatsı namazını kılar kılmaz,
hemen hiçbir şeyle meşgul olmadan yatalım, erkenden yatalım ve seher vaktinde
kalkalım. Bunu becermeye çalışalım. Örneğimiz, önderimiz nasıl yapmışsa öylece
yapmaya çalışalım. Tıpkı onun gibi gecenin yarısından sonra, gecenin sonlarına
doğru kalkıp Rabbimizle beraber olalım. Rabbimizin zikriyle, Rabbimizin
kitabıyla, Rabbimizin namazıyla beraber olma amellerini gerçekleştirelim.
Seherlerde, Rabbimizin rahmet kapılarının açık olduğu o saatlerde, Rabbimizin
kendisinden mağfiret isteyenlere mutlaka mağfiretini vaad ettiği o mübârek
anlarda Rabbimize dua edip ya-karmaya çalışalım.
Bunu becerdiğimiz zaman, gece kalkıp
Rabbimizle, Rabbimi-zin âyetleriyle beraber olabildiğimiz zaman, gündüzün bize
bir sürü âyetler açacağını, gece birlikte olduğumuz, okuyup anlamaya
çalıştığımız âyetleri gündüzün pratik hayatta uygulamak zorunda olduğumuzu
düşünelim ve böylece Rabbimizin bize vaad ettiği cenneti yakalamaya çalışalım
inşallah.
18. “Seher vakitlerinde bağışlanma
dilerlerdi.”
“Bir de seherlerde müstağfirîndi
onlar.” Seherlerde istiğfar ederlerdi. Seher vakti gecenin son üçte biri,
gecenin devrini tamamlayıp bitmeye başladığı dönemde, yani takriben saat 3-5
arası gecenin sükûnete erdiği dönemde, gecenin en sakin olduğu dönemde kalkıp
Rabblerine istiğfar ederlerdi onlar. Kalkarlar, yanlarındaki ehillerini, yatak
arkadaşlarını ve çocuklarını da uyandırıp Kur’an okur, namaz kılar ve
Rabbleriyle buluşmaya çalışırlardı. Rabblerinin rahmetiyle tecelli ettiği o
mübârek seherlerde sevgilileriyle beraber olmaya çalışırlardı. Rabblerinin
büyüklüğünü, yüceliğini ve kendilerinin de küçüklüğünü, acizliğini anlayarak
O’na istiğfarda bulunurlar, Allah karşısında eksikliklerini, kusurlarını
anlayıp, “ya Rabbi biz sana senin istediğin kulluğu beceremedik,” derlerdi.
Ya da, “ya
Rabbi bize yüklenen emirler konusunda bir kusurumuz, bir eksiğimiz, bir
yanlışımız olmuşsa, Rabbimiz olarak, sahibimiz olarak senin bizden istediklerini
yerine getirirken bir ihmalimiz olmuşsa, emri verenin yüceliğine, azametine
yakışmayan bir hareketimiz, bir zaafımız olmuşsa, Senden istiğfarda bulunup o
kusurlarımızın affedilmesini, o eksiklerimizin örtülmesini diliyoruz.” Veya, “ya
Rabbi, bizler gücümüz nispetinde sana kulluk yapmaya çalışıyoruz, ama sen bizim
Rabbimiz olarak her şeyin en güzeline, en mükemmeline lâyık olduğun halde eğer
bizim yaptıklarımız sana lâyık değilse kusurumuza bakmayıver! Eksiklerimizi,
kusurlarımızı görmeyiver ya Rabbi! Yaptıklarımızı tam kabul ediver ya Rabbi!”
derlerdi.
19. “Onların mallarında isteyen ve
isteyemeyenler için bir hak vardı, onu hak sahiplerine
verirlerdi.”
“Yine o muttakîler öyle kimseler
ki, onların mallarında isteyen ve edebinden, hayâsından, iffetinden isteyemeyen
fakirler için bir hak vardır. Onlar kendi mallarında sâil ve mahrum için hak
bulunduğunu kabullenen ve bu kabulün gereğini yerine getiren insanlardı,” diyor
Rabbimiz. Anladınız değil mi? Yani isteyen ve isteyemeyecek durumda olanlar için
mallarında hak bulunanlar, bu hakkın bulunduğuna iman edenlerdi onlar.
Dilenebilen, dilenemeyen, isteyebilen, isteyemeyen, soran, soramayacak olan
insanların kendi malında belli bir hakkının olduğuna inanan kimseydi onlar.
Cebindeki, kasasındaki, kesesindeki, dükkanındakilerin tamamının kendisine ait
olmadığına, Allah’ın bunları sadece kendisi için harcanmak üzere vermediğine,
onlarda kendisinden başka kimselerin de hakkı olduğuna inanıyor ve Allah
kullarına harcamada bulunuyorlardı.
Dikkat ederseniz bundan önceki sayılan
iki özellik bireysel, ferdî bir hareketti. Gece az uyumak, kalkıp Allah’ı
zikretmek ve istiğfarda bulunmak muttakîlerin bireysel bir hareketiydi. Yani
mü’minler gece yalnız da olsalar kalkacaklar Rabblerine istiğfarda
bulunacaklardı. Bunu tek başımıza da yapabileceğiz, ama bakın burada istenen
üçüncü özellik birileriyle birlikte olmamızı gerektirecek. Önceki bireysel bir
kulluk iken, bu toplumsal bir kulluğu anlatır. Yani gece uykusunu bölerek kalkıp
Allah’ı zikretmek için kitabıyla birlikte olan bir Müslüman, elbette gündüz o
okuduklarını uygulama sahası arayacaktır. İşte gece okuyup bilincine erdiği
âyetleri uygulama sahası ararken de mü’minin karşısına isteyenler-istemeyenler,
fakirler, yetimler, kadınlar-erkekler çıkacak. İşte Müslüman, gece Allah’tan
aldığı vahiyleri, Allah’tan aldığı bilgileri onlarla paylaşma, onlara duyurma
kavgası vererek Allah için bir fedâkârlık örneği sergileyecektir.
Öyle değil mi? Onun gece vahiy
alıcı olarak diğer insanlardan farkı olmayacak mı? Elbette gece Rabbi ile
beraber olan, Rabbinin kitabıyla, Rabbinin âyetleriyle birlikte olan Müslüman
vahiyden uzak kalıp şeytan vahiyleriyle beraber olan insanlardan farklı olarak,
tek dert olarak para kazanmayı düşünmeyecektir. O Müslüman gündüz vakti daha
önce kazandığı paralarını Allah yolunda Allah kullarına harcayarak cennete
gidişin hesabını yapacaktır. Elbette vahiyle beraber olan, hareketlerini vahiyle
belirleyen bir Müslüman, kendisini çevresindeki vesvesecilerin kendisine ilka
ettiği bir düşünceyle, “bu para bana yetmez, üç günlük ömre altı günlük rızık
lazımdır, daha fazla, daha fazla kazanmalıyım, daha fazla kazanıp Rabbimin
rızasına ve cennetine ulaşmanın imkânını elde edeyim” diye bir düşünceye
kapılmayacaktır. Şeytan vahiylerinin etkisi altında kalmayacaktır. O şunun
derdinde olacaktır: ”Elimdeki mallarımı, birikimlerimi Allah yolunda nasıl
harcayabilirim?” Eğer bizler de böyle yaşarsak kesinlikle bilelim ki bizler de
muttakîlerden olacak ve Rabbimizin cennetine gitme imkânı
bulabileceğiz.
20-21. “Kesin olarak inananlara, yeryüzünde
ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; gör-mez
misiniz?”
Yakîn sahibi, kesin bir bilgiyle
iman edecek olanlar için, yeryüzünde de, nefislerinizde de, enfüste de, âfâkta
da âyetler vardır. Allah’ın varlığına, Allah’ın dinine, kıyametin kopacağına,
kıyamet sonrası hesabın, kitabın gerçekleşeceğine, mutlak gerçekleşecek olan
kıyamete iman edenlerle etmeyenlerin, hayatlarını Allah için yaşayanlarla
yaşamayanların sonuçlarının farklı olacağını gösteren âyetler vardır. Göklerde
ve yerde egemen olan Allah’ın gücünü, kudretini, azametini, rubûbiyet ve
ulûhiyetini gösteren deliller vardır. Hem kendi nefislerinizde hem de dış
dünyanızda âyetler vardır.
Rabbimiz bizi hem kendi nefislerimize,
bedenimize, organlarımıza, ruhumuza hem de dış dünyamıza gözümüzü açmamızı,
âyetlerini gözlemlememizi istiyor. Rabbimizin âyetleri üzerinde aklımızı,
düşüncemizi yoğunlaştırmamızı istiyor. Yaratılışımız, yaratılış sonrası
evrelerimiz, kalbimiz, ruhumuz, bedenimiz, organlarımız, aklımız, idrakimiz,
dilimiz, gözümüz, kulağımız, kemiklerimiz, eklemlerimiz her biri birer âyettir.
Semâ âyet, arz âyet, ay, yıldızlar, güneş, bulut, yağmur, hayvanlar, bitkiler,
kısacası yeryüzündeki her şey bir âyettir. Her şey bize Rabbimizi anlatan birer
âyettir.
Bizler şu anda elimizdeki Kitabın
âyetleriyle beraber olabilir, bu Kitabın âyetlerini tanıma imkânı bulabilirsek
işte o zaman ancak kendimizdeki, enfüsümüzdeki ve âfâktaki, gökler ve yerdeki
âyetleri görebilmemiz mümkün olacaktır. Şu kitabın işitsel âyetleriyle beraber
olmayanlar asla öteki âyetleri göremeyecek ve anlayamayacaktır. Öyleyse bu
kitabı elimize alacağız, elimizin, ayağımızın, kulağımızın, yıldızların, ayın,
güneşin, dağların, taşların birer âyet olduğunu okuyacağız, anlayacağız ki ondan
sonra bu âyetler üzerinde ciddi ciddi düşünebilme imkânına sahip olabilelim.
Eğer şu kitapla beraber olmaz,
Kur’an’ı okumaya devam et-mezsek o zaman bu âyetler bize asla görünmeyecektir.
Allah’ın şu kitabından mahrum kalıp ta Rabbimizin öteki âyetlerini göremeyince
de başka âyetler görmeye, başka âyetler üzerinde kafa yorup düşünmeye
başlayacağız. O zaman başka âyetler bizim gündemimizi oluşturmaya başlayacaktır.
Hangi âyetler? Kendimizin ortaya çıkardığı âyetler, kendimizin oluşturduğu,
bizim gibilerin oluşturduğu âyetler gündemimizi dolduracaktır. Atlar, arabalar,
bilgisa yarlar, gemiler, uçaklar,
silâhlar, uydular, denizaltılar, deniz üstüler, bombalar, insan âyetleri,
insanların âyetleri… Allah korusun, insan Allah’ın şu âyetlerinden yüz çevirip
de kendi âyetlerini, kendi putlarını yapıp onların karşısına geçtikten sonra,
onlara hamd etmeye, onları dile getirmeye, onlarla övünmeye başladı mı, artık
Allah’ın âyetlerini görme ihtiyacı da hissetmeyecektir.
İşte görüyoruz kâfirler tüm bu
âyetleri kapatıyor, gündeme ge-tirmiyor, örtüyorlar, örtbas ediyor, kamufle
ediyor ve kendi âyetlerini gündeme getirmek için ellerinden gelen her şeyi
yapmaya çalışıyorlar. Korkunç bir gelişme, müthiş bir gelişme, müthiş bir buluş,
gökyüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne iniyoruz sihirbazlık numaralarıyla insanlığın
gözlerini büyülemeye çalışıyorlar. Böylece Allah’ın gerçek âyetleri gündemden
düşürülmüş, şeytan âyetleri her tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi
kendilerine ibadet eder olmuşlar. Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana
izâfe edilir olmuş.
“Bütün bu âyetlerde yakîn sahibi
mü’minler için ibretler vardır,” diyor Rabbimiz. Bu âyetler sadece mü’minleri
ilgilendirir. Bu âyetleri okuyup, onlarla beraber olup, onlar üzerinde derin
derin düşünüp ib-ret alarak bu âyetlerin sahibine kulluğa yönelenler ancak
mü’minler-dir.
Bu âyetler bize yol gösteriyor, hedef
belirliyor. Bizler Allah’ın âyetlerini yakîn bilgi haline getirmek zorundayız.
Allah’ın âyetleriyle yakîne ulaşmak zorundayız. İnanacağız, sonra da bu
imanlarımızı ya-kîn haline getireceğiz. Yani imanlarınız aktif olacak ve bizi
harekete geçirecek. Âyetler, bu âyetlerin yaratıcısı konusundaki bilgimiz bizi
imana ve teslimiyete sürükleyici, itici olacaktır. Bu âyetleri hem aklımıza, hem
de hayatımıza hakim kılmaya çalışacağız. Rabbimiz bu âyetlerin peşini
bırakmamamızı, sürekli onları izlememizi, sürekli onlarla beraber olmamızı
istiyor bizden. Gözlerimiz sürekli bu âyetleri izleyecek, gönüllerimiz sürekli
bu âyetlerin peşinde olacak ve hayatımızı bu hak âyetlerle düzenleme savaşı
içinde olacağız. Bir an bile bu âyetlerden gafil olmayacağız. Gerek şu kitabın
âyetlerinden, gerek enfüsümüzdeki, gerekse âfâktaki
âyetlerden.
22. “Rızkınız da, size söz verilen azap da
yukarıdan gelir.”
Sizin rızkınız da, vaad
olunduğunuz da semâdadır. Bu sefer de Rabbimiz semâ âyetlerine, semâya
dikkatlerimizi çekiyor. Bakın semâ âyetlerine, rızkınız oradan gelmektedir.
Rabbimizin gökten indirdiği rızıklarda da sizin için âyetler vardır. İnsanın
evlâdı, hanımı, kocası, yiyip-içtiği, giyip eskittiği ve yeryüzünde tükettiği
her şey bir rızıktır. İman da bir rızıktır, hidâyet de bir rızıktır, Kitap ve
peygamber de birer rızıktır. Gökten indirdiği yağmurlarla ölümünden sonra arzı
dirilttiği, yeryüzünde canlıları yarattığı gibi, yine aynen rızık olan kitabını
indirmekle de yeryüzünde hayatı diriltmiştir Rabbimiz. Yeryüzüne canlılığı,
diriliği getirmiştir.
Şu rızkınızı getiren, rızkınıza sebep
olan yağmur âyetine bak-mıyor musunuz? Rabbinizin yağmur âyeti üzerinde hiç kafa
yorup dü-şünmüyor musunuz? Bu yağmur âyeti sonunda şu anda elinizdeki nîmetlere
nasıl ulaştığınızı hiç anlamıyor musunuz? Kendi ekip diktiklerinizi görürsünüz
de, Allah’ın indirdiği yağmuru görmez misiniz? Ekip diktiklerinize Allah’ın
nasıl hayat verdiğini düşünmüyor musunuz? Kendinizi putlaştırıp, kendi
yaptıklarınızı gündeme getirip, “bu benim eserim, bu benim planım, benim ekimim,
dikimim, bunu bu ka-fa yaptı, bunu bu eller dikti” dersiniz de, Allah’ın rahmet
âyetini hiç gündeme getirmez misiniz. Halbuki Rabbimiz gökten yağmur
indirmeseydi ne yapabilirdiniz? Rabbimiz gökten rızkınızı indirmeseydi ne
yapabilirdiniz?
Vaat olunduğunuz şeyler de göklerdedir.
Vaad olunduğunuz kıyamet, haşr, neşr, terazi, mizan, hesap, kitap, sırat,
cennet, cehennem, azap, mükâfat da göklerdedir. Tüm bunlar semavî kitaplarla
ha-ber verilen, semâvî kitaplarla bilinen gerçeklerdir. Vahiy semâdandır, hayat
programınız semâdandır.
23. “Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu,
sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir.”
Göklerde ve yerde egemen olan,
göklerin ve yerin, göklerdekilerin ve yerdekilerin tümünün boyunlarındaki kulluk
iplerinin ucu elinde olan, göklerdekilerin ve yerdekilerin kendisine teslim olup
boyun büktükleri Rabblerine yemin olsun ki… Rabbimiz kendi rubûbiyetine yemin
ederek diyor ki, andolsun ki bu gerçektir. Andolsun ki bu doğrudur. Ne doğrudur?
Andolsun ki bu kitap gerçektir. Andolsun ki bu âyetler gerçektir. Allah’a
andolsun ki bu Allah âyetleriyle size vaade-dilenler doğrudur. Kıyamet, âhiret,
diriliş, hesap, kitap, cennet, cehen-nem doğrudur. Allah’a andolsun ki bu vahiy
haktır. Aynen şu anda sizin konuştuğunuz gibi doğrudur. Yani sizin şu anda
konuşmanız, söz söyleyebilmeniz ne kadar kesinse, konuşmalarınızdan nasıl şüphe
etmiyorsanız, ondan daha kesin bilesiniz ki bu âyetler, bu âyetlerin size
bildirdiği bu vaidler, bu tehditler, bu cennet, bu cehennem, bu sûre, bu
Zâriyât, bu Tûr, bu Necm ve diğerleri de aynen gerçektir. Nasıl ki şu anda hiç
birimiz konuşmalarımızdan şüphe etmiyor, konuşma yeteneğimizi inkâr etmiyorsak,
Rabbimizin bu âyetlerini de asla inkâr etmeye hakkımız yoktur. Üstelik Rabbimiz
bizzat kendi zatına, kendi rubûbiyetine yemin ederek bunların gerçek olduğunu
anlatıyor.
Bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz
bize tarihten bir haber sunacak. Bizi yediğimiz ekmekten, içtiğimiz sudan,
teneffüs ettiğimiz havadan daha çok ilgilendiren, bize her şeyden daha çok lazım
olan bir haber.
24. “Ey Muhammed! İbrahim’in
ikram edilmiş konuklarının haberi sana geldi mi?”
“Peygamberim, sana İbrahim’in
ağırlanan misa firlerinin haberi geldi mi? Ey
peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar, size İbrahim’in
misa firlerinin haberi geldi mi?
Haberdar oldunuz mu? Gündeme aldınız mı İbrahim’in misa firlerini? İlgilendiniz mi bu
haberle?”
Genelde insanlar haber peşindedirler,
haberleri kaçırmamaya çalışırlar. Günümüzde insanlar arasında çok kötü bir
şekilde oluştu bu. Ama işin garibi şeytan vahiylerinin haberleriyle ilgilenen
insanlar, zerre kadar Allah vahyiyle, Allah haberleriyle ilgilenmiyorlar.
İsterseniz kendi kendimizi bir sorgulayalım. Zâriyât sûresinin şu haberleri bu
güne kadar size hiç geldi mi? Eğer bizler Rabbimizin bu kitabını elimize almaz,
Rabbimizin bu haberleriyle ilgilenmez ve şeytan vahiylerinin haber
programlarından kendimizi alamazsak kesinlikle bilelim ki kıyamete kadar
Allah’ın bu haberlerine ulaşamayacağız. Keşke insanlar kendilerine lazım olmayan
haberler peşinde koşacaklarına ger-çekten kendilerine lazım olan haberlere
yönelebilselerdi. Tamam, Al-lah insana beş duyu vermiştir, merak vermiştir.
Haberdar olmak zorundadır insan. Ama bunları yönlendirecek, hayra kanalize
edecek, kontrol edecek akıl da vermiştir Rabbimiz. Keşke insanlar hayvanlar gibi
bunları kontrolsüz olarak kullanacaklarına insan gibi kullanmayı becerebilmiş
olsalardı.
Kur’an’ın dışındaki haberlere ne kadar
zaman ayırırsanız ayırın, ama mutlaka Kur’an’a zaman ayırın! Beş saat televizyon
okumak, üç saat gazete okumak, bir saat tabelâları, levhâlârı, dükkan
reklamlarını okuyoruz da Allah için biraz da Kur’an levhâlârını, Kur’an
tabelâlarını okumalı değil miyiz? Kur’an görüntüsünde, kitap ekranında Allah
haberlerine bakabilmeyi becermeli değil miyiz? Bakın size bir
haber:
Şu anda Halilü’r-Rahmân kentindeyiz.
Bir peygamber şehrinde, bir peygamber evinde, bir peygamber ocağındayız.
Allah’ın kutlu bir peygamberinin, hem de bizim babamız olan bir peygamberin
evine misa fir olduk. İbrahim’in (a.s)
haberini önce Cebrâil Rasulullah Efendimize okuyacak, sonra Rasulullah Efendimiz
bize okuyacak, bize duyuracak, biz ondan dinleyeceğiz ve hemen arkasından
duyduğumuz, öğrendiğimiz bu haberi süratlice kendi ailemize, kendi milletimize,
kendi kavim ve kabilemize götüreceğiz. Onlara bu haberle gideceğiz. Tüm haber
programlarının en başına yerleşecek ve asla dönemi bitmeyecek, asla önemi
kaybolmayacak, hiç bir zaman ilgi alanlarımızdan düşmeyecek bir haber olacak.
Neymiş haber? İbrahim’in
misa firleri. Kendileri için Allah’ın
şeref bahşettiği misa firler. İbrahim’in (a.s) ve
hanımının kendilerini ağırlamak için hizmetlerine koştukları konuklar ki, bunlar
Enbiyâ sûresinin beyanıyla Allah tarafından kendilerine ikram edilmiş, Allah’ın
lütuf ve ihsanlarına mazhar kılınmış meleklerdir. Enbiyâ sûresinin 26. âyetinde
“İbadün mükramun” olarak vasfedilir
bu melekler.
25. “Onlar, İbrahim’in yanına girip: “Selâm
sana” demişlerdi. İbrahim de: “Selâm size” demişti; içinden de, onların
tanınmamış bir topluluk olduğunu geçirmişti.”
Bu mübârek
misa firler İbrahim’in yanına girdiler
ve “selâm sa-na” dediler. İbrahim de (a.s) “selâm” dedi. “Ey İbrahim, sana selâm
verir, selâmet dileriz” dediler, İbrahim de (a.s) aynıyla, ya da onların
selâmından daha güzeliyle mukabelede bulundu. Bu da bir selâmlaşma modelidir.
İbrahim (a.s) onları bilememişti. “Sizler tarafımdan tanınmayan, bilinmeyen bir
topluluksunuz. Sizlerle daha önce hiç görüşme şerefine mazhar olmadım. Belki de
sizler bu şehre, bu bölgeye yeni teşrif ettiniz.” Ya bunu içinden söyledi
İbrahim (a.s), ya da evdeki ehline söyledi bunları.
26-27. “Hemen ailesine giderek semiz bir
buzağı getirmiş, onların önüne sürüp; “Yemez misiniz?”
demişti.”
Hemen ehlinin, ailesinin yanına
gitti ve semiz bir buzağıyı getirip önlerine koydu. Ne güzel bir ev sahibi değil
mi? Hemen misa firlerine ben size yemek
hazırlıyorum filan demeden, onların yapma, etme, gerek yok, aç değiliz, zahmet
olmasın filan demelerine fırsat ver-meden sessizce ailesine gitti ve bir buzağı
kızartıp önlerine getirdi. Hûd sûresinde de konunun anlatıldığı bölümde bu
getirdiği yemeğin bir dana olduğu zikredilir. Malının en güzelinden, en
hayırlısından semiz bir buzağı getirip önlerine koydu. Eve gelenler eğer
akrabadan, tanıdık eş-dosttan olsalar durum biraz daha kolaydır, ama bakıyoruz
ki İbrahim’in (a.s) hiç bilmediği, tanımadığı bir misa fir grubu. Şaşırıp, afallayıp,
bozulup, yüzünü ekşitip, “iyi de vakitli filan gelseydiniz, bari bir randevu
alıp gelseydiniz, önceden haberimiz olsaydı daha iyi olurdu filan” demiyor
bizler gibi. Önlerine koyuyor yemeği ve gâyet tatlı bir ifadeyle, “buyurun,
yemez miydiniz?” diyor. Ya da önlerine konanı yemediklerini görünce Allah’ın
elçisi böyle diyor.
28. “(Yemediklerini görünce) onlardan
endişeye düştü; “Korkma” dediler ve ona bilgin bir oğul sahibi olacağını
müjdelediler.”
Birdenbire onların yemeğe el
uzatmadıklarını görünce onlardan korktu. Onlardan kalbine bir ürperti geldi.
“Acaba niye yemeğimi yemiyorlar?” diye düşündü.. Çünkü o dönem, o toplum içinde
gelen misa firler kendilerine ikram edileni
reddetmemeliydiler. Eğer eve gelen misa firler ev sahibinin ikramını
reddediyorlarsa o zaman işin içinde başka şeyler var demekti. İbrahim (a.s)
yemeğine el uzatmayan bu misa firlerin kendisine bir düşmanlık
niyetiyle geldiklerini zannetti, ya da yemek yemeyişlerinden insan sûretinde
gelen bu kimselerin melek olduklarını hissetti. Meleklerin böyle insan sûretinde
gelişleri çok ciddi durumlarda olurdu. Bu yüzden vahiy getirmediklerine göre
azap getirdikleri endişesiyle korkmaya başladı. Onun korktuğunu anlayan
misa firleri dediler
ki:
“Korkma.” Başka sûrelerde “korkma ey
İbrahim, bizler Allah’ın melekleriyiz, bizler yemek yemeyiz” dediler ve ona çok
bilgin bir oğul müjdelediler. Yani Allah bilgisine lâyık görülecek, vahiyle
şereflendirilecek, ileride peygamber olacak bir oğul müjdelediler. Buradaki âlim
bir oğulla İshak (a.s), Saffât sûresindeki halîm bir oğul müjdesiyle de İsmail
(a.s) kastediliyordu. Yine Hûd sûresinde İshak (a.s) vasıtasıyla kendisine Yakub
(a.s) gibi şerefli bir torun peygamber müjdesi de veriliyordu. Tabi İshak’ın
(a.s) müjdesinin verildiği bu dönemde İbrahim (a.s) yüz yaşını aşkın ihtiyar bir
çağda bulunuyordu. Karısı da o yaşlarda çocuktan kesilmiş bir durumu yaşıyordu.
Melekler böyle bir durumda yaşlı bir ana-babaya bir evlât
müjdeliyorlardı.
29. “Bunun üzerine karısı hayretle seslenerek
geldi, elleriyle yüzünü kapayarak: “Kısır bir kocakarı!”
dedi.”
Allah’ın elçilerinden bir çocuk
müjdesini alan hanımı hayretle seslenerek, elleriyle yüzünü kapatarak, elleriyle
yüzüne vurarak, hayretini gizleyemeyerek şöyle demeye başladı: “Hem ihtiyar, hem
de kısır bir kocakarı ha! Benden, benim gibi birinden bir çocuk ha! Ben nasıl
bir çocuk dünyaya getirebilirim? Gençliğimde bile bir çocuk dünyaya getirememiş
kısır bir ihtiyardan bir çocuk olur mu?” Öyle ya, koca İbrahim (a.s) yüz
yaşında, kendisi de seksen-doksan yaşında, üstelikte kısır birisiydi. Şimdiye
kadar hiçbir çocuk dünyaya getirememişken şimdi bir çocuk dünyaya getirecekti.
Gerçekten hayret edilecek bir şeydi bu.
Hangisi? Bu yaşta bir çocuğa ulaşmak
mı, yoksa bu yaşta bir çocuk istemek mi? İkisi de hayret edilecek bir şeydi.
Öyle değil mi? Müslümanların, hacısıyla-hocasıyla 20-30 yaşlarında bir çocuk
dünyaya getirdikten sonra “tamam artık, daha fazlaya gerek yok!” deyip işi
bitirdikleri bir dünyada, şu anda bu misa firlerin İbrahim’e (a.s) ve
karısına getirdikleri bir çocuk müjdesini nasıl karşılayacaklarını, nasıl
değerlendireceklerini bilemiyorum. “30 yaşından sonra kadın asla do-ğum
yapmamalıdır,” diyorlar.
O yaşta Allah’ın melekleri çocuk
müjdeliyorlar, Allah’ın elçisi İbrahim (a.s) koşarak, çığlık atarak karısının
yanına gidiyor, karısı da sevinç ve hayret çığlıklarıyla “bu iş nasıl olacak?”
diyor. Sevinçten ellerini dizlerine, ya da yüzüne vurarak sevinç ve hayretini
izhâr ediyor.
30. “Melekler: “Bu böyledir, Rabbin
söylemiştir; doğrusu O, hakîm olandır, bilendir” dediler.”
“Bu böyledir. Allah böyle buyurdu
tamam.” Allah buyurmuşsa tamam. Allah hakîmdir, Allah hikmet ve hâkimiyet
sahibidir, Allah alîmdir, her şeyi bilmektedir. Allah boşuna buyurmaz. Biz bunu
kendiliğimizden demiyoruz, Allah böyle buyurdu, böyle hükmetti. Allah dilediğine
hükmeder ve hükmettiğini de yapar.
Ya da kezalik, tamam iş öyledir, iş
sizin dediğiniz gibidir. Siz ikiniz de ihtiyarsınız, karın da kısırdır, bu
doğrudur, ama Allah olmazı oldurandır. Allah dilediğini yapandır. Allah göklerde
ve yerde egemen olandır. Onun dilediğini kim engelleyebilir? Onun önüne kim
geçebilir? Hayat O’na aitken, yaratma O’na aitken, dilediğini yaratmasını kim
durdurabilir? Dilediğini dilediği zamanda, dilediği biçimde yaratan O’dur,
dilediğine hayat veren O’dur, dilediğini öldüren de O’dur. Onun hayat
verdiklerini kim öldürebilir? Onun öldürdüklerini kim diriltebilir? Tek
egemenlik sahibi, tek irade sahibi, tek kuvvet ve kudret sahibi
O’dur.
Bakın İbrahim’e (a.s)!
İhtiyarlığının, yaşlılığının zirvesinde, ha-yatının son merdivenlerine dayandığı
bir döneminde ve karısı da aynen kendisi gibi yaşlı ve üstelik kısırken, bir
çocuk doğurma ihtimali yokken onlara bir evlât müjdeleniyor. Hem o evlâdından da
peş peşe dört peygamber gelecekti.
Meleklerin gelişinin sadece bununla
sınırlı olmadığını, başka işlerinin de olduğunu sezinleyen İbrahim (a.s) dedi
ki:
31. “İbrahim: “Ey Elçiler! Göreviniz nedir?”
dedi.”
“Ey elçiler, sizin ne işiniz var?
Neye geldiniz? Ne var? Sebep ne? Sizin asıl istediğiniz, gelişinizin asıl sebebi
nedir?” dedi. Hadb, Arapça’da çok ciddi bir iş için kullanılır. “Ne için
gönderildiniz ey mür-seller? Özel olarak sadece bana bir evlât müjdelemek üzere
mi geldiniz? Yoksa başka bir göreviniz mi var?” Onlar dediler
ki:
32-34. “Elçiler: “Suçlu bir milletin üzerine,
Rabbi-nin katından işaretli olarak, aşırı gidenlere mahsus sert taşlar
göndermekle görevlendirildik” dediler.”
“Bizler mücrim, suçlu bir topluma
gönderildik. Onlar için geldik. Allah’ın helâkine hükmedip karar verdiği suçlu
bir toplum üzerine şanlı, nişanlı, azap taşlarını yağdırmak üzere geldik.
Rabbimiz katında ölçülmüş, biçilmiş her bir suçlu için belirlenmiş,
işaretlenmiş, hangisinin kimin beyninde patlayacağı kararlaştırılmış azap
taşları atmak üzere görevlendirildik. Müsrifleri yok etmeye geldik.”
Helâki hak etmiş bu mücrim, günâhkâr,
ahlâksız, rezil, suçlu, müsrif toplum Lût’un (a.s) toplumuydu. Lût’un (a.s)
kavmi gerçekten adi, günâhkâr, suçlu bir toplumdu. Çünkü onlarda görülmemiş,
yeryüzünde hiçbir kavmin yapmadığı korkunç bir hastalık vardı: Lûtîlik. Erkeğin
kadınları bırakıp erkeklere gitmesi. Kadınlar erkeklerden, erkekler de
kadınlardan hoşlanmıyor, hemcinslerine gidecekleri yerde eş cinslerine gidiyor,
hemcinslerinden tatmin olmuyorlardı. Tatminsizlikte zirve noktasına ulaşmış
rezil bir toplumdu. İnsanlıktan çıkmış, Allah’ın sınırlarını aşmış, tatminsizlik
içinde kıvranan bir toplum… Hayvanları bile utandıracak ilişkilere dalmış bir
toplum.. Lût’un (a.s) toplumunun pisliği buydu. Allah’ın elçisi, “yapmayın,
etmeyin, sizler fahişeye mi gidiyorsunuz? Aşırılığa, fahşaya mı gidiyorsunuz?
Dünyalarda sizden önce hiç bir kavimde görülmemiş, hiç kimsenin yapmadığı bir
hayasızlığı mı yapmak istiyorsunuz? İnsanların dışında hayvanlar âleminde bile
benzeri görülmemiş çok çirkin bir şeyi mi yapmaya gidiyorsunuz? Allah’ın
varlığınızı, soyunuzu, neslinizi devam ettirmek üzere verdiği bu erkeklik,
kadınlık güçlerinizi boşa akıtan israfçılar mı oluyorsunuz? Allah’ın istemediği
bir hayatı yaşamaktan vazgeçin!” diye onları uyarıyordu.
Ama onlar buna inanmaya yanaşmaz.
Hattâ, “çıkarın bu peygamberi, atın bu adamları şehrimizden, çıkarın onları
beldemizden, okullarımızdan! Sürün bu adamları kentimizden! Yok edin bunları!
Temizleyin bu adamları sokaklarımızdan çünkü bunlar temizlenmek isteyen
kimselerdirler. Temizlik istiyor bunlar. Aşırı temizlikten yanalar bunlar. Madem
ki temizlik istiyorlar, madem ki temizlikten yanalar, öy-leyse çıkarın bunları
şehrimizden de diledikleri yerde diledikleri kadar temizlensinler. Bunlar
memleketin düzenini bozuyorlar. Bunlar ülkenin yeknesaklığını zedeliyorlar.
Bunlar bizim ülkemizde fitne çıkarıyorlar. Bizler ne güzel erkek erkeğe, kadın
kadına bir ayırım yapmadan cinsel arzularımızı tatmin edip keyiflerimize
bakarken, bu adamlar Allah’tan, dinden, Allah yasalarından bahsederek
homoseksüelliğe, zi-naya karşı çıkarak bizim huzurumuzu kaçırıyorlar. Yok
haramdı, yok helâldi diyerek bizim iştahımızı kaçırıyorlar. Huzurumuzu kaçıran,
bize Allah’ı, bize âhireti, bize haramı, helâli, hesabı, kitabı, namusu, iffeti
hatırlatan ve böylece zevklerimizi kaçıran bu insanları çıkarın ülkemizden de
biz de rahat bir şekilde işleyeceğimiz günâhlarımızı işleyelim,” diyorlardı.
İşte böyle helâki hak etmiş bir toplumu yok etmek üzere gelmişlerdi Allah’ın
melekleri. Başka sûrelerde İbrahim’in (a.s): “Ey Allah’ın Melekleri! Orada Lût
var!” diyerek melekleri bu işten vazgeçirmek için mücâdeleye tutuştuğu
anlatılır. Burada diyorlar ki bakın:
35-37. “Bunun üzerine, suçlu milletin
arasında bulunan mü’minleri çıkardık. Zaten orada, kendini Allah’a vermiş sadece
bir tek ev halkı bulduk. Can yakıcı azaptan korkanlar için, o beldede bir
işaret, bir kalıntı bıraktık.”
“Orada, o suçlu, günâhkâr
toplumda mü’minlerden kim varsa onları çıkardık, zaten biz orada bir evden başka
Müslüman kimse bulamadık,” diyor melekler. İşte o ev de Hz. Lût’un (a.s) eviydi.
Bildiğimiz o ki, o toplum içinde Lût’a (a.s) iman eden sadece iki kızı vardı.
Sadece iki kızcağız. Allah peygamberinin hanımı da kâfirdi. Peygamberin ev
halkından başka kurtulan olmadı orada. Lût (a.s) Rabbinden aldığı emirle iki
kızını yanına alıp toplumunu terk eder. Toplumunun helâk edileceği son gününe
kadar tebliğine devam eden Allah’ın elçisi son gün ayrılır ve Allah’ın melekleri
oranın altını üstüne getirip toplumu yok ediverir.
Kur’an’ın başka sûrelerinde
anlatıldığına göre Rabbimiz onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdı ki işlerini
bitiriverdi. Kasabanın altını üstüne getiriverdi de Lût’a (a.s) iman eden iki
kızcağızı hariç kâfirlerin kökünü kazıyıverdi. Onun içindir ki Lût kavminin
Kur’an’da bir başka ismi de “Mu’tefikat”tır. Yani altı üstüne
getirilmiş bir top-lum... Allah üzerlerine bir yağmur göndermiş, o yağmurun
arasında taş yağdırmış ve melekler de her biri beş bin kişiden ibaret olan iki
şehrin altını üstüne getirivermişlerdi. Bu toplumun bulunduğu yer bugünkü
“Bahru’l Muhît” yani ölü deniz diye anılan Lût gölü ve çevresidir. Burası deniz
seviyesinden çok daha aşağılarda bir çukurdur ki, bu, toplumun yere battığının
göstergesidir.
Âyetin sonunda Rabbimiz buyurur ki:
“İşte böylece elim bir azaptan korkanlar için orasını bir âyet kıldık.” Allah’ın
azabından korkarak, ibret alarak adam olmak isteyenler için orada bir uyarı, bir
âyet kıldık. Şu andaki Lût gölünün bulunduğu yeri azaptan korkup ibret almak
isteyenler için bir işaret, bir alâmet kıldık. Ama elbette Allah’a iman eden,
Allah’tan korkan, hayatlarını Allah için yaşayanlar için bir âyet ve ibret
olacaktır bu. Başkaları için değil. Bakıyoruz işte şu anda Allah’ı, Allah’ın
dinini reddeden bilim bu hadiseye o kadar kör ve sağır bir tavır sergiliyor, o
kadar tahrifkâr bir tutum içinde ki, oraya Lût gölü demiyorlar da, aman ne olur
ne olmaz, bir peygamberin ismini çağrıştırmayalım, belki insanlar Allah’ı,
Allah’ın elçisini, Allah’ın azabını hatırlarlar da iman etmeye kalkışırlar diye
ısrarla oraya “Ölü deniz”, Bah-ru’l Muhit diyorlar. Allah’ın âyetlerini örtüyor,
örtbas ediyorlar, insanların dikkatlerinden kaçırmaya çalışıyor.
Sûrenin önceki âyetlerinde de
belirtmeye çalıştığımız gibi Allah’ın bu âyetlerinden habersiz yaşayan insanlar
isterse şu anda Lût gölünün hemen yanı başında yaşasınlar, isterse Kâbe’nin
avlusunda ikâmet etsinler, bu Kitapla beraber olmadıkları sürece bu âyetler
onlara hiçbir şey demeyecektir. İşte her an güneşi gören şu insanlara gü-neş
hiçbir şey demiyor. Allah’ın şu metlûv âyetleriyle beraber olmayanlara meşhûd
âyetler hiçbir şey söylemez. Allah’a isyan eden, Allah’la savaşa tutuşan,
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın diniyle savaşa tutuşan bir
toplum mutlak sûrette helâk olacaktır. Bu, Allah’ın yeryüzünde değişmeyen bir
yasasıdır.
Bundan sonra bir haber daha
geliyor. Ölümsüz bir haber daha… Musâ (a.s)’ın haberi…
38. “Musâ’nın başından geçenlerde de ibret
vardır: Onu apaçık bir delille Firavun’a gönderdik.”
Musâ’nın (a.s) hayatında da ibret
alınacak âyetler vardır. Onu Firavun’a apaçık delillerle, apaçık bir güçle,
apaçık bir destekle ve azapla gönderdik. Rabbimiz diyor ki, “biz Musâ’yı
âyetlerimizle gönderdik. Bizim varlığımıza, kendisinin peygamberliğine delil
olmak üzere âyetlerle gönderdik onu.” Âsâ âyeti, yed-i beyza âyeti ve diğer
âyetlerle, apaçık alâmetlerle gönderdik. Açık bir sultanla, açık bir sultayla,
yani haklılıkla gönderdik.
Kur’an’ın değişik yerlerinden
öğrendiğimize göre Musâ’nın (a.s) Firavun’a gönderiliş misyonunun birincisi,
Firavun’u ve çevresindekileri Allah’a imana dâvet etmek, ikincisi de yıllar yılı
zalim Firavun sisteminin, iktidarının köleleştirdiği İsrâiloğullarını, peygamber
çocuklarını, Müslümanları Firavun’un köleliğinden kurtarmaktı. Detayları başka
sûrelerde anlatılır. Allah’ın elçisi gitti, Firavun’u ve toplumunu uyardı.
39. “Firavun, erkanıyla birlikte haktan yüz
çevirdi; “sihirbazdır” veya “ delidir” dedi.”
Allah elçisinin bu tebliği
karşısında kendisinin Rabblığını, İlâhlığını iddia eden Firavun tüm gücüyle, tüm
avaresiyle, tüm ekonomik, siyasal ve askerî gücünü yanına alıp, tüm gücüyle
toparlanıp Allah’ın elçisini ve getirdiği âyetleri reddetti. “Bu ya bir
sihirbaz, ya da bir delidir” dedi. Firavun tarih boyunca tüm zalimlerin, tüm
müstekbirlerin hak karşısında kullandığı yolu tercih etti. Bu yol gerçekten
gâyet kolay ve kestirme bir yoldu. Bir hak savunucusunun hakkından gelemediniz
mi? Karşısında mücâdele verecek bir deliliniz yok mu? Deli diyeceksiniz, olmadı
sihirbaz diyeceksiniz olur biter. O da olmamışsa şair dersiniz, mecnun dersiniz,
kahin dersiniz. Ama iş bu kadar kolay değildir. Karşıda Allah desteğinde bir
peygamber var. Karşıda apaçık delillerle, apaçık âyetlerle, apaçık sultayla bir
Allah elçisi varsa, iş bu kadar kolay bitmeyecektir.
Hz. Musâ, Firavun’un karşısına ilk
çıktığında ona gösterdiği âsâ ve yed-i beyza mûcizelerinden sonra Firavun ve
çevresindeki da-nışmanları “bu ya bir sihirbazdır, ya da sözü ciddiye
alınmayacak bir delidir” dediler. Elindeki âsâsıyla dünyanın en büyük, en zalim,
en güçlü devletinin sarayına elini kolunu sallaya sallaya girip, dünyanın en
zalim devlet başkanının karşısına dikilip ona ve çevresine hakkı tebliğ etme
cesaretini gösteren bir peygambere diyorlardı bunu. Allah elçisinin gösterdiği
müthiş mûcizeler karşısında Firavun öylesine şaşırmış, öylesine etkilenmişti ki,
bir yandan ona “sen bir sihirbaz, ya da delisin” derken bir yandan da “sen bizi
sihrinle yurdumuzdan çıkarmaya, bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısır’ın
yönetimini eline geçirmeye geldin” diyordu.
Oysa kesinlikle biliyorlardı ki o
güne kadar hiçbir sihirbazın sihir gücüyle bir memleketi fethettiği
görülmemişti. Sihirbazlar sadece kendisinden mükâfatlar alabilmek için o güne
kadar onun ayaklarını öpmekten başka bir şey yapmamışlardı, bunu çok iyi
biliyorlardı. Onun içindir ki Firavun’un hem “sen bir sihirbazsın” demesi, hem
de ar-kasından “sen benim krallığımı ele geçirmek istiyorsun” demesi onun asla
bir sihirbaz olmadığını bildiğini, anladığını göstermektedir. Onun bu mûcizeleri
Allah desteğiyle gösteren bir peygamber olduğunu anladıklarını, ama
saltanatlarının, statülerinin yok olmasından endişe ettikleri için onu
reddetmeye çalıştıklarını göstermektedir. Firavun ve çevresindekiler Allah
elçisini reddettiler. Allah’la, Allah elçisiyle savaşa tutuştular
da:
40. “Sonunda onu ve ordularını yakalayıp
denize attık. O, kınanmayı hak etmişti.”
“Sonunda Firavun’u ve ordularını
denize attık, denizde boğduk” diyor Rabbimiz. Çünkü o kınanmayı hak etmişti.
Kendisini kınadığı halde, kendisini kötülediği, pişmanlık gösterisinde bulunduğu
bir haldeyken, “ey Firavun! Ey kendisinin Rabblığını, İlâhlığını iddia eden
ahmak! Bu halinle, geberip giderken bile Müslümanlık iddiasında bulunan bir
zavallı iken sen nasıl tanrı olabilirsin? Sen nasıl İlâh olabilirsin?” diye
kendi kendisini kınadığı bir pozisyonda Allah onu boğuverdi. Kur’an’ın başka
yerlerinde anlatıldığı gibi iman etmeye çalıştığı bir durumda Firavun’u ve
beraberindekileri Rabbimiz denizde boğuverdi. Firavun oğulları, Firavun ve
avareleri, askerleri, orduları tümüyle denizin altına gömülüp hayata veda
ettiler. Yeryüzünün en güçlü adamı, en müstekbir insanı Firavun suda boğulurken
Yunus sûresinde anlatılan şu sözü söylemekten kendini
alamıyordu:
“İnandım ki İsrâil oğullarının iman
ettiği Allah’tan başka ilâh yokmuş. Ben de
Müslümanlardanım!”
(Yunus 90)
Gerçekten bugün bu sözü tüm dünya
müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya Firavunlarına duyurmalıyız
bu sözü: “Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç kuvvet olduğunu zanneden
zalimler! Firavun’un söylediği bu sözü sizler ne zaman söyleyeceksiniz? Size hiç
bir şey hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi söyleyeceksiniz bunu? Ama Firavun’a
fayda vermediği gibi o zaman söyleyeceğiniz bu sözün size de hiç bir faydası
olmayacaktır. Gelin selefinizin bu durumundan ibret alın da tevbelerinizi son
deminize bırakmayın. Gelin ekonomik ve siyasal gücünüze güvenerek Allah’a kafa
tutmaktan, Allah’ın diniyle savaşmaktan vazgeçin, değilse sizin âkıbetleriniz de
selefinizin âkıbetinden farklı olmayacak.”
41-42. “Âd milletinin başından geçende de
ibret vardır; onların üzerine, uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çeviren kuru
bir rüzgar gönderdik.”
“Âd kavminde de sizin için
haberler, ibretler vardır.” Burada Rabbimizin biraz daha ilerlerden haber
vermeyi murad ettiğini görüyoruz. Âd kavmi Rabblerinin kendilerine gönderdiği
elçiyi, Hûd’u (a.s) reddetti. Allah elçisinin kendilerine getirdiği mesaja,
hayat programına kulak vermediler. Allah’ın kendilerine verdiği güçlerine,
kuvvetlerine, medeniyetlerine güvenerek Allah’a kulluktan çıktılar. “Biz
güçlüyüz, kimse bizimle baş edemez” dediler. “Ey Hûd, biz ne seni, ne de
Rab-bini dinlemeyiz, biz keyfimize göre bir hayat yaşarız” dediler de, Allah
onların üzerlerine Akîm denen bir rüzgar gönderdi ki uğradığı her yeri,
isa bet ettiği herkesi mahvediverdi,
toz duman ediverdi.
Kitabımızın bir başka âyetinde adı “Sarsar” olan bu çok so-ğuk rüzgarı,
bu kuru rüzgarı, bu müthiş fırtınayı onların üzerlerine gönderdi de o rüzgar
orada taş taş üstünde bırakmadı. Her şeyi büküp büküp atıverdi, her şeyi
kökünden devirip atıverdi. O rüzgarı o azgın Âd’ın üzerine sekiz gün yedi gece
musâllat kıldı da onların işlerini bitiriverdi. Ne güçleri, kuvvetleri, ne
medeniyetleri onları Allah’ın azabından kurtaramadı.
43. “Semûd milletinin başına gelende de ibret
vardır: Onlara, “Bir süreye kadar zevklenin” denmişti.”
“Onlardan sonra, Âd kavminden sonra
onların yerine getirilen, yerleştirilen Semûd toplumunun başına gelenlerde de
sizin için âyetler, ibretler vardır.” Onlara da kardeşleri Salih’i (a.s)
göndermişti Rab-bimiz. Bunlar da aynen kendilerinden önceki atalarının
yaptıkları gibi elçilerini reddettiler. Allah’ın elçisi vasıtasıyla hayatlarına
karışmasına karşı çıktılar. Allah’ın vahyini reddettiler. “Allah bizim
hayatımıza karı-şamaz, nasıl bir hayat yaşayacağımızı biz biliriz” dediler.
Peygambere hayat hakkı tanımadılar, susturmaya çalıştılar. Kendilerini Allah’tan
atalarına gelen azabın bir benzerinin gelmesi konusunda emin gördüler. Güya
tecrübeleri vardı bu konuda. Ataları yanlış yapmıştı. Onlar evlerini,
şehirlerini düzlüklerde kurmuşlar, bu yüzden Allah’tan gelen o rüzgara yenik
düşmüşler, Allah’la baş edememişlerdi. Halbuki bunlar bu konuda tedbirlerini
alıp evlerini dağların üzerlerinde, kayalardan mağaralar yontarak kendilerini
azap hususunda garantiye almışlardı. Rivâyetlere göre Allah’ın kendilerine bir
mûcize olarak gönderdiği de-veyi öldürüp Allah’a itaatten çıkınca, Rabbimiz
kendilerine, “haydi bir süreye kadar zevklenin bakalım, yaşayın bir süreye
kadar” buyurmuş ve sonra bir sesle, bir sayhayla onları yakalayıvermişti. Allah
düşmanları, Rabblerinden gelen bu helâk titreşimiyle oldukları yere diz
çöküverdiler.
44. “Onlar Rabblerinin buyruğundan
çıkmışlardı; bunun üzerine kendilerini gözleri göre göre yıldırım
çarptı.”
Rabblerinin buyruğundan çıktılar
da göz göre göre, bakar oldukları halde Allah’tan bir yıldırıma tutuldular.
Onların da defterleri dürüldü.
45. “Ayağa kalkacak güçleri kalmadı, yardım
da görmediler.”
Allah’ın azabı kendilerine
geldiğinde ne ayağa kalkmaya güç yetirebildiler, ne de bir yardım görebildiler.
Ne ayağa kalkabildiler, ne kendilerini toparlayıp, doğrulup kendilerine helâk
gönderen Allah’la bir çatışmaya girebildiler. Ne Allah’tan gelen bu azabı
defetmeye karşı koyabildiler, ne de Allah’tan kaçabildiler. Güya “kimse bizimle
başe-demez” diyorlardı. “Biz güçlüyüz, biz tedbirimizi aldık” diyorlardı. Ama
gelin görün ki Rabbleri karşısında ne galibiyete ulaşabildiler, ne de herhangi
bir kimseden yardım görebildiler. Kim yardım edebilecek ki
onlara?
Lût kavmi gitti, Âd, Semûd, Firavunlar,
zalimler, ahlâksızlar, gücünü tanrılaştıranlar, ordusunu putlaştıranlar,
bilgisini ilâhlaştıranlar, hevâlarını Allah yerine ikâme edenler, kendi
yasalarını Allah yasalarına tercih edenler, hayatlarını Allah’a sormadan
yaşamaya çalışanlar gitti. Bütün bu hakikatler, bütün bu tablolar gözünün
önünden geçiyor değil mi şu anda? Sonra:
46. “Daha önce de Nuh milletini
cezalandırmıştık. Çünkü onlar da yoldan çıkmış bir
milletti.”
Daha önce onlardan çok daha uzun
ömürlü olan Nuh kavmini de helâk eden O’dur. Onlar da çok zalim ve tuğyan etmiş
bir toplumdu. Allah’a, Allah’ın elçisine başkaldırmış, Allah’ın dinini reddedip
kendi kendilerine hayat programı yapmaya kalkışmış taşkın kimselerdi. Bu
tavırlarından ötürü Allah onları da helâk ediverdi. Nuh’a (a.s) iman eden, onun
safında yer alan, tercihini Allah’tan ve peygamberden yana kullanan mü’minleri
kurtarıp ötekilerin tamamını helâk etti Rabbimiz.
Güçleri, pazıları, boyları-posları Âd
kavmini; villaları, köşkleri, medeniyetleri Semûd’u; uzun ömürlü oluşları Nuh
kavmini; saltanatı, ordusu Firavun’u; cinsel ahlâksızlıkları Lût kavmini
kurtaramadı. “Aklınızı başınıza alın, sizler de eğer onların yolunu takip eder,
Allah’la, Allah’ın diniyle, Allah’ın sistemiyle, Allah’ın elçileriyle savaşa
tutuşursanız, sizler de Allah’a kulluktan çıkar, Allah’ın sizin için gönderdiği
hayat programını reddeder, kendi kendinize bir hayat yaşamaya kalkışırsanız,
kesinlikle bilesiniz ki sizler de helâkten kurtulamayacaksınız” buyurarak bizi
tarih karşısında bir resmî geçitten geçirdikten, bizi tarihle yüzleştirdikten
sonra Rabbimiz gücünü, kudretini, rubûbiyetini ortaya koymak üzere karşımıza gök
ve yer âyetlerini getiriyor.
47-48. “Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz
biz onu genişleticiyiz. Yeryüzünü biz yayıp döşedik; Ne güzel
döşeyiciyiz!”
“Semâyı biz kendi güç ve
kudretimizle bina ettik. Onun binası konusunda kimseden yardım almadık.” Üstelik
sadece onu yaratmakla, bina etmekle kalmadık, aynı zamanda onu genişletmekteyiz
de. Şu esere bakın da müessirinin gücünü, kudretini, hikmetini, hâkimiyetini
anlayın. Bilin ki biz çok genişliğe mâlikiz. Bir her tür darlıkları
genişleteniz, genişlik vereniz. Darda kalmışların imdadına yetişen, sıkıntı
içinde olanlara bol bol nîmetler vereniz. Gökyüzünü bina edip düzenlediğimiz
gibi, yeryüzünü de yayıp, sizin altınıza bir döşek olarak serip hizmetinize
sunan da biziz.
49. “İbret alasınız diye her şeyi çift çift
yaratmışızdır.”
“Her şeyden sizin için, sizin
istifade etmeniz, düşünüp ibret al-mamız için her şeyi çift çift yarattık. Her sınıf varlığı, her şeyi çift çift
yarattık. Zaten Rabbimizin kendisinin dışında her şey çifttir. Tatlı-ekşi,
yağlı-tuzlu, siyah-beyaz, iyi-kötü, erkek-dişi tüm sınıf ve türleri çift çift
yarattık,” diyor Rabbimiz. Buradaki “Zevceyn” ifadesiyle kast edilen sadece
erkek ve dişi değildir. Allah tüm mahlukâtını böyle çift çift yaratmıştır. Erkek
ve kadın olarak çift, zengin ve fakir olarak çift, uzun ve kısa olarak çift,
beyaz ve siyah olarak, kapasiteli ve akıllı olarak, aptal ve ahmak olarak da
çift yaratmıştır. İşte sizi çift yarattık; ibret alıp Rabbinize kulluğa
yönelesiniz diye.
50. “Ey Muhammed! de ki: “Öyleyse Allah’a
koşuşun; doğrusu ben sizi O’nun azabı ile açıkça
uyaranım.”
Öyleyse tüm bu âyetlerle haydi
Allah’a yönelin. Haydi tüm bu âyetlerin bilinciyle Rabbinize kulluğa koşun.
Şeytandan, küfürden, şirkten, isyandan Allah berisinde kendilerini insanlara
Rabb ve İlâh pozisyonunda sunmaya çalışan tüm azgınlardan Allah’a sığının,
Allah’a kaçın, Allah’ın koruması altına girin. Ben sizi O’nunla uyarıyorum. Bir
gün O’nun huzurunda toplanacak ve hayatınızın hesabını O’na ödeyeceksiniz.
Allah’tan Allah’a sığının. O’nun azabından, O’-nun sorgulamasından O’nun
rahmetine sığının, O’nun rızasına sığının.
51. “Allah’ın yanında başkasını tanrı
kılmayın; doğrusu ben sizi O’nun azabı ile açıkça
uyaranım.”
Allah’la birlikte başka bir ilâhı
O’na ortak kılmayın. Allah’la bir-likte başka bir ilâh edinmeyin. Allah’tan
başka dua edeceğiniz, Allah-tan başka kendisine sığınacağınız, Allah’tan başka
yasalarını uygulayacağınız, Allah’tan başka iradelerinizi kendisine teslim
edeceğiniz, Allah’tan başka hayatınıza karışma alanı vereceğiniz bir ilâhınız
yoktur sizin.
İkinci defa Rasulullah buyuruyor ki,
“ben sizi Onun azabıyla uyarıyorum.” Anlıyoruz ki peygamber sürekli uyarıcıdır
ve peygambersiz asla din olmaz, peygambersiz hayat olmaz. Peygambersiz kitap da
olmaz, peygambersiz Kur’an da anlaşılmaz. Peygambersiz bir din, peygambersiz bir
kitap oluşturanların ne dinleri, ne de kitapları kabul
edilmeyecektir.
52-53. “Onlardan öncekilere, her hangi bir
peygam-ber gelince: “Sihirbazdır” veya “Delidir” derlerdi. “Ön-cekiler
sonrakilere böyle mi vasiyet ettiler? Hayır; bunlar azgın bir
millettir.”
İşte böyle. Onlardan öncekilere
de ne zaman bir peygamber gelmişse mutlaka sihirbaz veya delidir dediler. Tüm
peygamberler için genel geçer bir söz, bir yakıştırma olarak bunu demişlerdir.
Şu anda o peygamber yolunun yolcuları olan Müslümanlara da aynı şeyleri
söy-lüyorlar. Kâfirler birbirlerine bunu vasiyet ediyorlar. Müslümanları ancak
böyle karalayabiliriz diyorlar. Peygamberler ve Müslümanlar karşısında tek çıkış
yolu olarak bunu bulabiliyorlar. Yani önceki kâfirler bu sonraki kâfirlere bunu
mu vasiyet ettiler ki hep onların ağızlarını kullanmaya çalışıyor bu
beyinsizler?
54. “Ey Muhammed! Onlardan yüz
çevir; sen kınanacak değilsin.”
“Peygamberim, onlar ne derlerse
desinler, ne yaparlarsa yapsınlar, sen yüz çevir onlardan, çünkü sen kınanacak
değilsin.” Bu sözler ilk defa sana söyleniyor değildir. Sen bu hayatın sahibine
kafa tutan ve Allah tarafından helâk edilişi esnasında gerçek Rabbini anlayarak
pişmanlıklar içinde kendi kendini kınayan Firavun gibi bir hayat yaşamıyorsun ki
kınanasın. Sen asla kınanacak, sosyal hayatta dışlanacak, kötülenecek, hayattan
soyutlanacak biri değilsin peygamberim.
55. “Öğüt ver; doğrusu öğüt inananlara
fayda verir.”
“Sen öğüt ver peygamberim, sen
inanan-inanmayan herkesi uyarmaya devam et; doğrusu senin uyarın mü’minlere
fayda verecektir.” Senin bu uyarılarından sadece mü’minler faydalanacaktır. Ama
kimin ne zaman mü’min olacağını bilemediğimiz için, mü’min-kâfir herkesi
uyarmak, uyarımızı herkese ulaştırmak zorundayız. Ama uyarılarımız karşısında
bir kısım kâfirlerin nötr davranmalarına da, vurdumduymaz bir tavır almalarına
da üzülmeyeceğiz. Çünkü bu uyarılardan mü’minlerden başkaları
faydalanamayacaklardır. Bizim görevimiz bunun hesabına girmeden tüm dünya
insanlığını bu Allah kitabıyla, bu Allah uyarılarıyla karşı karşıya getirmektir.
Bize düşen budur.
56. “Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk
etmeleri için yaratmışımdır.”
Çünkü Allah cinleri ve insanları
ancak kendisine kulluk yapmaları için yaratmıştır. Cinlerin de insanların da
varlık sebebi bu dünyada budur. Öyleyse bizim görevimiz kulluk yapmak ve
insanları kulluğa çağırmaktır. Başka hiç bir işimiz yoktur bu dünyada. Peki o
zaman nasıl yaşayacağız? Ne yiyip içeceğiz? Karnımızı nasıl doyuracağız?
İşimiz-gücümüz Allah’a kulluk, Allah’a ibadet ve insanları gece-gün-düz Allah’a
kulluğa dâvet olunca, rızkımız ne olacak? Kim doyuracak bizi? Aç kalmaz mıyız o
zaman? Hayır, bakın Allah diyor ki:
57. “Onlardan bir rızık istemem; Beni
doyurmalarını da istemem.”
“Ben onlardan bir rızık istemem.
Ben onlardan rızık istemiyo-rum. Ben onları rızıkla sorumlu tutmuyorum? Nereden
çıkarıyorsunuz bunu? Kendilerini doyurmalarını, kendilerine rızık bulmalarını
istemediğim gibi, beni doyurmalarını da istemiyorum onlardan.” İşte Rabbi-mizin
beyanı. Kesinlikle biliyor ve inanıyoruz ki rızık tümüyle Allah-tandır. Rezzak
Allah’tır, rızkı veren O’dur. Öyleyse kesinlikle rızık sebebiyle kendimizi bu
görevden uzak tutmayacağız. “Ama efemdim, tamam da işte rızıksız olmuyor,
parasız, pulsuz olmuyor, kendimizi doyurduğumuz, çoluk-çocuğumuzu doyurduğumuz
gibi çevremizdeki insanları doyurmalıyız, zengin olmalıyız…” Boş sözler bunlar…
Kimi doyuruyorsun ki sen? Rezzak mısın?
Bu bir iman meselesidir, başka değil.
Bazı Müslümanlara “gel, Allah’ın benden ve senden istediği şu görevi biraz
üstlen. Allah’ın ki-tabını, Resûlü’nün sünnetini anlayıp çevrene anlatma,
çevrendeki in-sanları biraz daha iyi Müslümanlaştırma işini, Allah’a kulluğa
dâvet işini biraz da sen üzerine al” deyince, ilk söyledikleri bu oluyor.
“Anladık yapalım da dükkan ne olacak? İşimiz, aşımız ne olacak?” Hattâ kimileri,
“kapatalım mı dükkanlarımızı? Bırakalım mı işimizi? Bunu mu istiyorsun bizden?”
diyorlar. Dükkanı kapatmayı zerre kadar düşünemeyen Müslümanlar yıllardır
Allah’ın kitabını kapattıklarının farkında değiller. Ben aslında bunu derken
dükkanlarını kapatmalarını filan istemiyorum, tabii gerekirse onu da
kapatmalılar. Ben diyorum ki “onu kapatma, ama bunu kesinlikle aç!” Bunu açman
belki onu kapatmanı gerektirmeyecek. Çünkü şu anda onu açık tuttuğu halde
Allah’ın kitabını da açabilenler var. Yani bu iş, bu kadar zor değil. Günlük
birkaç saat zaman ayırmak şimdilik yetecektir bu işe.
58. “Şüphesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet
sahibi olan da Allah’tır.”
Yanlış anlamayalım, yanlış
inanmayalım, Rezzak biz değiliz, Rezzak Allah’tır. Kendimizi biz doyurmuyoruz,
çevremizdekilerin rızkını biz bulmuyoruz. Gökten rızkı biz indirmiyoruz. Yerden
rızkı biz çıkarmıyoruz. Kendimizi Rezzak olarak görüp kâfir olmanın, kâfir gibi
düşünmenin anlamı yoktur. Allah bizi bununla sorumlu tutmuyor. Allah’ın sorumlu
tutmadığı bir şeyle kendimizi sorumlu tutarak sapmayalım. Allah bizi ancak
kendisine kulluk edelim diye yaratmış, bununla sorumlu tutmuştur. Yoksa bizden
ne rızık istiyor, ne de doyurma. Rezzak olan biz değil, O’dur.
59. “Zulmedenlerin, geçmiş arkadaşlarının
suçlarına benzer suçları vardır; cezalarını Benden acele
istemesinler.”
Zalimlerin öncekilerin suçlarına
benzer suçları vardır. Zalimler hep aynı düşünceyi, hep aynı mantığa sahip
çıkagelmiş, hep aynı sakatlığı savuna gelmiş, hep aynı tavrı sergileye
gelmişlerdir. “Öncekilerin bozuk düzen inanışlarına, sapık fikirlerine ve
Allah’ın istemediği hayatlarına sahip çıkan, aynen onlar gibi Allah’ın
kendilerine yüklediği sorumluluklarından kaçan şimdiki zalimler de bu
tavırlarının karşılığı olan azabı benden acele istemesinler. Ben öncekilerin
başına gelenleri size anlattım. Sizler de onların durumuna düşmeyin,
Akıllarınızı başlarınıza alıp benim istediğim gibi inanmaya, benim istediğim
gibi yaşamaya yönelin. Âyetlerimi bir kenara alıp bir dünya yaşamaktan
vazgeçin.”
60. “Söz verilen günün azabından vay o inkâr
e-denlere!”
“Kendilerine vaadedilen o hesap
kitap gününden dolayı veyl o Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini örtenlerin,
örtbas edenlerin haline! Allah’ın bu âyetlerini örterek, Allah’ın bu âyetlerinde
ortaya koyduğu gerçekleri örtbas ederek, tahrif ederek, değiştirerek
kendilerince bir hayat yaşayanlara veyl olsun,” diyor Rabbimiz. Çekecekleri var
o gün onların. Allah bizi onlardan eylemesin. Rabbim, âyetlerini dünyada çok iyi
anlayarak Kâfirce düşüncelerden kurtulan, ve kendisine kendisinin istediği
kulluğu icra eden kullarından eylesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder