GÂF SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
50., nüzûl sıralamasına göre 34., mesânî kısmının beşinci sûreler grubunun
altıncı sûresi olan Kâf sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
45’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Sûre, Mekke’de nazil olmuş ve
kitabımızın 50. sırasına yerleştirilmiş olan Gâf sûresidir. Sûreye Rabbimiz
huruf-ı mukatta ve hemen sonrasında kitabına yeminle başlar.
“Gâf”
huruf-ı mukattaa harfiyle başladığı için Gâf ismini almış, Mekke’de nâzil olmuş
bir sûreyi tanıyacağız. Sûrenin âyetleri 45 dir. Mekke müşriklerinin Resûl-i
Ekrem Efendimizin dâvetine karşı yeni yeni tavır takınmaya başladıkları bir
dönemde nâzil olan sûrenin ana konularını şöylece özetleyebiliriz.
Sûrede
ölüm ötesi hayatın varlığına bir türlü akıl erdiremeyen, itirazlarını bu noktada
yoğunlaştırmaya çalışan kimselere çok açık ce-vaplar verilmektedir. Hakikat
şudur ki, toprağın altında darmadağın olmuş hücreleriniz, çürümüş kemikleriniz
ve vücudunuzun her bir parçasının nereye gidip nerede kaldığını Allah
bilmektedir. Bütün bu organlarınızın Allah’ın bir tek işareti ve emriyle tekrar
yaratıp ayağa kal-dırması Allah için çok
kolay bir şeydir. Allah’a karşı güçsüzlük izafesi kokan bu lâkırdılarınızın
hiçbir değeri yoktur.
Yine
şu gerçeği de iyi bilin ki Allah sizin söylediğiniz her sözünüzü, yaptığınız ve
yapmayı düşündüğünüz her eyleminizi, kalplerinizden geçirdiklerinizi, içinizde
gizlediklerinizi en ince teferruatına ka-dar bilmektedir. Sizden herkesin yanı
başında Allah’ın görevlendirdiği melekleri vardır. O melekler sizden sadır olan
her şeyi kayda almaktadır. Hiçbir şeyiniz onlardan gizli değildir. Zamanı
gelince her bireriniz Allah’ın toplanın nidası üzerine topraktan fışkırıp çıkan
otlar gibi ayağa kalkacaksınız. Hepiniz yaptıklarınızın hesabını vermek üzere
Allah mahkemesinde hazır olacaksınız. Hiç birinizin kaçıp kurtulma imkânınız
yoktur. İşte bu hayatın sonunda kendinizi Allah huzurunda bulduğunuzda
gözlerinizin önündeki perdeler kalkacak ve şu anda in-kâr ettiğiniz,
gündemlerinize almamaya çalıştığınız, kaçıp durduğunuz gerçeklerin hepsini ayan
beyan gözlerinizle göreceksiniz. Bu dünya hayatında tesadüfen var olmadığınızı,
başıboş bırakılıp keyfinize göre bir hayat yaşamaya izinli olmadığınızı, tamamen
aksine sizi var eden Allah’ın sizin adınıza gönderdiği hayat programına göre bir
hayat yaşamakla mükellef olduğunuzu anlayacaksınız. Bu dünyanın boş ve anlamsız
olmadığını, sizin intihanınız için bu düzenin Allah tarafından kurulduğunu
hesaba çekildiğiniz gün anlayacaksınız.
Tüm
bunları anlayacaksınız, ama anlamaz komaz olun. Çünkü böyle zorunlu bir anlama
ortamında, reddetme ya da geriye dönme imkânına sahip olmadığınız bir atmosferde
bunu anlamanızın size hiçbir faydası olmayacak. Şu anda yok farz ettiğiniz
âhiret, yalan saydığınız diriliş, olmaz dediğiniz hesap kitap, imkânsız
gördüğünüz azap, cennet, cehennem kör gözlerinizin önüne getirilen bir gerçek
ola-caktır. O gün gözlerinin fal taşı gibi yerinden oynayacak, kalpleriniz
duracak, yürekleriniz ağzınıza gelecektir. Zillet içinde hor hakir mahluklar
olarak cehenneme yuvarlanacaksınız.
Öyleyse
ey kâfirler, ey Allah âyetlerini, fıtratlarını örtenler, gelin yarın böyle bir
duruma düşmeden bugünden aklınızı başınıza alın diye Rabbimizin merhametli
çağırışlarının bu minval üzere devam et-tiği sûrenin âyetlerini tek tek
tanıyarak yeri geldikçe bu konuları de-taylı bir şekilde açıklamaya başlayalım
inşallah. Rabbim âyetlerini, uyarılarını gereği gibi anlayıp hayatımıza
aktarmayı ve şereflendiğimiz bu bilgileri süratlice Allah kullarına ulaştırıp
onların dirilişlerini de ger-çekleştirme çabasını hepimize nasip buyursun
inşallah.
1. “Gâf; şanlı Kur’an’a andolsun
ki,”
Gâf ve Kur’an-ı Mecid’e, Mecid
olan Kur’an’a yemin olsun ki! Şerefli Kur’an’a, şeref kaynağı Kur’an’a yemin
olsun ki! Andolsun insanları şereflendirecek olan, insanlara şeref kazandıracak
olan Kur’-an’a… Veya hiç kimsenin, hiçbir kitabın şerefine ulaşamayacağı
Kur’-an’a yemin olsun ki! Mecd kerem anlamına, çok büyük bereket anlamına
gelmektedir. Dünyada hiçbir kitabın, hiçbir kaynağın sağlayamayacağı en büyük
bereketlere kaynaklık eden, kendisiyle beraber olanlara sınırsız bereketler,
sınırsız menfaatler sağlayan bu kitaba ye-min olsun ki... Azîz ve Alîm olan
Allah’tan gelme Azîz ve Hakîm olan Kur’an’a yemin olsun
ki…
Kur’an en büyük şeref, en büyük şeref
kaynağıdır. İnsanlar da bu kitaptan haberdar oldukları ölçüde şan ve şeref
sahibidirler. Kur’-an’dan bir âyet bilen kişi bir âyetlik, bir sûre bilen kişi
bir sûrelik, on sûre bilen de on sûrelik şeref sahibidir. Kur’an’ın tümünü bilen
kişi de o kadar izzet ve şeref sahibidir. Öyleyse bakın kendinize, ne kadar
şereflisiniz? Bunu kendiniz takdir edin.
Allah’ın yeryüzünde kullarından birini
elçi seçip, kullarının hayatına karışmak, yeryüzündeki kullarına vahiy
ulaştırmak için onu odak nokta yapması, onunla konuşması şereflerin en
büyüğüdür. Peygamber adına bunun en büyük şeref olması yanında aynı zamanda o
peygamberin toplumu için de en büyük şereftir. O toplumun içinden bir peygamber
seçiliyor ve o toplumun diliyle onlara hitap ediliyor. İşte bu hem o peygamber
için, hem de o peygamberin toplumu için en büyük şereftir. Aynı zamanda kıyâmete
kadar o kitaba iman eden, o kitaba sahip çıkan, o kitapla meşgul olan, o
kitaptan haberdar olan herkes için en büyük şereftir. Kur’an şerefli bir
kitaptır ama:
2-3. “Kâfirler, aralarından bir
uyarıcının gelmesine şaştılar da: “Bu şaşılacak bir şey; öldüğümüz ve toprak
olduğumuz zaman dirilecek miyiz? Bu, ihtimali olmayan bir dönüştür”
dediler.”
Kâfirler kendilerine içlerinden
bir uyarıcının gelmesini tuhaf karşıladılar, yadırgadılar, kabule yanaşmadılar,
anlamak istemediler. Kendi aralarından bir elçi seçilip kendisine vahy
edilmesine şaşıp kaldılar. Sanki bu ilk defa oluyormuş gibi, bilinmeyen,
duyulmayan bir şeymiş gibi, kendilerinden gelen bir elçinin gelişini tuhaf
karşıladılar. “Bu gerçekten acayip bir şeydir, bu neyin nesidir?” dediler. Bir
yandan peygamberin gelişini kabullenemezlerken, diğer taraftan da şöyle
di-yorlardı: “Biz öldükten sonra, toprak olduktan sonra mı dirileceğiz?
Gerçekten bu çok uzak bir dönüştür. Olacak şey değildir bu! Ne yani? Bizler
öldükten sonra, yok olduktan, tüm hücrelerimiz toprak olduktan sonra tekrar
dirileceğiz, öyle mi?”
Rabbimiz önce bizi şeref kazandıracak
bir kitapla karşı karşıya getirdi. Şeref kaynağı kitabına yemin ederek Rabbimiz
kitabının şerefini bir kat daha artırırken, bize bu şerefli kitaba sarılarak
yeryüzünde izzet ve şeref kazanmanın, izzet ve şerefe ulaşmanın, yeryüzünde azîz
olmanın yolunu gösterirken, yeryüzünde insanları şerefli bir hayata ulaştıracak
olan bu şerefli kitap karşısında kâfirlerin tutumlarını anlatır. Kendilerini
izzet ve şerefe ulaştıracak bir kitabı tuhaf karşılamalarını gündeme getirir.
Kâfirlerin kendilerine sunulan bu nîmete karşı yanılgılarını gözler önüne serer.
Onların bu kitabın ve bu kitabın mübelliğinin kendilerine haber verdiği ölüm
ötesi hayatı, ölümden sonraki dirilişi tuhaf karşıladıklarını bize bildirirken,
kendi güç ve kudretini, hayat yasasını şöylece ortaya kor:
4. “Onlardan kimlerin ölüp toprağa
karıştığını biliyoruz. Katımızda her şeyi unutulmaktan koruyan bir kitap
vardır.”
Muhakkak ki biz arzın onlardan
neyi eksilttiğini, neyi noksanlaştırdığını çok iyi biliyoruz. Bizim katımızda
bütün bunları saklayıp koruyan, koruma altına alan bir kitap vardır. Yani bizler
öldükten, vücudumuz, âzâlarımız toprak olup, dağılıp gittikten sonra yeniden
dirilmemiz nasıl mümkün olacak? şeklindeki lakırdılarına karşılık Rab-bimiz
buyuruyor ki, “sizin vücutlarınızın her bir parçası Allah bilgisindedir, her şey
bir kitapta muhafaza edilmektedir.”
Yani yeryüzünde yaşadıkları sürece
onlar üzerinde bizim egemenliğimiz, bizim hakîmiyetimiz, bizim hafızlığımız,
muhafızlığımız devam ettiği gibi, onlar yeryüzünü terk edip yerin altına
girdikten sonraki hayatları da bizim egemenliğimiz, bizim bilgimiz, bizim
kontrolümüz altındadır. Onların yeraltı dünyalarını da biz gözetim altında
tutmaktayız. Tek bir zerreniz bile kaybolmamak üzere bizim ilmimizde, bizim
kitabımızda mahfuzdur. Toprağın sizin vücudunuzdan yediklerinin hepsini biz
biliyoruz, parça parça hepsinin kaydı, bilgisi bizde mevcuttur, hepsini muhafaza
etmişiz. Gerçekten gömüldükleri arz on-ları birer birer nasıl eritmişse, toprak
onların etlerini, kemiklerini nasıl ayırmışsa, onların bedenlerini nasıl
bitirmişse, Allah bunu çok iyi bilmektedir. Solanları, ölenleri, toprağa
düşenleri, toprağın altında eriyenleri ve de bitişlerinden sonra tekrar
dirilişleriyle onların dünyada yaşadıkları hayatlarına uygun olarak nereye
gideceklerini biliyor.
Rabbimizin yanında muhafız,
korunmuş, koruyucu bir kitap vardır ki, onların bedenlerini, parçalanmış,
dağılmış uzuvlarını, ruhlarını, amellerini ve onların tekrar dirilişlerini
koruma altında tutuyor. Hiç bir şeyi eksik bırakmamak üzere tekrar yeniden
dirilecekleri zaman diriliş yasasıyla yeniden
dirileceklerdir.
Kitabımızın değişik yerlerinde bu konu
anlatılır. İnsanlar aynen dünyadaki beden ve ruhlarıyla diriltilecekler. Dünyada
nasıl bir bedene sahip iseler, orada da aynen bedene sahip olacaklar. hattâ
Kıyâmet sûresinin beyanıyla “sizin en küçük, en hassas parçalarınızı bile, hattâ
parmak izlerinizi bile yeniden meydana getirmeye kâdiriz,” diyor Rabbimiz.
Herkesin parmak izleri farklıdır ve ona varıncaya kadar her şeyinizi tekrar
yaratacağız.
5. “Hayır; onlar, gerçek
kendilerine gelince onu yalanladılar; kararsızlık
içindedirler.”
Ama bu insanlar hak kendilerine
geldiği zaman hakkı yalanladılar. Hak olan kitap, hak peygamber kendilerine
geldiği zaman onu yalanladılar. Yalan saydılar, ilgilenmediler, değer
vermediler, yok far-zettiler ve de bu dünyanın, bu hayatın kendilerine ait
olduğunu, hiçbir zaman ellerinden alınmayacağını, hiçbir zaman onu
kaybetmeyeceklerini zannettiler. Yaşadıkları bu dünyada hayatın, yaratmanın,
rızkın, ölümün ve dirilişin kendi ellerinde olduğunu zannettiler. Kendilerini
hayata etkin zannederek yanılgı içine düştüler. Yaratıcılarını unuttular.
Kendilerini yaratan, kendilerini bu dünyaya getiren, yaşatan, ken-dilerine rızık
veren Rabblerini unuttular. Ölümlerinden sonra Rable-rinin kendilerini diriltip
hesaba çekeceğini unuttular. Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın
peygamberlerinden uzaklaştılar. Gerçekten de Rabblerinden, Rabblerinin hayat
programından, hak ve hakikatten uzak bir hayatı yeryüzünde bitirmenin
bunalımını, sıkıntısını yaşamış oldular. Kararsızlık, şüphe içinde bir hayat
yaşadılar. İşleri hep darmadağınık oldu. Çünkü onlar hiçbir zaman gerçeği
bulamadılar, hak ve hakikate eremediler.
Kâfirler hayatları boyunca hep
bir şek ve şüphe içinde olmuşlardır. Onlar tekrar dirilme, hayatları ve
inanışları konusunda şüphe içindedirler. Onlar Allah berisinde tapındıkları
varlıkların ilâhlığı konusunda kuşku içindedirler, hayatlarından ve
tapındıklarından hiçbir za-man emin olmamışlardır. Acaba mı diye hep bir
tereddüt içinde kıvranmaktadırlar. Hiçbir kâfir Allah yok derken bundan emin
değildir. Hiçbir kâfir diriliş yok derken bu konuda emin değildir. Kâfirlerin de
müşriklerin de dinleri, hayat programları şüphe üzerine bina edilmiştir. Esasen
onlar din, hayat programı konusunda ciddi ciddi endişe taşıyan akıllı insanlar
da değillerdir. Onlar için din önemli değildir, önemli olan dünyadır. Onlar için
din sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Bu yüzden de ciddi ciddi bu konuda
düşünecek zamanları yoktur.
Halbuki bu insanların önlerine Rabbimiz
milyonlarca âyetler sunmuştu. “Buyurun, bu âyetlerle bana kulluğa yönelin,”
buyurmuştu. Ama onlar kalplerindeki şüphe bulutlarını izâle edecek, kalplerini
doyuma ulaştıracak, gönüllerini itminana kavuşturacak, kendilerini Rab-lerine
kulluğa dâvet eden bu âyetlere karşı kör ve sağır kesildiler. Azîz ve Hakîm olan
bir Allah’tan kendilerine izzet ve şeref kazandırmak, kendilerine sınırsız
bilgiler ve bereketler ulaştırmak üzere şerefli bir kitap geldiği halde, bu
adamlar vahye karşı gözlerini ve kulaklarını kapatıyorlar, kendilerine göre bir
dünya kuruyorlar. Böyle haktan uzaklaşan, hakkı reddeden insanlar elbette her
şeyden şüphelenmek zorundadırlar. Bir şüpheden öteki şüpheye bocalayıp
duracaklardır bunlar.
«
6. “Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız,
süslemişiz bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da
yoktur.”
Bu adamlar hiç gökyüzüne
bakmazlar mı? Üzerlerindeki semâyı görmez mi bu adamlar? Biz onu nasıl bina
etmişiz? Nasıl süslemişiz? O semâyı nasıl bina edip ziynetlendirmişiz,
görmüyorlar mı? Gökyüzüne bakıp, düşünüp değerlendirme zahmetine katlanmadıkları
gibi, peygamberin kendilerine getirdiği mesaj üzerinde de hiç düşünmeden, durup
dinlemeden, üzerinde kafa yormadan reddediverdiler.
Bu adamlar niye böyle davranıyorlar?
Başlarını kaldırıp niye bir kerecik olsun semâya bakmıyorlar? Onu nasıl bina
ettiğimizi, milyarlarca gök cisimleriyle onu nasıl süslediğimizi hiç
düşünmüyorlar mı? Onda, o semâda hiçbir delik gedik, hiçbir yırtık var mı? Bir
eksiklik, bir düzensizlik, bir kusur var mı? Benim varlığıma delâlet eden bu
muazzam gökyüzü sizi bana imana, bana saygıya, bana kulluğa gö-türmüyor mu?
Acaba bu insanlar bu âyetlerle Rabblerini bulamazlar mı? Ama gelin görün ki bu
insanlar gökyüzüne bakmak, gökyüzündeki Rabblerinin âyetlerini görmek yerine,
gökyüzünde bir âyet aramak, bulmak ve o âyetin delâletiyle Rabblerine yönelmek,
o âyetin hidâyetine talip olmak yerine ne yere, ne göğe bakmamayı tercih
ediyorlar. Bu durumda da elbette kendileriyle ilgilenmeyenlere bu âyetler hiçbir
mesaj vermeyecektir.
Rabbimizin şu elimizdeki
kitabından, bu kitabın metlûv âyetlerinden habersiz yaşayanlara kâinattaki
meşhûd âyetlerin hiçbir şey söyleyemez. Bu kitabın mihmandarlığında öteki
âyetlere bakan insanlar ancak bir şeyler anlayabileceklerdir. Öyleyse ne zamanki
insanlar elimdeki şu kitaptan haberdar olurlar, bu kitabın âyetlerini tanırlar,
bu kitabın âyetlerinin mihmandarlığında gökyüzüne bakabilirlerse, Gâf sûresinin,
Rahmân sûresinin, Zariyat sûresinin âyetleriyle bakabilirlerse, işte o zaman
bilecekler, o zaman Allah’ın âyetlerini anlayacaklar. Göklerde ve yerde Rahmân
olan Allah’tan başka ilâh ve Rabb olmadığını o zaman anlayacaklar. Göklerde ve
yerde O’ndan başka güç, kudret sahibi olmadığını o zaman anlayacaklar. Sadece
böyle bir Allah’a teslim olup sadece böyle bir Allah’a kulluk yapmaları
gerektiğini o zaman anlayacaklar. Başka türlü bu âyetlerin onlara bir şey
demeleri, onların bunca âyetlerden bir şey anlamaları mümkün
değildir.
7,8. “Allah’a yönelen her kula öğüt ve bir
belge olarak yeryüzünü yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her güzel
türden yetiştirdik.”
Yeryüzüne de bakmazlar mı bu
insanlar? Gökyüzüne bak-mıyorlar da, yaşadıkları arzı da mı görmüyor bu adamlar?
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Bakın biz yeryüzünü nasıl yaymışız? Yeryüzünü
nasıl gezilecek, tozulacak, oturulacak, yatılacak, dinlenilecek, istirahat
edilecek hale getirmişiz? Yeryüzünü yayarak, sererek sizin yaşamanıza müsait
hale getirdiğimizi, yeryüzünü sizin için daha sizi yaratmadan önce
hazırladığımızı ve sizin için rahat edebileceğiniz bir beşik, bir yatak
kıldığımızı görmüyor musunuz? Bakmıyor, düşünmü-yor musunuz? Rabbinizin bu
yeryüzü âyeti üzerinde hiç kafa yormu-yor musunuz? Rabbinizin yeryüzünde sizin
için her türlü ihtiyacı karşılayışını, her türlü yaşam rahatlığını hazırlayışını
hiç anlamıyor musunuz?
Orada, o yeryüzünde büyük büyük dağları
da nasıl oturttuğumuzu, yeryüzünün dengesini sağlamak için, yeryüzünün temel
direkleri olarak o dağları nasıl kazıklar olarak çaktığımızı görmüyor musunuz?
Gök âyetlerine, yer âyetlerine bakmıyor mu bu insanlar?
Yine yeryüzünde göz alıcı, iç açıcı her
bir bitkiden nasıl çiftler var ettiğimizi, nebatat çıkardığımızı görmüyor mu bu
kâfirler? Şu güzelim bitkilere, meyvelere, Allah’ın bu âyetlerine bakıp ta,
çevrelerindeki Allah âyetlerini görüp de O’na iman ve kulluğa yönelemez mi bu
adamlar?
Halbuki bu âyetler basirettir,
basiretleri açıcıdır. Gözleri, gönülleri açıcı zikradır, tezkiradır bu âyetler.
Kimin için? Abd-i münîbler için. Allah’a yönelen, Allah’a imana, Allah’a
teslimiyete, Allah’a kulluğa yö-nelen, Allah’tan başka Rabb, İlâh bilmeyen,
Allah’tan başkaları önünde asla eğilmeyen, Allah’tan başkalarını dinlemeyen,
Allah’tan başkasına güvenmeyen, hayat, ölüm, ecel, ilim, din, hayat programı,
yasa belirleme, hidâyet, yol bulma, rızık konusunda sadece Allah’a güvenen,
Allah’tan başkalarına asla güvenmeyen kullar için tezkiradır bu âyetler. Sadece
Allah’a kul olanlar için zikirdir, basirettir.
İşte bunlar, bu âyetler, dileyip öğüt
almak isteyenler için, bu kitapla yol bulmak isteyenler için bir tezkiradır,
zikradır. Tezkira, kişinin sürekli hafızasında canlı tutması ve hiç unutmaması
gereken şey demektir. İşte Kur’an’la yol bulmak isteyenler için öncelikli olarak
hatırında canlı tutulması gereken tezkiradır bu âyetler. Yani bu âyetler as-la
unutulmaması gereken zikralardır. Çünkü bu âyetler hayatın kendileriyle
düzenleneceği zikralardır. Ama bu âyetler sadece öğüt almak isteyenler için bir
değer ifade eder. Dileyen Rabbine ancak bu âyetlerle yol bulabilir. Çünkü
tezkirasız yol bulmak mümkün değildir. Tez-kirasız Allah’a yol bulmak ve O’na
istediği biçimde kulluk yaparak O’-nun rızasını kazanmak mümkün değildir. Çünkü
bu âyetler tezkiradır, haritadır, pusuladır, mihmandardır, yol göstericidir.
Öyle değil mi? Hem bu kitabı tanımayacaksınız, hem kitabın âyetleriyle beraber
olmayacaksınız, hem kitapsız bir hayat yaşayacaksınız, hem tezkirayla yol
bulmaya çalışmayacaksınız, hem haritayı elinize almayacak, pusulaya müracaat
etmeyecek, yani yol bilenin elinden tutmayacak, yolu yol bilene sormayacaksınız,
hem de yol bulacaksınız. Mümkün mü bu? Öyleyse Rabbine yol bulmak isteyen bu
kitapla sürekli beraber olmak zorundadır. Sürekli tezkirayla hareket etmeye
çalışmak zorundadır. Bunun başka çaresi de yoktur, diyor
Rabbimiz.
Kulluğu sadece Allah’a yapanlardan
başkaları asla bu âyetlerden istifade edemezler. Bu âyetler gözlerini onlara
açan kullara geniş geniş ufuklar kazandıran birer zikirdir, zikradır,
nasihattir, gündemdir. Ama insanoğlu Allah’ın bu âyetlerini bırakıp ta kendi
icat etmiş olduğu âyetlerini putlaştırır, kendi kendisini tanrılaştırırsa,
elbette bu âyetleri görmesi de, bu âyetlerin ona bir şey söylemesi de mümkün
olmayacaktır.
9-11. “Gökten bereketli bir su indirdik,
kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme
tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik.
İşte insanların diriltilmesi de böyledir.”
Muhakkak ki biz gökten bereketli
bir su indirdik. Gökten mübarek, berekete kaynaklık eden bir su indirdik. Hayat
veren bir su indirdik. Onunla kullarımıza rızık olacak bağlar, bahçeler,
ekinler, hububatlar yetiştirdik, lütfettik. Biçilecek buğdaylar, arpalar,
ekinler lütfettik. Bunları da insanların gözleri önünde birer âyet olarak
sunduk. Bu âyetlerimizi de mi görmüyor bu adamlar? Bu âyetler üzerinde de mi
düşünmüyorlar? Bunlar da mı bir şey ifade etmiyor bu adamlara? Hiç düşünmüyorlar
mı? Gökyüzünden Rabbimiz şu suyu indirmeseydi bir damla su bulabilecekler miydi
bu adamlar? Yeryüzünden bitkileri çıkarmasaydı, buğday bitirmeseydi bir tek
buğday tanesi bulabilecek, yaratabilecekler miydi? Ne yiyeceklerdi? Nasıl
yaşayacaklardı? Hiç düşünmüyor mu bu adamlar?
Yine yüksek yüksek hurma ağaçları da
bizim âyetlerimizdendir. “Yüksek yüksek salkımları birbirleri üzerine binmiş,
tomurcuk yüklü bir özelliğe sahip olan bu hurma ağaçları da üzerinde düşünmeniz
gereken birer âyetimizdir,” diyor Rabbimiz. Tüm bunlar sizin için bir rı-zık,
bir âyet değil mi? Tüm bu âyetlerini, bu rızıklarını Rabbiniz elinizden
alıverse, kim bunlara sahip olabilir? Bina ettiği şu gökyüzünü üzerinize
yıkıverse, Rabbinize kim engel olabilir? Altınıza serdiği şu arzı altınızdan
çekip kaydırıverse Rabbinizi kim durdurabilir? Kim ayakta kalabilir? Gökyüzünden
indirdiği hayat veren şu suyu geri alıverse kim indirebilir onu? Yeryüzündeki
meyvelerini, bitkilerini yok ediverse kim getirebilir oları size? Tüm bunlar
Allah’ın âyetleri değil mi?
Tüm bu Allah âyetlerine karşı
gözlerini, kulaklarını kapatarak, tüm bu âyetleri kendilerine sunan Rabblerine
karşı nankörce bir tavır takınarak kendi elleriyle biçtikleri o buğdayların, o
ekinlerin, o hurma ağaçlarının sahipleri olarak kendilerini görerek, tüm bu
âyetlerin gerçek sahibinin, gerçek Rezzak’ın Allah olduğunu unutarak bir hayat
yaşıyorlar. Tüm bunların birer Allah âyeti olduğunu ve kendilerine bunca
lütuflarda bulunan Rabblerini hesaba katmadan bir hayat
yaşıyorlar.
Ölü bir dünyayı diriltmesi, diriliğe
kavuşturması da bir âyet değil mi? Tüm bu âyetler insanların ölümlerinden sonra
tekrar diriltileceklerine bir delil değil mi? Öldükten, toprak olduktan sonra
nasıl diriltileceğiz? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? diye soranlara karşı
tüm bunlar birer cevap teşkil etmiyor mu? O çok uzak gördükleri dirilişe birer
âyet değil mi bunlar? İşte çıkış böyle olacak. İşte diriliş böyle gerçekleşecek.
Gerçekten mükemmel bir cevap. Rabbimizin cevabı gerçekten iş bitirici, susturucu
bir cevap değil mi? “İşte ölümünüzden sonra dirilişiniz de böyle olacaktır.
Gökten sizin için su nasıl inmişse, yeryüzü sizin için nasıl yayılıp serilmişse,
dağlar orada denge unsuru olarak nasıl yaratılmışsa, yıllarca su görmemiş bir
çöl ortamında nasıl birdenbire otlar çıkıp hayat beliriveriyorsa, aynen bunun
gibi yıllarca toprak altında kalmış insanlar da Allah’ın emriyle, Allah’ın
rahmetiyle birdenbire bir başka dünyaya, bir başka hayata dirilecekler,” diyor
Rabbimiz.
Bundan sonra tarihin derinliklerine
inerek Rabbimiz bize hidâyet olacak âyetler sunacak:
12-14. “Onlardan önce Nuh milleti,
Ress’lileri, Se-mûd, Âd, Firavun milletleri, Lût’un kardeşleri, Eykeliler, Tubba
milleti de yalanlamışlardı; evet; bunların hepsi peygamberleri yalanlamışlardı
da tehdidim gerçekleşmişti.”
Onlardan önce Nuh kavmi, Ress
ashabı, kuyu ashabı, kendilerine gönderilen Allah’ın elçisini bir kuyuya atma
küstahlığında bulunmuş toplum, Semûd ve Âd toplumu, Firavun, Hz. Lût’un
kardeşleri, Eyke’liler ve Tubba milleti de yalanlamışlardı.
Ashâbu'r-Ress,
kuyu halkı, kuyu etrafında yaşayan halk, an-lamında kullanılan Kur'anî bir
tabirdir. Kitabımızın (Furkân,38) âyetinde "Ve Âd, Semûd ve Ashâbu'r-Ress ve
bunların dışında kalan bir çok kavimleri (helâk ettik)" şeklinde geçen
Ashâbu'r-Ress, Allah'ın vahdaniyetini tasdik etmeye davet edildikleri hâlde bu
ilâhî davet ve mesaja kulak vermediklerinden, Allah’a O’nun istediği gibi bir
kulluğa yanaşmadıklarından dolayı helâk edilen topluluklar arasında
sayıl-maktadır. Yine kitabımızın işte bu sûresinde de "Onlardan başka Nuh kavmi,
Ashâbu'r-Ress ve Semûd kavmi peygamberlerini yalanlamış-tı." Buyuruluyor. Gerek
Furkân sûresinde, gerekse bu sûrede
anlatı-lan, peygamberlerini yalanlayan bu zalim kavimlerden biri olan
ashâ-bu'r-ress, örülmemiş kuyu halkı anlamına gelmektedir. Bu halkın Ye-mâme'de,
Azerbaycan'da, veya Antakya'da olduğu söylenmişse de bütün bunların tahminden
ibaret olduğu muhakkaktır. Bu konuda kitabımızda açıklayıcı herhangi bir bilgi
olmadığı gibi, kitabımızın tey-bini (açıklayıcısı) olan Resûlullah Efendimizden
de intikal etmiş bir malumat yoktur.
Sadece
böyle bir kuyu etrafında yaşayan kimseler olarak ta-nımlayabileceğimiz bu kavim,
kendilerine bir peygamber gelip onlara Allah'ın dinini öğretmeye çalışması
üzerine, ona karşı gelerek bu peygamberlerini kuyuya atıp üzerini kapattıkları
için bu ismi almıştır. Bun-ların Semûd kavmi veya bu kavmin artıkları, yahut
Ashâbu'l-Uhdûd ol-dukları hakkında tahminler yürütülmüşse de bütün bunlar da
birer tahminden ibaret kalmıştır. Bunların nerede, hangi coğrafi bölge üze-rinde
yaşamış oldukları hakkında ne tefsirlerde ne de tarih kaynak-larında bir bilgi
mevcuttur.
Rabbimizin burada sadece isimlerini
zikrederek geçtiği bu toplumlar tarih içinde kıyâmete kadar insanlara
örnekleştirilen, ibretleştirilen kavimlerdir. Bu örnek toplumlar, bu
toplumlara gönderilen Allah elçileri, bu
toplumların kendilerine gönderilen elçilere karşı tutumları, davranışları,
peygamberlerin onlarla mücadeleleri ve Rabbi-mizin onlar için işleyen helâk
yasası bu toplumlardan sonra gelenlere hep örnek olmuştur. Allah’la, Allah
elçileriyle savaşa tutuşan bu toplumlara karşı gerçekleştirilen helâk yasası bir
sosyal yasa, bir Sünne-tullah olarak gözler önüne serilmektedir. Bu toplumların
dışında başka hiçbir örneğe ihtiyaç kalmayacak biçimde sosyal hadiseler yasaya
bağlanır. Artık yasanın konmasına sebep olan bu toplumların sadece isimlerinin
zikredilmesi bile bu helâk yasasını hatırlatır. Bakın burada bu toplumların
sadece isimlerinin zikredilişiyle gözümüzün önünde bir tarihin sergilendiğine
şâhit oluyoruz. Hepsinin Allah elçilerini yalanladığına şâhit oluyoruz. Bu
tavırlarından dolayı da hepsinin Rabbimizin helâk yasasına mahkum olduklarını
görüyoruz.
İşte bu âyetleriyle Rabbimiz bize bu
yasasını tanıtarak onların düştüğü duruma düşmememiz konusunda bizi uyarıyor:
“Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Geçmişte hakkı
yalanlayanların, elçilerimi yalanlayanların, dinin aleyhinde kıyam edenlerin
âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmıyor musunuz? Nuh milletinin, Res-lilerin,
Semûd’un, Âd’ın, Firavun milletinin, Lût’un kardeşlerinin, Eyke-liler’in, Tubba
milletinin, Ashâb-ı Uhdûd’un, Ashâb-ı Hût’un, Sodam, Gomere’nin hali nice oldu?
Bizans’ın, Roma’nın hali ne oldu? Onlar hakkı yalanlamışlar, dini reddetmişler,
peygamberleri alaya almışlar, Allah’ı bırakıp kendileri rubûbiyet ve ulûhiyet
iddiasında bulunmuşlardı. Ya Rabbi her ne kadar sen eğitiminiz şöyle olsun,
hukukunuz böyle olsun, ekonominiz, ticaretiniz, aile hayatınız, sosyal
düzeniniz, siya-sal yapılanmanız şöyle olsun diyorsan da, biz böyle de yaparız,
diyenlerin akıbetleri ne oldu? Yalanlayanların âkıbetleri nasıl oldu?”
“Allah öyle dediği halde, demedi
diyerek, Allah öyle demediği halde, Allah öyle buyurmadığı halde Allah öyle dedi
diyerek, dediğini demedi, demediğini dedi diyerek yalan söyleyenler… Allah
dünyayı yarattı ve işi bitti diyerek, yani artık Allah hayata karışmıyor, Allah
ha-yata karışmaz, Allah vahiy göndermez, Allah peygamber göndermez, öldükten
sonra asla bir diriliş yoktur diyerek yalan söyleyenler… Allah dünyanın
idaresini bize bıraktı diyerek yalan söyleyenler… İnsanlık için en ideal sistem
insanların tespit ettikleri sistemdir, Allah hayat programı konusunda
bilgisizdir, Allah bu konuları bilmez diyerek yalan söyleyenler… Tüm bu
yalancıların âkıbetleri nasıl olmuş bir bakın,” diyor Rabbimiz. Yeryüzü bunların
enkazlarıyla doludur. “Sizden önce nice toplumları biz helâk ettik,” diyor
Allah.
İşte tarih bunun şahididir.
Öncekilerin acı feryatları gözlerinizin önündedir. Onlar Allah’ı, Allah’ın
elçilerini yalanlamışlar, dünyada Allah’ın istediği biçimde değil de kendi
keyifleri istikâmetinde bir hayat yaşamışlar, Allah’la, Allah’ın elçileriyle
savaşa tutuşmuşlardı da biz onların defterlerini dürüverdik. Bunların meselleri,
misâlleri geçmiştir. Ben bunları size
anlattım,” diyor Rabbimiz.
Bu âyetler üzerinde ciddi ciddi
düşünmek, Rabbimizin tarih içinde gerçekleştirdiği helâk yasasını çok iyi
anlamak, bundan ders almak ve çevremize de bu âyetleri duyurmak, anlatmak,
insanları bu âyetlerle uyarmak zorundayız. Önce Kur’an sayfaları arasında, sonra
da geçmişin sahnesi olan yeryüzünde gezip dolaşarak, geçmişlerin hayatlarıyla
karşı karşıya gelecek ve böylece geçmişi tanıma imkânını elde etmiş olacağız.
Bunu elde edince de geçmişi yargılama, geçmişten ibret çıkarabilme imkânını elde
etmiş olacağız. Geçmiştekiler niçin helâk olmuşlar? Bunlar ne yapmışlar? Nasıl
davranmışlar da helâk olmuşlar? Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu
bilecek, bundan ibret alacak ve böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye
çalışacağız.
Bu helâk yasasını anlattıktan sonra
Rabbimiz tekrar yaratışa döner:
15. “Biz ilk yaratışta yorulduk
mu? Hayır; onlar yeniden yaratılmaktan şüphe
etmektedirler.”
“Biz ilk yaratışta sanki aciz
kalıp yorgun mu düştük ki tekrar sizi ikinci defa yaratamayacağız? Yani gerek
kendilerini, gerek başka varlıkları ilk defa yaratırken kudretimizi ortaya
koymuş değil miyiz ki ikinci defa yaratışı uzak görüyorlar? İlk defa kendilerini
yaratırken aciz kalıp birilerinden yardım mı istedik ki, ikinci yaratışa güç
yetiremeyeceğimiz zehabına kapılıyor bu adamlar? Eğer bu iş zannettikleri kadar
zor ve imkânsızsa, ilk defa yaratmanın da zor olması gerekir.
Evet, işte gördükleri gibi biz
gökleri, yeri, göktekileri ve yerdekileri yaratırdık. Sanki yorulduk ta tekrar
onları diriltemeyeceğimizi mi zannediyorlar?
Hayır hayır, onlar yeniden
diriliş konusunda şüphe içindeler, kuşku, çelişki içindedirler. İlk yaratışı
kabul etmekle beraber, şu anda var olduklarını bilmekle beraber, içinde
yaşadıkları düzenin kuruluşunu, yaratılışını görmekle beraber işi karıştırıp
içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışıyorlar. İkinci yaratış konusunda hiç şüphe
etmesinler ki, onları yenibaştan yaratacağız ve hesaba çekeceğiz. Zaten dertleri
işte budur. Tüm dertleri, yaşadıkları bu hayatta hesap-kitap gündeme gelerek
iştahları kaçmasın, işleyecekleri suçları rahat işlesinler, rahat rahat
zulmetsinler, rahat rahat kan içsinler, öldürsünler, diledikleri gibi bir hayat
yaşasınlar ve sonunda bir diriliş ve hesap olmasın. Sümen altı edilsinler,
yaptıklarının hesabı sorulmasın, tüm yaptıkları yanlarına kalsın. Yeniden
dirilişi imkânsız görerek reddedişlerinin altında yatan sebep işte
budur.
Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
yaratılışın başlangıcına dönerek şöyle buyuruyor:
16. “Andolsun ki insanı Biz yarattık;
nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha
yakınız.”
“Muhakkak ki insanı Biz
yarattık.” Evet, yaratıcı Allah’tır. Hayat Allah’tandır. Bizi biz yaratmadık.
Bizi bizim gibi insanlar da yaratmadı. Bizi babalar, analar, ağalar, beyler,
paşalar, sahte tanrılar, yapay tanrılar ve tanrıçalar da yaratmadı. Bizi toplum
da yaratmadı. Bizi Allah yarattı. Bu yaratma hem ilkimiz, atamız Adem’in
yaratılışını, hem de şu bizim yaratılışımızı içine alır. İlkimizi de sonrakimizi
de yaratan O’dur.”
“İnsanı Biz yarattık ve nefsi o insana
neyi fısıldar, hangi vesveseyi verir, biliriz. O insanı Biz yarattık ve hattâ
yaratışın da ötesinde nefsinin o insana ne vesvese verdiğini bile biliriz.
Yaratan, yarattığını bilmez mi? Yaratan, yarattığını tanımaz mı? Bizi yaratan,
bizim nefsi-mizin bize karşı verdiği vesveseleri, nefsimizin bize karşı verdiği
savaşta hangi desiseleri, hangi planları kurduğunu, hangi kuruntuların mahkumu
olduğunu bilmez mi? Elbette onu da en iyi bilen Allah’tır. İnsanın içinden
geçirdiği gizlinin gizlisi tüm sırları, kuruntuları, kararları, savunmaları
bilendir Allah. Öldükten sonra diriliş vardır, yoktur derken insanın kendi
içinde yaşadığı çelişkilerini bilendir Allah.
“Biz ona, insana habl-i verîd’den, şah
damarından, can damarından daha yakınız.” Rabbimiz Biz ona şah damarından daha
yakınız buyururken, insana yakınlığını, insana egemenliğini, insan üzerindeki
hakîmiyet ve sultasını, gözetme ve kontrolünü gündeme getiriyor. Rabb ile kul
arasındaki ilişki, kul ile nefis, kul ile kalp ve âzâlar arasın-daki ilişkiden
önceliklidir. Allah kula kendisinden daha yakındır. Çünkü bizi yaratan, bizi
yaşatan, bizi ayakta tutan O’dur. İçimizden geçenleri, kalbimizde olanları
bizden önce bilen O’dur. Nefsimizin, düşüncemizin bizi hangi vesveselere
kaydırdığını, bizim için nasıl bir dünya düşleyip kurduğunu bilen O’dur. Bize
bizden daha yakın olan, bizi kontrol altında tutan O’dur. Bizim kendi dünyamızda
bilmediklerimizi, bilemediklerimizi, beynimizi, kalbimizi, düşüncemizi,
niyetimizi, duyularımızı, duygularımızı, hedeflerimizi her şeyimizi O biliyor.
İşte bakın bizde olduğu halde bizim bilmediklerimizi bize hatırlatıyor, bize
bildiriyor, bizi bize tanıtıyor Rabbimiz.
Şu anda biz O’nun huzurundayız ve O’nun
bilgisiyle kendimizi, kendi dünyamızı tanıyacağız. Ama elbette Rabb bilgisiyle
gerçekleştireceğimiz bu kendimizi tanımamızı ölüm öncesi bir tanıma olarak
gerçekleştirebilirsek, bir de bu tanımayı iman ve teslimiyete dönüştürebilirsek
işte o zaman bu tanıma bizi cennete götürecektir. Allah bilgisi mihmandarlığında
bu tanımamız ölüm sonrası, zorunlu olarak bir tanıma ortamında olursa, bu
dünyada bizi teslimiyete götürmezse kesinlikle bilelim ki bize hiçbir faydası
olmayacaktır. İşte şu anda diriyiz, canlıyız, hayattayız ve Rabbimizin
karşısında O’nun bilgilendirmesiyle karşı karşıyayız. Rabbimizin vahyiyle kendi
kendimizi tanıyoruz. Allah’ın bizi tanıtan âyetleriyle yüz
yüzeyiz.
Dilerseniz Allah bilgisini reddeden,
Allah bilgisiyle bilgilenmek istemeyen, vahyi bilgilenmede temel kabul etmeyen
materyalist dünyaya gidin. İsterseniz Allah’ı hesaba katmadan, Allah’ın
kitabını, Allah’ın peygamberini devre dışı bırakarak kendisini ve varlıklar
dünyasını tanımaya çalışan bilim dünyasına müracaat edin. Sizin hakkınızda ne
anlatabilecekler onlar? Size kendiniz hakkında ne öğretebilecekler? Size, sizi
tanıtabilecekler mi? Sizin vesveselerinizin, sizin nefsinizin, nefsaniyetinizin
size nasıl vesveseler verdiğini, sizi hangi noktalara götürmeye çalıştığını,
size nasıl bir dünya kurmaya çalıştığını bilebilecekler mi onlar? Onlar mı haber
verdiler bunu size? Kimden öğrendiniz bunu? Şu ana kadar bu konuda size tek
kelime böyle bir bilgi veren oldu mu? Sizi Allah’ın yarattığını, Allah’ın
öldürdüğünü, yerin altında toprağın sizden neleri eksilttiğini, gökyüzünün Allah
tarafından yaratılıp ziynetlendirildiğini, arzın sizin için yayılıp döşendiğini,
gökten su indirilip sizin için yerde bitkiler bitirildiğini, Rabbinizin size can
damarınızdan daha yakın olduğunu, sürekli Allah kontrolünde bir hayat
yaşadığınızı, Rabbinizin sizi sizden daha iyi bildiğini tüm bu bilgileri şu ana
kadar size ulaştıran birileri oldu mu? Tüm bu bilgilere ulaşacak bir kaynak
bulabildiniz mi?
Halbuki bu dünyada sizlerin en temel ve
en büyük derdiniz buydu değil mi? En büyük derdiniz bilgilenmek, bilgiye
ulaşmaktı değil mi? Halbuki sizler bu dünyada bilgilenmek adına, bilgiye ulaşmak
hesabına tüm dünya varlığınızı heba ediyorsunuz. Öyle değil mi? Bilgiye ulaşmak
için insanlar nelerini feda etmiyorlar? Tarihin derinliklerinden bu yana tüm
toplumlar, tüm devletler bütçelerinin hemen hemen yarısını eğitim sektörüne
yatırmaktadırlar. İnsanlar kazançlarının en fazlasını bilgilenme adına
harcamaktadırlar. Özel okullar açıyorlar, eğitim müesseseleri kuruyorlar,
bilgilenme yöntemleri geliştiriyorlar, bilgisa yar ağları, internet
bağlantıları, televizyon ağları kuruyor, bilimsel çalışmalar yapıyor, paralar
döküyor, zaman harcıyorlar. Ne yapıp edelim de kendimizi ve çocuklarımızı
bilgilendirelim, bilgiye ulaşalım diye her şeylerini feda ediyorlar.
Ama kesinlikle bilelim ki vahyin
dışında, Allah bilgisinin dışında, şu kitabın ve onun pratiği olan peygamber
bilgisinin dışında bilgi arayanlar başka değil kendi kendilerini
aldatmaktadırlar. Çünkü insanların kendileriyle alakalı bu bilgileri, bu
gerçekleri Allah’tan başka hiç bir kaynaktan öğrenmeleri mümkün değildir. İşte
ey insan! Sen bu bilgiye sahip çıkarsan, bu bilgiyle bilgilenirsen yeryüzünün en
alîmi olursun.
Evet, Allah
insanın içinden geçirdiği gizli duyguları, hayalleri, vesveseleri, hatıraları,
kuruntuları tamamıyla bilmektedir. Hafaza meleklerinin, Kiramen kâtibîn
meleklerinin bile henüz muttali olmadıkları derecede gizli olarak insanın
içinden geçirdiklerini bilmektedir. Çünkü Allah kula kuldan daha yakındır. Allah
kuluna, kalbine kan akıtan kan damarından daha yakındır. Allah o kadar yakın ki
kulun her şeyi yazılır. Hattâ hastalıkta gerçekleştirilen âhu enîn, inleyip
sızlama bile. Şimdi bunu anlayan, bunu bilen, Allah’ın kendisine kendisinden
daha yakın olduğunu anlayan, her anının Allah tarafından kontrol edildiğinin
bilincinde olan bir kul kendini kontrol etmez mi?
Bakın Rabbimiz bize kendi bilgisini
sunarak, bize bizi tanıtmaya, bizi kendi bilgisiyle şereflendirmeye devam
ediyor:
17,18. “Sağında ve solunda,
onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak
söylediği her sözü zapt ederler.”
İnsanın sağında-solunda onunla
beraber olan, onunla beraber oturan iki melek vardır. Onun amellerini,
iyiliklerini, kötülüklerini tespit etmektedirler. Peki ey insanlar, sizler
biliyor muydunuz bunu? Haberiniz var mıydı sizinle birlikte meleklerin
bulunduğundan? Bunu bilebilme imkânınız var mıydı? Hangi bilgilenme yöntemiyle
ulaşabilecektiniz bu bilgiye? Allah bilgisi olmasaydı, Rabbiniz bu âyetleriyle
sizi bilgilendirmeseydi nereden bulabilecektiniz bu bilgiyi? Kim öğretebilecekti
size bunu? Aklınızla mı bulabilecektiniz? Duyularınızla mı? Teknolojilerinizle
mi? Bilgisa yar sistemlerinizle mi? Vahyi
devre dışı bırakan şu materyalist bilgilenme yöntemleriyle mi? Hayır hayır, bu
bilgiye sadece vahiyle ulaşabilmekteyiz. Bakın vahiy diyor ki, “sizin
sağınızda-solunuzda iki melek vardır ki, bunlar sizin amellerinizi tespit
ediyorlar. Tüm hayatınızı, tüm yapıp ettiklerinizi yarın görüntüleyecekler,
yarın gözünüzün önüne serecek bir biçimde hazırlıyorlar onları, kayıt altına
alıyorlar. Sizin cennet, ya da cehenneme gidişinizin raporunu hazırlıyor,
şâhitliğini yapıyorlar. Haberiniz var mı bundan? Bunun bilincinde olarak
yaptıklarınızı bu bilgiye, bu imana bina ederek mi yapmaya
çalışıyorsunuz?”
İşte bu dünyada insana her şeyden çok
lâzım olacak ve Allah’tan başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânımız olmayan Allah
bilgileri… Allah kuluna şah damarından daha yakındır. İçinden geçirdiklerinin
tümünü Allah bilmektedir. Hayatımızın tümünde bizler Rab-bimizin kontrolü ve
murakabesi altındayız. Tüm vücudumuzda, tüm hayatımızda, tüm hareket ve
eylemlerimizde O’nun yasaları hakîmdir. Hayatımız, varlığımız, varlığımızı
sürdürmemiz, yememiz içmemiz, üşümemiz, acıkmamız, yatmamız, uyumamız,
oturmamız, kalkmamız, kalbimizin çalışması, kanımızın hareket etmesi hep O’nun
yasası gereğidir. İnsan her şeyiyle Allah’ın hakîmiyetine mahkumdur. Alıp
verdiği nefesler bile O’nun kontrolü, izni ve hakîmiyetine tabidir. Her şey
O’nun gücü ve tasarrufu altındadır. Her şey O’na boyun eğmiştir. Kahhâr olan,
mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah, sizin üzerinize koruyucular
göndermektedir. Yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amellerinizi
tespit etsinler, sizi görüp gözetsinler, sizin amellerinizi yazıp muhafaza
etsinler ve de sizleri korusunlar diye meleklerini
göndermektedir.
“İnsan hiç bir söz söylemez ki yanı
başında onu zapteden bir melek bulunmasın.” İnsan hiçbir söz söylemez ki, hiçbir
kelime ko-nuşmaz ki yanı başındaki gözetleyiciler hemen onu yazmış olmasınlar.
İnsanın yanında konuştuklarını anında yazan hazır bir gözetleyici vardır. Ne
söylersek, ne konuşursak hemen anında onu görüntüleyecek melekler gözetiminde
bir hayat yaşamakta olduğumuzu bir an bile unutmamalıyız.
İşte bütün bunlar Allah’ın bizim
üzerimizde hakîmiyetini, Kah-hâr oluşunu, bizi kendi halimize bırakmayıp sürekli
bizimle diyalog ha-linde oluşunu, bizim hayatımıza karıştığını ve bizim her
anımızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek saniye bile kendi başına
değildir. İnsanın her hareketini kontrol eden, her nefesini sayan melekler
vardır yanında. Zaten İslam’daki melek inancının odak noktası da budur.
Yani öyle bir Allah’a inanacağız ki,
Allah, melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde olan bir ilâhtır.
Kimilerinin iddia ettiği gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş,
dünyayla ilgilenmeyen ve ne haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen
bir Allah değil… Böyle bir Allah’a inanacağız. Değilse, “nasıl yaşarsanız
yaşayın beni ilgilendirmez! Hukukunuz, ticaretiniz, kılık-kıyafetiniz,
eğitiminiz, siyasal yapılanmanız, kazanmanız-harcamanız nasıl bilirseniz öyle
olsun, beni ilgilendirmez!” diyen bir Allah değil…
Evet, Melekleri olan ve bu
melekleri vasıtasıyla yeryüzünde aranızdan seçtiği kullarına vahiy gönderen,
bununla bizi sorumlu tutan, ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl bir
hayat programı takip edeceğimizi bize ulaştıran bir Allah’a iman
edeceğiz.
Bu âyetten anlıyoruz ki insan tüm
hayatı boyunca Allah’la beraberdir. Yaratıcısı sürekli onunla beraberdir.
Sürekli onun üzerinde hakîm ve gözetleyicidir. Yalnız ve başıboş değildir insan;
yaratıcısından kesinlikle uzak bir hayat yaşayamaz. Yaratıcısının kendisi adına
seçtiği hayat programından habersiz bir hayat yaşayamaz. Meleklerden de
kesinlikle kendisini soyutlayamaz. Etrafında kendisini koruyan, amellerini
yazan, ölür ölmez kendisini hesaba çekecek olan melekler vardır. Ona hayatını
düzenleyecek vahiy getiren melekler vardır. Yağ-murunu yağdıran, rüzgarını
estiren ve tüm çevresini şekillendiren melekler vardır.
Unutmayalım ki bizler sürekli Allah
kontrolünde, Allah gözetimindeyiz. Bunu bir saniye bile hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Yeryüzündeki sahte tanrıların, yapay tanrıların
gözetleyiciliğinden korkarak onlara ters düşmemek, yeryüzü egemenlerinin
yasalarına ters düşmemek, onların gazabına uğramamak, onlarla bir çatışma içine
girmemek gibi bir endişe taşıyan insanlar unutmasınlar ki, onlar Allah değildir.
Onlar sizleri hiçbir zaman mutlak göremezler. Yeryüzü tanrılığına soyunanların,
yeryüzü gözetleyiciliği iddia edenlerin gözleri kördür, kulakları sağırdır.
Onların hiçbir güçleri, kuvvetleri yoktur.
Şunu da unutmayın ki onların size
ulaşabilecekleri en son nokta, sadece sizleri öldürüp bu dünyadan
uzaklaştırmalarıdır. Ama sizin kendisinden hiçbir zaman kaçıp
uzaklaşamayacağınız gözetleyiciler ise, sağınızdaki-solunuzdaki meleklerdir.
Sizi sürekli kontrol altında tutan, size sizden, şah damarınızdan daha yakın
olan Allah’tır. Bu şahitler unutmayın ki sizin her şeyinizi, duygularınızı,
düşüncelerinizi, amellerinizi, eylemlerinizi, sözlerinizi, kelimelerinizi birer
birer tespit ediyorlar. İşte bunlar bizi Rabbimize imana, Rabbimize kulluğa ve
teslimiyete sevk edici âmillerdir.
Böyle bir imanla, böyle bir
şuurla, böyle bir teslimiyetle, Allah kontrolünde, melekler kontrolünde bir
hayat yaşadık, bir ömür tükettik, şimdi de sıra bu ömrümüzün hesabına geldi.
Bakın Allah buyuruyor ki:
19. “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir, ey
insan, işte bu senin öteden beri korkup kaçtığın şeydir.”
Aklı gideren şiddet ve dehşetiyle
ölüm geldiği zaman… Ölümün hak ile gelmesi, Allah’ın emriyle gelmesi anlamına
gelmektedir. Çünkü hayatın da ölümün de sahibi Allah’tır. Hayat konusunda da,
ölüm konusunda da söz sahibi Allah’tır. Al-i İmrân sûresinde “her nefis ölümü
tadacaktır,” buyuruluyordu ya, işte bir Allah hükmü olarak ölüm geldiği zaman...
Ya da kâfirlerin üstünü örttükleri, kamufle edip gündeme getirmedikleri perdeler
aralanıp ölüm gerçeği gündeme geldiği zaman… Denilecek ki: “Ey insan, işte bu
senin bir ömür boyu korktuğun, kaçtığın şeydir. Şu anda reddettiğin ölüm
gerçeğiyle karşı karşıyasın. Dünya bitti, hayat, gençlik, güç, saltanat, imkân,
fırsat, ö-mür, evlat, oğul, ekonomik güç, siyasal ve askerî güç bitti, her şey
bit-ti. Şu anda ölüm tüm gerçekliğiyle üzerine çöktü. Yavaş yavaş canın
hücrelerinden sökülmeye, çıkmaya başladı.”
“İşte hiç beklemediğin, ummadığın,
hesap etmediğin, sürekli kaçıp durduğun gerçek budur. Hiçbir zaman gündeminde
yoktu bu. Hatırlamak bile istemiyordun. İstiyordun ki bu dünyada ölümle
zevklerin kaçmasın. İstiyordun ki bu dünyada ipini koparmış deve gibi dolaşasın.
İstiyordun ki dilediğin gibi bir hayat yaşayasın. İstiyordun ki bu hayatın
sonunda bir diriliş de olmasın. Sümen altı edilip yaptıklarının hesabı
sorulmasın. İşte hiç düşünmediğin, hiç gündeme almadığın ölüm gerçeğiyle karşı
karşıyasın şu anda. Kendine, çevrene, ekonomik ve siyasal gücüne, teknolojik
gücüne, tıbbına, saltanatına güveniyordun. Gömüldüğün bir dünya hayatı içinde
ben ölmem diyordun. Bu mülkün, bu saltanatın, bu imkânların sahibi olarak ölüm
asla bana gelmez diyordun. Kabullenemiyordun ölümü. İhtimal vermiyordun
öle-ceğine. Bir çaresini bulur kurtulurum, atlatırım, diyordun.”
Bak, işte ölüm sana geldi. İşte
hücrelerin birer birer soğumaya başladı. Ellerin, ayakların olmaması gereken
yerlere düşmeye, sesin kısılıp gözlerinin önü kararmaya başladı. Artık malın,
mülkün, evladın, saltanatın, gücün, kuvvetin senin için hiçbir şey yapamıyor.
Artık yeryüzünün sahte tanrılarının, sahte egemenlerinin senin üzerindeki
tasarrufları, saltanatları bitti. Onların şu anda sana yapabilecekleri hiçbir
şey yok. Kendi güç ve saltanatının, kendi egemenliğinin varlığı da bitti. Allah
sana bu gücü, bu saltanatı, bu malı, mülkü dünyada imtihan için vermişti. Onları
verenin yolunda kullanarak Rabbine kulluk yapman için vermişti. İşte bu
dünyadaki imtihan, sürenin bitişiyle bitiverdi. İşte organların soğumaya başladı
bile. Gözlerin bir yerlere bakıyor ve ölüm seni çepeçevre sardı. Ölüyorsun,
gidiyorsun, ayrılıyorsun bu dünyadan. Daha bu dünyada hesaplarım var diyerek
sürekli uzak gördüğün, beklemediğin, hep beklettiğin, öncelik verdiğin
gündemlerinden bir türlü zaman ayıramadığın bir ölüm gerçeğiyle karşı
karşıyasın. Sen bitiyorsun, senden öncekiler gibi. Sen gidiyorsun, tıpkı senden
öncekilerin gittiği gibi…”
“Giden sadece sen değilsin,
senden sonrakiler de seni takip edecek. Birer birer onlar da gidecek. Dünya
bitecek, hayat bitecek, insanlar, gece, gündüz ay, güneş, gün, zaman bitecek.
Yeryüzü, tüm âlemlerin hayatı bitecek. Peki ondan sonra ne olacak? Bakın bundan
sonra Rabbimiz onu şöylece anlatıyor:
20. “Sûr’a üfürülür. İşte bu geleceği söz
verilen gündür.”
Sûra üfürüldü. Bu ikinci sûrdur.
Kıyam sûru. İnsanların öldükten sonra kalkış anonsu. Sûra üfürüldü ve insanlar
diriliş vaad olun-dukları bir âlemin diriliş anonsunu, vaad olundukları bir
âleme kalkış çağrısını aldılar. Bu mutlaka gerçekleşecektir. Rabbimiz bize olan
merhametinin eseri olarak yarın olacak bir gerçeği şimdiden sanki ol-muş gibi,
oluyormuş gibi bize anlatıyor, haber veriyor. Ama ne yazık ki insanlar bunun
hesabını yapmıyor, bunu gündemlerine almıyorlar. Dirilişi, hesabı kitabı
unutarak bir hayat yaşıyorlar. Ama insanlar bir gün bu acı gerçekle karşı
karşıya geldikleri zaman karşılaştıkları bu gerçekten hiç de hoşlanmayacaklar.
Çünkü bugün cezanın verileceği bir gündür. Bugün iyilerin iyiliklerinin
karşılığı olarak cennete uçacakları, kötülerin de kötülüklerinin cezası olarak
cehenneme akacakları, dolacakları bir gündür.
21. “Her can, kendisiyle beraber bir sürücü
ve şâhit bulunduğu halde gelir.”
Her nefsin, her kişinin yanında
bir sürücü, sevk edici, bir de şâhit vardır. Yanında bir sürücü ve bir de şâhit
olduğu halde her insan Rabbinin huzuruna doğru, hesap-kitap ortamına doğru
götürülmeye başlamıştır. Herkesin yanında iki melek var. Bunlardan birisi onu
sürükleyip Rabbin huzuruna götürmekle görevli, ötekisi de dünyada onun yaşadığı
hayata, amellerine şâhit olan melek. Artık iki görevli melek onu yakaladı ve
götürüyorlar. Sûrun üfürülüşüyle, kalkış emrinin verilişiyle beraber mezarından
kalkan her insanı bu melekler ya-kalıyor, hükmü altına alıyor ve Allah’ın
mahkemesine doğru sürüklemeye başlıyorlar.
Tabi mü’minlerin götürülüşüyle
kâfirlerinki farklı olacaktır. Artık o iki melek herhalde biri omuzundan,
ötekisi de kolundan tutmuş götürüyorlar. Dünya üzerinde mü’minleri böyle yaka
paça bir yerlere gö-türenler, dünya üzerindeki saltanatlarına, siyasal ve askerî
güçlerine güvenerek, ya da egemen güçlerin emirleriyle Müslümanlara zulmeden
zalimlerin o gün böyle melekler tarafından yakalanmış, yaka paça Allah’a doğru
götürülmelerini görmek Rabbimizin Müslümanlara vermiş olduğu en büyük
gösterilerinden, görüntülerinden birisidir. Ya-rını beklemeden şu anda bile bu
tür zalimlerin manzaralarını gözlerinin önüne getiren Müslümanlardaki sevinci
hisseder gibiyim.
İşte bu tabloları bu âyetler
sunuyor bize. İşte bu âyetler izzet ve şeref kazandırıyor bize. Böyle yaka paça
sürüklenen zalimlere denilecek ki:
22. “Ona: “Andolsun ki, sen, bundan gafildin;
işte senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık görüşün keskindir”
denir.”
“Andolsun ki sen bundan önce
gafildin, gaflet içindeydin.” Ölümü hesap etmiyordun, ölüm ötesi hayatı hesap
etmiyordun. Dirilişi gündeme almıyordun. Hesaba çekileceğini göz ardı ediyordun.
Bu günü hesap etmeden yaşıyordun. Allah’ın dünyada imtihan için sana verdiği
elindeki güç ve kuvvetinle, egemenlik ve saltanatınla insanlara zulmediyordun.
İnsanlara Allah’ın yapacağı azabın benzerini yapmaya çalışıyor, işkence
ediyordun. Dünyadaki gücünün, kuvvetinin hiç bitmeyeceğini, kimsenin sana hesap
sormayacağını zannediyordun. Ama işte şimdi senin gaflet perdeni açtık, araladık
ve gözün bugün artık aydınlıktır. Artık bugün görüşün, görüş gücün oldukça
keskindir. Her şeyi görüyorsun artık. Allah’ın elçilerinin sana haber verdiği,
ama senin inatla, kibirle yalanladığın her şey işte gözünün önünde. İşte
âhiretle, işte mahşerle, işte hesap-kitapla, işte cennet ve cehennemle karşı
karşıyasın.
Açıldı mı şimdi gözlerin? Görüyor
musun artık bunları? Daha önce yumuyordun bunlara gözlerini. Dünyada yumuyordun
Allah âyetlerine karşı gözlerini. Kitaba karşı gözlerini kapatıyordun. Allah’ın
kâinattaki meşhûd âyetlerine gözlerini kapatıyordun. Bakmak istemiyor-dun
semâvât ve arzdaki görsel âyetlere. Kulaklarını metlûv âyetlere tıkıyordun.
Duymak ve dinlemek istemiyordun kitabın âyetlerini. Duymak, işitmek, bilmek,
anlamak, öğrenmek istemiyordun ölüm ötesi hayatın haberlerini. Tahammül
edemiyordun bunlara. Haydi söyle ba-kalım, görüyor musun şimdi? Gerçek miymiş bu
kitabın haberleri? Gerçek miymiş peygamberlerin uyarıları? Var mıymış diriliş?
Var mıy-mış hesap? Var mıymış cennet ve cehennem? İyi bak şu cennete, çünkü bu
ilk ve son görüşün olacak. İyi bak, çünkü onu bir daha göremeyeceksin. İyi bak
cehenneme çünkü orası senin ebedî azap mahallin. İyi bak, çünkü oradan asla
ayrılmayacaksın.
23. “Yanındaki melek: “İşte bu yanımdaki
hazırdır” der.
Arkadaşı, dostu, onun yanından
hiç ayrılmayan, onu oraya ka-dar getiren melek der ki, “bu benim yanımdaki
hazırdır. İşte şu yanım-dakinin sicili, amel defteri hazırdır.” Ya da işte şu
yanımdakinin işi bit-miş, hesabı görülmüş, mahkemesi gerçekleşmiş, suçlu bulunup
cezası kesilmiş, artık buyurun ne yapılacaksa hazırdır.
Buradaki “arkadaşı” ifadesinden,
dünyada onunla sürekli beraber olan şeytan kastedilmiş de olabilir. Hani Zuhruf
sûresinde şöyle buyuruluyordu:
“Rahmân olan Allah’ı anmayı
görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş
veririz.”
(Zuhruf 36)
“Rahmân’ın zikrinden yüz
çevirenlere, Rahmân’ın zikrine karşı kör davrananlara, Rahmân’ın zikri olan
Kur’an’dan uzaklaşanlara, Rahmân’ın kendisinden istediği kulluktan yan
çizenlere, vahye, Kur’-an’a karşı körlük edenlere, kitabı görmezlikten
gelenlere, kitaptan ha-bersiz bir hayat yaşamaya kalkışanlara, kitaba karşı
bakışını bozanlara ceza olarak dünyada kendilerine bitişik, kendilerine yapışık,
onların yanlarından hiçbir zaman ayrılmayan bir şeytanı arkadaş yaparız,”
diyordu Rabbimiz. Onu, o şeytanı ona mûsâllat kılarız da ondan asla ayrılmaz. Bu
şeytan onun ayrılmaz arkadaşı oluverir. Dünyada onun yanından hiç ayrılmayan,
onu saptıran, onu cehenneme hazırlayan o arkadaşı diyor ki, “işte dünyada
kendisini ayartıp cehenneme hazırladığım müşterim huzurunuzdadır.”
Allah’la beraber olmayan, Rahmân’ın
zikrinden yüz çeviren, vahye karşı kör davranan vahiyle hareket etmeyen kişinin
sonucu bu-dur işte. Yani Kur’an’ın, vahyin alternatifi budur. Rahmân’ın vahyiyle
beraber olmayan kişi elbette şeytanın esiri olacaktır. Çünkü o kişi Al-lah’la
beraber olmamayı istemiştir. Rahmân’ın zikrinden yüz çevirmiştir. Rahmân’ın
rahmetinin gereği kendisi için açtığı rahmet kapısını, vahyi örtmüş, güneşe
karşı körlük etmiş kişidir. Basireti kapanmıştır; Kur’an’dan uzaklaşan bir
kişinin şeytana yaklaşması da kaçınılmaz olacaktır.
Onu oraya kadar getiren melek, ya da
dünyada onu saptıran şeytan böyle deyince, bakın bundan sonra ona ne denilecek?
Allah böyle bir sözü işitenlerden olmaktan bizi korusun.
24-26. “Allah: “Ey sürücü ve şâhit! Her
inatçı inkârcıyı, iyiliklere boyuna engel olan, mütecaviz, şüpheye düşüren,
Allah’ın yanında başka tanrı benimseyen kişiyi cehenneme atın, onu çetin
azaba sokun”
buyurur.”
Cehenneme her kâfiri, her inatçı
zorbayı... Keffar çok nankör, çok inkârcı demektir. Atın cehenneme bu fıtratını
örten, Allah’ı örten, Allah’ın âyetlerini örtbas eden, yaratıcısına karşı son
derece nankör davrananları… Atın cehenneme her bir hayra engel olan zalimi,
müşriki, şüpheciyi… Allah’tan, peygamberden, kitaptan, kitabın haber ver-diği
kıyâmetten, dirilişten şüphe eden her zavallıyı...
Hayra engel olan her bir zorba
cehenneme atılacak. Çünkü dünyada kendisi hayra yanaşmadığı gibi, kulluk
konusunda kendisi cimri olduğu gibi başkalarını da cimriliğe sevk eden,
başkalarının hayrına, başkalarının kulluğuna da engel olmaya çalışan hayır
düşmanı bir kimseydi o. Bir manası böyledir.
Bir de, Kur’an’ın diğer
yerlerinde hayır, “mal” anlamındadır, böylelikle hayrı engellemekten maksat malı
engellemek olmaktadır. Malı hayır yolunda kullanmaktan engellemeye çalışmaktır.
Çocuklarını ve çevresini İslam’dan engelleyen demektir. Bir adam çocuklarına
öyle yollar açar, öyle programlar çizer, öyle meşgaleler arz eder, yollarına
öyle barikatlar koyar ki, o çocuklar İslam’ı, namazı düşünemezler. İşte engel
olmak budur. Sonra da kalkar, “engel olan mı var? Yapmak istediniz de engel mi
olduk? Kılmak istediniz de biz mi engel olduk?” demeye başlar. Gerek malını,
gerek çocuklarını ve çevresini İslam’a engelleyen, malını, mülkünü hakkı
olanlardan engelleyen, ya da her türlü hayra engel koyan adam cehenneme
atılacak. Namazı engelleyen, orucu, haccı, tesettürü engelleyen, Müslümanların
Müs-lümanca bir hayat yaşayarak Rabblerine kul olmalarını engelleyen her bir
engelci cehenneme gidecek. Kendi güç ve kuvvetlerine güvenerek zulmeden
zalimler, “mu’tedin mürîb” olan-lar, yani mütecaviz, zulümkâr, haddi aşkın,
hakkına razı olmayan, zul-meden her kimse ve de şüpheci olan, insanları şüpheye
düşürmeye çalışan her bir kimse cehenneme atılacak. Cehennem onları bir dost
gibi kucağına alacak, koynuna alacak…
Onlar Allah’tan başka ilâhlar kabul
ediyorlardı. Allah’tan başkalarını ilâh biliyorlar, ilâh makamında görüyorlardı.
Allah’la birlikte başkalarını da dinliyor, Allah’la beraber başkalarına da dua
ediyor, başkalarına da kulluk ediyorlardı. Allah’ı razı etmeye çalıştıkları gibi
çevreyi, modayı, âdetleri, töreleri, müdürü, âmiri, kanunları, yönetmenlikleri,
Allah’la çatışan tâğutları da razı etmeye çalışıyorlardı. Hem Allah’ın çektiği
yere hem de başkalarının çektikleri yerlere gitmeye çalışıyorlardı. Bazen
Allah’ı, bazen başkalarını dinliyorlardı. Hayatında etkili olabildikleri, yol
gösterebildikleri kadarıyla başka ilâhların
kulu-kölesi olurken, onların serbest bıraktığı, ya da gaflet edip
dolduramadıkları hayat birimlerinde de Allah’ın kulu ve kölesi oluyorlardı. Yani
öteki ilâhlarının boş bıraktıkları, dolduramadıkları namaz, oruç, zekât, zikir
gibi hayat birimlerini de Allah’ın dinine göre dolduruyorlardı. İşte Rabbimiz,
böyle yapanları, böyle yaşayanları cehenneme atın
buyuracak.
27. “Yanındaki şeytan: “Rabbimiz! Ben onu
azdırmadım, fakat kendisi derin bir sapıklıktaydı” der.”
Onun karîni, yakını, arkadaşı,
onunla birlikte olan, ona yapışan ve dünyada hiçbir zaman ondan ayrılmayan, onu
saptırmak için dünyada elinden gelen her şeyi yapan ve kendisiyle birlikte
cehenneme sevk edilen şeytan… Veya dünyada ona arkadaşlık eden, onunla birlikte
olan, onun düşüncesinde, onun inancında, onun amelinde olup ta onunla birlikte
Allah’la çatışma içinde bir hayatı yaşamış olan arkadaşı diyor ki: “Ya Rabbi!
Onu ben azdırmadım, onun sapması konusunda benim hiçbir suçum yok. Fakat o
kendisi haktan uzak bir sapıklık içindeydi.”
Bunu söyleyen ya dünyada ona mûsâllat
kılınan şeytandır, ya da dünyada onunla birlikte kötü ameller peşinde koşan bir
arkadaşıdır. Tabii adam, “ya Rabbi işte beni şeytan saptırdı, beni şu arkadaşım
azdırdı, bütün suç bunundur,” şeklinde itiraza başlayınca onlar da böyle
diyecekler: “Hayır ya Rabbi, bu kendisi sapıktı. Kendisi haktan uzak bir hayatın
içindeydi de, biz bu yüzden ona yaklaşma imkânı bulabildik.”
Halbuki bu alçaklar dünyada
birbirlerini sürekli şerre teşvik ediyorlardı. Birbirlerini hayra değil,
kötülüklere dâvet ediyorlardı. Şerrin mahkumu yapıyorlardı birbirlerini. İmana
değil küfre, adalete değil zulme teşvik ediyorlardı. Ama yaptıklarının karşılığı
olan cehennemle karşı karşıya geldikleri zaman da bakın diyorlar ki, “aman ya
Rabbi, ben bunu azdırmadım, saptırmadım…” Ama şâhitler var. Kendi zâtı şâhit,
âzaları şâhit, melekler şâhit, üzerinde yaşadıkları, üzerinde a-meller
işledikleri arz şâhit, Allah şâhit. Bu şâhitlerden nasıl kurtulacak bu adamlar?
Gördüğü şu görüntülerden nasıl kurtulacak? Bakın Rab-bimiz buyuracak
ki:
28-29. “Allah: “Benim katımda çekişmeyin;
size bu-nu önceden bildirmiştim. Benim katımda söz değişmez; ben kullara asla
zulmetmem” der.”
“Benim huzurumda hasımlaşmayın!
Çekişmeyin huzurumda! Kavga etmeyin şimdi! Ben size vaadimle, uyarımla
gelmiştim! Sizden hanginiz kötülük işlerse mutlaka onun cezasını çekecektir,
hanginiz de iyilikle gelirse onun mükafatını alacaktır diye ben sizi daha önce
uyarmıştım. Ben size bir kitap göndermiştim. Ben size peygamberler göndermiştim.
Ben sizi bundan haberdar etmiştim. Ama sizler bunu kabul etmediniz. Siz kendiniz
suçlusunuz. İş işten geçti. Artık şimdi ceza ve mükafat ortamında çekişip
durmayın. Artık amel işleme ortamından hüküm verilme ortamına geldiniz. Benim
huzurumda hüküm değişmez. Benim hükmüm hükümdür. Benim yargım yargıdır. Benim
sözüm gerçektir. Bu tartışmalarınızla, bu ağlayıp sızlamalarınızla benim
kararımı, benim hükmümü değiştirecek değilsiniz.
Ben hiçbir zaman verdiğim hükümde
kullarıma zalim olmadım. Ben kullarımdan kimseye zulmen Cehennem vermiyorum.
Size verilen ceza kendinizi müstahak kıldığınız cezadır. Cehennem sizin kendi
yaşadığınız hayatın, kendi yaptığınız amellerin karşılığıdır. Herkes kendi
imanının, kendi küfrünün, kendi şirkinin, kendi amellerinin karşılığını
görecektir. Benim yasam budur. Ben asla kullarıma zalim davranmam,
davranmadım.”
Arkadaşlar, görüyor musunuz
bilgilenmeyi? Şu bilgilemeye ba-kın. İşte şu anda cehennemi görüyoruz, cenneti
görüyoruz. Ne mükemmel bir bilgilenme değil mi? Ama dünyada bu âyetlerden uzak
yaşayanların hiçbirisi bu bilgilere sahip değildir.
30. “O gün cehenneme; “Doldun mu?” deriz, o:
“Daha var mı?” der.”
Rabbimiz, “o gün cehenneme soracağız,”
diyor. “Ey cehennem, doldun mu? Doydun mu? Daha ister misin? Daha gelsin mi?
Atılsın mı? Daha ister misin bu sığır sürülerinden? Bu kâfirlerden daha ister
misin?” Cehennem de o gün bir türlü doymak, dolmak bilmeyecek, hep kâfir
isteyecek, zorba isteyecek, zalim isteyecek, İslam’a, kulluğa, hayra engel olan
isteyecek, Allah’la çatışan isteyecek ve ebedîyen onlara azap vermenin izzet ve
şerefini isteyecek ve diyecek ki: “Hel min mezîd?” “Daha yok mu ya
Rabbi? Daha yok mu ya Rabbi! O kadar kükreyip coştum ki bugün bir türlü doymak
bilmi-yorum! Bu sığır sürüsü tiplilerden, bu kütüklerden daha varsa gönder ya
Rabbi!”
Veya bunun bir ikinci anlamı da:
“Daha mı var ya Rabbi? Hayret, daha bitmedi mi Allah’ım? Bu kütüklerin sonu
gelmedi mi?” diye şaşkınlığını ifade edecektir.
Kitabının başka bir yerinde şeytana
şöyle diyordu Rabbimiz: “Andolsun ki sen ve sana uyanlarla birlikte, sen ve
insanlardan senin yoluna tâbi olanlarla birlikte cehennemi dolduracağım.
Cehennemi sen ve senin avenenle dolduracağım. Sana tâbi olanlar, senin
gösterdiğin yoldan gidenler ne kadar da çok olurlarsa olsunlar ben cehennemi
onlarla dolduracağım. Rabbimiz kendi yolunu bırakan, kitabını terk eden,
elçisinin gösterdiği yolu terk ederek şeytan ve şeytanî güçlerin egemenlikleri
altında bir hayata razı olan tüm şeytan avene-lerini cennete atacağını haber
veriyor. Cehennem bunları alır mı al-maz mı diye aklınıza bir endişe gelmesin.
Bakın Rabbimiz cehennemine soruyor, o da “hel min mezîd?” diyor. Birinci manası,
“daha yok mu ya Rabbi! Bugün o kadar coştum ki bir türlü doymak bilmiyorum! Daha
varsa gelsin ya Rabbi!” Bir ikinci manası da, cehenneme bu şeytan ve dostları
atıldıkça atılacak, atıldıkça atılacak ve sonra cehennem de şaşıracak ve: “Daha
mı var ya Rabbi? Bunların hâlâ arkası kesilmedi mi ya Rabbi!” diyerek
şaşkınlığını dile getirecekmiş.
Bunların sayılarının çok olacaklarına
dair bu âyetler de delildir. Şeytan, “onlardan çoğunu şükreder bulamayacaksın,”
diyordu, Rabbi-miz de En’âm’da “onların çoğunluğuna uyarsan seni saptırırlar,
çünkü o çoğunluk Allah’ın kitabına değil şeytana ve şeytanın zanlarına tabi
olurlar,” diyordu. Sakın ha ey Müslümanlar bunların çok oluşlarına al-dırış
etmeyin. Çokluklarına değer vermeyin. Yani bu kadar insanın e-ğer gittikleri yol
yanlış olsaydı, bu kadar insan bu yoldan gider miydi diye sakın bir yanlışa
düşmeyin. Çünkü insanların çoğunluğu şeytan yolundan gitmektedir, şeytan
peşinden gitmektedir. İnsanların çoğunluğu inanmamaktadır.
Öyleyse hak çoğunluğun yolu değil
Allah’ın yoludur. Bu şeytan metbularının âdetleri ne kadar da çok olursa olsun,
gerçek yol Rab-bimizin gösterdiği yoldur. Biz de O’na uyalım şeytanın adımlarına
tâbi olmayalım inşallah.
Şimdi burada bir de cenneti gözlemlemek
ister misiniz? Bir anda cehennemi gösterdi Rabbimiz, korktuk, ürktük. Ama şimdi
cennetle karşı karşıyayız.
31. “Cennet, Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara yaklaştırılır, zaten uzakta değildir.”
Cennet yaklaştırılmıştır. Uzak
olmamak şartıyla cennet muttakîlere, hayatlarını Allah için yaşayan mü’minlere
yaklaştırılmıştır. Uzak değildir cennet. Hangi şartla? Takva şartıyla tabiî.
Muttakîlere yakındır o cennet. Öyleyse muttakî olmak, takva erleri olmak
zorundayız. Allah’ın koruması altına girenlerden, Allah’la yol bulanlardan,
yollarını Allah’a sorarak bulanlardan, hayatlarını Allah için yaşayanlardan,
Allah’ın istediği ve belirlediği biçimde yaşayanlardan olmak zorundayız. Dünyada
hesabını böyle yapanlardan olmak zorundayız. İşte o zaman cennet bize çok
yakındır.
Resûlullah Efendimiz bir hadislerinde
şöyle buyurur:
“Kişinin nalınının tokası ayakkabısına
ne kadar yakınsa, cennet de kişiye işte o kadar yakındır.
Hadisin
beyanıyla cennet bize o kadar yakındır ki, hemen önümüzde, yanımızda, yanı
başımızdadır. Sadece bir tavır, bir eylem, bir iş, bir söz bizi ya cennete ya da
cehenneme sürükleyiverir. Mese-lâ; geç yahu, nedir ki İslâm, deyiverdi mi insan,
hemen cehenneme yuvarlanmış demektir. Bir tek söz bile insanı cehenneme
götürecek kadar cehennem bize yakındır. Yine Resûlullah Efendimiz başka bir
hadisleri şöyle buyurur:
“Cennet mekârihle kuşatılmış, cehennem
de şehvet-lerle perdelenmiştir.”
(Buhârî,
Rikâk 28, Müslim, cennet 1)
Evet cennet kuşatılmış, cehennem de şehvetlerle
örtülmüştür. Anlayabildiğimiz kadarıyla insan şöyle bir bölgede bulunmaktadır.
Sağ tarafında perde ile örtülmüş içi görülmeyen bir alan, sol tarafında da yine
perde ile örtülmüş bir alan var. İnsan böyle bu iki alan arasında balık sırtı
gibi bir yerde durmaktadır. Yâni durulamayacak, kalınamayacak bir bölgede
durmaktadır. Sağ tarafındaki cennet mekârihle örtülmüş, sol tarafındaki cehennem
de şehevâtla örtülmüştür. Ama bu şehvetler sadece cinsel arzular anlamına
değildir. İstenilenler, arzu edilenler, kişinin canının çektiği şeyler, nefsinin
arzu ettiği şeylerdir. Yani nefsanî arzular, isteklerdir ki, başında zevkmiş
gibi, safaymış gi-bi görünseler de, sonunda insanın imanını zorlayan, sonunda
meşakkat görülen şeylerdir.
İşte insan âkıl bâliğ olduğunda,
kendine geldiğinde, öyle bir alanda, öyle bir konumda bulunur ki, aslında orada
duramayacaktır. Çünkü orası böyle balık sırtı bir alandır. Önü arkası, sağı
solu, nereye gideceği belli olmayan bir yer. Orada durma imkânı da yoktur.
Sağında cennet, solunda da cehennem vardır. Orada onu cennete de, cehenneme de
zorlayanlar vardır. Cennetin ve cehennemin örtüleri de şunlardır: Cennet
mekârihle, cehennem de şehvetlerle örtülmüştür.
Mekârih; icrası nefse ağır gelen, zor
gelen her şeydir. Allah’a Allah’ın
istediği şekilde kulluğa devam, Allah’ın emirlerini yerine getirip,
yasaklarından kaçınmaya devam, bu uğurda her tür sıkıntı ve me-şakkate
katlanmak, oruç, namaz, hacc, zekât gibi ibadetleri yerine getirmek ve hasılı
Allah için bir hayat yaşamaktır. İşte bunlar nefse ağır gelir.
Veya bir başka anlamıyla Mekârih;
kişinin kendi kendine kalınca, Allah’la, peygamberle, vahiyle ilgisini kesip
nefsiyle baş başa kalınca boş verdiği şeylerdir. Zira insan Allah’la,
peygamberle, Kur’-an’la, sünnetle beraberken yaptığı şeyleri, bunlarla
beraberliği bitince bırakıverirse işte bu mekârihtir. Çünkü kişi sürekli vahiyle
beraberliğini sürdürebilirse, vahiy onu sürekli hidâyete sevk eder. Yine aynen
bunun gibi kişi mü’minlerle beraber iken de velî olarak mü’minler onu sürekli
hakka, hidâyete dâvet eder. Ama kişi tüm bunlardan uzaklaşınca, vahiyle ilgiyi
kesince, mü’minlerle birlikteliğini bitirince onun nefsinin meyledip istediği
şeylere mekârih diyoruz.
Ya
da mükellefe kavil, fiil ve terk olarak emredilen ef’al-i mükellefîn dediğimiz
şeylerdir mekârih. İşte cennet bunlarla perdelenmiştir. Bunları aşmayı
beceremeyen kimselerin cennete girmeleri mümkün olmayacaktır. Meselâ namaz
nefsin hoşlanmadığı bir mekâ-rihtir, onu icra edemeyen kişi cennete
gidemeyecektir. Hakkı, İslâm’ı insanlara duyurmak, tavsiye etmek bir mekârihtir,
bunu yapmayanlar cennete gidemeyecektir. Veya içki içmemek, zina etmemek, faiz
yememek, küfür ve şirkten uzak durmak bir mekârihtir, bunlardan uzaklaşamayanlar
cennete gidemeyecektir.
Evet, cennete ancak nefsin hoşlanmadığı
meşakkatler aşılarak gidilebilecektir. Bir tarafta şeytan olacak, diğer tarafta
nefis olacak, bir başka tarafta ilahlık, rablik taslayan tâğutlar olacak, bir
tarafta insanlığımız, insan oluş özelliklerimiz olacak, buna rağmen biz bunları
aşarak cennete gideceğiz.
Cehennem de şehevâtla, şehvetlerle
kuşatılmıştır. Şehevât da İslâm’ın men ettiği her şeydir. Şehvet; şu anladığımız
mânâda kadınlarla konuşmak şehvet değildir. Haram olarak konuşmak şehvettir.
Kişinin kendi helaliyle konuşması niye şehvet olsun da? Öyleyse Allah’ın haram
dediği şehvetlerden uzak durmayan insanlar cehenneme gideceklerdir. Hani kuş
avlamak için tuzak kurarlar değil mi? İşte bu tuzak cehennemdir. Bu tuzaktaki
yemler şehvetlerdir. Kuş insanlardır. O tuzak örtülüdür. Kıllar, samanlar ve
yemlerle örtülüdür. Neden? Arkasında cehennem olduğunu, ateş olduğunu, yakalanma
olduğunu, azap olduğunu gizliyor bu örtü.
32-34. “Onlara: “İşte bu cennet, Allah’a
yönelen, O’nun buyruklarına riâyet eden, görmediği Rahmân’dan korkan, Allah’a
yönelmiş bir kalple gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle
girin, işte sonsuzluk günü budur” denir.”
İşte vaad olunduğunuz cennet.
İşte gönülden Allah’a yönelen, Allah’a dönen, içiyle dışıyla Rabbine kulluğa
yönelen, Rabbinin âyetlerine yönelen, Rabbinin yasalarını koruyan, Rabbini razı
etmeye yönelen her bir kimseye, gıyabında Rabbine haşyet duyan, içten Rab-bine
münîb bir kalp ile gelen kimselere vaad olunmuş cennet. Ona e-senlikle, barışla,
selâmla girin. İşte bu ebedîlik günüdür. Ne büyük bir müjde değil mi? İnsanın
bundan daha güzel, bundan daha şerefli duyduğu, duyabileceği bir söz olabilir
mi?
İşte bu özelliklerin sahiplerine cennet
yakınlaştırılmıştır. İşte içimizle dışımızla Rabbimize yönelmemizin, Kur’an’ı,
sünneti, imanı, namazı koruyup gerçekleştirmemizin karşılığında cennet bize
yaklaştırıldı. Öyle yakınlaştırıldı ki, şu anda kokusunu duymaya başladınız
değil mi? Ne büyük bir lütuf ki, cennet ayağımıza geliyor. Üstelik biz ona doğru
gitmiyoruz, o bize doğru geliyor. İşte ayağınızın ucuna ka-dar gelmiş. Hemen
oraya girmeyi istersiniz değil mi? Haydi buyurun, atın adımlarınızı oraya.
Nasıl? Bu dünyada adımlar oraya atılacak. Bu dünyada gerçekleştirilecek giriş…
Bu dünyada yöneleceğiz ona. Hesabımızı ona göre yapacağız. Nasıl? Allah’a,
Allah’ın istediği gibi yönelerek… Allah’a içimizle, dışımızla, kalbimizle,
niyetlerimizle, amellerimizle yönelecek, sadece O’nu dinleyecek ve sadece O’nu
razı etmeye çalışacağız. Kim böyle yaparsa, kim görmediği halde Rabbin-den
korkarsa, görmediği halde Rabbine yönelen bir kalple gelirse, işte cennet ona
yakınlaştırılır.
Peki acaba şu anda kime yöneliyoruz?
Allah’a mı yöneliyoruz, dünyaya mı? Allah’a mı yöneliyoruz, yoksa oğula, kıza
mı? Allah’ın ki-tabına mı yöneliyoruz, yoksa marka, dolara mı? Hedefimiz Allah
mı, yoksa paralar, pullar, altınlar, gümüşler, evler, barklar, atlar, arabalar
mı? Hedefimiz âhiret mi, yoksa makam, görev, saltanat önümüzü mü kesti? Allah’a
kulluğa mı yöneliyoruz, yoksa zalimlerin zorbalıkları önümüzü mü kesti? Kitapla,
Allah vahyiyle mi beraberiz, yoksa şeytan vahiyleri önümüzü mü
kesti?
Eğer cennete girmek, cennetin bize
yakınlaştırılmasını istiyor-sak, bunların hiçbirisini engel görmeyerek Allah
adına yürümek zorundayız. Görmediğimiz halde Allah’tan korkarak putlardan ve
putçulardan korkmamalıyız. İnsanlardan çekinmeyeceğiz. Çünkü onların hiçbir güç
ve kuvvetleri yoktur. Onlar öldüremezler, onlar diriltemezler, onların cenneti
ve cehennemi yoktur.
İşte böyle yaşayanlara Rabbimiz diyor
ki: “Haydi selâmetle gi-rin cennete. Haydi durmayın girin cennetime. Artık
dünyadaki tüm üzüntüleriniz, tüm endişeleriniz, tüm sıkıntılarınız bitmiş, benim
yolumda çektiğiniz eziyetler, uğradığınız zulümler geride kalmış olarak cennete
girin. Artık burası ebedîlik yurdudur. Bugün ebedîlik günüdür. Ebedîyen
buradasın, hiç mi hiç oradan çıkmayacaksınız.”
35. “Orada dilediklerini bulurlar. Katımızda
fazlası da vardır.”
Orada onlara diledikleri, arzu
ettikleri, akla hayale gelmedik her şey vardır. Bulutlardan hûriler yağacak
onların üzerine. Onlar ora-da sonsuz nîmetler içindedirler… Çünkü onlar orada
Allah tarafından ağırlanmaktadırlar. Onlar için orada büyük bir ağırlanma
vardır. Allah’ın zâtına layık bir ağırlanma… Onun için orada istedikleri,
canlarının çektiği her şey vardır. “Şu da var mı? Bu da var mı acaba?” demeye
gerek yoktur. Her şey vardır orada. Orada asla mahrumiyet yoktur. Orada üzüntü
verici herhangi bir şey yoktur. Kur’an’ın başka bir yerinde Rabbimiz o mü’minler
için “Tuhberûn” ifadesini kullanır. Bu ifade, Allah’ın nîmetlerinin insanın
yüzüne, gözüne, gönlüne, benliğine sinmesi anlamına geliyor. Allah’ın
nîmetlerinin eseri insanın yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde hissedilecektir.
Sevinçleri, memnuniyetleri, yüzlerinde, gözlerinde, hallerinde ve tavırlarında
etrafa taşacaktır. Onları görenler her taraflarından bu nîmetlerin sevincinin
aktığını hissedecek. Yani cennette Rabbinizin onlar için hazırladığı nîmetlerin
eseri her hallerinden görünür biçimde sevindirileceklerdir. İkram olunacaklar…
Cennet onlarla özdeş olacak, içlerine dışlarına sinecek ve tüm zerrelerinde
etkisini gösterecektir. Cenneti kuşanacak, sevinci giyinecek, hep neşeli, hep
canlı olacaklar. Allah’ın rahmeti onları çepeçevre kuşatacak ve Allah’ın
nîmetleriyle iç içe olduklarını her an hissedecekler.
Öyleyse ey Müslümanlar, istediğiniz
gençlikse, dinçlikse hedefiniz cennet olsun, çünkü orada ihtiyarlamayacaksınız.
Eğer istediğiniz ebedîlikse, hedefiniz cennet olsun, çünkü ölümsüzlük oradadır.
Eğer hedefiniz güzellere sahip olmaksa hedefiniz, hesabınız cennet olsun. Çünkü
aydan, güneşten daha güzeller oradadır. İstediğiniz mal, mülk, servet,
saltanatsa, bilesiniz ki mülklerin, saltanatların en büyüğü, ebedî olanı
oradadır. Üstelik cennete en son girecek kimsenin mülkü, dünyanın on misli
olacak. Tüm bunları bilen, bunlara iman eden insanlar olarak acaba niye cennet
hesabına girmiyoruz? Acaba niye cenneti unutup bir hayat yaşıyoruz? Niye
hedefimiz cennet değil de dünya? Gerçekten bunu anlamak mümkün değil. İşte
cennet böyle. Orada istediğiniz her şey var ve:
“Üstelik daha da artıracağız,” diyor
Rabbimiz. “İstediğiniz her şey orada var ve daha da artırması bize ait,” diyor
Rabbimiz. Yani sizin nîmet olarak düşünemediğiniz, aklınıza bile getiremediğiniz
nîmetler de vardır orada. Sübhanallah! Elhamdülillah! Allahu ekber! Haydi
koşalım cennete! Haydi dünya için koşturduğumuzun daha fazlasıyla koşalım
cennete… Haydi dünyaya harcadığımız, dünya için harcadığımız enerjilerimizi, gün
ve gecelerimizi cennet için harcayalım. Dünya için harcadığımız zamanlarımızı,
ekonomik güçlerimizi ge-lin cennet için harcayalım. Gelin aklımızı, fikrimizi,
çoluğumuzu-çocu-ğumuzu cennet için yatırım yapalım. Her şeyimizi cennet için
harcayalım. Hedefimiz, hesabımız cennet olsun. İşte cennete koşmak budur. Eğer
böyle yapmaz da dünya için koşacak olursak, dünya için plan program yapar, ben
dünyacıyım, ben dünyada ölümsüzüm demeye kalkışırsak, unutmayalım ki bizden
öncekilerden niceleri helâk olmuştur.
36. “Ey Muhammed! Bu inkârcılardan önce,
kendilerinden daha kuvvetli olan, diyar diyar dolaşan nice nesilleri yok
etmişizdir. Kurtuluşu var mı?”
“Ey peygamberim, bu kâfirlerden
önce kendilerinden sayıca daha çok, güç, kuvvet, medeniyet, saltanat ve ömür
yönünden daha güçlü nice nesilleri helâk ettik ki, onlar diyar diyar gezip
dolaşıyorlardı. Onlar sadece kendi ülkelerinde değil dünyanın diğer ülkelerinde
de egemendiler. Ülkeler dolaşan, ülkeler fetheden, çok geniş bölgelere egemen
olan toplumlardı onlar. Zulümleri sebebiyle kendilerine Rab-binin azabı geldiği
zaman bu güçleri, kuvvetleri, bu medeniyetleri, sal-tanatları kendilerini
kurtarabildi mi? Allah’tan, Allah’ın azabından, helâkten, ölümden sığınacak bir
yer bulabilmişler mi? Onlar kendilerini Allah’ın azabından kurtaramamışlar da
bunlar mı kurtaracaklar? Halbuki onlar boy-pos, güç-kuvvet, uzun ömür yönünden
bunlardan daha üstündüler, bunlardan daha zengindiler, ama suçlu olmaları, suç
işlemeleri sebebiyle Rabbin onların tamamını helâk etti.
Sizden çok daha güçlü olanlar
ölüme çare bulamadılar da siz mi bulacaksınız? Onlar helâk yasasından
kurtulamadılar da sizler mi kurtulacaksınız? Onlara dünyada her türlü üstünlük
sebepleri vermiştik. Ama onlar günâhlara daldılar. Rablerinin kendilerine
gönderdiği hayat programından habersiz bir hayat yaşamaya başladılar.
Rable-rinin elçilerine ve o elçilerin Rabblerinden kendilerine getirdiği
mesajlara ilgisiz yaşamaya başladılar. Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
elçileriyle mücadeleye tutuştular, kitaba ve peygambere rağmen kendi kendilerine
hayat programı yapmaya kalkıştılar da, biz onların topunu helâk ediverdik.
Kendilerine azabımız geldiği zaman da tüm bu imkânları, güçleri kuvvetleri,
boyları, posları, medeniyetleri, ekonomik güçleri onlara hiç bir fayda
sağlamadı.
Öyleyse ey Mekkeliler, ey dünyalılar,
ey şu anda bu Kur’an’ın muhatapları! Kitabımızda uzun uzun örneklerini
sunduğumuz toplumların başlarına gelenlerin sizin de başınıza gelmesinden
sakının! Unutmayın ki sizin onlardan farklı hiçbir yanınız, hiçbir
ruçhaniyetiniz yoktur. Allah katında sizin onlardan faklı, onlardan üstün hiçbir
yanınız yoktur. Bilesiniz ki Allah yasalarında kesinlikle değişme olmaz. Üstelik
sizin şu anda yalanladığınız, değer vermediğiniz, ilgilenmediğiniz, sırt
döndüğünüz peygamber onlara gönderilenlerden daha kerimdir. Dikkat edin sizin şu
andaki durumlarınız onlarınkinden daha kritik, daha tehlikelidir.
37. “Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır
bulunup kulak verene ders vardır.”
“Bütün bu uyarılarda, bütün bu
âyetlerde kalbi olan, kalbi açık olan, kalbini kullanan, vicdan, izan, şuur
sahibi, kendinden gafil olmayan, fıtrî özelliklerini kaybetmemiş, diri olan ve
dinlemeye, kulak vermeye hazır olan, dinlerken gaflet içinde başka şeylerle
meşgul olmayan kimseler için ibretler ,” diyor Rabbimiz.
Yani bütün bunları size bir tezkira,
bir öğüt, size bir nasihat olsun diye anlatıyoruz. Sizden önceki toplumların
helâkini haber veriyoruz ki, bundan öğüt alasınız, ibret alasınız. Bu sizin için
bir zikra ol-sun da aklınızda kalsın bu iş... Tezkira, anmadır. Yani aklınıza
çakılsın, zihninize kazınsın kalsın, hafızanızdan, belleğinizden hiç çıkmasın
diye anlatıyoruz. Sizden öncekilerin düştüğüne düşmeyesiniz diye anlatıyoruz.
Örneğin elektriğin tehlikeli olduğunu elektriği anladığımızdan bu yana
farkındayız ve hiç unutmuyoruz değil mi? Hele hele eğer gözümüzün önünde
birilerinin elektrikle oynarken bir gaflet sonucu, bir dikkatsizlik sonucu yanıp
kömür olduğunu görmüşsek, bunu hiç unutmayız değil mi? Bizim için bir ibret, bir
ders, bir tezkira olmuştur artık o.
İşte tezkira budur. İşte İslam’ın
bizden istediği tezkira budur. Yani öğrenmişsek, tehlike boyutunu aşacak hiçbir
harekette bulunmayacağız demektir. O kadar dikkat edeceğiz ki, bu örneğin dışına
çıkmadan kendimize program çizeceğiz.
Ama tabi bunu ancak kalbi olanlar,
kulak verenler anlayacaktır. Kulakları olduğu halde duymayanlar, kulaklarını
hakkı duymada, Allah’ın âyetlerini duyup dinlemede, etraflarında kendilerini
uyaran yığınlarca âyetlerin uyarılarına kulak vermede kullanmayanlar,
kulaklarını kendi lehlerinde sonuçlar doğuracak uyarıcıları duymayanlar, ya da
duydukları halde duymazdan gelenler, hiç duymamış gibi bir tavır takınanlar tüm
bu âyetlerden hiçbir şey anlamayacaklardır.
38. “Andolsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin
arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da
duymadık.”
Gökleri, yeri ve ikisi arasında
olanları Rabbimiz altı günde yarattığını ve bunları yaratırken de kendisinin
asla bir yorgunluk duymadığını anlatıyor.
Kitabımızın başka yerlerinde de bu
“altı gün” ifadesi kullanılır. Yaratılış günü dediğimiz altı günü konu edinen bu
âyet, müteşabih bir âyettir. Bu tür âyetleri fazla derinleştirmeden bütünlüğü
içinde anlamak ve kabul etmek zorundayız. Çünkü Rabbimiz ben böyle dedim mi,
hemen kabul edin, benim dediğim gibi inanın buyuruyor. Bunu, bu altı günü
araştırın, ne olduğunu, ne olmadığını bulun, bilin, anlayın demiyor Rabbimiz.
Gökleri, yeri ve ikisi arasındakilerin tümünü altı günde yaratan, buna güç
yetiren Rabbinizin sizin üzerinizdeki hakî-miyetini anlayın
diyor.
Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır. Tüm
mevcudatı var eden O’-dur. Yaratış O’nu asla yormamış, O’na asla zor
gelmemiştir. Yani Ya-hudi ve Hristiyanların dedikleri gibi bu kâinatı zar zor
yaratmış, yorulmuş, sonra da dinlenmeye çekilmiş değildir. Her an yaratışına ve
yaratıklarına hükmetmeye devam etmektedir.
Aristo’nun ve Aristo yolunun
yolcuları demokratik kafaların dedikleri gibi dünyayı yaratmış sonra da ne
haliniz varsa görün, nasıl is-terseniz öylece yaşayın, ben dünyayla
ilgilenmiyorum diyerek köşesine çekilmiş, dünya işini bize bırakmış değildir.
Hayata karışan, hayata hükmedendir Allah. Tüm kâinatta hükmü geçendir Allah.
Çünkü yaratılış bitmemiştir.
“Kün” emriyle her an yaratılış devam etmektedir. Şu anda yaratılanlar Allah
tarafından yaratılmakta, tüm eylemlerimiz O’nun tarafından yaratılmaktadır.
39-40. “Ey Muhammed! Söylediklerine sabret;
Rab-bini, güneşin doğmasından önce ve batışından önce överek tesbih et.
Geceleyin ve secdelerin ardında O’nu tesbih et.”
“Kesinlikle dinleme onları. Sen
sabret. Sen dayan ve diren. Sen yoluna devam et. Sen onlar için kulluk
programını bozma. Sen sakın kulluğundan vazgeçme peygamberim…” Âyet bir taraftan
Ra-sulullah Efendimizi teselli ederken, diğer taraftan da kâfirler için büyük
bir tehdit oluşturuyor.
Gerek Yahudilerin, “dünyayı yarattıktan
sonra Allah dinlenmeye çekilmiştir” şeklindeki sözleri, gerek demokratik
kafalıların “Allah hayata karışmaz” şeklindeki iddiaları, gerekse müşriklerin
“öldükten sonra tekrar diriliş yoktur” şeklindeki zırvalarına karşı, Rabbimiz,
Ra-sulullah Efendimizin sabretmesini emrediyor.
“Sen sabret, unutma ki sen bizim
gözetimimizdesin, güvendesin, emniyettesin. Sen Rabbinin yolunda olduğun sürece
hiç kimse sana bir zarar veremeyecek. Sen güneşin doğmasından önce, güneşin
batışından sonra Rabbini överek, hamd ile O’nu tesbih et.” Buradaki tesbih beş
vakit namazdır. Kur’an-ı Kerîm’de her bir zorlanma anında Rasulullah Efendimize
namaz tavsiye edildiğini görüyoruz. Namazla güç kaynağıyla irtibata geçilecek ve
alaylamalara, zulümlere dayanma gücü kazanılacak. Bu tebliğcinin her an muhtaç
olduğu bir emirdir.
İşin gücün Rabbini hamd ile tesbih
etmek olsun. Yani tüm ha-yatın hamd ve tesbih olsun. Tüm hayatında Rabbini
kitabında kendisini tanıttığı gibi tanımak, inanmak, kabul etmek, gece gündüz
O’nu övmek, O’na hamd etmek, O’nu gündemde tutmak hedefin olsun. Gece-gündüz
işin bu olacak. Namazda, kıyamda, secdede, oruçta, hacda, savaşta, barışta,
evde, sokakta, her zaman ve zeminde Rab-bini yüceltmek, yüceliği Rabbine vermek,
O’nun için bir hayat yaşamak olacak.
Geceleyin ve secdelerin ardından tesbih
de, namazlardan sonraki zikirdir. Namazların ardından sübhanallah,
elhamdülillah, Al-lahu ekber şeklindeki tesbihler, zikirler veya farz namazların
arkasından kılınan nafilelerdir.
41-42. “Bir çağrıcının yakın bir yerden
çağıracağı güne kulak ver. O gün çığlığı gerçekten duyarlar; işte o, kabirden
çıkış günüdür.”
Münadinin, çağırıcının yakın bir
yerden çağıracağı güne kulak ver. O gün, kıyâmet günü İsrafil’in çağrısı çok
yakın bir yerden duyulacaktır. “Ey çürümüş kemikler! Ey dağılmış bedenler! Ey
toz-toprak olmuş hücreler! Ey çürüyüp gitmiş saçlar! Ey insanlar! Haydi
toplanın! Haydi kalkın ve hesap-kitap için Rabbinizin huzurunda toplanın!”
denilecek. Bu, yaratılıştaki “Kün” emrine benzer.
Münadinin bu sesi yeryüzünün her
bölgesinden aynı tonda, aynı netlikte işitilecektir. İnsan yeryüzünün neresinde
ölmüş olursa olsun, yeryüzünün hangi bölgesine gömülmüş olursa olsun çok
yakından bu sesi duyacaktır. Çünkü artık zaman ve mekan da değişmiştir. Zaman ve
mekan yasasını koyan Allah elbette onları değiştirme gücüne sahiptir. Dünyada
Allah’ın bu çağrısına kulak vermeyen, Kur’an’ın, peygamberin ve bunca âyetlerin
çağrısını duymak istemeyenler yarın reddettikleri bu dâveti zorunlu olarak
duyacaklar. İşte bu, insanların kabirlerinden çıkış
günüdür.
43. “Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz,
dönüş Bizedir.”
Öldüren de Allah’tır, dirilten
de. Hayat da, ölüm de Allah’a aittir. Hayatı veren de, alan da Allah’tır.
Öldüren de, dirilten de Allah’tır. Hayatın sahibi de, ölümün sahibi de O’dur.
Diriltmeye de, öldürmeye de gücü yeten O’dur. Herhangi bir şeyin yaratılmasını,
ya da öldürülmesini istediğinde Allah kesinlikle güçlük, zorluk ve meşakkat
çek-mez. O’na muhalefet edilmez, karşı durulmaz. Ne dilerse mutlaka gerçekleşir.
Ölmüş bir toprağın yeniden hayat bulması, dirilmesi veya bir mevsim yapraklarını
dökmüş, dalları kurumuş bir ağacın bir mevsim sonra her tarafından hayat
fışkırdığı gibi, ölümlerinizden sonra sizi tekrar diriltmeye güç yetirendir.
Allah için herhangi bir şeyin yaratılması, “ol” emrine bağlıdır. Arkasından bir
de bakarsın ki o oluvermiştir.
Hepinizin dönüşü Allah’adır.
Ölümlerinizden sonra dirilip hesap vermek, yaşadığınız bu hayatın faturasını
ödemek üzere Rabbi-nizin huzuruna gideceksiniz.
44. “O gün, yer yarılır onlar çabucak
ayrılır; bu, Bize göre kolay bir toplanmadır.”
O gün yer yarılır ve insanlar o
yarıklardan fırlayıp dışarıya çıkarlar. Allah’ın münadisinin dâvetini duyar
duymaz hemen çabucak kabirlerinden çıkarlar. Bu Allah’a hiç de zor değildir.
Allah için kolay bir toplanmadır.
45. “Onların dediklerini Biz daha iyi
biliriz. Ey Muhammed! Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; söz verdiğim
günden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.”
“Öyleyse ey peygamberim, onların
dediklerini biz daha iyi biliriz. Sen onların üzerine bir zorlayıcı değilsin.”
Rabbimiz bu son âyetiyle peygamberimize teselli veriyor. “Peygamberim, sen
onların lakırdılarına kulak verme, önem verme, ciddiye alma. Biz onların gerek
senin hakkında, gerek Bizim hakkımızda, bizim kendilerine verdiğimiz bu
haberlerimiz hakkında onların söylediklerinin tamamını işitiyoruz. Onlara
gereken cezayı vermek bize aittir. Bizim ilmimiz onları kuşatmıştır. Sen onları
imana, hidâyete zorlayacak, zorla onları mü’min ya-pacak değilsin. Sen söz
verdiğim kıyâmet gününden korkanları, kıyâmetin hesabını gündemde tutanları,
hesaba çekilecekleri gün konusunda titiz davrananları Kur’an’la uyar. Onlara
kitabın âyetlerini duyurmaya devam et. Biz de buna devam edeceğiz…”
Bu sûreyi de burada bitirelim inşallah.
Sübhanekallahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve
etûbü ileyk.
selam aleykum kaf suresi 30.ayetin tefsirinde cehenneme atılır yerine cennete yazılmış düzeltirseniz.
YanıtlaSil