TALÂK SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabımızın
65., nüzûl sıralamasına göre 99., mufassal kısmı beşinci sûreler grubunun ikinci
sûresi olan Talâk sûresi Medine’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
12’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
ilk âyetindeki “Tallaktüm” kelimesinden almış, boşanma konusunu işleyen, İbn
Mes’ud efendimizin beyanıyla; “Küçük Nisâ sûresi” diye de isimlendirilmiş ve
Medine’de nâzil olmuş 12 âyetlik bir mübarek sûrenin huzurundayız. Onu
dinliyoruz. Bakalım bize neler anlatacak, hayatımızın hangi bölümünü düzenlemek
üzere bize ne bilgiler sunacak?
Boşanma, talâk, iddet gibi konuları
anlatan, Medine’de Bakara’daki talâk âyetlerinden sonra nâzil olmuş, oradaki
yanlış anlaşılmaları düzeltmek üzere inmiş ve İbn-i Mes’ud efendimizin deyimiyle
‘Küçük Nisâ sûresi’ diye adlandırılan bir sûreye misa fir olduk, bakalım bi-ze neler
ikram edecek. Nisâ sûresinde de kadınlarla ilgili pek çok ah-kâm bulunmaktadır.
Allah
Teâlâ, bu sûrede boşanmanın hükümlerini açıklamaktadır. Bakara sûresinde yer
alan iddetle ilgili hükümler burada açıklanmakta; boşanmadan (talâk) sonra,
boşanan eşler, doğmuş olan çocuklar ve nafaka ile ilgili uyulması gereken
kurallar. Müslümanlara emir şeklinde bildirilmektedir.
İlk
âyette, boşanmanın zamanı, iddetin hesaplanması ve iddet müddetince boşanan
kadınların kocalarının evlerinde kalmaları gerektiği şeklinde hükümler yer
almaktadır. Ayrıca, boşanma işlemleriyle alakalı olarak Müslümanlar uyarılarak,
karar verirken ve uygularken Allah Teâlâ'dan korkulması emredilmektedir.
Boşanmayla ilgili hükümler, Allah Teâlâ'nın sınırları olarak nitelendirilmekte
ve bu sınırları aşan kimsenin kendisine zulmetmiş olacağı haber verilmektedir:
"Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman iddetleri içinde boşayın ve
iddeti hesaplayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun. Apaçık bir edepsizlikte
bulunmadıkça onları evlerinden çıkarmayın. Onlar da çık-masınlar. Bunlar,
Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'ın koyduğu sınırları asarsa, şüphesiz
kendine zulmetmiş olur. Bilmezsin, belki de Allah boşanmadan sonra yeni bir
durum meydana getirir" (1). âyette hitap Resulullah (s.a.s)'e yöneliktir. Ancak,
ümmetin imamı olduğu için hüküm geneldir.
Allah
Teâlâ'nın boşanmayı helal kılması, Müslümanların, aşırı geçimsizlik sonucunda
doğan büyük sıkıntılardan kurtulmalarını mümkün kılmak içindir. Talâka izin
verilmiş olması, isteyenin keyfine göre istediği zaman karısını boşayabileceği
anlamına gelmez. Evlilik ilişkilerinde doğan problemlere karşı Allah'a tevekkül
edilerek sabredilmesi tavsiye edilmektedir. Boşanma ağır sorumlulukları olan bir
iştir. Bu konuda rivâyet edilen hadislerde talâkın ne kadar ağır bir me-sele
olduğu şu ifadelerle açıklanmaktadır: "Allah'ın en çok buğz ettiği helâl,
talâktır”, "Evlenin boşanmayın. Talâktan arş titrer”, "Kadınları, onlardan şüphe
duymanın (ahlâksız konusunda) dışında boşamayın. Allah acze ve celle zevvak ve
zevvakatları sevmez", "Talakla yemin yoktur. Ancak münâfık olan kimse onunla
yemin ister': "Ey Muaz! Al-lah, yeryüzünde köle âzad etmekten daha sevdiği bir
şey yaratmadı. Yine yeryüzünde, talâktan daha fazla buğz ettiği bir şey
yaratmadı..."
Eğer
boşanma, Allah Teâlâ'nın koyduğu hükümler çerçevesin-de hareket edilerek
gerçekleşirse, pişman olan kocanın, ilk iki boşan-manın iddet müddeti içerisinde
karısına dönmesi mümkün olur. Ancak üçüncü talâk hakkını kullanan bir kimse,
kadın başka bir erkekle evlenip ondan boşanmadığı sürece, bu kadınla evlenemez.
Talâk ve nikah konusunda yapılan işlerde iki adil Müslümanın şahit tutulması
gerekir. Bu âyet hakkında bazı hadisler rivâyet edilmiştir. Abdullah İbn Ömer
(r.a)'dan nakledilen hadis şöyledir: İbn Ömer hanımını hayızlı iken boşadı. Hz.
Ömer (r.a) olayı bildirdiği zaman, Resulullah (s.a.s) kızdı ve şöyle buyurdu:
"Ondan geri dönsün ve temizleninceye kadar hanımını yanında tutsun, sonra bir
hayız görsün ve temizlensin. İşte o zaman onu boşamak isterse dokunmadan temiz
olarak boşasın. Allah Teâlâ'nın emrettiği iddet işte
budur".
Anlaşıldığı
gibi koca karısını dilediği gibi boşayamamaktadır. Bunun belirli bir vakitte
olması gerekmektedir. Boşanmaya karar veren kimse, karısının hayızdan
temizlenmiş olmasına ve temizlik döneminde onunla bir ilişkiye girmemiş
bulunmasına dikkat etmek zorundadır. Boşamanın ikinci merhalesi ise boşanmadan
sonra başlayan iddet müddetidir. İddet süresi içerisinde ve bitiminde nasıl
davranılması gerektiği şu şekilde bildirilmektedir: "Boşanan kadınlar
iddet-lerinin sonuna varınca onları, güzelce nikâhınız altında tutun veya
onlardan güzellikle ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza
şahit tutun. Şahitliği de, Allah için yapın. Allah'a ve ahiret gününe iman
edenlere bununla öğüt verilir. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir kurtuluş
yolu gösterir” (2).
Uyulması
emredilen hükümleri Allah'tan korkarak tam bir samimiyetle uygulayan kimseler
bir kurtuluş bir çıkış yolu gösterileceği ve ummadığı yerden rızıklandırılacağı
haber verilmekte ve böylece di-ğer işlerde ve sıkıntılarda olduğu gibi, evlilik
ilişkileri ve boşanma halinde Müslümanlardan, Allah Teâlâ'ya tevekkül ederek
hileli yollara yönelmekten kaçınmaları gerektiği anlatılmaktadır. Peşinden
iddetle alakalı bazı ayrıntılar verilmektedir: "Âdetten kesilen kadınlarınızın
id-detinde şüphe ederseniz, bilin ki onların iddeti üç aydır. Hiç âdet
görmeyenler de böyledir. Hamile kadınların iddeti ise, doğum yapmalarıyla
tamamlanmış olur. Kim Allah'tan korkarsa Allah ona işlerinde ko-laylık verir"
(4).
Bu
hükümlerin, Allah'ın emirleri olduğu ve O'ndan korkarak bu emirlere uyan
kimselerin kötülüklerinin örtüleceği ve mükafatlarının büyütüleceği
bildirildikten sonra, iddet süresi içerisinde boşanan kadınların barınma ve
geçimlerinin sağlanması, gebe olan kadınlara do-ğumlarını yapana kadar
nafakalarının verilmesi, boşanmış olan çocuk sahibi kadınlar eğer çocuklarını
emziriyorlarsa onlara ücretlerinin verilmesi ve çocuğun süt emmesi meselesinin
boşanmış eşler arasında güzellikle halledilmesi, ancak bu çözümde anlaşamazlarsa
çocuğa sütanne bulma yükümlülüğünün babaya ait olması gibi hükümler yer
almaktadır.
Allah
Teâlâ, Müslümanların zor durumda kalmamaları için, onlara güçleri ölçüsünde
mükellefiyet yüklemiştir. Boşanan kadınların nafakasının karşılanması hususunda
şöyle buyurulmaktadır: "Varlıklı kimse nafakasını, varlığı ölçüsünde versin.
Rızkı dar olan da Allah'ın kendisine verdiği kadar versin, Allah, kişiyi ancak
verdiği şeyle mükellef tutar. Allah güçlükten sonra kolaylık getirecektir"
(7).
Peşinden
gelen âyetlerde, Allah Teâlâ, insanların mutlak anlamda iyiliği için vazetmiş
olduğu hükümlere uyulmasını, aksi halde peygamberlerin getirdiklerine uymaktan
kaçınan geçmiş zalim kavimlerin durumuna düşüleceğini haber vermekte ve
Müslümanların kendileri için bir kurtuluş vesilesi olan Kur'an'a uymaya
çağırmaktadır: "Allah, onlar için şiddetli bir azap hazırlamıştır. O halde ey
iman eden akıl sahipleri! Allah'tan korkun, Allah size bir Kur'an indirmiştir.”
(10).
İman
edip salih amel işleyenleri bilgisizliğin ve inkarın karanlığından çıkarıp,
kurtuluş nuruna ulaştırmak için, içinde hak olduğuna dair apaçık deliller
bulunan Kur'an âyetlerini getiren bir peygamber gönderdiğini, onun
getirdiklerine iman ederek salih amel işleyenlerin, içinde ebedi kalacakları
altından ırmaklar akan cennetlere konulacağı haber verildikten sonra sûre, Allah
Teâlâ'nın kudretinin bütün varlık alemini kuşattığı ve bunun insanlar tarafından
bilinebilmesi için emirlerinin göklerle yer arasında inip durduğunu bildiren şu
âyet-i kerîme ile son bulmaktadır: "Yedi göğü ve yerden de bir o kadar yaratan
Allah'tır. Al-lah'ın her şeye kadir olduğunu ve ilminin her şeyi kuşattığını
bilmeniz için, Allah'ın emirleri göklerle yer arasında inip durmaktadır"
(12).
Sûrenin ilk âyeti peygambere, ama
onun şahsında hepimize seslenen bir hitapla şöyle
başlıyor:
1. “Ey Peygamber! Kadınları
boşayacağınızda, onları, iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın; Rabbiniz
olan Allah’tan sakının; onları, apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana
evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır.
Allah’ın sınırlarını kim aşarsa, şüphesiz, kendine yazık etmiş olur. Bilmezsin,
olur ki, Allah bunun ardından (gönlünüzde sevgi gibi) bir hâl meydana
getirir.”
“Ey peygamber ve ey peygamber
yolunun yolcuları, kadınları boşadığınız, boşayacağınız zaman onların
iddetlerini gözeterek boşayın. Onların üzerlerine iddetlerini sayın.”
Evlenmek nasıl bir Allah yasasıysa,
boşanmak ta bir Allah ya-sasıdır. Birlikte Müslümanca bir hayat yaşayarak cennet
kazanmak üzere bir araya gelmiş karı-koca, anlaşamayacak ve artık birbirlerine
tahammül edemeyecek bir noktaya gelmişler ve bunun tabii bir neticesi olarak
Rabblerine karşı kullukları da tehlikeye düşmüşse, elbette boşanmak ta Allah’ın
bir yasası olarak gündeme gelebilecektir. Ama elbette bunun da bir takım
usulleri olacaktır. Yıllarca birbirlerine katılıp karışmış, birlikte iyi günler
geçirmiş iki insanın öyle bir çırpıda birbirlerini silip geçmeleri mümkün
olmayacaktır. Tüm hayat programlarımızı belirleyen Rabbimiz, elbette bu konuda
da bir takım sınırlar belirleyecek, bir takım kurallar koyacaktır. Kulları
olarak erkek ve kadın herke-sin bu kurallara uymasını isteyecektir.
Boşanmalarınızı da bu sınırlar çerçevesinde gerçekleştirin,
buyuracaktır.
İşte bakın Rabbimiz sûrenin ilk
âyetinde buyuruyor ki: “Ey pey-gamber ve ey Müslümanlar, hanımlarınızı
boşadığınız zaman onları iddetlerine göre boşayınız. Veliniz olan, adınıza tek
taraflı karar verme makamında olan ve mutlak bilgisi, mutlak hikmeti gereği
sizin hayrınızı, sizin menfaatinizi sizden çok daha iyi bilen ve sizin için hep
bunu isteyen Rabbiniz kitabında nasıl istemiş, elçiniz de sünnetinde nasıl
örneklemişse öylece boşayın. Bu konudaki dininizin yasasına ri-âyet edin. Yani
böyle onları boşayacağınız zaman ani bir öfkelenmeyle, düşünmeden bir çırpıda
boşamaya kalkışmayın. Düşünüp, taşınıp, pişman olup onlara tekrar dönebilme
imkânı bırakmayacak bir şekilde onları boşamadan yana olmayın. Eğer illâ da
boşayacaksanız, iddeti içinde boşayın.”
Bu işin sünnetteki tarifi
şöyledir: Kadın temiz iken bir talâkla boşanır. Hayızlı iken de boşanmamalıdır.
Tabii yalnız başına da bu iş yapılmamalıdır.
Kadın hayızını tamamlayıp temizlendikten sonra cima yapma-dan kocası
onu bir talâkla boşar. Bu boşamadan sonra koca bekler. Bu beklemenin sebebi
şudur. Belki taraflar pişman olabilirler. Koca karısını boşadığına, kadın da
kocasından boşandığına pişmanlık duyabilir. Her ikisi de kendilerini bir daha
gözden geçirirler. Hatalarını, eksikliklerini anlayıp kendilerine çekidüzen
verirler. Pişman olurlar. Tekrar aralarında anlaşabilirler. İşte bunun için
İslâm bu arada kadının koca evinde kalmasını emreder. Durumu tekrar gözden
geçirip kendilerini dinleyebilmeleri için, kadın, koca evinde durmalıdır. Koca
evinde, aynı evde, aynı odada ama ayrı yatakta. Yemeklerini yine be-raber
yiyorlar, kadının nafakası yine kocaya ait, ama sadece cinsel ilişki yasak.
Eğer her iki taraf da bu
boşanmadan pişman olmuşlarsa hemen iddet içinde döner, barışırlar ve iş biter.
Ama boşanmaya kararlılarsa, her şeye rağmen boşanmak istiyorlarsa o zaman kadın
ikinci defa hayız görür ve ondan da temizlendikten sonra koca onu ikinci defa tek talâkla boşar. Yine
bekler. Yine kadın kocasının evindedir, yine tekrar düşünme zamanı vardır
önlerinde, pişmanlık duyarlarsa yine henüz birbirlerine dönüş imkânları vardır.
Ama buna rağmen yine de boşanmayı düşünüyorlarsa, kadın üçüncü defa hayız görür
ve bu hayızdan da temizlendikten sonra koca onu üçüncü defa boşar ve böylece bu
evlilik sona ermiş olur. İşte İslâmî boşama, sünnete uygun boşama budur. Boşama
kaçınılmaz hale geldiği, birlikte yaşama imkânı kalmadığı zaman, koca, karısını
böyle boşayabilir.
Ama şu anda Rabbimizin bu yasasını
uygulayan hemen hemen hiç yok gibi. Adam bir çırpıda üçten dokuza boşayıp
bitiriyor işi. Hayızlı mı, temiz mi, hiç düşünmeden bir anda sıyırıp atıyor.
Gerçekten İslâm’ı bilmeyen cahillerin yaptıkları bu iş, Allah katında çok büyük
bir günâhtır. Bakın bir defasında birisinin hanımını böyle bir çırpıda boşadığı
haberi Rasûlullah Efendimize ulaştığında o şöyle
buyurmuştu:
“Ben aranızda olduğum halde Allah’ın
kitabıyla nasıl oynuyorsunuz?”
Hattâ Rasûlullah Efendimizin ona
bu kadar gazaplandığını gören bir sahâbe şöyle diyordu: "Ey Allah’ın Resûlü bunu
yapan kişiyi öldüreyim mi?"
(Nesâî)
Böyle bir anlık bir sinirlenme sonucu
düşünmeden gerçekleştirilen boşanmalarda insanların akılları başlarına gelir
gelmez pişman olduklarına çok kereler şahit oluyoruz. İki gün sonra yaptığı
şeyin yanlışlığını anlayıp çareler aramaya koşuyorlar.
Âyeti bir böyle anlıyoruz, bir de
boşanan kadınların tekrar evlenebilmeleri için onlar üzerine iddet sayın
şeklinde anlıyoruz. Boşanmış kadınların iddetleri konusunu Rabbimiz Bakara’da
anlatmıştı. Boşanan kadının kocasından nafaka alması için, başka bir erkekle
evlenebilmesi için bu iddetin sayılması, bilinmesi, bu Allah yasasına uyulması
gerekecektir.
Evet, demek ki bir
koca, karısını en fazla üç kez boşama hakkına sahiptir. Cahiliye döneminde olduğu gibi bir
kocanın karısını dilediği zaman, dilediği kadar boşaması yasaklanıyor. Adam
cahiliye döneminde karısına kızdığı zaman onu boşar ve işine geldiği zaman da
onu geri alırdı. Adeta kadın erkeğin elinde oyuncak konumundaydı. Bu keyfe göre
boşama konusunda herhangi bir sınır olmadığı için sık sık tekrarlanırdı. Adam
boşar sonra iddeti bitmeden onu tekrar ge-ri alırdı. Bu durumda kadın ne
tamamıyla evli ne de bekardı. Ne doğru dürüst onunla evlilik ilişkisi vardı, ne
de bir başkasıyla evlenebilecek bir özgürlüğe sahipti. Ne evli ne bekar böyle
bir zulüm yaşıyordu kadınlar. Nesâi’nin rivâyetine göre: Bir adam karısına
zulmetmek için: "Seni himayeme almayacağım! Serbest de bırakmayacağım!" dedi.
Kadın: "Bunu nasıl yapacaksın?" diye sorunca da: "Seni boşayacağım. İddetin
bitmesine yakın tekrar alacağım ve böylece sana çektire-ceğim!" deyince kadın
Resûlullah Efendimize gelerek şikâyette bulun-du. Bunun üzerine işte bu âyet-i
kerîme nazil oldu deniyor.
"Talâk (boşama) iki defadır.
(Nesâî)
Demek ki İslâm zulmü ortadan kaldırmak
istiyor. Kadın erkeğin elinde bir oyuncak değildir. Bütün bir evlilik süresi
içinde koca ka-rısını ancak iki kere boşayabilir. Bundan sonra ne zaman ki onu
üçün-cü defa boşamışsa artık ondan tamamen ayrılmış demektir. Yâni bir erkeğin
karısına tekrar dönebileceği boşama ancak iki defa olan boşamadır. Üçüncü defa
boşandı mı artık o erkeğin kadını tekrar nikâhı altında tutma hakkı
kalmamıştır. Üçüncü defa da boşandı mı artık o kadın başka bir erkekle normal
bir evlilik kurar ve bu evlendiği erkekten de boşanırsa ancak o zaman eski
kocasına dönme hakkı doğabilir.
Allah’a karşı takvalı olun. Allah’a
karşı sorumluluklarınızın bilincinde olun. Hayatınızı Allah için yaşayın.
Allah’ın sınırlarını aşmayın. Yolunuzu Allah’la bulun. Evlenirken de, boşanırken
de Allah huzurunda, Allah kontrolünde olduğunuzu unutmayın. Yaptıklarınızdan
dolayı Allah’a hesap vereceğiniz bilinciyle hareket edin. Her ne kadar boşama
yetkisi kocanın elindeyse de, Allah’ın kulu olarak koca da, kadın da sonunda
kendilerini hesaba çekecek Rabblerine karşı sorumluluklarının bilincinde
olmalıdırlar. Kocalar da, kadınlar da Rable-rinden
korunmalıdırlar.
Boşadığınız o kadınları evlerinden
çıkarmayınız. Onlar da evlerinden ayrılmasınlar. Koca gazaplanarak o kadını
evinden atmaya, kadın da kocasına kızarak evi terk etmeye kalkışmasın. Çünkü
henüz iddet bitmemiştir. Rabbimizin belirlediği iddet bitene kadar o ev, kadının
evidir. Kadın hâlâ o evin hanımıdır. Bir, iki talâkla, yani ric’i talâkla,
geriye dönüş imkânı bulunan talâkla boşanmış bir kadına her an kocasının dönme
ihtimali vardır. Her an o hanımın kocasını bu boşama işinden vazgeçirme ihtimali
vardır. Ama böyle değil de bir kızgınlıkla kadın evini terk eder, ailesinin,
akrabalarının yanına giderse, erkek a-par topar onu dışarıya atmaya kalkarsa ya
da kadının ailesi hemen kızlarını alıp evlerine götürmeye kalkışırlarsa, o zaman
barışma imkânları hepten bitirilmiş olacaktır. Her iki taraf da Allah’tan korkup
böyle şeylere tevessül etmemelidirler.
Ancak apaçık, çirkin bir günâh işlemiş
olmaları bunun dışındadır. Yani eğer kadın zina gibi bir edepsizlik işlemişse,
geçimsizlik yapıyorsa, kocasının meşru isteklerine karşı itaatsizlikte
bulunuyor, aşırı derecede huysuzluk yapıyor, kocası ve kocasının ailesiyle hâlâ
sert tartışmalarını sürdürüyorsa veya kocası evde kalmasını istediği halde onu
dinlemeyerek evini terk edip gidiyorsa, o zaman o kocanın onu evinden çıkarması,
ya da o kadının çıkıp gitmesi bunun dışındadır, diyor Rabbimiz. Tabii bu durum,
yani açık bir günâh işleme durumu sadece kadın açısından değil, aynı zaman da
erkek açısından dü-şünüldüğü zaman yine durum aynı
olacaktır.
İşte bunlar, bu anlatılanlar Allah’ın
belirlediği sınırlarıdır. Hudu-dullah’tır bunlar. Bunlara riâyet edesiniz,
bunlara aynen uyasınız ve bu sınırları öteye, beriye aşmayasınız diye Allah size
emretmiştir. Kim de Allah’ın sınırlarını tecavüz ederse, muhakkak ki o kendi
nefsine zulmetmiş olur. Kendi kendinin zalimi olur. Yani kim Allah’ın
gösterdiğinin dışında bir çırpıda üç talâkla hanımını boşarsa veya kim hayızlı
halinde hanımını boşarsa, kim bir talâkla boşadığı hanımını iddet içinde evinden
atmaya kalkarsa, kim iddeti bitmeden kocasının evini terk ederse işte o kimse
kendi kendisine zulmetmiş olur. Sadece ken-disine yazık eder, Allah’a bir şey
yapamaz. Zararı sadece kendisine olur onun. Allah’ın gösterdiği bu yasalara
riâyet etmeyenler, Allah’ın sınırlarını çiğneyenler ister erkek olsun, isterse
kadın, belli bir zaman geçtikten sonra pişman olup tükürüğünü yalamak zorunda
kalır. Dünyada bunun acısını çektiği gibi, âhirette de bunun hesabını ödemek
zorunda kalır. Öyleyse Rabbimizden korunmasını bilelim. Rabbimizin yasaları
çerçevesinde hareket edelim. Rabbimizin sınırlarını hiç bir zaman
çiğnemeyelim.
Şurası
kesindir ki, İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın
gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hü-kümlerin zor ve çağa
uymadığını zannedenler kendi hevâlarına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları
putları elleriyle icat edenler, ya da kendi gö-rüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden
daha doğru sanan ahmaklardır. Allah ve O’nun son peygamberi, insanlara,
altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. Din’in bütün emir ve
yasakları (hükümle-ri), insanlara faydalı olan şeyleri kazandırmak, zararlı olan
şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur. Emredilen ibâdetler, bir
zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve
dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır.
Dinimizde
nass’la (kesin deliller ile) sâbit olan
şeyleri değiştir-mek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Dinin kesin
hükümlerini sağa sola çekmek, onları yerli yersiz tartışmalara konu etmek insanı
İslâm’ın sınırlarının dışına çıkarabilir. Ancak, hakkında hüküm olmayan, yani
mubah alan dediğimiz konularda en kolayı ve dine uygun olanı tercih etmek
Peygamberimizin tavrıdır. Müslümanlar da aynı şekilde hareket ederler. Hz. Âişe
şöyle diyor: “Yüce Peygam-ber, biri daha
kolay, biri daha zor iki tercih karşısında kaldığı zaman, mutlaka kolay olanı
seçmiştir.” (Buhârî, Menâkıb 23)
Nitekim
bazı ibâdetlerde yerine göre kolaylıklar gösterilmiştir. Bunun sebebi
ibâdetlerin her şart ve ortamda yerine getirilmesi, müs-lümanın kolaylıkla
kulluğunu yapabilmesidir. Oruç tutmaya gücü yet-meyenlerin oruçlarını
Ramazan’dan sonra kazâ etmeleri, ayakta na-maz kılamayanların namazlarını
oturarak kılmaları, su olmadığı veya suyu kullanma imkânı kalmadığı zaman
teyemmüm edilmesi, yolcu-lukta namazın kısaltılması; bilinen kolaylıklardandır.
İslâm’da
ruhbanlık olmadığı gibi, gevşeklik de yoktur. ‘Ne ya-parsam yapayım, Allah beni
affeder’ mantığı sakat bir mantıktır. Allah
dilerse bütün günahları affeder, doğrudur. Ancak hiç kimse tevbe
e-debilme ve tevbesinin kabul edilme garantisi veremez. Kul için Allah
rızâsından daha büyük kazanç var mıdır? Bize her türlü nimeti karşılıksız veren
Rabbimiz, şükredilmeye lâyık değil midir? Allah’ın katındaki yüce makamları hak
etmek zararlı mıdır? Allah’ın azâbına lâyık olmaktan daha korkunç bir kayıp var
mıdır?
Dinimiz
her şeyde olduğu gibi ibâdette de dengeyi emrediyor. Ne gevşeklik ne de
ruhbanlar gibi dünyadan el etek çekme anlayışı; her iki tutum da İslâmî
değildir. Her konuda en büyük örnek
Peygam-berimizdir. Allah’a en güzel kulluğu O yapmıştı. O’nun ibâdet hayatı da
ölçülüydü, aşırı ve insan gücünün üzerinde değildi. Ne kadar gay-ret ederse
etsin, hiç kimse Peygamberden daha takvâ sahibi olamaz. O, ibâdetini insan
olmanın sınırları içerisinde yapardı, emredilenlerin dışında nâfile ibâdet de
ederdi. Ümmetine de az da olsa, devamlı ibâ-det etmeyi tavsiye ederdi. Bakın
burada bu konuda hepimizin bildiği bir hadisi okuyayım
inşallah:
Ayşe
annemizin rivayet ettiği İbni Mâce’nin Sünen’inin Kitabu’z Zühd bölümünde 28.
Buhârî iman bölümünde, Müslim’de de Misa firîn
bölümünde bize intikal ettirilen bir hadis-i şerif. Yani bize şeref
kazan-dıracak, bizi şerefli kılacak, bizi şerefle tanıştıracak sözdür
peygamberimizin sözleri. Hz. Ayşe annemiz der ki; Resûl-i Ekrem efendimiz şöyle
buyurur:
“Kesinlikle bilin ki amellerin
Allah’a en sevimlisi, ya da Allah adına yapılanların en güzeli, yani Allah’a en
sevimli gelenleri onların en devamlı olanıdır, az bile
olsa.”
Tabii
sen yeter ki devamlı yap ama azıcık olsun anlamına değildir tabii bu. Onu biraz
açıklayacağım da, aynı konuyla alâkalı ikinci bir rivayet daha var, onu da
okuyalım inşallah:
Allah’a
en sevimli olan din devamlı olanıdır.” İkinci rivayet de böyledir: Bir din ki bu
Allah’a takdim ediliyorsa, onun en sevimlisi, en güzel olanı sürekli olanıdır,
devamlı olanıdır.
Ameller
var, eylemler var, sözler var, hareketler var, tavırlar var. Yani yapıp
ettiğimiz, yapmayıp geri bıraktığımız pozitif ve negatif davranışlar var. İşte
bütün bunları kulluk diye Allah’a arz ediyoruz.
Din bir hayat programıdır, bir yaşam biçimidir. İnsanın tüm hayatında
yapıp ettikleri, yapmayıp geri bıraktıklarıdır, yani pozitif ve negatif
ey-lemleridir. Yani toplumsan ve bireysel planda malıyla, bedeniyle, niyetiyle,
kalbiyle, gözüyle, kulağıyla ortaya koyduğu şeylerdir. İşte bunlar içinde
Allah’ın en çok sevdikleri, yani bunların Allah’a en hoş geleni, en güzel olanı,
en hoşlanılanı sürekli olanıdır. Peki ne demektir sürekli olan? Namaza
başlayacaksınız bir daha, bir daha, bir daha, sürekli yemeden, içmeden,
yatmadan, uyumadan, istirahat etmeden, başka hiçbir şeyle meşgul olmadan,
hanımla meşgul olmadan, çocukları e-ğitmeden, ticaret yapmadan, savaşmadan hep
namaz mı? Hep namaz kılacaksınız öyle mi? Elbette öyle değildir. Bazen
oturuyoruz, ba-zen kalkıyoruz, bazen yiyip içiyoruz, bazen sohbet ediyoruz ama
bazen de namaz kılıyoruz. Öyleyse kendi periyodunda devamlı bir namaz isteniyor.
Yani bazen sabah namazı, bazen kuşluk namazı. Bazen cenaze namazı, bazen de
bayram namazı. Kişi kendi gücüyle sı-nırlı olarak ibadetinden sorumlu olacaktır.
Demek
ki iyi bir amele, makbul bir amele, bizim din diyeceğimiz, Allah’a din diye
takdim ettiğimiz amellere devam Allah’ın sevgisini artırıyor.
Yani
bu hadisten biz amellerimizi azaltmayı anlamayacağız. Nedense bazıları, biraz
daha fazla hadis okuyanlar, biraz daha dinle, dinin temel kaynaklarıyla
tanışmaya başlayanlar sanki özellikle ruhsatlardan faydalanarak ibadetlerini
azaltmayı, sanki çokmuş da insanların yaptıkları ameller, onlar akılsızmış da
onun için devam ediyorlar mış gibi; “yok be bunu yapmasan da olur, sünnet. Bunu
yapmasan da olur, nafile” diyerek azaltmadan yana bir tavır alıyorlar. Ama
dikkat e-din aynı adamlar; yok be bu ikinci kalem olmasa da olur, bu ikinci ev,
bu ikinci dükkan, bu ikinci ayakkabı olmasa da olur, bu üçüncü elbise olmasa da
olur, çorbanın yanında bir yemek veya salatanın yanında bir turşu olmasa da olur
demediğimizi neden hatırlamıyoruz? Neden oralarda azaltmadan yana değil de bu
konuda azaltmadan yana oluyoruz? Öyle değil, bu hadis ibadetleri azaltmayı
anlatmıyor. Peki neyi anlatıyor? Güzel bir amel, din denilen bir amele devam
bizim için Allah’ın sevgisini kazanmaya sebeptir ben bunu anlıyorum.
Demek
ki en sevgili amel, en sevgili kulluk devamlı olanıdır. Üç gün Allah’a kul,
dördüncü gün başkalarına, işte bu sevgili değildir. Meselâ bir insan yılın tüm
günlerinde Allah’a kulluk yapsa ama bir gün de Allah’tan başkalarının kulu
kölesi olsa. Peki size göre bu ada-mın Allah’a kulluğu devamlı oldu mu? Yani bir
kadın bir yılın tümünde kocasını koca bilecek, ama bir gece başkasına kadınlığa
gidecek, oldu mu bu? Meselâ bir yıl komşuyu komşu bilecek, ama bir tek gece
komşuyu koca bilecek oldu mu? İnsanlar nedense namus iffet konusuyla
örnekleyince biraz daha güzel anlıyorlar diye böyle bir örnek verdim. Yani
düşünün ki bir kadın namus ve iffetini bir yıl boyunca ko-ruyacak, ama sadece
bir tek gece korumayacak. Ne dersiniz, buna karınız gözüyle bakabilecek misiniz?
Zaten
sabır konusunda Kur’an böyle bir açıklama yapıyor. Sabır konusunda Rabbimiz bize
üç ayrı örnek sunuyor.
1:
Nuh aleyhisselâm örneği; yapılacak işi yapmaya devam anlamına bir örnek. Yani
bıkmadan, usanmadan devam etmek, hep yapmaya devam etmektir. Meselâ siz
yıllardır namus ve iffetinizi koru-dunuz, yeter artık dememeniz sabır olacak,
devam olacaktır. Ya da yıllardır namaz kılıyorsunuz, yeter artık dememeniz sabır
olacaktır. Veya yıllardır Kur’an’la berabersiniz, yeter artık dememeniz devam
olacaktır.
2:
İkinci bir örnek de Eyyub aleyhisselâmdır ki o da yapmayacağı şeyi yapmamaya
kullukta devam örneğiydi. İsyan etmemeyi devam ettiriyor, sabrediyordu.
Yıllardır içki içmemeyi sürdürdünüz, yeter artık dememeniz devam ve
sabırdır.
3:
Bir de Yakup, Yusuf ve diğer bütün peygamberlerin örnekleri vardı ki Allah nasıl
isterse öylece imtihan eder, bana düşen her şart altında kulluğa devam
diyorlardı ya. İşte kulluğun devamı, dinin devamıdır asıl olan ve Allah onu
sever. Senin gücün, kuvvetin, kapasiten aza müsaitmiş, sen o kadar kulluk
yapıyormuşsun olabilir. Yani Allah sana mal vermediyse, seni zekatla sorumlu
tutmadıysa, kol ver-mediyse abdestte yıkamak zorunda değilsen, çoluk çocuk
vermediyse onların eğitiminden sorumlu tutmadıysa, topluma yönetici yapmadıysa,
insanların yönetimiyle sorumlu değilsen, yani senin sorumlulukların az ise o
yine senin dinindir, sen onu devam ettireceksin.
Hani
sahabeden birisi gelip soruyordu peygamberimize; ya Rasûlallah, benim dinde
sorumluluğum nedir diyordu da, Allah’ın Resulü; günde beş vakit namaz diyordu.
Peki ya başka? İstersen daha kılabilirsin. Peki ya oruç? Ramazanda bir ay.
Başka? İstersen. Peki zekat? Şu kadar. Peki başka? İstersen. Sonra; vallahi
senin sözünü ne az bulur artırmaya çalışırım, ne de çok bulur azaltmaya
çalışırım diyordu değil mi adam? Yani herhalde onun bu sözünden anlaşılan;
vallahi ne sünnet kılarım, ne cenaze namazı kılarım, ne bayram namazı kılarım ne
de hayır hasenatta bulunurum demek değildi. Ya neydi? Yani ey Allah’ın Resûlü,
sen dinde tam yetkilisin. Sen dedin mi tamamdır. Ben onu az bulup biraz daha
çoğaltalım demeyeceğim gi-bi, çok bulup da azaltmaya da yeltenmem demekti. Yani
adamın dini sorumluluğu o kadarsa o kadardır. Yani meselâ müftülere, vaizlere,
öğretmenlere göre si-zin sorumluluğunuz aynı mı? Tüm kâinat bu manada bir
imtihan salonu ve herkesin sorusu farklıdır. Herkes kendisine düşen kulluğu
Allah’tan alıp yürüyecektir.
Evet,
din yaşanacak ama sürekli yaşanırsa Allah sever. Hep müslüman olunursa Allah
sever. Hasta iken hasta müslüman, sağken sağ müslüman. Allah neyle imtihan
ederse bıkıp usanmadan Allah’ın istediği gibi olmaya devam ederse işte ona
süreklilik, devamlılık anlamında edvemüha deniyor.
Ayşe
annemiz bir defasında Resûl-i Ekrem efendimize bir kadının namazlarından söz
eder. Yani şu kadar namaz kılıyor, bu kadar gayret ediyor, şu kadar dikkat
ediyor filan diye. Resûlullah efendimiz diyor ki; “bu sözleri bırak. Daima
elinizden geleni yapın, yoksa siz u-sanmadıkça Allah usanmaz.” Evet, daima elinizden geleni yapın.
U-nutmayın ki gücünüz kadarından sorumlusunuz. Yoksa vallahi siz u-sanmadıkça
Allah usanmaz. Yani yapın ama Allah’a haşa; gördün mü ya Rabbi, senin isteğini
de aştım demeye gücünüz yeter mi? O zaman gücümüz yettiğince devam edelim. Şöyle
bir parlayıp zirveye ulaşıp yavaş yavaş çökmenin, dökülmenin, darmadağın olmanın
ne anlamı var? Ramazanda bir okuyor adam, bir daha okuyor, bir daha okuyor, on
tane hatim bitiriyor. Sonra? Sonra yeter diyor adam. Bir yıllık yaptık arkadaş,
bundan sonrası can sağlığı diyor. Olmaz değil mi bu? Peki haydi öyleyse adam
ramazanda bir yıllık yesin, ondan sonra bir daha yemeyecekse olsun. Ramazanda
bir yıllık giysin, bir daha giymesin. Ramazanda bir yıllık konuşsun, bir daha
konuşmasın. Ramazanda bir ömürlük hayat sürsün, sonra ölsün demektir bu. Olacak
şey mi? Öyleyse yaşadığı süre hep Kur’an okumak zorundadır.
Bu
hadisten bir de kulluğa devamın faziletini anlıyoruz. Kulluğa teşvik var burada.
Öyleyse hep kul olmaya devam edeceğiz. Çünkü az da olsa devam, Allah’a yönelmeye
devamdır. Allah yanlışlarımızı fark etme bilinci ve onlardan dönme gayreti
lütfetsin inşallah.
Öyleyse,
İslâm’ı her açıdan zorlaştırarak, yaşanamaz, uygula-namaz bir hale getirmek,
hayatın acı ve zor gerçekleriyle karşı karşıya bırakmak doğru değildir.
Anlatılan ve gösterilen İslâm, ‘yok, biz bu-nu yaşayamayız, çok zor, tahammül
edilmez bir şey’ dedirtiyorsa, an-latanların ve İslâm’ı öyle sunanların vebâli
vardır. Dinde olmadığı halde, dinin emri gibi lanse edilen bir sürü formalite ve
zorlama şeyler, gerçekten insanları şüpheye düşürebilir, Allah’a ibâdetten
uzaklaştırabilir.
Evet,
din kolaydır; her devirde, her ülkede ve her iklimde yaşa-nabilir. Çünkü fıtrat
dinidir. Kimileri İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve müslümanları kendi sahte
tanrılarına tâbi kılmak için, İslâm’ın çok zor olduğu propagandasını yapsalar
da, bu böyledir. Ancak, Allah’ın dini Kur’an’da ve Peygamberin Sünnetinde tebliğ
edildiği gibidir. Hiçbir ki-şinin, rejimin ve ülkenin kalıbına göre şekil almaz.
İnsanların uydurdu-ğu ideolojilere göre şekillenmez. İnsanlar, gönülden, ihlâsla
Hak din’e bağlandıkları ve samimi bir şekilde yaşadıkları zaman, ne kadar kolay
olduğunu bizzat görürler. Dünya hayatında bile güzellikleri, mutluluk-ları ve
Cenneti tadarlar. Buyursun; insanlar bunu bir denesinler, ke-sinlikle kayıpları
olmayacaktır.
İslâm,
insanı köşeye sıkıştırıp ezmediği gibi, insanın kendi kendini baskı altına alıp
ezmesine de karşı çıkmıştır. İşte bu âyet-i ke-rimesinde Rabbimiz öyle
buyuruyor: “Ey Peygamber! Allah’ın sana
helâl kıldığı şeyleri neden kendine haram ediyorsun?” Bir başka âyette ise
şöyle deniyor: “De ki: ‘Allah’ın kulları
için ortaya serdiği süs ve güzelliği, hoş ve temiz rızıkları kim haram etmiştir?
De ki: ‘Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir.
Kıyâmet gü-nünde ise yalnız mü’minlerindir.” (Arâf,32).
Bu
İlâhî beyanlara dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Maddî ve mânevî bütün
zevkler, en ideal anlamda, vahyin gösterdiği helâller dâiresinde mevcuttur.
Allah, bu konuda kulları adına, kullarından daha cömert davranmıştır. Haram
alanına çıkıp orada zevkler arayanlar, İslâm düşüncesine göre, fıtratı bozuk,
sapmış ve yaradılış âhengi bozulmuş dejenere ruhlardır. Dini, hayata zıt,
yaşanması imkânsız denecek kadar zor bir kurum olarak görüp ondan kaçmalarına
sebep olmak, din adına bir cinâyettir. Fıtrat dini, hayat ve insanla ça-tışmaz.
Allah’ın koyduğu ölçülere müdâhale
edilemez. Bunlar, kâinat kanunlarıdır. Bu ölçülerin zedelenmesi insanı İslâm’ın
dışına çıkarır. Fakat, bir konuda vahyin koyduğu kesin bir ölçü yoksa, başka bir
de-yimle konu, mubahlar dâiresine giriyorsa, o noktada kolaylığı seçmek, Hz.
Peygamber’in tavrı ve emridir.
Allah
ve O’nun seçtiği ve mü’minler için örnek gösterdiği, tebliğ görevlisi Hz.
Peygamber, altından kalkamayacağı hiçbir yükü insa-na yüklememiştir. İslâmiyet,
insanı yokuşa süren, zorlayan, hayatı iş-kenceye çeviren emir ve disiplinler
içermez ve böylesi emir ve disiplinleri kendi bünyesinin dışında sayar. Nefsi
öldürmek, bedene işkence çektirmek, hayat ve insanlardan kaçıp dağlarda münzevî
olarak yaşamak, evlenmemek, gıdâ ve uykuyu terk gibi tavırlar Rasûlullah
(s.a.s.) tarafından reddedilmiş ve din dışı ilan edilmiştir. Zorluk ve işkence
bir yana; “din kolaylıktır.” (Buhârî,
İman 29),
“Dinin
en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” (Ahmed
bin Hanbel, III/479).
“Esası,
peygamberlik ve rahmet olan dini” (Dârimî,
Eşribe 8)
insan
için azap haline getirmek dine en büyük ihânet olacaktır. İbâdetler bir işkence,
bir sıkıntı değil; bir iç ferahlığı ve Yaratıcıya hu-zur dolu bir yaklaşma
oldukları sürece anlam taşırlar. Bunun içindir ki, “Dinde zorlama ve baskı yoktur” (Bakara,
256).
Dış
görünüşü bakımından ne kadar mükemmel olursa olsun, insanın içten gelen
isteklerinden kaynaklanmayan bir davranış, Allah katında değer ifâde
etmemektedir.
Kendisini,
fıtratın ve hayatın dini olarak tanıtan bir sistemin in-san için en kolay ve
âhenkli olanı sunduğu kuşkusuzdur. Çünkü fıtrat/ yaradılış nizamı olmanın ilk şartı, yaradılış
ve insanla çatışmamaktır. Çatışmamanın ilk gereği de, hitâb edilen varlığı zora
sürmemek oldu-ğu kesindir. İslâm düşüncesinin temel kabullerinden biri de şudur:
İn-sanı yokuşa süren, hayat ve insan gerçeğiyle çatışıp çelişen ne varsa
yaradılışa ve insana terstir. Böyle terslik ve aykırılıklar hayat tarafın-dan
itilir ve insan hayatında uzun süre tutunamazlar. Fakat burada bir noktayı
akıldan çıkarmamak lâzımdır: Fıtrat dinindeki kolaylık ve hoş-görü prensibi,
herkesin kendisine kolay geleni yapması anlamını taşı-maz. Bunun anlamı; fıtrat
dininin, insanlar için en kolay ve uygulana-bilir olanı getirdiği
merkezindedir.
“Şüphesiz
ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında
kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde
uygulayın.”
(Buhârî, İman 29)
“Dinin
en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” (Ahmed
bin Hanbel, III/479)
“Müjdeleyin,
nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” (Buhârî,
İlim 12, Müslim, Eşribe 70-71)
"Din
kolaylıktır." (Buhârî,
İman 30; Nesâî, İman 28)
"Amellerinizde
îtidâli ve doğruyu bulmaya çalışın." (Müslim,
Birr 52; Tirmizî, Tefsîr Nisâ Sûresi, hadis no: 3041)
“Allah,
koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını
da sever.” (Ahmed
bin Hanbel, II/108)
“Dinle
yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” (Buhârî,
İman 69)
"Heleke'l-mütenattıûn
-Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-" Bunu
Rasûlullah üç defa söyledi. (Müslim, İlim 7)
“Kul,
Rabbinin affını nasıl seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle
sever.” (et-Terğîb
ve’t-Terhîb, II/135)
Hz.
Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce
Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka
kolay olanı seçer-di.” (Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil
77-78)
Evet
Allah’ın sınırlarını kim aşarsa, şüphesiz, kendine yazık etmiş, nefsine
zulmetmiş olur.
İnsanın
kendine zulmetmesi, ifrâta kaçması ya da tefrîte düş-mesi sûretiyle olur. Allah
Resûlü, ümmetini ibâdetlerle ilgili hayatta da itidâl üzere olmaya çağırmıştır.
Hadislerde belirtildiğine göre, Resûl-i Ekrem, ümmetine farz kılınıp îfâsında
zorluk çekileceği endişesiyle te-râvih namazının cemaatle kılınmasına üçüncü
veya dördüncü geceden sonra ara vermiş, hastalık ve yolculuk esnâsında namaz ve
oruç gibi ibâdetler için tanınan ruhsatları kullanmamayı uygun bulmamış, insan
gücünü zorlayacak şekilde nâfile namaz kılmayı tasvip etme-miş, imamlık
yapanların namazı uzatmalarını eleştirmiş ve dinî hü-kümleri aşırılığa kaçarak
uygulamaya çalışanların bunda muvaffak olamayacaklarına dikkatleri
çekmiştir.
İslâm,
sadece takvâ sahibi elitlerin, âlim ve mücahitlerin/ sa-vaşçıların dini değil;
bedevîlerin, ihtiyar kadınların, ortalama kültür ve bilgiye sahip yığınların da
dinidir. Saçı başı dağınık, bedevî bir müslü-man, Rasulullah’a gelerek, Allah’ın
kendini yükümlü tuttuğu ibâdetleri sormuştu. Peygamberimiz de; şehâdet kelimesi
ve farz olan 5 vakit namaz, Ramazan orucu, her yıl zekât ve ömürde bir kere hac
konusunu ve zekâtı saymıştı. Adam: “Sana ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki,
bu söylenenlerden fazla bir şey de yapmam, eksik de bırak-mam’ diyerek çekip
gitmiş, Peygamberimiz (s.a.s.) de arkasından şöyle demiştir: “Şâyet dediğini yaparsa bu adam
kurtulmuştur.”
(Buhârî,
Savm 1; Müslim, İman 9)
Dinin
tüm hükümleri, beşerî ve askerî yapıda emirler ve yasaklar sıralaması halinde
değildir. Farz, vâcip, sünnet, müstehap, mu-bah sıralaması ve haram, tahrîmen
mekruh, tenzîhen mekruh, müfsid gibi merdiven basamakları vardır. Yine, azîmet
ve ruhsat tercihi söz konusudur. Ruhsatlar, İslâm’ın her şart ve ortamda
kolaylıkla yaşana-bilmesi, yükümlülerden ağır yüklerin kaldırılması ve İslâmî
hükümlere henüz yeterince bağlı olmayanları onlara alıştırmak için başvurulan
kolaylıklardır. Müslümanlar, hayatın akışı içerisinde çeşitli zorluklarla
karşılaşırlar. İbâdetlerini yerine getirirlerken, kendilerinden kaynaklan-mayan
zarûret durumuyla karşı karşıya gelebilirler. Bu gibi durumlar-da ruhsatlar
onların önünü açabilir. İhtiyaç olduğu zaman ruhsatlardan herkes yararlanabilir.
Bir konuda ruhsat gündeme gelirse, mü’-minler azîmetle amel etmeye zorlanamaz.
Dileyen azîmet ile, dileyen ruhsat ile amel eder. Ruhsat ve kolaylığı kullanma
da, yaratıcının kuluna verdiği bir hak olduğuna göre, bu haktan yararlanıp
yararlanmama meselesi, kulun tamamen serbest seçimine kalmıştır.
Nereden bileceksin, belki Allah ondan
sonra bir iş meydana getirecektir. Yani Rabbinizin sizin aranızda nasıl bir şey
takdir buyurduğunu, nasıl bir tasarrufta bulunmayı murad ettiğini siz nereden
bileceksiniz? Sizin için neyin hayırlı olduğunu siz nereden bileceksiniz? Onun
içindir ki siz Rabbinizin emirlerine tâbi olun. Rabbinizin sizin adınıza
belirlediği sınırlarını tecavüz etmeyin. Rabbinizin sizin adınıza belirlediği
hayat programının içinde olun. Rabbinizin size tanıdığı haklarınıza,
görevlerinize riâyet ederek bir hayat yaşayın da:
2-3. “Kadınların iddet
süreleri biteceğinde, onları ya uygun şekilde alıkoyun, ya da uygun bir şekilde
onlardan ayrılın; içinizden de iki âdil şahit getirin; şahitliği Allah için
yapın. İşte bu, Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür. Allah
kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği
yerden rızık verir. Allah’a güvenen kimseye O yeter. Allah, buyruğunu yerine
getirendir. Allah her şey için bir öl-çü var
etmiştir.”
Üç iddet bekleme sürelerini
doldurdukları zaman da artık onları maruf bir şekilde, İslâm’ın emrettiği bir
şekilde tutun, yahut da yine güzellikle onları salıverin. Yani bir veya iki
talâk verdikten sonra iddet süreleri dolmadan onlarla evliliğinizin bitip
bitmeyeceğine bir karar ve-rin. Eğer geri alacaksanız onları geri alın, değilse
boşama niyetindey-seniz uzatmadan, eziyet vermeden güzellikle bu işi bitirin.
İçinizden, Müslümanlardan iki âdil şahit tutun. Tabii bu iki şahit boşanırken
mi, yoksa tekrar geri dönerken mi olacağı konusunda ihtilâflar vardır. Her
ikisinde de olması gerektiğini anlıyoruz.
Şahadetine sahip, yalan
söylemeyen, hayatı dengeli, muttakî iki şahit çağırın. Allah’ın yeryüzünde
istediği adâleti ayakta tutmaya çalışan iki âdil şahit bulundurun. Yani Allah’ın
yasalarını bilen, Allah’ın isteklerini bilen, boşanma sebeplerini bilen, hem
kocanın, hem de ka-dının görev ve sorumluluklarının, haklarının bilgisine sahip
olan, orada âdilce hüküm verebilecek, taraflara Allah âyetlerini, Allah
yasalarını, Allah sınırlarını anlatabilecek, onlara nasihat edebilecek, onların
akıllarını erdirecek iki âdil şahit çağrılacak. Bu şahitler de görevlerini
Allah’ın istediği şekilde yapacaklar. Kararlarını Allah’ın istediği şekilde
âdilce verecekler, taraf tutmayacaklar.
Eğer koca hâlâ karısına dönmek
istemiyorsa, o iki şahidin huzurunda karısını boşayacaktır. Böylece bu iş iki
âdil şahidin huzurunda gerçekleşince artık ilerde gündeme gelebilecek
yanlışlıklara, iftiralara, suçlamalara meydan verilmeyecektir. Boşanan iki
insanın Müslüman kardeşler olarak kalmalarına imkân hazırlanmış olacaktır.
Çün-kü her ne kadar gerçekleştirilen bu evlilik sona ermişse de, karı-koca-lık
konumu bitmişse de, kardeşlik devam etmektedir. Boşanan taraflar din kardeşi
olduklarını unutmayacaklar. Kardeşliklerini unutup birbirlerini yiyip bitirmeden
yana tavır almayacaklar. Böyle İslâm toplumunun sosyal ve ahlâki dengesini bozup
insanları huzursuz etmeyeceklerdir.
İşte bunlar her şeyi en iyi bilen,
mutlak bilen, bilgi kendisinden olan Allah yasalarıdır. Bunlar Allah’ın
sınırlarıdır. Bunlar Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimselere öğütlerdir.
Rabbiniz böylece size öğüt veriyor.
Öyleyse ey mü’minler, hayata
Allah’a iman ve âhiret hesabıyla bakabiliyorsanız, hayatı buna göre
değerlendirebiliyorsanız unutmayın ki bu öğütler size yapılmaktadır. Rabbinizin
bu öğütleri üzerinde ciddi ciddi düşünün. Basit dünya menfaatleri hesabına
girmeyin. İnan-dığınız Allah ve âhiret hatırına aranızdaki ufak-tefek
problemleri büyütmeyin. Allah ve âhiret için geçiverin onlardan. Karı-koca
olarak af-fediverin birbirinizi. Basit basit meselelerden dolayı yuvalarınızı
yıkmayın. İslâm toplumunu tahrip etmeyin, Müslümanları uğraştırmayın. Allah’ı
düşünün, Allah’ın hazırladığı cenneti düşünün, o cennet için şu anda imtihanda
olduğunuzu düşünün. O cenneti kaybetmemek için dünyada her şeyi kaybetmeyi göze
alabilecek bir duruma gelin, buyuruyor Rabbimiz.
Kim Allah’tan korunur, Allah’ın
istediği gibi olmaya çaba sarf ederse, Allah mutlaka ona bir çıkış yolu
gösterecektir. Allah onun için, içinde bulunduğu şartları değiştirecek,
huzursuzluklarını, sıkıntılarını giderecektir. İşte böylece ister erkek olsun,
isterse kadın Allah sınırlarını gözeten kullarını Rabbimiz hiç ummadığı yerden
rızıklandıracak-tır. Tabii yıkılan bir yuvanın sonunda, biten bir evliliğin
sonunda bu rı-zıklandırma işini düşününce, ilk aklımıza gelen Müslümanca bir
tavır sergileyen o erkeğe de, o kadına da Allah hayırlı eşler nasip edecektir.
Yine bunun yanında maddî rızıkların verileceğini de
anlıyoruz.
Kim Allah’a tevekkül eder, Allah’a
güvenip dayanır, işini Allah’a havale eder, Allah’ın istediği gibi davranırsa,
bilsin ki Allah ona yetecektir. Tabii Allah’a tevekkül bir kul olarak kişinin
kendisine düşenleri yaptıktan sonra, Allah’ın kendisinden istediklerini yerine
getirdikten sonra sonucu Allah’a havale
edip, O’na güvenmesidir. “Ben Senin istediğin şekilde üzerime düşenleri yaptım
ya Rabbi, bundan sonrası sana aittir” diyerek Rabbine tam bir teslimiyet içinde
yönelmesi, “benim vekilim Sensin ya Rabbi, benim sahibim, Velîm sensin Allah’ım.
Ben halimi sana arz ediyor, derdimi sana havale ediyor ve hayırlı sonucu senden
bekliyorum” demesidir. İşte bunu yapan kişiye Velî olarak, vekil olarak, dost ve
yardımcı olarak Allah yetecektir. Muhakkak
ki Allah dilediği her şeyi yapan, her şeye güç yetirendir. Allah her şey
için bir miktar, bir değer biçmiştir. Allah her konuda bir ölçü koymuştur.
4. “Kadınlarınız içinde ay hali
görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda
şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır; gebe olanların
iddeti, doğurmaları ile tamamlanır. Allah, buyruğuna karşı gelmekten sakınan
kimseye işinde kolaylık verir.”
Yaşlılıklarından dolayı hayızdan
kesilmiş, hayızdan ümidi kesilmiş, hayız görme dönemi bitmiş ve henüz hayız
görmemiş, hayız görecek yaşa gelmemiş kadınların iddetleri hususunda bir şüpheye
düşerseniz, bilesiniz ki onların iddetleri üç aydır. Gebe olan kadınların
iddetleri ise doğumları ile tamamlanmış olur. Allah muhakkak ki kendisine karşı takvalı davrananlara,
emirlerine karşı gelmekten sakınanlara işlerinde bir kolaylık lütfedecektir.
Öyleyse her işimizde, her uygulamamızda hep Allah huzurunda olduğumuzun şuuru
içinde olacağız. Sürekli Allah sınırlarıyla karşı karşıya bulunduğumuzu
unutmayacağız. Böyle yaparsak Rabbimiz her işimizde bize bir kolaylık nasip
edecektir. Yaptıklarımızı hep Allah’a lâyık yapmaya çalışırsak Allah’ın yardımı
sürekli yanımızda olacaktır.
Allah,
buyruğuna karşı gelmekten sakınan kimseye işinde kolaylık verir. Takvâ
sahiplerine Allah, çıkış yolu gösterir. Sıkıntılardan kurtarır, kolaylıklar
lütfeder. Yani, Allah, emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak sûretiyle
Allah'tan korkan kimseye her türlü sıkıntıdan (kurtulacak) bir çıkış yolu ve
kolaylık verir, ummadığı yerden o-nu rızıklandırır ve verdiği şeylerde bereket
nasip eder. Kim Allah'a tevekkül eder, yani işini O'na havâle ederse, önemsediği
şeyleri temin konusunda Allah ona yeter:
Allah
Teâlâ, zor gibi görünen ibâdetleri farz kılmakla, esasen mü’min kullarını hayat
mücâdelesine, zorluktan kurtarıp kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı dilemiştir.
Namazla hevâsına direnecek, kötü-lük ve fahşâdan uzaklaşacak, oruçla kolay kolay
cihad etmeye alışa-cak, lüzumunda sabır yolları öğrenilecek, zekâtla nefsinin
paraya kul olmasından kurtulacak, hayatın zorlukları yenilecek, âhiret
saâdetin-deki güzellik, kolaylık ve saâdetlere erişecektir. İbâdetler insanı
olgunlaştırır, insanı maddî ve özellikle mânevî yönden güçlendirir. İbâdet ve
Allah’a tâat, O’nun hükümlerine riâyet, hevâsının/nefsinin kulluğundan kurtulmuş
mü’min için hiç de zor değildir. Allah’a iman edip O’na teslim olan insan, zorlukları aşacak, daha doğrusu şeytanın zor
gösterdiği kolaylıkları seçecektir. Şeytan, insana kötülüğü emreder, insanın
kendini küçültüp basitleştirmesine, ibâdetleri zor zannedip onlarla yücelip
güçlenmesine engel olmak ister.
İktisa dî
mânâdaki refah ve bolluk, iman ve takvâ iledir: "O ülkelerin halkı iman edip ittika
etselerdi (günahtan sakınsalardı), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice
bereket (bolluk) kapıları açardık; fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden
onları yakalayıverdik." (7/A'râf, 96)
Yani, kent halkı Allah'a iman edip, O'nun
haram kılarak ya-sakladıklarından kaçınırsa, yağmur ve bitki vererek yerden ve
gökten bereket kapılarını açarız. Fakat, peygamberlerini yalanlayınca Allah,
küfür ve mâsiyetlerinin bir cezâsı olarak, onları kuraklık ve kıtlıkla
ya-kalayıp cezalandırdı.
"Eğer
ehl-i kitap iman edip takvâ sahibi olsalardı (kötülükler-den sakınsalardı),
elbette onların kötülüklerini örter ve onları nimetlerle donatılmış cennetlere
sokardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni
(Kur'an'ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüp-hesiz hem üstlerinden, hem de
ayaklarının altından (sayısız nimetleri) yerlerdi (yeraltı ve yerüstü
zenginliklerinden istifade ederek refah için-de yaşarlardı). Onlardan aşırılığa
kaçmayan (mu'tedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne
kötüdür!"
(Mâide,
65-66).
Dini
uygulamak, takvâ sahibi olmak; medenî ve iktisa dî
bakım-dan toplumları geri bırakmak şöyle dursun, refah ve mutluluğun zirve-sine
çıkarır. Dini bırakıp menfaat felsefesine göre hareket edenler, zayıfları, başka
ulusları sömürme yoluna gittikleri için gerilik, sefalet, savaş ve kargaşalara
sebep olmaktadırlar. Allah'ın hâkimiyetine bo-yun eğildiği takdirde yeryüzünde
hiçbir kimse zerrece zulme uğra-mayacak, herkes hakkını alacak, zenginlik,
bolluk ve refahı meşrû yollarda arayacak ve işte o zaman gökten nimetler
yağacak, bolluk ve bereket olacak, yerden de zenginlikler fışkıracaktır.
Ebu
Zerr (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki: "Ben bir âyet biliyorum. Eğer insanların
hepsi onu tutsaydılar, hepsine kâfi gelirdi." Ashab, "Ey Allah'ın Resulü, bu
hangi âyettir?" diye sordular. Peygamberimiz: "Ve men yettekıllahe yec'al lehû mahracen
(Ve kim Allah'tan korkarsa -takva sahibi olursa- Allah o kimseye bir çıkış yolu
ihsan eder.)" (Talâk, 2) âyetini okudu.
(Kütüb-i
Sitte, hadis no: 7297, c. 17, s. 591).
"Zorluklar,
başarının değerini arttıran süslerdir." "İnsanın en büyük dostu zorluklardır.
Çünkü insanı karşılaştığı zorluklar güçlen-dirir." "Bir işi, en zor yanından
düşün ki, yaparken güçlük çekmeye-sin." "En zor üç şey vardır: Bir sırrı
saklamak, bir yarayı unutmak, boş zamanı iyi kullanmak." "Güçlükler, insanın ne
olduğunu gösterir." "Zorluk çeken rahat
bulur." "Bir kova taşımak, iki kova taşımaktan zordur." "Hayatta en zor şey,
amaçsız insanlarla birlikte yaşamak zo-runluğudur." "Zorluklardan korkup kaçan,
eninde sonunda onun içine düşer." "Her zorluğa ilgisizlik gösteren, hayatta çok
zorluk çeker." "Her yokuşun bir inişi vardır." “Rabbi yessir ve lâ tuassir,
Rabbi tem-mim bi’l-hayr (Rabbim! Zorlaştırma, kolaylaştır. İşimi hayırla
tamam-lamayı nasip et!)”
5. “Bu, Allah’ın size indirmiş
olduğu buyruğudur. Kim Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten sakınırsa, O, onun
kötülüklerini örter, ecrini büyültür.”
İşte bu Rabbinizin size
indirdiği, sizi bilgilendirdiği dosdoğru buyruğudur. Sizleri bu bilgilerine
muhatap kılmıştır. Size kendi bilgisini sunarak sizi şereflerin en büyüğüne
yüceltmiştir. Bunlar size Rabbi-nizden gelen emirlerdir. Sakın ha içinizden
birilerinin emirlerini, sözlerini dinleyip de kulak ardı ettiğiniz, çöpe
attığınız gibi, Rabbinizin sözlerini de kulak ardı etmeye kalkışmayın. Aynen
uygulayın ki, kendilerine yazık edenlerden, kendilerini boşa harcayanlardan
olmayın.
Kim Allah’tan korunursa, kim
hayatını Allah için yaşarsa, Allah onun günâhlarını, kötülüklerini, kusurlarını
örter. Hayatındaki başarısızlıklarını giderir. Hayatını düzene kor. Tüm
problemlerini çözüme u-laştırıp onu düzlüğe çıkarır. Ona çok büyük ecirler
verir. İşte bunların yolunu size gösteren Rabbinizdir.
Öyleyse gelin evlenirken
kardeşler olduğunuzu unutmadığınız gibi, boşanırken de kardeşler olduğunuzu
unutmayın. Birbirinizi kırıp dökmeyin. Kendi kendinize oluşturduğunuz
problemlerle İslâm toplumunun dirliğini, düzenini bozmayın. Boşandıktan sonra da
birbirinizin yardımında olunuz.
Boşanmak İslâm’da hoş görülmeyen,
sevilmeyen, Allah’ın is-temediği bir şeydir. Ebu Dâvud’un rivâyet ettiği bir
hadislerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Allah’ın helâl
kıldığı, ama en sevmediği şey boşanmadır” Yine aynı kitapta bir başka rivâyette
de şöyle buyurmaktadır: “Tüm helâller içinde Allah’ın en nefret ettiği şey
boşanmadır.”
Evet boşanma istenmeyen, sevilmeyen bir
hadisedir, ama bu-na rağmen eğer taraflar anlaşamayacak, birbirlerini kırıp
dökecek bir duruma gelmişlerse o zaman elbette birbirlerine işkence
çektirmelerinin ve kulluklarını tehlikeye düşürmelerinin de anlamı yoktur.
Güzellikle ayrılırlar ve her ikisi de sevebilecekleri, anlaşabilecekleri
birileriyle evlenebilirler. Rabbimiz buna imkân tanımıştır.
Ancak iyice düşünmeden fevri
olarak verilmiş kararları tekrar gözden geçirmek ve her aşamada geri dönüş ve
barışma kapısını açık bırakmak üzere Kur’an güzel bir boşanma şeklini şöyle
tarif eder. Sünnete uygun boşama şöyle olacaktır: Kadın ay başını bitirip
temizlendikten sonra cima yapmadan kocası onu bir talâkla boşar. Bu boşamadan
sonra koca bekler.
Bu beklemenin sebebi şudur. Belki
erkek de kadın da pişman olabilirler. Erkek boşadığına kadın da boşandığına
pişmanlık duyabilirler. Kadın böyle bir durumda belki kocasının isteyip de
yapmadıkları konusunda bir daha düşünerek kendi haksızlığını anlamış ve pişman
olmuş olabilir. Her iki taraf ta pişmanlık duyarak bundan sonra boş yere
birbirimizi kırmayalım! Birbirimizi üzmeyelim! Aramızda anlaşamadığımız çok
ciddi konular da yok, basit şeyleri böyle büyütmeyelim! Diyerek tekrar
birbirlerine sarılıp beraber olmaya karar verebilirler.
6. “Boşadığınız, fakat iddeti
dolmamış kadınları gücünüz nispetinde, kendi oturduğunuz yerde oturtun. Onları
sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hamile iseler,
doğurmalarına kadar nafakalarını verin. Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara
ücretlerini ödeyin; aranızda uygun bir şekilde anlaşın; eğer güçlükle
karşılaşırsanız çocuğu başka bir kadın
emzirebilir.”
Ric’i talâkla, yahut baîn talâkla
boşayıp ta iddeti dolmamış kadınları gücünüz nispetinde kendi evlerinizde
oturtun. Onların nafakasını sağlayıp, barınma ihtiyaçlarını giderin. Onları
sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın. Onlara baskı yapmayı
düşünmeyin. Ezmeye çalışmayın. Eğer böyle yaparsanız Allah az evvel vaat ettiği
şeyleri size lütfetmez. Sizi başarıya ulaştırmaz. Size işlerinizde kolaylıklar,
çıkış yolları nasip etmez. Kusurlarınızı, hatalarınızı örtüp, hayat
problemlerinizi halledip sizleri düzlüğe çıkarmaz.
Eğer boşadığınız o kadınlar
hamile iseler, karınlarında sizin çocuğunuzu taşıyor iseler, onlara harcamada
bulunun. Nafakalarını temin edin. Yavrularını dünyaya getirinceye kadar onların
ihtiyaçlarını karşılayın.
Eğer o kadınlar sizin için
çocuğunuzu emzirecek olurlarsa, onlara ücretlerini ödeyin. Ne kadar bir miktara
ihtiyaçları varsa onu onlara verin. Toplumda tutulan süt anneye ödenen ücret
neyse, o miktar ödemede bulunun. Aranızda uygun bir şekilde anlaşın. Ama
zorlanır, anlaşamazsanız, iki taraf birbirlerine karşı iyi davranmayı
beceremez-se, o zaman da çocuğu artık bir başkası emzirecektir. Ama bu hem anne
için, hem de baba için çok kötü bir şeydir. Çünkü çocuğunu kendi anasının
emzirmesiyle bir başkasının emzirmesi elbette farklı şeylerdir. Bu erkeği de,
kadını da yaralayacaktır. Öyleyse kardeşler olduğunuzu unutmayın ki
birbirlerinize zorluk çıkarmayasınız.
7. “Varlıklı olan kimse, nafakayı
varlığına göre versin; rızkı ancak kendisine yetecek kadar verilmiş olan kimse,
Allah’ın kendisine verdiğinden versin; Allah kimseye, verdiği rızkı aşan bir yük
yüklemez. Allah, güçlükten sonra kolaylık verir.”
Varlıklı olan kimse kendi varlığı
oranında infakta, harcamada bulunsun. Kendisine Rabbi tarafından rızkı belli bir
ölçüde verilmiş olan kimse de, yani hiç verilmeyen değil de az verilen kimse de
Allah’ın kendisine vermiş olduğu rızıklardan mutlaka harcamada bulunsun. Az-çok
bir şeyler harcasın, hiç harcamamazlık yapmasın. Bir ek-meği varsa yarısını
onunla paylaşsın. Bilesiniz ki Allah hiçbir kimseye gücünün yetmeyeceği bir yük
yüklemez. Allah hiç kimseyi verdiğinden fazlasıyla sorumlu tutmaz. Ne kadar
vermişse ancak o kadarıyla sorumlu tutar. Allah mutlaka bir takım güçlüklerden,
zorluklardan sonra kolaylıklar ortaya çıkaracaktır.
Evet,
Allah kimseye, verdiği rızkı aşan bir yük yüklemez. Allah, güçlükten sonra
kolaylık verir. Kendisini, fıtratın ve hayatın dini olarak tanıtan bir sistemin
insan için en kolay ve âhenkli olanı sunduğu kuşkusuzdur. Çünkü fıtrat/
yaradılış nizamı olmanın ilk şartı, yaradılış ve insanla çatışmamaktır.
Çatışmamanın ilk gereği de, hitap edilen varlığı zora sürmemek olduğu kesindir.
İslâm düşüncesinin temel kabullerinden biri de şudur: İnsanı yokuşa süren, hayat
ve insan gerçeğiyle çatışıp çelişen ne varsa yaradılışa ve insana terstir. Böyle
terslik ve aykırılıklar hayat tarafından itilir ve insan hayatında uzun süre
tutuna-mazlar. Fakat burada bir noktayı akıldan çıkarmamak lâzımdır: Fıtrat
dinindeki kolaylık ve hoşgörü prensibi, herkesin kendisine kolay geleni yapması
anlamını taşımaz. Bunun anlamı; fıtrat dininin, insanlar için en kolay ve
uygulanabilir olanı getirdiği merkezindedir.
Allah
ve O’nun seçtiği ve mü’minler için örnek gösterdiği, tebliğ görevlisi Hz.
Peygamber, altından kalkamayacağı hiçbir yükü insa-na yüklememiştir. İslâmiyet,
insanı yokuşa süren, zorlayan, hayatı iş-kenceye çeviren emir ve disiplinler
içermez ve böylesi emir ve disiplinleri kendi bünyesinin dışında sayar. Nefsi
öldürmek, bedene işkence çektirmek, hayat ve insanlardan kaçıp dağlarda münzevî
olarak yaşamak, evlenmemek, gıdâ ve uykuyu terk gibi tavırlar Resûlullah
(s.a.s.) tarafından reddedilmiş ve din dışı ilan edilmiştir. Zorluk ve iş-kence
bir yana; “din kolaylıktır.” (Buhârî,
İman 29), “Dinin en hayırlı o-lanı, en
kolay olanıdır.” (Ahmed bin Hanbel, III/479). “Esası, peygamberlik ve rahmet olan dini”
(Dârimî, Eşribe 8) insan için azap haline getirmek dine en büyük ihânet
olacaktır. İbâdetler bir işkence, bir sıkıntı değil; bir iç ferahlığı ve
yaratıcıya huzur dolu bir yaklaşma oldukları sürece anlam taşırlar. Bunun
içindir ki, “Dinde zorlama ve baskı
yoktur” (Bakara, 256). Dış görünüşü bakımından ne kadar mükemmel olursa
olsun, insanın içten gelen isteklerinden kaynaklanmayan bir davranış, Allah
katında değer ifâde etmemektedir.
İslâm,
insanı köşeye sıkıştırıp ezmediği gibi, insanın kendi kendini baskı altına alıp
ezmesine de karşı çıkmıştır. Tahrîm sûresinin ilk âyetinin meâli şöyledir: “Ey Peygamber! Allah’ın sana helâl kıldığı
şeyleri neden kendine haram ediyorsun?” (Tahrîm,1) Bir başka âyette ise
şöyle deniyor: “De ki: ‘Allah’ın kulları
için ortaya serdiği süs ve gü-zelliği, hoş ve temiz rızıkları kim haram
etmiştir? De ki: ‘Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman
edenlerindir. Kıyâmet gü-nünde ise yalnız mü’minlerindir.” (Arâf,32). Bu
İlâhî beyanlara daya-narak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Maddî ve mânevî bütün
zevkler, en ideal anlamda, vahyin gösterdiği helâller dâiresinde mevcuttur.
Allah, bu konuda kulları adına, kullarından daha cömert davranmıştır. Haram
alanına çıkıp orada zevkler arayanlar, İslâm düşüncesine gö-re, fıtratı bozuk,
sapmış ve yaradılış âhengi bozulmuş dejenere ruh-lardır. Dini, hayata zıt,
yaşanması imkânsız denecek kadar zor bir ku-rum olarak görüp ondan kaçmalarına
sebep olmak, din adına bir cinâ-yettir. Fıtrat dini, hayat ve insanla çatışmaz.
Öyleyse Allah’ın koyduğu ölçülere
müdâhale edilemez. Bunlar, kâinat kanunlarıdır. Bu ölçülerin zedelenmesi insanı
İslâm’ın dışına çıkarır. Fakat, bir konuda vahyin koyduğu kesin bir ölçü yoksa,
başka bir deyimle konu, mubahlar dâiresine giriyorsa, o noktada kolaylığı
seçmek, Hz. Peygamber’in tavrı ve emridir.
“Yükleyemez” değil; “yüklemez.” Allah’ın kendi
kullarına yükle-diği sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun
çok al-tındadır. Allah insanı zora koşmaz, güçlerini son sınırına kadar
zorla-maz, sıkıntıya sokmaz, müşkülât ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o
görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Hak din kolaylıktır,
onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye
Allah’ın kudreti olmadığından değildir; sırf fazl u kereminden ve
rahmetindendir. Bu sûretle Allah’ın kullarına bahşettiği güç ve tâkat onlara
emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu sâyede onlara görevlerini yaptıktan
sonra dinlenecek, gezip dolaşa-cak, dünya ve maîşet işlerinde çalışacak, hatta
daha başka emredil-memiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve
imkân kala-bilecektir.
Nitekim
kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler yapa-bilirler. Meselâ, günde
beş vakit namazdan başka daha nice işler gö-rebilirler. Gerçi sorumluluk,
irâdeye bir anlamda zahmet yüklemek de-mektir, her zahmet de bir enerji
tüketimini gerektirir. Bu hikmetten do-layı, her yükletilen sorumluluk ona güç
yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gücü zorlamaması da şarttır. Yani
her bir ferdin so-rumluluğu, gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan
dolayı kişilerin güç ve tâkatleri farklı olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla
olanların sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki, adâlet ve eşitlik de bunu
gerektirir. Meselâ, malı olmayan zekâtla mükellef olmayacağı gibi, farklı
derecede zenginlerin zekâtları da bir
ölçü çerçevesinde değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz
verir. Fakat hepsi de aynı nispet dâhilinde, meselâ kırkta birdir. Güç ve imkân
he-saba katılmayarak nüfus başına eşit olarak “herkes şu kadar vere-cek” demek,
bu temele aykırı düşer.
Yine
bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan farz-ı kifâyenin fertlere ilişkisi de
böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların toplamı hesap
edildiği zaman dahi onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı sorumluluklarda
zahmetsiz ve külfetsiz kudret-i mü-mekkineden başka bir de kudret-i müyessire
denilen, yani daha da kolaylık esasına dayanan bir kudret de şart olmuştur.
Velhâsıl bu âyet, hikmet-i teşrî’in en büyük esasını özet olarak ifâde etmiştir.
Sorumluluk onu yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır.
8-9. “Rablerinin ve O’nun
peygamberlerinin buyruğundan çıkan nice kasabalar halkını Biz, çetin bir hesaba
çekmiş, onları, görülmedik bir azaba uğratmışızdır. Onlar, işlerinin karşılığını
tattılar; işlerinin sonu hüsran oldu.”
“Nice ülkeler, nice kentler, nice
şehirler, nice yerleşim merkezleri vardır ki, onların halkları Rabblerinin ve
peygamberlerinin buyruğundan çıktılar, Allah Resullerinin hayat programlarını
terk ettiler, kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya
başladılar da, Biz onların ağızlarının payını veriverdik. Onları çetin bir
azapla ce-zalandırıverdik. Görülmedik azapların mahkumu yaptık onları. Onlar
işlerinin karşılığını tattılar. Yaptıklarının, işlediklerinin bedelini gördüler.
İşlerinin, amellerinin, hayatlarının, hayat programlarının sonu da hüsran oldu
onların.”
Burada boşanma konusu anlatıldıktan
sonra Rabbimizin bir uyarısıyla karşı karşıya geliyoruz. Yani bu çok önemli
konuda, toplumun temel taşı olan ailenin yıkılışıyla alâkalı konuya Allah’ın
istediği şekilde dikkat etmezseniz, dünya ve âhirette nasıl bir sonuçla
karşılaşacağınızı bilin, diyor Rabbimiz. İşin önemine dikkat çekiyor. İki insan.
Bir araya gelmişler, hayatlarını birleştirmişler. Tek ruh tarafından idare
edilen iki beden olmuşlar. Birbirlerini sevmişler, birbirlerinde yok olmuşlar.
Birbirlerine katılıp karışmışlar. Sevgilerinin, aşklarının meyveleri, çiçekleri
olan çocuklarını birlikte koklamışlar. Bu derece bir bir-likteliği
soluklamışlar. Sevinçleri, tasaları, kıvançları bir olmuş. Birbirlerine gizli
hiçbir şeyleri kalmamış. Şimdi birlikte güzel güzel Allah’ın rızasını kazanmak,
birlikte cennete ulaşmak üzere bir araya gelmiş bu iki insan, güzel güzel
anlaşıp, birbirlerine sarılmaları gerekirken, tutsunlar basit hevâları ve
hevesleri, ufak-tefek problemler yüzünden Allah’ın sınırlarından dışarıya
çıksınlar. Allah’ın yasalarını çiğneyip birbirlerine düşman olsunlar.
İşte bunlar da tıpkı
birbirleriyle ilişkilerinde Allah ve elçilerinin sınırlarını çiğneyerek, Allah
ve elçilerinin hayat programını terk ederek kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamaya kalkışan az evvelki toplumların âkıbetine
mahkum olacaklardır. İşte Rabbi-miz burada bize böyle bir tehditte bulunuyor.
10. “Allah onlara çetin bir azap
hazırlamıştır. Ey inanmış olan akıl sahipleri! Allah’tan sakının; Allah size
Kur’an’ı indirmiştir.”
Bu dünyadaki cezalarından başka
bir de Allah onlar için çok çetin ve dayanılmaz bir azap hazırlamıştır. Öyleyse
ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’tan korunun. Ey öz sahipleri, ey
özlüler, ey ilim sahipleri, ey basiret sahipleri. Çünkü insanı insan yapan onun
ak-lıdır, ilmidir, kalbidir, gönlüdür, özüdür, fikri ve ferasetidir. Öyleyse ey
insanlar, gelin Allah’ın size verdiği bu özelliklerinizi örtmeyiniz, helâk
etmeyiniz, ziyana sokmayınız, kendinizi Allah’tan koruyunuz. Allah si-ze
Kur’an’ı indirmiştir. Allah sizi böyle bir kitapla şereflendirmiştir. Görüyoruz
ki Rabbimiz iman sahiplerini böyle niteliyor.
Demek ki iman sahipleri öz
sahipleridir. Özünü, cevherini, fıtratını korumuş insanlardır onlar. Akıl
sahipleridir. Akıllarının işlevini yerine getiren, anlayan, kavrayan
insanlardır. Allah’a iman ederler, Al-lah’ın âyetlerine iman ederler. Allah’ın
âyetlerine onlarla hayatlarını düzenlemek üzere iman ederler. Sûrenin başında da
tarif buyuruldu-ğu gibi âhiret gününe iman eden, hesaplarını buna göre yapan,
hayatlarını buna göre bina eden kimselerdir onlar. Rabbimiz buyuruyor ki, “Biz
size bir zikir indirdik. Size bir şeref indirdik. Size bir gündem indirdik. Size
bir hatıra, bir tezkire, bir harita, bir pusula, bir hayat programı, bir model
indirdik. Yani sizi yolsuz, yordamsız, plansız, programsız, haritasız,
pusulasız, bilgisiz bırakmadık.” Bundan sonraki bölümde Rabbimiz bu zikri biraz
daha açıklıyor.
11. “İnanıp yararlı işler
işleyenleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere, size Allah’ın apaçık
âyetlerini okuyan bir peygamber göndermiştir. Kim Allah’a inanır ve yararlı iş
işlerse, Allah onu, içinde temelli ve sonsuz kalınacak, içlerinden ırmaklar akan
cennetlere koyar. Allah ona gerçekten güzel rızık
vermiştir.”
İman edip sâlih amel işleyenleri,
iman edip iman kaynaklı bir hayat yaşayanları, iman edip imanlarını hayatlarında
görüntüleyenleri, hayatlarını imanla düzenleyenleri karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak üzere size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir elçi gönderdik. O
zikir bir elçidir ki, size Allah’ın sizden istediği kulluğu öğretmek, göstermek,
örneklemek üzere gönderilmiştir. Sizi küfrün, şirkin, cehaletin karanlıklarından
vahyin, ilmin aydınlığına çıkaran bir elçi… İşte evlen-melerinizin,
boşanmalarınızın, iddetlerinizin, nafakalarınızın, birbirlerinize karşı
ilişkilerinizin, tüm hayatınızın ilkelerini, yasalarını size öğretiyor. Size
Allah’ın âyetlerini izlettiriyor. Gözlerinizle, kulaklarınızla, akıllarınızla,
dillerinizle, âzâlarınız ve kalplerinizle size Allah’ın âyetlerini izlettiriyor.
Her şeyi apaçık, net bir şekilde açıklıyor. Hakkı da, bâ-tılı da ortaya
koyuyor.
İşte zikir budur, şeref budur, gündem,
program budur. Öyley-se bu elçiyi izleyeceğiz, bu elçiyi takip edeceğiz. Bu
numuneyi, bu ör-neği beynimize, belleğimize, kalbimize, âzâlarımıza çok iyi
yerleştireceğiz. Ekranımızdan böyle bir elçinin görüntüsü çıkacak. Tüm
benliğimizde, tüm varlığımızda, tüm âzâlarımızda bu elçi canlanacak. Yani her
şeyimizle Rasûlullah Efendimizi izleyeceğiz. Onu takip edecek, onu örnek alacak,
onun arkasına düşecek, onun gibi olmaya çalışacağız. İşte o zaman Rabbimiz bu
elçisiyle, bu elçinin bize sunduğu zi-kirle, haritayla, pusulayla bizi
karanlıklardan aydınlık bir dünyaya çıkaracaktır. Tüm problemlerimizi çözüme
kavuşturup bizi sahil-i selâmete çıkaracaktır. Sıkıntılarımızı,
geçimsizliklerimizi, hayatın zorluklarını gi-derecektir.
Değilse, eğer bu zikirle
ilgilenmez, Allah’ın elçisinin gösterdiği yola girmezsek kesinlikle bilelim ki
karanlıklardan, bunalımlardan, geçimsizliklerden, sıkıntılardan kurtulmamız asla
mümkün olmayacaktır. Biraz önce anlatılan şehir halkları gibi Allah’ın azabına
kendimizi mahkum edeceğiz demektir.
Kim Allah’a, Allah’tan gelenlere
Allah’ın istediği gibi iman eder ve iman kaynaklı bir hayat yaşarsa, Müslümanca
bir hayatın sahibi olursa Allah böyle olanları altlarından ırmaklar akan
cennetlere yerleştirecek, o cennetlerde ağırlayacaktır. Onlar orada ebedîyen
nimet içinde kalacaklardır. Allah onlara orada çok güzel rızıklar ihsan
etmiştir. Dünyada böyle muhsince bir hayat yaşayan, Allah’ı görüyormuşçasına,
hep O’nun kontrolü altında olduğunu unutmadan, O’na lâyık bir hayat yaşayanlara
Rabbimiz o cennetlerde çok güzel rızıklar hazırlamıştır. O Allah
ki:
12. “Yedi göğü ve yerden de bir o
kadarını yaratan Allah’tır, Allah’ın her şeye Kâdir olduğunu ve Allah’ın ilminin
her şeyi kuşattığını bilmeniz için Allah’ın buyruğu bunlar arasında iner
durur.”
Yedi kat gökyüzünü yaratmış, ve
yeryüzünden de, yer cinsinden de aynısını yaratmıştır. Rasûlullah Efendimiz de
“Arazîn” ifadesini kullanmaktadır.
Yani tek arz değil, arzlar diyor Allah’ın Resûlü. Rabbimiz yedi gök yarattım,
onlar mislince de arzdan yarattım buyurduğuna göre, bunu yedi arz olarak
anlayabiliyoruz. İşte Rasûlullah Efendimiz de hadislerinde “Arazîn” buyurarak birden çok
arzlardan söz ediyor. Kimileri yedi arz derken, bazıları da arzın, yani
yeryüzünün tabakaları demiştir.
Kimileri işte efendim burası
bizim arzımız, bizim arazimiz, ötekisi de ötekinin arazisidir şeklinde anlamış,
bunu yedi kıta olarak yorumlamışlardır.
Peki ne anlatır bu tür ifadeler
bize? Bu tür âyetler bize kendisine kul olunacak varlığı anlatır. Bu âyetler
bize güçlüyü, etkiliyi, Kâdir olanı, bilgin olanı, her şeye iradesi geçerli
olanı, her konuda söz sahibi olanı, mülke Mâlik olanı, yani bizim kendisine
teslim olacağımız yegâne Rabb, Melik, İlâh ve Mabud olan Allah’ı anlatır.
Allah’ın Kâdir olduğunu, Allah’ın
emrinin, Allah’ın ilminin her şeyi kuşatmış olduğunu bilmez misiniz, anlamaz
mısınız? Allah’ın buyruğu bunlar arasında iner durur. Allah’ın emirleri gelir
gider. Tüm kâinatta Allah’ın iradesi geçerlidir. Allah her şeye Kâdirdir. Her
şeye hükmeden O’dur. Gökleri yaratan da, onlar mislinden yerleri yaratan da
O’dur. Göklerde de, yerlerde de hükümran olan O’dur. Yetki sadece O’na aittir.
Öyleyse gelin göklerin ve yerin
teslim olup boyun büktüğü Rabbinizin size gönderdiği bu âyetlerine, bu
yasalarına sizler de teslim olun. Gelin Rabbinizin size tarif buyurduğu bir
şekilde hayat yaşayın. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman edin. Allah’ın bu
sınırlarına riâyet edin. Allah’ın kudret eli altında olduğunuzu unutmayın. Her
şeyi ilmiyle kuşatan Allah’ın sizi de kuşattığının bilincine erin. O zaman
hayatınız güzel olacak, o zaman cennet sizin olacaktır.
Bu sûre ile alakalı da bu kadar
söz yeter. Rabbim gereğiyle iman edip amele yönelenlerden eylesin inşallah. Ve
âhiru da’vana enilhamdü lillahi Rabbi’l âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder