TAHRÎM SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabı-mızın
66., nüzûl sıralamasına göre 107., Mufassal kısmı beşinci sûreler grubu-nun
üçüncü sûresi olan Tahrîm sûresi, Medine’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
12’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Tahrîm sûresi, hicretin yedinci,
sekizinci yıllarında Medine’de nâzil olmuş 12 âyetlik bir sûredir.
Adını
birinci âyetten almıştır. Fakat bu ismin sûrenin muhtevası ile doğrudan bir
alakası yoktur. Mutehar-rim adıyla da anılmaktadır.
Sûre bir hadise üzerine
Rasulullah Efendimizin Allah’ın kendi-sine helâl kıldığı şeyleri eşlerinin
rızasını elde edebilmek için ken-disine haram kılması konusuyla başlamakta ve
ilk bölümde bu konu-da Allah’ın Rasûlü uyarılmaktadır. Böylece sûrede
Peygamber’in (a.s) de bir insan olduğu ortaya konulmaktadır.
Sonra yine analarımızın,
Rasulullah Efendimizin zevcelerinin de günâhsız olmadıkları, onların da bir
takım kusurlar işleyebildikleri vurgulanmaktadır. Herkesin bu dünyada ne
yapmışsa yarın onunla karşı karşıya geleceği anlatılır. Daha sonra kullukta Hz.
Nuh’la (a.s), Hz. Lût’un (a.s) karısının örneği verilmektedir. İman etmeyen iki
pey-gamber karısının imtihanı kaybettikleri, peygamber karısı olma nime-tini
teperek cehenneme gidişleri anlatılırken, onların karşısında yeryü-zünün en
zalim insanlarından birinin karısının çok zor şartlar altında olmasına rağmen
cennete gidişi anlatılır. Sonra kadınların şereflile-rinden, yeryüzünde
imtihanların en çetinine maruz kalmış değerli ana-mız Meryem’den söz edilir.
Onun şahsında Allah’ın emirlerinin, Al-lah’ın kitaplarının tasdiki örneklenir.
Resulullah
(s.a.s)'in hayatı, her yönüyle müminlere örneklik edecek olan bir hayattır.
Allah Teâla dinini inzâl ederken onu, Pey-gamber (s.a.s)'e yaşatmış ve
gereklerinin ne şekilde yerine getirile-ceğini, sonraki insanlara pratik hayata
dökülmüş bir şekilde aktar-mıştır. Bunlardan birisi de bu sûrenin nâzil olmasına
sebep olduğu ri-vâyet edilen olaydır. Hz. Âişe (r.a)'dan nakledilen bir hadis:
Rasulul-lah (s.a.s), bir hanımının odasında daha fazla kalıyormuş. Bunu kıskanan
diğer hanımları, bir hileye başvurarak bunun önüne geçmek istemişler Bunun
üzerine Resulullah (s.a.s) helâl olduğu halde kıska-nılan hanımının ikrâm ettiği
baldan içmeyeceğine yemin ederek, onu kendisine yasak kılmıştı (Buhâri Talâk,
8)
Allah
Teâlâ bu olay üzerine Resulullah (s.a.s)'i uyararak ser-zenişli bir uslûbla
helâl-haram, caiz olan olmayan ve bunun gibi diğer bütün yasaklama ve serbest
bırakmaların sadece Allah Teâlâ'nın be-lirlemesi ile olduğunu, Peygamber dahi
olsa, kanun koyma hususun-da hiç kimsenin söz hakkı bulunmadığını şöyle
bildirmiştir: "Ey Pey-gamber! Eşlerinin rızasını kazanmak için Allah'ın sana
helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?. ." (1). Hz. Peygamber (s.a.s)
bu yasaklamayı, sadece kendi nefsi için öngörmüştü. Ancak o, sıradan bir insan
konumunda olmadığı gibi, işlediği her şey ümmet için bir nu-mûne idi. Bunun
için, çok basit görünse bile yaptığı hatalar hemen Allah tarafından
düzeltiliyordu. Ayrıca, diğer bir takım insanlar buna bakarak kendilerine bir
takım haramlar ihdas ederler ve bunda bir sa-kınca görmeyebilirlerdi. Allah
Teâlâ böyle bir sapmaya, açık kapı bırakmamak için, peygamberin hatasını hemen
düzeltmiştir.
Allah
Teâlâ, Peygamber (s.a.s)'in yaşayışındaki basit bir yanlı-şı bile ihmal etmeyip
düzelttiğine göre Resulullah (s.a.s)'ın işlediği her şey Allah'ın murakabesi ve
yönlendirmesi ile cereyan etmektedir. Böyle olunca da işlediğinin ve yasaklayıp
serbest bıraktığının mümin-ler için bağlayıcı olduğu sonucu çıkar. Nitekim Allah
Teâla; "Onun her konuştuğu Allah tarafından vahiy edilen başka bir şey değildir"
(en-Necm, 53/4) buyurmaktadır. Allah Teâlâ bu tip küçük hataları düşüp, sonra
tevbe edenleri ise bağışlayacaktır: "...Allah, "Gafur'dur, Rahim 'dir" çok
affeden ve çok merhamet edendir. (1). Allah'ın helâl kıldığı şeyleri,
kendilerine yasaklayarak, yeminlerden bir rahmet olsun diye, kefâretini vermek
şartıyla yeminlerden vazgeçilebileceğini beyan ediyor: "Şüphesiz Allah,
yeminlerinizi kefâret vermek suretiyle bozma-nızı size meşru kıldı"
(2).
Daha
sonra gelen âyetlerde Allah Teâlâ, Peygamber (s.a.s) hanımlarının bu takım
hareketlerini zikrederek, onları Peygamber (s.a.s)'e karşı davranışlarında daha
dikkatli olmaları için uyarmak-tadır.
Peşinden,
iman eden insanların çocuklarına ve eşlerine karşı olan vazifeleri uyarıcı bir
uslûbla zikredilmektedir. Bu görev, sorumlu-lukları üstlenilen kişilerin ebedî
olan ahiret hayatına hazırlanmalarını sağlamaktır. Yani onları önlerindeki ateş
çukurlarına düşürecek olan tuzaklardan koruması gerektiği bildirilerek,
Cehennemin başında bek-leyen ve verilen emirleri eksiksiz uygulayan meleklerin
tavırları gözler önüne serilmektedir: "Ey İman edenler! Yakıtı insanlar ve
taşlar olan Cehennem ateşinden kendinizi ve ailenizi koruyun. Ateşin başında
sert ve şiddetli Allah'ın emrine karşı gelmeyen, verilen emirleri olduğu gibi
yerine getiren melekler vardır" (6).
İman
edenlerden, kalpten, içtenlikle tevbe etmeleri istenmekte ve ancak böyle tövbe
etmekle Allah'ın bağışlamasının umulabileceği gerçeği dile getirilerek,
bağışlanıp Cennete girmeye hak kazananların o gün içinde bulunacakları
durumların güzelliği zikredilmektedir: "Ey iman edenler! Allah'a samimiyetle
tövbe edin. Belki Rabbiniz kötülük-lerinizi siler. Peygamberi ve beraberindeki
müminleri utandırmayacağı günde sizi altından ırmaklar akan cennetlere koyar..."
(8)
Bunun
hemen peşinden gelen âyette İslâm ümmetinin korun-ması için, kâfirlerle ve
münâfıklarla savaş edilmesi emri gelmektedir. Ayrıca onlara karşı takınılacak
tavrın nasıl olma gerektiğine de temas edilmektedir: "Ey Peygamber! Kâfirlere ve
münâfıklara karşı cihad et. Onlara sert davran. Onların sığınacakları yer
Cehennemdir. O ne kö-tü bir yerdir." (9)
Burada
konunun birden değişerek kâfirlere ve münâfıklara karşı cihat emredilmesinin
hikmeti, daha önceki âyette cehennem ateşinden korunması emredilen yuvanın,
ancak yeryüzünde zulüm yapan azgın ve bozguncu kitlelerin ifsadının önüne bir
sed çekilerek İslâm toplumunun emniyete alınması ile mümkün olabileceği
gerçe-ğidir. Bunun da tek yolu, İslâm'a savaş ilân edenlere karşı
savaş-maktır.
Sûrenin
bundan sonraki âyetlerinde inanan kadınlara örnek ve ibret olsun diye, tarihte
yaşamış iki mümin ve iki de kâfir kadından söz edilir. Nuh ve Lût (a.s)'ın
hanımları onlara ihânet edip, kâfirlerle birlik oldukları için helâk olanlardan
olmuşlardı. Peygamber hanımı ol-maları, onları bu elim azaptan kurtaramamıştı.
Bu insanoğlunun kendi amelleriyle baş başa kalacağının açık bir
delilidir.
Firavun'un
hanımı ise yaşadığı şirk ve küfür tufanı içerisinde tek başına kurtuluş yolunu
bulabilmiş ve kralın sarayında, bütün dün-yevi nimetleri teperek, ahiret
yurdunun güzelliklerine talip olabilmişti. Firavun'un bir kötülüğünün
dokunmasından endişe ettiği için de Al-lah'a sığınmıştı: "Rabbim Cennete
rahmetine yakın bir yerde bana bir ev yap. Beni Firavun 'dan ve onun kötü
amellerinden kurtar. Beni şu zâlim kavimden kurtar" (11).
Allah
Teâlâ, iman edenlere yine, seçkin kadınlardan biri olan Meryem'i
misa l
vererek, sûreyi bitirmektedir; Meryem, kendini Allah'a adamanın bir numûnesidir:
"Allah iman edenlere, namusunu koruyan İmran'ın kızı Meryem'i de misâl gösterir.
Biz ona, ruhumuzdan üfledik. O, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti
ve itaatkâr olanlar-dandı" (12).
Bu
kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başlayabiliriz. Sûrenin ilk âyeti, Rasulullah
Efendimize hitapla başlar:
1. “Ey
Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin
kendine yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, acıyandır.”
Ey peygamber, eşlerinin
hoşnutluğunu isteyerek, hanımlarının rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl
kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? Allah bağışlayandır, merhametlidir.
Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlüyle alâkalı tefsir kitaplarında iki hadise anlatılır.
Âyet-i kerîmede Rasulullah Efendimizle hanımları arasında geçen bir hadiseye
dikkat çekilmektedir. Tabii bu hadisenin ne olduğu konusunda kitabımızda bir
açıklama yoktur. Ancak müfessirlerimiz iki olaydan söz etmişlerdir. Bunlardan
birisi Rasulullah Efendimizin hanımlarından Hz. Mariye anamız hakkındadır.
İkincisi de Rasulullah Efendimizin yine hanımları sebebiyle bal yemeyi kendisine
haram etmesi olayıdır.
Mariye anamızla alâkalı konu şöyle:
Mariye anamız, Mısır meliki Mukavkıs tarafından Rasulullah Efendimize câriye
olarak hediye edilen anamızdır. Mukavkıs, Rasulullah Efendimizin kendisine
gönderdiği İslâm’a dâvet mektubunu okumuş, elçisini dinlemiş, iman etmeyi kabul
etmemiş, ama elçiye güzel davranmış ve Rasulullah Efen-dimize iki câriye
göndermişti. Bunlardan birinin adı Sîrîn, ötekisinin adı da Mariye idi. Allah’ın
Resûlü, Sîrîn’i sahâbesinden birisine, Mari-ye’yi de kendisine almıştı.
Rasulullah Efendimizin Mariye’den İbrahîm isminde bir çocuğu dünyaya gelmiştir.
Mariye çok güzel olduğu için, Ayşe anamız, “ben hiçbir kadını Mariye kadar
kıskanmadım” buyurur.
Bir gün Allah’ın Resûlü, hanımlarından
birisinin evinde, Mariye ile beraber olur. Hafsa anamızın bulunmadığı bir
ortamda onun hücresinde Mariye ile beraber olur. Hafsa anamız buna çok içerler.
Bunun üzerine Rasulullah Efendimiz de onun gönlünü alabilmek, onu memnun
edebilmek için Mariye ile beraber olmayacağına dair yemin eder. Veya, “bundan
sonra Mariye ile beraber olmayacağım” der. Böylece bir hanımının hatırı için
Allah’ın kendisine helâl kıldığı bir şeyi kendisine haram kılar. İşte bunun
doğru olmadığı hususunda Rabbi-mizin bir uyarısıyla karşı karşıya gelir. Sürekli
Rabbimizin kontrolü al-tında olan Allah’ın Resûlü, bir Allah uyarısına muhatap
olur. İşte bu âyet, bu hadise üzerine nazil olmuştur.
İkinci hadise ise, Buhârî, Müslim gibi
muteber hadis kitaplarında Hz. Ayşe anamızdan nakledilen hadisedir ki, o da
şöyledir: İkindi namazlarından sonra hanımlarının yanına uğrama âdeti olan
Rasu-lullah Efendimiz, bu gezintileri sırasında Zeynep anamızın yanında uzun
süre kaldı. Çünkü bir yerden Zeynep anamıza bal gelmiş ve o da Rasulullah
Efendimize bal şerbeti ikram ediyordu. Buna içerleyen Ayşe anamız der ki, “ben,
Hafsa, Sevde ve Safiye ile bir araya gelip efendimiz yanımıza geldiğinde her
birimiz ona ağzında meğafir kokusunun olduğunu söyleyelim diye sözleştik. Aynen
planladıkları gibi her biri Rasulullah efendimize ağzının koktuğunu söylerler ve
bunun üzerine Allah’ın Rasûlü bir daha bal yememeye yemin eder, ya da söz verir.
İşte hanımlarının hatırı için
Allah’ın kendisine helâl kıldığı bir şeyi kendisine haram kıldığı için
Rabbimizin bu uyarısıyla karşı karşıya gelir. Tabii burada hem Rasulullah
Efendimiz, hem de onu böyle bir şeye teşvik ettikleri için analarımız
uyarılmaktadır. Bundan anlıyo-ruz ki;
a)
Haram-helal belirleme konusunda hüküm sadece ve sade-ce Allah'a aittir. Değil
sıradan bir insana, Allah'ın Rasûlü’ne dahi bu tür bir yetki tanınmamıştır. Bir
peygamber eğer bir şey hakkında haram veya helal kararı veriyorsa, bu muhakkak
Allah'ın O'na bir işareti iledir.
b)
İslâm toplumu içinde Hz. Peygamber (s.a) tabiatı icabı çok hassas bir konumda
bulunuyordu. Öyle ki, O'nun herhangi bir davranışı bile yasal nitelik taşıyordu.
Bu bakımdan Allah Teâlâ, peygamberlerin hayatını çok yakından sürekli bir
denetim altında tutmuştur. Allah kendi rızası dışında bir şey sokulmasın diye ve
İslâmî kaide ve usullerin sahih bir biçimde sadece Allah'ın Kitabı'nda değil,
yanı sıra Peygamber'in (s.a) "güzel bir örnek" olan hayatında da sergilenmesi
için, peygamberlerin yollarından biraz sapmaları halinde bile onları hemen
düzeltmiştir.
c)
Yukarıdaki hususun açıklanmasından sonra, ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır:
Şayet Hz. Peygamber (s.a) küçük bir zaaf için bile uyarılmış, tenkit edilmiş ve
bunlar Kur'an ile de kayıtlanmışsa, Hz. Peygamber'in (s.a.) bize kadar
ulaşabilen tertemiz hayatı boyunca iş-lediği fiil ve davranışları, emir ve
irşatları içinde Allah'ın tenkit ve tas-hih etmediklerinin tümü haktır ve
Allah'ın rızasına uygundur. Dolayı-sıyla bizler, tereddüt etmeksizin, güvenle
onları yol gösterici olarak alabiliriz.
d)
Kur'an'da Hz. Peygamber'e (s.a) saygı gösterilmesi, Allah'a imanın bir şartı
olarak bildirilmiştir. Bu sûrede ise, aynı Peygamber, hanımlarını memnun etmek
için helal bir şeyi kendisine haram kıldığından ve Allah'ın kendilerini
"müminlerin anneleri" şeklinde niteleyip, Müslümanlara onlara saygı
göstermelerini emrettiği Peygamber hanımları, taşıdıkları bazı zaaflardan dolayı
şiddetle ikaz edilmişlerdir. Üstelik Hz. Peygamber'e (s.a.) ve temiz eşlerine bu
ikaz gizlice değil, açıktan yapılarak, İslâm ümmetinin gece-gündüz okuyacağı
Kur'an-ı Kerim'e de kaydedilmiştir. Burada, Allah'ın maksadının Hz. Peygamber'i
ve eşlerini Müslümanların gözünden düşürmek olmadığı açıkça ortadadır.
Ayrıca
Kur'an'ın bu sûresini okumalarının Müslümanların kalbinde onlara karşı varolan
saygı ve hürmeti azaltacağı da düşünüle-mez. Peki o halde bu meselenin Kur'an'da
zikredilmesinin sebebi ne-dir? Bunun sebebi, Allah Teâlâ'nın müminlere, kendi
önder ve büyüklerine saygı ve hürmetin sınırlarını öğretmek istemesidir. Yani,
Hz. Muhammed (s.a) sadece bir peygamberdir. O (hâşâ) kendisinden hiç-bir zaafın
sudur etmeyeceği bir ilah değildir! Hz. Peygamber'e (s.a.) gösterilen saygı,
kendisinden hiçbir zaaf ve kusurun sudur etmemesi nedeniyle değil, Allah'ın
insanlara gönderdiği bir nümune-i imtisa l
olduğu içindir. O'ndan küçük bir hata bile sadır olduğunda, Allah O'nu
düzeltmeksizin bırakmamıştır. Böylece Müslümanların, büyükleri aşırı yüceltme
hususunda ileri gitmemeleri, onları beşer hüviyetinden çıkarmamaları ve onları
ilahlaştırmamaları için, onların hatalarına bizzat Allah dikkat çekerek, onları
düzeltmiştir.
Bu
ifade, yapılan davranışın beğenilmediğini ortaya koymak için kullanılmıştır.
Yani maksat, Hz. Peygamber'in (s.a.) davranışının Allah tarafından hoş
karşılanmadığının vurgulanmasıdır. Çünkü Allah’ın Resûlü, sıradan bir insan
konumunda değildi, o bir Peygamberdi. O'nun herhangi bir şeyi kendi nefsine
haram kıldığında, ümmetin de o şeyi haram ya da en azından mekruh olarak kabul
etme tehlikesi söz konusuydu. Veya ümmet içerisinde bazı kimseler, kendi
kendilerine birtakım haramlar ihdas ettiklerinde, hiç kimse bunda bir beis
görmeyebilirdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'i (s.a) bu davranışı
dolayısıyla şiddetle ikaz ederek, bundan vazgeçmesini emretmiştir. Ama bu
ifadeden, Hz. Peygamber'in (s.a.) helal olan bu şeyi kendi isteği ile değil,
hanımlarını memnun etmek için kendine haram kıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü
dikkat ederseniz bu hadiseden sadece Hz. Peygamber (s.a) değil, O'nun hanımları
da eleştiriye muhatap olmuşlardır. Çünkü O'nlar bir Peygamber hanımı olmanın
önemini idrak edememiş ve Hz. Peygamber'i (s.a) helal bir şeyi haram kılma
tehlikesi içine sokmuşlardır.
Rasulullah Efendimizin tüm hayatı, tüm
yaptıkları bizim için din olduğundan, onun böyle kendi içtihadıyla
yaptıklarından kimileri Rab-bimiz tarafından hoş görülmeyip uyarılmış,
yanlışları düzeltilmiştir. Bunları, bu onaylanmayanları Kur’an-ı Kerîm’de bizzat
görüyoruz.
Yine meselâ bir defasında Allah’ın
Resûlü, Mekke’nin kalbur üstü insanlarına, Kureyş’in aristokratlarına tebliğde
bulunurken, birdenbire iki gözü âmâ olan, gözleri görmediği için de düşe kalka,
güçlükle oraya kadar ulaşan İbni Ümmü Mektum çıkagelir ve: “Ey Allah’ın Resûlü!
Bana hidâyet yolunu göster! Ben senden nasiplenmek istiyo-rum, bana yeni gelen
Allah’ın âyetlerini anlatsana!” der. Rasulullah’ın çevresindekilerden haberi
yoktur. Allah’ın Rasûlü, “şimdi bunun sırası mıydı ey Ümmü Mektum?” dercesine
onun bu davranışını münâsebetsizlik kabul ederek, talebini cevapsız bırakarak
ısrarla ötekilere yönelişini sürdürür ve hemen arkasından Rasulullah Efendimizin
bu davranışının onaylanmadığına dair orada Abese sûresinin ilk âyetleri
gelir:
“Yanına âmâ bir kimse geldi diye
Peygamber yüzünü asıp çevirdi. Ey Muhammed! Ne bilirsin, belki de o arınacak;
yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda
verecekti.”
(Abese 15)
Rabbimiz, kâfirlerin gözleri önünde
peygamberimizin bu davranışını beğenmeyerek, onaylamayarak onu uyarıverdi.
“Sakın bir da-ha böyle bir şey yapma peygamberim! Çünkü bir peygambere bu tür
kâfirleri Müslümana tercih yakışmaz! Müslüman dururken kâfirlere yönelmek olmaz”
buyurdu.
Yine meselâ Allah’ın Rasûlü, samimi bir
Müslüman olan Abdullah’ın isteği üzerine münâfıklardan olan babası Abdullah bin
Übey-y’in cenaze namazını kıldırmayı kabul edip hazırlıklara başladı. Tam namazı
kıldırmak üzere yerini aldığı sırada, Tevbe sûresiyle Rabbimiz onu uyarıverdi ve
bu davranışını onaylamadığını ortaya koyuverdi.
“Onlardan ölen kimsenin namazını sakın
kılma, mezarı başında durma! Çünkü onlar Allah’ı ve peygamberini inkâr ettiler,
fâsık olarak öldüler.”
İşte bakın burada da Rasulullah
Efendimiz kendi içtihadıyla hanımlarının hatırına kendisine Allah’ın helâl
kıldığı bir şeyi haram etmiş, onlara yaklaşmamaya yemin etmiş, Rabbimiz de bunu
onaylamamış ve hemen sûrenin ilk âyetleriyle onu
uyarmıştır.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki,
Rasulullah Efendimizin kendi içtihadıyla yaptıklarından kimileri Allah
tarafından onaylanmamış, yanlış bulunmuş ve düzeltilmiştir. İşte bu
onaylanmayanlardan anlıyo-ruz ki, öteki yaptıklarına ses çıkarılmadığına göre
demek ki onlar Allah tarafından onaylanmıştır. Meselâ ben şimdi on cümle
söylesem, içimizde her şeyin doğrusunu bilen birisi, “bu sözlerinden ikisi doğru
değil” derse, bu ne anlama gelir? İkisi yanlış ama ötekiler doğru anla-mına
gelir, değil mi? İkisinin dışındaki söylediklerimin tümünün onaylanması anlamına
gelir, değil mi?
İşte Rasulullah Efendimizin
yaptıklarından bazılarının Allah tarafından onaylanmayarak düzeltilmesi, hem ses
çıkarılmayan öteki yaptıklarının onaylandığı anlamına gelir, hem de onun bu
yanlışlarının düzeltilmesi, yanlışlarına göz yumulmaması onların din olarak
ümmete yanlış intikaline izin verilmemesi anlamına gelir. Yani demek ki
Ra-sulullah’ın yaptıklarının tamamı din olarak ümmeti bağlayıcı olduğu için,
Rabbimiz yanlışlarını düzeltiyor, onların ümmete yanlış olarak intikalini
istemiyordu. Eğer Rasulullah efendimizin sünneti din olarak bizim için bağlayıcı
olmasaydı, Rabbimiz onları düzeltmek için neden vahiy
göndersindi!
Sürekli Allah kontrolünde bir beşer
olarak Rasulullah Efendimizin böyle onaylı bir biçimde yaptıklarının,
söylediklerinin, yapılıp söylenmesine izin verdiklerinin tümüne sünnet, yani din
diyoruz. Bu dinin bir bölümüdür, diyoruz. Onu bir kenara atmak, dini
eksiltmektir. Böyle bir olayın arkasından Rabbimiz peygamberini uyardı, onun bu
davranışını onaylamadı, ama hemen onu affettiğini de
bildiriverdi.
Allah Ğafûr’dur, Allah merhamet
sahibidir ve çok bağışlayandır. Allah, kullarının eksikliklerini, kusurlarını
örtendir. Kullarına merhametle muamele edendir. Kesinlikle Rasulullah Efendimiz
bunu Allah’a isyan olsun diye yapmamıştır. Sadece analarımızdan birinin gönlünü
hoş etmek için yapmıştır. Ama yanlış bir hareket olduğu için, Rabbimiz de hemen
onu uyarmış, ümmetine bu yanlışın din olarak intikalini istemediği için de bu
yanlışını düzeltmiş, rahmet ve mağfiretiyle peygamberine muamele buyurmuştur.
Bunun yanında, bunun çaresini de peygamberine göstermiştir.
Yani böyle bir hareketin
kefaretinin nasıl olacağını da Rabbi-miz vahyetmiştir. Öyleyse hiçbir kulun
Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi kendisine haram kılma yetkisi yoktur. Hiç kimse
böyle bir şeyi yapma-malıdır. Bir Müslümanın böyle bir hataya düşmesine onun
karıları, ço-cukları, kardeşleri, çevresindeki Müslümanlar da sebep
olmamalıdırlar. Bir Müslüman, karısını, oğlunu, kızını, çevresindeki
Müslümanları razı edebilmek için böyle şeylere tevessül etmemelidir. Allah’ın
rızası, Allah’ın hatırı herkesin ve her şeyin üzerinde tutulmalıdır.
Yani bizler öyle güzel bir
Müslümanlık yaşamalıyız ki, insanlar da bizi memnun edebilmek için böyle
Allah’ın memnun olmayacağı bir kısım hareketlere zorlanmamalıdırlar. Ne kendimiz
başkalarını buna zorlayacağız, ne de başkalarının bizi böyle şeylere zorlamasına
imkân vereceğiz. Sadece Allah’ın istediklerinden razı olacağız ve bizi ra-zı
etmek isteyenler de sadece Allah’ın istediklerine yönelmek zorunda kalacaklar.
Unutmayacağız ki Allah bizim için son derece Ğafûr ve Rahîmdir. Rabbimizin bizim
için çizmiş olduğu haram, helâl sınırları en güzel sınırlardır. Onları aşmamaya,
onlar rehberliğinde Müslüman-ca bir hayat yaşamaya gayret
edeceğiz.
2. “Allah
şüphesiz size, yeminlerinizi kefaretle geri almanızı meşru kılmıştır. Allah
sizin dostunuzdur. O, bilendir, Hakîmdir.”
Muhakkak ki Allah size
yeminlerinizi çözmenizi farz kılmıştır. Yeminlerinizden kefaretle dönmenizi size
meşru kılmış, yeminlerinizi kefaretle geri almanız konusunda size yol
göstermiştir. Mâide sûresinin 89. âyetinde beyan edildiği gibi, kefaretini
ödeyerek bu yeminlerinizden vazgeçmenizi sizin için meşru kılmıştır. Yani
kefaretini vererek kendinize böylece haram kıldığınız o helâl şeye yeniden
dönebilirsiniz. Bilesiniz ki Allah sizin Mevlâ’nızdır. Allah sizin adınıza karar
veren velînizdir. Sizin için en güzelini, en hayırlısını bilen, sizi sizden daha
çok düşünen, sizin hayrınıza kararlar alan dostunuzdur. O’nun tüm emirleri,
sizin adınıza aldığı tüm kararları baştan sona bir hikmete dayanmaktadır.
Velîniz olarak Rabbiniz sizi başıboş, sahipsiz bırakmamıştır. Çünkü Allah her
şeyi en iyi bilen, mutlak bilen, tam bilen, si-zin adınıza aldığı her kararı
yerli yerinde olan, her hükmü mutlak doğru ve güzel olandır. Size düşen kendi
bilgilerinizi, kendi kanaatlerinizi bir kenara bırakıp, her şeyi en iyi bilen,
size son derece merhametli o-lan Rabbinizin buyruklarına boyun bükmektir.
Rabbinizin hayat programına teslim olmak, Mevlâ’nızın her buyruğuna itaat
etmektir. Hüküm sadece O’nundur. Hükümranlık, egemenlik sadece O’na aittir.
Kulların hatasız olmaları mümkün
değildir. Bazen insanlar işte böyle hatalara düşebilirler. İnsan bazen karısını,
kadın bazen kocasını, oğlunu, kızını, babasını, anasını, kardeşini, hocasını,
şeyhini, liderini memnun edebilmek için, ya da onlardan birisine kızgınlığından
ötürü Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi kendisine haram kılmaya kalkışabilir.
Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi yapmama, ya da Allah’ın haram kıldığı bir şeyi
yapma konusunda yemin edebilir. İnsanın ağzından böyle sözler çıkabilir. Ama
hemen arkasından Rabbine dönmeli, Rabbine sığınmalı, Rabbinin rahmetine ve
mağfiretine sığınmalı, tevbe etmelidir. İşte bakın Rabbimiz böyle davranan
kullarına bu konuda yol gösteriyor. Yemininden dönebilme imkânı sağlıyor.
Yemininin kefaretini vererek Allah’ın helâl kılıp ta kendisinin haramlaştırdığı
sahaya tekrar dönebilme fırsatı veriyor. "Yeminin
kefareti verip, (tıpkı Mâide: 89'da beyan edildiği gibi) amel ederek bu yeminden
vazgeç." Yani kendine haram ettiğin helal şeyi yeniden
kullanabilirsin. Bu
konuda mezheplerin farklı görüşlerini şöyle kısaca söyleyelim
inşallah:
a)
Hanefilere göre, bir kimsenin talak niyeti olmaksızın hanımı-nı kendisine haram
kılması veya ona yaklaşmayacağına yemin et-mesi, "İlâ" dır. Dolayısıyla bu
durumdaki bir erkeğin hanımına yaklaş-madan önce kefaret vermesi gerekmektedir.
Tam aksine, talak niyetiyle hanımını kendisine haram kılmış olursa, niyetinin
açığa çıkması gerekir; 3 talak niyetiyle söylemişse, 3 talak; 1 veya 2 talak
niyetiyle söylenmişse, 1 talak sayılır. Şayet bir kimse, hanımını
kastetmeksi-zin, "Bana helal olan ne varsa, haram olsun" derse, hanımı kendisine
haram olmaz ama diğer helal şeyleri yemin kefareti vermeksizin kullanması caiz
değildir.
b)
Şafiilere göre, bir kimse hanımını talak veya zıhar niyetiyle kendisine haram
kılmış ise, niyet ettiği vuku bulur. Ric'i talaka niyet etmişse ric'i talak,
bain talaka niyet etmişse bain talak, zıhar’a niyet etmişse zıhar vuku bulur.
Şayet talak ve zıhar lafızlarının her ikisini de kullanarak, hanımını haram
kılarsa, hangisini kastettiği kendisine sorulur. Çünkü hem talak hem de zıhar
aynı zamanda geçerli olmaz. Talak ile nikah sona erebilirken, zıhar ile sona
ermez. Hiçbir niyeti ol-maksızın hanımı haram kılmışsa, bu tahrim değildir. Ama
yemin kefareti vermek zorundadır. Şayet hanımının dışında başka bir şeyi haram
kılmışsa, bu sadece boş bir sözdür, kefaret gerekmez. c) Malikilere göre,
kişinin hanımının dışında bir şeyi kendisine haram kılmasıyla o şey kendisine
haram olmaz veya ayrıca onu kul-lanmak için de kefaret vermesi gerekli değildir.
Fakat hanımına, "Ben sana haramım" ve-ya "Sen bana haramsın" derse, aralarında
mübaşeret olsun-olmasın, 3 talak vuku bulur.
3.
“Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. O, bunu peygamberin
diğer bir eşine haber verince, Allah da peygambere durumu bildirmiş o da bir
kısmını yüzüne vurmuş, bir kısmını yüzüne vurmaktan geri durmuştu. Eşine,
gizlice söylediği şeyi başkasına nakletmiş olduğunu bildirince, eşi: “Bunu sana
kim haber verdi?” demiş, o da: “Bana, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan
Allah haber verdi” demişti.”
Burada yine Rasulullah
Efendimizin hanımlarıyla alâkalı bir başka konu daha anlatılıyor. Hani peygamber
hanımlarından birisine gizlice bir sır söylemişti. Kendisine sır verilen o
anamız da, o peygam-ber sırrını peygamberin öteki hanımlarından birine haber
vermişti. Al-lah da bunu peygamberine haber vermişti. Yani Rasulullah
Efendimizin sadece hanımlarından birisine söylediği o sırrın o hanımı tarafından
başka bir hanımına taşındığını, sırrının ifşâ edildiğini Rabbimiz peygamberine
bildirdi. Peygamber de o sırrını ifşâ eden hanımının suçunu yüzüne vurmadı. Onun
öteki kumasına söylediklerinden bir kısmını yüzüne vurmuş, bir kısmını da
söylememişti. Yani peygamber o hanımına, sen şöyle şöyle demişsin diyerek
söylediklerinden bir kıs-mını haber verip bir kısmını söylemeyerek onu mahcup
etmek istememişti. Rasulullah ona yaptığını haber verince, o anamız da dedi ki:
“Ey Allah’ın Rasûlü bunu sana kim söyledi? Benim senin bana söylediğin o sırrı
öteki hanımına söylediğimi sana kim bildirdi?” Peygamber (a.s): “Onu bana her
şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Rabbim bil-dirmiştir” buyurdu. Böylece,
böyle bir konuda o anamız ikaz edilmiş, yaptığından dolayı uyarılmış
oldu.
Tabii sadece o anamız değil, ya da
sadece Rasulullah Efendimiz değil, onların şahsında kıyamete kadar gelecek tüm
mü’minler ve mü’mineler bu konuyla, bu âyetle ikaz edilmiş, uyarılmış oldular.
Nasıl? Meselâ bir Müslüman dost bilip, sırdaş bilip bir Müslüman kardeşine bir
sırrını açtığı zaman, o sırrın o Müslüman tarafından artık hiç kimseye
nakledilmemesi, saklanması, muhafaza edilmesi gerekecektir. Emânete hıyanet
edilmemesi gerekecektir. Herhalde kendisini emin bilerek o sırrı söyleyen kimse
gerekli görmüştür ki, o sırrı kendisine söylemiştir. Öyleyse bu konuda sadık
davranıp o sırrı söyleyen kimsenin haberi olmadan o sırrın başkalarına
ulaştırılması, sırrın ifşâ edilmesi, gerek o sırrı ulaştıran mü’mini, gerekse o
sırrın ilk sahibini zor durumda bırakacaktır.
Hele hele bu sırrın sahibi peygamberse…
Düşünün ki Peygamber (a.s), İslâm’ı tümüyle benliğinde, ailesinde, çevresinde ve
toplumunda yaşayan bir örnektir. Herkes kendisine uymak, kendisiyle yol bulmak
zorundadır. Bir peygamber ki, toplumunun hem peygamberi, hem örneği, hem devlet
reisi, hem önderi…. Böyle bir insanın vermiş olduğu sırrını saklama konusunda
Müslümanların çok daha titiz davranmaları gerekecektir. Sahâbe-i kiram
efendilerimiz elbette bu titizliğe çok riâyet ediyorlardı. Ama belki kendisine
sır verilen o anamız yine Rasulullah Efendimizin öteki hanımlarından biri olduğu
için bu sırrı açmada bir beis görmediği için açmıştır. İçinde tutamadığı için
onu açmak durumunda kalmıştır.
Tabii onu bu davranışından dolayı
affedecek olan bizler değil, rahmet ve merhamet sahibi olan Rabbimizdir. Değilse
bizim ne onu temize çıkarma, ne de cezalandırma yetkimiz var. İşte bakın bu
âyetlerinde Rabbimiz bu hareketin yanlış olduğunu, yapılmaması gereken bir şey
olduğunu haber veriyor. Onun şahsında kıyamete kadar gelecek mü’minlere yol
gösteriyor. Dolayısıyla bu uyarıyla uyarılan mü’-minler kendilerine verilen,
emânet edilen bir sırrı güvendikleri insanlar da olsa başkalarına
açmamalıdırlar. Hele hele toplum içinde örnek olan, önder olan, önemli bir
konuma sahip olan Müslümanların sırları konusunda çok titiz davranmak
zorundadırlar. Allah’ın dininin ikâmesi için böyle müşrik bir toplum içinde
kavga veren Müslümanların hanımları, evlerinde konuşulanları dışarıya
çıkarırlarsa, kocalarını zor durumda bırakacaklardır. Dâvâ adamının mücâdelesini
verdiği dâvâsının yara almasına sebep olacaktır.
Tefsir kitaplarında Rasulullah
efendimizin hanımına söylediği bu sırrın içeriği hakkında çok şeyler
söylenmiştir. Halbuki Rabbimiz onun da bir sır olarak kalmasını istediği için bu
konuda bir bilgi vermemiştir. Elbette bir yandan sır saklamanın gerekliliğini
öğrenirken, bir yandan da o sırrı çözmeye çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. Bize
düşen o sırrın ne olduğunu araştırmak değil, sır saklamayı öğrenmektir. Burada
anlatılan ve istenen de budur. Rasulullah Efendimiz bu sırrını öteki
hanımlarından bile saklarken, bize ne oluyor da onu öğrenme çabası içine
giriyoruz. Öyle değil mi? Rasulullah, hanımını onun için tenkit etmiyor mu? Eğer
Rasulullah’la hanımı arasındaki bu sırrın bilinmesi bizim için faydalı olacak
olsaydı, zaten Rabbimiz onu bize anlatırdı.
Ama burada bundan daha önemli bir
konuya dikkatimizi çevirmemiz gerekir. Bakın burada Rasulullah Efendimizin
hanımı, “ey Allah’ın Rasûlü bunu sana kim haber verdi? Yani senin o sırrını
öteki hanımına söylediğimi sana kim bildirdi?” deyince, Rasulullah Efendimiz de,
“onu bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Rabbim bildirdi” buyuruyor.
Anlıyoruz ki bu konu Rabbimiz tarafından vahiy yoluyla peygamber efendimize
bildirilmişti. Peki hani nerede o vahiy? Kur’an-ı Kerîm’de böyle bir âyet, böyle
bir vahiy göremiyoruz. Hem Biz bildirdik diyor Rabbimiz, hem de bildirisi
kitapta yok.
Yine meselâ kıblenin Kudüs’teki
Mescid-i Aksâ’dan Mekke’-deki Kabe’ye döndürme âyeti de Kur’an’da yoktur. Yine
meselâ Mekke’nin fethiyle alâkalı olarak Rabbimizin Rasûlü’ne gösterdiği rüya da
Kur’an’da yoktur. Sadece “Rabbinin sana gösterdiği rüya doğru çıktı” ifadesi
vardır, ama bu rüyanın ne olduğu yoktur. Peki şimdi bütün bunlara ne diyeceğiz?
Neydi burada anlatılan Rabbimizin peygamberine haber verdiği şey? İşte bunlar
Rasulullah Efendimize Rabbimiz tarafından vahy edilmiş, ama Kur’an’a geçmemiş
vahiy birimleridir. O gün Rasulullah Efendimizin hayatında, Müslümanların
hayatlarında pek çok problemleri çözümlemiş, ama Kur’an’a geçmemiş, vahy-i
gayr-i metlûv olarak kalmış, lafzan Allah tarafından korunma altına alınmamış
vahiy bölümüdür.
4. “Ey
Peygamberin eşleri! Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz, kaymış olan
kalpleriniz düzelmiş olur. Eğer eşinizin aleyhinde yardımlaşarak bir şey yapmağa
kalkarsanız, bilin ki Allah onun dostu, bundan başka Ceb-râil, salih mü'minler
ve melekler de yardımcısıdır.”
Şimdi de Rabbimiz kendisiyle yol bulmak isteyen, kendisi
için bir hayat yaşamak isteyen, muttakî kullarına, Peygamber’e (a.s) karşı onu
üzmek için kendi aralarında anlaşan, ağız birliği eden hanımlarına bu
davranışlarından vazgeçmeleri konusunda bir uyarıda, bir yol gösterisinde
bulunuyor. “Ey peygamberin bu işe karışan iki hanımı, yaptığınız bu işten dolayı
tevbe etmek zorundasınız. Çünkü bu yaptığınızdan dolayı kalbinizde bir eğrilik
meydana gelmiştir. Rasulullah’ın beğendiğini beğenmemek, Rasulullah’ın
hoşnutluğunu istememek, ona karşı komplo düzenlemek sûretiyle kalpleriniz haktan
kaymıştır. Kalpleriniz ona itaatten kaymıştır. Öyle bir tevbe etmelisiniz ki,
eğrilen kalpleriniz düzelmiş olsun.” İki anamız uyarılıyor ve kendilerine yol
gösteriliyor.
Ve bir de Allah’ın velî olduğu hatırlatılıyor. Unutmayın
ki Allah sizin
mevlânız, yani sahibiniz, mâlikiniz ve âmirinizdir. Onun için kendi arzularınıza
göre değil, O'nun emirlerine göre hareket ediniz. "O, her şeyi bilen, hüküm ve
hikmet sahibidir." Binaenaleyh size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin
ihtiyaç ve menfaatlerinizi bilerek ilim ve hikmetiyle vermiştir. Tahrimin asıl
sebebini hatırlatmakla kadınların her hususta hoşnutluklarını aramanın neden
dolayı iyi olmadığını açıklamak ve karı koca arasındaki sırların korunmasının
gereğine işaret et-mek, ayrıca kadınların kocalarına karşı çıkmalarının boşamaya
sebebiyet verebilecek ve neticede ateşe sürükleyebilecek sakıncalardan olduğunu
anlatmak isteniyor.
"Sağu" kelimesi, lügatte dönmek,
eğrilmek ve yönelmek anlamlarına gelir. "Kalbinizin tüm aynaları eğrilmişti"
veya "Sizin kalbiniz eğrilmişti" veya "Kalpleriniz doğru yoldan uzaklaşmıştı"
veya "Kalpleriniz haktan uzaklaşmıştı" şeklinde anlıyoruz. Hak'tan maksat da,
Ra-sulullah'ın getirdiği haktır. Yâni sizler ey peygamber hanımları,
"Rasû-lullah'ın beğendiğini beğenip, beğenmediğini beğenmemek suretiyle, O'na
uymanız gerektiğinden, kalpleriniz O'na uymamış ve aksine karşı
gelmişti."
Bunlar Rasulullah Efendimizin
hadislerinden anlaşıldığına göre Ayşe ve Hafsa anamızdır. Rasulullah Efendimize
karşılık veriyor, darıltıyor, üzüyorlardı. Rabbimiz onları uyararak buyuruyor
ki, “eğer tevbe eder, yaptığınız bu işten pişmanlık duyar ve bir daha böyle bir
şeyi yapmamaya, peygamberi üzmemeye karar verirseniz kalpleriniz düzelmiş
olacaktır. Eğer eşiniz, efendiniz olan Peygambere karşı aranızda anlaşarak,
ağızbirliği ederek onun aleyhine bir şeyler yapmaya karar vermişseniz,
Peygambere karşı birlikte hareket etmeye kalkışmışsanız, Peygamberi incitmeyi
planlamışsanız, Peygambere karşı bu tutumunuzu sürdürürseniz kesinlikle
bilesiniz ki Allah O’nun dostudur, Cebrâil, melekler ve sâlih mü’minler onun
yardımcılarıdırlar. Hepsi peygamberin dostu, seveni ve destekçisidirler.”
Evet, "Tezahür",
bir kimseye karşı birlik olmak anlamına gelir. O zaman şöyle diyeceğiz: "Ve eğer
Peygamberi incitmek için birlik olursanız” Veya, “Ve eğer ikiniz birden O'na
karşı çıkarsanız", Veya, "Ve eğer sizler bu tutum ve davranışı sürdürürseniz”
âyetin lafzından iki kadına hitap edildiği bellidir. Ayrıca siyak ve sibaktan bu
iki kadının Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü
sûrenin ilk beş âyeti onlarla ilgilidir. Nitekim bu, Kur'an'ın üslubundan da
anlaşılmaktadır. Ancak buradaki sorun, bu iki hanımın kimler olduğudur ve hangi
zaafları dolayısıyla uyarılmışlardır? Bu olayı ayrıntılarıyla birlikte
hadislerden öğrenebiliyoruz. Bu hadisler Müsned-i Ah-med, Buhâri, Tirmizî ve
Neseî'de İbn Abbas’tan mervi olmak üzere nakledilmişlerdir ve bazı kelime
farklılıkları ile birlikte şu şekilde özetlemek mümkündür: Ben bir süredir Hz.
Ömer'e, haklarında âyet nazil olan Hz. Peygamber'in (s.a) hanımlarının kim
olduğunu sormayı düşünüyor ama heybetinden ötürü O'na bunu sormaya cesaret
edemi-yordum. Hacc için yola çıktığında ben de O'nunla birlikteydim. Hac dönüşü
bir yerde konakladık ve abdest alırken ben O'na bu soruyu sordum. O da "Aişe ile
Hafsa" cevabını verdi.
Bilin ki Allah onun dostu, bundan başka
Cebrâil, salih mü'min-ler ve melekler de yardımcısıdır. Evet, eğer Peygamber'e
karşı ikiniz veya her iki taraf birbirinize arka verecek olursanız. Tezahür,
birbirine arka verip yardımlaşmaktır. “Alâ” ile kullanıldığı zaman da bir
diğerine karşı dayanışmaya girerek ve yardımlaşarak üstün olmaya çalışmak
mânâsını ifade eder. Burada yardımlaşmak mânâsıyla tefsir edilmiş olmakla
beraber “Aleyhi” ile getirilmesi Peygamber'e karşı birbiriyle yardımlaşma ve
dayanışma içine girdiklerini göstermektedir "Her ikisi de birbirine arka verecek
olursa." denilmekle, bu dayanışmanın fiilen yapılmış olduğu ifade edilmiş olmaz.
Çünkü farz etmek, gerçekleşme-sini gerektirmez. Ancak yüz yüze gelme karinesi
(delili) tevbeyi gerektiren meylin böyle bir dayanışmayı andırdığını ve bu
sebeple büyük bir tehdide müstahak olduklarını işaret eder. Onun için
Peygamber'e karşı öyle birbirlerine arka çıkacak olanların kendilerini büyük bir
tehlikeye atmış olacaklarından dolayı, bundan sakınmalarının gereği an-latılmak
üzere yine cezanın illeti, ceza makamına konarak Peygamber'in hak ve salahiyeti,
maddî ve manevî her kuvvete sahip olan yü-ce şanı ve maddiyattan ziyâde
maneviyatının büyüklüğü şöyle izah e-dilmektedir.
Hiç şüphesiz haberiniz olsun ki: Allah
O Allah O Peygamber'in mevlâsı, yardımcısıdır. Yani hak onundur ve her şeyden
önce onun sahibi ve yardımcısı Allah Teâlâ'dır. Hem de Cibrîl -Ruhu'l-Emin
(güvenilir ruh) olan ve Peygamber'e vahiy getiren o manevî ve rûhânî kuvvet- de
onun yardımcısıdır. Ve müminlerin salihi. O iki hanımın ba-baları Ebu Bekir ve
Ömer'den her biri ve genelde müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır.
Burada Ebu Bekir'e ve Ömer'e işaret ol-mak üzere "müminlerin salihi" buyurulmuştur.
Hz. Peygamber'in veziri durumunda bulunmaları cihetiyle müminlerin salihleri
arasındaki ferdî üstünlüklerine ve Peygamber'e sevgi ve hizmet hususunda
gösterdikleri samimiyet ve sadakatlerine işaret için Cibril'in peşinden
“Sâ-lihu’l-mü’minîne” denildiğini, müfessirlerin çoğu beyan etmişlerdir.
İşte
Peygamber böyle bütün manevî ve maddî kuvvetlerin sev-gi ve yardımına
kavuşmuştur. O halde ona karşı çıkmanın nasıl bir fe-lakete yol açacağını
düşünmeli de bundan bütün müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar.
Böyle bir kudret karşısında birkaç kadının birbirlerine arka çıkmalarının ne
hükmü olabilir?
Gerçekten de işte o Müslümanlardan
birisi olan Hz. Ebu Bekir efendimiz, kendi öz kızına karşı Rasulullah’ı tercih
etmiş, Ömer efendimiz kızına karşı Rasulullah’ın yanında yer almış, ona destek
vermiştir. Sahâbe-i kiram efendilerimiz Rasulullah Efendimizi nefislerinden bile
önde tutmuşlardır. Zaman zaman Hz. Ebu Bekir ve Ömer efendilerimiz Rasulullah’ın
hane-i saadetlerine geliyor ve kızlarını Rasulul-lah’ı incitmemeleri konusunda
uyarıyorlardı: “Sizden kim peygamberi incitirse o helâk olmuştur. Sizler Rasûlullah’ı üzme konusunda Allah-tan
korkmuyor musunuz? Bilmiyor musunuz ki Rasûlü kime gazap et-mişse Allah da ona
gazap eder? Allah’tan korkun da Rasulullah’a kar-şılık vermeyin, onu
darıltmayın” diye kızlarına nasihatte bulunuyorlardı. Hattâ Ömer efendimiz bir
defasında Rasulullah’ın hanımlarından, kendisinin de akrabası olan Ümmü Seleme
anamıza da bu konuda nasihat etmeye gidince, Ümmü Seleme anamız: “Ey Ömer, şimdi
de Rasulullah’ın hanımlarına mı karışıyorsun?” diye çıkışınca, Ömer efendimiz,
“acaba ileri mi gidiyorum diye orada durakladım”
buyuruyor.
Bir de tabii burada Rabbimizin sert bir
dille eleştirisini kadınlarımız göz ardı etmemelidirler. Kocalarına karşı tavır
bozukluğu içinde olan, onların yüzlerine karşı sert cevaplar veren, onların
İslâmî emir ve arzularını yerine getirmeyen kadınlar uyarının sertliğine bakarak
ibret alsınlar. Eğer kadınların kocalarına karşı bu hareketleri, onların meşru
isteklerine karşılık vermeleri önemsiz bir şey olsaydı, elbette Rabbimiz böyle
bir azarlamada bulunmazdı. Hz. Ömer efendimiz ve Ebu Bekir efendimiz elbette
kızlarını bu derece azarlamazlardı.
Rasulullah Efendimizin kendisi aramızda
yoksa da, onun sünnetini, onun örnek hayatını her şeyin üzerinde tutmak
zorundayız. Allah’ın Rasûlü’nün nefislerimizden daha evlâ olduğunu
unutmayacağız. Rasulullah Efendimizin hayatını, onun mübârek ashabının ona karşı
davranışlarını her şeyin önüne geçirmek ve örnek almak zorunda olduğumuzu
unutmayacağız. Rasulullah Efendimizin arzularını kendi arzularımıza, onun değer
yargılarını kendi değer yargılarımıza tercih etmek zorunda olduğumuzu
unutmayacağız. İşte o zaman bizler de Rasulullah Efendimizin biraz önce
belirtilen dostlarının, velîlerinin, yardımcılarının, destekçilerinin içine
girebiliriz.
Rabbimiz bu âyetleriyle
Rasulullah Efendimizin hanımlarını, analarımızı uyardıktan sonra, bakın bundan
sonraki âyetinde bu uyarısını sürdürerek şöyle buyuruyor:
5. “Ey
Peygamberin eşleri! Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi olan,
kendini Allah’a veren, i-nanan, boyun eğen, tevbe eden, kulluk eden, oruç tutan,
dul ve bâkireden eşler verebilir.”
“Ey peygamber eşleri, eğer sizler
Rasulullah’a karşı aranızda bir cephe kurup onu üzme eylemlerinize bir son
vermezseniz ve bu tavrınızdan dolayı o sizleri boşarsa, kesinlikle bilesiniz ki
Allah ona sizlerden daha iyi, daha hayırlı eşler verecektir. Yani sizler ondan
bo-şandınız diye Peygamber (a.s) hanımsız kalacak değil ya! Yeryüzünde Allah’ın
sâlih kullarının kökü kesilmiş değil ya! Umulur ki Rabbiniz ona sizden daha
hayırlı eşler verecektir.” Nasıl eşler?
Müslüman eşler… Allah ve Rasûlü’ne tam
teslimiyet göstermiş, Allah ve Resûlü’nün seçimini kendileri için seçim kabul
etmiş, bo-yunlarındaki kulluk iplerinin ucunu Allah’a teslim etmiş, yalnız
Allah’ın çektiği yere giden Müslüman eşler… İşte kadınlar için de, erkekler için
de ilk şart budur. Rabbine teslim olan kadınlar... Rabbine teslim olmayan
kadınların kocalarına teslimiyetleri de mümkün olmayacaktır. Rabbinin kendisine
biçtiği role itaat edip teslim olmayan bir kadının, kocasının meşru dairedeki
arzularına teslim olması da mümkün olmayacaktır.
İkinci özellik de mü’minât eşler…
Mü’mine, iman etmiş eşler… Allah’a Allah’ın istediği gibi iman eden, Allah’ın
iman edin dediklerine iman eden, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçisinin
örnekliğine, Allah’ın ya-salarının doğruluğuna iman etmiş, güvenmiş, güven içine
girmiş eşler… Bunlar sâliha hanımlardır. Öyleyse hanımlar bu âyetleri iyi
dinlesinler, iyi okusunlar, iyi öğrensinler ve kendilerini bu âyetlerle çok iyi
değerlendirsinler. Rabbimiz hanım kullarında bu özellikleri görmek is-tiyor.
İşte önceki eşleri boşandığı zaman Rabbimizin peygamberine lâyık gördüğü
kadınlar, bu özelliklere sahip olan kadınlardır.
Başka ne özellikleri varmış
onların?
Kânitât olan kadınlar… Yani daima el
pençe emre âmâde bekleyen, Allah’ın emirlerine itaat eden, Allah ve Resûlü’ne
gönülden bağlı olan, kocasının Allah ve Rasûlü’ne ters düşmeyen emirlerini se-ve
seve yerine getiren kadınlar… Şüphesiz ki erkek olsun, kadın olsun tüm kulların
Allah karşısındaki durumu budur. Tüm kullar Allah ve Resûlü’nün emirleri
karşısında “lebbeyk ya Rabbi, buyur ya Rasulal-lah” deme vaziyetinde
olacaklardır. Ama tabii hanımların ayrıca kocalarına karşı böyle bir itaat
durumları söz konusudur. Kur’an’ın başka yerlerinde kadınların bu durumları
anlatılmaktadır.
Yine tâibât’tır o kadınlar. Yani
sürekli tevbe eden, devamlı tev-bekâr olan kimselerdir onlar. Sürekli Allah’la
aralarını düzeltmeye, kulluklarını düzeltip güzelleştirmeye çalışan kimselerdir
onlar. Allah’a karşı kusurlarını, eksikliklerini anlayıp durumlarını düzeltmeye,
kendilerini toparlamaya çalışan kimselerdir. Biraz önce Rasulullah Efendimizin
hanımları, Efendimize karşı işlemiş oldukları yanlış bir hareketlerinden ötürü
ikaz edilmişlerdi. Onlar da hemen Rabbimizin bu ikazıyla bu tavırlarından
vazgeçiverdiler. Veya meselâ yine Ahzâb sûresinde Rabbimiz onlara dünyayı, dünya
nimetlerini yahut da Allah’ın rızasını, Rasulullah’ın hoşnutluğunu ve âhireti
tercih hususunda bir emir yöneltmişti de, onlar dünyayı değil âhireti ve
Rasulullah Efendimizin hoşnutluğunu tercih etmişlerdi. Hiç şüphesiz ki onlar da
müsli-mât, mü’minât, gânitât ve tâibât idiler. Yani onlar Peygamber’e (a.s)
hanım olma şerefini devam ettirdiler. Bu izzeti, bu şerefi, bu liyakati asla
kaybetmediler ve ebedîyen onun hanımı olarak kaldılar. İşte onların bu
özelliklerini bilen Allah’ın Rasûlü ne onları boşadı, ne de onlardan
vazgeçti.
O kadınların bir başka sıfatları, bir
başka özellikleri de âbidât-tır. Yani sürekli Allah’a kul olan, kulluk sıfatına
sahip olan kimselerdir onlar. Ubûdiyet sıfatının sahibidirler. Allah’ın
sınırlarını sürekli koruyan kimselerdir. Allah’ın sınırlarını koruyan kadınlar
elbette kocalarının sı-nırlarına da riâyet edeceklerdir. Allah’a itaat etmeyen,
Allah’ın sınırlarını ihlâl eden bir kadın, kocasının hukukuna hiç riâyet
etmeyecektir.
Yine sâihât’tır o kadınlar. Daima
seyahat içinde bulunanlardır. Ama tabii ki buradaki seyahat maddî bir seyahat
değildir. Ayşe annemizin bir sözüyle söyleyecek olursak, “bu ümmetin seyahati
oruçtur.” Öyleyse o kadınlar Rabblerine sürekli oruç tutan hanımefendilerdir.
Nefislerini tertemiz hale getirmek, nefislerini Allah eğitimine tabi tutmak için
oruç gibi çok değerli bir ibadeti ihmal etmeyen kimselerdir. Orucun kulluk ve
itaat dirilişlerindeki etkisini bilen kimselerdir onlar. Oruç, kişiyi kullukta
diri tutar. Onun içindir ki, “adam öldüren bir kimse köle azat edecek bir imkân
bulamazsa, iki ay oruç tutsun” diyor Rab-bimiz. Neden? Çünkü o iki ay oruçlu
halinde hatasını telafi edecek, arınacak, süzülecek ve tertemiz hale gelecektir.
Yani Rabbine karşı kendisini diriltmiş olacaktır.
Sırasıyla bu özellikleri bir daha
söyleyeyim inşallah:
"Kanitat" iki anlama da gelir.
Birincisi, "Allah'a ve Rasûlü’ne ta-bi olan ikincisi, 'Kocaya itaat
eden"
"Tâibât" "Tâib" bir kimseye sıfat
olarak kullanıldığında "Bir kez tevbe eden" değil, sürekli Allah'tan günahları
dolayısıyla af dileyen, vicdanî hassasiyetiyle kendi zaaf ve hatalarını
hissedip, Allah'tan utanan demektir. Bu özelliklere sahip olan bir kimse
tekebbür göstermez, onda kendini beğenmişlik duygusu bulunmaz, yumuşak ve halim
bir kişiliğe sahip olur.
"Abidât" ibadet eden bir kimse, elbette
ibadet etmeyen bir kim-se gibi Allah'tan gafil olmaz. Bir kadının iyi bir zevce
olmasında bu vasfın çok büyük bir etkisi vardır. İbadet eden bir kadın, Allah'ın
sınırlarını hiçbir zaman çiğnemez. Hak sahiplerine haklarını verir. İmanı her
daim diridir, vicdanı hassas olur. Böyle kadınlardan, Allah'ın emirlerinden yüz
çevirmeleri asla beklenmez.
"Sâihâtin"; bir çok sahabe ve tabiin bu
kelimeyi "Saimat" şek-linde izah etmişlerdir. Bu kelime oruç için seyahat etmek
münasebe-tiyle kullanılmıştır. Kadim dönemlerde birçok rahip ve derviş seyahat
ederken yanlarında yiyecek taşımazdı. Bu yüzden de yiyecek bulana kadar aç
kalırlardı. Dolayısıyla oruç tutmak, iftara kadar bir kimsenin aç kalması demek
olduğundan, bir çeşit dervişlik sayılır. ibn Cerir, Tevbe: 12'nin tefsirinde Hz.
Aişe'nin şu sözünü nakletmiştir: "Bu ümmetin seyahatı oruçtur." Burada salih
kadınlar tanımlanırken, "Oruç tutarlar" denmesiyle, sadece Ramazan orucu
tutmaları değil, nafile oruç tutmaları da kast olunmuştur.
“İşte ey peygamber eşleri, sizler
peygambere karşı bu tutumlarınızdan vazgeçmezseniz Allah peygamberine bu
özelliklere sahip dul ve bakire hanımlar verecektir.” Bu âyetler indikten sonra
analarımız hemen yapmış oldukları o yanlışlarından vazgeçmiş ve Rabbimi-zin
saydığı bu güzel hasletlere sahip birer hanımefendi olarak ebedîyen âhirete
intikal etmişlerdir. Tabii bu âyetler bize hanımlarımızı bu özelliklerin sahibi
olacak şekilde eğitmemizi, yetiştirmemizi de öğütlemektedir.
Tabi Hz.
peygamber'in (s.a) hanımlarına, "Şayet Resul (s.a) sizi boşarsa, Allah O'na bu
sıfatlara haiz kadınlar verir" şeklinde hitap edilmiş olması bu sıfatların
onlarda bulunmamasını gerektirmez. Den-mek istenen şudur: "Resul'e eziyet veren
davranışlarınızı terk edin ve bunun yerine o güzel sıfatları daha da geliştirmek
için çokça çaba sarf edin." Tabi bu âyette, kişinin, sadece kendisini Allah'ın
azabından kurtarmasının yeterli olamayacağı, gücü yettiğince ailesini Allah'ın
sevdiği kullar olacakları şekilde yetiştirmesinin de kendi sorumluluğu içinde
olduğu bildirilmiştir.
Peygamber (s.a.v)'in eşlerine bu
şekilde nasihat edildikten sonra bütün müminlere hitaben buyuruluyor ki:
6. “Ey
İnananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun; onun
yakıtı, insanlar ve taşlardır; görevlileri, Allah'ın kendilerine verdiği
emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyurulanları yerine getiren pek haşin
meleklerdir.”
“Ey iman edenler, kendinizi,
kendi nefislerinizi ve ailenizi, çoluk-çocuğunuzu, ehlinizi cehennem ateşinden
koruyun. Ki o cehennemin yakıtı insanlar ve taşlardır.” O ateşten hem kendimizi
korumak, hem de ehlimizi korumak zorundayız. O ateşten sadece kendimizi
ko-rumamız yetmiyor. Ehlimiz, hanımlarımız, çocuklarımız, babamız, a-namız, bizi
dinleyenler, akrabalarımız, eşimiz, dostumuz, arkadaşlarımız yanlışlıklar
yaptıkları zaman o yanlışlıkları düzeltme adına bir çabanın içine girmek
zorundayız. Eğer onlar cehennem yolunu tutmuşlarsa onlara engel olmak
zorundayız. Ehlimizin dünya geleceğini düşündüğümüzden çok âhiret geleceklerini
de düşünmek zorundayız. Onların cennet yollarını açmak, cehennem yollarına
barikatlar koymak zorundayız. Çünkü Allah bize aile yönetimi sorumluluğunu
yüklemiştir. Aile efradımızın bilgi eksikliğini tamamlamak, onları Allah’ın
istediği biçimde cennete gidebilecek bilgilerle bilgilendirmek zorundayız.
Evet, O
cehennem ateşi öyle bir ateştir ki yakıtı, o insanlar ve o taşlardır. O ateşin
üzerinde görevli galiz (kaba), çetin (sert tabiatlı) melekler vardır ki bunlara
zebâni denilir. Bunların kabalık ve sertlikleri cehennem ehline karşıdır. Çünkü
Allah onlara öyle emretmiştir. Bütün meleklerin vasfı da şöyledir. Onlar,
Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmez ve emredildikleri şeyleri
yaparlar.
Demek
ki önce kendi ehlimizden sorumluyuz. Önce kendi ehlimizi ateşten korumalı ve
çıkarmalıyız. Peki ehil ne demektir? Kimdir bizim ehlimiz? Bunu bir tanıyalım.
Hani Resûlullah efendimizin meşhur bir hadisi vardı:
Hepiniz çobansınız ve hepiniz
sürünüzden sorumlusunuz”
Sürümüzü cehennemden koruyup korumadığımızdan,
cennete götürüp götürmediğimizden sorulacağımızı hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım. Hadis-i
şeriften anlıyoruz ki hepimiz çobanız ve güttüklerimizden sorumluyuz. Dikkat
ederseniz hadiste çok hoş bir münasebet vardır; sürü ve çoban. Çobanlık ve
gütme. Çobanlık söz konusu olunca, bir yönetme, bir yönlendirme anlıyoruz. Zira
her çoban sürüsünü doyurmak, gütmek ve korumakla sorumludur. Başka bir açıdan
bakılırsa çobanlık iradeye yön verme mesleğidir. Yani sürü bazı şeyleri istemese
de, ya da hep ot yemek istese de çoban yine onların iradesini değiştirmekle
yükümlüdür. Yâni o çobanın ehli olanlar, onun güttükleri her ne kadar dünyaya,
dünyanın muzahrafatına, boş şeylerine yönelmiş olsalar da, meselâ ata, murata,
fiyata, marka, dolara, altına, gümüşe, süse, ziynete meyletseler de o yine
sabırla, bıkıp usanmadan onları hayra, hakka, Allah’a kulluğa yönlendirmek
zorundadır.
Bir
de bu çoban ve sürü teşbihinden şunu anlıyoruz: Gerçekten çok şerefli bir makam.
Çobanlık hürriyettir. Ama kölelikte hürriyet. Yâni çoban sürüsünün efendisidir,
ama Allah’ın da kölesidir. Hani ço-ban sürüsünün efendisi, ama efendisinin
hizmetçisidir ya, işte bir müslüman da sürüsünün efendisidir, ama sahibinin,
Rabbinin de kölesidir. Yâni hem efendi, hem köle. Efendilikte kölelik, kölelikte
efendilik. Bu ne büyük bir şereftir değil mi? Adam evinin, ehlinin efendisidir,
ama Rabbinin kölesidir. Kadın evinin, evdeki çocuklarının efendisidir, ama
Rabbinin kölesidir. Devlet başkanları, imamlar da böyledir. Onlar da tebaasının
efendisidir, ama Rabbinin kölesidir. İşte yeryüzünde in-sanların
ulaşabilecekleri en büyük izzet ve şeref budur.
Ama
burada çok dikkat edeceğimiz bir husus var, onu da söy-leyelim inşallah: Hiçbir
zaman hatırımızdan çıkarmayalım ve çok iyi bilelim ki bu, İslâm’ın insanlar
arasında şu anda geçerli olan görev bölümünü temel prensip edinmediğinin
işaretidir. Yâni İslâm şu anda toplumdaki görev bölümünü tasvip etmiyor. Meselâ
Kur’an ve sünnet okunacak, ben, âyet anlatılacak ben, hadis duyurulacak ben,
ötekisi ise işine gücüne devam edecek. Dini tanıma ve anlatmayı ben yapacağım,
öteki müslüman da bu işlerle uğraşmayacak ve para kazanmaya devam edecek.
Müslümanlardan birisi ilmiyle hizmet edecek, birileri de bedeniyle, ya da
malıyla hizmet edecek. Efendim ben ne yapayım, ben inşaatçıyım, hasbelkader bu
mesleği seçmişim, ben de işte böyle hizmet ediyorum. Veya ben doktorum, ben
öğretmenim, ben marangozum, ben kunduracıyım ve böyle hizmet edeceğim. Hayır,
hayır herkes çobandır, herkes çoban olmaya ve sürüsünü gütmeye, eğitmeye,
doyurmaya ve korumaya müsait yaratılmıştır. Bundan kaçmaya çalışmak, sürüsünün
güdülmesini, doyurulmasını, eğitilmesini ve korunmasını başkalarının üzerine
yıkmaya kimsenin hakkı yoktur. Herkes yapacak bunu. Herkes sorumludur. Sürüsünün
rızkını temin etmek nasıl herkesin göreviyse, onları müslümanca eğitmek de onun
görevidir. Herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin de tâlibi olmalıdır.
Bir
de anlıyoruz ki herkesin çobanlığı, sürüsü, sorumluluk a-lanı farklıdır. Çünkü
herkese, her çobana ayrı sürü vermiştir Rabbi-miz. Herkes kendi sürüsünden
sorumludur. Onun içindir ki herkes kendi sürüsünü çok iyi bilmelidir. Yâni
herkes ehlini iyi tanımalıdır. Ta-nımalı ki, insanlar kendi sürülerini, kendi
ehlini bırakıp başkalarının sürülerinin sorumluluğuyla kendilerini heder
etmemelidirler. Meselâ bir adam kendi ehlinin, kendi sürüsünün eğitimini bir
kenara bırakarak başkalarının ehlini eğitmeye giderse bilelim ki kendi
sorumluluk alanından kaçmış demektir. Bir kadın evindeki çocuklarının eğitimini
bı-rakarak başkalarının çocuklarının eğitimine gidiyorsa, sorumluluğundan kaçmış
demektir. Bu kişinin durumu tıpkı şuna benzer: Bir kişi ekmek fabrikası kurmuş,
ürettiği ekmekle binlerce insanın evine ekmek götürüyor, ama ürettiği ekmekten
kendi ağzına götürmüyor, ya da evindekilere götürmeyerek onları aç bırakıyor.
İşte böyle yapan kadın ve erkekler tıpkı bu adamın durumuna düşmüş demektir. Ama
elbette kendi sürümüzü doyurup eğittiğimiz gibi, başkalarının sürüleri de aç
kalmışsa, çobansız kalmışsa, bakanı yoksa, eğiteni yoksa o zaman ulaşabildiğimiz
kadar onlara da gideceğiz, onlardan da sorumlu olduğumuzu unutmayacağız.
Evet,
işte ehil budur ve kişi önce kendi ehlinden sorumludur. Kişinin ehli onu
dinleyen, ona teslim olanlardır. Karısı, oğlu kızı ve kendisini dinleyen, söz
geçirebildiği kimselerdir. Bu önemlidir ama. Söz geçirebildikleri. Çünkü bu
mânâda bazen sözünü geçirebildiği uzaktaki insanlar kişinin ehli olurlarken,
bazen de kişinin kendisini dinlemeyen, kendilerine söz geçiremediği karısı,
oğlu, kızı bile onun ehli olmayabilir. Öyle değil mi? Meselâ Hz. Lût
aleyhisselâmın karısı kendisini dinlemediği için onun ehli değildi. Yine Hz. Nuh
aleyhis-selâmın oğlu kendisini dinlemediği için Rabbimiz; “O senin ehlin
değildir” buyurmuştur.
Demek
ki ilk önce ehlimizi ateşten koruyacağız, cehenneme gitmekten koruyacağız.
Onları Allah’ın istediği gibi, Allah’ın istediği yerde, Kur’an ve sünnette
doyuracak ve cennete götürmeye gayret edeceğiz.
O ateşin, o cehennemin üzerinde çok
güçlü, kuvvetli melekler vardır ki, onlar Allah’ın emirlerine asla isyan
etmezler. Allah kendilerine ne emretmişse onu mutlak yerine getirirler. Allah’ın
emirlerini asla savsaklamayan, tehir etmeyen, askıya almayan, ağır davranmayan,
ihmal etmeyen görevli meleklerdir onlar. Sürekli Rabblerine kulluk ha-vasında
olan meleklerdir. Sadece Rabblerinin suçlu dediklerine azap eden ve kimseye
azabı konusunda merhamet etmeyen meleklerdir onlar.
İşte böyle hiç kimsenin kaçıp
kurtulması mümkün olmayan, kimsenin dayanıp sabretmesi mümkün olmayan bir ateşe,
böyle bir cehenneme karşı aman ha kendinizi ve ehlinizi koruyun, diyor
Rab-bimiz. Kesinlikle bilelim ki bizi dinleyecek konumda olan ehlimizi o ateşe
karşı korumadıkça, kendimizi de koruma imkânımız olmayacaktır. Ehlini o ateşten
koruma derdi olmayan kimseler asla o ateşten kendilerini kurtaramayacaklardır.
Unutmayalım ki ehlimizin sorumluluğu bizim sorumluluğumuzdur. Kendisini
kurtaramayan bir kimse ehlini de kurtaramaz, ehlini kurtaramayan da kendisini
kurtaramaz. Hani “kendisi muhtaç bir dede, nerde kaldı başkasına himmet ede”
diye bir söz vardır ya! Yani bir adamın kendisini ve ehlini o ateşten kurtarma
derdi, sadece ehline bu dünyada bir şeyler sağlama, onları bu dünyada mutlu etme
endişesinin dışında başka bir endişesi yoksa, böyle bir insanın ne kendisini, ne
de onları kurtarma imkânı olmayacaktır.
Öyleyse bu, baba olarak, erkek
olarak, aile reisi olarak bizim en büyük derdimiz olmalıdır. Eğer bizler
Rabbimizin bize yüklediği bu görevimizi yapmazsak, kendimizi ve ehlimizi
cehennemden kurtarma sorumluluğumuzu yerine getirmezsek, kesinlikle bilelim ki
Allah’ın me-lekleri görevlerini yerine getireceklerdir.
7. “Ey İnkâr
edenler! Bugün özür beyan etmeyin, ancak işlediklerinizin karşılığını
görmektesiniz” denir.
“Ey kâfirler, ey fıtratlarını örtenler, ey Allah’ı,
Allah’ın kitabını, Allah’ın bunca âyetlerini, bunca uyarılarını örterek bir
hayat yaşayanlar, artık bugün özür beyan etmeyin. Artık bugün mâzeretlerin
arkasına saklanmayın. “Vaktim olsaydı öğrenirdim, imkânım olsaydı yapardım,
ederdim. Bilseydim ben de yapardım. Bilseydim böyle olduğunu ben de çocuklarıma
öğretirdim. Haberim olsaydı böyle bir kitaptan, ben de okur ve çocuklarıma
öğretirdim. Bilmiş olsaydım böyle bir cehennemi ben de ondan korunur, ehlimi de
ondan korurdum” diye yığın yığın mâzeretlerin arkasına saklanmayın. Sizler ancak
dünyada işlediklerinizin karşılığını göreceksiniz. Sadece kendi yaptıklarınızla
cezalandırılacaksınız. Yani ahirette cehennem
ateşine atılacakları gün kâfirlere böyle söylenecektir. Çünkü o gün özür beyan
etmenin hiçbir faydası yoktur. Onun için dünyada iken küfürden ve özür dileme
mecburiyetinde kalınacak kötülüklerden sakınmak gerekir. O gün ancak dünyada
yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz. Bu âyet, tahrim olayı hakkında kâfirler
tarafından her zaman olduğu gibi Peygamber'i ve müminleri incitecek bazı
lakırdılar edildiğine veya bazı hareketlerde bulunulduğuna işaret
etmektedir.
Bu ateş, bu cehennem sizin
dünyada yaptıklarınızın, yaşadığınız hayatın karşılığıdır. Sizler dünyada
Allah’ı unutmuştunuz. Allah’ın kitabını, Allah’ın dinini, Allah’ın elçisini,
Allah’ın istediği kulluğu unutarak bir hayat yaşamıştınız. Siz de bu ateşin
içinde unutulacaksınız. Sizin Bizi unuttuğunuz gibi, biz de sizi unutacağız.
Sizler kitabımın, peygamberimin hatırını sormadan bir dünya yaşamıştınız, şimdi
de sizin hatırınız sorulmayacak, derdiniz dinlenmeyecek, mâzeretlerinize itibar
edilmeyecek. Siz dünyadayken kendinizi ve ehlinizi, çoluk-çocuğunuzu günâhlara
sürmüş, cehenneme sürmüş, ateşe sürüklemiştiniz, biz de şimdi sizi kendinizi
sürdüğünüz ateşe süreceğiz. Siz kendinizi ve ehlinizi cennete götürmek
istemediniz. Siz cehennemi is-tediniz, biz de şimdi onu yapacağız. Siz cennete
gitmemeye ayak di-rediniz, biz de şimdi istediğinizi vereceğiz. Halbuki
cehenneme gitmek istemeyenler ondan kaçınmalıydı, cennete gitmek isteyenler de
ona koşmalıydı. Sizler öyle yapmadınız. Sizler yaşadığınız hayatla kendinizi
cehenneme ipoteklediniz, Biz de şimdi sizi cehenneme atacağız,” diyor
Rabbimiz.
Rabbimiz, peygamberine, peygamber
eşlerine, analarımıza ve onların şahsında bize, hepimize son derece açık ve net
bir yol çizdi. “Ey kullarım, Benim bu âyetlerimi, Benim bu hayat programımı iyi
din-leyin. Peygamberim de, size ana yaptığım peygamber eşleri de dahil her
biriniz Benim size anlattığım, Benim size sınırlarını çizdiğim şekilde Bana
kulluk yapmak zorundasınız. Benim yasalarıma riâyet etmek zorundasınız. Benim
tarif ettiğim biçimde hareket etmek zorundasınız. Hiçbirinizi diğerinden
ayırmadan hepinizin gerek doğru zannederek, doğru bilerek yaptığınız
yanlışlıklar, gerek hatayla yaptığınız yanlışlıklar konusunda sizi uyarıyorum.
Ben neyin yanlış, neyin doğru ol-duğunu bilenim. Sizin için neyin hayırlı, neyin
hayırsız olduğunu mutlak bilenim. Sizin adınıza Velîniz olarak onların hesabını
yapan Benim. Ben sizi hangi konuda uyarmışsam, hangi yanlışınızı ikaz etmişsem,
hemen Beni dinleyin ve ondan vazgeçin.
Bakın, peygamberim peygamber
olduğu halde kendisini uyardığım hiçbir konuda “ya Rabbi ben senin elçinim, ben
Sana ve dinine bu kadar hizmet ettim, Sana bu kadar kulluk eden birisi olarak
bunu bana niye yapıyorsun? Beni niye böyle durumlara düşürüyorsun?” Analarınız
da öyle yapmamışlardır. Benden hangi uyarıyı almışlarsa hemen o konuda
tavırlarını değiştirip Benim istediğime koşmuşlardır. Öyleyse ey kullarım, gelin
sizler de Bana kullukta, Benim uyarılarım, Benim isteklerim karşısında onları
örnek alın. Ne kadar da iyi kulluk yapmış olursanız olun, yine de bir takım
yanlışlarınızın olabileceğini unutmayın. Benim âyetlerimle ilginizi kesmeyin. O
âyetlerle kendinizi düzeltmeye, değiştirmeye çalışın. Yarın bir takım mâzeretler
bulmaya, onların arkasına saklanmaya çalışacaksınız ama bunun size hiçbir
faydası olmayacaktır.” Bize karşı merhameti gereği yarın olacakları bugünden
haber vererek bize uyarısını sürdürüyor.
8. “Ey İnananlar! Yürekten tevbe
ederek Allah’a dönün ki, Rabbiniz kötülüklerinizi örtsün, sizi, içlerinden
ırmaklar akan cennetlere koysun. Allah’ın peygamberini ve onunla beraber olan
mü’minleri utandırmayacağı o gün, ışıkları önlerinde ve defterleri sağlarından
verilmiş olarak yürürler ve: “Rabbimiz! Işığımızı tamamla, bizi bağışla, doğrusu
Sen her şeye Kadirsin” derler.”
“Ey iman edenler, Allah’a kesin
bir tevbe ile, nasûh bir tevbe ile tevbe ediniz.” Nasûh bir dönüşle dönüş
yapınız. Tevbe, dönüş, yö-neliş demektir. Tevbeyi kitabımızda Hz. Adem’le
tanıtır Rabbimiz. Al-lah’ın elçisi Adem Allah’ın yasakladığı ağaca, Allah’ın bir
yasağını iş-lemeye, bir günâha, şeytanın yörüngesine, ebedî yaşamaya,
ölümsüzlüğe ermeye doğru giderken hemen bir anda hatasını anlar anla-maz pişman
olarak yönünü, kıblesini değiştirip Rabbinin arzularına, Rabbinin istediğine
doğru dönüvermiştir ya, işte tevbe budur.
"Tevbeten nasûha"; kendisinde riya ve
nifaktan bir şey bulundurmayan bir tevbe anlaşılır. Yahut günahlardan tevbe
edip, insanın kendi nefsini kötü bir sondan kurtarması veya kişinin işlediği bir
gü-nahtan tövbe edip, ıslah olarak dinindeki bir açığı kapatması ya da
başkalarına örnek ve onların selametlerine vesile olacak derecede tevbe ederek,
hayatını düzeltmesi de anlaşılabilir. İbn Ebi Hatim'in Zirr bin Hubeyş'ten
naklettiğine göre, o şöyle demiştir: "Ben Ubey bin Ka’ba" Tevbeten Nasuha"nın
anlamını sorduğumda, O bana şu şekilde cevap verdi. "Bu soruyu ben de
Rasûlullah’a (s.a) sordum ve O bana: "Bir günah işlediğinde, günahından
pişmanlık duyup, Allah'tan af dilemen ve bir daha o günahı işlememendir." Aynı
anlamda bir söz İbn Mes'ud, Hz. Ömer, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Başka bir
rivayette Hz. Ömer nasuh tevbesini şöyle tarif etmiştir: "Kişinin bir günahı
tekrar işlemekten sakınması ve bir daha böyle bir günahı aklına bile
getirmemesidir."
(İbn Cerir) Hz. Ali, bir defasında bir
bedevinin tevbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle tekrarladığını görür ve "Bu
sahte bir tevbedir" der. Bedevi "O halde sahih tevbe nasıl olur?" diye
sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir: "Tevbenin sahih olabilmesi için 6 şart
gerekir. 1) Yaptığına pişman olman, 2) Gaflet ettiğin farzları yerine getirmen,
3) Gasbettiğin hakkı geri vermen, 4) Eziyet ettiğin kimseden özür dilemen, 5)
İşlediğin günahı tekrarlamamaya azmetmen, 6) Nefsini Allah'a itaatle eğitip,
günah işlerken zevk aldığın gibi, Allah'a itaat ederken de sıkıntı çekmendir.
Evet, nasuh tevbenin şartlarından
birincisi, kişinin Allah'a yaptığı itaatsizlikten pişman olmasıdır. Yoksa bir
günahtan uzak durabilmek için, kişinin kendi kendisine söz vermesi yahut sıhhat,
kötü şöhret ve mal kaybı gibi nedenler dolayısıyla şarap içmekten vazgeçmek
tevbe tanımına girmez. İkincisi, Allah'a itaatsizlik yaptığını hisseden kimse,
hemen oyalanmadan tevbe edip, günahını telafi yoluna gitmelidir. Üçüncüsü, Tevbe
ettikten sonra günah işleyen kimse, tekrar tek-rar tevbe edip günah
işlememelidir. Bu şekilde davranan bir kimsenin bu davranışı, onun tevbesinin
sahte olduğuna bir delildir. Çünkü tev-benin asıl ruhu, insanın işlediği günah
sonrasında pişman olmasıdır. Fakat sürekli aynı günahı işleyen kimse, gerçekte
pişman olmamış demektir. Dördüncüsü, samimiyetle tevbe edip, bir daha o günahı
iş-lememeye azmeden kimse, yine de beşerî zaaf dolayısıyla aynı günahı
işlediğinde, tevbe ettiği günah tazelenmiş olmaz. Lakin o kimse sonra işlediği
günahından tevbe edip, bu günahı tekrarlamayacağına daha bir kuvvetle
azmetmelidir. Beşincisi, kişinin, işlediği günahı her hatırlayışında tevbe
etmesi gerekmez. Ancak o kişinin nefsi, daha ön-ce işlediği günahtan hâlâ haz
alıyorsa, o takdirde tekrar tekrar tevbe etmelidir. Ta ki o günahını
hatırladığında pişmanlık duyana kadar... Bu bakımdan gerçekten Allah korkusuyla,
işlediği günahtan tevbe e-den kimse, artık o günahından haz almaz. Çünkü o
Allah'a itaatsizlik yapmıştır. Ve buna rağmen işlediği günahtan haz almaya devam
ediyorsa, bu onun kalbinde, Allah korkusunun henüz kök salmadığının
işaretidir.
Evet, nasuh tevbe, kabahatten, kabahat
olduğu için pişmanlık duyarak vazgeçmektir. Vicdanında meydana gelen
çirkinliğinden dolayı değil de bedenine, malına veya şerefine zarar verme gibi
herhangi bir korku yahut ümit sebebiyle vazgeçmek, tevbe değildir. Asıl tevbe,
yaptığı kabahatin bir menfaatini görse de esasen onun çirkinliğini duyup
tiksinerek vazgeçmektir. Yâni nasuh insanın dinini ve ahlâkını çok iyi ıslah
edecek tesirli bir tevbe anlamındadır. Yâni bir tev-be ki, onunla tevbe eden
kimse önce kendi nefsine, sonra da diğerlerine çok iyi nasihat edip düzeltmiş
olacağından nefsin hakkıyla düzelmesine sebeb olan o tevbesine, isim tamlaması
olarak "çok iyi na-sihatçının tevbesi" anlamında nasûh tevbesi demek doğru olur.
Yâni günahlardan başka bir sebeple değil, sırf çirkinlikleri yani Allah'ın
rızasına ters düşen bir kabahat oldukları için vicdanında pişmanlık duyarak ve
işlemekten dolayı şiddetli üzüntü hissederek ve bir daha çirkinlik yapmamaya
azmedip vazgeçmek, nefsini buna alıştırıp hiçbir sebep ve engel karşısında
dönmemeye karar vermekle olur.
İşte böyle Allah’ı, Allah’ın
kitabını, Allah’ın hayat programını u-nutmuş, dünyaya doğru dönmüş, dünyayı
kıble edinmiş, dünyalık programlar peşinde giderken, şeytana yönelmiş, şeytanın
yörüngesine girmiş, onun arzuları istikâmetinde bir hayat yaşarken veya nefsin
istekleri peşinde koşarken, bir anda Allah’ı, Allah’ın isteklerini hatırlayarak
hemen kıblesini, yönünü, hareketlerini, tavırlarını, düşüncesini değiştirerek
Allah’ın istediği kulluğa yönelmenin adına tevbe denir. Tevbe, kişinin Allah’la
ilişkisini düzeltmesinin adıdır. Bir insan için Al-lah’la yakın ilgiden mahrum
oluştan daha büyük bir hüsran olamaz.
Rabbimiz buyuruyor ki: “Ey mü’minler,
Rabbinize, Rabbinizin istediği hayata dönün. Rabbinize tevbe edin, ama bunu
sadece dilinizle söyleyivermekle kalmayın, söylediğiniz söz kalbinizde de olsun.
Sadece dilinizle değil, tüm hayatınızla dönün. Kesin bir dönüşle dönün. İhlaslı
bir tevbe yapın. Bir daha işlememek üzere dönün. Önceki gidişinize pişman olarak
dönün. Rabbinize kulluğa azmederek dönün. Rabbinizden utanarak dönün. O
yaptıklarınızı silecek, affettirecek gü-zel ameller işleyerek dönün. Haksızlık
ettiğiniz mü’minlerin haklarını ödeyerek dönün. Allah haklarını çiğnemişseniz,
kulların haklarını gas-petmişseniz onları tekrar iade ederek dönün. Dilinizin,
gönlünüzün ve kalbinizin beraberliği içinde dönün.” İşte nasûh tevbe bu
anlamlara gelmektedir. Yani özden dönmek, samimi bir dönüşle dönmektir. Rabbine
karşı hata ettiğinin farkına vararak dönmektir.
Eğer böyle yaparsanız, bilesiniz ki
Rabbiniz sizin tüm kötülüklerinizi, tüm kusurlarınızı örtecektir. Sizin geçmiş
günâhlarınızı, cahi-liye dönemine ait kusurlarınızı örtecek, örtbas edecektir.
Geçmişe ait kötülüklerinizi, günâhlarınızı örttüğü gibi, aynı zamanda sizin
bütün çıkmazlarınızı, bütün problemlerinizi örtecek, silecek, çözümleyecektir.
Eğer bizler Rabbimize kulluğa yönelir, tevbe eder, O’nun istediği bir hayatı
yaşarsak kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bizim kusurlarımızı örtecek, hayat
problemlerimizi halledecek, hem dünyada problemsiz, mutlu bir hayat yaşamamızı,
hem de âhirette cennete ulaşmamızı bi-ze lütfedecektir. Bizi içlerinden,
altlarından ırmaklar akan cennetlerine koyacaktır.
İnsan,
hata işlemeye müsait bir şekilde yaratılmıştır. Onun bu zaâfı, nefsi aklına
galebe çaldığı zaman daha belirgin bir şekilde orta-ya çıkar. Bazen de insan
farkında olmaksızın, bilmeyerek hata işler. Kısacası insan, beşeri özellikleri
sebebiyle, zaman zaman kusur ve hatalar işleyebilir. Ancak, farkına vardığı
zaman hemen Allah Teâlâ'-dan af veya hakkına tecavüz ettiği kişiden özür
dilemesi, güzel bir ah-lâk örneğidir. Çünkü "hatadan dönmek de bir fazilettir.
"
İsimlerinden
biri de "Settâr" olan Allah Teâlâ, kullarının kusur ve hatalarını, günahlarını
örterek gizler ve diğer kulların bilmesine en-gel olur. Bu itibarla Cenâb-ı
Hakk'ın bir sıfatı da "Settârel-Uyûb" (ayıp-ları örten, gizleyen) dur. Eğer
O'nun bu ismi kulları üzerinde tecelli et-meseydi, insanlar birbirlerinin
kusurlarına muttali olur ve birbirlerine karşı rezil olurlardı. Böylece toplum
içinde çeşitli huzursuzluklar mey-dana çıkardı. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in
birçok âyetinde, mü'min-lerin kusur ve hatalarını örttüğünü ifade buyurmaktadır.
"İman ederek salih amel
işleyenlerin hatalarını an-dolsun ki, örteriz ve onları yaptıkları amellerden
daha güzeli ile mükafatlandırırız"
(Ankebût,
7)
Allah
Teâlâ'nın, kullar tarafından işlenen hataları örttüğünü bil-diren bu gibi
âyetlerde bazı ön şartlar vardır. Yani kişinin, Allah'ın af-fına ve hatalarını
gizlemesine ulaşabilmesi için, bazı özelliklere sahip olması lâzımdır. Bu
özellikler ise söz konusu ettiğimiz âyetlerde açık-ça görülmektedir. Bunların
başında "iman" gelmekte ve hemen ardın-dan "salih amel" şartı zikredilmektedir.
Konuyla ilgili âyetler şöyledir:
"(Allah) İman eden erkek ve
kadınları, içinde temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyar ve onların hatalarını örter. Allah katında büyük kurtuluş işte budur"
(Feth,5)
"Allah'a iman eden ve salih amel
işleyenlerin ve Muhammed'e Rablerinden bir gerçek olarak indirilene inanan
kimselerin hatalarını Allah örter ve durumlarını düzeltir"
(Muhammed,2)
"Sizi toplanma gününde bir araya
getirdiği gün, işte o gün, kimin aldandığını ortaya çıkaracağı bir gündür. Kim
Allah'a inanmış ve salih amel işlemişse, Allah onun hatalarını örter, onun
içinde ebedi kalacağı, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Büyük
kurtuluş işte budur"
(Teğâbûn,9)
Konuyla
ilgili diğer âyetlerde göze çarpan bir diğer özellik de "takva"
şartıdır.
"Bu Allah'ın size indirmiş olduğu
buyruğudur. Kim Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten sakınırsa, Allah da onun
kötülüklerini diğer ve mükâfatını yüceltir"
(Talâk,
65/5)
"Zira Allah (takva sahibi)
mü'minlerin yaptıkları hataları örter ve onlara işledikleri amellerin en
güzeliyle karşılık verir"
(Zümer,35)
Allah'ın
haram kıldığı günahlardan kaçınmak da bir takva işa-retidir.
"Size yasak edilen büyük
günahlardan kaçınırsanız," kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere
yerleştiririz"
(Nisâ,31)
İşte
bu âyetten de "tevbe" nin bir şart olduğunu anlıyoruz. Yine kişinin, Allah'ın af
ve müsamahasına ulaşabilmesi için, tamamlayıcı bir şartın da "ihlas" olduğu
sabittir.
"Sadakalarınızı açıktan
verirseniz ne güzel! Eğer onları gizlice verirseniz, bu sizin için daha
hayırlıdır. Bununla Allah hatalarınızı örter. Allah işlediklerinizden
haberdardır"
(Bakara,271)
Hataları
örtmek hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s) mü'minleri teşvik etmektedir: "Kim,
dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örter-se, Allah da onun ayıbını âhirette
gizleyip kapatır" (Müslim, Birr, 58, 72). Buna karşılık, Hz. Peygamber (s.a.s)
"Din kardeşini, bir suçun-dan dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi de
işlemedikçe ölmez" (Tirmizî, Kıyamet, 53) buyurarak, müslümanların, hatalarından
dolayı birbirlerini kınamaları ve hor görmelerinin, kendileri için ne derece
kö-tü bir sonuca yol açtığına dikkat çekmiştir.
"Kusursuz
dost arayan dostsuz kalır" sözü gereği, insan baş-kalarının kusurlarıyla
uğraşmamalı ve hataları örten kişi olmalıdır. Bu konuda mü'minin rehber
edineceği prensip Allah Teâlâ tarafından şu âyetle açıklanmıştır:
"İyilikle kötülük bir değildir.
Sen kötülüğü en güzel olan iyi bir hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle
a-rasında düşmanlık bulunan biri yakın bir dost gibi olmuştur"
(Fussilet,34).
Allah’ın peygamberini ve onunla
beraber olan mü'minleri utandırmayacağı o gün, o mü’minler ışıkları önlerinde ve
defterleri sağlarından verilmiş olarak yürürler ve derler ki: “Rabbimiz! Bizim
ışığımızı, bizim nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, doğrusu Sen her şeye Kadirsin.”
Rabbimiz o gün, o güne inanan, o günün hesabını gündeminde canlı tutan, o gün
kaybedenlerden olmamak için tir tir titreyen, bunun bilincinde bir hayat yaşayan
peygamberini ve onunla birlikte olan mü’-minleri asla rezil etmeyecektir. Böyle
mü’minleri asla kâfirlerle denk tutmayacaktır. Kâfirlerin rezil rüsva oldukları
bir günde Rabbimiz iman etmiş kullarını böyle bir durumdan koruyacaktır.
Onların nûrları önlerinde, sağlarında
koşacaktır. Onların nûrları, ışıkları, önlerini, yanlarını, sağlarını, sollarını
aydınlatır. O mü’min-ler derler ki: “Ey Rabbimiz bu nûrumuzu, bu ışığımızı
cennete varıncaya kadar, makamlarımıza ulaşıncaya kadar söndürme, bizimle
beraber tut, bizden alma. Dünyada kazandığımız bu nûr ile cenneti buluncaya,
cennete ulaşıncaya kadar bizi ondan ayırma!” Peki acaba nedir bu nûr? Nereden
kazanılır? Nereden elde edilir bu nûr? Bu nûr dünyada kazanılır. Bu nûr
kitaptır, bu kitabın âyetlerinin nûrudur. Rab-bimizin kitabı bize nûr olarak
gelmiştir. Bu nûr, Allah’ın kitabından ka-zanılır. Bu nûrun azlığı, çokluğu bu
kitabın âyetlerinden tanıdıklarımız kadar olacaktır. Eğer bu kitaptan bin âyet
biliyorsak o kadar bir ışığımız olacak, iki bin âyet tanıyorsak o kadar olacak,
iki âyet tanımışsak o kadar olacaktır. Bu kitaptan hiç nasibi olmayanlar da
nûrsuzlardır, ışıksızlardır. Kitabımızın başka âyetlerinde bu kitabı tanımayan,
bu ki-tapla ilgilenmeyen, bu kitaptan nasibi olmayan, Allah’ın âyetlerinden nûr
alamayan münâfıkların durumu anlatılır.
Yine Rasulullah Efendimizin
hadislerinde, mü’minlerin de yarın bu kitaptan nasipleri seviyesinde nûrlarının
olacağı anlatılır. Kimilerinin nûru çok uzakları aydınlatacak seviyede iken,
kimilerininki ise sa-dece ayaklarının ucunu aydınlatacak kadardır. Münâfıkların
nûrları sönüp karanlıkta kalacakları, menfaatlerine gelen yerde kulluk yapan,
zoru gördükleri zamansa duran veya geri adım atanların nûrları bir yanıp bir
sönecektir. Ama dünyada nûrdan yana olan, sürekli kitapla beraber olan, aydınlık
saçan bir lamba olan peygamberlerinin arkasından, izinden koşan mü’minlerin
nûrları hiç sönmeyecek ve cennete onunla ulaşacaklardır.
Çünkü onlar bu nûrlarını
tamamlamak için çırpınıyorlardı. Kâfirler istemese de Allah nûrunu tamamlayacak
inancı içindelerdi. Bu kitabın nûrunu evlerinde, çevrelerinde, toplumlarında
tamamlamak üzere Allah’ın askerleri olarak görevlendirildiklerini biliyor, bunun
için sa’y ediyorlardı. Allah’ın kitabının nûrunu insanlara götürmek, bu nûrla
toplumlarını aydınlatmak için koşuyorlardı. Yani o mü’minler bu Al-lah nûrunu
tamamlama kavgasını dünyada da sürdürüyor, dünyada da istiyorlardı. Onlar
dünyada nûrdan uzak kâfirce bir hayat yaşamı-yorlardı. Allah’ın nûrunun
tamamlanması için Allah yolunda cihada ko-şuyorlardı. Rabblerinin mağfiretine
sığınıyorlardı. Allah için yaptıklarını hep eksik ve kusurlu görüyor; bu
eksikliklerinin örtülmesini, örtbas edilmesini istiyorlardı.
Çünkü Allah nûrunun yeryüzünde
tamamlanması öyle kolay bir iş değildi. Allah’ın yardımı olmadan bunu
becermeleri mümkün değildi. Zafer ve yardım ancak Allah katındandır. İşte bu nûr
ile bakabilme özelliğini kazanan mü’minler, bu konuda Rabblerinden yardım
istiyorlardı. Çünkü insan için yaptığı değil, çabaladığı vardır. İşte o
mü’minler böyle diyorlardı: “Ya Rabbi, biz Senin uğrunda çalışıp çabaladık, ama
bu kadar yapabildik, bu kadar becerebildik. Sen bizi mağfiret buyur,
yaptıklarımızı tam kabul et, eksiklerimizi görme, ciddiye alma. Muhakkak ki Sen her şeye kadirsin.”
Dünyada böyle yapan, böyle yaşayan
mü’minler dünyanın âdeta bir simetriği olan âhirette de bakın aynı derdi
taşıyor, aynı şeyi istiyorlar. Zaten Allah hem bu dünyada, hem de âhirette bu
nûrun ta-mamlanacağını mü’minlere vaat etmiştir. Kâfirler istemese de,
müşrikler, münâfıklar hoşlanmasalar da, Allah nûrunu tamamlayacak, di-nini üstün
getirecektir. Münâfıklar bu nûrun işlerine gelen yönlerinden istifade edip,
diğer taraflarını göz ardı etmeye çalışsalar da, kâfirler bu nûru toptan
reddedip söndürmeye çalışsalar da, yerli kâfirler bu nûru yok edebilmek için
Yahudi ve Hristiyan dostlarıyla birlikte hareket etme kararları almış olsalar
d,a Allah bu nûrunu tamamlayacaktır. Bu işi yapacak olan Allah’tır. Ancak
mü’minlerin üzerine, mü’minlerin önderi olan Allah Rasûlü’nün üzerine bu iş için
bir görev düşmektedir. İşte bakın o görev de şudur:
9. “Ey Peygamber! İnkârcılarla ve
ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer
cehennemdir, ne kötü dönüştür!.”
“Ey peygamber, kâfirlerle ve iki
yüzlü münâfıklarla cihad et. Kâfirler ve münâfıklara karşı cehd ve gayrette
bulun. Tüm gücünü, tüm imkânlarını kâfir ve münâfıklarla cihada teksif et. Tüm
birikimini Allah yolunda seferber et.” Cihad çok genel bir mânâ ihtiva eder.
Cihadın bir boyutu dille olur. “Ey peygamberim dilini kâfirler ve münâfıklarla
cihadda kullan. Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, büyük bir zevk ve gayretle
dilini bu dinin onlara tebliğinde kullan. Onların kurtuluşu, hidâyeti, cenneti
için sabret. Onlardan gelebilecek işkencelere, alaylara karşı sabırlı davran.
Malını bu uğurda harcayıp malınla cihad et. Elini bu iş için ha-reket ettirip
onlarla cihad et. Her şeyini, tüm imkânlarını bu yolda seferber et. Onlarla
cihad et ve onlara karşı sert ol, sert davran. Ama unutma ki senin onlara karşı
bu sertliğin, yine ci-had, yine din, yine onların dirilişi ve kurtuluşu adına
olacaktır.”
Dinine gerçekten bağlı, dâvâsına gerçekten inanmış olan bir
insan, dini adına hamaset sahibi olacaktır. Hamiyet sahibi olacaktır. Rasulullah
Efendimizin örnek sîretine, güzel ahlâkına baktığımız zaman onun kendi nefsi
adına hiç kimseden öç almadığını görürüz. Kendi nefsi için bir tek kimseden öç
aldığına şahit olamaz kimse. Ama konu din olduğu zaman, dinine hakaret söz
konusu olduğu zaman Rasulullah Efendimizin yüzü kıpkırmızı kesilirdi. Öyle bir
gazaba gelirdi ki, hiç kimse onu durduramaz olurdu. Din adına harekete geçerdi
Allah’ın Rasûlü. Din adına çok kesin ve sert davranırdı. O konuda asla bir
gevşeklik göstermezdi. Zaten bu da Rabbimizin emridir. “Ey peygamberim onlara
karşı galiz, gılzatlı, yani çok sert bir şekilde davran. Onlar senin bu konuda
hamasetini, sertliğini bilsinler. Seni böyle tanısınlar ki adam olsunlar.
Sesinle, konuşmanla, duruşunla, tavrınla, kararlılığınla bunu ortaya koy ki,
onlar sende dirilsinler,” di-yordu Rabbimiz.
Kâfirler ve münâfıklar dinin tebliğinin
önüne set oldukları, insanlık için onulmaz bir yara haline geldikleri zaman
artık onlarla savaş kaçınılmaz olacaktır. İnsanlığın önünde bir çıban başı
olmaya başladıkları anda, yok edilmeleri için onlarla savaşılacaktır. Artık
onların kesilmekten başka seçenekleri yoktur. Peygamber ve beraberindeki
mü’minler onlarla savaşmak zorundadırlar. Ta ki yeryüzünde fit-ne kalmasın.
Yeryüzünde fitne başı olan, fitnenin askerliğini yapan insanlar susturulsun,
fitneleri kırılsın ki nûra muhatap olabilecek insanlara Allah’ın nûru ulaşsın.
İnsanlar hür iradeleriyle nûra ulaşabilsinler ve dileyenler nûrla nûrlanma
imkânı bulsunlar.
Âyet-i kerîmede Rasulullah Efendimizden
nûrun önünde engel olan kâfirler ve münâfıklarla cihad etmesi isteniyor. Ama
Rasulullah Efendimizin hayatına baktığımız zaman münâfıklarla bu şekilde bir
cihad göremiyoruz. Bu konunun Ahzâb sûresinde ifadesini görüyoruz. Rabbimiz
orada münâfıklara çok büyük bir ültimatom vermiştir. Onlar Rabbimizin bu sert
uyarısından korktukları için az çok kendilerine bir çekidüzen vermişler ve
bundan dolayı onlarla fiili bir savaş ortaya çık-mamıştır. Bakın oradaki âyet
şöyleydi:
“İkiyüzlüler, kalplerinde fesat bulunanlar,
şehirde bozguncu haber yayanlar, eğer bundan vazgeçmezlerse, andolsun ki, seni
onlarla mücâdeleye dâvet ederiz; sonra çevrende az bir zamandan fazla
kalamazlar.”
(Ahzâb 60)
“Eğer bu adamlar yaptıkları bu
pisliklere, Medine’de kargaşa çıkarmaya, Müslümanlar aleyhine asılsız haberler
yaymaya bir son vermezlerse, elbette ey peygamberim seni onların üzerine
salacak, seni onlar üzerine kışkırtacağız. Onlarla savaştıracağız seni. O zaman
o şehirde çok az bir zaman sana mücavir olabilecek, çok kısa bir süre sana komşu
olabilecekler.
Yani çok yakında onların işleri
bitecek,” buyuruluyordu. Âyetin devamında da, “onlar nerede yakalanırsa
lânetlenmiş olarak öldürülecekler. Bu Allah’ın geçmişlerin hayatında uyguladığı
bir sünnetidir ve Allah’ın sünnetinde bir bedel, bir değişiklik, bir alternatif
bulamazsın,” deniliyordu.
İşte bu kesin uyarı sebebiyle
olsa ki, o münâfıklar az biraz durumlarını düzelttiler, mü’minler aleyhine
faaliyetlerini biraz azalttılar, kendi kaplarına çekildiler de onun için
Peygamber Efendimizin hayatında onlarla böyle bir savaş gerçekleşmedi. Ama ondan
sonra bu âyet ümmet için geçerli olduğundan, mü’minler daha sonraları bu gibi
insanlarla cihad etmişlerdir. Onların Mevlâları, onların evleri, barınakları,
sığınakları cehennem olacaktır. Onlar dönüp dolaşıp cehenneme dolacaklardır.
Ne kötü bir dönüş yeridir o
cehennem! Dünyada yaşadıkları çok kötü ve sıkıntılı bir hayattan sonra, kabirde
çekecekleri sıkıntıdan sonra, mahşerdeki sıkıntılarından sonra yine çok kötü bir
yere gideceklerdir. Öyleyse kâfirler ve münâfıklar bu âyetleri çok iyi
düşünmelidirler. Ya da bizler bu âyetleri onlara düşündürmeliyiz. Duyurmalı ve
düşündürmeliyiz ki, akıllarını başlarına alsınlar.
10. “Allah, inkâr edenlere,
Nuh’un karısıyla Lût’un karısını misa l gösterir: Onlar, kullarımızdan
iki iyi kulun nikâhı altında iken onlara karşı hainlik edip inkârlarını
gizlemişlerdi de, iki peygamber Allah’tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O
iki kadına: “Cehenneme girenlerle beraber siz de girin”
denildi.”
Allah kâfirler için Nuh’un (a.s)
karısını bir darb-ı mesel yapmıştır. Allah, kâfirlere Nuh’un ve Lût’un (a.s)
hanımını da misa l getirmiştir. İki peygamber
karısını kâfirlere örnek yapmıştır. Acaba kâfirlerin ve ikiyüzlü münâfıkların
zikrinden sonra Rabbimiz niçin bu iki peygamber karısını örnek getiriyor?
İnsanlar küfürlerinin ve nifaklarının arkasında bir çok mâzeret uydurabilirler.
Birçok bahanelerin arkasına saklanarak küfürlerini ve nifaklarını makul ve mazur
gösterme çabası içine girebilirler. Kendilerini kurtarabilmek için çevrede
yapışacak bir dal arama gayreti içine girebilirler. Halbuki Allah’a karşı
insanın bu dünyada O’nun istediği şekilde iman edip, O’nun istediği kulluğun
dışında yapışabileceği hiçbir dalı yoktur. İslâm’ın, Müslümanlığın dışında
sığınabilecekleri hiçbir mâzeretleri yoktur. Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına,
Allah’ın elçisinin yoluna, Allah’ın nûruna sarılmanın dı-şında
gösterebilecekleri hiçbir özürleri yoktur. Bunun dışında hiçbir kurtuluş
vesilesi ve ümidi söz konusu değildir.
Onun içindir ki, işte iki peygamber
hanımı kâfirlere örnektir. Peygamber hanımı olmanın kendilerini kurtaramadığı
iki insan. Lût’un (a.s) ve Nuh’un (a.s) hanımları. “Onlar iki sâlih kulumuzun
nikâhı altındaydılar. Bize hakkıyla kulluk yapan iki sâlih elçimizin
karılarıydılar. Ama onlar o iki kulumuza, o iki elçimize, kocalarına ihanet
ettiler. O iki elçimizin getirdiği dine iman etmediler.” Tabii buradaki ihanet
zina anlamına, kocasını aldatma anlamına bir hıyanet değildir. Çünkü hiçbir
peygamberin hanımı zina etmemiştir. Hiçbir peygamberin hanımı iffetsizlik
yapmamıştır. Bunu, Kur’an-ı Kerîm’in işaretinden ve de Ra-sulullah Efendimizin
beyanından anlıyoruz.
Evet,
Gerek Nuh (a.s) ve gerek Lût
(a.s)'un nikâhı altındaki eşleri de iffetsizlik etmiş değil, ancak eş olma
şerefinin gerektirdiği iman ve itaate, iyilik ve doğruluğa sahip olamamış, elde
ettikleri nimetin kıymetini takdir etmeyerek küfür ve nankörlüğe meyletmiş,
hayra ve iyiliğe çalışan eşlerinin başarılarını kolaylaştırmaya çalışacak yerde
onlara eziyette bulunmuşlardır. Bununla da yetinmeyerek Allah düşmanlarının
fesatlarına yardım edecek gizli haberler vererek fitneyi tahrik etmek suretiyle
emanete hıyanet etmişler ve böylece Allah'ın gazabına uğramışlardır. Onun için
Allah'ın salih kulu olan o iki peygamber onları, o hanımlarını Allah'ın
azabından kurtaramadılar. O kadınlara, kocalarının iyi kimseler olması,
peygamberliği ve kurtarmak için gösterdikleri gayretler zerre kadar fayda
vermedi. Nuh hanımını gemisine alamadı da "Aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında
aileni ve iman edenleri gemiye yükle..." (Hûd, 11/40) buyuruldu, Lut (a.s) da
kendi şehrinden dışarı çıkaramadı, bu yüzden de "Karından başka sizden hiçbiri
geri kalmasın..." (Hûd, 11/81) denildi. Ve o iki kadına şöyle seslenildi:
"Girin ateşe girenlerle beraber!" İkisi de helak olan kâfirlerle beraber
cehenneme gittiler. Demek ki yalnız kocalarının iyiliği, Allah katındaki büyük
derecesi ve peygamberliği bile, inkâr eden hanımlarını Allah'ın azabından, o
şiddetli meleklerin vazifeli oldukları cehennem ateşinden kurtaramaz. İşte bu,
bütün kâfirler için darb-ı mesel olmuş bir numûnedir. Peygamberler her ne kadar
küfredenleri ıslah etmek, kurtarmak isteseler de imana gelmeyen, küfür ve
hıyanete tevbe etmeyenleri eşleri bile olsa Allah'ın azabından kurtaramazlar.
Herkes kendi ameline göre karşılık görür. Onun için peygamberlerin ve gerek
diğer iyi insanların eşleri, bütün kadınlar, kocalarının ve yakınlarının
derecelerine, Allah katındaki makamlarına aldanmayıp Allah'tan korkmalı ve
kendileri iyiliğe çalışmalıdırlar.
Rasulullah Efendimiz, “hiçbir
peygamber hanımı zina etmemiştir” buyurur. Allah’ın özel koruması altında olan
peygamber hanımlarında böyle bir şey olmamıştır. Bu peygamber hanımlarının
hıyaneti, peygamber olan eşlerine, kocalarına iman etmemeleridir. Kocaları gi-bi
iman ehli olmamalarıdır. Onlara iman etmemekle beraber, kocalarının sırlarını
kâfirlere ulaştırıyorlardı.
Meselâ Lût’un (a.s) karısı,
kocasına gelen misa firleri dışarıdakilere haber
veriyordu. Zaten Lût’tan (a.s) başka o toplumda misa fir kabul eden de yoktu.
Misa fir almayarak insanları otellere,
pansiyonlara, lokantalara düşürerek orada soymaya ve ırzlarına geçmeye
çalışıyorlardı. Sodam şehrinde Müslüman bir tek ev vardı, o da peygamberin
eviydi. İşte Lût’un (a.s) karısı misa firlerini Sodam’ın kâfirlerine
jur-nalliyordu. Nuh’un (a.s) karısı da kâfirlerle işbirliği içine giriyordu.
İşte onların hıyaneti bu şekildeydi.
Ama onlar peygamber karısı oldukları
halde Allah’tan kendilerine gelecek hiçbir şeye engel olamadılar. Kendilerine,
“haydi o kocalarınıza karşı kendileriyle işbirliği yaptığınız, kocalarınızın
haberlerini, sırlarını kendilerine ulaştırmaya çalıştığınız o kâfirlerle beraber
sizler de o ateşin içine girin bakalım” denir. İşte kâfirlere bu iki kadın örnek
veriliyor. Ey kâfirler, bakın görün ki iman etmedikleri sürece peygamber
karıları bile kurtulamıyor. Kesinlikle bilesiniz ki ancak iman edenler
kurtulacaktır, bunun dışında ne nesep bağı, ne de başka bağlar hiçbir değer
ifade etmeyecektir. İki peygamber karısı gözünüzün önündedir. Kocaları peygamber
oldukları halde, Allah kendilerine çok büyük nimetler sağlamış olduğu halde,
evlerine vahiy indiği ve çevrelerindeki insanlar o evden aydınlandıkları halde
bu büyük nimetten is-tifade edemeyen iki peygamber karısı cehenneme gidiyor.
Mü’minlere de örnek veriyor Rabbimiz. Mü’minler için de uyarıcı bir örnek
sunuluyor:
11. “Allah,
inananlara Firavun’un karısını misa l gösterir. O, “Rabbim! Katından bana
cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve onun işlediklerinden kurtar, beni
za-lim milletten kurtar” demişti.”
Allah, iman edenler için de
Firavun’un karısını örnek vermiştir. O kadın demişti ki: “Rabbim, benim için
katında cennette bir ev kıl. Beni Firavun ve amelinden koru, şu zalim toplumun
küfür ve şirkinden beni kurtar.” Allah, Firavun’dan, Firavun’un toplumundan,
onların küfür ve şirklerinden Allah’a sığınan o kadını onların şerlerinden
korudu. Rabbimiz kendisine iman etmiş, kendisine kulluğa yönelmiş kulunu korudu.
Dikkat ediyor musunuz? İki peygamber
karısı ve yeryüzünün en zalim insanlarından birinin karısı. Yeryüzünün
zalimlerinden, Firavun’un karısı olan Asiye annemiz. Bu kadın sabah-akşam yemek
yerine kendisine sopa atan, müslümanlara hayatı zindan etmiş, açıkça insanlara
Rabblığını, İlâhlığını ilân etmiş, binlerce insanı kesmiş, binlerce çocuğu
öldürmüş, binlerce kadınları hayâsızlaştırmış, astığı as-tık kestiği kestik olan
bir kâfirin, dünyanın en zalim adamının emrinde olan bir kadın, o zor imkânları,
o dar imkânları değerlendirip Mûsâ’ya (a.s) iman ediyor. Bu kadar zor şartlar
içinde mü’min oluyor. Allah’a dua ediyor. Ölüme hazır oluyor. “Ya Rabbi benim
için katında bir ev hazırla” diyor. “Beni bu zalimlerin anlayışlarından koru”
diyor. Öleceğinin farkına vararak cennetten bir makam istiyor. Allah’ın nûruyla
bakabiliyor. Cenneti görüyor, cenneti istiyor ve yaşadığı mü’mince bir hayatın
sonunda şahadetle birlikte cennete gidiyor.
İşte bir kadın. Kadın olarak zayıf bir
insan… Bir de içinde bulunduğu şartlar itibariyle düşünüldüğü zaman gerçekten
çok zayıf bir kadın… Tek başına Firavun gibi bir zalimin sarayında, onun karısı
olarak işte böyle bir müslümanlık sergiliyor. Gerçekten o, mü’minler için en
büyük örneklerden biri olmuştur. Rabbimiz bu ikisini insanlara, mü’minlere
misa l olarak arz ediyor. Yani yarın;
ya Rabbi, işte imkânım yoktu, zamanım yoktu, zalim bir müdürüm vardı, nefes
aldırmadı. Zalim birinin tebaasıydım, fırsat vermedi. Veya ya Rabbi param yoktu,
pulum yoktu, imkânım yoktu ne yapayım kulluk yapamadım diyerek yığınlarla
mâzeretlerin arkasına saklanmak isteyenlere işte bu iki örneği veriyor. Bakın ki
imkânı olanlar ne yapmış? İmkânsızlıklar içinde kıvranan ne yapmış? Şu anda
bizler ne yapıyoruz?
Kocası
kâfir olup, kendisi mümine olan, imanı, teslimiyeti, sab-rı ve Allah’ın
kendisine lütfettiği şartları değerlendirişi müminlere mi-sal olarak gösterilen
Firavun'un eşidir Âsiye. Bu kadın Musa (a.s.) za-manında yaşamıştır. Firavun,
İsrail oğulları'nın kadınlarını alıkoyup er-kek çocuklarını öldürtüyordu. Musa
(a.s.) doğduktan sonra, anası Al-lah'u Teâlâ'nın kendisine bildirdiği şekilde
onu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı. İçinde Musa'nın bulunduğu sandık,
Firavun'un sarayı hizasına gelince onu alıp saraya götürdüler. Âsiye kocası
Firavun'u ikna ederek Musa'yı öldürtmedi. Hatta ona kalbi ısındı ve: "Aman onu
öldürmeyin, belki büyür de işimize yarar." diyerek Musa için süt anne aramağa
başladı. Nihâyet, Musa yalnız kendi annesinin memesini ka-bul edinceye kadar süt
anne aradılar. Böylece Allah, Musa'yı annesi-ne iade etmiş
oldu.
Musa
(a.s.) büyüyüp risa let
görevini yerine getirince ona ilk iman edenlerden biri de Âsiye idi. Firavun,
hanımının Musa (a.s.)'ya iman etmesine dayanamayıp ona işkenceler yaptı ve bu
işkenceler sonunda Firavun hanımı Âsiye'yi şehit etti.
Rasulullah
(a.s.) kemâle eren dört kadından biri olarak Âsiye hatunu saymış ve ondan
övgüyle söz etmiştir. Gerçekten, kocaları küfre hizmet eden fakat kendileri
evlerinde Allah'ı anan ve Allah'ın emirlerine göre yaşayıp iffetini koruyan
mümine hanımlar için Âsiye hanım güzel bir örnektir. Onların bu sabırları ve
imanlarında sebatları elbette bir gün kocalarını da imana getirmelidir. Eğer
eşlerinin İslâm'a gelmeleri pek muhtemel değilse bu mü’minelerin böyle bir
evliliği gö-ğüslemeri ve sürdürmeleri caiz değildir.
Bakın bir örnek daha
geliyor:
12. “Mahrem
yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misa ldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik; Rabbi-nin
sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti. O, Bize gönülden itaat
edenlerdendi.”
Kendi namus ve iffetini korumuş,
namus ve iffetini kale içerisine almış İmran kızı Meryem anamız, iffet ve hayâ
timsali bir kızcağızdı. Biz ona ruhumuzdan üfledik. O, Rabbinin kelimelerini,
Rabbinin sözlerini tasdik etti. Rabbinden gelenleri doğruladı. Onların
doğruluğunu, onlara imanını hayatıyla, Allah’a teslimiyetiyle, iffet ve
namusuyla, kulluğuyla ortaya koydu. Allah’ın kitaplarını tasdik etti. Gönülden
Rabbinin emrine âmâde olan, Rabbinin arzularına boyun büken, daima kul olan,
daima emret Allah’ım, buyur Allah’ım, ne istersen ba-şım üstüne deme konumunda
olan bir kızcağızdı o... Allah kendisine ne emretmişse yapan bir kızcağızdı.
Belki yeryüzündeki imtihanların en çetininden geçiriliyor. Son derece iffet ve
namuslu bir kızcağız, insanlar tarafından iffetsizlikle suçlanacağı bir imtihana
tabi tutuluyor. Kadınların içine düşebileceği büyük imtihanla deneniyor. Ama
Allah kendisine ne emretmişse onu yapıyor.
Burada
sıdk, sadâkat, tasdik kelimeleri üzerinde biraz söz edelim. ‘Sıdk’ sözlükte,
yalanın (kizb’in) zıddı olan doğruluk
demektir. Bu doğruluk, geçmişte olduğu gibi gelecekte de olabilir. Söz vermede
veya başka bir konuda doğru olmayı, sözünde durmayı da ifade eder. Sıdk,
yalnızca konuşmada ve bir olayı veya bir haberi başkalarına ak-tarmada değil;
kelâmın (sözün) bütün çeşitlerinde, -ki buna yazı da dahildir- doğru
olmaktır.
Kur’an,
peygamberlere ve Hz. Muhammed’e (Allah’ın selâmı tümünün üzerine olsun)
indirilmiş olan vahyi kabul etmeyi ‘tasdik’ (doğrulama), onu yalanlamayı da
‘tekzip’ (yalanlama) kelimeleriyle ifade
ediyor. Bu anlamda İslâm’ı din olarak kabul eden kimseler ‘sâdık’
kişilerdir. Onlar, hem ‘Elest bezmi’nde verdikleri sözlerini yerine getirirler,
hem doğru sözlü Peygamberi tasdik ederler (doğrularlar), hem de dilleri ve
kalpleriyle, gelen vahyin doğruluğuna inanırlar. Bu noktada iman kavramı ile
‘tasdik’ kavramı arasında kullanım bakımından farklılık bulunmaktadır. ‘Tasdik’
her türlü haber hakkında kullanılır. Sözgelimi, ‘bir, ikinin yarısıdır’, ‘elma
ağaçta yetişir’ gibi bilinen gerçekleri söyleyen kimseye ‘doğru söylüyorsun,
seni tasdik ediyorum’ deriz. Ancak böyle bir haberi veren kimseye ‘sana iman
ediyorum’ denmez. İman kavramı daha çok ğayb (duyu organlarıyla algılanamayan)
şeyler hakkında kullanılır. Ğayb
haberini verene, ‘o kimseye iman ettik’ ve haber verilen şey için de ‘ona iman
ettik’ denilebilir. Kur’an’da bu kullanımı görmekteyiz. Hz. Yusuf’un kardeşleri babala-rına; “Ama doğru söylesek
de sen bize iman etmezsin” dediler.
(12/Yûsuf,
17).
Kavram
ve anlam bakımından da ‘iman’ ve ‘tasdik’ kelimeleri arasında fark vardır.
‘İman’, ‘emn’ yani güven kökünden türemiştir. Bunun için o; hem ‘haber vermeyi’,
hem bir ‘isteği’, hem de ‘benimse-meyi’ ifade eder. Oysa ‘tasdik’ böyle
değildir. Yani birine ‘güven’ duy-mayı gerektirmeyecek bir haber verilince
‘falanca iman etti’ denilmez. Tasdik, haber verme çeşitleri ile ilgili bir
kelimedir. Tasdik, bir şeyi ha-ber verenin doğruluğunu bildirmek, bunun zıddı
olan ‘tekzip’ ise haber verenin yalan söylediğini bildirmek için kullanılır.
Bazen
sevilen, bazen nefret edilen, bazen dost edinilen, ba-zen düşman sayılan, kimi
zaman itaat edilen, kimi zaman da isyan edilen, bazen boyun eğilen, bazen de
kendilerine karşı kibirli davranı-lan ‘zâtlar’ önünde takınılan durumlar ‘iman
ve küfür’ kavramlarıyla anlatılır. ‘Sâdık ve sıdk’ kavramları ilgili oldukları
kelimelere bağlıdır-lar. ‘Sâdık (gönülden, içten) sevgi ve sâdık (içten) nefret’
deyimlerinde olduğu gibi. ‘Doğru’ veya ‘yalan’ hükümleri realitenin özü değil,
onunla ilgili haberin niteliğidir. Sevgi ve nefret de sıfat olarak kullanılınca;
ilgili nesnenin özünü değil, onunla ilgili durumu niteler. Ancak ‘iman’ ve
‘küfür’ böyle değildir. Bunlar, doğrudan doğruya inanılan veya inkâr edilen
‘zât’a dönüktürler.
“Bil ki, doğruluk sükûnet (gönül
huzuru), yalan ise şüphe ve tereddüt verir.”
(Tirmizî,
Kıyâmet 60).
Doğruluk,
aynı zamanda diğer ahlâkî erdemlerin yolunu açan, insanı ahlâkî değerlere sahip
çıkmaya sevkeden anahtar bir karak-terdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.);
“Doğruluk insanı iyiliğe
götürür...”
(Müslim,
Birr 105; Buhârî, Edeb 69)
buyurmuştur.
Kişi
niyet ve irâdede doğru olmalıdır. Niyet
ve irâdedeki doğruluğun adına ihlâs denir. Yani kendisini harekete geçiren
kuvvetin yalnız Allah rızâsı olmasıdır. Şâyet tutum ve davranışlarına nefsin
arzularından bir şey karışırsa sadâkat niyeti bâtıl olur. Bu gibi adama da
yalancı demek câiz olur. Nitekim hadis-i şerifte belirtildiği şekilde "ih-lâs
konusunda" üç kişiye sorulan sorular ve alınan cevaplarda bu du-rum
açıklanmıştır. Meselâ âlime "ilminle ne amel ettin?" diye sorulunca, "Allah
rızâsı için okuttum, ilim yaydım" diye cevap verince, kendisine; "yalancısın,
sen, desinler için okuttun" denir. Okutmadın, den-mez. "Okuttun ama irâdende
yalancısın" denilir. "Doğruluk, kast ve irâdede tevhidin sıhhatidir."
Münâfıkların Hz. Peygamber'e "Sen Allah'ın resûlüsün" demeleri, doğru bir söz
olduğu halde, kalben buna inanmadıkları için inançlarında yalancı durumunda
olduklarını anlı-yoruz
Yine
kişi azimde doğru olmalıdır.
Azimde
vefâ/sadâkattir. Azim, bazen amelden önce gelir. Meselâ, insan kendi kendine;
Allah bana servet verirse, onun tümünü veya şu kadarını tasadduk ederim;
düşmanla karşılaşırsam onlarla bütün gücümle savaşırım, ölüme aldırış etmem;
Allah bana bir makam nasip ederse, Allah'a isyan etmem ve kesinlikle adâleti
uygularım" gibi azimlerde bulunur, kararlar verir. Bu azim, bazen içinden doğar
ki, bu kesin ve doğru bir azimdir, bunda şüphe yoktur. Bazen de azimde tereddüt
kokusu ve zâfiyet olur ki bu hal, doğruluğa ters düşer. İşte bazen doğruluk
denilince bu mânâ kastedilir. Sâdık ve sıddîk, tereddüt ve zaafsız bütün
iyiliklere tam bir kuvvet ve kesin bir azim ile karar vermeye denir. Doğruluğun
bir çeşidi azimde vefâkârlıktır. Zira nefis, peşin söz vermekte özgür olduğu
gibi cömerttir de. Fakat iş gerçekleşip tatbik sahasına konacağı zaman hevâ ve
heveslerin hücumu ile bağları gevşer ve azminde vefâ gösteremez duruma düşer ki
bu sadâkate aykırı olur. Bu sebeple Al-lah Teâlâ;
"Allah'a
verdikleri ahitte duran doğru adamlar vardır"
(Ahzâb,
23)
buyurmuştur.
Enes
(r.a.) diyor ki: "Amcam Nadr'ın oğlu Enes, Bedir savaşın-da Resûl-i Ekrem'in
sağında bulunamadı, yani savaşa katılamadı. Buna çok üzüldü ve kendi kendine:
"Allah eğer beni ikinci bir savaşa ulaştırırsa, yapacağımı ben bilirim!"
diyordu. Ertesi yıl Uhud savaşına katıldı. Öyle bir cihad etti ki, öldüğü vakit
vücudunda seksenden fazla yara bulundu. Kız kardeşi: 'kendisinde tanınacak bir
durum yoktu, an-cak elbisesinden onu tanıyabildim' demişti. Ve bunun üzerine
yukarı-daki âyet-i kerime nâzil oldu."
Sonra kişi amelde doğru olmalıdır.
Dördüncü derece doğruluk; amel yapmakta sadâkattir. Amelde gayret göstererek
içini dışına, dı-şını da içine uygun hale getirmektir. Dış ameller, içeride
olmayan bir şeyi yansıtmamalı, yani yapılan her amel, tamamen içten gelmeli ve
gönlün tercümanı olmalıdır. Bu durum, insanın içinden gelmiyor diye ameli terk
etmesi değil; içinin de dışını tasdik etmesi demektir. Zâhirin (dış görünüş ve
amelin) bâtına (iç dünyaya, gönle) uymaması maksatlı olursa, buna riyâ denir ve
bu, ihlâsı yok eder; Kasıtsız olursa, sadâkati/doğruluğu yok eder. O yüzden
"sıdk/doğruluk, gizli ve âşikâr olarak hakka uymaktır" denilir.
Bu
sıdkı elde etmek için, dünyada kalmayı ve yaşamayı sırf hakkı tutup kaldırmak ve
Allah'ın rızâsına mazhar olmak için arzu et-mek gerekir. Her zaman nefsinin
eksik ve kusurlarını görmek, dünya-nın cezbeden, oyalayıp aldatan güzelliklerine
kapılmamak, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemekle bu sadâkat
gerçekleşebilir.
Doğruluğun
beşinci ve en üstün derecesi ise, korku, ümit, say-gı, züht, rızâ, tevekkül,
muhabbet ve diğer bütün rûhî/psikolojik du-rumlarda doğruluktur.
"Mü'minler, ancak Allah'a ve
Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla
ve canlarıyla cihad edip savaşanlardır. İşte sâdıklar/doğrular ancak
onlardır."
(Hucurât,
15).
Sadâkatin
derecelerinin zirvesi yoktur. Kul, bazı hususlarda sâdık olsa da, bazılarında
olamayabilir. Hepsinde sâdık olan gerçek sıddîktır. Allah, bu dini, başlangıçta
hem onun tebliğcisi Hz. Muham-med (s.a.s.)'i, hem de bu İlâhî mesajı ilk olarak
tasdik edip doğrulayan Ebû Bekir (r.a.) gibi iman eden ümmeti sıdkla
sıfatlandırarak övmüştür:
"Sıdk mesajıyla gelip doğruyu
getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte muttakîler, kötülükten sakınanlar
onlardır."
(Zümer,
33)
Sıdkın
tamamen bir vicdan işi haline getirilmesi ve insan tabi-atının her durumunda
sadâkatin hemen ortaya çıkması, rızâ makamı olan sıdkın üst seviyesidir. "Rab
olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve peygamber olarak Muhammed (s.a.s.)'den
râzı olmak", en büyük sadâkattir. En önemli doğruluk, İslâm'ın hayatın tüm
alanlarında tam bir teslimiyetle kabul edilmesi, Allah'ın tek ilâh, otorite;
Rasûlullah'ın da yegâne rehber ve örnek edilmesidir.
"Mü'minler, ancak Allah'a ve
Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla
ve canlarıyla cihad edip savaşanlardır. İşte sâdıklar/doğrular ancak onlardır."
(Hucurât,
15)
"Allah'a ve peygamberlerine iman
edenler, (evet) işte onlar, Rableri yanında sıddîklar/sözü özü doğru olanlar ve
şehidlik mertebesine erenlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır. İnkâr
edip de âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin
adamlarıdır."
(57/Hadîd,
19)
"Şüphesiz bizim Rabbimiz
Allah'tır' deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), onların
üzerine melekler iner (ve derler ki:) 'Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size
va'dolunan Cennet'le sevinin. Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin
velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir. Ve istemekte
olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok merhamet eden (Allah) dan bir
ağırlanma olarak!"
(Fussilet, 30-32)
"Şüphesiz bizim rabbimiz
Allah'tır' deyip, sonra dosdoğru bir
istikamet tutturanlar (yok mu), artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklardır. İşte onlar Cennet halkıdır. Yapmakta olduklarına karşılık olmak
üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar."
(Ahkaf,
13-14)
"İman etmiş olanlar: 'Keşke cihad
hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!' derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip
de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı
geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Onlara yakışan da
budur! (Onların vazifesi) itaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman
Allah'a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu."
(47/Muhammed,
21)
Hadis-i
Şeriflerde Sıdk/Doğruluk ve Kizb/Yalancılık Kavramı
çok ciddi biçimde ele alınmıştır.
“Şüphesiz ki sözde ve işte
doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru
söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık,
yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da ce-henneme götürür. Kişi yalancılığı
meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.”
(Buhârî,
Edeb 69; Müslim, Birr 103-105)
“(Sözde ve işte) Doğruluktan
ayrılmayın. Çünkü doğruluk, şüphesiz hayır ile beraberdir (Sahibini hayra ve iyi
amellere yöneltir). Doğruluk ve hayır (sahibi) da cennettedir. Yalancılıktan da
sakının. Çünkü yalancılık şüphesiz şer ile beraberdir (sahibini kötülüklere
sürükler). Ve yalancılıkla şer
(sahibi) cehennemdedir. Allah’tan
mu-âfât (yani,hoşlanılmayan şeylerden selâmet ve âfiyette olmayı)
dileyin. Çünkü hiç kimseye imandan sonra âfiyetten daha hayırlı bir şey şüphesiz
verilmemiştir. Birbirinize ha-sed etmeyin. Birbirinize buğz etmeyin.
Birbirinizle iyi ilişkileri kesmeyin. Birbirinizden yüz çevirip küsüşmeyin ve ey
Allah’ın kulları, kardeşler olun.”
(İbn
Mâce, Duâ 5, hadis no: 3849)
Rasûlullah
(s.a.s.)’a ‘Yâ Rasûlallah, insanların hangisi daha faziletlidir?’ diye soruldu.
O şöyle buyurdu: “Kalbi mahmum (temiz) ve
dili çok doğru olan her (mü’min) kişi.” Sahabeler: ‘Ya Rasûlallah! Dili çok
doğru olanı biliriz. Mahmum kalp nedir?’ diye sordular. Peygam-berimiz şöyle
cevap verdi: “Allah’tan korkan, tertemiz,
içinde ne gü-nah, ne zulüm ile yaratıklara kötülük etmek, ne kin, ne haset
(çeke-memezlik) olan kalptir.”
(İbn Mâce, Duâ 24, hadis no: 4216)
İbni
Mes'ud (r.a.), Peygamberimizden şunu naklediyor: "Hz. Peygamber bir gün yere düz
bir çizgi çizdi ve 'Bu Allah'ın yoludur' dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna
başka çizgiler çizerek 'Bunlar ise diğer yollardır. Her biri
üzerinde yanlışa dâvet eden bir ta-kım şeytanlar vardır.' buyurdu. Arkasından da şu âyeti okudu: "Şu
emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere
uyup gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasın. (Azabından) Korunmanız için
(Allah) size böyle tavsiye ediyor."
(En'âm,
153) (İbn Mâce, Mukaddime 1).
"Ey
kalpleri halden hale değiştiren Allah'ım, benim kalbimi dinin üzere daim ve
sabit kıl!"
(Tirmizî,
Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13)
"Allah'a
iman ettim' de ve dosdoğru ol."
(Müslim,
İman 13, 62; Ahmed bin Hanbel, III/413)
“Doğru
olunuz, kurtuluşa erersiniz.”
(İbn
Mâce, Tahâret 4; Dârimî, Vudû’ 2)
"Ya
Rasülallah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir
kimseye sormayayım" diye soran Süfyan bin Ab-dullah Es-Sakafi'ye Peygamberimiz
şöyle cevap verdi: "Allah'a iman
ettim' de, ondan sonra dosdoğru
ol!"
(Tirmizî,
Zühd 47)
"İstikamet
üzere olunuz. Eğer istikametli olursanız, o ne güzel bir şeydir. Amellerinizin
en hayırlısı da namazdır. Ve kâmil mü'minden başkası namazı muhâfaza
edemez."
(İbn
Mâce, Kitabu't-Tahâre 4).
“Dürüst
ve emin (kendisine güvenilen) tüccâr; peygamberler ve şehitlerle
beraberdir.”
(Tirmizî, Büyû’, 4, hadis no: 1225)
“Alış-veriş
yapan iki kişi (satıcı ve alıcı) birbirlerinden ayrılın-caya kadar muhayyerliğe
(seçme, vazgeçme hakkına) sahiptirler. Bunlardan her biri dürüst ve doğru söyler
ve (mala ait hususları) birbirlerine açıklarlarsa, bu alış-verişlerinde
kendilerine bereket ihsân olunur. Eğer iki taraf (mal ve bedelin ayıbını)
gizlerler ve yalan söy-lerlerse, bu alışverişlerinin bereketi giderilir.”
(Buhârî,
Büyû’ 31; Müslim, Büyû’, 47, hadis no: 1532)
“Sana
kuşku veren şeyi bırak, şüphe ve kuşku vermeyen şeyi al! Doğruluk, gönül
rahatlığı, yalansa kuşkudur.”
(Tirmizî,
Kıyâme 22, hadis no: 2637; Müslim, Birr 14-15)
“Münâfığın
alâmeti üçtür: Söz söylediği zaman yalan söyler. Vaad ettiği vakit sözünde
durmaz. Kendisine bir şey emânet edildiği zaman hıyânet eder.”
(Buhârî,
Edeb 120, İman 26; Müslim, İman 107,
hadis no: 59)
Dört
huy vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kişi tam münâfık olur. Kimde de bu
huylardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münâfıklıktan bir
sıfat bulunmuş olur: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihânet eder.
Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar,
haksızlık yapar.”
(Buhârî,
İman 24, 27, Mezâlim 17)
“Kul, yalan söylediği vakit, vücuda getirdiği
şeyin fena koku-sundan ötürü, melek kendisinden bir mil uzaklaşır.”
(Tirmizî,
Birr 46, hadis no: 2039)
“Cemaati
(toplumu) güldürmek için yalan konuşanların vay haline, vay haline, vay haline!”
(Ebû
Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4990)
Rasûlullah’a:
‘Mü’min korkak olabilir mi?’ diye sorulduğunda: “Evet” diye cevap verdi. ‘Mü’min yalancı
olabilir mi?’ diye sorulunca da: “Hayır!” buyurdular.
(Muvattâ,
Kelâm 19)
“Kim
yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, o kimsenin (oruç tutup)
yemesini-içmesini bırakmasına Allah için hiçbir gerek yoktur.”
(Buhârî,
Savm 13; Tirmizî, Savm 16, hadis no: 703)
“Senin
söylediklerini tasdik edecek bir mü’min kardeşine yalan söylemen çok büyük bir
hiyânettir.”
(Ebû
Dâvud, Edeb 79, hadis no: 4971)
“Haklı
dahi olsa münâkaşayı terk eden kimseye cennetin ke-narında bir makam (köşk),
şaka da olsa yalanı terk edene cennetin ortasında bir makam (köşk), ahlâkını
güzelleştirene cennetin en yük-sek katında bir makamı söz veriyorum.”
(Ebû
Dâvud, Edeb 8, hadis no: 4800)
“Her
duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.”
(Müslim,
Mukaddime 5; Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992)
“Yalan
olduğunu zannettiği bir hadisi benden nakleden kimse, yalancılardan biridir.”
(Müslim,
Mukaddime I/9; Tirmizî, İlim 9)
“Şüphesiz
benim üzerimden söylenen bir yalan, başka birinin üzerinden söylenen yalan gibi
değildir. Şimdi, kim (kasten) benim üzerimden yalan söylerse (benim söylemediğim
bir sözü bana isnâd eder, hadis uydurursa), cehennemdeki yerine
hazırlansın!”
(Müslim,
Mukaddime 4; Buhârî, İlim 47-51)
Ebû
Bekre (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.): “En büyük gü-nahı size haber vereyim mi?”
buyurdu. Biz: ‘Evet, ya
Rasûlallah’ de-dik. Resûl-i Ekrem:
“Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik et-mek” buyurduktan sonra,
yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve:
“İyi belleyin, bir de yalan söylemek, yalancı şâhitlik yapmaktır” buyurdu.
Bu son cümleyi sürekli tekrarladı. Biz daha fazla üzülmesini arzu et-mediğimiz
için “keşke sussa!” diye temennîde bulunduk.”
(Buhârî,
Şehâdât 10)
“Zandan
sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır.”
(Buhârî,
vesâyâ 8)
“Ahdini
bozan (sözünden cayan) herkes için kıyâmet günü bir bayrak dikilip ‘bu falanın
vefâsızlık alâmetidir’ diye ilân olunacaktır.”
(Buhârî,
Cizye 22)
“Kıyâmet
günü her vefâsız kişinin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde
o bayrak yükseltilecektir. Bilin ki, vefâsızlık açısından kamu yöneticisinden
daha büyük vefâsız yoktur.”
(Müslim,
Cihad 15-16; Tirmizî, Fiten 26)
“Allah
Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Ben kıyâmet günü şu üç (grup) insanın düşmanıyım: Benim
adıma yemin ettikten sonra sözünden cayan kişi, hür bir insanı köle diye satıp
parasını yiyen kişi, ücretle bir işçi tutup işini gördüren ve işçinin ücretini
vermeyen kişi.”
(Buhârî,
Büyû' 106, İcâre 10; İbn Mâce, Ruhûn 4)
“Kıyâmet
günü hesabı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzura getirilir.
Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara
kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak: ‘Peki, bunlara karşılık ne yaptın?’
buyurur. ‘Şehid düşünceye kadar Senin uğrunda cihad ettim’ diye cevap verir.
‘Yalan söylüyorsun. Sen, ‘ba-bayiğit adam’ desinler diye savaştın, o da denildi’
buyurur. Sonra em-rolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır. Bu defa ilim
öğrenmiş, öğ-retmiş ve Kur’an okumuş bir kişi huzura getirilir. Allah ona da
verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da: ‘Peki, bu
ni-metlere karşılık ne yaptın?’ diye sorar. ‘İlim öğrendim, öğrettim ve Se-nin
rızân için Kur’an okudum’ cevabını verir. ‘Yalan söylüyorsun. Sen ‘âlim’
desinler diye ilim öğrendin, ‘ne güzel okuyor’ desinler diye Kur’-an okudun.
Bunlar da senin hakkında söylendi’ buyurur. Sonra em-rolunur, o da yüzüstü
cehenneme atılır. (Daha sonra) Allah'ın kendi-sine her çeşit mal ve imkân
verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği ni-metleri ona da hatırlatır. Hatırlar
ve itiraf eder. ‘Peki, ya sen bu nimet-lere karşılık ne yaptın?’ buyurur.
‘Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden esirgemedim, sadece Senin
rızânı kazanmak için ver-dim, harcadım’ der. ‘Yalan söylüyorsun. Halbuki sen,
bütün yaptıkla-rını ‘ne cömert adam’ desinler diye yaptın. Bu da senin için
zaten söy-lendi’ buyurur. Emrolunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.”
(Müslim,
İmâre 152)
Evet,
böylece bu sıdk konusu üzerinde epey bir hadisi de okumuş olduk.
Meryem ve Âl-i İmrân sûrelerinde bu
imtihan uzunca anlatılır. Rabbimiz, “hiç korkma, çocuğunu kucağına al ve
insanların içine git” buyuruyor. Gidiyor kavminin yanına ve sonuç Allah’ın
istediği gibi olu-yor. Îsâ’nın (a.s) annesi… Allah’ın bir yasasının
gerçekleşmesine zemin olmuş bir kadın… İşte bu da mü’minlere, insanlara örnek
bir kadındır. Kânitînden olan bir kadın… Her şart altında Allah’a boyun bük-müş,
teslimiyet göstermiş bir kadın… En zor imtihanlara sürülse de sabredip kulluğunu
bozmamış bir kadın... İşte bu kadın da mü’minlere örnektir. Rabbimiz bu örnek
kuluyla da diyor ki, “ey mü’minler işte böyle sıkı kullarım da vardır Benim. Her
şart altında sabredip Benim istediğimden çıkmayan kullarım da vardır. Sizlere ne
oldu ki basit ba-sit imtihanlardan dolayı geri adım atmaya kalkışıyorsunuz?
İnsanlardan gelebilecek basit sorgulamalardan, basit yargılamalardan, basit
dünya menfaatlerinden ötürü ne oluyor da hemen öyle çözülüveriyorsunuz? Niye her
şart altında Meryem kulum gibi yolunuza devam etmeye çalışmıyorsunuz? Bu mülkün
Bana ait olduğunu bilmiyor musunuz? Ne bu haliniz?”
buyurulmaktadır.
Bu sûre ile alâkalı bu kadar söz yeter.
Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Sübhanekallahümme ve bihamdik,
eşhedü en lâ ilâhe illa ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder