MÜLK SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabı-mızın
67., nüzûl sıralamasına göre 77., Mufassal kısmı beşinci sûreler grubu-nun
dördüncü sûresi olan Mülk sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sa-yısı
30’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Kur'an-ı
Kerim'in altmış yedinci sûresi. Otuz âyet, üç yüz otuz beş kelime ve bin üç yüz
on üç harften ibarettir. Fasılâsı râ, mim ve nun harfleridir. Mekkî sûrelerden
olup "Tûr" sûresinden sonra nâzil ol-muştur. Adını ilk âyetinde geçen "mülk"
kelimesinden almıştır. âyette geçiş şekli şöyledir: "Mülk ve saltanat, kudret
elinde olan Allah yüce-dir. O her şeye kadirdir. " Sûreye, Tebâreke, Mâma,
Münciyye, Vâ-kıyye ve Mennâa adları da verilmektedir.
Mülk
sûresi, fazileti hakkında hadis varit olan sûrelerdendir. Peygamber (s.a.s)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kur'an'da otuz âyetlik bir sûre var, bir adama
şefaat eder ve o kişi mağfiret olunur, O "Tebâreke" sûresidir" (Tirmizi,
Fedâilil-Kur'an 9; Ebu Davud, Salât, 322; İbn Mâce, Edep,
52).
Câbir
(r.a)'dan nakledilen başka bir hadiste de şöyle denil-mektedir: "Peygamber
(s.a.s), Secde ve Tebâreke (Mülk) sûrelerini okumadan uyumazdı" (Tirmizi,
Fedâil'ül-Kur'an, 9).
Sûre,
Bakara sûresindeki; "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Hal-buki siz, ölüler idiniz,
sizi O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar diril-tecektir. Nihayet O'na
döndürüleceksiniz. Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra
göğe yönelip onları yedi gök olarak düzenleyen de O'dur" (Bakara,28-29)
âyetlerde verilmek istenen mesajı tafsili bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Katıksız bir tevhid aki-desine ulaştırılmak için insan, varlık âlemini ve
ötesindekileri düşünmeye davet edilir. Nasıl olur da insan, yoktan var edildiği
halde, onu var edeni inkâr edebilir! Ve nasıl olur da, her akıl sahibini hayrete
dü-şürüp iman etmeye sevk edecek azametteki olaylar her gün çevresinde cereyan
ettiği halde, kâinatın tek sahibi olan ve onu dilediği gibi sevk eden Allah'a
iman etmeyi beceremez! Yeryüzünde ne varsa hepsini insan için yaratan Allah'tır.
Ama insan, her gün etrafında cereyan eden ve yaratanın mutlaka bir alâmetini
taşıyan olaylara karşı körelmiş bir durumdadır. Mekke'de nâzil olan ve
insanların akıllarını şirkten ve câhilî yaşayışın tortularından temizleyip,
onları her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah Teâlâ'yı tanımaya, O'na ibadet
etmeye yöneltmeyi hedef alan sûrelerden bir tanesi de "Mülk"
sûresidir.
Bu
sûrenin muhtevası ve konuyu ele alışı öteki sûrelerden farklıdır. Düşünen insanı
Allah'a imana götürecek olan, görülen ve görülmeyen yaratılıştaki mükemmellik ve
incelikler, yeryüzünün dar sınırlarının ötesine taşarak bütün kâinatı
kucaklayan, maddî hayatı aşıp âhiret âlemini de içine alan bir uslûbla ele
alınmaktadır. İnsana, kâinattaki hadiselerin dış görünüşü ile uğraşmaktan
kurtulup onun iç gerçeklerini kavramanın yolları açılır.
Sûreye,
mülkün ve saltanatın Allah'a ait olduğu hatırlatılarak giriliyor. Her şeyin
tasarrufu O'na aittir. Dilediğini dilediği gibi yapmak-ta hiç bir şey O'nu
sınırlayamaz ve yaptıklarından dolayı sorgulaya-maz. Mülkün tek sahibi O'dur ve
O'nun her şeyi yapmaya gücü yeter: "Mülk ve saltanat O'nun elinde olan Allah
yücedir. O her şeye ka-dirdir" (1).
Bu
gerçekler kalplerde yer edince insan, duygularının esa-retinden kurtulur ve
varlık sebebini daha yekinî bir şekilde kavramaya başlar. Mülkün sahibi olan
Allah, ölümü ve hayatı yarattı. Bu, O'nun gücünün, sonsuzluğunun ve
erişilmezliğinin bir alâmetidir. Allah Te-âlâ'nın mülkün sahibi olduğunu idrak
eden insan, O'nun halk ettiği ölüm ve hayat gerçeğini düşünmeye başlayacaktır.
Bu düşünce onu başıboşluktan alıkoyacak, sınanmak için gönderildiği bu dünyadaki
hayatında yaşam ölçülerini belirleyecektir. Her şeyin tek sahibi Allah
Teâlâ'dır.
Ölüm
ile hayat O'nun elinde olduğuna göre hiç bir başka güç, insanı Allah'ın
dilediğinin dışında bir şeyi yapmaya zorlayamaz. Ölüm ve hayat, kimin daha iyi
bir iş işleyeceği ve öteki hayatta Aziz ve Gafûr olan Allah'ın rahmetine muhatap
olacağının anlaşılması için yaratıldı: "Hanginizin daha iyi amel işlediğini
denemek için O'dur ölümü ve hayatı yaratan, O, Aziz'dir, Gafûr'dur"
(2).
Bundan
sonra varlıkların yaratılışındaki nizamı ve onun çar-pıcılığını açıklayan
âyetler gelmeye başlıyor. Allah gökleri yedi kat olarak yaratmıştır. Onu akıl
sahipleri için de bir ibret kaynağı kılmıştır. Ancak insanlardan çok azı
müstesna hiç kimse bu gerçeklerin farkın-da değildir. İnsanlar öyle bir hayat
sürerler ki; ölüm sanki onlara hiç yetişmeyecektir. İşte Allah Teâlâ, insana
hitap ederek, onu alemleri yaratmasındaki mükemmelliği görmeye davet ediyor.
Gaflet içerisin-deki insana; "Sen Rahman'ın yaratmasında bir eksiklik
bulamazsın. Gözünü çevir de bak; bir aksaklık görebilir misin?" (3). Diye
seslene-rek ona yaratılışın intizam ve mükemmelliğini, varlığına işaret eden en
büyük delil olarak sunuyor.
Burada
Allah Teâlâ, meydan okuyan bir üslup kullanıyor. Bu, konunun ciddiyetini
vurgulamak içindir. İnsandan, Allah'ın bütün ya-rattıklarına dikkatle bakması
isteniyor ki o, sapıklıkta devam edip de, Allah'ın hazırladığı çılgınca kaynayan
Cehennem azabıyla cezalan-dırılmayı hak etmesin. Gökyüzünün, seyredildiğinde
kalpleri sihirleyen o muhteşem manzarası, düşünen akılları Allah'ın vaadine
imana da-vet ediyor: "Andolsun ki Biz yere yakın göğü kandillerle donattık"
(5).
İnsan
yaradılıştaki bu güzellikleri kavramaya çağrılıyor. Çünkü varlık-taki güzelliği
kavrayınca onu yaratanın güzelliğini, ululuğunu daha kolay idrak
edecektir.
Allah
Teâlâ, gökyüzünü süslediği kandillerle, aynı zamanda şeytanların taşlanmasını da
sağladı. Lânetlenen bu şeytanlar için, çıl-gın bir Cehennem azabı da
hazırlanmıştır: "Onlarla şeytanların taş-lanmasını sağladık. Âhirette de Biz;
şeytanlara alev alev yanan bir azap hazırladık " (5). Bu âyete bağlantılı olarak
Allah'ın açıkça bilinen varlığını inkar edip, O'nun dinine uymaktan yüz
çevirerek tağutların peşine takılan ve Allah'a şirk koşan kâfirler tehdit
edilmektedir. On-ların da uydukları şeytanlar gibi hazırlanan aynı acıklı
Cehennem azabına çarptırılacakları; "Rabbini inkâr edenler için cehennem azabı
vardır. O, ne kötü bir yerdir" (6) âyetiyle haber
verilmektedir.
Bunun
peşindeki âyetlerde Cehennemin canlı bir tasviri yapılır. Cehennem, ahiret günü,
kaynamasının şiddetinden korkunç uğultular çıkartacak ve o kâfirlerin Allah
Teâlâ'ya olan isyanlarına karşı kızgın-lığından parçalanacak bir hale
gelecektir. O gün hiç bir münkir onun öfkeli alevlerinden kendini
kurtaramayacaktır: "Cehenneme atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı öfkeli
uğultuyu duyarlar. Cehennem öfkesinden parçalanacak bir hale gelir..."
(7-8).
Bu
âyetlerdeki ifâde tarzı ayrıca büyük bir hakikati da ortaya koymaktadır;
Allah'ın yarattığı canlı cansız her şey, bir ruha sahiptir. Ve mevcudâttaki
bütün varlıklar kendi tabiatları içerisinde Allah Teâ-lâ'yı hamd ile tesbih
ederler. İşte Allah'a tam bir itaatle boyun eğen bu varlıklar, insanoğlunu
yaratıcısına isyan ederken gördüklerinde, inkâr ve isyana karşı fıtratlarında
gizli olan nefretleri onları öfkeden çılgına çevirir. Mevcudâttaki her şeyin
Allah Teâlâ'yı zikrettiği gerçeği; "Yedi gök, yer ve onlarda bulunan varlıklar,
Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Aslında hiç bir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı
tesbih etmesin ne var ki siz onların tesbih etmesini anlamazsınız..." (İsra,44)
âyetiyle insan-lara bildirilmektedir. Bu gerçek Kur'an-ı Kerim'de defalarca
tekrar edilmektedir. Bunlar, kâinatta her şeyin Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbih
ettiği halde, insanın bu kafileden ayrılıp hüsrana uğrayanlardan ol-duğu
gerçeğini vurgulamaktadırlar.
Bunun
akabinde, Cehennem bekçilerinin bu insanlara karşı tavırları dile getiriliyor.
Onları rezil edip büyük bir sıkıntıya düşürecek olan; "Size bir uyarıcı gelmemiş
miydi?" (8) sorusu sorulunca, onların buna verdiği cevap; budalalıkları ve
gafletlerinin kendilerini sürükle-diği inkarcılıklarını büyük bir pişmanlıkla
itiraf etmekten başka bir şey değildir: "Onlar: "Evet doğrusu bize bir uyarıcı
geldi ama biz yalanla-dık ve dedik ki, Allah hiç bir şey indirmemiştir... Sadece
siz büyük bir sapıklık içindesiniz" derler" (9).
Ellerinde
hiç bir delil olmadan Allah'ın indirdiklerini inkâr edip peygamberlerini
yalanlayanlar, o gün, duyan ve düşünen hiç bir insa-nın düşemeyeceği böyle kötü
ve iğrenç bir durumda oldukları halde pişmanlıklarını çok acıklı bir şekilde
dile getirirler: "Eğer kulak vermiş veya düşünmüş olsaydık çılgın cehennemlikler
arasında bulunmazdık derler" (10).
Allah
Teâlâ, insanları hidayete ulaştırmak için gönderdiği Kur'-an-ı Kerim'de, hak ile
batılı, iyi ile kötüyü, mü'min ile kâfiri bir arada, birbiriyle kıyaslanabilecek
bir şekilde, karşılıklı sahifeler halinde su-narak, insanların muhakeme yapıp
doğru yolu seçebilmeleri için ilâhî bir tebliğ metodu uygulamaktadır. Bu hikmete
istinaden inkârcıların karşılaşacakları musibetleri zikrettikten hemen sonra,
kurtuluşa erip, Rablerinin mağfiret ve mükâfatına nâil olanların durumları dile
ge-tirilir: "Muhakkak ki Rablerinin azâbından gıyâben korkanlar (yok mu) onlar
için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır"
(12).
Onlar yaptıkları her işi Allah Teâlâ'nın kendilerini murakabe altında tuttuğunun
bilin-cinde olarak yaparlar. Bir kötülük yapmaktan kaçınmaları, insanların
onları cezalandırmasından çekindikleri için değil; ancak, gizli âşikâr her şeyi
gören ve bilen Allah Teâlâ'dan korktukları içindir. Onlar, Allah Teâlâ'nın,
yarattığı her şeyin bütün in-celiklerini, gizliliklerini gören ve kalplerdeki
bütün sırları bilen olduğunu çok iyi bilirler. Açığa vurulanı da gizlenmeye
çalışılanı da O yaratmış olduğu halde, nasıl olur da onarı bilmez?
Allah
Teâlâ; "Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz Allah, kalplerin
özünü çok iyi bilir. Yaratan hiç bilmez mi? Halbuki O her şeyi bütün
incelikleriyle bilir ve her şeyden hakkıyla ha-berdardır" (13-14) âyetleriyle
insanları uyararak, dininin icaplarını gizli, açık çiğnememeye çalışanların
dikkatini çeker. Ayrıca bu gerçeğin vicdanlarda yer etmesi, insana hassasiyet ve
uyanıklık kazandırır. Bu, onun yeryüzünde taşımak zorunda olduğu, Allah'a iman
emanetini omuzlamasını kolaylaştırır.
Bundan
sonraki âyetlerde, insanoğlunun gafletten kurtulup, yaratıcısını tanımaya
yönelmesi için, onun iç içe yaşadığı, var ediliş hikmetlerini bilmediği halde
hepsinden istifade ettiği nimetlerin kay-nağı açıklanır. Allah Teâlâ,
yeryüzündeki her şeyi insanın emrine sun-muş ve ona boyun eğdirmiştir. İnsan,
orada hayatını kolayca devam ettirip suyundan, toprağından, havasından,
rızıklarından ve gizli ha-zinelerinden istifade ederken, bütün bu nimetleri ona
bahşeden Rab-binin yüce varlığını hamd ederek tesbih etmelidir. "Yeryüzünü size
boyun eğdiren O'dur. Yeryüzünün her tarafında gezip dolaşın ve Al-lah'ın vermiş
olduğu rızıklardan yeyin. Sonunda dönüş(ünüz) ancak O'nadır"
(15).
Yeryüzünün
insana boyun eğmesi ifadesi, çok büyük gerçek-leri ifade eder. Allah Teâla
arzın, canlı bir varlıkmış gibi, insanlara bo-yun eğdiğini ifade ediyor. Bugün
bilinen bir gerçektir ki yeryüzü, öyle görüldüğü gibi yerinde duran, hareketsiz
bir varlık değildir. İçi alev alev kaynadığı halde, kendi etrafında saatte bin
milden fazla bir, hızla hareket eder. Ayrıca tabi olduğu güneş sistemi ile de
gökyüzünün derinliklerine doğru saatte binlerce kilometre hızla yol alır. Yani
arz her şeyiyle hareket halindedir. Ve Allah Teâlâ hiç kimsenin zaptede-meyeceği
bu gücü insanın emrine âmade kılmış, ona boyun
eğdir-miştir.
Gökyüzünü
insanlar için süsleyip, yeryüzünü onun hizmetine sunan Allah Teâlâ, gaflet
içerisinde, etrafındaki harikuladelikleri göre-meyerek O'na isyan eden
insanoğluna, onu düşünmeye davet eden ve tehdit taşıyan bir üslupla sorular
yöneltir ve yaptıkları şeylerden dolayı başlarına büyük bir belâ gelmeyeceğinden
nasıl emin olabil-dikleri sorusunu sorar: "Gökteki (melek)lerin Allah'ın emriyle
sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin misiniz? O vakit bakarsınız ki yeryü-zü
şiddetle sarsılıp çalkalanıyor" (16). İnsanın ayakları altında sakince duran yer
sallanmaya, yerin içinde sakladığı alevleri ağzını açarak fış-kırtmaya ve
gökyüzünden taşlar yağmaya başladığı zaman, insanlar kapana kıstırılmış fare
gibi güçsüz ve çaresiz kalırlar. Akılları baş-larından çıkar, dehşete düşerler.
Ve kulak tıkadıkları uyarmanın ger-çekliğini kavrarlar. Ama iş işten geçmiştir:
"O zaman uyarmanın ne demek olduğunu bileceksiniz" (17).
Allah
Teâlâ bunu anlamakta güçlük çekenlere, idrak etmele-rinde yardımcı olsun diye,
geçmişteki sapık kavimlerin helâk oluşlarını misa l
verir: "Şüphesiz bundan öncekiler de yalanlamışlardı. Yaptık-larını reddedip
onları cezalandırmam nasılmış; bir bak!" (18). Bu â-yetle, inkarlarından dolayı
helâk edilmiş kavimlerin bugün de göz önünde olan helâklerine dair alâmetlere
bakıp ibret alınması isteniyor.
Bundan
sonra gelen âyetlerde inkârcıları düşünce ve tefekküre sevk etmek için, Allah
Teâlâ'nın bir takım mucizeleri zikredilir. Ve onların da Allah'ı inkâr etmekle
beraber, O'nun rızıklandırmasına muhtaç ol-dukları gerçeği vurgulanarak,
varlıklarını Allah'a borçlu oldukları hatır-latılır.
Sûrenin
sonunda, bütün bu apaçık deliller karşısında iman et-mekten kaçınırlarsa, artık
onlar için yapacak hiç bir şey yoktur. On-lara söylenecek olan son sözü, Allah
Teâlâ, peygamberine şöyle öğ-retir: "De ki; O, Rahman olan Allah'tır. Biz O'na
iman ettik ve O'na gü-vendik. Yakında kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu
bilecek-siniz" (29). Buyurulur.
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
geçebiliriz.
1. Hükümranlık elinde olan Allah
yücedir ve O her şeye Kâdirdir. 2. Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek
için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, bağışlayandır. 3. Gökleri yedi
kat üzerine yaratan O’dur. Rahmân’ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın.
Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? 4. Bir aksaklık bulmak için
gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun
düşer. 5. An-dolsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların
taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık. 6.
Rabblerini inkar eden kimseler için cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür!
7. Oraya atıldıkları zaman, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. 8.
Nerede ise öfkesinden paralanacak! İçine her bir topluluğun atılmasında,
bekçileri onlara: “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye sorar. 9. Onlar,
“Evet; doğrusu bi-ze bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey
indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içindesiniz demiştik” derler. 10. “Eğer
kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde
olmazdık” derler. 11. Böylece günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli
cehennemlikler yok olsunlar! 12. Doğrusu görünmediği halde Rabblerinden
korkanlara, onlara, bağışlanma ve büyük ecir vardır. 13. Sizler, sözlerinizi
gizleseniz de açıklasanız da birdir; O, kalplerde olanı bilir. 14. Yaratan
bilmez olur mu? O, Latif'tir, haberdardır. 15. Yeryüzünü, size boyun eğdiren
O’dur; öyleyse yerin sırtlarında dolaşın, Allah’ın verdiği rızıktan yiyin;
sonunda dönüş O’nadır. 16. Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende
misiniz? O zaman, yer sarsıldıkça sarsılır. 17. Gökte olanın başınıza taş
yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında
bileceksiniz. 18. Andolsun ki, bunlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Beni
inkar etmek nasılmış? 19. Üzerlerinde kanat çırpan dizi, dizi kuşları görmezler
mi? Onları havada Rahmân olan Allah’tan başkası tutmuyor; doğrusu O, her şeyi
görendir. 20. Yahut Rahmân olan Allah’ın
dışında size yardımda bulunabilecek taraftarlarınız kimdir? İnkarcılar sadece
aldanmaktadırlar. 21. Allah size verdiği rızkı kesiverirse, size rı-zık verecek
başka kim vardır? Hayır; onlar, azgınlık ve nefrette direnmektedirler. 22.
Yüzükoyun sürünen mi, yoksa doğru yolda düpedüz yürüyen mi daha doğru yoldadır?
23. Ey Muhammed! De ki: “Sizi yaratan sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var
eden O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!” 24. Sizi yerden yaratıp yayan O’dur ve O’nun
huzurunda toplanacaksınız. 25. “Doğru sözlü iseniz bildirin bu azap sözü ne
zamandır?” derler. 26. De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben sadece
apaçık bir uyarıcıyım.” 27. Azabı yaklaşırken gördükleri zaman, inkar edenlerin
yüzleri çirkinleşip kararır; onlara: “Sizin arayıp durduğunuz işte budur” denir.
28. De ki: “Allah, beni ve benimle beraber bulunanları isterse yok eder veya
isterse merhamet eder; söyleyin, bu takdirde inkarcıları, can yakıcı azaptan kim
alıkoyabilir?” 29. De ki: “Bizim inandığımız ve kendisine güvendiğimiz, Rahmân
olan Allah’tır. Kimin apaçık bir sapıklıkta olduğunu yakında bileceksiniz.” 30.
De ki: Suyunuz yere batarsa, söyleyin,
si-ze kim temiz bir su kaynağı getirebilir?”
Bu âyetler, Mekke’de nâzil olmuş Mülk
sûresi diye bilinen ve kitabımızın 67. sırasına yerleştirilmiş bir sûrenin
âyetleridir. Sûre, Te-bâreke ile başlayan Kur’an'daki iki sûreden birisidir.
Birisi Furkân sûresi, ikincisi de işte bu sûredir. Tesbihât ve tebrikât ile
başlayan bir sûre... Sûrenin ilk kelimesi olarak veya sûrenin tümünün adı olarak
karşımıza bir bereket, bir teberrük, bir tebrik konusu çıkmaktadır.
Tebâreke, mübârek oldu, tebrike şayan
oldu, berekete konu oldu, berekete kaynaklık etti gibi anlamlara gelmektedir.
Bereket, Türkçe’de kullanıldığı şekliyle birikim kökünden gelmektedir. Yani
ki-şideki birikimin, mal birikimi, bilgi birikimi, çoluk-çocuk birikimi gibi
bi-rikimlerin onu cennete götürücü özellik kazanmasının adına bereket denir. Bir
kişideki birikimler, o kişiyi cennete götürüyorsa buna bereket denir. Ama
kişideki bu birikimler onu cennete değil de cehenneme doğru götürüyorsa, onun
kulluğunu ters yönde etkileyecek bir noktaya gelmişse, artık bu birikimlerin
hiçbirisine bereket denmez.
Öyleyse unutmayalım ki çok mal
bereket değildir, çok ev, çok araba, çok arsa, çok alkış, çok makam, çok koltuk
bereket değildir. Çok çocuk, çok bilgi, çok not bereket değildir. Eğer tüm bu
konularda çokluklar, çoğalmalar, birikimler bizi cennete götürücü bir özellik
taşıyorsa, yani bu çoğalmalar bizim kulluğumuzu artırıyorsa, her gün Allah’la
aramızın biraz daha iyileşmesine, biraz daha güzel Müslüman-laşmamıza sebep
oluyorsa bunlar berekettir, bereketlidir. Ama bunlar çoğaldıkça kulluğumuz
azalıyor, ilim öğrenme imkânımız kalmıyor, hasta ziyareti, Müslüman
kardeşlerimizin dertleriyle ilgilenmemiz, çocuklarımızın İslâmî eğitimleriyle
ilgilenmemiz azalıyorsa, yani kulluğumuz azalıyor ve cehenneme gidişimiz
hızlanıyorsa, o zaman bu bi-rikimlere bereket değil belâ denir. Meselâ adam
dükkanının çeşidini biraz daha artırarak bereket umuyor değil mi? Veya bir
dükkanı varken ikinci bir dükkana daha ulaşınca, ikinci bir arsaya, ikinci
arabaya ulaşınca, damlaya damlaya göl olur diyor ve bu birikimlerden bereket
umuyor, bunların çoğalmasını bereket kabul ediyor değil mi? Tamam, damlaya
damlaya göl olur, ama Allah korusun bu göl bir gün kendini de boğuverecek ve
ahireti unutturacak, cenneti kaybettirecek bir duruma geliverirse, işte o zaman
bunlara bereket denmeyecektir.
Bu tebâreke fiilinin, bu bereket
konusunun hem Furkân sûresinde hem de burada sadece Rabbimiz için kullanıldığını
görüyoruz. Önce Furkân ile söyleyelim:
“Kuluna âlemlere uyarı olsun diye Furkân’ı
gönderen Allah mübârek oldu.”
(Furkân 1)
Burada da:
1. “Hükümranlık elinde olan Allah
yücedir ve O her şeye Kâdirdir.”
Bu Tebâreke ifadesi sadece Allah için
kullanılır, sadece Allah’a yakışıcı bir kelimedir. Zaten Allah’tan başkalarına
yakışmaz bu ifade. Onun içindir ki bu kelimenin çoğulu da yoktur, tekil bir
kelimedir. Tebâreke oldu, mübârek oldu, tebrike şayan oldu, tebrike lâyık ol-du.
Kim? Allah Zü’l-Celâl. Kullarını cennete götürücü, kullarını hidâ-yete
ulaştırıcı ve cehennemden kurtarıcı bir kitap gönderen Allah Te-bâreke oldu,
tebrike şayan oldu, ya da berekete kaynaklık etti, birikimiyle cennet yollarını
açıp cehennem yollarına barikatlar koydu.
İşte Rabbimiz kuluna kitabı
göndermekle, kullarına kendi bilgisini aktarmakla, kullarını bilgisiyle cehalet
karanlıklarından kurtarmakla öyle hayırlı, öyle bereketli, öyle mübârek bir iş
yaptı ki, bu yüzden O tebâreke oldu. Öyleyse unutmayalım ki, birini tebrik
etmek, birine mübârek olsun demek, ya da seni tebrik ederim demek şu mânâya
gelecektir: Sen öyle kutlu, öyle mübârek, öyle bereketli bir iş yaptın ki, eğer
sen bunu yapmasaydın biz kahrolur, mahvolur, biz helâk olurduk. Bunu yaptığın
için sen tebrike şayansın, seni tebrik etmek, seni mübâreklemek bizim
vazifemizdir.
Öyleyse kimi nerede, nasıl ve ne zaman
tebrik edeceğiz? Tebrik ederim, tebrik ederiz ifadesini kime ve ne zaman
kullanacağımızı iyi bilmek zorundayız. Ben öyle bir şey yapmalıyım ki, bu
yaptığım be-rekete konu olmalı, insanların cennet yollarını açıp cehennem
yollarına barikatlar koymalı ki, insanlar beni tebrik etsinler. Yani ben de
tıpkı Rabbimin yaptığı gibi tebrike şayan bir şey yapmalıyım. Eğer ben de
Rabbimin yaptığını yapar, bu aileye Kur’an'ı getirir, bu toplumu Kur’-an'la
tanıştırırsam beni tebrik edersiniz. Seni tebrik etmek için de senin bunu ailene
götürmen, onu tebrik etmek için de onun bunu kendi ehline götürmesi
gerekecektir. Kim ki çevresindekilerin hayatında ha-ramları bir kenara iter,
helâllere yol açarsa, onları cennete teşvik eder, cehennemden uzaklaştırmaya
çalışırsa işte o tebrike şayan bir iş yapmıştır. Onu tebrike gidelim, eğer
dinimiz müsaade ediyorsa elinden de öpelim, ayağından da öpelim.
Halbuki bugün maalesef bu kelimeyi çok
farklı yerlerde kullanıyoruz değil mi? Kimleri, neleri tebrik ediyoruz bugün?
Meselâ bir adam imtihana giriyor, bilmem hangi pislik yuvasının başına müdür
oldu diye, tüm eşi, dostu onu tebrike gidiyorlar. “Aman tebrik ederiz, kazandın,
müdür oldun.” Halbuki onun oturduğu yer tabiri caizse bir pislik yuvasıdır.
Kişinin böyle bir makama oturması onu cennete gö-türücüyse tebrik edelim,
değilse bu caiz değildir. Veya meselâ adam kan içerek, irin yutarak, gecesini
gündüzüne katarak, borçlanıp dertlenerek dış kaplamasını iki milyara, iç
döşemesini beş milyara, kaba taslak yapısını bilmem kaç milyara tamamlayıp
bitirdiği bir evin içerisine girince, bütün eşi, dostu, mübârek olsuna
yağıyorlar oraya. “Aman mübârek olsun tebrik ederiz, çok hoş olmuş.” Acaba
gerçekten mübareği anılacak yer miydi burası?
Cennete götürücü bir şey yapmışsa adam
tebrik edelim, değilse bu kelimeyi kullanmayalım. Meselâ nişanlanmışsın mübârek
ol-sun! Evlenmişsin, mübârek olsun! Kur’an'ı öğrenmişsin, mübârek ol-sun!
Buhârî'ye başlamışsın, mübârek olsun! Haccetmişsin, mübârek olsun! Çocuklarınla
evde bir ders başlatmışsın, mübârek olsun! Filanla barışmışsın, mübârek olsun!
İçkiyi bırakmışsın, namaza başlamışsın, örtünmüşsün mübârek olsun gibi…
Allah’ın yaptığı, ettiği her şey
gerçekten tebrike şâyândır. Bakın burada da deniliyor ki, mülk elinde olan Allah
mübârektir, bereketlidir. Çünkü Allah mülkün sahibidir, mülk elinde olandır.
Göklerde ve yerlerde bizler de dahil mülk olarak ne varsa hepsi Allah’ındır.
Rab-bimiz, cennet kazanmamız için şu anda mülkünü bizlere vermiştir. O halde
elbette mülke sahip olan, mülkte söz sahibi olan Allah cennet kazanmamıza imkân
verecek biçimde karşılıksız olarak o mülkünü bi-zim hizmetimize sunmakla bu
berekete konu olmuş, berekete kaynaklık etmiş, mübârek
olmuştur.
Dünya ve âhiretin mülkü ve saltanatı,
emir ve hükmü elinde bulunan, dilediğini aziz, dilediğini zelil eden, dilediğini
zengin, dilediğini fakir kılan, her şeye gücü yeten, hiçbir şeyin kendisini aciz
bıraka-madığı, yapmak istediği şeye kimsenin mani olamadığı Allah yüceler
yücesidir, kutludur, büyüktür. İbn Abbas diyor ki:
“Mülk O’nun elinde-dir. Dilediğini azîz, dilediğini zelil eder. Yaşatır,
öldürür, zengin eder, fakir eder, verir, vermez.”
”Mülk
O'nun elindedir.” Yerde ve gökte, bütün
kâinatta, dünya ve âhiret tasarruf ve saltanatı, yaratma ve yok etmesi, ele
geçirme ve yönetmesi, emrini yerine getirtme ve hükmünü icra etmesi, iyi
davran-ması ve zorlaması, cezalandırması ve ikramı, ihsanda bulunması ve nimet
vermesi hep O'nun kudret elindedir. Her şey O’nun emir ve ira-desi, hüküm ve
kudretiyle cereyan eder. Dilediğini mülkünde kullanan yahut kuvvet verip mülke
kavuşturan ve kavuşturacak olan da ancak O'dur. Verdiklerine de tamamen
vermediği gibi, kendi adına hareket etme salâhiyetini de ebedî olarak vermez.
Mülkünü kendi elinden çı-karmaz. Kendine ortak kılmaz, çünkü şirkten berî ve
yücedir. Yalnız kendi hükmü altında emredilmiş olmak üzere vekaleten ve geçici
olarak verir, dilediği zaman da alır. Çünkü mülk hakkı, bizzat kendisinin ve
mülkün hakikati doğrudan doğruya O'nun kudret elindedir. Ve O, her şeye
kâdirdir.
Mülk elinde olduğu gibi,
her dilediğini dilediği şekilde eksiksizce yapmaya tam bir kudretle güç
yetirmektedir. Hiçbir yardımcıya, ve-zire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur.
Her ne isterse kendi kudretiyle yapar. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir, ol
deyince oluverir. Dilerse zorla yaptırır; dilerse hürriyet verir. Dilerse
küçültür, dilerse büyültür. Dilerse sıkar; dilerse açar; dilerse yıkar, dilerse
yapar; dilerse daha başka âlemler yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta
bulunur. Ancak O'nun ortağı olmaz. O, öyle yüksek, öyle yüce, öyle fenâdan ve
acizlikten berîdir.
Sûrenin başındaki bu kavramı, bu mülk
kavramını eğer kafamızda canlı tutabilirsek, o zaman sûrenin içinde, ileriki
bölümlerinde anlatılacak konular kafamızda daha bir belirginleşecek, daha bir
güzel anlaşılacaktır. Sûre ileriki bölümlerde bize şunları söyleyecektir:
Cennet, cehennem, azap var. Eğer cennete ulaşmak istiyorsanız mülkün sahibinin
sözünü dinleyin, güçlü olan, dinlenmesi gereken O’-dur. Cehennem var, eğer ondan
korunmak istiyorsanız mülk Allah’ın! Sulta O’nun, otorite O’nun, egemenlik
O’nun, öyleyse O’nu dinleyin! Allah,
bize sûrede şunları söyleyecek: “Rızkınızı ben veriyorum, mülk benimdir,
vermesem ne yaparsınız? Suyunuzu ben veriyorum, vermesem, kesiversem ne
yaparsınız? Nerden getirirsiniz onu? Kıyamet ne zamanmış? Ne zaman kopacakmış?
Ne karışırsınız siz buna? Si-ze ne bundan? O’ndan başka kimsenin yetkisi yok ki
bu konuda! Bütün bu konularda mülk sahibi, her şeyin sahibi benim.” Sûrede
baştan sona işte bu mülk konusu anlatılacak. Zaten sûrenin adı da Mülk
sûresidir.
“Allah her şeye Kâdirdir.” İki mânâsı
var bunun: Biri, Allah her şeye Kâdir
olandır. Allah her şeye güç yetirendir, her konuda mutlak güç sahibi, mutlak
otorite, egemenlik sahibidir. Diğeri ise, Allah her şeye kâdir olandır, her şeyi
takdir edendir. Yani hem her şeyi ölçen biçendir, her ölçüyü, her ölçütü ortaya
koyandır, hem de her konudaki ölçüyü gündeme getirendir.
Öyleyse çocukların eğitimi konusunda
ölçü mü arıyorsunuz? Ölçücü Allah'tır, ölçü Allah’ın ölçüsü, Allah’ın ölçümüdür.
Sosyal hayatın ölçüsünü mü arıyorsunuz? Ekonomik hayatın ölçüsünü mü
arıyor-sunuz? Kadın-erkek ilişkilerinin, kılık-kıyafetin,
kazanmanın-harcama-nın, hukukun, eğitimin, siyasal yapılanmaların ölçüsünü mü
arıyorsu-nuz? İnfakın, çocukların sayısının arttırılması veya dondurulması
konusunun ölçüsünü mü arıyorsunuz? Ölçü Allah’ın ölçüsüdür, ölçüt Allah’ın
ölçütüdür. Her şeyin ölçüsünü koyan Allah’tır. Allah'tan başka ölçü koyan
yoktur. Meselâ bize ne kadar mal vereceğini en güzel bilen, en güzel ölçen
Allah’tır. Gözümüzün ferini, dizimizin bağını, gücü-müzün sınırını, aklımızın
hududunu en güzel ölçen ve bilen Allah’tır.
Onun içindir ki, bize neleri
emredeceğini, bize neleri yükleyeceğini, bizi nelerle sorumlu tutacağını en iyi
bilen Allah’tır. Veya hangi âyet ne kadara delâlet edecek, hangi sûrede ne kadar
âyet gelecek? İnsanlar bu hükümleri ne zaman, nerede, nasıl yapacaklar?
Kişilerin başına neler gelecek? Dini Allah nasıl ikame edecek? Gökyüzünü na-sıl
ölçecek? Veya yeryüzünde hangi ölçüler geçerli olacak? Bunu en güzel ölçen,
bilen, bu konuda ölçü vaz' eden Allah’tır. Mirasta erkek ne kadar alacak? Kadın
ne kadar alacak? Erkek nasıl giyinecek? Ka-dın nasıl giyinecek? Tüm bu konuları
en iyi bilen Allah’tır.
Ama bu Allah aynı zamanda güçlü
olandır, her şeye güç yetirendir. Her şeye kâdir olan, dilediği her şeyi yapan,
mutlak güç ve kudret sahibidir. Bizi öldürmeye, diriltmeye, bize hayat
bahşetmeye, onu elimizden çekip almaya, mülkü birine vermeye, tekrar ondan söküp
almaya muktedir olan, mâlik olandır.
Allah öyle güçlüdür ki, karşı gelinmez
güçlüdür, dediğini mutlak yapan güçlüdür, bize istediğini yaptırabilecek
güçlüdür. Rabbi-mizin gücünün sırrını anlama imkânımız yoktur, ancak buna iman
e-deriz.
Yine Allah’ı tanıyoruz. Rabbimiz bize
kendisini anlatmaya devam ediyor. Kur’an bize ne anlatır? Kur’an bize bir tek
şey anlatır. Kulluğu, kulluğumuzu anlatır. Kur’an başından sonuna kadar bize
kulluğu anlatır, başka bir şey yoktur Kur’an'da. Kulluğu bize anlatırken de
Rabbimiz üç kademede anlatır onu.
1- Kime kul
olacağız?
2- Nasıl kul
olacağız?
3- Neden kul
olacağız?
Kur’an, kime kul olacağımızı anlatır.
Yani kime ve nasıl bir Al-lah’a kulluk yapacağız? Allah Kur’an’da bize kendini
anlatır, zâtını, sı-fatlarını, esmâsını anlatır. İşte böylece tanıtılan bir
Allah’a inanıp, kul olun denir. İşte bakın burada da Rabbimiz anlattı. Kâdir
olan, her şeyi takdir eden, her konuda ölçü vaz' eden, her konunun ölçütünü
koyan, her şeye güç yetiren, mülkün sahibi olan bir Allah... Tebâreke olan,
bereket kaynağı olan, tebrike şayan, mübârek bir Allah... Sonra
da:
2. “Hanginizin daha iyi iş işlediğini
belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O’dur. O, güçlüdür,
bağışlayandır.”
Allah’ı tanımak için Kur’an’daki 6000
küsur âyeti kavramak, bu âyetleri bize anlatan, şerh eden, açıklayan Rasulullah
Efendimizin hadislerini kavramak, bir de bu âyetlerin şerhi mahiyetinde olan,
sanki laboratuar mesabesindeki olan semâvât ve arzı kavramak, semâvât ve arzdaki
görsel âyetleri özümsemek gerekecektir. Çünkü Rabbimi-zin bu kitabındaki
âyetlerini anlamak için semâya bakmak, arza bakmak, insana bakmak, deveye bakmak
gerekecektir.
Allah, ölümü ve hayatı yaratandır. Peki
acaba âyet-i kerîmede neden önce ölüm zikredildi de hayat sonra zikredildi?
Bunun münakaşasına girmeye gerek yoktur. Bakara sûresinde de Rabbimiz der
ki:
“Allah’ı nasıl inkar edersiniz ki siz ölüler idiniz de
sizi diriltti. Sonra sizi yine o öldürecek, sonra yine diriltecek. Sonra ona
döndürüleceksiniz.”
(Bakara 28)
“Nasıl oluyor? Sizler ölüydünüz de sizi
Allah var etti! Sizler ölüydünüz! Yoktunuz! Hiçtiniz! Bu varlığınızı, bu
gücünüzü biz verdik size! Sonra bu varlığınızı, bu gücünüzü alıp sizi
öldüreceğiz. Sonra da sizi hesap, kitap için yeniden dirilteceğiz.” Allah mutlak
mânâda ölümü de dirimi de yaratandır. Bize lazım olan da işte budur. Yine bize
lazım olan önce ölümün yaratılmasıdır. Kaçacak mısınız? Hayrola! Derdiniz ne? Ne
çabuk unutuyorsunuz ölümü? Halbuki Allah’ın yarattıklarını unutmadınız. Meselâ
ekmeği unutmadınız, suyu, kadını, semâyı, arzı, yiyeceği, içeceği, elmayı,
armudu unutmadınız. Onları kul-lanıyorsunuz, onları kendi zevkinize âmâde
kılıyorsunuz da, ölümü niye unutuyorsunuz? Ölümü niye gündeme almıyorsunuz?
Hayatı u-nutmuyorsunuz, hayatı kullanıyorsunuz, hayattakileri ihmal
etmiyorsu-nuz da, ölümü niye kullanmıyorsunuz?
Ölüm, kalplere daha çok korku verici ve
ürpertici olduğu için Yüce Allah önce onu zikretti. Ölüm, yok olma ve hayattan
tamamen kesilme değildir. O, sadece bir yurttan başka yurda taşınmaktır. Bunun
içindir ki, ölünün, kabrinde işittiği, gördüğü ve hissettiği bildiril-miştir.
Ölüm sadece ruhun bedenle ilgisinin kesilmesi ve vücuttan ay-rılmasıdır.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Sizden biri kabrine ko-nup da eşi dostu
oradan döndüğünde, o onların ayak seslerini işitir.”
(Buhâri,
Cenaiz: 68, 87; Ebu Davud, Cenaiz: 74) “Nefsim elinde olan Allah’a yemin
ederim ki, benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi işi-temezsiniz. Ancak şu
var ki, onlar cevap veremiyorlar.” (Buhâri, Ce-naiz: 88; Müslim, Cennet: 87,
88)
Katade diyor ki: Allah, insanoğlunu
ölüm hadisesiyle zelil kıl-mıştır. Dünyayı yaşama ve yok olma yurdu yapmıştır.
Âhireti ise dünyada yapılanların karşılığının verildiği ve devamlı olan bir yurt
kılmıştır. Böylece anlıyoruz ki; 1) Ölüm ve hayat Allah'tandır. Ve hiç
kimse bir başkasına hayat veremez, ölüm de getiremez. 2) Kendisine iyilik
ve kötülük yapabilme kudreti verilen insanın yaradılışı maksatsız değildir,
bilakis Allah onu imtihan etmek maksadıyla yaratmıştır. Bu hayat insana bir
imtihan süresidir ve ölüm bu sürenin sona ermesi demektir. 3) Yaratıcının
bu süreyi (fırsatı) insana vermesinin nedeni, onun iyi mi, kötü mü olduğu
dünyada fiilen ispatlansın diyedir. 4) Han-gi davranışın iyi, hangi
davranışın kötü olduğunu belirtmek yetkisi ancak Yaratıcıya, yani imtihanı yapan
Zat'ın indinde hangi amellerin makbul olduğunu bilmesi gerekir. 5) Bu
imtihanın kendiliğinden çıkan sonuca göre, herkes yaptığı davranışın karşılığını
(ceza ve mükafat) mutlaka görecektir. Çünkü bu karşılık olmasaydı, bu imtihanın
bir anlamı olmazdı.
Allah ki, ölümü yaratandır. Bu ölüm şu
bizim ölümümüzü, beşerin ölümünü, toplumların, devletlerin, piyasanın ölümünü
anlatan her şeyi içerecektir. Hayatı da yaratandır Allah. Bunda da her türlü
hayat, her türlü dirilik geçerli olacaktır. Allah dirilişi yaratmıştır. Hangi
dirilişler? Meselâ piyasanın dirilişi, veya evlerimizdeki dirlik ve düzeni de
Allah yaratmıştır. Veya ekonomik canlanmayı da Allah yaratmıştır. Dirilik adına,
canlılık adına, hayat adına aklınıza ne geliyorsa hepsinin yaratıcısı Allah’tır.
Bu ölümü ve hayatı neden yarattığının sebebini de Rabbimiz şöyle
anlatıyor:
“Sizi sınamak, sizi denemek, sizi
imtihan etmek için. Hangimiz amelce daha güzel? Böylece sizi denemek için Allah
ölümü ve dirimi yaratmıştır.” İşte ölümün ve hayatın sebeb-i hikmeti
budur.
Allah, hâkimiyet ve hikmet sahibidir.
Yani Rabbimiz ne dediyse, ne yapmışsa, ne yarattıysa, ne gazap ettiyse, ne
merhamet ettiyse, kendisinden ne tecelli ettiyse mutlaka ve mutlaka Allah’ın
yaptığı her şey hikmetlidir. Meselâ 30 gün Ramazan tutun mu dedi? Mutlaka
hikmetlidir, mutlaka bir hikmeti vardır. Bize iki göz mü verdi? İki gözle tek
görme özelliği mi verdi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Gusülde tüm vücudu yıkayın
mı dedi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Kadın şöyle, erkek böyle giyinmelidir mi
dedi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Toplumda kısası uygulayın mı dedi? Hukukunuz
şöyle olsun, eğitiminiz böyle ol-sun, kazanmanız, harcamanız, geceniz-gündüzünüz
şöyle olsun mu dedi? Şuradan kazanın, şuradan kazanmayın mı dedi? Çocuklarınızı
şöyle eğitin, hanımlarınızla şöyle bir ilişki kurun, komşularınıza şöyle
davranın, içki içmeyin, zina etmeyin, fâizden uzak durun mu dedi? Si-ze bir
musibet mi gönderdi? Sizi şöyle bir hayatla mı imtihan etti? Al-lah ne dedi, ne
yaptı, ne yapmanızı ve ne yapmamanızı istediyse bile-siniz ki hepsinde mutlaka
bir hikmet vardır.
Allah’ın her yaptığı işte mutlaka bir
hikmet vardır. Ama bize düşen hikmet aracılığına çıkmak, felsefe yapmak
değildir. Filozofların derdi, hikmet aramaktır. Neden insanların saçı şöyledir?
Kılı niye böyledir? Neden anne şefkatlidir? Baba neden gaddardır? Bu sorulara
cevap bulmaya çalışırlar. Hikmet aramaya gerek yok, Allah’ın yaptığı her şeyde
hikmet vardır. Neden yaratmıştır Rabbimiz ölümü? Niçin var etmiştir
hayatı?
“Sizin hanginiz amelce daha güzel, bunu
denemek, bunu sınamak için.”
Buna göre şöyle diyebiliriz: Ben neden
yaratıldım? Niye yaratmış Rabbim beni? Yaşadığım hayatta güzel ameller mi, yoksa
kötü ameller mi işleyeceğimi açığa çıkarmak için yaratılmışım. Peki benim için
niçin ölüm yaratılmış? Yani neden öleceğim ben? Amelimin imtihanı, amellerimin
karşılığını görmek için. Peki neden karşımdaki var? Neden karşımdaki yaratılmış?
Ne için o da ölecek? Yine benim için. Benim imtihanım için. Tabiri caizse dört
boyutlu düşünüyoruz. Benim hayatım ve başkasının hayatı, benim ölümüm ve
başkasının ölümü nedenmiş? Benim imtihanım içinmiş diyeceğiz. Benim hayatım ve
ölü-müm, karşımdakinin hayatı ve ölümü, benim ve karşımdakinin imtihanı içindir
unutmayalım.
Ama bu imtihan,
olacak. Hanginiz daha güzel amel
işleyecek bunun değerlendirilmesi olacak. Yani bu hayat ve ölüm arasında herkes
amel işleyecek ve insanlar bu imtihan salonu dediğimiz dünya içinde "Ahsenü
amelayı" gerçekleştirecekler.
İslâm dini, amellere iki damga vurur:
a- Salih Amel
b- Gayri salih amel.
Ya da âyette ifade edildiği
şekliyle söylersek, ahsen amel, ah-sen olmayan amel, ahsen amel, gayrı ahsen
amel. Ameli üçe ayırıyoruz:
1- Kişiyi cennete götüren amel,
2- Kişiyi cehenneme götüren amel,
3- Kişiyi ne cennete ne de
cehenneme götüren amel. Yani kişiyi cennete de cehenneme de götürücü olmayan boş
ameller.
Bizi cennete ve cehenneme
götürmeyen boş amelleri reddediyoruz, cehenneme götüren amellerden şiddetle
kaçınıyoruz ve bizi cennete götüren ameller bizim olsun
istiyoruz.
İmtihan edildiğinizi bilir, ancak
Allah’ı Azîz ve Ğafûr bilmezseniz, yine mahvoldunuz demektir. Niye? Örneğin
öğretmeniniz sizi imtihan ediyor. Eğer sizler sizi imtihan eden öğretmeninizin
aciz, güçsüz ve bunak birisi olduğuna inanır, onun beceriksiz birisi olduğunu
zanneder, yani sizin o imtihanda kopya çekmenize engel olamayacak, buna göz
yumacak birisi olduğuna inanır veya imtihan sonuçlarının değerlendirilmesi
konusunda o öğretmenin üzerinde etkili birilerinin varlığına inanırsanız, sizin
adınıza şefaatte bulunup o öğretmene etkili olabilecek bir dostunuzun varlığına
inanıyorsanız, elbette bu im-tihanın sizin üzerinizde etkinliği olmayacaktır.
Veya meselâ size bir görev veren
âmirinizin, müdürünüzün atlatılabilecek, kandırılabilecek birisi olduğunu
bilirseniz, böyle inanırsanız, elbette onun sizin üzerinizdeki etkisi azalacak
veya hiç olmayacaktır değil mi? İşte aynen bunun gibi, şu anda bulunduğunuz
imtihan salonunda sizi imtihan eden Allah’ın Azîz olduğunu, mutlak güç ve kudret
sahibi olduğunu, her şeyi gördüğünü, her şeyi bildiğini, her şeye galip
olduğunu, kesinlikle atlatılmaz, yenilmez ve yanılmaz bir Allah olduğunu bilir,
Allah’a böylece inanırsanız, elbette bu imtihanda farklı davranırsınız.
Rabbinizin bu imtihanda sizin üzerinizdeki etkisi farklı olacaktır.
Ama Allah’ı Azîz bilmez, mutlak
güç ve kudret sahibi bilmez, ya da izzet ve şerefi Allah’tan başkalarında
görürseniz, Allah yanında etkili, hatırlı bir kısım varlıkların da varlığına
inanırsanız, o zaman Al-lah’ın sizin üzerinizdeki etkisi azalacak ve imtihanda
farklı davranmaya kalkışacaksınız demektir. Güya imtihan olunuyorsunuz, imtihana
çekiliyorsunuz, ama işlediğiniz suçları göremeyen, sizi her an kontrol edemeyen
bir Allah var karşınızda veya imtihan eden Allah’tan hâşâ daha güçlüler var
zannediyorsunuz. Eteğine yapıştıklarınızın, şefaatçilerinizin, veliahtlarınızın,
Allah yanında hatırlı zannedip gözünüzde büyüttüklerinizin yarın sizi Allah’ın
elinden kurtaracaklarına, size yardımcı olacaklarına inanırsanız, o zaman
Allah’ın imtihanına aldırış et-mez veya Allah’ın imtihan salonundaki tavrına
aldırış etmez kendi kendinize bir yalan yanlışın içine girersiniz.
İkincisi:
Unutmayın ki Allah Gafûr’dur. Allah
Azîzdir, O’nu Azîz bilin, O’nu atlatılamaz bilin, mutlak güç ve kudret sahibi
bilin, O’nun huzurunda olduğunuzu unutmayarak O’na karşı ciddiyetinizi takının,
imtihandaki tavrınızı O’na yakışır biçimde ayarlayın. Kendisine karşı
yapacağınız falsolarınız sonucunda hemen sizin defterinizi dürüvereceğini
unutmadan yaşayın, ama şunu da unutmayın ki, Azîz olan Allah aynı zamanda
Ğafûr’dur da. O’nun İzzet sıfatının yanında Ğufran sı-fatı da vardır. Sakın bu
konuda kendi kendinize bir yanlışa düşmeyin. Yani Allah’ı Azîz bilip de, sadece
İzzet sıfatının sahibi bilip de kendinizi köşe bucak atmaya kalkışmayın.
Yaptığınız günahlardan dolayı Rabbinizin rahmetinden, Ğufranından ümit keserek
saçınızı başınızı yolmaya, kendinizi yerden yere vurmaya kalkışmayın. “Rabbimin
huzurunda bunları işleyen birisi olarak artık benim işim bitiktir. Bundan böyle
artık benim Rabbime yönelecek yüzüm kalmamıştır” diyerek toplumdan kaçmaya,
kendi kendinizi mahvetmeye kalkışmayın! Ümitlerinizi tümden yitirip, “eyvah!
Mahvoldum! Bittim! Kahroldum! Şimdi ben ne yapacağım? Allah Azîzdir. Allah her
şeyi bilen, gören ve günahkârlardan intikam alandır! Bu durumda ben onun yüzüne
nasıl bakarım? O’nun imtihanını nasıl başarırım? O’na karşı nasıl hesap
verebilirim? Bu kadar Azîz, bu kadar Cebbâr, bu Kahhâr ve Azamet sahibi bir
Allah beni ne yapar? Ne eder?” diye yıkılıp dökülmeyin. Bilin ki Allah Azîz
oluşunun yanında aynı zamanda Ğafûr’dur da. Affedendir, mağfiret edecek olandır.
Yani O’na karşı O’nun istediği tam kulluğu yapamazsanız bile, tam imtihanı
başaramazsanız bile gayretinizden dolayı Rabbinizin sizi affedeceğine ve O’nun
imtihanını kazanacağınıza da inanın.
Rabbimiz buraya kadar kendisini
anlattı. Öyleyse ey Müslümanlar! Bilin ki Allah güçlüdür! Allah Azîzdir,
Gafûr’dur, unutmayın! Allah mülkün sahibidir kafanızda canlı tutun! Hayatı ve
ölümü yaratan O’dur, unutmayın! Bu hayatlarınızı, bu varlıklarınızı siz kendiniz
kazanmadınız, siz bulmadınız! Hayatınızı ve şu anda hayatta sahip olduklarınızı
sizler bir yerlerden satın almadınız! Babalarınızdan kiralamadınız,
analarınızdan elde etmediniz! Toplumdan faydalanmadınız, amirinizden ödünç
bulmadınız! Yine onu şu gördüğünüz dükkanlarınızda, şu tükettiğiniz
bürolarınızda, şu harcadığınız fabrikalarınızda imal etmediniz! Bunu size veren
Allah’tır! Siz yokken, siz ölüyken, siz daha yaratılmamışken, adınız, esameniz
bile mevcut değilken sizi varlık âlemine getiren Allah’tır.
"Azîz
ve Gafûr"
sıfatlarının burada kullanılmaları iki anlama gelebilir ve her ikisi de
geçerlidir. 1) "O her şey üzerinde galip olandır ve buna rağmen
mahlukatına zulüm ve şiddetle davranmaz. Onlara karşı merhametli ve
affedicidir." 2) "O kötü davranışları cezalandır-maya muktedirdir ve
O'nun cezasından hiç kimse kaçıp kurtulamaz. Ancak, kötülükten vazgeçip tevbe
dileyen kimseyi de affeder.”
Öyleyse sahibinizi iyi bilin!
Kime borçlu olduğunuzu, kime minnet duymanız gerektiğini, kime teşekkür edip
kulluk yapmanız gerektiğini iyi anlayın da sadece ona boyun eğin! Sadece O’na
kulluk yapın! Sadece O’nu dinleyin ve sadece O’nun çektiği yere gidin.
Rabbi-miz, kendisine kulluk edeceğimiz, yasalarını uygulayacağımız otoriteyi
anlattı. Bakın Allah kendisini anlatmaya devam ediyor:
3. “Gökleri yedi kat üzerine yaratan
O’dur. Rahmân’ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir
bak, bir çatlak görebilir misin?”
O Allah ki, kendisini dinleyeceğiniz,
sadece kendisine kulluk yapacağınız Allah ki, yedi semâ yaratmıştır. İsterseniz
karşı gelin! İs-terseniz itiraz edin! Olmaz böyle şey! deyin. Yapamaz Allah
bunu! Ya-ratamaz Allah bunu! deyin. Düşünün, Mekke döneminde ilk gelen sû-reler
içinde karşımıza çıkan bu sûre Allah’a teslimiyeti anlatıyor. Allah’a kulluğu
öğütlüyor. Rabbimiz kâfirlere, “kullarım! Bütün bunları yapan, bütün bunları
yaratan Rabbiniz, İlâhınız, Melikiniz, Mâlikiniz Benim! Rahmetimden dolayı
bunlarla size kendimi tanıtıyorum! Sakın beni reddetmeyin! Bana karşı çıkmayın!
İnkar etmeyin! Ne oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Derdinize ne sizin? Kime
karşı geldiğinizin, kime kafa tuttuğunuzun şuuruna varın!”
Mü'minlere de şöyle buyuruyor:
“Ey mü’minler! Sizler de kime inandığınızı, kime teslim olduğunuzu, kimin
safında olduğunuzu, kime kulluk ettiğinizi iyi bilin! İyi anlayın! Unutmayın ki
sizler Azîz olanla, mutlak güçlüyle, mutlak galip olanla berabersiniz! Öyleyse
bilesiniz ki böyle bir Allah’a mü’minler olduğunuz, böyle bir Allah’a teslimler
olduğunuz müddetçe asla sırtınız yere gelmeyecektir! Çünkü sizler mutlak galip
olanla berabersiniz! Mutlak galibin safında mutlaka galip geleceksiniz.” İşte
bütün mesele budur zaten. Bütün mesele Allah’la beraber olabilmek, Allah
safında, Allah desteğinde olabilmektir. Bunu beceren Müslüman tek kişi de olsa
tüm dünyaya meydan okuyabilecektir.
Allah, yedi semâ yaratmıştır. Ama:
_®5@«A¬0 Yani birbirine mutabık,
birbiriyle uyumlu ya da tabaka tabaka olarak yedi semâ yaratmıştır.
“Tıbâk”
kelimesi
biri diğeri ile ahenkli, hep birbirine uygun de-mek olup birden fazla
olmalarıyla beraber aralarındaki sıkı irtibat dü-zenini ifade eder. Veya bir
şeyin uygun olan kapağı ve örtüsünü ifade edip, ona benzetme yoluyla alt kata
uygun gelen üst kata, yüksek rüt-beye ve derece anlamınadır. Yâni tabaka tabaka
demektir. Çünkü ge-zegenlerden her biri merkez etrafında birbiri üstüne böyle
tabaka ta-baka birer gök sahası oluşturdukları gibi, idrakler (algılar)
âlemimizde en aşağıda tatma, onun üstünde dokunma, onun üstünde koklama, onun
üstünde işitme, onun üstünde görme, onun üstünde akıl, onun üstünde vahiy
hadiseleri ve ilgili hususları olmak üzere tabaka tabaka birer genişlik sahası
arz ederler. Böylece tabakalar arasındaki uyum ve ahenk anlatılmaktır. Ve işte
uyumu ifade etmek için uygunsuzluk ortadan kaldırılarak buyuruluyor ki Rahmân'ın
yaratmasında hiçbir uy-gunsuzluk göremezsin.
Öyleyse bütün bu gökleri Allah Teâlâ
rahmet ve ihsanının eseri olarak hepsinin üstünde kendisinin birliğini, kudret
ve izzetinin büyüklüğü ile merhametini tanıtmak üzere yaratmış ve o hikmet ile
onları tabaka tabaka çeşitli boyut ve genişlikte halk etmekle beraber hepsini
hem bir diğerine uygun, hem size uygun bir nizam, bir görünüm ve değişmez bir
uyum ve ahenk içinde yaratmıştır. Ondan dolayı ey muhatap! Yeryüzünde sen onları
o ahenk ve nizamla kuşatılmış bir birlik içinde görür ve onlardan Rahmân'ın
rahmetini sezerek ona ulaşmak için aykırı gitmeyip, birlik düzeni ile hareket
etmenin gerekli olduğunu anlayabilirsin. Bak, o Rahmân'ın yarattığında bir
nizamsızlık, bir münasebetsizlik göremezsin, haydi o Rahmân'ın sende yaratmış
olduğu gözü döndür de bak, hiçbir fütûr, yani birlik düzenini bozan veya seni
onların ötesine geçiren bir çatlak, bir kusur, bir delik, bir bozukluk görebilir
misin? O halde sen gözünü açacak, o rahmet nizamından istifade ile en yararlı
işe koşacak, yükselecek yerde, ona gözlerini yumup küfür ve isyan ile o nizamı
kaldırmaya ve mülkün dı-şına çıkarabilirmişsin gibi kafa tutmaya nasıl cesaret
edebilirsin?
Bir başka sûrede de bu konu şöyle
anlatılır:
“Sonra o gökyüzüne yönelerek gökleri de
yedi kat halinde nizama koydu.”
(Bakara 29)
Sonra semâya yönelmiştir Allah. Semâya
dönmüş veya semâyı ele almış ve onu yedi kat olarak düzenlemiştir. Veya çok semâ
vardı da, onun yedisini bizim için, bizim hayatımız, bizim imtihanımız için
düzenlemiştir. Kıyametin kopuşuyla işte bu yedi semânın düzeni bozulacaktır.
Esasen semâ, “sümüv” kökünden gelir ve
o da yükseklik demektir. Anlayabildiğimiz kadarıyla üst, üste çıkanlar anlamına
gelecektir. Bu mânâda dünyayı alt düşündürecek, dünyanın üstüne çıkanlar vardır.
Yani dünyanın üstünde dünyayı alt düşündürecek semâlar vardır. Dünyadan üstün,
dünyadan güçlü, dünyadan etkin, dünyaya
etkin, dünyadan farklı varlıklar vardır. İşte bunlar âyetin ifadesiyle yedi
tanedir. Peki nasıl yedi? Orasını bilmiyoruz. Yani yedi âdet mi, yedi cins mi,
yedi grup mu, yedi tabaka mı, yedi mutabık mı? Bunu bilmi-yoruz. Ama Rabbimizin
haber verdiği bu gaybî konuya sadece inanıyoruz.
Rasûlullah efendimiz “Arazîn” ifadesini kullanmaktadır.
Yani tek arz değil, arzlar diyor, Allah’ın Resûlü. Sonra yine Kur’an’da
Rab-bimiz başka bir âyetinde, arz için de aynı ifadeyi
kullanır:
“Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını
yaratan Allah’tır.”
(Talak 12)
Bu sefer arz üzerinde de aynı şeyleri
düşünmüşler. Rabbimiz yedi gök yarattım, onlar mislince de arzdan yarattım
buyurduğuna göre, bu sefer kimileri yedi arzı da düşünmüşler. Az evvel
söylediğim hadislerinde de Allah’ın Resûlü “Arazîn” buyurarak birden çok
arz-lardan söz etmişti ya, işte kimileri yedi arzın var olduğunu ileri
sürmüştür. Arzın, yani yeryüzünün tabakaları diyenler olmuş, arzın yedi tabakası
vardır diyenler olmuş, kimileri de işte efendim burası bizim arzımız, bizim
arazimiz, ötekisi de ötekinin arazisidir şeklinde anlamış, bunu yedi kıta olarak
yorumlamışlardır.
Bunlar bilgiye yönelik şeyler olduğu
için üzerinde fazla dur-muyoruz. Çünkü bu kitap bilgi kitabı değildir. Coğrafya
anlatmak için gelmemiştir bu kitap. Ya ne anlatır bunlar bize? Bu âyetler bize
güçlü-yü, etkiliyi, kâdir olanı, bilgin olanı, her şeye iradesi geçerli olanı,
her konuda söz sahibi olanı, mülke mâlik olanı, yani bizim kendisine teslim
olacağımız yegâne Rabb, Melik, İlâh ve Mâbud olan Allah’ı anlatır.
Bu sûrede işte efendim biraz astronomi
var, biraz tarih var, bi-raz fizik ötesi var, fizik berisi var, ya da coğrafya,
kozmoğrafya var, yok öyle şey… Bu sûrede baştan sona kulluk var. Bu sûrede
baştan sona Rabb ile abd arasındaki ilişkiler var. Efendi ile köle arasındaki
kulluk ilişkisinden başka bir şey yoktur bu sûrede. Bırakalım bu tür boş
iddiaları da anlamamız gereken kulluğu anlayalım bu sûreden. Kendisine kul
olunacak, çektiği yere gidilecek, hayat programı uygulanacak varlığın yüceliğini
ve O yüce varlık karşısında kendi cüceliğimizi, kendi acziyetimizi anlayalım. O
zaman bu okuma, okuma olsun, bu kitap kulluk kitabı olsun, biz de kul
olalım.
Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsinin
sahibi, mâliki, otoritesi, egemeni olan Rabbimiz, dünyanızdan trilyonlarca daha
büyük olan semâları bile yaratabiliyor, buna güç yetirebiliyorsa, hafızamızın
bile alamayacağı bu muazzam semâlarda bile böyle bir uyum, böyle bir düzen ve
insicam sağlayabiliyorsa, göklerde bile bir uyum, bir ölçü var edebiliyor, buna
gücü yetiyor, bunu biliyorsa, bunca engin semâya söz geçirebiliyorsa, o semâlar
yanında mikrop kadar bile bir varlığı olmayan yaşadığınız şu dünya üzerinde
sizin de hayatınızı düzenlemeye elbette kâdirdir. Buna güç yetiren Allah size
güç yetiremeyecek mi? Yani bunu bilen Allah, ilmi buna yeten Allah sizin
hukukunuzu bi-lemeyecek mi? Sizin nasıl bir hayat yaşamanız gerektiğini
bilemeyecek mi? Hayır hayır, sizin ekonominizin prensiplerini vaz' etmeye,
si-zin hukukunuzun ölçülerini koymaya, sizin kılık-kıyafetinizin ölçüsünden
tutun da, çocuklarınızın eğitimine, kazanmanıza-harcamanıza, meslek seçiminize,
miras hukukunuza, gece ve gündüz hayatınızın en küçük birimlerine varıncaya kadar her şeyinizi
bilir.
Rabbimiz bizi düşünmeye, düşündürmeye
devam ediyor. Bakın buyuruyor ki:
Rahmân’ın bu yaratışında herhangi bir
düzensizlik göremezsin. Hani görüyor musun Rahmânın yaratışında bir çatlaklık,
bir uyumsuzluk? Var mı bir eğrilik, bir eksiklik, değişiklik, delik? Var mı
öy-le bir şey? Nerden göreceksin böyle bir şeyi? Hani ikinci semâda mı?
Üçüncüsünde mi? Göremezsin ki! Zaten görmen de mümkün değil!
Kimileri bu âyetlerin muhtevalarını
kafalarında canlandıramadıklarından, “meselâ ozon tabakası delindiğine göre,
madem ki tabakada bir deliklik bir delinme var, bir delinmeyi tespit etmiş
durumdayız. O zaman Allah’ın o dediğiyle bu delinme ne mânâya gelecektir?”
diyebiliyorlar. Yani semâda bir tefâvüt yoktur, kesinlikle böyle bir çatlaklık
göremezsiniz, diyordu Allah, halbuki işte bir delinme tespit ettik demeye
çalışıyorlar. Halbuki burada, âyet-i kerîmede anlatılan o değildir. Çünkü eğer
mesele oysa, arzda da bir delik delebiliyoruz, ya da semâda da bütün gökyüzü
bulutla kaplı iken Allah bir delik deliyor bu-luttan, yağmur akıtıveriyor.
Mesele delik değil. Mesele bir çatlaklık de-ğildir. Peki nedir o zaman burada
anlatılan tefâvüt? Burada anlatılan konu şudur: Biz birbirine mutabık,
birbiriyle uyumlu yedi semâ yarattık. Bakın bakalım o semâlarda bir düzensizlik,
bir uyumsuzluk, bir dengesizlik, bir anlaşmazlık var mı? Yani kanunların sıfıra
indiği bir özellik bulunmayacaktır o semâvâtta. İşte anlatılan
bu.
Bir meydan okuma mı? Yoo! Sadece o
değil, bir Rahmet türüdür aynı zamanda. Yani gazaplı bir Allah'ın mesajı
değildir bu Kur’an. Kullarını mat etmek, onları ilzam edip susturmak ve böylece
kulları karşısında galip gelerek bununla tatmin olmak isteyen birisinden gelme
değildir bu mesaj. Bu aynı zamanda Rahmân olan Allah’ın mesajı olduğuna göre,
öyleyse ısrarla bu mesajların sahibi olan Rabbimizin şöyle buyurduğunu ve
bizleri uyardığını söyleyebiliyoruz: “Kullarım! Yapmayın! Gelin inat etmeyin!
İsterseniz tekrar bakın! Bir daha bakın! Tekrar tekrar bakın!” Bir yalvarmanın
ifadesi değildir ama bir Rahmâ-niyetin dokunuşudur. Haydi bakın bakalım onda bir
fütûr görebilecek misiniz?
“Fütûr” kelimesi hakkında selef
âlimlerimizin görüşlerini söyle-yelim: 1) Abdullah b. Abbas’a göre
zayıflık anlamındadır. 2) Katade’ye göre bozukluk anlamındadır. 3)
Süfyan-ı Sevri’ye göre çatlak ve yarık anlamındadır. “Tefâvut” da mütenasip olmama,
uygunsuzluk, aykırı-lık, denksizlik vs. demektir. Binaenaleyh, tüm kainatta bir
uyumsuz-luk, bir ahenksizlik ve bir kopukluk bulunamaz. Allah'ın yarattığı bu
kainatta her şey ahenk ve uyum içinde, gayet düzenli ve birbirine irtibatlıdır.
Ve dikkat ederseniz Rabbimiz mahlukatın yaratılışının yüceli-ğini göstermek ve
gücünün üstünlüğüne dikkat çekmek için “Fîhinne: Onlarda” demeyip “Fî
halki’r-Rahmâni: Rahman’ın yaratmasında” bu-yurmuştur.
Haydi, bakışı bir daha döndür, basarı,
basireti bir daha çevir. Bir daha bak. Çağdaş bir basiret daha yapın! Bir de bu
çağın gözüyle bakın! Dünküler bir şey görememişlerdi. Onların bilgileri,
becerileri, teknikleri, teknolojileri yoktu. Sizler çağ atladınız, bilgi çağını
yaşıyorsunuz, haydi bir de bu çağın gözüyle bakın. Bir de çağınızın
dürbünleriyle, teleskoplarıyla, rasathanelerinizle bakın. Bakın da söyleyin
ba-kalım bir fütur var mı semâda? Yani böyle tıbaka özelliğini bozan, u-yumu,
nizamı, vahdeti, dengeyi, düzeni bozan, insicamı zedeleyen bir şey görebiliyor
musunuz orada?
Ama gün olacak, zaman gelecek, devran
değişecek de şu an-da uyum içinde, düzen içinde gördüğünüz o sapasağlam semâ var
ya:
olacak. İnfitâr’ın anlattığına
göre infatarat olacak. Ya da İnşi-kâk’ın haber verdiğine göre
“Şakkat” olacak. Yani yarılacak,
paramparça olacak, şak şak şaklanacak. Semânın nasıl yarılacağı konusunda da bir
bilgimiz yoktur. Bir başka sûrede de semânın “Kü-şidat” olacağı anlatılır. Ama
bizim bildiğimiz bir yarılma, bir parçalanma değil bu. Çünkü Furkân öyle
diyordu:
“O gün, gök beyaz bulutlar halinde
parçalanacak ve melekler bölük bölük
indirilecektir.”
(Furkân 25)
Nebe’ sûresi de bunu şöyle anlatıyordu:
“Gökler, kapı kapı
açılacaktır.”
(Nebe’19)
Semâ açılacak, kapılar oluşacak, kapı
kapı olacak. Semâ yarılacak ve kapılar oluşacak. Ne olacak bu kapılar? Furkân’la
birlikte an-laşılınca, bu kapılardan melekler gelecek. Kıyametin kopuşuyla,
hesap, kitap döneminin başlamasıyla her bir kapıdan ellerinde amel defterlerimiz
olduğu halde melekler inecek. Semâ öyle bir yarılacak ki, kapılar oluşacak. Arşa
bir yol, kürsîye bir yol, ya da meleklere kapılar, yollar
açılacak.
4. “Bir aksaklık bulmak için gözünü
tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun
düşer.”
İkinci defa çevir, tekrar tekrar çevir
bak, bir daha bir daha bak, iki gözünle bak. Ya da gözü ikinci defa çevir bak
bakalım, bulabilirsen bir düzensizlik bul bakalım!
Ama bil ki, ama bilesin ki, gözün sana
°h[¬K«& «x;«: _®\¬,@«' olarak tekrar dönmek durumundadır. Gözün sana öylece
dönmek zorunda kalacaktır. Yani aradığı kaçamağı bulamamaktan mahrum, hakir,
düşkün, üzgün, mütehayyir, baygın bir halde ve de Rabbinin hikmeti karşısında
şaşkın bir vaziyette sana dönecektir. Hani gözler kamaşın-ca göremez olur ya,
bakınca gözü kamaşacak, beyni bulanacak, üzgün olacak, hakir olacaktır.
Küçüldükçe küçülecek, ezildikçe ezilecek, kendinde güç göremez olacak, güçler
gücünü kabul edecek, kendinden geçmiş, mecali bitmiş bir vaziyette gözler geri
dönecektir.
Göz şâyet Allah’ın mülkünde, Allah’ın
sanatında, Allah’ın yasa-larında bir eksiklik, bir yanlışlık aramaya kalkarsa
sonunda mümkün değil bulamaz. Ama bu arama, bu araştırma da bir çabadır, bir
gayrettir ya, yani arayıp ta bulamama da bir iştir ya, işte bu bulamamayı
kendine izâfe eder kimileri. Yani sonunda kendine döner kişi. Kendine, kendi
benliğine, kendi bilgisine, kendi sanatına döner. Allah’ın ya-rattığı dış alemde
bir yanlışlık bulamayınca kendine döner. Bu şekilde kendine dönen kişide iki
cins tecelli görünür:
1- Ya bu araştırma, inceleme sonucunda
Allah’ın gücünü, kudretini daha bir güzel anlayıp, Rabbine karşı haşyet ve
saygıyla dolup gerçek mü'min olmaya, tam teslim olmaya yönelir.
2- Ya da kendisini putlaştırır. Bulduğu
kanunu kendisine izafe ederek, Allah yasalarına kendi adını vermeye çalışan ve
kendi kendini putlaştıran birisidir artık. Ben anladım! Ben bildim! Ben
düşündüm! Ben buldum! Benim kanunum! Benim yasam demeye başlayandır o
artık.
5. “Andolsun ki, yakın göğü kandillerle
donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev
azabını hazırladık.”
Dünya semâsını kandillerle donattık,
diyor Rabbimiz. Dünya semâsı, dünyanın semâsı. Dünya, denâet demektir. Alçak,
alçaklık anlamına gelir. Öyleyse şöyle diyebiliriz: Alçak semâ, yani dünyaya
yakın olan semâ veya dünyadan sezilen, dünyadan fark edilen, dünyadan anlaşılan
semâ mânâsına dünyanın semâsı. Bunun ikisi de mümkündür. "Semae'd-dünya"
ifadesiyle, üzerindeki yıldız ve geze-genleri vasıtasız olarak görebildiğimiz
gökyüzü kast olunmaktadır. O-nun ötesi ancak araçlar yardımı ile görülebilirken
daha ötesi araçların yardımıyla dahi görülemez.
İşte bu dünya semâsını, dünyaya en
yakın olan, dünyadan hissedilebilen, görülebilen semâyı misbahlarla, kandillerle
süsledik, donattık, diyor Rabbimiz. Bu yediden biri de anlaşılabilir. Yani yedi
se-mâdan biri olan dünyaya en yakın olanını yıldızlarla donatıp süsledik.
Yıldızlarla donatılan bu semâ birinci semâdır, onun üstünde geri kalan semâvât
vardır, onun üstünde kürsî vardır, onun üstünde arş vardır ki artık bunlar bizim
ulaşabileceğimizin ötesidir. Çünkü artık zaman da, mekân da bitmiştir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan
için rakamların yan yana gel-mesi sayı değildir. Yani sayılar sonsuz değildir.
Meselâ bir desek ve yanına iki sıfır koysak yüz olur. Üç sıfır koysak bin olur.
Ama bir raka-mının yanına yüz tane, iki yüz tane sıfır koysak, dünyayı on defa
dola-şacak kadar sıfır koyduk mu rakam değildir o artık. Ona rakam den-mez,
şekil denir. Sayı benim bildiğim okunabilen noktada biter. Yani ne kadarını
okuyabiliyorum işte o noktada biter. İşte mekân da böyledir. Mekân da bizim
düşüncemizin, düşünebileceğimizin ötesine çıktı mı, bitmiştir artık. Orada mekân
bitmiştir. Ne o? Neliğini bilmem ki! Bilmemiz gerekir mi? Allah en iyisini bilir
ama gerekmez. Düşünmemiz, kavramamız, anlamamız, Allah’a teslim olmamız için bir
nişane bilmemiz gerekir bu işi. Zira gökyüzü Allah’ın âyetlerinden bir
âyettir.
Rabbimiz buyuruyor ki, biz semâyı
misbahlarla, kandillerle süsledik. Buradaki misbahlardan kasıt yıldızlar ve gök
cisimleridir.
Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz yıldızların
üç fonksiyonundan söz eder. Ya da İbni Abbas efendimizin de ifadesine göre
yıldızlar hakkın-da şu üç sözün dışında söz söylemek ve yorumda bulunmak caiz
de-ğildir.
1- Gökyüzünün, semânın süsüdür
bunlar. İşte Mülk sûresinin bu âyeti bunu anlatır:
“Andolsun ki, yakın göğü kandillerle
donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev
azabını hazırladık.”
(Mülk 5)
Demek ki bu yıldızların bir görevi,
gökyüzünün süsü ve ziyneti olmaktır.
2- Bir de yine aynı âyetin devamında
ifade edildiğine göre, Al-lah, bu yıldızları şeytanlar için bir atma, bir recm
konusu yapmıştır. Bu yıldızların ikinci görevleri de şeytanlar için rucûm
olmalarıdır. Cin sûresinde de ifade edildiği gibi, şeytanlar Rasûlullah'ın
risâletinden sonra artık gökyüzünde dinleme yerine gidip dinleyemez olmuşlardır.
Al-lah semânın haberlerini dinlemek ve o haberleri yerdekilere yetiştirerek
insanların imanlarını bozmak isteyen şeytanlara karşı semânın haberlerini
korumak ve onlara ateş azabını tattırmak için bir atma ko-nusu yapmıştır.
Şeytanlar artık anladılar ki ne zaman dinleme makamına gelseler, ne zaman
melekleri dinlemek için fırsat kollasalar, ken-dilerini bekleyen bir bekçi, bir
şihap kendilerini bir ateş, kıvılcım gibi sarıyordu hemen ve işlerini
bitiriyordu. Yani bekçiler vardı, dinletmi-yordu onları.
3- En’âm sûresinde anlatıldığı gibi,
Rabbimiz, onları karanın ve denizin karanlıklarında yol bulalım diye kılavuz
olarak yaratmıştır.
“O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında
yol bulasınız diye sizin için var edendir. Bilen millet için âyetleri uzun
uzadıya açıkladık.”
(En’âm 97)
Rabbimiz, çok yakın çevremizden
bir âyet olarak semâmızın simâsını süsleyen o yıldızları, karanın ve denizin
karanlıklarında yol bulalım, uçsuz bucaksız çöllerde ve okyanuslarda yönümüzü
tayin edebilelim diye yaratmıştır. Bizlerin karanlıklar içinde yolumuzu şaşırıp
bocalamanızı istemediği için bu yıldızları yaratmıştır.
Ya da Allah onları bizim hidâyetimiz,
bizim yol bulmamız için yaratmıştır. Rabbimizin bu ve benzeri âyetlerine bakarak
imana ulaşalım, yakîni elde edelim, Rabbimizin büyüklüğünü, kudretini anlayalım
da, O’na O’nun istediği biçimde iman edelim. Rabbimizin rubûbi-yetini ve
ulûhiyetini anlayalım da, sadece kendisine kulluk edelim diye yaratılmıştır
bunlar. İşte yıldızlarla alakalı bildiğimiz, bileceğimiz bunlardır. Bunun
dışında bileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Yıldızlar, şeytanlara atma konusuymuş.
Şeklini bilmiyoruz. Ya-ni acaba yıldızdan bir parça mı atılıyor? Yoksa yıldızın
kendisi mi atılıyor? Bunu bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz, şeytanlar semâdan
duydukları bu kırıntı haberleri artık yeryüzüne getiremez olmuşlar. Peki önceden
gökyüzünden alınan bu haberler yeryüzüne geliyordu da, onlar hâlâ devam ediyor
olamaz mı? Rasûlullah Efendimiz bu konu-da şöyle buyurur: “Cinler aldıkları
habere kendilerinden beş yüz de yalan katar ve öylece insanlara
ulaştırırlar.”
6. “Rabblerini inkar eden kimseler için
cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür!”
Rabblerine küfreden, Rabblerini
örtenler, örtbas edenler için cehennem vardır. Küfür, örtmek örtbas etmek
demektir. Kelime olarak küfür bir şeyi kapatmak, kamufle etmek anlamına gelir.
Eşyayı örttüğü için geceye kâfir denir. Aslında geceleyin de eşya aynen yerinde
durmaktadır ama gece onu örttüğü için geceye kâfir denir. Tohumu örttüğü için
çiftçiye de kâfir denir. Yani mutlak mânâda kâfir dendi mi, bunun anlamı örten
demektir. Buradaki küfür kelimesinde de böyle bir örtbas etme işi söz
konusudur.
Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın âyetlerini
örtenlerden söz edilir. Ne demek Allah’ın âyetlerini örtmek? Eğer insanlar
Allah’ın kimi âyetlerini gün yüzüne çıkarıp, kimilerini örtmeye çalışıyor,
toplumun gündeminden düşürmeye çalışıyorlarsa, işte bu Allah’ın âyetlerini
örtmek, örtbas etmek demektir. “Aman bu âyetler toplumda duyulmasın. Aman bu
âyetler insanların gündemine girmesin. O zaman bizim saltanatımız sarsılabilir.
O zaman insanlar bizim elimizi, eteğimizi öpmekten vazgeçebilirler. Aman bu
âyetler duyulmasın, o zaman bizim evde hu-zurumuz kalmaz” düşüncesiyle kimi
âyetleri gündeme getirip kimi â-yetleri kamufle etmeye, örtmeye, örtbas etmeye
çalışıyorlarsa, bu da örtmedir ve küfürdür.
Bakın burada da Rabbimiz kendisinin
örtülmesinden söz ediyor. Allah’ı örtenler, örtbas edenler için cehennem vardır,
buyuruyor. Peki acaba Allah’ı örtmeyi nasıl anlayacağız? Allah’a küfür, yani
örtmek demek, kitabında tanıtıldığı gibi bir Allah inancını gündeme getirmemek,
Allah’ın sıfatlarını, esmâsını gizlemek ve insanlara Allah’ı yanlış tanıtmak
demektir. Allah’ın zâtıyla, sıfatlarıyla alâkalı yalan söy-lemek, sıfatları
konusunda O’nu eksik tanımak, tanıtmak, O’nun bu eksikliğini yerdekilerle
tamamlama cihetine gitmek, O’nda olan sıfatları başkalarına vermek, başkalarının
da O’nun sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir.
Yani yeryüzünde O’ndan başka
program yapıcı, kanun koyucu bir kısım Rabblerin de olabileceğine inanmak ve bu
kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da
yeryüzünde etkili, yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait
olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka
şifa dağıtıcıların da varlığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık
dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua
edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia
etmek, işte bütün bunlar Allah’ı örtmek, örtbas et-mek
demektir.
“Allah hiçbir şey indirmemiştir. Allah
zaten bir şey indirmez. Al-lah hayata karışmaz. Allah bizim hayatımıza karışmaz.
Allah bize vahiy gönderip bizden bir şeyler istemez. Allah bu dünyayı yaratmış,
bizleri yaratmış ve sonra da bizi kendi hâlimize bırakmıştır. Bildiğiniz gibi
keyfinize göre yaşayın demiştir” diyerek Allah’ın dediklerini deme-di,
demediklerini de dedi şeklinde Allah’a küfretmeye çalışıyor insanlar. “Efendim,
zaten Allah da bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir” diyerek Allah’ın
istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak da Allah’ı
örtmektir. “Efendim, Allah da demokrasiden yanadır, Allah da laikliği
önermektedir. Kur’an’da kesinlikle cihad emri yoktur. Allah böyle bir şeyi
emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an
emretmez! Veya el kesme, göz çıkarma kesinlikle Allah’a yakışan şeyler. Baş
örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle
bir emir yoktur. Kur’an’da yaşadığımız hayatı düzenleyen prensipler yoktur.
Allah bu dünyaya karışmaz!” diyerek Allah’ı örtmeye çalışıyorlar. Yani insanlara
Kur’an’da anlatılan Allah’ı değil de başka bir Allah’ı tanıtmaya çalışıyorlar.
İnsanları Allah’la aldatıyorlar. “Allah Kerîm be! Allah bu kadarına da karışacak
değil ya! Yığınlarla günah işlesen de kendisine kulluk yapmasan da Allah Kerîm
be! Allah Ğafûrurrahîm be! Elbette affedecektir” diyerek insanları Allah
konusunda aldatıyorlar.
Allah, bizim de kâfir olmamamız, bizim
de Rabbimize küretme-memiz, Rabbimizi örtmememiz için bunu anlatıyor. Şimdi
şöyle Allah için bir düşünüp kendimizi sorgulayalım. Acaba şu anda bizler de
Al-lah’ı örtenlerden miyiz? Acaba Rabbimize küfredenlerden miyiz, değil miyiz?
Bunu bir düşünelim. Unutmayalım ki Rabb, 6000 küsur âyetle gün yüzüne
çıkacaktır. Yani Allah Kur’an'la açılacak, açımlanacaktır. Hem kendimize, hem de
çevremize 6000 küsur âyetin tanıttığı bir Al-lah’ı anlatmak ve böylece Rabbimizi
açmak zorundayız. Buna göre eğer şu anda bizler bunu Kur’an’dan tanıdığımız yüz
âyetle gündeme getirip geri kalan bölümü
örtüyor, örtbas ediyor ve saklıyorsak, Allah korusun, bizler de örtenlerdeniz
demektir.
Meselâ çocuklarımıza Allah’ı tanıtırken
eğer sadece O’nun Ğafûru’r-Rahîm oluşunu anlatıyorsak, o zaman bilelim ki O’nun
şedî-dü'l ikâb oluşunu örtüp gizliyoruz demektir. Veya meselâ bir çocuğa hep
cenneti anlatmak, cehennemi örtmek demektir. Sadece cenneti ve rahmeti olan bir
Allah’ı anlatmak, cehennemi olan Allah'ı örtmek, setir etmek demektir. Veya
meselâ hayatımızın sadece ibadet bölümüne karışıcı bir Allah tanıtmak, hayatın
öteki bölümlerine karışıcı olarak Allah'ı örtmek demektir.
Evet, dünyada iken Rablerini inkar
eden, küfürlerinde bilinçli olarak ısrar eden kimseler için cehennem azabı
vardır. Bu azap, şeytanlara mahsus değil, aksine Allah’ı inkâr eden her insan ve
cin içindir. Kafirler için cehennem dönüp varılacak yer olarak ne kötü bir
yerdir! Çünkü onlar, orada şiddetli bir şekilde ve ebedi olarak azap görürler.
İnsan veya şeytan kim Rabbini inkar ederse, âkıbeti
böyle olacaktır. Rabblerini örtüp, örtbas edenler için cehennem vardır,
buyurduktan sonra Rabbimiz bunların gidecekleri cehennemi tanıtmaya başlıyor:
7-8. “Oraya atıldıkları zaman, onun
kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Nerede ise öfkesinden paralanacak! İçine
her bir topluluğun atılmasında, bekçileri onlara: “Size bir uyarıcı gelmemiş
miydi?” diye sorar.”
Bakın burada cehennemi anlatırken dört
boyutlu bir manzara çiziyor Allah. Sanki cehennem şuurlu bir varlık. Ne
yapacağını, ne e-deceğini, kime azap edeceğini bilen bir varlıktır cehennem.
Meselâ Furkân sûresinde cehennemin sanki insan gibi şuurlu bir varlık olduğu ve
müşterilerini tanıdığı anlatılmaktadır:
“Bu ateş, onlara uzak bir yerden
gözükünce, onun kaynamasını, öfkesini ve uğultusunu
işitirler.”
(Furkân 12)
Sanki müşterilerini tanıyor ve uzaktan
onları görünce de kükremeye, homurdanmaya başlıyor. Sanki uzaktan hortumlarını,
alevlerini gönderiyor; onları yakalamak, tutmak ve yutmak istiyor. Veya Hü-meze
sûresinin beyanıyla cehennem nereye gideceğini, insanların, müşterilerinin
neresine el atacağını, onların defterlerini dürmeye nereden başlayacağını
biliyor.
“O, kalplere uzanan, Allah’ın
tutuşturulmuş ateşidir.”
(Hümeze 6,7)
Bakın burada da bu şuurlu varlığın
müşterilerinin kalbine el atacağı, insanın kalbine uzanacağı anlatılıyor. Neden?
Çünkü kalp, insanlarda kabul ve ret, iman ve küfür makamıdır. Kalp, insanlarda
düşünce, idrak, heves, niyet ve irade makamıdır. İman ve küfür konusunda kişide
en sorumlu yer onun kalbidir. Onun içindir ki bakın bu âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz cehennem ateşinin kalbe uzanacağını anlatmaktadır. Rabbimiz, Nebe’
sûresinde de şöyle buyuruyor:
“Cehennem, yalnız azgınları bekleyen
yerdir. Dönecekleri yer orasıdır.”
(Nebe’ 21,22)
Cehennem gözetleyici olarak hazır
beklemektedir. Gözetleyici, mirsad, rasathane olarak pusu kurmuş müşterilerini
beklemektedir. Ceza vermek, müşterilerine hak ettikleri töreni göstermek üzere
gözetleyici olarak beklemektedir. Anlıyoruz ki cehennemin böyle gözetleyici
olması bizzat kendisinin kimi, neyi beklediğini bilmiş olması, Kur’an'ın
anlattığına göre cehennemin sanki şuurlu, akıllı, mantıklı bir varlık olduğunu
gösteriyor.
Kaf sûresinde anlatıldığına göre
müşterileri içine dolduktan sonra Cenâb-ı Hak şöyle soracak: “Doldun mu ey
cehennem? Daha ister misin bu sığır sürülerinden? Bu kâfirlerden daha ister
misin?” Cehennem de diyecek ki: “Hel min mezîd?” “Daha yok mu ya
Rabbi? Daha yok mu ya Rabbi! O kadar kükreyip coştum ki bugün bir türlü doymak
bilmiyorum! Bu sığır sürüsü tiplilerden, bu kütüklerden daha varsa gönder ya
Rabbi!”
Veya bunun bir ikinci anlamı da,
cehennemin şaşırarak şöyle demesidir: “Daha mı var ya Rabbi? Hayret, daha
bitmedi mi Allah’ım? Bu kütüklerin sonu gelmedi mi?”
İşte cehennem sanki şuurlu bir varlık
olarak böyle korkunç bir bekleyicidir. Tabi Allah’ın kanunları, sünnetullahın
tezahürü olarak bi-ze intikal eden bu kanunlara karşı gelmenin anlamı
yoktur.
İnsanlar oraya atıldıkları zaman, o
çılgın ateşe yuvarlandıkları zaman onun kükreyişini, hırlayışını işitirler ki
sanki çıldırıyor, sanki kükrüyor. Müşterilerinden her bir grup, her bir alay
atıldıkça gazabından kükreyerek çıldıracak duruma gelir, diyor
Rabbimiz.
Kâfir, müşrik, münâfık, zındık ve
mürtetler ahiret gününde a-zap melekleri tarafından odunun ateşe atıldığı gibi
cehenneme atıldıkları zaman, şiddetli yanması ve fokurdamasından dolayı, eşeğin
arpayı gördüğünde sevinçten anırması gibi, cehennemin çirkin ve kor-kunç sesini
işitirler. Cehennem kızgınlık ve şiddetli alev sebebiyle ten-cerenin kaynadığı
gibi onları kaynatır.
“Şehîk”:
Eşek anırması gibi çirkin sestir. İbn Abbas diyor ki: “Şehîk, kâfirler cehenneme
atıldığında cehennemin çıkardığı sestir. Eşeğin arpayı görünce anırması gibi,
cehennem onları gördüğünde öyle ses çıkarır. Sonra öyle bir ses çıkarır ki,
korkmayan hiç kimse kalmaz.” İbn Cüzeyy diyor ki: “Şehîk, eşeğin çıkardığı
seslerin en çir-kinidir. Bununla yüce Allah, şiddetli kaynaması ve
korkunçluğundan dolayı cehennem sesini kastetmektedir.” Mücahid diyor ki:
“Cehennem onları, az tanenin çok su içinde kaynadığı gibi
kaynatır.”
Evet, "Şehîk" kelimesi aslında, merkep
anırması anlamında kullanılır. Ancak bu kelime, burada, Cehennemin veya Cehennem
eh-linin sesi karşılığında kullanılmıştır. Cehennem ehlinin sesi şeklinde
anlaşılmasının nedeni, Hud: 11/106'dan dolayıdır. "Bahtsızlar ateştedirler.
Onların orada soluk alış verişleri (Zefîrun ve şehîkun) vardır ki..."
Cehennemin sesi şeklinde anlaşılmasının nedeni ise, Furkân: 25/12'den dolayıdır:
"(Cehennem) onları uzak bir yerden görünce on-lar bunun öfke ve
uğultusunu (zefiran) işitirler." Bu bakımdan "şehik" kelimesinin, hem
Cehennemin hem de Cehennem ehlinin sesi olarak anlaşılması daha doğrudur.
İçine her bir topluluğun
atılmasında, bekçileri onlara şöyle so-rar: “Ey cehennemlikler! Size bir uyarıcı
gelmemiş miydi? Sizi bu cehennemle uyaran, size bu azabın varlığını anlatan
uyarıcılar gelmedi mi? Cehennem var, azap var! Eğer şöyle yaşarsanız ateşe
gideceksi-niz! Allah’ın cehennemine yuvarlanacaksınız!” diyen uyarıcılar gelmedi
mi? Size cehennem anlatılmadı mı?”
Düşünüyorum da yarın komşularımıza, kadınlarımıza, oğullarımıza,
kızlarımıza, bacanaklarımıza, amcalarımıza, dayılarımıza size uyarıcılar gelmedi
mi, size Allah’ın âyetlerini tanıtanlar olmadı mı, size cehennemi anlatanlar
olmadı mı, babalarınız, analarınız, hocalarınız size duyurmadı mı, anlatmadı mı?
diye sorulur da, yakınlarımız ya ha-yır! derlerse. “Hayır ya Rabbi! Bize
anlatmadılar! Akrabamdı ama anlatmadı! Kocamdı, biliyordu ama duyurmadı!
Babamdı, hocaydı ama gizlediler, öğretmediler! Komşumdu, ama bize demediler!
Bize anlatmadılar! Bizi tanıştırmadılar!” derlerse ne diyeceğiz? Ne cevap
vereceğiz?
“Gittim ya Rabbi! Anlattım ya
Rabbi! Uyardım ya Rabbi! Çalıştım, çırpındım ya Rabbi!” diyebilecek miyiz? “Ben
görevimi yaptım ama onlar dinlemediler ya Rabbi!” demeye hakkımız olacak mı?
Halbuki onlar dinlemese bile gidip anlatmalıydım. Zaten ben gitmesem bile, biz
gitmesek bile başkaları gidiyor, başkaları dolduruyor benim boş bıraktığım
insanları. Meselâ basın gidiyor, televizyon, şeytan vahiyleri gidiyor. Öyleyse
Allah aşkına elimizi çabuk tutup biz gidelim. Biz gidelim de, insanlara Allah
vahyini ulaştıralım. Değilse yarın insanların, en yakınlarımızın yakamıza
yapışmasından kurtulamayacağımızı bilelim.
Cehennemin görevlilerinin
onlara; "size bir uyarıcı gelmedi mi" diye sormalarının sebebi de, onların
cehenneme haksız yere atılmadıklarını, bilakis bunu yaşadıkları hayatlarıyla hak
ettiklerini onlara açıkça itiraf ettirmek içindir. Yani onlar, Allah'ın bu
cezayı kendilerine vereceğini daha önceden biliyorlardı. Çünkü Allah cennet ve
cehennem yollarının ne olduğunu onlara bildirmek için elçilerini ve kitaplarını
göndermiş ve bu konuda onları bilgilendirmişti. “Şu yolun sonu cen-nete çıkar,
ama şu yolu takip ederseniz cehennemin yakıtı olursunuz" diye uyarmıştır. Fakat
o alçaklar Rablerinin bu uyarılarına ve elçilerinin davetine kulak asmayarak,
işte şimdi çekmekte oldukları cezaya hak kazanmışlardır. Halbuki bu inancı
zihinlere yerleştirmek amacıyla Kur'an, birçok yerde insanoğlunun dünyaya
imtihan için gönderildiğini tekrar tekrar beyan etmiştir.
Evet, soruyor melekler; “size bir
uyarıcı gelmedi mi”? Çünkü,
"Biz bir peygamber
göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsrâ:15) âyetinde ifade
edildiği gibi Allah Teâlâ bir Resul göndermedikçe azap etmez. Azabı gerektiren
her şeyden önce naklî ve aklî bir delil, bir uyarma söz konusudur. Bu da
gösteriyor ki Rabbi inkâr, O'nun zâtını inkârdan ibaret değil, Rab olarak
tecelli etmesini, herhangi bir peygamberini, indirmiş olduğu âyet ve delillerini
ve onlar vasıtasıyla tebliğ ettiği haber ve uyarılarını yalanlamak ve inkâr ile
nankörlük de küfürdür. Çünkü Peygamber inkâr etmenin kaynağı, "Allah hiçbir şey
indirmedi." diye mutlak bir yalancılıktan ibaret olan bir inkâra bağlıdır ki bu
da, doğrudan doğruya Allah'a karşı bir inkâr demektir.
Allah’ın melekleri cehennemliklere
soracaklar: “Size uyarıcılar gelmedi mi?” Onlar diyecekler
ki:
9. “Onlar, “Evet; doğrusu bize bir
uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz büyük
bir sapıklık içindesiniz demiştik” derler.”
“Evet bize uyarıcılar, muhbirler,
cenneti anlatanlar, cehennemle uyaranlar geldi, bize haber verdiler, bize
anlattılar, duyurdular ama biz onları yalanladık. Biz onlarla dalga geçtik.
Onların anlattıklarını dinlemedik. Onların anlattıkları bizim bir kulağımızdan
girdi, öbür kulağımızdan çıkıp gitti. İlgilenmedik onlarla. İtiraz ettik,
reddettik, olmaz böyle şey dedik! “Allah hiçbir şey indirmemiştir! Allah vahiy
göndermemiştir! Allah bir şey indirmez ki! Niye indirsin ki Allah? Allah hayata
karışmaz ki! Siz yalancısınız! Siz sapıksınız! Siz uyduruyorsunuz bütün bunları!
Cennet, cehennem diyorsunuz, azaptan bahsediyorsunuz, bir şeyler uyduruyorsunuz
ve utanmadan da bu uydurduklarınızı Allah’a izafe ederek iftira ediyorsunuz”
dedik, diyecekler. Onların bu şekildeki itirafları Allah’ın
kendilerine çok âdil davrandığının itirafıdır. Evet ya Rabbi, sen bize bizden
daha merhametli davranarak kitaplar ve elçiler gönderdin, ama biz onları
yalanlayıp “Allah hiçbir şey indir-medi” demişizdir.
Evet, yarın böyle diyecekler. Dünyada
Allah’ı hayata karıştırmak istemeyenler şu anda böyle diyorlar. “Allah hayata
karışmaz. Ni-ye karşısın ki hayatımıza? Siz yalan söylüyorsunuz! Allah bize bir
şey indirmemiştir! Allah hiçbir şey indirmiş değildir! Evet Allah vardır, Allah
büyüktür, yücedir, Allah’ı severim, Allah güzeldir, bütün bunlar tamam ama Allah
bizim hayatımıza karışmaz. Hâşâ şu semâyı ve arzı, yıldızları, ayı, güneşi
yaratan, dünyamızdan milyonlarca kere daha büyük şu sistemleri şu galaksileri
yaratan bu kadar yüce olan Allah, kalkacak minik bir dünyanın içinde, minik bir
şehrin, minik bir evin içinde bir varlık olan benim hayatımla ilgilenecek ha!
Olacak şey değildir bu!”
“Ya da bu kadar yüce bir Allah
kalkacak da benim kılık-kıya-fetimle ilgilenecek, benim hukukumla, eğitimimle
ilgilenecek ve bu ko-nuda bana âyet indirecek, vahiy gönderecek. Olacak şey
değildir bu!” diyorlar. Allah’ın yüceliğini kabul ediyorlar ama yerinde dursun
bu Al-lah, bizim hayatımıza karışmasın demeye çalışıyorlar. “Kitap, peygamber
göndermesin, arzularını bildirmesin, çünkü o zaman O’nun arzularıyla bizim
keyiflerimiz çatışacak, O’nunkini dinlesek olmayacak, dinlemesek olmayacak. En
iyisi Allah’ın hayata etkinliğini reddedelim,” diyorlar.
Demek ki küfrün, ateşe gidişin,
cehenneme gidişin tek özelliği, Allah’ı insan hayatına karıştırmama biçiminde
tezahür ediyor. “Hayatı ben bilirim! Hayatımı kendim belirlerim! Hâşâ O Cebbâr,
Kahhâr, Mütekebbir olan, dağları taşları yaratan, arzı semâları var eden yüce
Al-lah’ın benimle işi ne? Tuvalete girmemle, soframla, kılık-kıyafetimle,
eğitimimle, kazanmam-harcamamla, hukukumla, eğitimimle, tırnak kesmemle,
yatmam-kalkmamla ilgilenecek ha, olacak şey değildir bu!” İşte küfrün, cehenneme
gidişin mantığı budur. İnsanı cehenneme götüren mantık işte bu mantıktır.
İşte bu, Allah’la aldanma, Allah’la
aldatma mantığıdır. Çevremizde birçok Allah’ı yanlış tanıyarak, kişilere Allah’ı
yanlış tanıtarak, Allah hayata karışmaz diyen kimseler var. Hatta Müslümanım
diyenler, namaz kılanlar bile Allah’ı yanlış tanıyor ve yanlış tanıtmaya devam
ediyorlar. “Gerdek gecesi bu kadar olur canım! Dükkan açmamıza da karışacak
değil ya Allah! Mesleğimize de karışacak değil ya! Ne giyeceğinize, nasıl
giyeceğinize de karışacak değil ya bu Allah! Ha kırmızı giy, ha sarı! Ha şuradan
şuraya kadar örtün, ha buradan bura-ya kadar! Ha şöyle bir evde otur, ha böyle
bir evde otur! Ha şöyle ya-şa, ha böyle yaşa fark etmez!” diyerek piyasada
Allah’la aldatanlar pek çoktur.
Ama bakın dünyada, Allah bir şey
indirmemiştir, Allah hayata karışmaz diyerek türlü türlü günahlar işleyenler,
yarın reddettikleri azapla burun buruna geldikleri zaman şöyle
diyecekler:
10. “Eğer kulak vermiş veya akletmiş
olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık”
derler.”
Alçaklar! Hainler! Küstahlığa bir
bakın! Kimin doğru yolda, ki-min de sapık olduğunu belirleyen de kendileri…
“Eğer dünyada bizi Allah’ın âyetleriyle uyaranlara kulak verip dinleseydik, eğer
akletsey-dik, eğer uyarılar karşısında hayvanlar kesilmeyip de akıllarımızı
kullansaydık, insan olduğumuzu unutmasaydık, şimdi bizler cehennemlikler içinde
olmayacaktık.” Demek ki kâfir, Allah’ın kendisine verdiği akıl ve duyu
nimetlerini kullanmamıştır. Demek ki kâfir akılsızdır. Hatta şu anda yeryüzünün
gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen en akılsız, en budala, en zavallı
varlıkları kâfirlerdir..
11. “Böylece günahlarını itiraf
ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok
olsunlar!”
Böylece tıraşları gözlerinin önüne
inecek ve günahlarını itiraf edecekler. Peki nerede söylüyorlar bunu? Cehennemin
içinde. Cehennemi boylamışlar, ateşi kucaklamışlar ve diyorlar ki: “Aah! Keşke
bir kulak verseydik! Keşke bir dinleseydik! Keşke akledip düşünseydik!” Geçmiş
olsun! Bunu bugün dünyada söyleyecektiniz. Bunu dünyada anlayacaktınız. Yarın
diyeceğinizi bugün söyleyin! Yarın zorunlu olarak söyleyeceğiniz bu sözü bugün
söylerseniz, yarın itiraz edemeyeceğiniz bir konumda anlayacağınız bu gerçeği
bugün anlarsanız bir değer ifade eder. Yarın söyleyeceğiniz bu cümlenin o zaman
hiçbir değeri olmayacaktır.
Bunu bugün söyleyeceğiz, bugün
düşüneceğiz. Bugün inanacağız ki Allah hayata karışır. Bugün diyeceğiz ki, Allah
bize vahiy göndermiştir. Bugün diyeceğiz ki, Allah bizim adımıza hayat programı
göndermiştir. Bugün kabulleneceğiz Allah’ın kitabını. Bugün yaşayacağız kitabın
istediği hayatı. Bugün teslim olacağız Allah’ın kulluk programına. Yarın böyle
bir itirafın hiçbir değeri olmayacaktır.
Şimdi burada bir soru soralım
kendimize: Durum böyle olunca acaba evimizin, dükkanımızın, mesleğimizin,
hayatımızın hangi birimine Allah karışıyor? Acaba hayatımızı biz mi
belirliyoruz, yoksa Allah mı? Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi
anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlü’nün
sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayatta kendimizi etkin mi
zannediyoruz? Acaba bizler de şu anda Allah bir şey indirmemiştir, Allah hayata
ka-rışmaz mantığıyla Allah’a ve Allah’ın kitabına sormadan kendi kendimize hayat
programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl
giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp
nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi okullarda
okuyacağımızı kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz?
Yani bizim hayat programlarımızı
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine, evimize, malımıza, dükkanımıza,
tezgahımıza, gündüzümüze, gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor? Tüm bu
programlarımızı Allah mı belirliyor? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor?
Kaçta kaçına kendimiz yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefislerimiz,
arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz
yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü
de Allah’ın diniyle dolduruyorsak, o zaman bilelim ki burada anlatılan
biziz.
Yarın orada “keşke” diyecekler ve
pişmanlıklarını ortaya koyacaklar. “Keşke dinleseydik. Keşke kulak verseydik.”
Neyi? Kur’an'ı, sünneti. “Keşke Allah’ın kitabına kulak verseydik. Meğer Allah
bütün bu konularda pek çok şeyler söylüyormuş ama O’na ilgisizliğimiz yüzünden
bilememişiz, anlayamamışız. Biz Allah’ı sadece hayatımızın belli bir bölümüne
karışıyor zannediyorduk, keşke Allah'ın kitabını ve Resûlünün beyanlarını
dinleseydik da gerçeği öğrenmiş olsaydık diyecekler. Öyleyse bugün dinleyelim,
bugün okuyalım, bugün kulak verelim de yarın böyle bir duruma düşmeyelim
inşallah.
Günahlarını itiraf ettiler, evet
dediler, günahlarını ortaya koydular. Başka çareleri de yoktu zaten. Allah
şahit, arz ve semâ şahit, âzâları şahit, peygamberler şahit iken bu gerçeği
saklayamazlardı ki!
Onlar günahlarını itiraf ederek
pişmanlık ortaya koyunca da Allah şu hükmü basacak:
“Yazıklar olsun! Rahmetten, cennetten
ırak olsun! Uzak olsun onlar! Cehenneme yuvarlansın o alçaklar! Ancak herkes
cehenneme gitmeyecektir. Şu:
12. “Doğrusu, görünmediği halde
Rabblerinden korkanlara, onlara, bağışlanma ve büyük ecir
vardır.”
Ama beri tarafta Rabblerinden haşyet
duyanlar, Rabblerine boyun eğenler, Allah’ı gücendirmekten korkanlar, Allah’ı
razı edememekten korkanlar var ya, işte onlar için de bağışlanma ve büyük
ecirler vardır. Haşyet, korku mânâsınadır. Kişinin yılandan, düşmandan korkması
ayrı, anasından korkması ayrıdır, değil mi? İşte Rabblerini razı edememekten
korkanlar var ya: °œ«I¬S²R«8 ²vZ«7 Onlar için mağfiret vardır. Allah onların
amellerini tam kabul edecek, eksikliklerini, kusurlarını görmeyecektir.
Peygamberinkine oranla çok eksik bile olsa Allah onların amellerini tam kabul
edecektir. Öyleyse:
13.
“Sizler, sözlerinizi gizleseniz de açıklasanız da birdir; O, kalplerde olanı
bilir.”
İster esrarengiz davranın, ister açık
davranın! Sözünüzü, akidenizi, yolunuzu, programınızı ister gizleyin, ister
gizlemeyin Allah kalptekileri, göğüstekileri tümüyle bilendir, tam
bilendir.
14. “Yaratan bilmez olur mu? O,
Latiftir, haberdardır.”
Yaratan hiç bilmez mi? Yaratan
yarattığını bilmez mi? Yaratan yarattığının nasıl bir hayat yaşayacağını bilmez
mi? Yaratan yarattığına nasıl ceza vereceğini, nasıl mükafatlandıracağını, nasıl
bir din göndereceğini, bunu nasıl ikame edeceğini, sizi neyle imtihan edeceğini
hiç bilmez mi?
O Latiftir, bilgisi her şeyin içine
geçen, her şeyden haberdar olandır. Bu haberdar olmasının gereği
olarak:
15. “Yeryüzünü, size boyun eğdiren
O’dur; öyleyse yerin sırtlarında dolaşın, Allah’ın verdiği rızıktan yiyin;
sonunda dönüş O’nadır.”
Yeryüzünü boyun eğdirip sizin için
zelil kılmıştır, sizin emrinize âmâde kılmıştır. Zelil, zül mastarından gelir. O
da inkıyâd, uysallık de-mektir. Tıpkı uysal bir koyun veya bir deve gibi size
dünyayı boyun büktürüp teslim etmiştir Rabbiniz. Fakat şunu hiçbir zaman
hatırınızdan çıkarmayın ki, onun size tâbi olup boyun eğişi kendiliğinden
değildir. Siz kendiniz de becermiş değilsiniz bunu. Onu size boyun eğdiren
Allah’tır.
Yediğiniz rızıklar da öyle. Bindiğimiz,
etinden sütünden istifade ettiğimiz tüm hayvanları da bizim için zelil kılan,
bizim istifademize sunan Allah’tır. Tüm yeryüzü ve içindekiler bizim
istifademize sunulmuş mükellef bir sofradır. Bakın Zuhruf sûresi de bu hususu
şöyle anlatır:
“Gemiler ve hayvanlardan binesiniz diye
size binekler var etmiştir. Bütün bunlar, üzerlerine oturunca Rab-binizin
nimetini anarak: “Bunları buyruğumuza veren ne yücedir; zaten bizim takatimiz
bunlara yetmezdi; şüphesiz Rabbimize döneceğiz” demeniz
içindir.”
(Zuhruf 13-14)
Sizin için binesiniz, taşınasınız diye
denizlerde gemileri, karalarda da binit hayvanlarını yaratıp hizmetinize sunan
da yine Allah’tır. Sırtlarına binmeniz, etlerinden yemeniz, sütlerinden istifade
etmeniz için onları yaratıp sizin için zelil kılan, sizin emrinize âmâde eyleyen
Allah’tır. Rabbimiz bunları anlatırken, kendisine verilen bunca nimet karşısında
insanın takınması gereken tavrı anlatır. Zira her nimet, o nimetin sahibini
hatırlatır. Her nimet, bir şükür gerektirir. İşte Rabbi-miz diyor
ki:
Onların sırtlarına binip yerleştiğiniz
zaman Rabbinizin nimetlerini anarak ya da nimetleriyle Rabbinizi anarak şöyle
deyin: “Bunları bize boyun eğdiren, bunları bizim emrimize âmâde kılan Rabbimiz
ne yücedir! Bunları bize ihsan eden Rabbimizi tesbih ve tenzih ederiz. Eğer
Rabbimiz bütün bunları bize vermeseydi, bunlara bizim gücümüz yetmezdi. Rabbimiz
o kadar yüce, o kadar lütuf ve merhamet sa-hibidir ki, bizler onun bize
lütfettiği nimetlere misliyle mukabele etmek şöyle dursun, hakkıyla teşekkür
bile edemeyiz.” Bizden çok daha güçlü bir hayvan nasıl oluyor da bize itaat
ediyor? Bu gemiler denizde nasıl yüzüyorlar? Bu suya kaldırma gücünü kim
veriyor? Bütün bunları düşünmeden bütün bu nimetleri bağışlayan Allah’ı
tanımadan bir hayat yaşayamayız.
Bakın burada da Rabbimiz yine kendini
tanıtır. Ama bildiğiniz gibi iki tanıtma biçimi vardır: Hani kişi der ya, "Ben
ona yakında benim kim olduğumu göstereceğim!" İşte bir böyle karşıdakini ezerek,
bozarak, zulmederek, çiğneyerek, burnundan getirerek bir tanıtma usulü vardır.
Kişi, karşısındakine kendisini öyle tanıtır. İkinci bir tanıtma usulü daha
vardır. O da karşısındakine iyilikte bulunarak, onu iz-zet ve ikrama boğarak,
ona ihsan ederek böylece kendini ona tanıtmaktır.
İşte Rabbimiz da kullarına
kendisini böylece tanıtıyor. Mübârek olan Rabbimiz kullarına karşı işleyen
sonsuz rahmetinden dolayı, rahmetinin eserlerini, merhametinin tezahürlerini
anlatarak kendini bi-ze tanıtıyor. “Kullarım! Ben mülk elinde olanım! Ben mülke
sahip olanım! Göklerin ve yerin mülkü benimdir! Sizler de, sahip olduklarınız
da, dünyanız da, ayınız da, güneşiniz de, havanız da, suyunuz da be-nimdir! Ben
mübareğim! Ben bereket kaynağıyım! Sizi yaratan, sizi yoktan var eden benim!
Varlığınızı bana borçlusunuz! Yiyeceğinizi, içeceğinizi, suyunuzu, semânızı,
arzınızı her şeyinizi yaratan benim!”
Şu anda üstünde yaşadığınız arzı
yaratan ve size boyun eğdiren, sizin emrinize âmâde kılan, onu sizin zelil
kılan, onu sizin için bir döşek kılan Allah’tır. Ama unutmayın ki, ben istediğim
için arz size boyun bükmektedir. Onu sizin emrinize âmâde kılanın ben olduğumu
unutmayın. Ama bu zelil oluş, bu boyun büküş kölenin efendisine zelil oluşuna
benzemez. Annenin evladına boyun büküp, gece onun ihtiyacını gidermek adına ona
zelil olması gibidir.
Peki ne anlatıyor Rabbimiz burada? Ne
anlayacağız bundan? Anlayabildiğimiz kadarıyla bu âyetleriyle Rabbimiz diyor ki:
“Kullarım! Şunu iyi bilin ki, arza ben emrediyorum! Arzın sizin için tıpkı size
boyun büküp arzularınıza teslim olmuş bir koyun, bir deve gibi zelil oluşu benim
emrimdendir! Ben emrettiğim için yeryüzü size boyun bükmektedir! Yoksa şu anda
size boyun büküp teslim olmuş olan arz güçsüz, âciz bir varlık değildir. Sizin
canınıza okuyacak bir durumdadır. Baş döndürücü bir süratle, önüne gelen her
şeyi tuz-buz edecek bir şekilde dönmekte, koşmaktadır. Öyleyse beni böylece de
bilin. Bana böylece inanın. Beni arza hakim tanıyın. Beni arza etkin bilin. Beni
arza galip bilin. Göklere ve yerlere egemen olarak tanıyın beni. Yerken,
i-çerken, gezerken, dolaşırken, yatarken, kalkarken, binerken, kullanırken hep
bu niyet içinde olun!”
“Tıpkı Rabbiniz tarafından size zelil
kılınmış, size boyun büktürülmüş hayvanlara, gemilere, arabalara, uçaklara
bindiğiniz gibi, arzın da omuzlarında, dağlarında, tepelerinde gezin, dolaşın.
Yiyin-için ondan, onun size sunduğu nimetlerden istifade edin. Ama bilin ki
dönüş O’nadır. Sonunda Rabbinize döneceksiniz. Size sunulan tüm bu nimetlerin
hesabını ödemek üzere Rabbinizin huzuruna gideceksiniz. Öyleyse ey kullarım! Bir
saniye bile hatırınızdan çıkarmayın ki bu gez-meniz, binmeniz, oturup kalkmanız,
yemeniz, içmeniz, tatmanız, koklamanız yarın hepsi sizin için hesap konusu
olacaktır.”
Rabbimiz, “arzın boyunlarında binip,
gezin, dolaşın” diyor. Tıp-kı giden bir arabanın hangi koltuğuna oturursanız
oturun demek gibi bir şeydir bu. Çünkü arz da araba gibi sürekli hareket
halindedir.
Bundan sonra yürekleri hoplatan bir
soru soruyor Rabbimiz:
16. “Gökte olanın sizi yerin dibine
geçirmesinden güvende misiniz? O zaman yer, sarsıldıkça
sarsılır.”
Söyleyin bakalım! Ne diyorsunuz? Ne
düşünüyorsunuz? Gökte olanın sizi yere geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz? Gökte
olanın sizi yerin dibine batırmayacağından emniyette mi oldunuz? Halbuki bir
bakmışsınız ki o yeryüzü sallanıp çalkalanmaktadır. Hal böyleyken neyinize
güveniyorsunuz siz? Hangi cesaretle Rabbinize kafa tutmaya çalışıyorsunuz? Nasıl
güvende hissediyorsunuz kendinizi? Kime güveniyorsunuz?
Bu ¬š³@«WÅK7! z¬4 ²w«8 gökte olan sözü
epey tartışmalara sebep olmuştur. Bu konuda söylenilenleri şöyle
özetleyebiliriz:
1- Kimileri buradaki ²w«8 ile
kastedilenin melekler olduğunu söylemişlerdir. Yani bu gökte olandan kasıt,
meleklerdir. Allah’ın azgınlara azap göndermek, onların işlerini bitirmek üzere
görevlendirdiği azap melekleridir. Sizler gökteki Allah'ın meleklerinin size
azap getirerek sizi yerin dibine batırmasından emin mi oldunuz?
Yani buradaki bu ¬š³@«WÅK7! z¬4
²w«8 ifadesindeki w«8 Allah olamaz. Çünkü buradaki z¬4 zarfiyyet ifade eder. z¬4
zarf š³@«WÅK7! da mazruftur. Halbuki zarf mazrufundan büyüktür. Yani Allah
semâdan daha büyüktür ve semânın O’nu içine alması mümkün değildir. Çünkü bakın
Bakara sûresinde bu hususu anlatan âyet-i kerîmesinde Rabbimiz şöyle
anlatır:
“Onun kürsüsü gökleri ve yeri
kuşatmıştır.”
(Bakara 255)
Göklerde ve yerde ne varsa tüm
varlıkları bu Allah’ın kürsîsi ihata etmiştir. Her şeyi
kuşatmıştır.
2- Sonra kimileri, bu w«8 ile
kastedilenin Allah olduğunu söylemişlerdir. Yani gökte olanın sizi yere
batırıvermesinden emin mi oldunuz? Gökte olan Allah’ın sizin işinizi
bitirmesinden emin mi oldunuz? Meselâ Müşebbihe buradan hareketle Allah'ı bir
cisim gibi kabul etmiş ve İslam dininden sapmıştır.
3- Bazıları, “efendim buradaki hitap
Allah’ı böyle gökte bilen, Allah’ın gökyüzünde olduğunu zanneden Mekkeli
müşriklerin bu zanlarına uygun olması açısından böyle olmuştur. Onların
anlayabilmeleri için Rabbimiz böyle buyurmuştur”
demişlerdir.
4- Bazıları da, “semâ, ‘sümüv’ kökünden
gelir. Bu da yükseklik, üstünlük demektir. Öyleyse bu gökte olan, semâda olan
ifadesiyle Allah’ın yüceliği, üstünlüğü, her şeyin fevkinde oluşu
kastedilmektedir demiştir. Nitekim dua edilirken eller yukarıya kaldırılır. Veya
kişi bir musibete uğradığında bu gökten indi denir. Buna örnek olarak da,
kullanılan semâvi kitaplar, semâvi dinler ifadelerini delil olarak
göstermişlerdir. Nitekim Ebu Dâvûd'un bir rivâyetinde, bir şahsın, zenci bir
câriyesini Rasûlullah Efendimizin huzuruna getirdiği ve Rasûlullah Efendimizin,
“Allah nerede?” sorusuna bu câriyenin gözleriyle gökyüzüne işaret etmesi sonucu
onun Müslüman olduğu kanaatine vardığı anlatılmaktadır.
Burada Allah’ın semâda olduğunu anlatan
bu âyet sanki Kur’-an'ın ortaya koyduğu tevhid anlayışına ters düşer gibi bir
manzara arzetmektedir. Böyle Kur’an'ın tümüne, Kur’an'ın bütününe ters düşer
gibi bir mânâ ortaya koyan bir âyet gördüğümüz zaman düşünmek zorunda kalırız.
Meselâ bakın yine En’âm sûresinde de aynen böyle
denilmektedir:
“O Allah hem göklerde hem yerdedir.
Sizin açığınızı da gizlinizi de bilmektedir.”
(En’âm 3)
Sanki ilk bakışta Allah kendisine bir
mekân izafe eder gibi gö-rünüyor. Zâhirî mânâ budur. Fakat biz meseleye
Kur’an’ın bütünlüğü, onun pratiği ve açıklayıcısı olarak sünnet anlayışı içinde
bakacak olursak, bu mânâ üzerinde düşünmek zorunda kalacağız. Öyleyse bu âyetin
anlaşılmasında başka şeylere bakmak zorunda kalacağız demektir. Kur’an Kur’an'ı,
sünnet Kur’an'ı tefsir ettiğine göre, Kur’an’ın başka yerlerine ve de sünnete
müracaat edeceğiz. Bu düğümü halletmek için Zuhruf sûresinin 48. âyetine
bakıyoruz, orada Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“O gökte de yerde de ilâh olandır, o
hakim ve âlîm olandır.”
(Zuhruf 84)
İşte Zuhruf sûresinin bu âyeti meseleyi
hallediyor. Demek ki Rabbimiz gökte de, yerde de ilâh olarak vardır. Gökte de,
yerde de sözü dinlenecek yegâne ilâh olarak vardır. Değilse bu, Rabbimize bir
mekân izâfesi değildir. O, zamandan ve mekândan
münezzehtir.
Değilse bizim şu andaki Allah
anlatışlarımız yanlıştır. Ne diyo-ruz biz? Allah ne sağda, ne solda, ne önde, ne
arkada, ne üstte ne altta. Böyle olunca da Allah yok çıkacak sonuçta. Bu anlatım
yanlıştır. Allah zamandan ve mekândan münezzehtir diyoruz ve işi eksik
bırakıyoruz. Peki soruyoruz şimdi: Madem ki Allah zamandan ve mekândan
münezzehtir, o halde bugün, bu saatte yok mu Allah? Yani idrak ettiğimiz şu
zamanda Allah yok mu? Öyle değil mi? Şu anda bir zaman içindeyiz, bu zamanda
Allah yok mu? Veya eğer Allah mekândan münezzehse, peki burada yok mu Allah?
Mekândan münezzeh diyoruz ya! Şu içinde bulunduğumuz mekânda Allah yok mu? Hayır
burada da, bu zamanda da Allah vardır. Öyleyse bu anlatım tarzı da yanlıştır.
Halbuki bakın Allah kendini bize anlatırken böyle anlatmıyor.
“Allahu münezzehün zamanun,
münezzehün me-kânün”
diye bir âyet, ya da hadis
yoktur. Bu bizim anlatımımızdır ve yanlıştır. Bakın halbuki Allah kendini bize
anlatırken bu ifadeleri kul-lanmıyor.
Kur’an’ın her yerinde Allah kendini
bize anlatırken şöyle anlatıyor:
Mülk sûresinde:
En’âm’da:
Zuhruf’ta:
buyuruyor. Ama önce şunu
bileceğiz:
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O,
işitendir, görendir.”
(Şûra 11)
Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur.
Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde benzeri yoktur. Zâtı, sıfatları ve
fiilleri konusunda hiçbir şey Allah gibi değildir. Âyet-i kerîmedeki ‘misl’
kelimesinden anlıyoruz ki, Allah’ın değil aynısını düşünmek, O’nun benzeri bile
yoktur. Zatı konusunda bu böyle olduğu gibi, sıfatları konusunda böyledir. O’nun
sıfatlarına sahip hiç kimse yoktur. Fiilleri konusunda da O’na benzer kimse
olamaz. Yani O’nun yaptıklarını yapacak yoktur, O’nun sıfatlarına sahip olan
yoktur.
Buna göre şöyle diyeceğiz: Allah
semâvâttadır, Allah semâda-dır, ama bildiğimiz, bilmediğimiz varlıkların,
gördüğümüz görmediğimiz maddelerin semâda oluşu gibi semâda değildir. Çünkü O
hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de O’nun misli değildir. Allah semâdadır ama
meselâ yıldızın semâda oluşu gibi değildir. Allah semâdadır ama bulutun semâda
oluşu, yahut kuşun semâda oluşu gibi değildir. Allah semâdadır ama Allah'ça bir
semâda oluşla semâdadır diyoruz. Allah arzdadır da ama benim gibi mi? Hayır.
Soba gibi mi? Evin arzda oluşu gibi mi? Hayır, Allah'ça bir arzda oluşla
Rabbimiz arzdadır diyoruz.
Rabbimizin sıfatları konusunda da aynı
şeyleri söylemiyor muyduk? Meselâ bakın Allah’ın görmesi gibi konularda hiç
problem çıkmamıştır. Allah’ın gördüğü konusunda tüm ümmet ittifak etmiştir. Ama
nasıl gördüğünü bilmeyiz demiş ve işi bitirmişlerdir. Allah'ça görür demişler ve
hiç de ihtilafa düşmemişlerdir bu konuda. Veya Allah işitir mi? Evet. Peki nasıl
işitir? Allah'ça işitir. İşitmek için bizim gibi kulağa, ses ihtizazlarına
ihtiyacı yoktur O’nun. Peki Allah'ın eli var mı? Bu sefer bocalamışlar. Acaba el
mi ki? Desek mi ki? Demesek mi ki? Acaba mutlak mı, değil mi? Halbuki önceki
gibi deseler iş bitecek. Yani evet, Allah elinden söz ediyor ama mahiyetini
bilemeyiz, Allah'ça bir ele sahiptir deseler iş bitecek. Ama nedense kimi
konularda bunu derken, nasılını bilmeyiz derken, kimilerinde akıllarına gelmiyor
galiba.
İşte burada da böyledir. Rahmân olarak,
Rahmetiyle, ilmiyle, güç ve kuvvetiyle, Allah’ça bir sıfatıyla, Allah’ça bir var
oluşla Allah hep yanımızda ve bizimle beraberdir. O’nu bir yerlere hapsetmeye
hakkımız yoktur. Hadîd sûresinde şöyle buyrulur:
Siz neredeyseniz o Allah sizinle
beraberdir. Siz neredeyseniz, hangi ortamdaysanız, Allah sizin yanı
başınızdadır, sizinle beraberdir. Rabb, Rezzak, Rahmân, Kâdir olarak hep
bizimledir. Yerken, içerken, konuşurken, severken, küserken Allah hep
yanımızdadır. Değilse şöyle bir beraberlik kurup seccade üzerinde bir Allah,
duvara yazılmış bir Allah, saatte bir Allah ismi diyenler, sonra da ondan
kurtulmak için ne yerde, ne gökte, ne sağda, ne solda, ne üstte, ne altta
deyivermişler olmuş bitmiş.
Allah bakın böyle düşünenlere buyuruyor
ki: “Söyleyin bakalım:
Sizler gökte olanın sizi yere
batırıvermeyeceğinden emin mi oldunuz? Ondan güven içinde mi oldunuz? Yani bu
konuda size bir garanti mi verdi Allah? Evinizin, semânızın, damınızın,
üzerinize çöküvermesinden, bir anda Allah’ın sizi yerin kahrına gömüvermesinden
emin mi oldunuz? Allah’tan bu konuda bir garanti, bir söz, bir ahit mi aldınız?
Âd kavmine, Semûd kavmine, Firavunlara, Nemrutlara, Allah-la, Allah'ın
âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşanlara bakmıyor musunuz? Onların
başlarına gelenleri hiç düşünmüyor musunuz? Si-zin onlardan ne ruchâniyetiniz
var? Hayrola, bir garantimi geldi size?” Yine uyarmaya, yine akılları erdirmeye
devam ediyor Rabbimiz:
17. “Gökte olanın başınıza taş
yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında
bileceksiniz.”
Yoksa, gökte olanın üzerinize taş
yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin mi oldunuz? Başınıza taş
yağmayacağına bir ga-rantiniz mi var? Ama yakında bu tehdidin ne mânâya
geldiğini bilecek, anlayacaksınız. Gelin inat etmeyin! Gelin yalan saymayın!
Bilesiniz ki ilk yalanlayanlar, ilk karşı gelenler sizler değilsiniz. Sizden
öncede Rabbinizin âyetlerini, Rabbinizin hayat programını yalan sayanlar oldu.
Bir zamanlar Rabbinizi örtmeye örtbas etmeye çalışanlar ol-du. Rabbinizi ve
O’nun yasalarını kamufle etmeye, insanların gündemlerinden düşürmeye çalışanlar
oldu. Sizden önce de din eğitimine yasaklar koyarak insanları Allah’a kulluktan
uzaklaştırıp kendilerine, kendi yasalarına kulluğa çağıranlar oldu. Onlar
başlarına gelenleri gördüler, anladılar. Bilesiniz ki pek yakında bu uyarının ne
olduğunu, nasıl olduğunu sizler de bilecek ve anlayacaksınız.
Sizler de yakında anlayacaksınız!
Ölümünüzle anlayacaksınız. Geberince, kabre girince, dirilince, hesap-kitap
döneminde, cehenne-me yuvarlanınca, ateşi kucaklayınca anlayacaksınız. Çünkü
bakıyoruz ki bu âyetlerin kendilerine indirildiği insanlar üç sene sonra
anladılar, beş sene sonra bildiler, hâlâ bilenler oluyor. Bu bilme işi şu anda
da devam ediyor. Her geberen bunun farkına varıyor.
18. “Andolsun ki, bunlardan öncekiler
de yalanlamışlardı. Beni inkar etmek nasılmış?”
Andolsun, öncekilerden yalanlayanlar
oldu. Biliyorlardı, ama yine de inanmıyorlardı. Biliyorlardı alçaklar, ama yine
de hayat programlarını bu bilgiye bina etmiyorlardı. Biliyorlardı ama yan
çiziyorlardı. Ne oldu âkıbetleri bir bakıverin? Âd kavmi, Nuh kavmi, Hûd’un
toplumu, Semûd kavmi, Tübba ve Eykeliler… Allah’a kafa tutmaya kalkışanların
âkıbetleri ne oldu? Allah’ı örterek, Allah’ı gündemden düşürerek bir hayat
yaşamanın neticesi nasıl olmuş bakmaz mısınız? Hay-di bunları görmüyorsunuz.
Bunları düşünmek istemiyorsunuz da, peki şunu da mı
görmüyorsunuz:
19. “Üzerlerinde kanat çırpan dizi dizi
kuşları görmezler mi? Onları havada Rahmân olan Allah’tan başkası tutmuyor;
doğrusu O, her şeyi görendir.”
Üstlerinde kanatlarını açıp yumarak
uçan kuşları görmüyor mu bu adamlar? Düşünüp anlamıyorlar mı ki onları havada
Rahmân’dan başkası tutmuyor! Bakmıyorlar mı? Görmüyorlar mı? Buradaki
bakmı-yorlar mı ifadesi, “ey insanlar! Bakın! Hemen evlerinizden dışarıya çı-kıp
bakın!” demek değildir. Yani bir düşünün, fikir edin, tefekkür edin, akledin,
düşünceniz yok mu sizin? Hiç düşünmüyor musunuz? Hiç değerlendirmiyor musunuz?
Hiç gözlerinizin önüne gelmiyor mu? Şu kuşları havada Rahmân’dan başkası mı
tutuyor? Onları böyle havada tutan, onları görüp gözeten, onlara basir olan
Allah, elbette ki sizleri de olmanız gereken yerde tutacaktır. Onlara böyle bir
düzen koyan Allah, elbette ki size de düzen koyacaktır. Onları düşünen Allah,
elbette ki sizi unutmayacaktır. Onlara böyle bir yasa, böyle bir hayat programı
belirleyen Allah, elbette ki sizi başıboş bırakmayacaktır.
Bakın Rabbimiz kendisini ne kadar da
güzel tanıtıyor? Çok uzaklara gitmeden, felsefe yapmadan, işi içinden çıkılmaz
bir karmaşaya çevirmeden çok yakın çevremizden, çok kolay anlaşılacak ifadelerle
kolayca kendisini anlatıyor. Halbuki bakıyoruz ki bugün Allah’ı tanıtmak için
çırpınanların pek çoğu Kur’an'dan habersiz bir tanıtımı tercih ettiklerinden,
bakın nerelerden deliller getiriyorlar? Efendim yok Morrisson delili, yok hudüs
delili, yok bilmem ne delili... Allah’ınkinden hiç haberleri yok garibanların
da, ondan böyle uzaklara gidiyorlar. Sanki Allah’ı, Allah’ın tanıtımından daha
iyi tanıtacaklarmış gibi Allah’ın kitabını bırakıyorlar da, başka yerlerden
deliller toplamaya, baş-ka şekilde din anlatmaya, felsefeler yapmaya ve
insanların zihinlerini bozmaya çalışıyorlar. Halbuki bakın, Allah’ın kendini
tanıtma usulü ne kadar da kolay, ne kadar da güzel!
Bundan sonra buyurur ki
Rabbimiz:
20. “Yahut, Rahmân olan Allah’ın
dışında size yardımda bulunabilecek taraftarlarınız kimdir? İnkarcılar sadece
aldanmaktadırlar.”
Bu âyeti iki türlü
anlıyoruz:
1- Rahmân olan Allah size bir zarar
verecek olsa, size bir zarar ulaştırmayı murad etmiş olsa, sizi onun takdirinden
koruyacak, kurtaracak bir ordunuz mu var?
2- Size zarar verecek ordulardan size
gelebilecek muhtemel zararlara karşı sizi koruyacak Allah’tan başka
koruyucularınız mı var?
Kiminiz var sizin? Kime güvenip
sığınıyorsunuz? Kimi koruyucu biliyorsunuz? Sığınağınız, korunağınız,
barınağınız kim sizin? Allah size bir zarar ulaştırmayı dilese, ya da Allah
berisinde yerdeki or-dulardan size bir zarar, bir hücum, bir saldırı
gerçekleşse, ordular ü-zerinize yürüse, sizi yok etmeye yönelik tehlikeler söz
konusu olsa, böyle bir durumda sizi koruyacak, kurtaracak Allah’tan başka
ordularınız, yardımcılarımız mı var ki onlara güveniyor,
sığınıyorsunuz?
Sığınma, korunma deyince bunun üç öğesi
vardır.
1- Sığınan,
2- Kendisine sığınılan,
3- Kendisinden sığınılan.
Korunan, koruyan ve kendisinden korunulan.
Korunan güçsüzdür, korunmaya
muhtaçtır, sığınmaya muhtaç olandır. Koruyan, yani kendisine sığınılan,
kendisinden korunma talep edilen varlık da güçlüdür. Kendisinden korunulan,
sığınılan varlık da şerrinden, zararından korkulandır.
Düşmanından gelebilecek tehlikelere
karşı kendisini korumasını isteyen kişi sığındığı varlığın korunmak istediği
varlığa karşı güç yetirebileceğine ve kendisini ondan gelebilecek zararlardan
koruyabileceğine inanmıştır da onun için ondan kendisine sığınmaktadır.
İslâm'da, İslâm inancında kendisine
sığınılan varlık, sığınan varlıktan güçlüdür. İslâm'da sığınan mü’mindir,
kendisine sığınılan, yani koruyan da Allah’tır. Çünkü Allah herkesten ve her
şeyden güçlüdür, mutlak güç ve kudret sahibidir ve her şeyin yönetimi elinde
olandır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin boyunlarındaki ipin ucu elinde
Allah’ın elindedir. Onun içindir ki, mü’min ancak tüm varlıkların sahibi olan
Allah’a sığınır.
Ama şirk dininde, küfür mantığında ise
bu tamamen farklı işlemektedir. Şirk inancında korunan puttur, tanrıdır, koruyan
ise o puta tapan insanlardır. Put, aslında kendisini koruyamayacak kadar
güçsüzdür, onu kulları korumaktadır. İşte görüyoruz put yapıyorlar, put
dikiyorlar ve onu korumaya çalışıyorlar. Putu koruma kanunları çıkarıyorlar.
Veya bir düzen koyuyor, ona tapınıyor, ama onu kendileri ko-rumaya çalışıyorlar.
Yani tapındıkları, kutsadıkları bu düzeni kendi kendisini koruyamayacak şekilde
güçsüz gördükleri için de onu koruma kanunları çıkarıyorlar. Müşrikler tarih
boyunca böyledir, onların mantığını,
gerçekten anlamak mümkün değildir.
Beyinsiz adamlar, eğer bu put
kendi kendini korumaktan acizse niye ona tapınıyorsunuz? Yok kendisine
tapınılacak, kendisine sığınılacak kadar güçlü birisiyse, bırakın kendi kendini
korusun, neden onu korumaya çalışıyorsunuz? Aman koruyun! Aman koruyalım! Aman
sahip çıkalım! Aman onu birilerine yıktırmayalım diye niye ciyak ciyak
ötüyorsunuz? Bırakın da kendi kendini korusun put, madem tapınılacak kadar
güçlüyse. Bakın bunların durumunu Hac sûresi söyle
anlatır:
“Ey İnsanlar! Bir misâl verilmektedir,
şimdi onu dinleyin: Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler,
bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu
kurtaramazlar; isteyen de, istenen de aciz!”
(Hac 73)
Adamlar tapınmak için put yapıyorlar,
onları korumak için odalara koyup kapılarını sıkı sıkı örtüyor,
kilitliyorlarmış. Sonra anahtar deliğinden giren bir sinek putun burnundan bir
bal parçası koparıp kaçıyormuş. Allah diyor ki, “o putlar kendi vücutlarından
bir sineğin parça koparmasına bile engel olamıyor. Koparan da âciz, koparılan
da. Tapınan da âciz, tapınılan da.” İşte şirk mantığı. Kendini bile korumaktan
âciz, kullarının korumasına muhtaç bir puta tapınıyorlar.
Yâsîn sûresinde Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Allah’ı bırakıp da, kendilerine
yardımı dokunur diye, başka tanrılar edindiler. Oysa onlar yardım edemezler,
ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet
beklerler.”
(Yâsîn
74,75)
Bırakın o putlarının, o tanrılarının
kendilerini korumalarını, aksine onlar, onlara gönüllü ordudurlar, diyor
Rabbimiz. Aslında korunmaya muhtaç olanlar, koruyanlardan daha zayıftır.
Ama:
O Allah ki tüm kullarını koruyandır;
kendisi kulları tarafından korunmaya muhtaç olmayandır. O Allah ki, tüm
varlıklarını, tüm kullarını doyurandır, kendisi doyurulmaya muhtaç olmayandır.
Çünkü Allah göklerde ve yerde tek Velîdir. Tüm varlıklar O’nun velâyeti
altındadır. Tüm varlıklar O’nun koruması altındadır.
Ama bakıyoruz, şu anda tüm müşriklerin
tapınmaya çalıştıkları yapay tanrılar ve tanrıçalar hep kullarından beslenmek
durumundadırlar. Kullarını korumak şöyle dursun, kullarının korumasına
sığınmaktadırlar. Kullarından, “aman beni koruyun! Aman bana sahip olun! Aman
beni yıkmak isteyenlere karşı beni koruyun! Beni yaşatın! Beni canlı tutun! Beni
gündeme alın! Beni gündemde tutun” diye onlardan korunma talep etmektedirler.
Öyle değil mi? Hiçbir Firavun
kullarından, metbûlarından vergi almadıkça ayakta duramaz. Hiçbir Firavun
kullarından destek almadıkça hayatta kalamaz. Hiçbir put kendisine
tapınanlardan, kullarından kendisine bir mozole istemedikçe, bir anıtkabir, bir
piramit istemedikçe asla tapınılmaya değer görülemez. Hiçbir sistem
bağlılarından oy istemedikçe, kullarından kabul istemedikçe yaşayamaz. Hiçbir
âdet, hiçbir töre, hiçbir moda bağlılarından talep görmedikçe yaşaya-maz. Tüm
yapay tanrılar, tüm sahte velîler hayatlarını sürdürebilmek için hizmetçilerine,
kullarına muhtaçtırlar. Kullarına ihtiyacı olmayan, tüm kullarının kendisine
muhtaç olduğu velî sadece Allah’tır. O Allah ki, kimsenin yardımına, kimsenin
desteğine muhtaç değildir.
Koruyan Allah’tır. Mü’min sadece
Allah’a sığınmalı, sadece, Allah’a güvenmeli, sadece Allah’tan yardım
dilemelidir. Çünkü kendisine sığınılacak tek varlık
Allah’tır.
Öyleyse kim zayıfmış, kim güçlüymüş?
Kim sığınılması gerekenmiş, kime sığınılması gerekiyormuş? Ama böyle iken
dünyada kim kime sığınmış? Kim kime kulluk etmiş? Kim kimin yasalarına sığınmış?
Kim kimi imdadına çağırmış? Kim Allah’a, kim de örümceğin yu-vasına sığınmış?
Kim Allah’a, kim de tâğutlara, A.B.D’ye sığınmış? Bu sığınılanlardan hangisi
güçlüymüş? Hangisi sığınmaya değermiş, değmezmiş onu yarın anlayacağız.
Ama bu dünyada kâfirlerin
aldanmalarının odak noktası dünyadır. Dünya hayatıyla aldandılar. Dünyanın
konumu aldatmaktadır onları. Peki ne tür bir aldanış bu? Onu kendilerinin
zannediyor, ebedî zannediyorlar. Dünyanın konumu, kuralları onları aldatıyor.
Çünkü im-tihan gereği, dünyanın konumu gereği hiç kimseye dokunmuyor Allah. Onun
içindir ki, işledikleri günahlar yüzünden Allah’ı atlattıklarını zannederek
aldanıyorlar. Ya da dünyanın içindekilere meylederek al-danıyorlar. Ya da belki
en belirgini, dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayarak aldanıyorlar. Yani
Aristo'nun inandığı gibi hayata karışmayan bir Allah’a inanıyor ve aldanıyorlar.
Bu tür aldanış içinde bir hayat yaşayanlara Allah şöyle diyor: “Ey kullarım! Bu
tür safdillilikten, aldan-ma içinde olmaktan vazgeçip, gözünüzü bir açın da şu
soruma cevap verin bakalım:
21. “Allah size verdiği rızkı
kesiverirse, size rızık verecek başka kim vardır? Hayır; onlar, azgınlık ve
nefrette direnmektedirler.”
İstifade ettiğiniz tüm rızıklarınızı
kesiverse Allah, onu size getirecek kim var? Kim getirebilecek o rızıkları size?
Allah şu anda yiyip içtiğiniz, kullandığınız tüm rızıklarınızı kesiverse, onları
size bulup ge-tirecek kiminiz var? Kime güveniyorsunuz? Kimden medet
umuyorsunuz? Haydi bunları birilerinden bulsanız bile, birileri size yutacak
hava bulsa, ısınacak, aydınlanacak güneş bulsa, yiyecek bulsa, ama onu
yiyebileceğiniz ağızlarınızı alıverse Allah, hazmedecek organlarınızı, ağzınızı,
midenizin fonksiyonlarını alıverse Rabbiniz, ne işe yarar bunlar? İşte
görüyorsunuz, kimilerinin etini, şekerini alıvermiş Allah da, yiyebiliyorlar mı?
Ağız var, mide var, şeker var ama yiyemiyorlar, değil mi?
Hayır hayır! Onlar bir azgınlık içinde
inada dalmışlar ve körü körüne direnmektedirler. Yani ne rızık verecek bir
Allah’tan başka bi-rilerini bulduklarından, ne de buna bir yol, bir delil
bulduklarından, ne kendilerini Allah’tan gelebilecek bir cezaya karşı
koruyabilecek bir or-du bulduklarından filan değil, sadece azgınlıklarından ve
inatlarından ötürü sapıyorlar. İnadına bir sapmayı yaşıyorlar.
Yani bu kâfirler buraya kadar
anlatılan kuşları gökyüzünde kimin tuttuğunu bilmediklerinden değil,
üstlerindeki semâyı kimin kurduğunu, kendilerine bu kadar rızkı kimin verdiğini,
kendilerini kimin koruduğunu bilmediklerinden değil, cahilliklerinden, Allah’ı
tanımadıklarından değil, aksine bildikleri halde inadına bir sapıklık
içindedirler. Aslında sorsanız, onlar da bunu anlatacak. Sorsanız, saatlerce
bülbül gibi kendileri de bütün bunları anlatırlar, ama inatlarından,
azgınlıklarından ötürü körü körüne bir sapıklığın, bir bocalamanın içinde yüzüp
gidiyorlar.
Allah sormaya, sorgulamaya devam
ediyor. Bir de şunu söyleyin bakalım:
22. “Yüzükoyun sürünen mi, yoksa doğru
yolda düpedüz yürüyen mi daha doğru yoldadır?”
Bir adam düşünün ki yüz üstü sürünüyor,
yüzünkoyu sürünüyor. Bir adam da düşünün ki, dosdoğru yolda düpedüz yürüyor.
Şimdi bu mu doğrudur yoksa ötekisi mi? Hangisi doğrudur? Hangisi doğru yoldadır
bunların? Yüzükoyun sürünerek gitmeye çalışan mı, yoksa ayakta düzgünce yürüyen
mi? Ya da sürünerek bataklık içinde yol bulmaya çalışan mı doğru yoldadır, yoksa
tesviye edilmiş, düpedüz bir yolda düzgünce yürüyen mi doğru yoldadır? Anlaşılan
o ki, burada vahye sahip olan kişiyle vahiyden mahrum olan kişi anlatılıyor.
Allah’ın kitabını tanıyan, kitapla yol bulan, hayatını Allah'ın kitabına sorarak
bulan, kitapla yürüyen mü’minle kitabı diskalifiye ederek, kitabı tanımayarak,
kitaba müracaat etmeyerek kendi kendine yol bulmaya çalışan kâfirin
karşılaştırılması yapılmaktadır.
Burada “seviyy” kelimesi üzerinde biraz
duralım. “Seviyy”; Tam,
eksiksiz, kusursuz ve eşit mânâlarına gelen Kur'anî bir terimdir. Sıfat olduğu
kelimeye göre değişiklik göstermesine rağmen, genel-likle mânâsı olumludur;
mükemmellik ifade eder. Kelime Kurân-ı Kerim'de sadece bu sûrede değil, başka
sûrelerde de geçmektedir.
Seviyy,
yol mânâsına olan "sırat" kelimesiyle birlikte kullanıl-dığı zaman dosdoğru
(müstakim) mânâsına gelir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "Babacığım, bana, sana
gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni dosdoğru bir yola ileteyim "
(Meryem,43). De ki: Herkes gözetle-mektedir. Gözetleyin (bakalım), dosdoğru
yolun sahipleri kimdir, doğru yolda olan kimdir, bileceksiniz”
(Tâha,135)
Bu
dosdoğru yolun özelliğini müfessirler şöyle belirlemektedir-ler: "Dosdoğru,
isteklerin en ulvîsine ulaştıran, kötülenmeye ve alçal-maya götüren sapıklıktan
uzaklaştıran yoldur.” Yâni; "Dosdoğru, mer-tebelerin en yücesine ulaştıran,
sapıklıktan kurtaran, en uzak nokta-sında bile asla cehalet bulunmayan, eğrilik
bulunmayan, aksine düm-düz olan yoldur."
İşte
burada yine yolla, fakat yolda yürümekle ilgili olarak se-viyy kelimesinin
kullanıldığını görüyoruz. "Şimdi, yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider;
yoksa yolda dosdoğru yürüyen mi?" Ayrıca bu yürüyüş, "Dimdik, ayak sürçmesinden,
tutukluktan sâlim olarak" di-ye tarif edilmektedir.
Seviyy
kelimesi, "racül" kelimesiyle kullanıldığı zaman hilkat mükemmelliği ifade
ettiği görülür. Bunun için Kur'an-ı Kerimde: (Mer-yem) onlarla kendi arasına bir
perde çekmişti. Biz de rûhumuzu (Ceb-raili) ona gönderdik; O, Meryem'e mükemmel
bir insan şeklinde gö-ründü. Meryem dedi ki: "Ben senden, çok esirgeyici
(Allah’a) sığınırım. Eğer (Allah'tan) korkuyorsan (bana dokunma.)" Ruh ise:
"Ben, sadece Rabbimin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuk hediye edeyim
diye (geldim)"dedi" (Meryem,17-15-19).
Zemahşeri
bu konuda şöyle demektedir: "Melek, Hz. Merye-m'e mükemmel yaratılışta, dalgalı
saçlı, parlak güzel yüzlü genç bir adam şeklinde göründü. Mükemmel insan
şeklinde hiçbir şey eksik değildi. İnsan şeklinde görünmesi, Meryem'in onun
sözünü dinleyip korkmaması içindi. Melek şeklinde gelseydi belki ondan korkacak;
sö-zünü dinlemeyecekti. Bu çok güzel insan karşısında Allah'a sığınıp Allah'ın
korkusunu hatırlatması Hz. Meryem'in iffet ve takvasına delil-dir. Meleğin bu
şekle girmesi, aynı zamanda, Hz. Meryem'in iffetini imtihandır." Seviyy
kelimesinin bu son manâsıyla ilgili olarak şu hadis-i şerifleri
görüyoruz:
Rahimde
nutfenin kırk gece geçirmesinden sonra ona müvek-kel kılınan melek Cenabı Hakka;
"Ya Rabbi, organları tam (seviyy)mi olacak, yoksa sakat (gayri seviyy) mi?" diye
sorar. Allah onu ya tam yaratır, yahut sakat" (Müslim, Kader,
4).
Ebû
Hüreyre (r.a)'den: Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Varlıklı
kişi için de, kuvvetli (seviyy) kişi için de sadaka almak helâl değildir". İmam
Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre güçlü ve sağlam kişi zekât alamaz. Hanefilere
göre havaic-i asliyesinden fazla malı ol-mayan böyle birisine zekât verilebilir.
Çalışabilecek durumda olan kimse, yıllık nafakaya sahip olamayacak kadar
fakirse, çalışmasa bile kendisine zekât verilir (Sünen-i İbn Mace Terc. ve Şerh,
H. Hatiboğlu, V, 175).
'Seviyy',
işi düzgün olmak, bir şeyi düzgün yapmak, iki şeyi birbirine eşit kılmak
anlamına gelen 'seviye' fiilinden türemiştir. 'Se-viyy', sözlükte; düzgünlük,
normallik, beraberlik, adâlet ve insaf gibi anlamlara gelir. Kur'an'da olumlu
bir mânâda kullanılır ve mükemmelliği, kusursuzluğu ifade eder. Kur'ânî bir
kavram olarak 'seviyy', dosdoğru, isteklerin en yücesine kavuşturan, insanı
alçaltan sapıklıklardan uzaklaştıran yol demektir. Bir başka deyişle 'seviyy',
üzerinde eğ-rilik bulunmayan, câhillikten uzak, dümdüz yoldur. Bu yol şüphesiz
ki Allah'ın yoludur. Allah'ın yolu her türlü 'ıvec'den uzaktır. Ivec: Eğri
büğrü, çukur, tümsek, virajlı, gidilmesi zor yollara verilen addır. Allah'ın
doğru yolu böyle değildir. O'nun yolu seviyy'dir. Yani, dümdüzdür, eğriliği
yoktur, çakır-çukur değildir, üzerinde yürümek kolaydır ve aynı zamanda
emniyetlidir. İlâhî yolun sahibi Allah, kendi yolunu 'sırat-ı müstakîm veya
sıratı's-seviyy' olarak tanımlıyor. En
doğru, en pürüzsüz, en sağlam, en güvenilir ve rüşd yolu, Allah'ın yoludur.
Diğer bütün yollar 'ıvec' ile eğrilik ve eksiklikle
doludur.
Evet
âyet-i kerime çok açıktır. Bu yürüyüş düzgündür, ayak sürçmesinden uzaktır,
tereddüdü yoktur, korkusuzdur. Bu da Allah'ın verdiği 'doğru yolda'ki
hidâyettir. 'Seviyy' kelimesi hadislerde, organ-ların sağlamlığı, mal yönünden
kuvvetli olmak, eşitlik hakkında da kul-lanılmıştır. Türkçe'de kullanılan
'seviye, müsâvi, tesviye, müsâvât' ke-limeleri de aynın kökten gelmektedir.
Ama bu âyeti sûre bütünlüğü içinde
düşünürsek, o zaman şöyle dememiz daha uygun olacaktır: Semâdan emin olmayıp,
gökte olanın her an azap göndererek kendisinin defterini dürebileceğinden
korkarak Rabbine yalvaran insan mı doğru yoldadır, böyle bir mü’min mi emindir,
emniyettedir, yoksa gökte olanın kendisine indireceği azaba aldırış etmeden bir
hayat yaşayarak kış sineği gibi gökten başına geleceklerden habersiz helâkini
bekleyen kâfir mi daha doğru, da-ha emin bir yoldadır? Veya tüm rızıkları verenin Allah
olduğunu bilip O’na minnet duyan, O’na kulluk eden, O’na teşekkür eden, O’nun
is-tediği bir hayatı yaşamaya çalışan bir mü’min mi, yoksa tüm bu nimetlerin
vericisine karşı nankörce bir hayat yaşayan kâfir mı doğru
yolda-dır?
Veya gökyüzündeki kuşları Allah’ın
tuttuğunu, onları Allah’ın koruduğunu bilip de buna güç yetiren Allah’ın aynı
zamanda kendisine de güç yetireceğini anlayan, kavrayan ve bu büyük otoriteye
teslim olan kimse mi daha doğru yoldadır, yoksa aklını kullanmayarak bu gerçeği
anlayamayan, bunun için de kendi kendini putlaştıran, kendi kendine hayat
programı yapmaya kalkışan kâfir mi daha doğru yoldadır?
Semâvât ve arzı düzenleyen Allah’ın
kendi hayatını da düzenleyeceğine inanan ve Allah’ın sistemine teslim olan bir
mü’min mi doğru yoldadır, yoksa kendi kendini putlaştırıp, kendi hevâ ve
heveslerini Allah yasalarına tercih eden kâfir mi? Allah bizi vicdanlarımızla
hesaplaşmaya çağırıyor. İyi düşünün ve cevap verin,
buyuruyor.
23. “Ey Muhammed! De ki: “Sizi yaratan
sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O’dur. Ne az
şükrediyorsunuz!”
O Allah ki sizi yarattı. Sizin
varlığınız, vücudunuz, hücreleriniz O’ndandır. Ne analarınız, ne babalarınız, ne
toplum, ne şu, ne bu… Sizi Allah yarattı.
Sizi yarattı ve üstelik size şükrü
gerçekleştirebilecek bir hayat tarzı verdi. Yaratıcınıza karşı kulluk görevinizi
icra edebileceğiniz göz, kulak ve kalp verdi size. O halde sizler ne kadar da az
şükrediyorsunuz? Yani bunları, bu Allah’ın size verdiği kulluk vasıtalarını ne
kadar da az kullukta kullanıyorsunuz? Allah’ın size verdiklerini ne kadar da az
Allah için kullanıyorsunuz?
Şükür,
nimet vereni bilip onu açığa vurmak olduğu gibi, bunun tam zıddı olan ‘küfr’
ise, nimet vereni inkâr edip onu gizlemektir. Küfür kavramının, inkâr ve nimet
sahibini gizlemeyi de ifade
ettiğini hatırla-yalım. Küfür kelimesi,
iman etmemeyi, insanlara sonsuz nimetler ve-ren rızık sahibi Allah’ı inkâr
etmeyi anlattığı gibi, şükür kelimesi de i-man etmeyi, verilen nimetlerin sahibi
olan Allah’ı tanımayı ve O’na minnettarlık duymayı ifade eder. Şükrün zıddının
Kur’an’da “küfür” ke-limesiyle tanımlanmasından, şükretmenin Allah katında ne
kadar ö-nemli olduğu ve bu ibadetten uzaklaşmanın ne kadar büyük problem olduğu
açıkça anlaşılır.
Şükür, iman etmenin çeşitli organlarla
ve bu organların faali-yetleriyle ortaya konulmasıdır. Şükür aynı zamanda nimeti
bilmenin ismidir. Çünkü nimeti bilmek, nimeti vereni bilmenin yoludur. İşte
bu-nun için Allah Kur’an’da İslâm ve imana şükür diye isim vermektedir. Nimetin
nereden geldiğini bilmek, şükrün şartlarından biridir. Yoksa tamamı değildir.
Şükrün içerisinde nimet vereni itiraf, nimete karşı ni-met sahibi Allah'ı övmek,
O’na boyun eğmek, O’nu sevmek ve nimet konusunda O’nu hoşnut edecek şeyleri
yapmak da bulunmaktadır. Kul nimeti tanıdığı zaman, nimetin sahibini de tanır.
O’nu tanıyınca O’nu sevmeye başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet
eder. Küfür, rızık ve O’nu verenin üzerini örtmek, gizlemek, görmez-likten
gelmek; şükür ise, nimeti bilmek, itiraf etmek ve açığa vurmak-tır. Şüphesiz bu
itiraf yalnızca dil ile olmaz; şükür, imanın eyleme dö-nüşmesiyle yerine
getirilir. Bazı âyetlerde 'şükür' kelimesinin iman et-menin, 'küfrün ise inkâr
etmenin yerine kullanıldığını görüyoruz.
İnsan
şükretmek veya küfretmek noktasında denenmektedir:
“Hiç şüphesiz Biz insanı,
karmaşık olan bir damla sudan (nutfeden) yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan
do-layı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o) ya
şükredici olur ya da nankör olur.”
(İnsan,
2-3)
Bu
âyette şükretmenin imanla, şükretmemenin ise küfürle eş tutulduğu açıkça
görülmektedir. Allah (c.c.) mü’minleri zaman zaman ‘sabır ve şükr’ ile imtihan
eder. Bazen darlıkla, bazen varlıkla, bazen musibetlerle, bazen de zaferlerle
dener. Kendini yeterince tanımaları için nimet verir ve verdiği nimetleri
hatırlatır. Bazen bolluk verir, bazen de bolluktan sonra darlık verir. Sınava
tutulan mü'minlerin başlarına sıkıntı gelir, bazı şeylerden mahrum kalırlar,
insanlardan eziyet görür-ler. Mü’min her türlü zorluğa ve denemeye sabreder, her
türlü nimete ise hamd eder veya şükreder. Allah, insana sayısız nimetler
vermiştir. Bu nimetlerle insanları sınamaktadır; insan şükür mü edecek,
nan-körlük mü?
Kur’an’dan
anladığımıza göre mü’minler Allah’a üç şekilde
şükredebilirler:
a-
Dil İle Şükür:
Nimet
sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi oldu-ğuna iman etmekle ve bunu
Tevhid kelimesiyle ilan etmekle olur. Bu basit bir teşekkür ifadesi değil, dil
ile ‘şehadeti’ getirmek, dil ile doğru sözlü olmak, dil ile Kur’an’ı tasdik
etmek, dil ile İslâm’ı anlatma, Kur’-an okuma ve dil ile Allah’ı çokça zikretmek
ve buna benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine
getirilir.
b- Kalp İle
Şükür:
İmanı
kalbe yerleştirdikten sonra nimet sahibinin Allah oldu-ğunu kalp ile tasdik
etmek, vahy ile gelen şeyleri kabul etmek, yüreğe Allah’tan başka kimsenin
korkusunu ve sevgisini koymamaktır.
c- Fiil (Aksiyon-Eylem) İle
Şükür:
Bedenin
organlarıyla nimet verene itaat etmek ve O’nun yüce emirlerini yerine
getirmektir. Kısaca İslâm’ı her bakımdan yaşamaya çalışmaktır. Çünkü nimet
vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’n-dan gelen her şeyi kabul etmektir.
Allah'a şükür; hidâyete uymak, İs-lâm'a teslim olmak demektir. Şükür, söz
tekrarından çok, uygulama-dır, eylemdir. Şüphesiz yalnızca dil ile ‘Allah’ım
sana şükürler olsun’ demek şükür için yeterli olmaz. Fiil ile şükür, Allah’a
hakkıyla kullukla beraber aynı zamandan Allah’ın verdiği nimetlerden Allah’ın
diğer kul-larını da faydalandırmaktır.
“Şükür,
Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin etkisinin, kulunun di-linde övgü, kalbinde
sevgi ve âzâlarında itaat ve bağlılık olarak zuhur etmesidir.” Gerçek şükür
için, dilde Allah’tan başkasının övgüsü olmamalı, kalpte Allah’tan başka sevgili
bulunmamalı, mahluklardan biri sevilse bile Allah için sevilmelidir. Allah
sevgisi insanın kalbine yerle-şince de, insan o sevdiğinin bütün emirlerini tüm
organlarıyla yerine getirir ve bütün yasaklarından da çekinir. İşte hakiki şükür
budur.
Göz, kulak ve kalp; insanın dış âlemle
irtibatı, iç alemden haberdar olması bu üç bölge ile alakalıdır. Bizim çevreyle
ilişkimizi bu üç bölge ayarlar. Göz ve kulak, kalbin dışa açılan iki
penceresidir. Kalp de, kişide iman ve küfür, kabul ve ret makamıdır. Meselâ
içkiyi sevmemek, zinadan nefret etmek, fâizden tiksinmek, imanı, kulluğu
benimsemek, küfrü reddetmek, namazı sevmek, cihattan hoşlanmak bu üç bölgenin
sorumluluk alanı içine girer.
İnsan sûresinde, Rabbimiz, “biz insanı
bu imtihana müsait ya-rattık, ona göz ve kulaklar vererek onu görsel ve işitsel
âyetlere mutabakat edebilecek biçimde yarattık,” buyurur. İnsanın imtihanına
konu olarak görsel ve işitsel türden âyetler yarattık. Ona bu âyetleri
okuyabilecek, görüp değerlendirebilecek gözler ve kulaklar verdik buyurur
Rabbimiz.
Yine İsrâ sûresinde de şöyle
buyurmaktadır:
“Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu
kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu
olur.”
(İsrâ 36)
Göz, kulak ve kalp hepsi bu işten
sorumlu olacaktır. İnsanın sorumluluğunun temel merkezi de işte budur. Değilse
insanda sadece bu iki duyu organı yoktur. Meselâ tat alma, dokunma, koklama
du-yusu gibi başka duyular da vardır ama kalp ve onun dışa açılan iki penceresi
olan göz ve kulak, insanın insanca yaratılışının, ya da mükellef oluşunun
gerçekleştirilmesidir. Semi’ ve basîr olmayan bir kişi sorumlu değildir. Yani
gözleri görmeyen ve kulakları işitmeyen bir kişi dinen sorumlu değildir. Çünkü
bu kişi Allah’ın görsel ve işitsel âyetlerine mutabakat edecek göz ve kulağa
sahip değildir.
Rabbiniz sizi böyle yaratığı halde,
size bunca nimetler verdiği halde sizler bunları ne kadar da kullukta az
kullanıyorsunuz? Allah size kendisine karşı kendisinin istediği kulluğu icra
edebilecek vasıtalar vermişken, siz bunları nerelerde kullanıyorsunuz, bunu bir
düşünün. Allah size kulak vermiş ve sonunda bu verdiğimle sizi hesaba çekeceğim
buyurmuş. Acaba Allah’ın kullukta kullanın diye verdiği bu kulağı nerelerde
kullanıyoruz? Bir düşünün… Bu kulağı kimlere verdik bugüne kadar? Kimlere kulak
verdik bugüne kadar? Hanıma kulak verdik, çocuğa kulak verdik, amire,
fısıltılara, dedikodulara, çevreye, TV'ye, bize lazım olana olmayana kulak
verdik. Kimlere kulak vermedik ki bugüne kadar! Peki onlar mı verdi bize bu
kulağımızı ki, onlara veriyoruz onu da, Bakara’ya, Âl-i İmran'a, Nisâ'ya, Mülk'e
ve Rasûlul-lah'a vermiyoruz? Allah’ın size verdiği gözünüzü kimlere ve nelere
veriyorsunuz? Kalplerinizi kimlere açıyorsunuz? Kimlere gönül veriyorsunuz?
Kalplerinizi o kalplerinizin sahibine mi açıyorsunuz, yoksa başkalarına mı
kaptırıyorsunuz? Kimleri daha çok seviyorsunuz? En çok Allah’ı mı seviyorsunuz,
yoksa Allah sevgisine yer kalmayacak biçimde kalplerinize başka şeylerin
sevgilerini mi dolduruyorsunuz? Halbuki bakın Allah buyuruyor
ki:
“Allah insanın göğsünde iki kalp
koymamıştır.”
(Ahzâb 4)
Allah insanın göğsünde iki kalp
kılmamıştır. On tane kalbimiz yoktur ki, her birinin sevgisini birilerine
dağıtalım, her birini birilerine verelim. Bir tek kalbimiz vardır. Gerçi bu âyet
zıhar âyetidir. Yani kişinin kalbinde anayla karısını ayırmasını emreden bir
âyettir. Kişinin bir tek kalbi vardır ve orada anasıyla karısını ayırmalıdır.
Anasını karısı gibi, karısını da anası gibi kabul etmemelidir. Anasını karısı
yerine, karısını da anası yerine koymamalıdır. Yani kişi tek olan kalpte anayla
karısını karıştırmamalıdır. Karısının beden organlarını anasının organları
yerine koyarak zıhar yapmamalı ve kalbinde konum olarak ka-rısını anası yerine
koyarak ona itaat etmeye kalkışmadığı gibi, anasını da karısı konumunda görerek
ondan hizmet beklemeye kalkışmamalı, kalpte bu ikisinin fonksiyonlarını
ayırmalıdır.
Nasıl ki insanda bir tek kalp vardır ve
o kalpte kişi nasıl ki ananın yeriyle hanımının yerini karıştırmamalıysa,
hanımın yerini ayrı, ananın yerini ayrı tutmalıysa, işte aynen bunun gibi kişi
tek olan kalbinde Allah sevgisiyle başka şeylerin sevgisini de
karıştırmamalıdır. Kalbinde Allah sevgisiyle para sevgisini, Allah sevgisiyle
efendi sevgisini, şeyh sevgisini birbirine karıştırmamalıdır. Dünya ile ahireti
karıştırmamalı, para ile namazı, bâkîyle fâniyi, Allah’la başkalarını, Allah’la
babayı, Allah’la kocayı, Allah’la âmiri, Rasûlullah sevgisiyle şeyhi, Al-lah
sevgisiyle başka şeylerin sevgisini, Peygambere itaatin yeriyle, efendiye
itaatin yerini ayırmalıdır. Allah insanda iki kalp yaratmamıştır ki, birini
Allah’a, ötekisini de başkalarına versin.
Mülk sûresinde Rabbimiz kendisini bize
tanıtmaya devam ediyor. Eğer şu anda sadece Mülk sûresinde kendini bize
tanıttığı kadar bile Allah’ı tanıyan bir toplum olabilseydik, şu andaki
durumumuzdan çok farklı olacaktık. Sadece bu sûrede anlatıldığı kadarıyla bile
Rab-bimizi tanıyabilmiş olsaydık, inanın çok şey değişecekti hayatımızda. Bakın
Rabbimiz yine kendini bize tanıtıyor:
24. “Sizi yerden yaratıp yayan O’dur ve
O’nun huzurunda toplanacaksınız.”
O Allah ki, sizi arzda tohumladı. Arzda
sizi ekip tohumladı, yeryüzünde sizi yayıverdi, dağıtıverdi de kiminiz Konya'da,
kiminiz Karaman’da, kiminiz Kars'ta, Kayseri'de, kiminiz Çin'de, Almanya’da,
Mançurya'da buluverdiniz kendinizi. Herkes için bir yer, bir yurt, bir vatan
kılmıştır Rabbimiz. Herkes vatanında yaşar ve herkes için vatanı değerlidir.
Yani, “ya Rabbi! Beni neden filan
aileden getirmedin? Keşke beni falan babadan ve anadan dünyaya getirseydin!”
Veya, “ya Rabbi beni İstanbul’da imtihan etseydin!” “Beni asr-ı saadette dünyaya
getirseydin!” “Beni kadın olarak, erkek olarak yaratsaydın!” gibi bir itiraz
hakkımız yoktur. Bir yerlerde dünyaya getirir, bir yerlerde yaşatır, bir
yerlerde öldürür Rabbimiz bizi..
Bakın buraya kadar Rabbimiz en güzel
bir biçimde kendini anlattı. En güzel bir biçimde hakkı ortaya koydu. Ancak
Rabbimiz hiç bir itiraza mahal bırakmayacak, hiçbir şüpheye imkân bırakmayacak
bir biçimde hakkı anlatınca, hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyunca,
insanların küfürleri bitecek, insanların hışımları, inatları sona erecek ve
tamam doğruyu anladım, hakkı anladım ve iman ettim diyeceklerini zannetmeyin
sakın. İnsanların hemen hakka teslim olacaklarını beklemeyin. Bakın buraya kadar
anlatılanlarla ne güzel hak ortaya konuyordu. Rabbimiz kendisini ortaya koyarak,
“ey kullarım! Bakın işte böyle bir Allah’la karşı karşıyasınız! Böyle bir kulluk
yapacaksınız! Böyle bir Allah’a teslim olacaksınız! Böyle bir Allah’a
döndürüleceksiniz! İşte bu Allah sizi hesaba çekecek! Öyleyse sakın ha sadece
Rab-binize kul olun! Sadece Rabbinizin sözünü dinleyin! Rabbinizden başkalarının
sözünü dinlemeye meyliniz olmasın! Allah’a karşı yan çizip kulluktan kaçmayın!”
denince, bakın hâlâ insanlardan kimileri ne di-yorlar?
25. “Doğru sözlü iseniz, bildirin bu
azap sözü ne zamandır?” derler.”
“Doğru söyleyen kimselerseniz, ne zaman
bu azap? Hani niye gelmiyor bu azap ya? Eğer ciddiyseniz haydi o azabı
getiriverin bakalım! Hani nerde o? Olmaz böyle şey! Hikâye bu dedikleriniz!
Kesinlikle böyle bir azap yoktur! Kesinlikle bize bir son gelmeyecek! Kesinlikle
öldükten sonra tekrar dirilme olmayacak! Masal bunlar!” diyorlar. Belki bu
inkarlardan en hafifi Yahudilerinkidir. Ne diyordu
Yahudiler:
“Bu Yahudiler bize ateş sadece sayılı
birkaç gün do-kunacaktır dediler.”
(Bakara 80)
“Ateş bize ancak sayılı günler
dokunacaktır. Bizler sadece sa-yılı birkaç gün cehenneme uğrayacağız. Belki kısa
bir müddet, işte birkaç gün belki yanar, sonra doğru cennete gideriz”
diyorlar.
“Eğer doğru sözlülerseniz, hani ne
zaman ya bu azap?” Bu soru gerçekten onu
öğrenmek niyetiyle sorulmuş bir soru değildir. Ya-ni adamların dertleri, azabı,
ahireti öğrenip ona iman ve amele yönel-mek değil. Adamların derdi onunla dalga
geçmek, alay etmek, inkar etmek. Bakın Allah buyuruyor ki:
26. “De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a
mahsustur. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
“Peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcuları! Size bu tür sorular sorarak dalga geçmeye çalışanlara deyin ki, ilim
ancak Allah’ın yanındadır. Bunun ilmi Allah’a aittir. Sizler bu tür gaybî
soruları bize sormakla ne kadar cahiller olduğunuzu ortaya koyuyorsunuz. Yanlış
kapı çalıyorsunuz. İlim, Allah katındadır.” Buradaki ilim, kıyamet mânâsınadır.
Nâziât sûresinde şöyle buyrulur:
“Ey Muhammed! Senden kıyametin ne zaman
gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu anlatması? Onun müntehası Rabbine
aittir.”
(Naziat
42,43)
“Ey Peygamberim, o ne zaman demir
atacak? diye sana kıyamet vaktini soruyorlar. Kıyametin ne zaman gelip
beyinlerinde patlayacağını soruyorlar.” Müşrikler zaman zaman gelip Rasûlullah
Efendimizden bunu soruyorlardı. Ama bilgilenmek, bu bilgilerini amele
dönüştürmek ve hazırlık yapmak, o kıyametten korunmak maksadıyla değil de, alay
etmek, alay konusu yapmak için soruyorlardı. Âyetin ifadesinden de bunu
anlıyoruz. Bakın Allah diyor ki:
“Sen nerden bileceksin bunu
peygamberim? Seni ilgilendirmez ki bu konu! Senin bilebileceğin, senin elinde
olan bir konu değil ki bu sana soruyorlar!”
“Onun müntehası Allah’tır. Yani
kıyametin müntehâsı Allah’tır. Bu sorunun müntehâsı Allah'tır, Allah'ta biter bu
konunun bilgisi. Ya da bırak peygamberim, bu alçaklar sorabildikleri kadar
sorsunlar! Sen bu beyinsizlerin yaptıklarına üzülme! Ne yaparlarsa yapsınlar,
sonunda benim huzuruma gelecekler ve ben onlara ne yapacağımı biliyorum!”
Kıyametin ilmi sadece Allah katındadır.
Bunu ne peygamberin, ne de bir başkasının bilmesi mümkün değildir. Yani bu işin
müntehâsı, sonu Allah'ta biter. Onun ne zaman vuku bulacağı beni ilgilendir-mez,
deyiverin. Peygamber Efendimizin ya da içimizden birisinin birine, aman dikkat
et, öleceksin ve hesap, kitapla karşı karşıya gelecek-sin diyebilmesi için, yani
ölmeden önce durumunu düzeltip işlerini yo-luna koymasını tavsiye edebilmemiz
için, illa da onun ne zaman öleceğini bilmemiz gerekmez. Kesin onun bir gün
gelip öleceğini ve hesaba çekileceğini bilmemiz yeterlidir. Peygamber de (a.s)
zamanlarını bilmese de onların mutlaka bir gün öleceklerini bildiği için böyle
diyor-du.
“Ben sadece sizin için açık bir
uyarıcıyım. Benim görevim size ne zaman öleceğinizi, ne zaman hesaba
çekileceğinizi, kıyametin ne zaman kopacağını bildirmek değildir. Ben ancak
kesin bildiğim bir ko-nuda beni dinleyenler, Rablerine iman eden ve Rabblerinden
haşyet duyanlar, içi titreyerek korkanlar için bir uyarıcı ve bir korkutucuyum.
Benim bunun ötesinde herhangi bir görevim, bir sorumluluğum
yoktur.”
Peygamber açık bir uyarıcıdır.
Peygamber (a.s), dini açık anlatır. Allah’ın Resûlü eğri büğrü anlatmaz, yamuk
yumuk konuşmaz, dolambaçlı yollarla, dolambaçlı ifadelerle söyleyeceğini
söylemez. O, açık ve net söyler. Öyleyse bizler de açık uyaralım insanları.
Dolambaçlı yollar yerine açık ve net olalım. Allah’ın dinini açık ve net ortaya
koyalım. Allah’ın elçileri dini çok açık ve net ortaya koydular.
Dini açık olarak anlatmayı şöyle
anlamaya çalışıyoruz: Dini a-çık anlatmak demek, dini Allah ve Resûlü’ne
anlattırmak demektir. Di-ni, Kur’an ve sünnete anlattırmalıyız. İnsanları
uyarırken Allah’ın âyetleri ve Rasûlullah'ın hadisleriyle uyarmalıyız. Direk
âyet ve hadislerle uyarmalıyız. Çünkü dini en güzel anlatan Allah ve Resûlü’dür.
Bir de uyarırken, dini anlatırken Allah ve Resûlü’ne râci anlatmalıyız. “Bunu
ben değil Allah ve Resûlü istiyor, ben değil Allah ve Resûlü söylüyor” diyerek
anlatmalıyız. Dini direk dinin kaynaklarıyla ortaya koymalıyız.
Örneğin adam tiyatroyla din
anlatmaya çalışıyor, şiirle, gazeteyle, dergiyle, radyoyla, televizyonla din
anlatmaya çalışıyor. Bildiğim o ki, bunların hiçbirisi açık ve net anlatım
değildir. Çünkü din anlatımında muhatap karşımızda olmalı ve muhatabın dünyasına
inebilmeliyiz. Onunla yüz yüze, karşı karşıya gelerek anlatmalıyız. Böylece onun
derdini, dünyasını tanımalıyız ki, anlattıklarımızı onun dünyasına indirme,
indirgeme imkânım olsun. Bilmem Allah’ın Resûlü şu anda aramızda olsaydı,
herhalde bu tür bir anlatım tarzını kabullenmeyecekti.
Öyleyse mutlaka muhatabın ayağına
giderek anlatmaya çalışmalı ve konuşurken çok açık, net olmalıyız. Allah
korusun, şu anda bu topluma dini, Kitap ve sünnet anlatmıyor. Cenneti ve
cehennemi bu topluma, bu toplumun
Peygamberi anlatmıyor. Bakın cehennem anlatanlara: “Efendim, eğer saçının
bir telini yabancılara gösterirsen ebediyen cehennemde yanacaksın! Eğer şu
vasiyetnameyi yanında taşırsan kesinlikle cehennem sana haram olur! Falan kişiye
bir bağlandın mı direk cennettesin! Falan kişi var ya, o anasının altını üstünü
vermediği için anası ağzının kanıyla mezarda beklemektedir!” Peki kim dedi bütün
bunları? Kur’an mı dedi? Rasûlullah mı dedi? Hayır, çevremizde böyle cennet ve
cehennem şekilleri, anlayışları yayılıyor.
Biz de din anlatacaksak anlattıklarımız
açık ve net olmalı. Yamuk bir din sunmamalıyız insanlara. Doğru bir din
anlatmalıyız. Bunun için de dini Allah ve Resûlü’ne anlattırmalıyız. Dini Kur’an
ve sünnete anlattırmalıyız. Çünkü dini en güzel Allah ve Resûlü anlatır.
Bırakalım kendi anlayışlarımızı da, kitap ve sünneti ortaya koyalım. Böylece bu
insanlar da hurafelerden, bid’atlerden, yamukluklardan kurtulup açık ve net
dinle tanışma imkânı bulsunlar.
27. “Azabı yaklaşırken gördükleri
zaman, inkar edenlerin yüzleri çirkinleşip kararır; onlara: “Sizin arayıp
durduğunuz işte budur” denir.”
İnsanlar cehennemi, azabı kendilerine
doğru yaklaşırken gördükleri zaman, cehennem ‘üzlifet’ olduğu, yani
cehennemlikler ebedî azap yerleri olan, ebedî barınakları olan cehennemle yüz
yüze, burun buruna geldikleri zaman… Nâziât'ta anlatıldığı
gibi:
“Cehennem her bakanın göreceği şekilde
gösterilir.”
(Naziat 36)
Görenler için de cehennem
yaklaştırılmış ve sergilenmiştir. Cehennem bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkarılmıştır. Dünyada inkar ettikleri, reddettikleri gerçekle insanlar yüz yüze
geldikleri zaman:
İşte o zaman onu inkar edenlerin,
onunla dalga geçenlerin, hani nerede kaldı o cehennem ya? Ne zaman o ya?
diyenlerin yüzleri kapkara kesilir. Ayıplarından, kayıplarından,
perişanlıklarından dolayı yüzleri kapkaradır onların. Onlara denir
ki:
1- “İşte dâvet edip durduğunuz ateş!
Nerde kaldı? Niye gemli-yor? Neden gerçekleşmiyor? diye sürekli dâvet edip
durduğunuz, sü-rekli kendisini çağırıp durduğunuz cehennem! Haydi buyurun!
Ebediyen sığınağınız, barınağınız olarak, hiç çıkmamak üzere girin o ateşe!”
2- “İşte size vaadedilen cehennem! İşte
size dünyada sürekli hatırlatılan, yaşadığınız İslâm dışı hayatın karşılığı
olarak size vaade-dilen cehennem budur!” denilecek.
28. “Deki: “Allah, beni ve benimle
beraber bulunanları isterse yok eder veya isterse merhamet eder; söyleyin, bu
takdirde inkarcıları, can yakıcı azaptan kim
alıkoyabilir?”
“Onlara de ki peygamberim: “Allah beni
ve benimle olanları, bana inananları, benim safımda olan mü’minleri helâk edip
öldürse, yahut bize merhamet buyursa, bu neyi değiştirir? Kâfirleri elim bir
azaptan kim kurtarabilir? Ne kurtarabilir? Benim ve beraberimdekilerin ölümünü
istiyorsunuz. Bu neyi değiştirecek? Farz edin ki bizler öl-sek, bu sizi azaptan
kurtaracak mı? Biz ölsek de hayatta kalsak da bu sizin azabınızı, sizin
cehennemliğinizi değiştirmeyecektir.”
Rasûlullah Efendimizin ve beraberindeki
bir avuç serdengeçti Müslümanın çabaları, çırpınışları, dâvetleri sonucu
Mekke’de hemen hemen her aileye İslâm nüfuz etmişti. Hemen hemen Allah’ın
dininin girmediği ev kalmamıştı Mekke’de. Her aileden birileri Müslüman olmuştu.
İslam’ın bu başarısı karşısında kâfirler Peygamber efendimize ve beraberindeki
bir avuç yiğide karşı bedduaya başlamışlardı. Hatta dâvetinin, dâvâsının önünü
alamayacaklarını anlayan kâfirler, Rasû-lullah Efendimizin ölmesi, helâk olması,
yok olması için her evden yükselen beddualarla birlikte çok çeşitli yollara
girdiler, çeşitli çarelere başvurdular.
Meselâ sihir denemelerine
giriştiler. İsâbet-i ayn, yani göz değmesini denediler. Onun ölmesi ve helâk
olması için her yolu dene-meye başladılar da, işte bunun üzerine Rabbimiz
peygamberimizin onlara bunu demesini emretti. “Ey peygamberim, onlara de ki: Ben
öl-sem de, kalsam da sizin için bir şey değişmez, değişmeyecek. Boşuna benim ve
beraberimdekilerin ölümünü temenni edip durmayın.”
29. “De ki: “Bizim inandığımız ve
kendisine güvendiğimiz, Rahmân olan Allah’tır. Kimin apaçık bir sapıklıkta
olduğunu yakında bileceksiniz.”
Şu ifadenin güzelliğine bir bakın. Şu
çılgınca düşmanlık besleyenlere karşı işleyen Rabbimizin rahmetine bir bakın.
Merhameti bol olan Rabbimiz, onları, kâfirleri, düşmanlarını mat etmek,
kahretmek, mağlup edip susturmak için din göndermiyor. Onları cehenneme
doldurmak için din göndermiyor. Rabbimizin muradı onları helâk değil, onları hep
kurtarmak için âyet gönderip sesleniyor. Bakın ifadeye: “De ki, O Rahmân’dır ve
biz O’na iman ettik. O’na tevekkül ettik. O’na güvenip dayandık.
Boyunlarımızdaki kulluk iplerini O’nun eline verdik. İradelerimizi O’na teslim
ettik. O’nun seçimini kendimiz için seçim ka-bul ettik. Hayatımızı O’nun
istediği gibi yaşamaya karar verdik. Yakın-da kimin sapık olduğunu
bileceksiniz.”
Vekil, kişinin kendisine vekâletini
teslim ettiği varlık demektir. Meselâ inancına ters bir hukuk sisteminin
uygulandığı ülkelerde yaşayan insanlar, mahkeme huzurunda kendilerini
savunamayacaklarından endişe duyduklarında, kendilerini kendilerinden daha iyi
savunabileceğine inandıkları, hukuku kendilerinden daha iyi bilen bir avukata
bizi savunmak üzere vekalet verirler, değil mi?
İşte bizim
adımıza, bizim hayat programımız adına aldığı kararlar konusunda kendisine
güvenebileceğimiz, yasalarına teslim olabileceğimiz, boyunlarımızdaki kulluk
ipinin ucunu eline teslim edebileceğimiz ve çektiği yere gözü kapalı
gidebileceğimiz bir tek varlık biliyoruz O da bizi bizden daha iyi bilen, bizim
hayatımızı, bizim hayat programımızı herkesten daha iyi bilen, bilgisi tam olan,
bilginin kaynağı olan Rabbimizdir. Çünkü O bizim için bize en uygun, en faydalı,
en yararlı, en güzel, en münasip ve en mütenasip kararları alandır.
İşte böyle
Velî bildiğimiz Rabbimize hayatımızı düzenlemesi konusunda vekâletimizi
veriyoruz. “Ya Rabbi! Beni yaratan sen olduğuna göre, benim sahibim sen olduğuna
göre, beni en iyi tanıyan da sensin! Benim nasıl mutlu olacağımı, nasıl huzurlu
olacağımı, nasıl bir hayat yaşarsam dengede olacağımı bilen de sensin. Öyleyse
ben bu konuda vekâletimi sana veriyorum. Benim adıma, benim hayatıma ne karar
alırsan ben onları aynen uygulayacağım ya Rabbi!” diyoruz.
Eğer bizler de Rabbimize vekaletimizi
verdiysek, bizim adımıza hayat programı alma konusunda O’nunla böyle bir
sözleşmeye girdiysek, o zaman vekâletimizi verdiğimiz Rabbimizle, vekilimizle
di-yalogumuzu kesmemeliyiz. Yani kendimize vekil tayin ettiğimiz, vekâletimizi
kendisine verdiğimiz, “bizim adımıza ne karar aldıysan biz ay-nen onu icra
edeceğiz ya Rabbi!” dediğimiz Rabbimiz bizim adımıza ne kararlar aldı, ne dedi,
ne emretti, neleri yasakladı, bütün bunları bilmiyorsak, ilgilenmiyorsak, ilgi
kurmuyorsak ne anlamı var bu vekâletin? “Hani ya Rabbi sen benim vekilimsin!
Benim adıma ne karar ve-rirsen kabulümdür! Sen bilirsin ya Rabbi! Ne yapacağımı,
nasıl yaşayacağımı, ne yiyip ne içeceğimi, nasıl giyineceğimi, hayatımı nasıl
dü-zenleyeceğimi sen bilirsin ya Rabbi! Çünkü sen beni benden iyi bilirsin ya
Rabbi! Beni de, çocuklarımı da, hanımımı da, geçmişimi de, geleceğimi de,
menfaatimi de, zararımı da, mutluluğumu da, mutsuzluğumu da her şeyimi sen daha
iyi bilirsin ya Rabbi! Benim hayatım konusunda en bilen sensin, çünkü beni
yaratan, beni programlayan sensin ya Rabbi!” demiştik ya! Vekâletimizi O’na
vermiştik ya, aldığın kararlar benim için bağlayıcıdır demiştik ya, işte
Rabbimiz bizim adımıza aldığı kararlarını bu Kitabında bildirmiştir. Ama ne
gariptir ki biz bu Kitapla ilgilenmiyoruz.
Unutmayalım ki Allah’ı vekil bilmek,
Velî bilmek her şeyiyle O’-na teslim olmak ve hayatın tümünü O’nun belirlediği
biçimde yaşamak demektir. Eğer O’nu vekil biliyor, ama hayatımızı O’na
danışmadan yaşıyorsak, veya O’nu vekil biliyor ama hayat programımız konusunda
biz kendimiz karar veriyor sonra da Allah’a onaylattırmaya çalışıyorsak, bu
vekâlet işi sapıklıktan başka bir şey değildir.
Sûrenin sonunda Rabbimiz bizim
akıllarımızı iyice erdirmek için bakın yine soruyor:
30. “De ki: “Suyunuz yere batarsa, söyleyin,
size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?”
Peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcuları, bunca delile rağmen o aklı ermemişlere deyin ki: Suyunuz çekilmiş
bitmiş. Sabahleyin bir baktınız ki, akarsularınız, pınarlarınız kuruyuvermiş.
Allah gökten indirdiklerini de yerden akıttıklarını da alıvermiş, kurutuvermiş.
Yahut vücudunuzdaki suları alıvermiş Rabbiniz. Kanınızı kurutup don-duruvermiş.
Veya hayatınızın suyu, yani bel suyunuzu alıvermiş. Ya da kasalarınızın,
keselerinizin suyu çekilivermiş. Yani piyasanın suyu-nu, kazanç sularınızı
kurutuvermiş. Ya da gözünüzün suyu kuruyu-vermiş. Bunların hepsi sudur değil mi?
Tüm bu sularınızı geri alıvermiş Allah. Söyleyin bakalım, böyle bir durumda
kimdir onu size getirecek? Var mı Allah’tan başka bu işi yapacak birileri? Kim
geri getirip size iade edecek bu sularınızı? Var mı öyle tanışığınız güçlü
birileri?
Bu âyet nazil olduğunda, müşriklerden
birisi, “Yahu bundan kolay ne var? Alırım elime kazmayı, vururum yere ve
çıkarırım suyu” demiş. Sabaha kadar Allah onun gözünün suyunu alıvermiş ve haydi
geri getir bakalım onu demiş de, adam helâk olup gitmiş.
Öyleyse aklımızı başımıza alalım.
Rabbimiz bunca âyetiyle bi-ze kendisini anlattı. Kitabında kendisini anlattığı
gibi Rabbimize iman edelim. Kendisine kulluk yapılmaya lâyık sadece Allah’tır.
Teslim olunmaya lâyık sadece Allah’tır. Sadece O’nu dinleyelim, sadece O’nu razı
etmeye çalışalım. Hayatımızı sadece O’nun için ve O’nun belirlediği yasalar
istikâmetinde yaşayalım. Allah’tan başkalarına asla minnet etmeyelim. Bu sûreyi
en yakınlarımızdan başlamak sûretiyle Allah kullarına anlatarak onları
diriltmeye çalışalım inşallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder