KALEM SÛRESİ
         Mushaftaki sıralamaya göre kitabı-mızın 
68., Nüzûl sıralamasına göre 2., Mufassal kısmı beşinci sûreler grubu-nun 
beşinci ve son sûresi olan Kalem sû-resi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetleri-nin 
sayısı 52’dir.
 “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın 
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız 
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun 
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her 
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
 “Rahman ve Rahim olan Allah’ın 
adıyla”
         1-2. Nûn; kalem ve onunla yazılanlara 
andolsun ki, ey Muhammed! Sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli 
değilsin. 3. Doğrusu sana kesintisiz bir ecir var-dır. 4. Şüphesiz sen büyük bir 
ahlâka sahipsindir. 5-6. Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen de 
göreceksin, onlar da görecekler. 7. Doğrusu senin Rabbin, yolundan sapıtanları 
çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir. 8. Ey Muhammed! Bundan 
böyle, yalanlayanlara aldırma; 9. (Onlar sana indirilen âyetlerden 
beğenmediklerini bırakman sûretiyle senin) kendilerine yumuşak davranmanı 
isterler; böyle yapsan, onlar da seni över, yumuşak davranırlar. 10-14. Ey 
Muhammed! Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı 
gi-den, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de 
soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin. 
15. âyetleri-miz ona okunduğu zaman: “Öncekilerin masalları” derler. 16. Onun 
havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz. 17-18. Biz bunları, vaktiyle bahçe 
sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi 
devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi. 19-20. Ama 
onlar daha uykudayken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi 
sarıvermişti de bahçe kapkara kesilmişti. 21-22. Sabah erken: “Ürünlerinizi 
devşireceksiniz erken çıkın” diye birbirlerine seslendiler. 23-24. “Bugün orada, 
hiç bir düşkün kimse yanımıza sokulmasın” diye gizli gizli konuşarak 
yürüyorlardı. 25. Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak 
erkenden gittiler. 26-27. Bahçeyi gördüklerinde: “Her halde yolumuzu şaşırmış 
olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık” dediler. 28. Ortancaları: “Ben size 
Allah’ı anmanız gerekmez mi? dememiş miydim?” dedi. 29. “Rabbi-mizi tenzih 
ederiz; doğrusu biz yazık etmiştik” dediler. 30. Birbirlerini yermeye 
başladılar. 31. Sonra şöyle dediler: “Yazıklar olsun bize; doğrusu azgınlık 
edenlerdik.” 32. “Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir; doğrusu artık, 
Rabbimizden dilemekteyiz.” 33. İşte azab böyledir; ama ahiret azabı daha 
büyüktür; keşke bilseler! 34. Allah’a karşı gelmekten sakınanlara; Rabbleri 
katında nimet cennetleri vardır. 35. Kendilerini Allah’a vermiş olanları hiç 
suçlular gibi tutar mıyız? 36. Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz? 37. 
Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı var? 38. Seçtikleriniz herhalde orada 
olacaktır. 39. Yoksa aleyhimizde, kıyamet gününe kadar sürüp gidecek ahidleriniz 
mi var ki, kendinize hükmettikleriniz sizin olacaktır? 40. Ey Muhammed! Sor 
onlara: “Bunu kim üzerine alır?” 41. Yoksa onların ortakları mı vardır? Doğ-ru 
sözlü iseler ortaklarını getirsinler. 42-43. O gün işin dehşetinden baldırlar 
açılır; gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür; secdeye çağrılırlar ama 
buna güçleri yet-mez. Oysa kendileri sapasağlam oldukları zaman secdeye 
çağırılmışlardı. 44. Ey Muhammed! Kur’an’ı yalanlayanları Bana bırak; Biz onları 
bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız. 45. Onlara mehil 
veriyorum; doğrusu Benim tuzağım sağlamdır. 46. Yoksa, ey Muham-med, sen 
onlardan ücret istiyorsun da, ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Elbette 
hayır. 47. Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin katında da, onlar mı 
yazıyorlar?  48. Ey Muhammed! Sen 
Rabbinin hükmüne kadar sabret; balık sahibi Yunus gibi olma, o, pek üzgün olarak 
Rabbine seslenmişti. 49. Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış 
olarak sahile atılacaktı. 50-51. Rabbi onu se-çip iyilerden kıldı. Doğrusu inkar 
edenler, Kur’an’ı dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. 
“O delidir” diyorlardı.  52. Oysa Kur’an, 
alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.”
         Sûrenin adı, ilk âyette geçen “kalem” 
kelimesinden alınmıştır. Mekke döneminin başlarında nazil olmuş 52 âyetlik bir 
sûredir. Sûre-nin genel muhtevasına baktığımız zaman Mekke’de Allah’ın Resûlü’ne 
karşı çıkışların şiddetlendiği, hücumların arttığı bir dönemde na-zil olduğu 
anlaşılacaktır.
         Kısaca sûrenin bir özetini yaparsak 
sûrede şunlar denmektedir: “Ey Nebim! Her ne kadar da sen Rabbinin nimetiyle çok 
yüce bir ahlâk üzere olsan, onlara benim âyetlerimi ulaştırmaya çalışsan da, 
onlar yine de sana deli ve mecnun demektedirler. Aslında sırf bu iki keyfiyet, 
senin çok yüce bir ahlâka sahip olman ve onlara ulaştırdığın benim kitabım 
Kur'an, onların tüm ithamlarını çürütmeye kafidir. Onlar pek yakında kimin deli, 
kimin mecnun olduğunu bilecek, anlayacaklardır. Peygamberim sakın ha sen onların 
sıkıştırmaları karşısında ta-viz vermeye kalkışma. Zaten onların tüm niyetleri 
de budur. Seni sı-kıştırarak senden tavizler koparmak, seni uzlaşmaya razı etmek 
isterler.” 
         Sûrenin ilk bölümünde bunlar dendikten 
sonra Allah’ın kendilerine verdiği bunca nimetlere karşı nankörlük edenlere (Bağ 
sahiplerine) karşı yapılan uyarılardan söz edilmektedir. Onlara gönderilen bu 
uyarı gibi, şimdi de size uyarı olarak Hz. Muhammed gelmiştir. Eğer sizler de 
Hz. Muhammed’e karşı aynı şekilde davranırsanız, bilesiniz ki dünyada muhtelif 
sıkıntı ve mahrumiyetlere müptelâ olacağınız gibi, ahirette de daha büyük 
azaplara müstahak olacaksınız, denmektedir. 
Son bölümde 
de şunlar denmektedir: Bu dünyada Cenâb-ı Hakk’ın önünde secde etmeyenler, yarın 
secde etmek isteyecekler ama buna imkân bulamayacaklardır. Kur’an’ı 
yalanlayanlar asla Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır. Bu dünyada 
kendilerine verilen mühlet onları aldatmaktadır. Allah’ın Resûlü’ne karşı 
direnmeleri için ellerinde hiçbir mâzeretleri yoktur. Zira Allah’ın Resûlü 
hiçbir menfaat gözetmeyen bir elçidir. Muhataplarına yapılan bu ikazlardan sonra 
Allah’ın Resûlü’ne son olarak şöyle buyurulmaktadır: “Ey Resûlüm, sana Rabbinin 
emri gelinceye kadar İslâm’ı tebliğ yolundaki zorluklara göğüs gererek sabır 
göster. Sakın Yunus (a.s) gibi sabırsızlık ederek onun düştüğü imtihanlara 
düşme!” 
Genel 
olarak sûrenin âyetleri üzerinde bir gezinti yaparsak şunları söyleyebileceğiz: 
Az evvel dev ifade ettiğimiz gibi sûreyi 
üç ana bölüm olarak anlamaya çalışmamız mümkündür. 
Birinci 
bölüm (1-7) âyetler. Bu bölümde ilk olarak kaleme ve yazdıklarına yeminle söze 
başlanır. Bundan sonra inkârcılar tarafından Resûl-i Ekrem Efendimize yöneltilen 
iftiralara cevap verilerek onu aşağılamak ve gözden düşürmek isteyenlerin iddia 
ve isnatlarının ak-sine Resûlullah’ın deli, mecnun, cinlenmiş, cin çarpmış bir 
kişi olmadığı bilâkis çok yüce bir ahlâka sahip olduğu vurgulanır. Kimin 
cinlenmiş olduğu yakında anlaşılacaktır tehdidinde bulunulur. İnsanların, iman 
edip Rablerinin takdirlerine boyun eğmeleri gerektiği ve her şeyin o yüce Rabbin 
dilemesi ve takdiriyle meydana geldiği beyan edilir. Allah Teâlâ bir çok yerinde 
olduğu gibi bu sûrenin başında da söze yeminle başlıyor. Burada Cenab-ı hak, 
yarattığı şeylerden, kalem ve onun yazdıklarına yemin ederek başlıyor, daha 
sonra Rasulullah’a hitaben: her ne kadar sen onlara bu Kitabı takdim etmekteysen 
ve en güzel ahlaka sahipsen de onlar gene sana deli ve mecnun demektedirler. 
Aslında sırf bu iki keyfiyet yani Kur'an ve senin örnek ahlâkın onların 
ithamlarını çürütmeye yeter. Yakında kimin deli olduğuna şahit olacaklar. Sen, 
bunların tazyiklerine karşı hiçbir tavizde bulunma. Zaten onların kastı da 
senden tavizler kopararak seni uzlaşmaya razı etmektir.
         Sûrenin ikinci bölümünde (âyet 8-16) o 
zaman Mekke'de herkesçe bilinen bazı simaların, adları zikredilmeden, ahlaki 
portreleri çizilmektedir. Bu sayede insanlar Hz. Muhammed'in (s.a) yüksek ve 
temiz karakteriyle bunlarınkini mukayese ederek karşı çıkanların karakter ve 
tavırlarının ne kadar çirkin olduğunu göreceklerdir. İnsanlara tepeden bakma, 
başkalarını çekiştirme, insanlar arasında söz getirip götürme, vahyi bir kenara 
bırakarak sürekli insanlara insan sözü taşıma, insanların sözlerini nakletme, 
iyiliğin amansız düşmanı olma, saldırganlık ve kabalık gibi ahlâkî zaaflara 
dikkat çekilir. Bu âyetlerin Resûlullah Efendimize amansız bir düşman kesilen, 
her an ona ve Müslümanlara hakaretleriyle temayüz eden Velid Bin Mugıyre ve 
Ah-nes Bin Şurayk kimseler hakkında nâzil olduğu rivâyet edilir. İnsanların onur 
ve şahsiyetini hedef alan, dolayısıyla içtimâî ahlâkı zedeleyen bu kötü 
davranışların zikredilmesiyle bir taraftan adı geçen kişilerin karakterleri 
yerilirken, diğer taraftan da Müslümanların bu özelliklerden şiddetle 
kaçınmaları tavsiye edilmektedir. Bu bölümde ayrıca, kendilerine verilen 
nimetlere karşı nankörlükleri, bu nimetleri onları verene kulluğa kullanmaları 
gerektiği halde aksine O’na düşmanlıkta kullanmaları yüzünden bu nimetlerden 
mahrum bırakılan kişilerle alâkalı bir kıssaya yer verilir. Verilen nimetlerin 
sadece kendisine ait olduğunu zannedip, sadece kendisine harcamaya kalkışan, 
onları Allah kullarından esirgeyen kimselerin acı âkıbetleri haber verilir. Bu 
âyetlerde insanların sadece yoklukla değil, nimetlerle, bolluklarla da imtihana 
çekilmelerinin ilâhî bir yasa olduğu ortaya konur. 
         Bu bölümde insanların hayatında her 
zaman vuku bulabilecek bir hususa işaretle, fakirlere daima yardımda bulunulması 
öğütleniyor. Kazandıkları mallar bakımından fakirleri hesap etmeyen, onlara bir 
şey vermek istemeyen kimsenin burnunun yere sürüleceği beyan edi-lerek bahçe 
sahiplerinin kıssası anlatılıyor. Fakirlere bahçelerinden bir şey vermek 
istemeyen cimri insanların bahçeleri bir gecede mahvoluyor. Allah Teâlâ bu kıssa 
ile mallarına bir zeval erişen insanların buna asla karşı koyamayacağı beyan 
edilmiş oluyor. Bu misa l 
ile Mekkelilere, tıpkı yukarıdaki bahçe sahiplerinin, salih bir kul tarafından 
ikaz edilmesi gibi Hz. Muhammed'in (s.a) gönderilişinin de bir ikaz ve imtihan 
olduğu uyarısı yapılmaktadır. "Eğer Allah'ın Rasûlü’ne kulak vermezseniz bu 
dünyada muhtelif sıkıntı ve mahrumiyetlere müptela kılınacağınız gibi öte 
tarafta da şüphesiz çok daha büyük azaba müs-tehak olacaksanız." 
denilmektedir.
         (34-47 
âyetler): 
Bu bölümde kafirlere hitap edilmektedir. Bazen doğrudan doğruya bunlarla muhatap 
olunurken, bazı yerlerde de Allah Rasûlü’ne hitap edilmiş ama dolaylı olarak 
onlar ikaz edilmişlerdir. Özetle denilmek istenen şudur: Öbür dünyanın 
güzellikleri ve iyilikleri şüphesiz Allah'tan korkarak yaşayanlar içindir. Allah 
indinde, O'na itaat eden kulların suçlu sayılacağı apaçık mantıksızlıktır. 
Kafirlerin, Allah'ın onların iddia ettikleri gibi davranacağı hayalleri tamamen 
saçmadır. Buna hiç bir delilleri yoktur. Bu dünyada bazı insanlardan Allah 
Teâlâ'nın önünde secdeye kapanmaları istendiğinde inkar etmişlerdir ama kıyamet 
günü farkına varıp secde etmek istediklerinde bu sefer secde edemeyecekler ve 
zelil olacaklardır. Kur'an'ı yalanlayanlar Allah'ın azabından kurtulamaz. Bu 
dünyada onlara verilen mühlet kendilerini aldatmaktadır. Bu yalanlamalarına 
rağmen azap olunmayacaklarını ve azap gelmediğinde de doğru yolda olduklarını 
zannediyorlardı. Halbuki helâke doğru sürüklendiklerinden habersizdiler. 
Ellerinde, Allah Rasûlü’ne karşı direnmeleri için hiçbir makul sebepleri yoktur. 
Çünkü O, hiçbir menfaat ve karşılık gözetmeyen bir habercidir. Bunda hiçbir 
şahsî menfaati yoktur. Ayrıca O'nun Allah'ın Resulü olmadığını ve getirdiği 
şeyin ise asılsız bir yalan olduğunu da ileri sürecek bir bilgileri yoktur 
bunların. 
         Daha sonra kâfirlere ardı ardına 
sorular gelir. İnsanların akıllarını erdirici, düşünmeleri sağlayıcı mahza 
kullarına karşı rahmeti sonsuz olan Rabbimizin rahmetinin eseri sorular. 
         Üçüncü bölümde (âyet 48-52) nüzûl 
sırasına göre ilk defa bir peygamber kıssasına yer verilir. Allah’ın kutlu 
elçisi Hz. Yunus’un ya-şadığı bir tecrübe anlatılır. Bu kıssa ile Mekke 
müşriklerinin bunaltıcı işkenceleri altında bunalmış olan peygamberimiz sabra 
dâvet edilir. Ve böylece hem Resûlullah Efendimiz hem de tercihini ondan yana 
kullanmış, onun safında yer almış bir avuç gariban Müslüman teselli edilir. 
Allah Rasûlü’ne, Allah'ın emri kesinleşinceye kadar 
"İslâmî teb-liğ" yolundaki zorluklara göğüs gererek sabır göstermesi, Yunus 
(a.s) gibi sabırsızlık ederek onun düştüğü belalara düşmemesi bildirilmek-tedir. 
Daha 
sonra Mekke müşriklerin Resûl-i Ekrem efendimize na-zar değerek onu gözleriyle 
yok etmek arzu ve planları ortaya konur. En sonunda sûre insanlığa bir uyarıyla 
son bulur. Kalem sûresiyle alâkalı bu kısa tanıtımdan sonra inşallah sûrenin 
âyetlerini tanımaya geçebiliriz. 
         Sûre, Mekkî sûrelerin karakteristik 
özelliği gereği söze kalem üzerine yeminle başlar:
         1. “Nûn; kalem ve onunla yazılanlara 
andolsun ki,”
         Nûn. Bu, huruf-ı mukattadır. Bu konuda 
daha önceki sûrelerde açıklamalarda bulunduğumuz için, burada sadece bunun 
Allah’tan gelmiş müteşabih bir âyet olduğunu ve geldiği gibi iman ettiğimizi 
söylüyoruz. Nûn harfi hakkında birçok yorum yapılmıştır. Bunlardan bazıları 
şunlardır: Nun, Yunus’tur (a.s.), bu sûrede Sahibi’n -Nûn olan Yunus (a.s.) 
anlatılacağı için sûrenin başında ona dikkat çekilmektedir. 
Nûn, 
kılıçtır ve sûrenin başında kılıç ve kaleme yemin edilmektedir. Birisi ilmin, 
ötekisi de cihadın farziyetini ortaya koyuyor. 
Nûn, 
divittir; Cenâb-ı Hakk divite ve kaleme yemin ediyor. Allah bilir, bunlardan 
birisi de olabilir, hiçbirisi de olmayabilir. Allah böyle bir yeminle söze 
başlıyor diyoruz. 
         Sonra, “kaleme ve onunla yazılanlara 
yemin olsun ki” buyuru-luyor. Buradaki kalemden murad, kendisiyle Kur’an’ın 
yazıldığı kalemdir. –:IO²K«<_«8«: ifadesinden anlıyoruz ki, kalemle yazılan 
şey Kur’-an’dır. O halde yemin, kalem ve Kur’an üzerinedir. Yani bu kitap, 
Kur’an vahiy katiplerinin elleriyle yazılmaktadır. Öyleyse bu husus Allah 
Resûlü’nün deli olmadığının açık bir delilidir.                                                            
         Veya buradaki üzerine yemin edilen 
kalem konusunda şöyle iki söz vardır: Bu kalem ya Levh-i Mahfuzu, kâinatın 
kaderini, hayat programını yazan kalemdir, –:IO²K«<_«8«: dan kasıt da 
Levh-i Mahfuzdur, veya Levh-i Mahfuzun mübarek yazıcıları olan meleklerdir. Ya 
da bu-radaki kalem, hepimizin elindeki kalemdir ve yazdıklarından kasıt da her 
birimizin yazdıklarıdır. Öyleyse Rabbimiz:
         1- Kur’an’a ve onu yazan kalemlere, 
onun vahiy katiplerine yemin ediyor,
         2- Veya Levh-i Mahfuza, onu yazan 
kaleme ve onun yazıcıları olan kutlu meleklerine yemin 
ediyor,
         3- Yahut da şu bizim elimizdeki 
kalemlere ve onlarla yazdıklarımıza yemin ediyor. Kaleme ve yazdıklarına, kaleme 
ve yazıcılarına yemin edildiğine göre, kaleme ve yazdıklarımıza dikkat etmek 
zorundayız. Çünkü bu yeminle anlıyoruz ki, kalemle yazılması gereken sadece 
vahiydir. Kalemi yaratan Allah, elbette onu nerede kullanmamız gerektiğini de 
bilen ve belirleyendir. Allah onu nerede kullanmamızı istiyorsa, orada kullanmak 
zorundayız. 
Bu yeminle 
Rabbimiz, “kaleme yemin olsun ki onu nerede kullandığınızdan hesaba 
çekileceksiniz” buyurmaktadır. Yazmanız gerekirken yazmadıklarınızdan, 
yazmamanız gerekirken yazdıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Öyleyse vahiyden 
yazmanız gerekenleri yazmayarak ya da vahyin dışında yazmamanız gerekenleri 
yazarak zulmetmekten sakının, diyor Allah.
         Rasulullah Efendimizin bir hadislerine 
göre Rabbimizin ilk yarattığı şey kalemdir. 
         “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. 
Kaleme Allah, “yaz” buyurdu. Kalem: “Neyi yazayım ya Rabbi?” dedi. Allah buyurdu 
ki, “kıyamete kadar gerçekleşecek kaderi yaz!” 
         (Tirmizi, Kader: 17; Tefsir: 
68) 
         Zemahşeri şöyle der: “Yüce Allah, 
kalemin şanının yüceliğini göstermek için kaleme yemin etti. Çünkü onun 
yaratılıp düzlenmesinde büyük bir hikmete işaret vardır. Ve çünkü onda 
anlatılamayacak kadar çok fayda ve yararlar vardır.”
         İmam Râzi de şöyle der: "Vel-Kalem" 
hakkında iki görüş var-dır. Birisi budur ki, yemin edilen kalem, gerek gökte 
bulunanın, gerek yerde bulunanın yazdığı kalemin hepsini içine alan cins 
ismidir. Yüce Allah mantığı ihsan etmekle "İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti." 
(Rah-mân:3-4) diye minnet buyurduğu gibi "Rabb'in en büyük kerem sahibidir. O, 
insana kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti" (Alâk:3-5) diye kalem ile 
yazmayı ihsan etmesiyle de minnet buyurmuştur. Bu-nunla faydalanmanın izah ve 
yorumu şudur: Kalem üçüncü şahsı ikin-ci şahıs yerine koyar. Bu sebeple insan 
dil ile yakınına anlatabildiği is-tek ve maksadını kalem ile uzağa da 
anlatabilir. İkincisi, üzerine ye-min edilen kalem  "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." diye 
hadiste bildiri-len daha evvel sözü edilen kalemdir. Yüce Allah bunu evvela 
yaratmış, sonra da onu kıyamete kadar olacakları yazdırmış, saat gelene kadar 
olacağı, bütün ecelleri, amelleri yazar, bu kalem, uzunluğu gök ile yer arası 
kadar nûrdan bir kalemdir. 
         Rabbimizin ilk yarattığı kalem, 
yeryüzünde varlıkların en şereflisi olarak yarattığı insana lütfettiği beyanın 
yarısını gerçekleştirme va-sıtasıdır. Allah, kullarından sadece insana beyan 
gücü vermiştir. Rah-man sûresi bunu şöyle anlatır:
         “Rahman olan Allah Kur’an’ı öğretti, 
insanı yarattı ve ona beyanı öğretti.”
         (Rahman: 12)
         Allah insana beyanı öğretmiştir. Beyan, 
insanın karşısındakine mânâ naklinin adıdır. İnsanın karşısındakine duyurmak 
istediklerinin nakline beyan diyoruz. İnsanın karşısındakine bu beyan imkânı 
verilmiştir ki, bu, yeryüzünde Allah’ın varlığına en büyük delildir. Konuşmak ve 
anlamaktan daha büyük bir mucize olamaz. Konuşulunca anlıyorsunuz değil mi? Peki 
nereden anlıyoruz bunları? Söylenilenleri, bu mânâyı, bu meramı nasıl 
anlıyorsunuz? Gerçekten de bu, Allah’ın bize en büyük lütuflarından birisidir. 
Beynimizden geçirdiklerimizi karşımızdaki kimselere anında empoze edebilme 
imkânına, gücüne sahibiz. Konuşabiliyoruz, karşımızdaki de anlayabiliyor. 
İşte buna mânâ nakli veya beyan 
gücü diyoruz. Bunu bize veren Allah’tır. Allah bize bu beyan gücünü vermeseydi, 
meselâ dağı anlatabilmek için dağı kucaklayıp getirmek ve göstermek gerekecekti. 
         Alâk sûresinde de bu beyanın, bir de 
kalemle olduğunu şöyle anlatır:
         “Oku! Ki senin Rabbin sonsuz kerem 
sahibidir. O kalemle yazmayı öğretmiştir.”
         (Alâk 3)
         Yani zaman ve mekan birlikteliği içinde 
bizim karşımızdakine dille mânâ nakletme imkânımız vardır. İkinci bir ihsan 
olarak da Rab-bimiz kalemle yazmayı öğrettiğini anlatır:
         Kalemle bu mânânın intikalinin zaman ve 
mekân ötesine taşırılmasını öğretti Allah. Öyleyse kalem, gaibi muhatap 
menzilesine ko-yar. İnsan, lisa nla yakınındakilere 
anlattıklarını kalem vasıtasıyla uzaktakilere anlatma, ulaştırma imkânına 
sahiptir. Yeryüzünde bunu becerebilen ikinci bir varlık yoktur. Ne büyük bir 
lütuf, ne büyük bir şe-ref değil mi? Ama o nispette de sorumluluğu büyük bir 
şeref tabii.
         Bu iki âyet bize bir taraftan bu 
beyanın Allah’tan olduğunu an-latırken, diğer taraftan ilimle Kur’an’ı 
birleştirmemiz gerektiğini anlatmaktadır. Yani ilim eşittir Kur’an, Kur’an 
eşittir ilim. İlim de, beyan da sadece Allah’a aittir. Beyanı açıklamak, 
tanımak, tanıtmak, açmak, şerh etmek sadece Allah’a aittir, Kur’an’a aittir. 
Kuranın böyle bir açıklama, beyan etme özelliği vardır. 
         “Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve 
elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye 
düşerlerdi.”
         (Ankebût 
48)
         Bu âyetin ortaya koyduklarıyla birlikte 
düşünecek olursak, o zaman bu kalemle Rasulullah Efendimiz arasında bir ilgi 
kurulduğunu da anlamaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki Rasulullah Efendimizin 
dünyasında vahiy öncesi kalem yoktu. Peki vahiy sonrası oldu mu? Biliyoruz ki, 
vahiy sonrası da yine olmadı. Ama bakın kalemin sözünün edildiği, yani kalem 
üzerine yemin edildiği bu âyetin hemen sonrasına, ikinci âyete bakıyoruz, 
Rabbimiz buyuruyor ki:
         “Kaleme yemin olsun ki ey peygamberim 
sen mecnun değilsin.” Peki hangi kalem bu yemin edilen kalem? Rasûlullah’ın 
kendi kalemi mi? Hayır. Çünkü Rasûlullah’ın kalemi de, yazması da yoktur. Yani 
başkalarının kalemine yemin ediliyor ve arkasından da deniliyor ki, “sen mecnun 
değilsin.” O zaman herhalde şu bizim bildiğimiz bir kalem olmayacaktır buradaki 
kalem. Peki o zaman ne anlayacağız ya bundan? Levh-i Mahfuzu da, onu yazan 
kalemi de, onun yazıcılarını da bilmediğimize göre, herhalde Allah bir kaleme 
yemin ediyor, aynen iman etmek zorundayız. Bilmiyoruz derken, bunun mahiyetini 
bilmiyo-ruz. Değilse Allah’ın Resûlü mi’râca çıktığı gece bir kalem gıcırtısı 
duyduğunu haber vermektedir. 
Yine Rasulullah Efendimizin İbn-i 
Abbas efendimize tavsiyelerini içeren hadislerinde: 
“Kalemler kaldırılmış, 
sahifelerin mürekkepleri de kurumuştur.” 
 buyurduğunu da biliyoruz. İşte belki de burada 
üzerine yemin edilen kalem bu kaldırılan kalemdir.
         Yani Allah en iyisini bilir, öyle bir 
kalem düşüneceğiz ki, o kalem bizim hayatımız ve ölümümüzle, sosyal, ekonomik ve 
siyasal gi-rişimlerimizle, bizim ve tüm kâinatın hayat programıyla, varlıkların 
ka-derleriyle ilgili Allah’ın iznini, takdirini, buyruğunu yazan kalemdir. Bu 
haktır, bu batıldır, bu iyidir, bu kötüdür, bu cennetliktir, bu cehennemliktir 
gibi Allah’ın takdirini, Allah’ın tescilini, mührünü vuran kalemi 
ha-tırlayacağız burada. Tüm kainatın kaderini yazan kaleme, bu kalemle 
yazanlara, yazılanlara, yani Allah’ın tesbit buyurduğu kaderine, yazgısına yemin 
olsun ki, diyeceğiz. 
Bunun sonunda da hemen şuna ikrar 
ve iman edeceğiz: Demek ki bu kâinat, bu varlıklar başıboş değildir. Varlık, 
tesadüfî değildir. Demek ki tüm bu varları var eden ve onlara hayat programı 
takdir eden, kader takdir eden bir Allah vardır. Demek ki Allah bilendir. Demek 
ki Allah takdir edendir. Demek ki Allah bilgisi  
değişmeyendir. Al-lah kesin bilendir ve demek ki sizin teslim olmanız 
gereken Allah’tır. İşte burada kendisine teslim olunması gereken Allah 
anlatılıyor.
         2. “Ey Muhammed! Sen Rabbinin nimetine 
uğramış bir kimsesin, deli değilsin.”
         “Ey peygamberim! Sen Rabbinin nimetleri 
ile, Rabbinin nimetleri sayesinde asla mecnun, deli değilsin!” Bi’setinden, 
peygamberliğinden, yani Kur’an’ın kendisine nüzûlünden önce Allah’ın Resûlü’ne 
herkes Muhammed’ül Emin diyordu. En emin, en güvenilir insan di-yorlardı. 
Önceleri insanlar kendisine böyle derken, kendilerine Kur’a-n’ın nüzûlünden 
sonra ona deli demeye, mecnun demeye başladılar. Bundan anlaşılıyor ki, onlar 
onun okuduğu Kur’an’dan ötürü ona deli diyordu. 
         Ey Muhammed! Allah’ın lütfu ve sana 
verdiği nübüvvet nimeti sayesinde sen cahil müşriklerin iddia ettiği gibi deli 
ve mecnun değilsin. Allah’a hamd olsun sen akıllısın. Kâfirlerin dediği gibi 
değilsin.
         Allah Teâlâ, kaleme ve onunla 
yazılanlara yemin ederek Ra-sulullah’ın, müşriklerin iddia ettikleri gibi deli 
olmadığını, zira onun Rabbi olan Allah’ın lütfuna ve nübüvvet nimetine mazhar 
olduğunu beyan etmiştir. Kâfirler şöyle demişlerdi: “Ey, kendisine Kur’an 
indirilen! Sen, kesinlikle bir delisin.” (Hicr: 15/6) Biliyoruz ki 
Rasulullah (a.s) risa let 
davasından önce Mekkeliler tarafından yörenin en iyi ve en faziletli insanı 
olarak kabul edilmekte ve herkesçe onun dürüst-lüğüne ve ferasetine güven 
duyulmaktaydı. Ama Kur'an vahyolunma-ya başlayınca aynı insanlar O'na deli, 
mecnun demeye başladılar. Şu anlaşılıyor ki, aslında buna sebep Kur'an'dır. İşte 
bu yüzden Kur'an'ın bu gibi iddialar için yeterli bir reddiye olduğu 
buyurulmaktadır. Yüce, açık ve beliğ kelamın içerdiği konular da aynı yüksek 
meziyete sahiptir. Bu Kur'an, Rasulullah'a Allah'ın bir lütfudur, kafirlerin 
iddia ettikleri gibi bir delilik sebebi değildir. Burada dikkate değer bir husus 
da şu-dur; hitap Allah Rasûlü’ne olmakla beraber aslında kafirlerin ithamla-rına 
cevaplar verilmektedir. Yani bu âyet Rasulullah’a, onun deli olmadığına 
kendisini ikna etmek üzere gönderildiği zannedilmesin. Za-ten Rasulullah'ın 
böyle bir şüphesi yoktur ki bunu izale etmek için âyet nazil olsun. Asıl gaye 
kafirlere, Kur'an yüzünden Allah Rasûlü’ne mecnun dediklerini ve bu iftiraya en 
açık kati cevabın Kur'an'ın bizatihi kendisi olduğunu anlatmaktır. 
Yani ne 
zaman ki Allah’ın Resûlü çevresine Rabbinden gelen âyetleri okumaya başladı, 
işte o andan itibaren kendisine deli, mecnun demeye başladılar. Bundan anlıyoruz 
ki, bugün de insanlardan kimileri peygamberî bir tavır ortaya koyarak, yani 
direk Kur’an okuyarak konuşmaya başlayınca, Kur’an anlatmaya başlayınca, 
etrafına Kur’an duyurmaya çalışınca insanlar onlara da aynı şeyleri 
söyleyeceklerdir. 
Çevrelerine 
Kur’an’ı duyurmaya çalışanlara, bunu kendisine dert edinenlere bugün de insanlar 
aynı seyi söyleyeceklerdir: “Sen delisin be! Ne biliyorsun sen Kur’an’ı? Nasıl 
anlarsın sen Allah’ın meramını? Nasıl cesaret edersin buna? Sen ki bir tamirci 
parçasısın! Sen Kur’an’ı bırak da şu şu kitapları oku bize! Boyundan büyük 
işlere bulaşma!” O kimseye deli diyecek, sapık diyecek, mezhepsiz, Vaha-bî… 
diyeceklerdir.
         Ama bakın Allah buyurur ki, “ey 
peygamberim! Onlar ne derlerse desinler! Sen Rabbinin nimetleri ile, Rabbinin 
nimetleri sayesinde asla deli değilsin! Peki Rabbimizin hangi nimetleri 
sayesinde deli değildi Allah’ın Resûlü? Yani Rasûlullah’a Rabbimizin hangi 
nimetleri vardı? İman, hidayet, risa let, peygamberlik, vahiy, Kur’an 
nimeti… Yani ey peygamberim, Kur’an’la, Kur’an sayesinde, Kur’an nimeti 
sa-yesinde sen asla deli değilsin. Zira bu nimete mazhar olan kişi asla deli 
olamaz. Kur’an’la beraber olan, vahiyle beraber olan kişi, vahiyle hareket eden 
kişi asla deli olamaz.” 
         İşte bu Allah’ın tescilidir. Vahiy 
nimetine sahip olan, Kur’an’la hareket eden, hareket noktası Kur’an olan kişi 
hiçbir zaman deli olamaz. Hiç kimse ona deli diyemez. Eğer bizler de şu anda 
Peygamber gibi bir tavır sergileyebilir, Peygamberimizin misyonuna sahip 
çıkabilir, tıpkı onun gibi Kur’an’la beraber olabilir, Kur’an’la hareket 
edebilir, Kur’an’ı hareket noktası kabul ederek, imanla, hidayetle, 
peygamberlikle, vahiyle beraber olabilirsek, o zaman bilelim ki Rabbimizin bu 
tescili bizim için de geçerlidir ve kesinlikle bilelim ki biz deli değiliz, 
mecnun değiliz, haktayız, hidayetteyiz, doğru yoldayız. Zerre kadar kendimizden 
bir şüphemiz olmasın. 
Ama bunun 
aksini yapıyor, yani vahiyle beraber değilsek, vahyi tanımıyorsak, konuştuğumuz 
vahiy değilse, amellerimiz vahiy ürünü değilse, hareket noktamız vahye 
dayanmıyorsa, yaptığımız ve yapmadığımız şeyler vahiyden kaynaklanmıyorsa, işte 
o zaman kendi kendimizden şüphede olabiliriz. Acaba biz deli miyiz? Acaba biz 
mecnun muyuz? Acaba hayat programımızı iki ayaklı ya da ayaksız cinlerden mi 
alıyoruz? Acaba vahyin yerine cinleri mi oturttuk? Cin kaynaklı bir hayatımız mı 
var? Bundan her an şüphede olabiliriz. 
         Bunu hiçbir zaman hatırımızdan 
çıkarmamalıyız. Bugün bizler de peygamber tavrı sergilersek bize de insanlar 
deli diyecekler. Çevreyi ciddiye almadan vahyin dediklerini yapmaya kalkarsak, 
hareketlerimizi, amellerimizi, bakışlarımızı, sevmelerimizi, küsmelerimizi, 
kılık-kıyafetlerimizi, mal-mülk anlayışlarımızı, hayata bakışımızı, ticaret 
anlayışımızı, dükkanımızı, tezgâhımızı vahyin istediği şekilde ayarlamaya 
çalıştığımız zaman deli bu diyecekler. 
         Yani sen kâfirler ve müşrikler gibi 
yapmayıp hayatını Allah için yaşamaya çalışır, malın konusunda o malı sana veren 
Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu sahibinin yolunda  bol bol dağıtırsan, bedenin konusunda Allah’ı 
söz sahibi kabul eder ve onu Allah’a kulluğa hasreder, namaza, niyaza zaman 
ayırır, zamanın konusunda Allah’ı söz sahibi kabul eder, onu verenin yolunda 
harcayarak ilim öğreneceğim, ilim öğreteceğim, hasta ziyaretinde bulunacağım, 
mü’minlerin yardımına koşacağım diye iki-üç gün dükkanını kilitlersen, hedefin 
sadece Allah olur ve insanları memnun edecek zamanın kalmazsa, müşteriyi memnun 
etme adına ikiyüzlülük yapmazsan, elbette ki sana da, size de deli diyecekler. 
“Bunun aklı yok, bu adam olmaz, 
bunun sonu kötü, bunun sonu iflas bunun sonu berbat!” diyecekler. Siz de aynen 
Peygamber (a.s) gibi Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız, kesinlikle 
bilesiniz ki size de aynısını diyeceklerdir. Eğer sizler cimrilik yapmayıp, 
fakirlikten korkmayıp malınızı Allah adına bol bol verirseniz veya faiz alıp 
zengin olma imkânınız varken Allah korkusundan ve ahiret hesabından ötürü böyle 
bir yola girmez, bunu kullanmaz, dini yasaklardan ötürü hayatınızı zehir eder 
(!), teşvik kredisi almaz, reklâma para ayırmaz, düzen dolap çevirmezseniz 
“aptal bu” diyecekler, “deli bu! Bunun sonu iflas! Bu adam olmaz, bakan olamaz, 
dekan olamaz, müdür de olamaz, bu hiçbir şey olamaz!” diyecekler. 
Allah korkusundan ötürü bu bana 
haramdır diyerek istifade cihetine gitmediği bir kadın yüzünden, oturulmasını 
caiz görmediği bir makam yüzünden bugün insanlar nicelerine deli, “ağzının 
tadını bilmi-yor bu enayi!” diyorlar değil mi? 
Varsın insanlar ne derlerse 
desinler, Rabbim sen deli değilsin dediğine göre, bizim için Rabbimizin tescili 
önemlidir.
         3. “Doğrusu sana kesintisiz bir ecir 
vardır.”
         Peygamberim, Rabbinin nimetleriyle 
hareket etmekle sen deli olmadığın gibi, üstelik bu yüzden senin için sonsuz bir 
ecir vardır. Gayri 
memnun bir de hiç zahmet çekmeden, elde etme konusunda hiç yorulmadan, hiç 
kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah'ın lütfu ve yardımı olan bir mükafat 
anlamına gelir. İnsanlar sana bu yüzden deli 
demişler, mecnun demişler; hiç aldırış etme sen onlara. Kur’an’la ha-reket 
etmen, Kur’an’a dayanman ve Kur’an’ı insanlara ulaştırman ve bu yüzden eziyet 
çekmenden ötürü senin için çok büyük bir mükafat vardır 
sana.
         Buradaki “Ecr-i gayrî memnun” ifadesinin 
bildiğimiz kadarıyla üç mânâsı vardır:
         1- Kesintisiz, sürekli bir ecir, 
sürekli bir ücret ve mükafat. Peygamber’e (a.s) ve onun yolunun yolcularına 
sunulacak mükafat kesintisiz, sürekli bir mükafattır. Çünkü cennet ebedidir. “Halidîne fihâ ebedâ”  bir cennet sunulacaktır 
onlara.
         2- Başa kakıntısız, baş kakıntısı 
olmayan bir ecir, bir mükafat demektir. Allah, “Hadi, hadi hak etmediniz bunu! 
Dünyada yatıp, yatıp geldiniz! Hiçbir şey yapmadınız! Ama yine de ben size 
bunları veriyorum!” demeyecek de, “siz kazandınız bunları! Siz hak ettiniz! 
İşlediğiniz amellerin sonucudur bunlar!” diyecek.
         3- Gayr-i memnun ecir, yani 
memnuniyetin de ötesinde bir e-cir, bir mükafat demektir. “Tamam ya Rabbi! Yeter 
ya Rabbi! Daha is-temem ya Rabbi!” demenin de ötesinde Rabbimizin vereceği bir 
mü-kafattır.
         Bir mü’min Allah’ın nimetleriyle 
beraber olursa, Allah’ın nimetleriyle hareket edecek duruma gelirse, yani 
sürekli Kur’an ve sünnetle beraber olursa, amellerini, hareketlerini onlara 
dayandırır ve de tıpkı Peygamber (a.s.) gibi kendisinin dirilişine sebep olmuş o 
vahyi insanlara duyurma, insanlara ulaştırma kavgası içine girerse, işte ona 
Rab-bimizin mükafatı böyle olacaktır. Bir hadislerinde Resûlullah Efendimiz 
şöyle buyurur:
“Allah’a yemin ederim ki senin 
vasıtanla, senin sebebinle bir tek kişinin hidayete ermesi senin için kızıl 
develerden daha hayırlıdır”
Bu 
söz bize sanki birilerinin hidayete ermesi konusundaki çabamızla, kırmızı 
develerin bizim olması konusundaki çabamızın mu-kayesesini, karşılaştırmasını 
yapıyor, anlatıyor, söylüyor. Farklı bir a-çıdan değerlendirince, yani sen diyor 
peygamberimiz bu sözü dinleyene, anlatana değil mi ki, beni ilgilendirmez 
anlamına demiyorum, yâni ben şimdi kendim dinliyorum, şimdi sizler de 
dinliyorsanız hepimize diyor ki Allah’ın Resûlü; ey sizler, siz ne için 
çabalıyorsunuz? Sa’yiniz, çabalamanız, gayretiniz, uğraşınız neye doğru? 
Birilerinin hi-dayete ermesi için mi uğraşıyorsunuz, yoksa kırmızı develer sizin 
ol-sun için mi? Tabi konunun birinci bölümünde hemen itirazların yükselmeye 
başladığını siz de duyuyorsunuz. Ama itiraz eden biz olmayalım. Hidayet etmek 
mi? Kimin elindedir hidayet? İyi ama Allah peygamberine bile; “Sen istediklerini 
hidayete erdiremezsin, sen istediklerine hidayet veremezsin, sen istediklerini 
müslüman edemezsin” Evet, biz de istediklerimize hidayet edemeyiz. Böyle bir 
sorumluluğumuz yok zaten. 
Yâni 
Rasûlullah Efendimiz meselâ Ebu Talib’i çok sevdiği onun müslümanlığını çok 
istediği halde ona hidayet edemedi. Veya meselâ yine Kur’an’dan öğreniyoruz ki 
Hz Nuh aleyhisselâm o helâk olup giden oğlunun hidayetini elbette istiyordu. Ama 
elbette onun istemesi ötekisinin hidayette olması anlamına gelmezdi. Peygamberin 
bile istediklerini hidayete ulaştırma imkânına sahip olmadığı halde benim 
sebebimle, benim vasıtamla bir kişinin hidayete ulaşması konusunda bana düşen ne 
ola ki? Öyle şey olmaz demeye hakkımız yoktur. Çünkü madem ki peygamberimiz 
böyle demiş, elbette bunun bir başka yönü olmalıdır. 
Dahası, 
acaba biz kızıl develer konusunda da aynı durumda değil miyiz? Ama neden o 
konuda daha çok çaba içindeyiz? Söyleyin, o kırmızı develerden ne kadarının ne 
zaman kendisinin olması konusunda uğraşan, didinen insanlar bilirsiniz. Onlar bu 
kadar uğraştı diye daha çok uğraşana daha çok kızıl develerin verildiğini 
gördünüz mü? Yâni bir adam ki gecesini gündüzüne katarak, oğlunu kızını 
unutarak, karısını, namusunu, iffetini unutarak, dahası dinini, diyanetini, 
Allah’ını peygamberini unutarak bütün bu unutmalarını o kırmızı develere ulaşmak 
hatırına yaptığını kendisi de biliyor, ama bir deve ya buluyor, ya bulamıyor, 
bazen onu da bulduğu gün kaybediveriyor. Öyleyse biz ne kırmızı develeri 
kazanmak, ne de birilerinin hidayetine sebep olmak konusunda bir garantiye sahip 
değiliz, ama bu konuda sa’y etmekle, çalışıp çabalamakla mükellef ve sorumluyuz. 
Öyleyse bu hadiseyi, bu sorumluluğu bu açıdan değerlendirmeliyiz. 
Şimdi 
tekrar dönüyorum başa. Rasûlullah Efendimiz beni iki durumla karşı karşıya 
bırakıp düşünmemi istiyor sanki. Diyor ki, söyle sen Adem oğlundan kadın ya da 
erkek bir tek kişinin hidayete ermesi konusunda vasıta olabilir misin? İşte o, 
senin kırmızı develere sahip olman konusundaki o çabalarından daha hayırlıdır. 
Öyleyse bizim ka-faya takıp aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçek şu olacak: 
Ben birilerinin hidayete ermesi konusunda vasıta olsam, birisi olmadı, diğerine, 
o da olmadı, bir diğerine şeklinde birilerinin daha iyi müslü-man olması 
konusunda gayret edersem, sonunu Allah’a bırakırsam kırmızı develerin benim 
olması konusundaki gayretimden daha hayırlı olacaktır bu.
Sonunda 
yine bize ayrılan kadar geleceğini unutmamalıyız. 
Acaba 
bir tek kişinin hidayete ermesi konusunda çalışıp çabalayacak olan bizler, 
karşımızdakinin illa kâfirdi de müslüman olması gerekir şeklinde bir çalışmaya 
mı hazırlanmalıyız? Bir başka şekliyle söyleyelim, yani hidayet sadece kâfirin 
müslüman olması mı? Yoksa müslüman da yeniden hidayet bulabilir mi? Bunu Fâtiha 
sûresiyle söylersek daha bir anlaşılır hale gelecektir. 
“İhdinessıratal 
müstakim.” Aman Allah’ım bana hidayet lütfet. Öyle bir sırat ki ben o sıratta 
olayım. Bu sırat senin nimetlerine nail olanların yolu olsun. Beni o yola ilet, 
o yolda tut ya Rabbi. O yolun hidayetini bana lütfet ya Rabbi diye dua ediyoruz. 
Aman ya Rabbi, senin hidayetini bulduktan sonra dalâlette, sapıklıkta, yolunu 
şaşırıp gitmiş, dinini değiştirmiş olan Hıristiyan gibi olmayayım. Ya da 
kendilerine azap ve gazap ettiğin Yahudiler gibi olmayayım diye bir hidayet 
talebimiz var. Peki söyleyin bunu herhangi bir konumda okuyan müs-lüman 
hidayette değil mi ki Allah’tan hidayet istiyor? Ya da namaz kılan ve namazında 
bunu söyleyen bir müslüman namaz kılacak kadar Allah’ın huzurunda olma 
bilincinde iken yine de bana hidayet et ya Rabbi diyorsa, söyleyin o hidayeti 
nereden bulacak? Yâni kâfirliğe dönecek sonra tekrar müslüman mı olacak? Belki 
de böyle bir çapraşık düşünce, böyle bir farklı düşünce insanları, kâfirken 
müslüman olanlara sevgi konusunda farklı konuma getirmiş. Yâni bir adam önceden 
kâfirse, dinsizse, Hıristiyan’sa, Yahudiyse sonra da müslüman olmuşsa 
müslümanlar ona daha bir değer veriyorlar, daha bir el üstünde tutuyorlar. Ama 
önceden beri müslüman olan, hattâ biraz daha iyi müslüman olsa bile kimse onu 
dikkate almıyor. Ya da sonradan müslüman olan o kişi o önceki müslüman olanın 
seviyesinde olmasa bile daha elde tutuluyor nedense. Galiba hidayet denilen 
şeyin, küfürden dönmek şeklinde oluşuna daha bir özen gösteriyor, ya da özellik 
arz ediyor müslümanlar. Herhalde o kadar değil.
Ben 
anladığımı söyleyeyim. Benim sebebimle bir tek kişinin eğer kâfirse müslüman 
olması, yok eğer müslüman ise daha iyi müs-lüman olması benim adıma kırmızı 
develerin benim olmasından çok daha hayırlı olmalıdır. Bir kişinin müslüman iken 
daha iyi müslüman olmasından kastım, kimi konularda müslümanlığı bilmiyorsa 
onları öğrenmesi, kimi bildiklerini yapmıyorsa onları yapmaya başlaması, 
İs-lâm’ın öğrenme ve yaşama seviyesinin alttan üste doğru çıkması şeklinde 
anlaşılabilir. Yâni benim sebebimle birisi önceki Müslümanlığına göre daha iyi 
müslüman oluyorsa, önceki cennet yolunda oluşuna nispetle  daha iyi gidiyorsa, öncekine göre cennetteki 
derecesi daya yükseğe çıkmışsa, ya da kâfir olup cehenneme giderken müslüman 
olup cennete gitmeye başlamışsa işte ben buna sebep olmuşsam, benim sebebimle 
dini, âhireti, cenneti, cehennemi tanımışsa kırmızı develerin benim olmasından 
benim için çok daha hayırlıdır.
Peki 
mademki kırmızı develerin hiç önemi yoksa, ben kırmızı develer konusunda hiç 
sa’y etmeyecek miyim? Öyle değil, ben Safa ve Merve’yi, ikisi arasında su 
aramak, rızık aramak üzere sa’y eden Hz. Hacer’i, ama sonunda kırmızı develerden 
çok daha değerli, çöl ortasında, dağların yalçın kayalıkları arasında, susuz, 
kimsesiz, insansız, evsiz, barksız bir ortamda ona lütfedilen Zemzem’i elbette 
u-nutmamalıyım. Onun için sa’y edecek, ama Safa ve Merve’yi aşmadan. Safa’yı 
öteye, Merve’yi beriye taşmadan sa’y edeceğim. Yâni Al-lah’ın haram-helâl 
sınırlarını çiğnemeden sa’y edeceğim. Lâkin sa’yim ve gayretim develerden önce, 
develerden daha çok birilerinin hidayeti üzerine olacaktır. 
Şimdi 
bir hadis okuyunca kendime soracaktım ya. Acaba bu hadis bana ne dedi? Acaba bu 
hadis sebebiyle ben neredeydim? Ne-rede olmalıydım ve şimdi neredeyim? Yâni 
acaba ben şu anda insanların hidayeti için uğraşıyor muyum, yoksa ben kırmızı 
develerin mi peşindeyim? İnsanlardan, yâni sizin yaşadığını çevrenin çok 
uzaklarındaki insanlardan söz etmiyorum. Ya da yeryüzünde farklı binlerce 
İslâm’ın dışındaki insanlardan da söz etmiyorum. Yâni çok uzaklarda birileri 
varmış, henüz ben onlarla tanışıp görüşmemişim, acaba onlarla nasıl görürümün 
hesabını yapmıyorum. Çünkü onlarla tanışabilmek, onların dillerini öğrenebilmek 
imkânı belki de hayatınız boyunca size hiç verilmeyecektir. Öyle değil mesele. 
Ama mutlaka komşunuz vardır sizin gibi konuşan, arkadaşınız vardır konuşup 
anlaşabileceğiniz, evinizde, dükkanınızda, okulunuzda, sofranızda birileri 
vardır. Pe-ki onların hidayetleri konusunda çalıp çabalamanız gerekmez miydi bu 
hadise göre? Ya da siz hâlâ kırmızı develerin mi peşindesiniz? 
Sen 
uğraş hele birilerinin hidayetine. Onlar hidâyete ermezler-se bile sen hidayette 
kalmaya devam edersin böylece. Yâni biz birilerinin hidayeti için çırpınırken, 
onlar hidayete ermezlermiş, onlar hidayette kalmazlarmış, onlar hidayeti 
bulmazlarmış ne fark eder bizim için? Çünkü nice peygamberler biliriz ki hiç 
ümmeti olmamış, hiç inananı olmamış. Ya da üç beş kişiyle sınırlı kalmış. Olsun, 
peygamberler hidayette kalmışlar ya. 
Ama 
unutmayalım ki bu işin sonunda gelecek mükafat insanlardan değil, Allah’tan 
olacaktır. Mü’min, mükafatını Allah’tan bekleyecek ve din duyurduğu insanlardan 
asla bir beklentisi olmayacaktır. Çünkü insanlardan gelebilecekler asla 
kesintisiz olmayacaktır ve de işin acısı Allah’tan gelecek bu kesintisize de 
engel olacaktır, bunu hiç bir zaman hatırımızdan 
çıkarmayalım.
         4. “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka 
sahipsindir.”
         “Peygamberim, muhakkak ki sen bir 
huluk-i azîm üzeresin. Allah’ın istediği yaşaman, vahiyle birlikte hareket etmen 
ve insanların ıslahı adına onlardan gelecek tüm eziyetlere, tüm yalanlamalara, 
tüm alaylara katlanıp göğüs germen senin çok yüksek bir ahlâk sahibi 
olduğundandır. Çünkü zayıflar asla buna tahammül edemezler.” 
         Rasulullah Efendimize Rabbimizin izafe 
ettiği bu “Huluk-i Azîm” konusunda farlı 
şeyler söylenmiştir. Hz Ayşe annemizin ifade buyurduğu üzere “Rasulullah 
Efendimizin ahlâkı Kur’an’dı.” Öyleyse bu Huluk-i Azîmin mânâsı Kur’andır. Çünkü 
Allah’ın Resûlü, onu sadece insanlara tebliğ etmekle, sadece insanlara 
ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda onu bizzat kendisi yaşamıştır. İbni Abbas 
efendimiz de bu huluk-i azîm konusunda “din” ifadesini kullanmaktadır. “Ra- 
sûlullah’ın ahlâkı diniydi, dinin ortaya koyduğu ahlâktı” der. Çünkü 
Rasûlullah’ı anlamak dini, Kur’an’ı anlamaktır; Kur’an’ı, dini anlamak da 
Rasûlullah’ı anlamaktır. Rasulullah anlaşılmadan dinin de, Kur’-an’ın da 
anlaşılması mümkün olmadığı gibi, din ve Kur’an anlaşılmadan da Rasûlullah’ın 
anlaşılması mümkün değildir.
         İşte bu Allah’ın nimetleriyle, Allah’ın 
vahyiyle beraber olmanın, vahiyle hareket etmenin tezahürü sadece ahirette 
değil, aynı zamanda bu dünyada da görülecektir. Yani ben vahyi tanıyorum, ben 
vahiyle beraberim, benim hareket noktam vahiydir diyenlerin hayatlarına, 
ahlâklarına bakacağız. Eğer gerçekten Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış-larsa, Kur’an 
ahlâkının eseri varsa üzerlerinde, “evet bu adam vahyi tanıyor, bu adam vahiyle 
hareket ediyor” diyeceğiz. Değilse yalancıdan başkası değildir o.   
         Kimileri de bu huluk-i azîme “kerîm, 
selim bir tabiat” demişlerdir. Veya azîm, önünde saygıyla eğilinen demektir. 
Herkesin önünde saygıyla eğildiği varlık demektir. Yani sev-sevme, kabul 
et-etme, iman et-inkar et fark etmez ama o konu edildi mi, o gündeme geldi mi, 
onun karşısında oldu mu kişi, kesinlikle saygı duymak zorunda, onun hakkını 
teslim etmek zorundaysa işte buna azamet diyoruz. Azîm, Allah’tır. Önünde 
herkesin saygıyla eğildiği varlık Allah’tır. Ama Rab-bimizin izâfesiyle işte 
peygamberimizin de böyle yüce bir ahlâkı vardı ki, herkes, dost düşman onu kabul 
etmek zorundaydı. Onun içindir ki, bidayette emin demişlerdi Rasulullah 
Efendimize. Peki acaba Rasû-lullah’ın bu durumu doğuştan mıydı? Yani bu ahlâk 
doğuşta mı geliyordu? Evet. Ama sadece yaratılıştan gelmekle sürdürülen bir 
özellik değildi bu. Allah vergisi bir potansiyel güçtü ve Rasulullah Efendimiz 
de bunu Allah’ın istediği biçimde geliştirmiş, şekillendirmişti ki, buna da 
Kur’an’ın edebi diyoruz. Kur’an edebi olarak sürdürülen bu ahlâka da İslam 
diyoruz.
         Evet, ey peygamberim! Hiç kuşkusuz sen, 
üstün bir hayat tarzına, yüksek bir terbiye ve çok yüce bir ahlaka sahipsin. 
Allah sende bütün faziletleri ve olgunlukları toplamıştır... İlim, hilim, haya, 
ibadet, cömertlik, sabır, şükür, alçak gönüllük, zühd, merhamet, şefkat, iyi 
geçinme, edepli olma vb. güzel huy ve hoşa giden davranışlar senin güzel 
ahlakındandır. Şüphesiz sen Kur’an’ı en iyi yaşayan örnek bir şahsiyetsin. Senin 
ahlakın Kur’an’ın ta kendisidir. Her müslüman senin ahlâkınla 
ahlâklanmalıdır.
         Ahlak 
kelimesi 
hakkında alimlerinizin görüşlerini de söyleyelim inşallah: 1) 
Abdullah b. Abbas, Mücahid, suddi, Dahhak, İbn-i Zeyd, Rebi’ b. Enes ve Ebu 
Malik’e göre ahlâk “din” anlamındadır. Buna gö-re; “ey peygamberim, sen çok yüce 
bir din üzeresin” demek olacaktır mânâ. 2) Atıyye’ye göre “edep” 
anlamındadır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ben ancak güzel ahlakı 
tamamlamak için gönderildim.” Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/38; Muvatta, 
Hüsnü’l-Hulk: 8) Bu cümlede iki anlam vardır. Birincisi; insanları hidayete 
götürebilmek için katlandığı bütün bu eziyetler yüksek bir ahlâk üzere 
olduğundandır. Aksi takdirde, zayıf ahlaklı olan bir insan bunlara tahammül 
edemez. İkincisi; Kur'an'ın yanında sırf senin bu yüksek ve temiz ahlakın, 
kafirlerin sana delilik ithamlarında bulunmalarına karşı açık bir delilidir. 
Onların bu ithamları tamamen mesnetsiz bir yalandır, çünkü yüksek ahlak ve 
delilik bir arada bulunamaz. Deli, aklî dengesini kaybetmiş kimsedir. Öte 
yandan, bir kimsede bulunan yüksek ahlak, o kişinin sağlam bir akıl ve fıtrata 
sahip olduğunun ve zihni dengesinin gayet yerinde olduğunun delilidir. 
Rasûlullah’ın ahlaki meziyetlerinin Mekkeliler tarafından çok iyi bilindiği 
malum. Aslında buna işaret etmek yeter. Mekke'de bulunan her akıl sahibi insan 
Rasulullah (s.a) gibi yüksek ahlak sahibi bir kimseye mecnun demenin ne kadar 
hayasızlık olduğunu düşünmek zorunda kalacaktır. Bu beyhude ithamlar en sonunda 
Rasulullah’a (s.a) değil bilakis kendilerine zarar verecektir. Mu-halefetlerinin 
şiddetinden muhakemelerini kaybederek Rasulullah (s.a) gibi bir insanı öyle 
şeyle itham ediyorlardı ki bunu hiç bir akıl sahibi düşünemezdi bile. 
         Allah Resulü’nün ahlakını en güzel 
şekilde Hz. Aişe'nin şu sö-zü tarif etmektedir. "Onun ahlakı Kur'an idi" 
( 
Müslim, Müsafirin: 139)
Bunun 
anlamı şudur: Rasulullah (s.a) yalnızca Kur'anî talimatları insanlığa tebliğ 
etmekle kalmamış, o talimatları kendi zatında da tatbik ederek buna örnek 
olmuştur. Eğer Kur'an bir şeyin yapılması için emir vermişse onu ilk önce kendi 
nefsinde uygulamış ve eğer bir şeyden menetmişse gene en fazla kendisi o şeyden 
sakınmıştır. Kur'an'ın fa-zilet olarak saydığı sıfatlarla muttasıf, kötü saydığı 
sıfatlardan da kendini uzak tutan idi. Başka bir rivayette gene, Hz. Aişe şöyle 
anlatıyor: "O hiçbir zaman kendi hizmetinde bulunan birisini dövmemiş, hiçbir 
zaman bir kadına el kaldırmamıştır. Allah için cihaddan başka hiçbir yerde 
hiçbir zaman kimseye eliyle dahi vurmamıştır. Kendisi için kimseden intikam 
almamıştır. Fakat eğer bir kimse Allah'ın koymuş olduğu hudutları aşmışsa o 
zaman sadece Allah'ın rızası için ondan intikam almıştır. İki yoldan kolay olanı 
seçmek onun sünnetiydi. Ne var ki, kolay olan günah ise müstesna, o zaman ondan 
en uzak kalan O olurdu." (Müsned-i Ahmed) 
         Hz. Enes (r.a) diyor ki: "Ben Allah 
Resulü’nün on sene kadar hizmetinde bulundum. Hiçbir zaman öf dememiş, hiçbir 
zaman bana bunu niye yaptın, bunu niye yapmadın dememiştir." (Buhâri ve 
Müslim).
         Peki acaba Rasulullah Efendimize 
lütfedilen bu ahlâk bizde de var mı? Yani bize de veriliyor mu bu ahlâktan? 
Elbette bizde de vardır ama bizim sorumluluğumuz kadar. Yani yalan söylememeye, 
iffetli ol-maya, namuslu olmaya, hakkı temsil edebilmeye, hak uğruna can 
ve-rebilmeye, hakkı ikame edebilmeye, namaz kılabilmeye, oruç tutabilmeye, cihad 
edebilmeye bizler de hazır yaratılmışızdır. Bu potansiyel şüphesiz bizlerde de 
vardır. Ya da aksini söylersek, harama meyletmemeye, içkiye, zinaya, kumara, 
faize bulaşmamaya, şeytandan ya da Adem’den yana olmaya, imandan ya da küfürden 
yana tercihte bulunmaya hazır yaratılmışızdır ama bu yaratılışımızı, bu 
fıtratımızı, bu karakterimizi Kur’an’a kanalize edebilirsek, İslâm’la 
şekillendirebilirsek, işte bu da bizim dinimiz olacaktır.
         5-7. “Hanginizin aklından zoru olduğunu 
yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler. Doğrusu senin Rabbin, yolundan 
sapıtanları çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi 
bilir.”
         “Peygamberim, yakında göreceksiniz. 
Onlar da görecekler, sen de göreceksin. Onlar da basir olacaklar senin de 
basîretinin konusu olacak. Yakında onlar da anlayıp bilecekler, sen de anlayıp 
bileceksin. Neyi? –YB²S«W²7! vU¬±[<Ï@¬" acaba hanginiz meftunmuş? 
Hanginiz deli, hanginiz akıllıymış? Bunu çok yakında onlar da anlayacaklar, sen 
de anlayacaksın.” 
Meftun, 
sapık, şeytan, mecnun, muazzep demektir. Yani kendisine azap olunacak kimse 
demektir. Öyleyse şeytanın kim olduğunu yakında görecek ve anlayacaksınız. 
Kimmiş deli, kimmiş azaba lâyık olan? Peygamber miymiş, peygambere vahiy getiren 
melek miymiş? Yoksa size akıl veren miymiş? Kimmiş sapık? Peygamber mi, yoksa 
ona sapık diyen sizler mi? Kimmiş deli? Kimmiş mecnun? Kimmiş azaba duçar 
olacak? Bunu çok yakında bilecek, görecek ve anlayacaksınız, diyor 
Allah.
         Peki ne zaman anlayacaklardı bunu? 
Bedir’de anladılar, birkaç yıl sonra anladılar bunu. Ama ne yazık ki bilmek 
ayrı, iman etmek ayrıdır. Bildiler, anladılar ama imânâ yanaşmadılar. Siyer 
kitaplarının bize anlattığına göre Rasulullah Efendimize deli diyen bu insanlar, 
Kâbe’nin avlusuna gelmiş, Kâbe’nin örtülerine yüz sürüp kendilerinden 
geçercesine ağlayıp Kâbe’nin Rabbine yalvarmışlar. Onlar diyor-lardı ki: “Ey bu 
Kâbe’nin Rabbi! Bizim aklımız karıştı. Muhammed mi haklı, yoksa biz mi haklıyız? 
Bunu anlayamıyoruz. Ey Rabbimiz ne o-lur çıkacağımız bu savaşta hangi taraf 
haklıya onu bize göster, kim haklıysa bu savaşta onu galip getir de, gözümüzün 
önündeki bu sis, bu esrar perdesi bir aydınlansın da, bizler de ne yapacağımızı 
bir bi-lelim.” 
Çıktıkları 
bu savaşta Allah müslümanları galip getirerek haklıyı haksızı göstermişti ama 
yine de imânâ yanaşmadılar. İki taraftan han-gisi azaba duçar olacak bunu 
gösteriyordu Rabbimiz ama yine de an-layamıyorlardı.
Çünkü insanları, 
insanların ahlâklarını, insanların amellerini sonunda değerlendirecek olan 
Allah’tır, başkası değil.
         8-9. “Ey Muhammed! Bundan böyle, 
yalanlayanlara aldırma; (Onlar sana indirilen âyetlerden beğenmediklerini 
bırakman sûretiyle senin) kendilerine yumuşak davranmanı isterler; böyle yapsan, 
onlar da seni över, yumuşak davranırlar.”
         Öyleyse Peygamberim, sen onu 
yalanlayanlara itaat etme. Sana mecnun diyenler buna inandıkları, seni öyle 
bildikleri için değil, onlar isterler ki sen onlara taviz veresin, onlar da sana 
taviz versinler. Onlar umuyorlar ve istiyorlar ki, sen kendilerine müdâhane 
edip, onlara yaranmaya, yağcılık yapmaya yönelip kendileriyle uzlaşma yolları 
arayasın, böylece uzlaşasınız ki sonunda küfürle İslâm’ı sarmaş dolaş 
yaşasınlar. 
Onların 
sapıklıklarına, şirklerine, bozuk düzen hayatlarına dokunmamanı, pisliklerine 
ilişmemeni isterler. Yani onlar senden öyle bir tavır, öyle bir din istiyorlar 
ki, bu din onların hayatına karışmasın. Onlar dine değil, din onların zevkine 
tâbi olsun. Onların günübirlik arzularına göre şekil alabilen bir din olsun bu. 
Demokrasi dini gibi… Çoğunluğun arzularına göre şekillenen bir din. Bu dinin 
tanrısı da onlardan ne bir ahlâkî kural, ne ibadet, ne namaz, ne oruç, ne 
örtünme hiçbir şey istemesin.
         Onlar istiyorlar ki, sen onlara 
müdâhane etsen de onlar da sa-na müdâhane etseler. Yani eğer sen onların 
yamukluklarına, sapıklıklarına dokunmasan, onlar da sana müdâhane edecekler, 
seni övecekler, seni yağlayacaklar, ne büyük, ne akıllı adam diyecekler. Yani 
sen onları yağlasan, alçak garazlarına, haksızlıklarına, küfürlerine, şirklerine 
hiç dokunmayıversen, hiç uyarmayıversen onları, uyarmamak bir yana sen onların 
yanlışlarına muvafakat ediversen, yani o yanlışlarında onlarla beraber olup 
onlara eşlik ediversen, onlar da sa-na yağ sürecekler. Yahu bu adam ne büyük 
adam! Ne akıllı, ne ileri görüşlü, ne aydın, ne derin hoca, diyecekler. 
Ama sen 
onlara müdâhane etmez, yağcılık yapmaz, onlardan yana davranmaz da hakkı ortaya 
koyar, Allah’ın emrini söylersen, Al-lah’tan aldığın âyetleri okuyarak onların 
hayatlarını yargılamaya ve sorgulamaya kalkışırsan, bilesin ki o zaman seni 
reddedecek, sana if-tira edecekler, deli diyecekler, mecnun diyecekler. Onlar 
samimi değil, sen samimi ol ey peygamberim, diyor 
Rabbimiz.
         Müdâhene lüzumsuz yere yumuşak 
davranmak ve yağcılık et-mektir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar isterler ki 
sen, Allah’ı inkâr e-desin, onlar da inkâr etsinler. Senin onlara taviz vermeni 
beklerler ki onlar da sana taviz versinler. Veya dinin aleyhine onlara yumuşak 
davranmanı isterler ki onlar da sana yumuşak davransınlar. Müşrikler isterler 
ki, onların ilahlarına davet etmelerine uyasın da, dinin aleyhine onlara yumuşak 
davranasın. Onlar da sana, dinleri aleyhine yumuşak davransınlar ve seni Rabbine 
ibadet etmen hususunda serbest bıraksınlar. Çünkü İsrâ sûresi bunu şöyle 
anlatıyor: “Eğer seni azimli ve sebatlı 
kılmasaydık, nerde ise onlara az da olsa meyledecektin. Eğer onlara biraz olsun 
meyletseydin, dünya ve âhiretin azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra kendin 
için bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra: 
17/74-75)
         “Onlar isterler ki sen onlara kolay 
davranasın, onlar da sana kolay davransınlar. Sen onlara yaptıkları konusunda 
ruhsat veresin, onlar da sana ruhsat versinler. Sen onların dininde görünesin, 
onlar da senin dininde görünsünler. Sen onlara münâfık ve müraî davranasın, yani 
bir süre sen onların dininde, bir süre de kendi dininde görünesin. Yani sen 
onlara yaklaşasın, onlar da sana yaklaşsınlar. Sen onlarınkine dokunmayasın, 
onlar da seninkine dokunmasınlar. Sen bizimkine saygılı olsan, biz de seninkine 
saygılı davransak, bizimkilerle seninkini karıştırıp hayatımızın bazı 
bölümlerinde senin Rabbini dinlesek. Meselâ namaz, oruç, hac gibi konularda 
senin Allah’ını dinlesek, hukuk, eğitim, ekonomi, miras gibi sosyal ve siyasal 
yapılanmalar konusunda da sen bizim ilahlarımızı dinlesen. 
Yani 
hayatımızın bazı bölümlerinde senin Rabbinin yasalarını, bazı bölümlerinde de 
bizim yasalarımızı uygulasak. Ya da hiç olmazsa arada bir şöyle bizimkine bir 
uğrayıversen. Şöyle bir yanından geçiversen, bir el sürüversen. Ya da hiç 
olmazsa bizimkine dokunmayıversen olmaz mı? İlişmeyiversen. Bizimkinin aleyhine 
konuşmayıversen, sen kendininkini yaşasan, ama biz de kendimizinkini yaşasak. 
Sen serbest olsan, biz de serbest olsak” diyorlardı.
         Bunu şöyle anlıyoruz. Böyle bir durumda 
onların kaybedecekleri hiçbir şey yoktur. Böyle bir durumda müşriklerin hiçbir 
kaybı olmayacak, kayba uğrayan peygamber olacaktır. Böyle bir uzlaşmada kaybeden 
taraf iman tarafı olacaktır. Çünkü eğer bir hayatı yüz birim kabul edersek, 
kâfir ve müşriklerin bu yüz birimlik hayatlarında az da olsa iman birimleri 
vardır. Kâfirin ve müşrikin hayatında da iman birimleri vardır. Hangi konularda? 
Bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’in ifadesiyle kimi konularda bunların da hayatlarında 
iman vardır. 
Meselâ 
gökleri kim yarattı? diye sorsanız, derler ki: Allah yarattı. Her şeye gücü 
yeten kim diye sorsanız, “Allah” derler. Yani müşriklerin hayatlarında da iman 
birimleri vardır. Peki kaçta kaçtır bu iman birimleri? Meselâ yüzde beş iman 
birimi varsa, yüzde doksan beş küfür ve şirk birimi vardır. Rasûlullah’ta ve 
onun yolunun yolcusu mü’minlerin hayatında ise yüzde yüz iman birimi vardır. 
Şimdi bakın bu adamlar istiyorlar ki, Allah’ın Resûlü böyle bir uzlaşma sonucu 
ha-yatında yüzde birlik, yüzde ikilik bir şirke düşsün, yüzde yüzlük imanından 
yüzde ikisini kaybedip yüzde ikilik şirke bulaşsın, onlar da bu uzlaşma hatırına 
Peygamberin dinine meylederek yüzde beşlik iman birimlerini artırıp yüzde 
doksana çıkarsınlar. Böylece sonuçta ne oluyor? Kim kazanıyor sonuçta? Yani 
sonuçta peygamber kimin safında yer almış oluyor? Peygamber hangi sınıfta yer 
almış oluyor? Yine müşriklerin safında yer almış oluyor değil mi? Çünkü onlar 
yüzde dok-san müslüman ama yüzde on müşrik olarak yine müşrik kalırlarken, 
peygamber de yüzde ikilik bir şirkle müşriklerin safına düşecek ve so-nuçta 
kazanan taraf şirk olacak, müşrikler olacaktır. 
Zaten 
dertleri buydu. Böylece istiyorlardı ki, böyle bir uzlaşma sonucunda peygamberin 
dâvâsı bitirilmiş olsun. İşte Rabbimiz diyor ki, sakın ha peygamberim sen onlara 
itaat etme, onlara meyletme.
         10-13. “Ey Muhammed! Diliyle iğneleyen, 
kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden 
alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış 
kimseye.”
         “Ey peygamberim, bir de şu özelliklerin 
sahibi olana da kesinlikle itaat etme. Sakın ha kesinlikle itaat etme. Sakın ona 
benzemeye çalışma. Onlar gibi olmaya, onları kullukta örnek almaya kalkışma.” 
Kimmiş bu kendilerine itaatin haram olduğu kişi? Ne özellikleri varmış onların? 
Bakın burada Åu6 denildiğine göre, yani her bir denildiğine göre, demek ki bu 
ifadeden sonra gelecek özellikler bir kişide bulunabileceği gibi, birkaçı bir 
kişide, yahut da bu özellikler ayrı ayrı kişilerde de bulunabilecektir. Öyleyse 
bu özellikleri kim üzerinde taşıyorsa, sakın ola ki ona itaat etmeyin, diyor 
Rabbimiz. Onlara itaatin haram olduğunu anlıyoruz buradan. Neymiş bu özellikler? 
Bakın birinci özellikleri şuymuş:
¯‘ŸÒ«& 
Åu6 Her bir Hallâf olana sakın itaat etme. Sakın Hallâfa, Hallâf olana itaat 
etmeyin.” Hallâfın birkaç mânâsı vardır:
         1- Hallâf, çok yemin eden demektir. 
Dilini yemine alıştırmış, o-lur olmaz her şeye yemin eden, sürekli yemin eden 
kişi demektir.
         2- Uzlaşmacı, anlaşmacı demektir. 
Herkesle uzlaşan, herkesle anlaşan, herkesle arası iyi olan kimse 
demektir.
         Demek ki Rabbimiz bu iki özellik sahibi 
hallâfa itaati haram kı-lıyor. Böyle bir adama kesinlikle itaat etmeyin, 
kesinlikle onu dinlemeyin, diyor Rabbimiz. Bir adam düşünün ki, sürekli yemin 
ediyor, ağzına gelen her konuda yemin ediyor. Aklına geldikçe yemin ediyor. İşte 
böyle birisine asla itaat etmeyeceğiz. Peki neden? 
Çünkü 
kendisine güvenmeyen, kendisine bile güveni olmayan, kendisinden emin olmadığı 
için sürekli kendisini yeminle desteklemeye çalışan bir adama biz hiç 
güvenmemeliyiz. Adam kendisine güvensiz. Kendisine güveni olmadığı için yemine 
sarılıyor. Kendi kendisine güveni olan bir adamın öyle olur olmaz her konuda 
yemin etmesine gerek yoktur. Niye öyle durup dururken Allah’ı şahit tutup 
duruyorsun? Öyle diyor adam değil mi? Öyle değil mi? Sen de vardın orada değil 
mi? Niye sık sık birilerini şahit tutmaya çalışıyorsun? Ne gerek var sürekli 
yemine? Demek ki adamın kendisine güveni yok da onun için yapıyor bunu. 
İstikrarı yok adamın. Yani ne demek istediğini, ne yapmak istediğini bilmiyor 
adam. Onun için böyle bir adam dinlenmemelidir.
         Bir de şunun için dinlemeyecekmişiz 
onu. Çünkü o uzlaşmacı ve anlaşmacı kimsedir. Yani herkesle arası iyidir adamın. 
Herkesle iyi geçinmektedir. Falanlarla arası iyi, filancılarla da iyi. Falan 
hiziple de iyi, filan grupla da iyi. Televizyonun her kanalıyla tanışık, 
barışık, hepsiyle arası iyi. Hanımıyla da iyi, komşularının hepsiyle de arası 
iyi. Ar-kadaşlarının hepsiyle arası barışık. Münâfıkla da barışık, müşrikle de, 
içkiciyle de, biracıyla da, zinacıyla da, açık gezenle de, kapalıyla da, namaz 
kılanla da, kılmayanla da, dinsizle de, ateistle de, demokratla da, komünistle 
de barışık. Adam böyle herkesle baştan sona barışıksa, böyle bir adama da itaat 
etmeyeceğiz. 
Onu asla 
dinlemeyeceğiz, asla onu kullukta örnek almayacağız, onunla istişare etmeyecek, 
onun dediklerini yapmayacağız. Çünkü böyle herkesle arası iyi olan bir adam bize 
de iyi görünmek için, bizimle de geçinebilmek için bize de yalan yanlış bir 
şeyler söyleyebilecek, bizi de aldatabilecektir.
         Böyle uzlaşmacı, herkesle iyi geçinen 
hallâflara kesinlikle itaat etmeyeceğiz. Herkesle barışık olanlarla beraber 
olmayacağız. Biz kendimiz böyle hallâf olmadığımız gibi, hallâflarla da beraber 
olmayacağız kesinlikle. Çünkü olmaz bu yahu! Yani hele hele böyle bir toplumda 
hiç kimseyle geçinilmez yahu! Kendimiz de dahil bu toplumda hiç kimseyle 
geçinilmez! Kendimizle de geçinilmez. 
Çünkü ben, 
sen, biz işte müslümanlığımız ortada. Hepimizin Kitap-sünnet bilgisi belli. 
Müslümanlığı kendisine şiâr edinen, Kitap ve sünneti kendisine dert edinen, 
hayatını vahye sorarak yaşayan geçinebileceğimiz kaç kişi var içimizde? Çok az 
böyle kimseler değil mi içimizde? Öyleyse kiminle, hangi tavrımızla geçineceğiz? 
Yemek modelimizle mi geçineceğiz? İslamî değil. Giyim-kuşam anlayışlarımızla mı 
geçineceğiz? Vahye dayanmıyor. Sosyal ve beşerî münasebet an-layışlarımızla mı 
geçineceğiz? Ekonomik hayat anlayışlarımızla mı? Siyasal bakış açımızla mı? Mala 
bakışımız, meslek anlayışımız, ev tefrişi anlayışımız, kazanma-harcama 
anlayışımız, infak, ikram, israf anlayışlarımız, çocuk eğitimi anlayışlarımız, 
evimizle ilgilenme anlayışlarımızla mı geçineceğiz? Hiçbirisi vahiyden 
kaynaklanmıyor. Neyimizle geçineceğiz biz yahu? Hangi anlayışımızla geçineceğiz? 
Hayır 
hayır, hiçbir şeyimizle geçinmeyeceğiz. Her şeyimize vuracağız, her şeyimize 
çatacağız, her şeyimize karşı çıkacağız. Ama kimileri, “tamam vuralım da lakin 
biraz tatlı vuralım” diyor. Peygamberden daha nazik anlatmanız mümkün mü? 
Adamlar peygamberi dinleyince deliye dönüyorlardı değil mi? Hatta adamlar, 
Kur’an’ın anlatımıyla, “aslan görmüş yaban eşekleri”ne dönüyorlardı. Allah böyle 
dedikten sonra da bu işin nazikliği filan da kalmayacaktır 
öyleyse.
         Bakın Allah bir âyet-i kerîmesinde 
buyurur ki:
         “Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, 
onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu 
gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah 
zalimleri doğru yola eriştir-mez.”
         (Cum’a 5)
         Kitabı yüklenenler, Tevrat’ı, Kur’an’ı 
yüklenenler, Kur’an’ı öğrenenler, Kur’an’ı hıfzedenler, Kur’an’la tanışanlar, 
sonra da onu hamletmeyenler, ona tahammül etmeyenler, onun yükünü ve 
sorumluluğunu taşımayanlar, onun istediği şekilde yaşamayanlar, onunla amel 
etmeyenler, onu insanlara ulaştırma sorumluluğundan kaçanlar, tıpkı kitap yüklü 
merkep gibidirler. Allah, “merkep” diyor onlara. Şimdi bunu ne kadar 
hafifletebilirsiniz? Nasıl yumuşak söyleyebilirsiniz? Ne kadar da ılımlı 
söylerseniz söyleyin, aslı serttir değil mi?
         Demek ki hallâf olana itaat 
etmeyecekmişiz. Öyleyse haydi hallâf olmayan birisini bulalım da ona itaat 
edelim. İslâm’ın, müslü-manın şahsiyeti anlatılıyor burada. Müslüman sadece 
Allah’la uzlaşmak, Allah’la geçinmek zorundadır. Hep Allah’a uymak, hep Allah’ı 
dinlemek zorundadır. Bir de Allah’la anlaşan, Allah’la uzlaşan, hayatını Allah’a 
sorarak yaşayan kimseleri dinler müslüman, gerisini kim olursa olsun ciddiye 
almaz.
         Daha ne özelliği varmış o itaat 
edilmeyecek adamın? 
¯ˆ@ÅW«; 
¯w[¬Z«8 Mehîn, alçak kimse demektir. Rey ve düşüncesi alçak, süflî düşünen, 
kendi kendisini alçak konuma indiren, kendisini küçük düşüren, değersiz, her 
fenalığa sürüklenen, her adiliğe meyleden kimse demektir. Mehînin bir de 
psikolojik bir düşüklüğü vardır. Psikopat demektir. Yani adam baştan sona 
değersiz, alçak ve rezil. İşte böyle bi-risine de itaat edilmeyecektir. Niye? 
Düşük, çukur adam da ondan. Kitap-sünnet bilmiyor, düşünce, eylem, bilgi 
planında çukur… Dinin “d”sinden habersiz. 
         Hemmaz da, gammaz mânâsınadır. Yani onu 
bunu gammazlayan, şunu bunu ayıplayan, insanlara tepeden bakan, ta’n eden, 
iğneleyen, zemmeden, gıybet eden, dürtüştüren, eziyet eden kimse de-mektir. 
“Hemmâz”; 
çokça 
gıybet edip adeta müslümanların etini yiyen, insanları dürtükleyen, çimdikleyen 
ve onları döven, demektir. 
Böylelerine 
de itaat haramdır. Sonra:
 ¯v[¬W«X¬" ¯š³@ÅL«8 Meşşa’ bi nemîm de, 
nemîmeyle yürüyen, kovuculukla gezen, boşboğazlık eden, kendisini 
ilgilendirmeyen şeylerin peşinde ha-yatını sürdüren kişi demektir. “Meşşâin binemîm” insanların 
bazıla-rının sözlerini alıp diğerlerine götüren, yalan sözler gezdiren, 
demektir.
         Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: 
“Koğuculuk yapan cenne-te giremez.” 
 (Buhâri, Edeb: 50, Müslim, İman: 
169-170). Yine Rasu-lullah (s.a.v.) kabir azabı çeken iki kimse için şöyle 
buyurmuştur: Şüp-hesiz ki bunlar azap görüyorlar. Bunlar, büyük bir günahtan 
dolayı azap görmüyorlar. Bunlardan biri kendisini idrardan sakındırmıyordu. 
Diğeri ise koğuculuk yapıyordu.” 
(İbn 
Cerir et-Taberi-Tefsir, 8/387)
Nemime hem dedikodu, hem de 
kovuculuk anlamlarına gelmektedir. Kötü bir sözü insanların birisinden diğerine 
onların aralarını bozmak, ifsad etmek için nakletmektir. Yani kötü bir söz var 
ve birisi onu iki insanın arasını açmak için birinden diğerine taşıyor. İşte 
bunu yapana da itaat etmeyin, diyor Rabbimiz. Nemîme/koğuculuk; 
fesatçılık yapmak, ara bozmaya gayret etmek amacıyla insanlar arasında söz 
getirip götürmek, sözü yalanlarla süslemek anlamındadır. İslâm, nemîmeyi büyük 
günah olarak kabul ederek, onu münâfıklık ameli saymıştır. 
         Allah için birilerinden birilerine iyi 
sözü de nakletmeyelim başta. Yani farz edin ki filan kişi falan hakkında bir şey 
dedi. Bu dediği iyi de olsa, kötü de olsa zaten nakletmeyelim. Neden? Çünkü 
adamın iyi döneminde iyidir o söz de, ama adamın pek bir belalı dönemi vardır 
ya, yani eşref olmayan bir dönemi vardır ya, işte o kötü döneminde de senin onun 
hayrına söylediğin söz bile kötüdür, ters anlayabilir onu. 
         Allah aşkına, birbirimize birbirimizin 
sözünü nakletmeyelim. Al-lah aşkına birbirimize insan sözü nakletmeyelim. 
Peygamber dışında, Allah aşkına insanlara insanların sözlerini nakletmeyelim. 
Eğer birbirimize bir şeyler diyeceksek, bir şeyler nakledeceksek o zaman mutlak 
hayır olan, hiç şerden eser olmayan, kişinin baştan sona hayrını gerektirecek 
olan söz var ya işte onu söyleyelim. 
Yani Allah’ın sözünü nakledelim, 
Peygamberin sözünü, sahâbenin sözünü nakledelim. Ne gerek var filanın, falanın 
sözünü nakletmeye? Peki hiç mi izin yok? Hiç mi insan sözü nakletmeyeceğiz? 
Meselâ adam bize küsmüş, gücenmiş, hakkında kötü düşündüğümüzü zannediyorsa, o 
zaman onun hakkında hayır düşündüğümüzü ifade ederiz. “Öyle değil, sen 
yanılıyorsun, bak senin hakkında filan yerde şöyle dedi, falan yerde böyle dedi, 
hatta bir iki yalan da katıverelim,” diyor kimileri. Bu iki kişinin arasını 
bulmak için söz konusudur tabi.
         
Onun dışında nakledilen söz birbirimizin sözü olmayacak. Kim olursa olsun 
insan sözü nakletmeyeceğiz birbirimize. Konuşacaksak, duyuracaksak âyet 
konuşacağız, hadis duyuracağız, bunun dışında hiç kimseden nakil yapmamaya 
çalışacağız. Falan şöyle dedi, filan böyle dedi diyerek insan sözü nakilciliği 
yapmayacağız. 
İkincisi, nakledilecek söz 
kesinlikle dünya ile ilgili, dünya imarıyla ilgili de olmayacak. Sakın ha, 
birbirimize nakledeceğimiz söz dünyayı imar edici nitelikte sözler de olmasın. 
Niye? Çünkü hiç lâzım değil ki bize bu. Vallahi lâzım değildir bize bu. Filan 
adam makine için, falan adam yol için, falan adam mazotların depoda donmaması 
için, bilmem ne için, ne için laflar üretmiştir de, Allah aşkına biz de onu 
birbirimize nakletmeyelim. Oturduğumuz yerlerde Allah aşkına bunlardan söz 
etmeyelim. Ne olacak yani? Adam karbüratörün çalış-masıyla alâkalı bir şeyler 
bulmuş, betonun statiğiyle alâkalı, sobanın hava sirkülasyonuyla alâkalı, 
depodaki benzinin donmamasıyla alâkalı, markın, doların prim yapmasıyla alâkalı 
birilerinin buluşlarını, sözlerini konuşmayalım Allah aşkına. 
Yani dünyamızın imarına yönelik 
söz nakletmeyelim. Niye? Zaten çöplükten berbat olmuş zihinlerimiz! Bir âyet 
duyuyoruz, arkasından bir insan sözü, arkasından bir kâfir sözü, arkasından bir 
filozof sözü, arkasından falan da böyle diyordu, filan da böyle diyordu derken 
kafalarımızın içi çöplüğe dönüyor Allah korusun. Naklettiğimiz sözler mutlak 
bizi diriltici, bizi hakka götürücü, bizi cennete ulaştırıcı, bizi cehennemden 
kurtarıcı cinsten olsun inşallah.
h²[«F²V¬7 ¯@ÅX«8 Bir de hayra engel olanı da 
dinlemeyin! Hayır engeli, hiç hayra yaramaz, kendisi cimri olduğu gibi 
başkalarını da cimriliğe sevk eden, başkalarının hayrına da engel olmaya çalışan 
hayır düşmanı kimse. Durmadan 
hayra engel olana, cimri olup malını Allah yolunda harcamayana, üzerine düşen 
hakları yerine getirmeyene, zere kadar kimseye bir hayırda bulunmayana, her iyi 
işe karşı çıkan ve diğer in-sanların İslam’a girmelerini önlemek için tüm 
çabasını sarf edene, zu-lüm ve taşkınlık yaparak haddi aşana, insanların üzerine 
saldıran ve Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyerek haramlara düşen mütecavize, 
Rabbine karşı günah işleyen ve haram yiyen suçlu hiç kimseye 
uyma!
Bir de hani Kur’an’ın başka bir 
yerinde hayır, mal mânâsınadır ya, öyleyse hayrı engellemekten maksat malı 
engellemektir. Malı, ha-yır yolunda kullanmaktan engellemeye çalışmaktır.       
Bir de çocuklarını ve çevresini 
İslâm’a engelleyen demektir. Düşünün ki bir adam çocuklarına öyle yollar açar, 
öyle programlar çi-zer, öyle meşgaleler arzeder, yollarına öyle barikatlar koyar 
ki, mümkün değil o çocuklar İslâm’ı, namazı düşünemezler, işte engel olmak 
budur. Sonra da kalkar engel olan mı var? Yapmak istediniz de engel mi olduk? 
Kılmak istediniz de biz mi engel olduk? demeye başlar. Ge-rek malını, gerek 
çocuklarını ve çevresini İslâm’a engelleyen, malını mülkünü ona hakkı olanlardan 
engelleyen, ya da her türlü hayra engel koyan adamı dinlemeyin, diyor Rabbimiz. 
Ona itaat etmeyin, di-yor.
         Birileri hep hayra engel olacak, şeytan 
rolünü üstlenecektir, onlara da itaat etmeyin, diyor Rabbimiz. 
Başka:
         Mu’tedin, mütecaviz, zulümkâr, haddi 
aşkın, hakkına razı olmayan, zulmeden birisidir o. 
         Esîm; vebal yüklü, günahtan, vebalden 
çekinmeyen, vebal yüklü, kendi vebali, çocuklarının, hanımlarının, komşularının, 
işçilerinin, memurlarının, tebaasının, talebelerinin vebalini yüklenen, 
günahlara karşı cesur davranan, günahlara katlanmaya çalışan veya günahı seven, 
günahtan yana olan bir adam.
         Utullin; zobu, kaba-saba, saygısız, 
obur, çarpıp yiyen bir adam. Kaba, haşin, sert, hayasız, edepsiz, kavgacı, 
sinsi, şerri çok şid-detli, katı kalpli, yardakçı ve anlayışsız kâfir ve 
münâfık. “Utul”: Katı, 
kaba, çabucak kötülük yapan demektir. Şiddetle çekmek manasına gelen utl 
kökünden alınmıştır. “Huzûhu fa’tulûhu: Tutun onu, cehennemin ortasına 
sürükleyin.” (Duhân:47) Katı, sert, sıhhatli, dolgun vücutlu, kimsenin 
kendisine dokunamadığı kişi demektir. Bu âyetteki utul hakkında Rasulullah’a 
sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: “O, vücudu kuvvetli, sağlam, çok yiyen, çok 
içen, yiyecek, içecek bulan, insanlara çokça zulmeden ve karnı geniş 
olandır.”  (Ahmed b. Hanbel, Müsned: 
4/227)
         Böyle olanlara da itaat etmeyin. 
İslâm’ın istediği tavrı sergilemeyene kaba denir. Değilse, meselâ İslâm’a yeni 
girmiş birisi mescide gelmiş, kenara geçip tuvaletini yapmış, çok mu kaba saba? 
Hayır! 
İslâm’ın dışındakini kendine 
ahlâk edinen kişi, meselâ örtüsüzlüğü kendisine din edinen kişi, 
misa firlerine hanımını yahut da içki 
ik-ram eden kişi, işte kaba, görgüsüz budur. 
Zaten Cenâb-ı Hakk  «: demişti ya, işte buraya kadar anlatılanlar 
hep onun tersinedir. Rasûlullah’ın ahlâkının tersine ahlâk sahibi herkes kaba ve 
sabadır diyoruz.
¯ Bir de zenîmdir o. 
“Zenîm”: 
Bir toplumdan olmadığı halde onlara yamanmış olan. Babası tanınmayan evlatlık 
manasınadır. Şair şöyle der: “Babasının kim olduğu bilinmeyen bir nesepsiz. 
Annesi zi-na eden, âdî soylu bir kişi.” 
Yani delme, basma, uydurma, 
fenalıklarla mimli demektir. En münasibi bu mimli, tescilli, şirret damgalı 
veled-i zina mânâsına gelir. Yani bu sayılan vasıflarla mimli, damgalı, tescilli 
demektir.
         Veya zenîm, şerle tanınan kişidir. 
Eskiden köyde koyunların kulaklarına "Zeneme" yapılırdı, yani en koyulur, 
enlenme yapılırdı. İş-te o koyun nasıl o zenemeyle, o enle tanınırsa, bu adamın 
da böyle tanındığı bir zenemesi, bir eni, bir işareti vardır. 
Meselâ adam çevrede deyyus, 
pezevenk, hırsız, homoseksüel, dalkavuk, yağcı veya yeminci bilinirse işte öyle 
bilinen, mimli birisi demektir. 
         
Velid Bin Muğıre adındaki Mekke’li müşrik bu vasıfları Rasûlul-lah’ın 
ağzından duyunca, anasına koşar ve: “Ana! Adam ol, akıllı davran, bak! Doğru 
söyle değilse mahvederim seni!” der. Anası korkar ve: “Ne var? Ne oldu? Niye 
böyle konuşup beni korkutuyorsun evladım?” deyince Velid der ki: “Ana! Bugün 
Muhammed bana bir şeyler saydı hepsi bende var. Hallâf dedi bu ben! Mehîn dedi 
ben, Hemmaz dedi ben, Meşşa’ bi Nemîm dedi, Menna’ lil hayr dedi, Mu’ted dedi, 
Esîm dedi ben, ben, ben... Hepsi ben. Ama bir zina lafı var ki, bu ne biçim 
iştir? Yoksa bu da mı ben? Doğru söyle bunun da aslı var mı?” Annesi der ki: 
“Oğlum evet o da doğrudur. Baban filan yere gitmişti de bir dönemler, malımız 
mülkümüz çoktu da bütün bunlar başkalarına kalmasın diye seni çobandan 
alıvermiştim” der. Burada anlatılanın Velid Bin Muğîre olduğu söylenmiştir. 
Belki dün oydu, peki ya şimdi ne anlayacağız bundan? Velid’in suçu değildir bu. Annesinin, babasının suçudur bu. Velid ne yapsın ki? Yani veled-i zina olmak o çocuk açısından bir suç değildir. Baba-ana için bir suçtur bu. Peki bizim anlayacağımız ne o zaman bundan? Gerçek suç, bu konumu benimsemek, bu ortamı kabullenmek, böyle bir sosyal hayattan rahatsız olmayıp onu sürdürmeye çalışmaktır.
Unutmayalım, gerçek suçlular 
bugünkü zina ortamını kabul edenlerdir. Kadının bugünkü giyinişini, erkeklerin 
bugünkü durumunu, bugünkü mal-mülk, eğitim anlayışını, bugünkü tefessüh etmiş 
sosyal ve siyasal yapı derekesini ve derecesini kabullenip peygamberin getirdiği 
inkılabî hayata sırt çevirmeye veya Kur’an’ın emrettiği hayata Esatîr’ul Evvelîn 
demeye çalışan insanların suçlu olduğu, reddedilme-si gerektiği anlatılıyor 
burada. İşte bu âyetlerden anlayacağımız budur. Zinadan, zinacılardan, zina 
ortamından razı oluş ve de zina orta-mı hazırlamaya çalışma. İşte en büyük suç 
budur.
         14-15. “Mal ve oğulları vardır diye 
aldırış etmeyerek âyetlerimiz ona okunduğu zaman:  “Öncekilerin masalları” 
der.”
         Bu âyetin iki anlamından söz 
edebiliriz. 
1- Malı-mülkü, çoluk-çocuğu var 
diye ona itaat edeceksin? Sa-kın ha bunlara sahip diye itaat etme buna. 
2- Bu adam malı-mülkü, 
çoluk-çocuğu var diye mi, kendisine Allah’ın âyetleri okununca bunlar “Esatîru’l 
Evvelîn” diyor?
         Yani malına-mülküne, çoluk-çocuğuna, 
eşine, dostuna, avâ-nesine, nüfusuna güvendiği için mi Allah’ın âyetlerine karşı 
böyle davranmaya cesaret buluyor bu adam? 
         Dikkat ederseniz bizim açımızdan da çok 
tehlikeli, bizim de çok gaflet ettiğimiz bir konu anlatılıyor burada. Birinci 
mânâya göre birilerinin malı-mülkü, atı, arabası, çoluk-çocuğu, taraftarı, 
makamı, konumu, statüsü sebebiyle eğer biz ona davranışımızı bozar da, itaatten 
yana, laf dinlemekten yana bir meylimiz olursa Allah korusun bu isyandır. Öyle 
değil mi? Gerçekten çok gaflet ettiğimiz bir konu değil mi? 
İslâm’ı, imanı hemen hemen aynı 
iki kişi var. Karşımızda Ama birinin malı biraz daha fazla, yedireceği yemek 
biraz değişik, bindireceği arabanın markası farklı; diğeri yaya gidiyor, gariban 
birisi… Eğer bu farklıdır, bu zengindir, bunun makamı var diye, birinci adamın 
sözünü diğerinin sözüne tercih edersek, bu tercih konusunda mal, makam ağırlığı 
varsa, kesinlikle isyan içinde olduğunuzu anlayın, diyor âyet. 
O zaman serveti, malı, makamı 
var, belki bir istifadesi dokunur, şerrinden sakınılır diye sakın onlara itaat 
etme! diyor âyet. Birinci anlamı bu. 
         İkincisi de, bu adam, malım-mülküm, 
çevrem, kredim, itibarım, yani başkasına ihtiyacım yok, ben kendi hayatımı 
kendim sürdürürüm, ben bana yeterim, benim kimseye eyvallahım yoktur diyor. 
Allah korusun bu küfür mantığıdır. Böyle bir adama Allah’ın âyetleri okununca, 
Allah’ın âyetleri arz edilince bakın ne diyormuş:
         Allah’ın âyetleri kendisine okununca 
der ki: “Bunlar Esatîru’l Evvelîn”dir. Anlayabildiğimiz kadarıyla, Kur’an’ın 
değişik yerlerinde geçen bu sözü, iki mânâ ile açıklayacağız: 
         1- w[¬7Å:Ï¿! h[¬0@«,Ï! Kelimesi, satır 
kelimesinin çoğuludur. Satırlar-lar gibi bir çoğul 
kelimedir.
         2- İkincisi bu kelime üsturenin 
çoğuludur o da üstureler, yani mitoloji demektir. 
         
Buna göre bu hainin, bu kâfirin dediği, ya da bugünkü gafil müslümanların 
çokça söyledikleri bu sözün iki mânâsı vardır:
         1- Bu Kur’an w[¬7Å:Ï¿! h[¬0@«,Ï! dir. Yani bu 
eskilerin yazdıkları satırlardır, bu eski kitaplardaki sayfalardır. Eski şeyler, 
eskimiş şeylerdir bunlar. 
“Bunlar eskilerin masalları, eski 
kitaplar bunlar, eski şeyler, eskimiş şeyler bunlar. Bize göre daha çağdaş, daha 
özgün, daha biz ifadeli, daha bizim hayatımızı içeren, daha bize hitap eden, 
işte şehrimizle, kentimizle, belediyemiz, parlamentomuzla, atımız, arabamızla, 
parkımız, plajımızla, radyomuz, televizyonumuzla ilgilenen, bize yönelik, yeni 
kitaplar olmalı… Yani bize bunlar değil, bize daha çağdaş, daha özgün, daha yeni 
kitaplar olmalı” diyorlar. Yeni satırlar, ye-ni kitaplar arıyorlar. 
         “Efendim işte bunlar on üç asır 
öncesine ait şeyler. İmamlar dönemine, mezhepler dönemine ait şeyler… İmamlar 
döneminde, mezhepler döneminde anlaşılmış, ayarlanmış, uyarlanmış şeyler. 
İmamlar döneminde fıkha dökülmüş şeyler,” demeye çalışıyorlar. 
Garip ama bu alçakların 
dediklerini şimdi müslümanlar söy-lüyor. “Efendim artık bugün Kur’an okumaya 
gerek yoktur, çünkü Kur’an imamlar döneminde fıkhî kalıplara dökülmüştür, bu 
nedenle bugün fıkıh okunmalıdır,” diyorlar.
         Veya, “işte bu mitoloji, yani efsane” 
diyorlar. Kur’an’ın istediği hayatı mitoloji, efsane görmeye çalışıyorlar. Bunu 
müslümanlar yapıyor. “Efendim, o peygamberdi, elbette kitabı o anlayacaktı. Biz 
peygamber değiliz ki! Biz onun gibi değiliz ki bu kitabı anlayabilelim!” 
di-yorlar. 
“Efendim onlar sahâbeydi elbette 
bu kitabı onlar anlar ve yaşar” diyorlar. “Yani şimdi bizler sahâbe miyiz ki bu 
kitabın âyetlerini anlamak ve yaşamakla sorumlu tutulalım. Mümkün değil arkadaş 
bu-gün bunu yapmak!” diyorlar. “Eğer müslümansan, müslüman olduğunu iddia 
ediyorsan o zaman kızını böyle giydireceksin, hanımını böyle eğiteceksin, 
şuradan kazanacak, şurada harcamayacaksın” diye ken-dilerine Allah’ın âyetleri 
okunduğu zaman, Allah’ın âyetlerinin muhtevası duyurulduğu zaman, “bu devirde 
bunları yapmak kesinlikle müm-kün değildir” diyorlar. “Belki o devirde, eski 
zamanlarda bunları yapmak mümkündü ama bu devirde kesinlikle olmaz bu,” 
diyorlar. 
Meselâ namazsız, abdestsiz olmaz 
diyeceksin, çaysız bir hayat düşüneceksin, televizyonsuz bir hayat düşüneceksin, 
vallahi bu devirde imkânı yok, olmaz bunlar!” diyorlar. Yani Kur’an’ın ön 
gördüğü hayatı mitoloji, yaşanması mümkün olmayan efsane kabul 
ediyorlar.
         Allah korusun ama dünkü ahlâksızların, 
kafirlerin söylediklerini bugün müslümanlar söylüyorlar. Kendilerine Allah’ın 
âyetleri okunduğu zaman, kendilerine Allah’ın emirleri duyurulduğu zaman bunlar 
“Esatîr’ul Evvelin” diyorlar. Yani bunlar ancak bir zamanlar insanların 
uyguladıkları, ama bu zamanda uygulama imkânı olmayan şeylerdir, 
diyorlar.
         Hem masal diyorlar, hem de insanları 
bundan engellemeye çalışıyorlar. Hem masal diyorlar, hem de insanların Kur’an’a 
yönelmelerinden korkuyorlar. Kuran kurslarını kapatmaya, Kur’an eğitimine 
yasaklar koymaya çalışıyorlar. Madem ki masal, öyleyse niye korkuyorsunuz bu 
kadar? Madem ki masal, bırakın dinlesin insanlar! Hikâye anlatan başka insan yok 
mu dünyada? Hayır hayır, öyle diyorlar ama buna kendileri de inanmıyor. Çünkü 
hem kendilerine, hem de çevrelerindeki insanlara tesir edeceğinden korkuyorlar. 
En’âm sûresinde şöyle buyrulur:
         “Onlar hem kendileri Kur’an’dan 
uzaklaşırlar hem de insanları ondan uzaklaştırırlar. Böylece kendi kendilerini 
mahvederler de farkına varamazlar.”
         (En’âm 29)
         Hem Kur’an’a masal diyorlar, hem de 
insanları, kölelerini, çocuklarını menediyorlar o Kitaptan. “Aman duymayın, 
dinlemeyin” diyerek insanları ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. 
Dinlemiyorlar, dinletmiyorlardı. 
Gürültü çıkararak, el çırparak, müzikle engellemeye çalışıyorlardı. 
Bakıyoruz bugün de zalimler 
insanları Allah’ın kitabından, Allah’ın dininden alıkoymak istiyorlar. Din 
eğitimini yasaklamaya çalışıyorlar. İnsanların Allah Kitabını duymalarına engel 
olmaya çalışıyorlar. “Aman bu insanlar dinle tanışmasınlar, aman bu insanlar 
Kur’an-la, kitaplarıyla tanışmasınlar” diye insanlarla kitapları arasına 
engeller koyuyorlar. O gün de, bugün de din düşmanlarının yaptıkları şey 
budur.
         Bakın Allah diyor ki: “Nasıl isterseniz 
öyle yapın! Nasıl derseniz deyin! Ama bilesiniz ki: 
         16. “Onun havada olan burnunu yakında 
yere sürteceğiz.”
         “Biz onun hortumunu damgalayacağız, 
hortumunun üzerinden damgalayacağız!” Dikkat ederseniz burada burnu denmemiş de 
hortumu denmiş. Hortumunun üzerinden damgalayacağız onu. Gurur, kibir anlamında 
burnu büyük, burnu yukarda mânâsı da çıkıyor buradan. 
         Burnunun damgalanması, Türkçe’de biraz 
da burnunun sürtülmesi mânâsına gelecektir. Aslında bir adam en çok yüzünü 
koruyacaktır değil mi? Ayağı bir yere çarpabilir, kolu, eli bir yerlere 
değebilir ama insan yüzünü daha bir korur. Hele hele burnunu hiçbir yere 
değdirmez adam, çünkü bir bakıma şan-şeref ifadesidir, ilk göze çarpan yer 
burundur. Ama bakın Allah oradan yakalayacak, oradan damgalayacağım, buyuruyor. 
Hani ayıların burnundan yakalandı mı işi bitiyor veya kurbanlık hayvanların 
burnundan yakaladınız mı işi bi-tiyor ya, burnunu damgalayacağız, diyor Allah. 
         Bunu şöyle de anlayabiliriz: Ona öyle 
bir damga, öyle bir alâmet-i fârika vuracağız ki, adam burnunu da kesse, adını, 
vatanını, milletini, pasaportunu da değiştirse, başka bir ülkenin vatandaşlığına 
da girse, dünyanın neresine giderse gitsin asla kendisinden kurtulamayacağı bir 
işaret, bir alâmet-i fârika vuracağız, bir zillet ve meskenet damgası vuracağız 
ki ona, asla ondan kurtulamayacak diyor Rab-bimiz. Dünyanın neresine giderse 
gitsin, nasıl kamufle etmeye çalışırsa çalışsın asla kurtulamayacağı bir horluk, 
hakirlik damgası vuracağız ona, diyor Rabbimiz. 
Kur’an’a karşı böyle bir tavır 
takınan kişiye Rabbimiz böyle bir damga vuracaktır. Şu andaki durumumuza bakınca 
bunun gerçekleştiğini görmüyor musunuz? İşte görüyoruz dünyanın neresine 
giderseniz gidin, ikinci, üçüncü sınıf vatandaşsınız. Kitabımıza karşı 
takındığımız Velid bin Muğıre tavrından ötürü alnımıza öyle bir zillet damgası 
vurulmuş ki, dünyanın neresine gidersek gidelim beş paralık bir değerimiz 
kalmadı. Bir zamanlar ecdadımızın eyaletim gözüyle baktığı iki paralık ülkelerin 
artığıyla beslenir duruma geldik. 
Şu anda Almanya’da, Hollanda’da, 
Fransa’da en kötü şartlar altında çalışanlar bizim vatandaşlarımızdır. Bizim 
kadınlarımız, kâfirlerin pisliklerini temizlemeye mahkum olmuştur. Yardım için 
çalmadık kapı bırakmadık. Dünyanın dilencisi olduk. Bundan daha büyük bir zillet 
ve meskenet olur mu?
         Hayvanların bile yüzüne vurmak caiz 
değilken, Allah’ın insanlara böyle bir damga vurmasından anlıyoruz ki, Kur’an’la 
alay eden, Kur’an’la dalga geçen, Allah’ın hayat programı olarak kullarına 
gönderdiği Kur’an’a “Esatîr’ul Evvelîn” diyen, “o eskilerin kitabıdır, o 
Arapların kitabıdır, o bugünün problemlerini çözemez” diyen biri, Allah ka-tında 
cehennemle damgalanacaktır. 
         Eğer şu anda bizim toplum olarak 
Kur’an’a karşı tavrımız da böyle ise, yani bazen laf taşıyor, bazen dedikodu 
yapıyor, insanlara Allah sözü değil de hep insan sözü taşıyor, insanların 
sözlerini Allah sözlerinin önüne geçiriyor, insanların kitaplarını Allah’ın 
kitabının önüne geçiriyor, Allah’ın kitabını kendisine az müracaat edilir bir 
konuma getiriyor, bazen kaba-saba davranıyor, bazen hayrı engelliyor, çok çok 
yemin ediyor, çok psikopat, aşağılık davranıyor, fikir, düşünce, a-mel ve eylem 
planında alçaklığı tercih ediyorsak, Kitap-sünnet bilgimiz sıfırsa, günahtan 
yanaysak, kendimizin vebalini, Kur’an-sünnetle tanıştırmadığımız 
çoluk-çocuğumuzun veballerini yüklenmeden yanaysak, Kur’an’a da bugünün çözümü 
değildir gözüyle bakıyor, yani evimizin çözümü için müracaat etmiyor, ülkemizin 
problemlerinin çözümü için müracaat etmiyor, arabamız bozulunca Kur’an’a 
gitmiyor, elektriğimiz kesilince Kur’an’a gitmiyor, çocuklarımızın eğitimi 
konusunda Kur’an’a müracaat etmiyor, evlenmemizde, boşanmamızda, mirasımızda, 
hukukumuzda Kur’an’a baş vurmuyor, Kur’an’a eskilerin kitabı gözüyle bakıyor, 
bugünün çözümü gözüyle bakmıyorsak, herhalde bizim de burnumuza bir esaret 
zinciri vurulacak, burnumuza bir ip takılacak ve ipin ucu kimin elindeyse o 
çekip bizi istediği yere götürecektir. Değil mi? Öyle olmamış mı? Bizim 
durumumuz şu anda öyle olmamış mı? Hep başkalarının çektikleri yere gitmiyor 
muyuz? Hem öyle ki, burnumuzun, yüzümüzün her yanı yara bere içinde. 
Kadınlarımız bir taraftan kanca takmış, toplum bir tarafa takmış, zevklerimiz, 
eğlencelerimiz, medeniyet dediğimiz şeyler, teknik dediğimiz şeyler bir tarafa 
kanca takmış. Bir tarafta A.B.D’nin kancası, I.M.F’nin kancası, bir tarafta 
A.E.T.'nin kancası… Biri bir tarafa, biri öteki tarafa a-sılıyor. Ne muhteşem 
bir burunmuş ki, dayanıyor, kopmuyor, yırtılmı-yor! 
         Allah korusun, şu anda her şeyimizle 
reziliz. Ekmeğimize, yiyeceğimize, şehrimize, okulumuza, kuralımıza, kaidemize, 
evlenmemize, boşanmamıza, alacağımıza, vereceğimize, düğünümüze, derneğimize, 
kısacası hiçbir şeyimize sözümüz geçmiyor. Tam rezillik iş-te! Bundan daha büyük 
bir rezillik ve rüsvalık olur mu? Tam rezil ve rüsva bir hayat. İnsan bu kadar 
şahsiyetini kaybetmez elbette ama Allah korusun kitabımıza Velid bin Muğire 
gözüyle bakar olduğumuz için işte bu hale gelmişiz.
         İşte bu zillet ve meskeneti şu andaki 
halimiz en güzel biçimde anlatmaktadır. Şu anda bu ümmet de bu rüsvalığı 
iliklerine kadar ya-şamaktadır. Allah korusun, işte vaziyetimiz. Burnumuza öyle 
esaret zincirleri takılmış ki, Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’ın kitabından 
kaçacağız derken pek çok ilahların kulu-kölesi durumuna düşmüşüz. Allah öyle 
ipler takmış ki burunlarımıza, öyle boyunduruklar vurmuş ki boyunlarımıza, 
onlardan asla kurtulma imkânımız da kalmamış. Artık öküz boyundurukları mı, 
yoksa şu anda kendisine kulluktan kaçan, başkalarının kulu-kölesi zilletine 
düşen, kendi yasalarını uygulamaktan, kendi kitabına sahip çıkmaktan ve 
hayatlarını o kitapla düzenlemekten kaçtıkları için başkalarının yasalarını 
uygulamak zorunda kal-mış, Allah’a kulluktan kaçarken yığınlarla varlığın 
kulu-kölesi durumuna düşmüş şu andaki biz perişan müslümanların boyunlarımıza 
vurulmuş resmî boyunduruklar mı? Zalim tâğutlar tarafından boyunlarımıza 
vurulmuş vatandaşlık boyundurukları mı, resmî bağlar, resmî ip-ler mi, yoksa 
A.B.D’nin vurduğu kölelik ipleri mi? A.T.’nin, I.M.F’nin vurduğu boyunduruklar 
mı? İşte âyetten bunların hepsini anlıyoruz.
         Biz Kur’an'a bu gözle baktığımız için 
alnımıza, burnumuza bu damga vurulmuş, bu zincirler takılmış. Peki bu durumdan 
kurtulmamız mümkün olmayacak mı? Hep böyle rezil bir hayatın adamı mı olacağız? 
Hayır, eğer biz vaziyetimizi, kitabımıza karşı bu bozuk düzen bakışımızı 
değiştirir, onu hayat programı kabul eder ve hayatımızı onunla düzenlemeye karar 
verirsek, elbette Rabbimiz bizim bu makus kaderimizi değiştirecektir. Öyleyse 
vakit kaybetmeden değiştirelim ba-kışlarımızı da, Allah durumumuzu 
değiştirsin.
         Sûrenin bu bölümünde  ²v;@«9²Y«V«" _Å9Ë! buyurarak bu 
anlattıklarına tarihten bir örnek sunacak. Biz onları dener, imtihan ederiz. 
Böyle mallarına mülklerine, evlatlarına, çevrelerine, saltanatlarına güvenerek 
Kur’an’a karşı müstekbir bir tavır takınan, Allah’ın âyetleriyle dalga geçen 
kimselerin akılları başlarına gelsin de adam olsunlar, Kitaba bakışlarını 
düzeltsinler, Rabblerine kulluğa yönelsinler diye onlara be-lâlar, iptilâlar, 
denenmeler göndererek onları deneriz, diyerek tarihten bahçe sahipleriyle ilgili 
bir hadise anlatacak. Tıpkı En’âm’da anlatıldığı gibi:
         “Şüphesiz ki senden önce ümmetlere 
peygamberler göndermiştik; onları yalvarsınlar diye darlık ve sıkıntılara 
sokmuştuk. Hiç değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil 
miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel 
gösterdi.” 
(En'âm 
42,43)
         Önceki toplumlara da peygamberler 
gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu peygamberlere ve onlar vasıtasıyla 
kendilerine gönderilen kitaplara değer vermediler. Bu peygamberler ve onların 
kendilerine getirdiği mesajlarla ilgilenmediler. Hayat programlarını Al-lah’tan 
ve Allah’ın elçilerinden almaya yanaşmadılar. Allah’ı da, Allah’ın elçilerini de 
hayatlarına karıştırmamaya çalıştılar. Allah hayata karışmaz, Allah âyet 
göndermez, Allah elçi göndermez, Allah kitap göndermez, dediler. Onlar Allah’a, 
elçilerine ve kitaplarına küfrettiler de onlara merhametimizden dolayı akılları 
başlarına gelsin de bize dönmeyi anlasınlar diye biz onları fakirlik, kıtlık, 
açlık, geçim darlığı, hastalıklar, çeşitli afetler ve zarûretlerle 
yakalayıverdik. 
Onları türlü türlü sıkıntılara 
sokuverdik ki, kabukları yırtılsın da tevhit açığa çıksın diye. Küfürden şirkten 
vazgeçsinler de, iman etsinler diye. Sığınacak kapıları kalmasın da bize 
sığınsınlar diye. Yalvaracak, başvuracak, dövecek kapıları kalmasın da bize 
yalvarıp yakarsınlar diye. Bizim gönderdiğimiz Kitaba sarılsınlar diye. Ama beri 
tarafta şeytan onlara sürekli amellerini süslü gösterdi de, hayrı şer, şerri 
hayır, iyiliği kötülük, kötülüğü iyilik gösterdi de onlar adam olma ve uyanma 
istidatlarını kaybettiler. 
         “Onlar ne zaman ki kendilerine 
hatırlatılanları unuttular, biz de onlara her şeyin kapısını açıverdik.” 
         (En'âm 44)
         Onlara her şeyin kapılarını açıveririz 
de, hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz olurlar. Her türlü nimetlerin, refahın, 
bolluğun içine gömülürler. Bütün bu nimetleri kendilerine lütfeden Allah’a 
şükretmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeden, kalpleri nimet vereni anmadan, 
nimet vericiden korkmadan sanki her şey kendilerininmiş gibi keyif çatmaya 
başlarlar. Eğlencelere, zevklere dalarlar. Şehvetlerinin peşinde solucanlar gibi 
kıvranmaya başlarlar. Sanki tüm bu nimetler kendilerininmiş, sanki ölüm 
gelmeyecekmiş, sanki ahiret, hesap kitap yokmuş gibi coşarlar taşarlar 
da:
         “Kendilerine verilenlerle sevinip 
coşmaya başlayınca da ansızın onları yakalayıveririz de iblis gibi 
oluverirler.”
         Allah korusun, tüm ümitlerini yitirmiş, 
ümitsizlik ve mahrumiyet içinde donakalırlar. Sonsuz bir acı, onulmaz bir hasret 
içine gömülüverirler. İşte Nuh kavmi, işte Hûd kavmi, işte Lût, işte Salih (as) 
kavmi, işte Roma, işte Firavunlar, işte Nemrutlar ve işte Amerika, Almanya ve 
Fransa… Allah her şeyin kapılarını açıvermiş ve işlerini bitirmiş 
bunların.
         Rasulullah böyle dua etmiştir: “Ya 
Rabbi, bu Mudar kabilesi üzerine azabını indir, şedit darbeni onların üzerine 
indir ve de onlara Yusuf'un yılları gibi kıtlık ver.” Bu duanın kabulüyle Mudar 
kabilesi mahvoldu, perişan oldu. Sonra gelip bel büktüler, boyun büktüler, 
mecburen dediler ki: “Ya Muhammed, Rabbine dua et te şu belâ üzerimizden 
kalksın.” Müşrikler, Peygamberimizin duasının kabul edildiğini biliyordu. 
Mulâane âyeti gelmişti de hiçbirisi buna yanaşmamıştı. Aklı başında olanlar 
dediler ki: “Aman ha peygamberle böyle bir şey yapılmaz.” İşte böyle azaplar 
geldiğinde akılları başlarına gelseydi bari, ama yine de 
gelmedi.
         İşte burada da böyle bir imtihan 
anlatılacak. Ama ondan önce şimdi bize dönelim. Acaba şu anda bizler aklımızı 
başımıza getirecek nasıl bir bela bekliyoruz? Ne bekliyoruz biz? Ne verecek 
Allah bize? Neyi bekliyoruz? Ağzınıza aldığımız suyun kan olmasını mı? 
Kızlarımızın, oğullarımızın gözümüzün önünde kesilmesini mi? Kızlarımızın, 
kadınlarımızın ırzına geçilmesini mi? Evlerimize girilip mallarımızın müsadere 
edilmesini mi? Neyi bekliyoruz? Nasıl bir belânın gelmesini bekliyoruz? 
Evlerimizin Karun evi, çarşılarımızın Firavun çarşısı gibi olmasını mı 
bekliyoruz? Yani ne bekliyoruz? Gökten azab yağmasını, yerden suların 
fışkırmasını mı? Göğü unuttuk, arzı unuttuk, Allah’ın gökteki, yerdeki 
âyetlerini, Kur’an âyetlerini, aile hayatını, refah ve sa-adeti, gülmeyi, 
ağzımızın tadını unuttuk. Daha ne bekliyoruz? 
         17-18. “Biz bunları, vaktiyle bahçe 
sahiplerini dene-diğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi 
devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin 
etmişlerdi.”
         Bir zamanlar bir bahçe varmış, ne zaman 
olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz. Ya o dönemde, bu âyetlerin indiği dönemde 
bu âyetlerin muhatapları tarafından bilindiği için Allah bildirmemiş, ya da 
bilinmesi gerekmediği için genel tarif edilmiş. Çünkü bu imtihandı ve her 
dönemde bu bahçeler ve onlarla imtihan edilenler vardır. İşte şu anda 
bahçeleriniz, arabanız, eviniz, oğlunuz, kızınız, bağınız-bahçe-niz, size 
verilen her şeyiniz imtihan konusudur. Bir bahçe ve de onun sahipleri 
var:
Yemin etmişler bu bahçenin 
sahipleri. Hani yeminciye de uymayacaktık ya, önceki âyetlerde yemin edene itaat 
etmeyin denmişti ya, bakın burada hemen bir örnekle hatırlatıveriyor Allah: 
Yemin ediyorlar. Hangi konuda? 
“Kesinlikle, vallahi, billahi, tallahi kesinlikle sabahleyin biz bu cenneti 
keseceğiz! Biz bağı bozacağız! Biz bu bahçenin ürününü devşireceğiz” diye yemin 
ediyorlar. 
Yani o cenneti keseceklerine, 
bağı bozacaklarına, ürünü devşireceklerine, sabahleyin bu işi icra edeceklerine 
yemin ettiler. 
Ama istisna etmediler. İki mânâsı 
vardır bunun: 
1- İnşallah demediler, Allah izin 
verirse demediler. Allah nasip ederse biz bunu yapacağız, demediler. 
2- Ya da miskinlerin hakkını 
istisna etmediler, fakir-fukaranın hakkını da düşünelim, onların hakkını da 
verelim demediler.
         Anlaşılan şöyle: Bunlar en azından üç 
kişiler, yani ikiden fazla kişiler, üç kardeşler ve  babalarından miras olarak kendilerine intikal 
eden mallar, mülkler var. Babaları zengindi, hayır, infak ehliydi ve her kese 
veriyordu. Hayattayken babaları fakir-fukaranın hakkını ihmal et-miyordu. Onun 
için daha önceden o bahçenin bozumunda fakir-fuka-ra bildikleri için kulak 
kabartıyorlardı. Babaları vefat edip te bu bahçe kendilerine intikal edince, 
“efendim, babamız tek kişiydi, elbette o bundan fakir-fukaraya bolca veriyordu, 
ama bizim şu anda sayımız çoğaldı, kaç kişiye bölünecek şimdi bu bahçe? Evlad 
çok, arazi az, nasıl vereceğiz ki herkese? Bu durumda biz nasıl verelim?” 
diyorlardı. 
Aynı bizim mantık, aynı anlayış 
değil mi? “Yetmiyor ya! İşte mutfağa şu kadar, ata, arabaya şu kadar, sigaraya 
bu kadar, benzine şu kadar, plaja, pikniğe bu kadar, yetmiyor efendim!” diyoruz 
ya! İşte bunlar da yetmiyor dediler ve fakir-fukaranın hakkına engel olmaya 
çalıştılar. Fakirin hakkını verelim demediler, istisna 
etmediler.
         Veya birinci anlamıyla inşallah 
demediler, yani bu işi yapma eylemini kendilerine izâfe etmediler. “Ben bilirim, 
ben kazanırım, ben yaparım, bu bahçeyi biz bozarız, bozacağız” dediler. Ama 
Allah da vardı hesabın içinde, Allah’ı hiç düşünmediler.
         19-20. “Ama onlar daha uykudayken 
Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara 
kesilmişti.”
         Allah’ı diskalifiye ettiler. Bu konunun 
daha iyi anlaşılabilmesi için Yusuf sûresini baştan sona okumak gerekir. O kadar 
hoş bir örnektir ki! Hayatı düzenleyen, her konuda hayata etkin olan Allah’tır. 
Rabbimiz bize soru gönderiyor, önümüze bir imtihan alanı açıyor, bize seçenekler 
gösteriyor, bizi bunlardan birisini seçmeyle karşı karşıya bırakıyor ama bizzat 
kendi müdahalesine de devam ediyor. Nasıl? Meselâ bakın Yusuf’a (a.s) rüya 
gösteriyor. Rüyayı gösteren Rabbi-mizdir. Sonra Yusuf (a.s) bu rüyasını babasına 
anlatıyor. Baba ve Yu-suf (a.s) haktan yana rol alıyor, ama kardeşleri batıldan 
yana rol alıyorlar. İsteselerdi onlar da hakka karşı rol almazlardı. Ama mesele 
neydi? İş nereye varacaktı? Yani Allah’ın takdir buyurduğu senaryo neydi? 
Mesele şuydu: İsrailoğulları yani 
Yakub oğulları Mısıra gidecekti. İşte senaryo buydu. Allah takdir etmişti bunu. 
Lakin bu senaryonun gerçekleşmesi adına perdede rol alan birileri vardı. Bu 
rolcülerden Yusuf’un kardeşleri onu bir kuyuya atıyorlar. Bakıyoruz hemen 
sahnede rol alanlardan bir kervanı harekete geçiriyor Allah ve yollarını oraya 
denk getiriyor. Yıllardır o bölgede seyahat eden kervan, o kuyuda suyun 
olmadığını bildikleri halde rolleri gereği kuyuya kova salıp çocuğu alıyor ve 
Mısır’a götürüyorlar. Mısır pazarında çocuğu satmaya çalışırlarken, Allah şehrin 
Azizini harekete geçiriyor ve pazara uğratıyor. Sahnede azizin de rol aldığını 
görüyoruz. Aziz, Yusuf’u satın alıyor ve artık Yusuf azizin evindedir. Dikkat 
ediyor musunuz, Rabbimizin takdir buyurduğu senaryo nasıl da saat gibi işliyor? 
Sanki perdede, görünürde Yusuf’un 
kardeşleri var, kuyu var, kervan var, aziz var, ama bu konularda sanki Allah’ın 
müdahalesi yok gibi değil mi? Her şey sanki kendiliğinden olup bitiyor gibi 
değil mi? Yani şöyle dışardan sahneyi seyrettiğiniz zaman sanki kişiler bizzat 
kendi rollerini kendileri yapıyorlar. Ama perde arkasında bir el var ki, 
bunların hepsini O ayarlıyor. Sonra bir başka sahne, bir başka rolcü devrede. 
Aziz’in karısı, onun Yusuf’a meyli, iftiralar, skandallar, zindan, kralın rüyası 
ve sonunda Mısır’a sultan. 
Ama Allah’ın bizzat belli 
müdahaleleri var yine orada. Ne o? Krala rüya gösteriyor Allah. Bu, Allah’ın 
bizzat ve direk müdahalesidir. İşte 7 semiz inek, 7 zayıf inekle ilgili olan bu 
rüyayı krala bizzat Allah gösteriyor, Allah’tan başka kimse yapamaz ki bu işi! 
Allah sanki diyor ki, “bakın benim müdahalem var! Beni unutmayın!” Meselâ 
Mısır’a kıt-lık veriyor, bunu Allah’tan başka kimse yapamaz 
ki!
         Sahnede rol oynayanlar var, bu rolleri 
Allah belirliyor, yani böylece olaya Allah dolaylı olarak müdahale ediyor. Bir 
de Allah’ın rüya ve kıtlık gibi bizzat müdahalesi var.
         Bakın burada da Allah böyle bizzat 
müdahale ediyor. Peki nasıl olmuş Rabbimizin bu bahçe sahiplerine müdahalesi? 
Bakın şöyle:
         19-20. “Ama onlar daha uykudayken 
Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara 
kesilmişti.”
         Allah’tan bir tavafçı, bir taif şöyle 
bir dolanıveriyor bahçede. Yani yakan bir rüzgar veya her şeyi kül ediveren bir 
ateş, bahçeyi kapkara ediveren, bağı bozuveren bir ateş şöyle bir tavaf 
edivermiş bahçenin içinde.
Üstelik de onlar uykudalarken ve 
haberleri bile yokken oluyor bu iş. Kendileri güya bu işe etkinlerdi! 
Kendilerine güveniyorlardı güya. Güya kendi kendilerine bozabileceklerdi o 
bahçeyi. Sabahleyin biz bu işi yapacağız diyor ve istisna da yapmıyorlardı. 
İnşallah da demi-yorlardı. Allah’ı diskalifiye ederek kendilerini bu işe kâdir 
zannediyorlardı. Bakın uykudalarken, hiçbir şeyden haberleri bile yokken 
gönderdiği bir tavafçıyla Allah ne yaptı o bahçeye? Allah’tan bir tavafçı 
dolanıverdi o bahçede de, sonunda:
Ne kadar mütenasip bir kelime, ne 
kadar uygun bir ifade bakın. Ne diyorlardı adamlar?
Sabah olunca bağ bozumuna 
gideceğiz, sabahleyin bağı bozacağız diyorlardı. Allah ne 
buyuruyor?
Onların bozmasına gerek kalmadı, 
sabah olunca bağları bozuluverdi. Bağları bozguna uğrayıverdi de sarim gibi, 
sırım gibi oluverdi ve işleri bitti.
         “Sarîm”, meyvesi 
biçilmiş, ürünü devşirilmiş bahçeye, hasılatı kesilmiş tarlaya, geceden bir 
kıtaya veya hiçbir şey bitirmeyen kumluk araziye denir. Yani sanki böyle yanmış, 
kül yığınına dönmüş, kum yığını olmuş, gece gibi kapkara olmuş, kaya gibi olmuş 
yere de sarim denir. Bahçe işte bu hale gelmiştir. 
         Şimdi de sahneye diğer taraf 
getiriliyor. Sanki önce bir bölümü gündeme getiriyor Rabbimiz, sonra o perdeyi 
kapatıp bir diğer bölümü gündeme getiriyor. Filmlerde, romanlarda da öyledir. 
Bakın şimdi beri taraf gündeme (sahneye) getiriliyor.
         21-22. “Sabah erken: “Ürünlerinizi 
devşireceksiniz, erken çıkın” diye birbirlerine 
seslendiler.”
         Sabah olunca birbirlerini çağırmaya 
başladılar, birbirlerine nida edip uyardılar: “Hey! Haydi! Hadi çabuk olun! 
Elimizi çabuk tutalım! Gideceksek, sabah olmadan, kimse bizi görmeden, sabah 
erkenden bu işi bitirelim! Gecenin bir yarısında çıkalım, çabuk olalım” demeye 
başladılar. 
         Dikkat ederseniz 
burada:
İfadesini kullanıyorlar. “Haydi 
harsınıza, haydi yetiştirdiğiniz bahçeye” diyorlardı. Neden böyle diyorlardı? 
Yani sanki o bağı kendileri yetiştirmiş, sanki o bahçe kendi ekimleri, kendi 
kültürleriymiş gibi, haydi harsınıza diyor ve burada da yine o bahçenin gerçek 
yetiştiricisini diskalifiye ediyorlar. 
Bir de dikkat ederseniz “ilâ 
harsiküm” demiyorlar da “alâ harsiküm” diyorlar. Yani “alâ” 
ile olunca sanki böyle onun üstüne abanacaklar, kimseye 
kaptırmayacaklar.
         23-24. “Bugün orada, hiçbir düşkün 
kimse yanımıza sokulmasın” diye gizli gizli konuşarak 
yürüyorlardı.”
         Gece yarısında hızlıca hareket ettiler. 
Gizlice, fısıltı halinde birbirlerine bir şeyler demeye çalışıyorlardı. Aman 
kimse duymasın çabasıyla böyle yapıyorlardı. Bakın birlerine dedikleri de 
şuydu:
 “Aman ha! sakın ha! Yavaş konuşun, sessiz 
olun, hızlıca ve erkenden hareket edin ki, bugün üzerinize bir miskin 
sokulmasın! Sa-kın bir miskin duyup ta yanınıza gelmesin! Kimseciklerin haberi 
olmadan bu işi bitirip ürünümüzü evimize katalım!” 
Daha önceleri babaları bu bağın 
bozumu esnasında yolda, belde fakir-fukaraya bolca dağıtarak bu fakir kimseleri 
alıştırmış olduğu için gizli davranmaya çalışıyorlardı.
         25. “Yoksullara yardım etmeye güçleri 
yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler.”
         Buradaki “Hard” kelimesinin birkaç 
mânâsını vardır:
         1- Hard, güç kudret demektir. Yani 
sadece gitmeye güçleri ye-terek yola çıktılar olacaktır.
         2- Hard, tesis etmek, bir şeyler 
organize etmek, bir şeyler ortaya koymak demektir. Yani bunu yaptılar, bunu 
becerdiler. Neyi? Ya bu erkenden yola koyulabilmeyi becerdiler, ya da 
istedikleri biçimde fakirleri diskalifiye etme işini 
becerdiler.
         3- Hard, o bağın, o bahçenin 
adıydı.
         4- Hard, intikam ve gazap demektir. O 
miskinlere, fakirlere karşı bunu becermişler.
         5- Engel olmak demektir ki, işte ancak 
bunu becerebildiler. Yani bu kadarına güçleri var adamların, hiç güçleri yok 
değil tabii. Bu kadarını organizeye güç veriyor Allah 
insanlara.
         Yola çıktılar:
         26-27. “Bahçeyi gördüklerinde: 
“Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık” 
dediler.”
         Bahçelerine varıp, o kül yığınını 
gördüklerinde, şöyle bahçenin karşısında duraladılar, şaşırdılar, afalladılar ve 
dediler ki: “Galiba biz yanlış geldik! Galiba biz yanlış geldik! Herhalde biz 
başka bahçeye geldik!” Yutkunuyorlar ve “Yooo!” diyorlar, “biz mahrum edilmişiz! 
Biz engellenmişiz! Miskine engel olacakken bizim elimizden alınmış! 
Fakir-fukarayı diskalifiye edecekken biz diskalifiye edilmişiz! Birilerini 
at-latacağız derken biz atlatılmışız!” 
“Eyvah biz 
kaybedenlerden olmuşuz!” dediler. Biraz önce kendilerini her şeye kadir gören 
insanların şimdi elleri böğründe nasıl bahçenin kenarında büzüştüklerini, nasıl 
yıkılıp perişan olduklarını düşünün.
         28. “Ortancaları: “Ben size Allah'ı 
anmanız gerek-mez mi? dememiş miydim?” dedi.”
         Buradaki “ortanca”, anlayabildiğimiz 
kadarıyla yaş ortancası değil, boy ortancası değil, daha bir mutedil hareket 
edenleri, içlerinde daha bir dengeli olanları, yani bu işi daha bir dengeli 
düşünenleri demektir. 
Çünkü biz biliyoruz ki vasat, 
adil dengeli demektir; vasat, denge, muvazene unsuru demektir. İşte içlerinden 
en dengeli davrananları, en müslümanca düşünenleri dedi 
ki:
 “Ben size tesbih edin demedim mi! Ben size “Sübhanal-lah” deyin demedim mi! Ben 
size “istisna” edin, “İnşallah” deyin demedim mi! Allah’ı 
unutmayın, gelin fakir-fukaranın hakkını da ayıralım demedim 
mi!”
Buradan şunu anlıyoruz: 
Birilerini uyarıp, sonra da uyardığımız o insanların uyarının tersine 
hareketlerinde onlarla beraber olursak, unutmayalım ve kesinlikle bilelim ki 
onların başına gelecek belâ aynen bizim başımıza da gelecektir. Bakın âyetten 
anlıyoruz ki bu kardeşlerden biri, yani daha bir dengeli olanı, daha bir 
müslümanca düşüneni ötekilerini uyarmış ama onlardan ayrılmamış. Uyarının 
tersine hareket ettikleri halde onlarla o konuda birlikteliğini sürdürmüş ve bu 
yüzden de onların başına gelenin aynısı onun da başına gelmiştir. Allah onu 
diğerlerinden ayırmamıştır. Demek ki sadece uyarmak 
yetmiyor.
         “Hanımım! Oğlum! Kızım! Arkadaşım! 
Hısımım! Akrabam! Yapma bu işi! Haramdır! Günahtır!” dedikten sonra eğer hâlâ 
onunla canciğer kardeş olmaya devam edersek, ondan ayrılmayıp, ona karşı ciddi 
bir tavır koymazsak, unutmayalım ki onların başına gelenin aynısı bizim de 
başımıza gelecektir.
         Biliyoruz ki bizden önceki 
İsrailoğullarının sapması da böyle başlamıştır. Ebu Davud ve Tirmizî’nin rivayet 
ettikleri bir hadis-i şeriflerinde Rasulullah Efendimiz şöyle 
buyurur:
         “İsrailoğulları arasında ilk sapma şöyle 
başladı. Bilenlerden birisi günah işleyen bir adama rastlar ve: “Ey adam, 
Allah’tan kork ve bu yapmakta olduğun işi terk et, zira bu iş sana helal olmaz” 
der. Ertesi gün yine o adama aynı halde rastlar da, böyle olduğu halde yine de 
onunla oturup kalkmaktan, yiyip-içmekten çekinmezdi. Onlar böyle yapınca da, 
Allah onların kalplerini birbirine benzetiverdi.”
         (Riyazu’s –Salihîn, l09 No’lu 
hadis)
         O konunun âlimi, o konunun günah 
olduğunu bilen biri, günah işleyen birisine rastlar. Onun işlediğinin günah 
olduğunu, münker olduğunu bilen birisi… Yani buradaki bilenden kasıt her konuyu 
peygamber gibi bilen birisi değil de, işlenenin günah olduğunu bilen birisi. 
Önce onu uyararak “Allah’tan kork” derdi. “Allah’tan kork ta Allah’ın yasak 
kıldığı bu günahı işlemekten vazgeç, çünkü bu yaptığın haram-dır” derdi. Ama 
ikinci defa ona rastladığı zaman, onu yine aynı günahları işler buldu da onunla 
irtibatını kesmedi. Onunla birlikte oturup kalkmaya, onunla birlikte 
yiyip-içmeye, onunla birlikte kol kola pikniğe gitmeye devam etti. İşte bu 
sebepledir ki, Allah da onların kalplerini günahkarların kalplerine 
benzetiverdi. Onların kalplerini de berikilerin kalpleri gibi yapıverdi. 
Öyleyse 
buna çok dikkat etmeliyiz. Eğer gördüğümüz bir kötülüğü yasaklamaya 
çalışıyorsak, kesinlikle o kötülüğün işlendiği makamda, konumda bulunmamalıyız. 
Belki sadece o kötülüğü yasaklayacak kadar bir dönem orada bulunabiliriz. Onun 
ötesinde eğer kalplerimizin günahkarların kalplerine benzetilmesini 
istemiyorsak, derhal o makamı, o ortamı terk etmek 
zorundayız.
         Allah korusun da şu anda müslümanların 
durumu İsrailoğulla-rının bozuluş durumlarından farksız. Meselâ bir müslüman 
düşünün ki, ortağı namaz kılmıyor, içki içiyor veya faiz yiyor. Ama buna rağmen 
o müslüman onunla ortaklığı devam ettiriyor. Halbuki bir müslü-man olarak bizim 
onunla ortaklığımız asla bir ortaklık adına değil, o-nunla uğraşma adına, onu 
yola getirme adına olmalıydı. 
         Veya meselâ adam dükkanında içki 
satıyor, kadın çalıştırıyor, gayr-ı meşru işler çeviriyor diye bu adama 
kızıyoruz ama başka şeyleri alma adına yine de onun dükkanına girip çıkmaya 
devam ediyoruz. Oysa onun dükkanına alışveriş adına, dostluk gösterileri, 
peynir, zeytin alma adına değil ancak onu bu işten men etme adına gitmeliydik. 
İçki bulunduran lokantaya yemek için değil de onu değiştirmek için 
gitmeliydik.
         Veya meselâ hanımlarımızın 
düzelmelerini, kapanmalarını, Kur’an ve Sünnetle tanışmalarını ve hayatlarını bu 
doğrultuda düzenlemelerini istiyoruz. Sonra da hiçbir şey yanlış değilmiş gibi, 
onlarla beraber gezmeye gidiyoruz. Veya onlara bir kaş bile ekşitmeden, en ufak 
bir tavır bile almadan istedikleri her şeyi almaya, gönüllerini hoş etmeye 
çalışıyor, bu konuda en küçük bir tavır alamıyoruz. Veya İslam adına onlardan 
bir şeyler istiyor, bir şeyler bekliyoruz. Onlarda is-tediğimiz değişiklikleri 
göremeyince de hemen boşamaya kalkışıyoruz. Halbuki onlardan istediklerimiz 
konusunda hiçbir sa’yimiz olmu-yor. Onlara zorlayıcı, ya da yol gösterici hiçbir 
tedbirimiz olmuyor. 
         Veya meselâ adamlar içkiye, faize 
riayet etmiyorlar diye onları ikaz ediyor, kızıyoruz ama kooperatifimize iki-üç 
tane üye lâzım olunca da yine onlara gidiyor, onlara değer veriyor, adam yerine 
koyuyoruz.
         Allah’ın Resûlü, “alimler, bilenler 
böyle yapınca da Allah onların kalplerini günahkarların kalpleriyle 
birleştiriverdi” diyor. Bu, günahı günah olarak bilen ama günahkarlarla birlikte 
hareket etmekten vazgeçmeyen, onlara tavır koymayan, onlardan ayrılmayan, onlara 
küsmeyenlerin kalplerini günahkarların kalplerine benzetiverdi, diyor Allah’ın 
Resûlü. Acaba bu kalplerin birleştirilmesini nasıl anlayacağız? 
Kalp iman, 
kabul ve red yeridir. Kalp, telakki ve değerlendirme yeridir. İşte Allah bu iki 
grubun kalplerini birleştiriverdi. Artık her iki grup için de kabul ve retler 
aynıdır, aynı şeyler beğenilmekte, aynı şeyler hoş görülmekte, aynı yerlere 
bakılmakta, aynı şeyler okunmakta, aynı şeyler konuşulmakta, aynı şeyler 
seyredilmekte, aynı metotlar, aynı yollar benimsenmekte, aynı değer yargıları 
hakim olmaktadır. 
Her iki 
grubun üyeleri de demokrasiden yana, her iki taraf da makamdan, servetten yana, 
her iki grup için de evler aynı anlayışla tefriş edilmekte, sofralar aynı, 
kılık-kıyafetler aynı, ikramlar aynı, eğitim anlayışları aynı, yazıları, 
takvimleri aynı, kabulleri, tasvipleri, retleri aynı. Bakın kalpler nasıl 
birleştirilivermiş? Onlar velî kabul edecek bi-rilerini, mü'minler de kabul 
edecekler onu. Onlar Allah yerine birilerine velâyetlerini verecekler, mü’minler 
de onlar gibi düşünmeye başlayacaklar. Onlar Allah yasalarını terk edip kendi 
aralarından bir kısım ya-pay tanrıların yasalarını uygulamaya kalkışacaklar, 
mü’minler de onlar gibi yapacak. Onlar birilerini sevecek, mü’minler de sevecek. 
Onlar reddedecek, mü'minler de reddedecek. Onlar karar alacak, berikiler 
uygulayacak. 
Onlar 
İslâm’dan, Kur’an’dan, peygamberden, peygamber yolundan, sarıktan, sakaldan, 
cübbeden, hocadan, Kitap ve sünnetin gündeme getirilmesinden, Kitap ve sünnetin 
uygulanmasından nefret edecekler, mü'minler de onların nefret ettiklerinden 
nefret edecekler. Onlar şeytan vahiylerine teslim olacaklar, şeytan vahiylerini 
seyredecekler, mü’minler de onların seyrettiklerini seyredecekler. 
İşte 
kalplerin birleşmesi. İşte İsrailoğullarının sapması ve işte bugün de İsmail 
oğullarının sapma noktası… 
         İlk gelen âyetlerde görüyoruz, meselâ 
Müzzemmil’de Rabbi-miz, Peygamber Efendimize şöyle 
buyuruyordu:
         “Putperestlerin söylediklerine sabret, 
yanlarından güzellikle ayrıl.”
         (Müzzemmil 10)
         “Güzelce hicret et onlardan!” Bunun 
mânâsı, onları bırak git, terk et onları, onlarla görüşüp konuşma değildi tabi. 
“Onların hayat programından hicret et! Onlar gibi yaşamaktan ayrıl!” demekti. 
Öyleyse birilerini uyaracağız, 
ama onlar gibi yaşamayacağız. Meselâ, “kardeşim, evindeki televizyonu kaldır, 
yapma etme! Bak ço-cuklarının eğitimini sakın ona bırakma!” diyeceğiz. 
         İçlerinden birisi, “tesbih etmeli değil 
miydiniz? Keşke tesbih et-seydiniz!” dedi. Hemen akılları başlarına geldi ve 
şöyle dediler:
         29. “Rabbimizi tenzih ederiz; doğrusu 
biz yazık etmiştik” dediler.”
         Ne diyor âyet? âyet sûrenin geldiği 
dönem toplumuna diyor ki: “Kureyş! Aklınız başınıza gelsin! Şimdi de şu andaki 
muhataplarına ey sizler, ey bizler, aklınız başınıza gelsin! Türkiye 
müslümanları aklınız başınıza gelsin! Haftada bir gün Kur’an öğrenmeye 
çalışanlar! Ak-lınız başınıza gelsin! Dünya insanları, aklınız başınıza gelsin!” 
Âyet bunu diyor bize. 
         Bakın ondan sonra: “Ya Rabbi seni 
tesbih ederiz, biz zalimlerden olduk. Biz yapmamamız gereken şeyi yaparak, 
olmamamız gereken yerde bulunarak, kendimizi sana kulluk ortamından çıkararak, 
hayat programımız konusunda seni diskalifiye ederek, hayatımız konusunda 
kendimizi etkin ve yetkin zannederek, senin arzularını gör-mezden gelerek kendi 
kendimize zulmedenlerden olduk” dediler ve hemen yaptıklarından pişman oldular. 
İyi ki ölmeden önce pişman 
oldular, iş işten geçmeden akılları başlarına geldi. Kendi zalimliklerini, 
düşüncesiz yeminlerini, istisnayı terk etmelerini, inşallah demeyi unutmalarını, 
fakir-fukarayı diskalifiye etmelerini anladılar, bu zulmü itiraf ettiler, 
bununla da kalmayıp, feryat etmediler, isyana kalkmadılar, kendilerini 
dağıtmadılar, kendilerini yerden yere vurmadılar, kahrolmadılar, helak olmadılar 
da hemen:
         30. “Birbirlerini yermeye 
başladılar.”
         Birbirlerini yermeye başladılar, 
levmleştiler, kınadılar birbirlerini. Ama aralarındaki bu levmleşme şöyle 
değildi: “Hep senden oldu? Hep sen yaptın! Yok senden oldu! Vay sen şöyle 
demiştin! Ben böyle demiştim! Bütün suç senindi, benimdi!” Öyle değil. Ya nasıl? 
“Sen şöyle dedin, ben keşke onu dinlemeseydim. Bak ben şöyle dedim, si-zi 
kandırmışım ve keşke yapmasaydım!” Herkes birbirini kötüledi ama kendi kendini 
kötüledi, kendi kendini yargıladı sorguladı ve pişmanlık ortaya koydular. “Yazık 
etmişiz kendi kendimize” dediler. Nihayet karar verip şöyle 
dediler:
         31. “Sonra şöyle dediler: “Yazıklar 
olsun bize; doğrusu azgınlık edenlerdik.”
         “Eyvah bize! Vah bize! Yazıklar bize! 
Meğer biz tâğutluk etmişiz! Meğer biz hayat programımızı kendimiz çizmeye 
kalkmışız! Biz hayata kendimizin etkin olduğunu zannetmişiz! Ne yapacağımızı 
kendimiz belirlemeye kalkmışız! Hayatımızı Allah’a sormamışız! Allah’ı 
diskalifiye ederek, Allah’ın âyetlerini görmezden gelerek ne yapacağımız 
konusunda, nasıl hareket edeceğimiz konusunda kendimiz karar vermeye 
kalkışmışız! Malımızı, bahçemizi kendimizin zannederek onunla ilişkimizi kendi 
kendimize belirlemeye kalkışmışız! Vallahi korkunç! Hayatın programını biz 
kendimiz belirlemeye kalkmışız ve bu yüzden de tâğutluk yapmışız!” diyorlar. 
         Ya biz? Bizim hayat programımızı kim 
belirliyor? Allah için bir düşünelim. Bu âyetler istikâmetinde bizler kendimizi 
gözden geçirmek zorundayız. Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi 
anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlü’nün 
sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayatta kendimizi etkin mi 
zannediyoruz? Acaba biz tâğut muyuz, tâğutluk mu yapıyoruz? Acaba Allah’a ve 
Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi kendimize hayat programı yapmaya mı 
çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi, 
çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp nerelerde 
harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi okullarda okuyacağımızı 
kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz? 
Yani bizim hayat programlarımızı 
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine, evimize, malımıza, dükkanımıza, 
tezgahımıza, gündüzümüze, gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor? Tüm bu 
programlarımızı Allah mı belirliyor? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor? 
Kaçta kaçına kendimiz yahut da Zerdüşt karışıyor? 
Eğer nefislerimiz, arzularımız, 
heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, 
nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah’ın 
diniyle dolduruyorsak, o zaman bilelim ki burada anlatılan 
biziz.
         Adamlar durumu anlayınca Allah’a 
döndüler, Allah’a yalvarıyorlar. Bakın diyorlar ki:
         32. “Belki Rabbimiz bize bundan daha 
iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz.”
         “Allah’a döneriz, Rabbimize yalvarırız, 
elbette Rabbimiz bize ondan daha hayırlısını verir, o halde biz ancak Rabbimize 
rağbet ederiz,” diyorlar. “Bizim bütün rağbetimiz, tüm yönelişimiz, arzımız, 
duamız, ibadetimiz, kulluğumuz sadece Allah’adır” dediler. “Biz O’na dua edip 
halimizi arzediyoruz, elbette Rabbimiz bu bizden aldığı bahçenin yerine ondan 
çok daha iyisini, güzelini bize verecektir” diyorlar. 
Öyleyse biz de O’na rağbet 
edelim, biz de O’na yönelelim, biz de O’na yalvarıp yakaralım. O bize, bizden 
aldığının daha hayırlısını verir, unutmayalım.
         Allah rahmet eylesin, ecdat burada 
şöyle bir soru ortaya atmış: Acaba bu pişmanlıklarından sonra Allah onlara böyle 
güzel bir bahçe daha vermiş mi, vermemiş mi? Tuhaf. Ama insanoğlu merak 
sahibidir. Merak eder her şeyi. Halbuki âyeti şöyle anlasak buna gerek 
kalmayacak: O bahçeden daha hayırlısını verdi Allah onlara. Peki hayır neydi? 
Hayırlı neydi? Kişinin cennete gidiş imkânı değil mi? Yani bir kişiyi cennete 
götürücü olarak kendisine verilen şey hayırdır, hayırlıdır. O halde böyle büyük 
ve görkemli bir bahçenin bizim hakkımızda hayırlı olduğunu ne bildik? Belki 
küçücük bir bahçe, ya da hiç bahçesizlik bizim hakkımızda hayırlıdır, bunu 
bilemeyiz ki! Allah onlara ondan daha büyüğünü verdi denmiyor da, ondan daha 
hayırlısını verdi denince, küçük verir, büyük verir, az verir, çok verir, güzel 
verir, kötü verir, yani onlar artık neyle imtihan edilirlerse edilsinler, onlar 
için hayırlı olacak. Artık Allah hayırlısını verecektir 
onlara.
         Bizim için de şu anda öyle değil mi? 
Meselâ kan içerek, irin yutarak, borç altına, dert altına girerek bir villa 
yaptırıyorsunuz, daha içine bile oturup hevesinizi almadan bir deprem, bir 
zelzele, bir yangın gelip götürüveriyor. Sonra dönüyorsun Allah’a, “ya Rabbi 
bundan da-ha hayırlısını ver” diyorsun! Hangisinin daha hayırlı olduğunu 
bilemez-sin ki! Belki kira evin, belki çadır evin, belki bir köydeki evin, belki 
bir ahır yanındaki odan senin için daha hayırlı olacaktır. Eğer gerçekten 
Allah’tan daha hayırlısını istiyorsan.
         33. “İşte azab böyledir; ama ahiret 
azabı daha büyüktür; keşke bilseler!”
         Bu bölümün sonunu anlatıyor Rabbimiz. 
İşte dünyanın azabı böyle. Böylece dünyadaki bir cennete, bir bahçeye ilişkin 
imtihan konusu burada bitiyor.
         Allah diyor ki, “işte dünyadaki azap 
böyledir. Size dünyada tat-tırılan bir azap örneği sundum. Ama bir de ahiret 
azabı var ki o çok daha büyüktür.” 
Peki bu adamlar tevbe etti, 
hatalarını anlayıp vah tuh dediler, Allah’a döndüler, o zaman acaba niye bir de 
ahiret azabı var öyleyse? Anlıyoruz ki bu ahiret azabı, bu bahçe sahiplerine ait 
bir azab değil. Bizim aklımızı başımıza getiren bir azap bu! 
Sanki Rabbimiz bizlere dikkat 
edin diyor. Dikkat edin, akıllarınızı başlarınıza alın, bakın dünyadaki azab 
böyle. Dünyadaki basit bir azap karşısında bile böyle eliniz, ayağınız kuruyor, 
bir şey yapamıyor, kahroluyor, mahvoluyor, karşı gelemiyor, reddedemiyor, engel 
olamı-yorsunuz. Allah ne istiyorsa dünyada yapıyor da, ya ahiret azabı? Bir de 
onu düşünün. O çok daha çetindir. Ne yapacaksınız? 
Bir bilseniz, bir anlasanız diyor 
Allah.
         Bir cennet ashabından, bir bahçe 
ashabından bahsedildi. Ama bu cennet, dünyada bir cennet. Demek ki kullukta 
yapacağımız küçük bir falsoyla bile, bir inşallah dememekle, ya da malımız 
konusunda kendimizi söz sahibi bilerek, onda fakir-fukaranın hakkını görmezden 
gelerek dünyadaki cenneti kaybedeceğimize göre, unutmayalım ki yan çizmek, 
Allah’a kullukta bir falso vermek, öteki cennetimizi de bi-ze kaybettirebilir. 
İşte burada bizlere bunu anlatarak Rabbimiz bizleri uyarıyor. Dikkat edin! 
Dünyadaki cennetleriniz konusunda Allah’a kü-çük bir yan çizmeniz, meselâ bir 
istisnada bulunmamanız, inşallah dememeniz sonucunda cennet ellerinizden 
alınıverir. 
         Veya daha öteye gidiyoruz. Adem (a.s.) 
cennette idi. Lütuf o-larak konulmuştu oraya, hiçbir gailesi, derdi, sıkıntısı 
yoktu orada. Ama şeytanın vesvesesine azıcık şöyle bir kulak kabartıverince, 
şeytan onu yanılttı, şaşırttı da, cennetten çıkmalarına, cenneti kaybetmelerine 
sebep oldu ya, işte sanki böyle bir öğütleme var sûrenin bu bö-lümünde.                           
         Bundan sonra da insanların yanılgı 
noktalarını, hataya düşme noktalarını anlatmaya başlayacak Cenâb-ı Hakk. “Dikkat 
edin!” diyecek sanki, bizi bizimle yüzleştirecek, bizi bizimle, hayat 
programlarımızla, yaptıklarımızla ve yapmadıklarımızla yargılayacak. Bakalım 
ne-ler gelecek bize? 
         “İşte öyle bir azab. Biz azab ettik mi, 
karşı gelinmez bir azab ederiz. Ama ahiret azabı çok daha büyüktür, ah bir 
bilseniz!” buyurduktan sonra bakın hemen müjdeli bir haber 
geliyor:
         34. “Allah’a karşı gelmekten 
sakınanlara; Rabbleri katında nimet cennetleri vardır.”
         Takvalılara, yolunu Allah’la bulanlara, 
Allah dediği için yapan, Allah dediği için yapmayanlara, hayatlarını Allah için 
yaşayanlara, Allah’ın belirlediği biçimde yaşayanlara Allah katında bir mükafat 
vardır, o da Naim cennetleridir. Nasıl bir şeydir bu Naîm cennetleri? Bunu 
bilmiyoruz. "Nimetler dolusu bahçe" gibi Türkçe’ye çeviriyoruz, a-ma elbette 
değişik bir mânâsı olmalı. 
Naîm cenneti, Adn cenneti, 
Firdevs cenneti Kur’an’da anlatılan cennetlerdir, şeklini, biçimini, tadını, 
kokusunu bilmiyoruz elbette. 
Ama:
     Allah katında bir mükafattan söz ediliyor. 
Takvalılar göz bebeği olacak, takvalılar el üstünde tutulacak, takvalılara 
mercedesler verilecek, villalar, saraylar ya da aferinler takdim edilecek 
denilmiyor. Yani insanlardan, toplumdan bir mükafat değil, Allah katında bir 
mükafat. Yani biz Allah için hareket ediyorsak karşılığını Allah’tan bekleyelim 
şeklinde bir işaret görüyoruz. Sonra soruyor Allah: 
         35. “Kendilerini Allah'a vermiş 
olanları hiç suçlular gibi tutar mıyız?”
         Yani biz müslümanları, mücrimler gibi 
mi kabul edeceğiz? Müslümanları mücrimlerle bir mi tutacağız? Denk mi tutacağız 
bu iki-sini? Öyle mi yapacağız? Bir soru soruyor Rabbimiz ama sorunun tipi kabul 
ettirme ve kötüleme biçiminde. Yani mümkün mü? Deli misiniz siz? Aklınız ermez 
mi sizin? Ne bekliyordunuz? Müslim olanla mücrim olanı bir mi tutacaktık? Öyle 
mi hesap ediyorsunuz? Öyle mi umuyorsunuz? Şimdi ta baştan alıyoruz soruyu. Yani 
peygamberle birlik olanla, ona mecnun diyeni bir mi tutacağız? Onu kullukta 
örnek alıp, onu kulluk modeli kabul edip onun  
yolunda gitmeye çalışanla, peygamberi diskalifiye ederek, kendi kendine 
yol bulmaya çalışanı denk mi tutacağız? Hayat programı konusunda Allah’a 
müracaat edenle, tüm hayat problemlerini Allah’ın kitabına müracaat edenle, 
Allah’ı da, Allah’ın Kitabını da terk ederek nefsine şeytanına, hevâsına, 
toplumuna, tâğutuna uymaya çalışanı biz bir mi kabul edeceğiz? 
         Kimdir müslim? Kimdir mücrim? Müslim, 
teslim olandır, teslim edendir. Müslim, kabullenendir. İradesini Allah’a teslim 
eden, oylamasını Allah’tan yana kullanandır. İradesini Allah’a teslim edendir 
veya Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul edendir ya, işte böyle olan 
kimse ile mücrimi bir mi tutacağız? Mücrim de cürüm sahibi, suçlu o-lan, 
başkaldıran, reddeden, itiraz eden, kabule yanaşmayan kişi demektir. İşte böyle 
bir mücrimle bir müslümanı bir mi tutacağız? Bu iki-si bir mi olacaktır? Aklınız 
başınıza gelsin diye soruyor. Sorular, sorgulamalar devam 
edecek:
         36. “Ne oluyorsunuz? Ne biçim 
hükmediyorsunuz?”
         Allah, akıllarımızı başlarımıza 
çağıralım diye sormaya devam ediyor. Değilse suçumuzu ispat için değil, Allah 
zaten ispata muhtaç olmadan bilir bildiğini. 
         Söyleyin bakalım! Ne oluyor size? 
Neyiniz var sizin, neden böylesiniz? 
Nasıl hükmediyorsunuz? Yani bu 
hüküm konusunda tavrınız ne böyle? Tâğutlar koyuyorsunuz hayatınıza, onlara 
müracaat ediyorsunuz, şeytana müracaat ediyorsunuz. Hayatınızda Allah’a biraz 
karışma alanı, başkalarına biraz karışma alanı belirliyorsunuz. Hayatınızın bazı 
bölümlerinde Allah’ı bazı bölümlerinde de başkalarını din-liyorsunuz. Bazen 
Allah’a, bazen de başkalarına kulluk ediyorsunuz. Bazen Allah’ın yasalarını, 
bazen de başkalarının yasalarını uyguluyor-sunuz. Peygamberi hayattan 
diskalifiye için elinizden geleni yapıyorsunuz. Bak biz toplumsal bir örnek 
verdik, bir bahçe örneği verdik. Ne oluyor size? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? 
diyerek başta işin hükmünü anlatıyor, işi hükme bağlıyor 
Allah.
         Hani hâkimiyet kayıtsız şartsız 
Allah’ındır, deniyordu ya, işte burada Rabbimiz onu anlatıyor. İşe sanki oradan 
başlıyor Rabbimiz. Aslında bir zamanlar bu cümleyi duvarlara yazdık, bazı 
yerlere kazımaya çalıştık. Ama bizim kullandığımız şekliyle bu cümle yanlıştır. 
“Hâkimiyet 
kayıtsız şartsız Allah’ındır!” diyorlar. Bu şekliyle çok yanlış bu. Tersi 
doğrudur bunun. Nasıl? “Kayıtsız şartsız hakimiyet Al-lah’ındır.” Bu doğru işte. 
Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır demek yanlış, kayıtsız şartsız hâkimiyet 
Allah’ındır demek doğrudur. 
Yani iki 
türlü hâkimiyet vardır: Bir kayıtlı şartlı hâkimiyet, bir de kayıtsız şartsız 
hâkimiyet. Hâkimiyetin kayıtlı şartlı olanı bize aittir, a-ma kayıtsız şartsız 
olanı Allah’a aittir. Bizim hâkimiyetimiz kayıtlı şartlı hâkimiyettir. Meselâ 
babanın evlat üzerindeki hâkimiyeti, kocanın ka-dın üzerindeki hâkimiyeti veya 
reisin tebaası üzerindeki hâkimiyeti ka-yıtlı şartlı hâkimiyettir. Neyle 
kayıtlı? Allah ve Resûlü ile kayıtlıdır. Kitap ve sünnete ters düşmemekle 
kayıtlıdır. Kitap ve sünnete ters düştükleri takdirde hiç kimseye itaat edilmez. 
Ama 
kayıtsız şartsız hâkimiyet o sadece Allah’ındır. Allah’ın hâkimiyetinin hiçbir 
kaydı şartı yoktur. Allah ve Resûlü’ne mutlak itaat edilecektir. Öyleyse 
hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır cümlesi yanlıştır. O zaman Allah’ın 
başkalarına da hâkimiyet verdiği reddedilmiş olacaktır. Halbuki Rabbimiz biraz 
biraz insanlara da vermiştir o hâkimiyetinden. Az evvel saydığım kişilere de 
hüküm yetkisi, hâkimiyet yetkisi vermiştir Rabbimiz. Meselâ bakın Allah bizzat 
Kur’an’da bu hu-susu şöyle anlatır: 
         
“Aranızda hükmettiğiniz zaman adâletle hükmedin.”
         (Nisâ 58)
         Yani insanlar arasında hükmettiğinizde, 
hükmünüzü, hâkimiyetinizi gündeme getirdiğinizde adâletle hükmedin, adaletten 
ayrılmayın. Demek ki bize de biraz biraz hâkimiyetinden vermiştir Rabbimiz. 
Kur’an-ı Kerîm’de itaat mekanizmalarının anlatıldığı bölümlerde Rab-bimiz diyor 
ki, “size bir şeyler emreden emir sahiplerini de dinleyin.” Yani idarecin, 
baban, kocan, arkadaşın, eşin, dostun sana bir şeyler emrediyorsa önce Allah’ı 
dinle. Mutlak kayıtsız şartsız olarak Rabbini dinle. Rabbin ne diyorsa mutlak 
doğru olduğuna inanarak O’nu dinle. Rabbini dinlerken, “ama ya Rabbi!” diye O’na 
akıl vermeye kalkışma. “İyi ama ya Rabbi benim şöyle bir konumum, benim şöyle 
bir durumum vardı, onu da düşündün mü?” diyerek O’na yol göstermeye kalkışma. 
Allah ne diyorsa mutlak dinle. 
Sonra 
peygamberi de kesin dinle. “İyi ama ya Rasulallah şunu, şunu da düşündün mü?” 
filan diyerek peygamberi de şartlandırmaya, ona da nasihat etmeye kalkışma. Onu 
da kayıtsız şartsız dinle. 
Üçüncü bir 
grup da senden bir şeyler isteyecek. Yarın şuraya gidelim, şöyle giyinelim, 
şuradan kazanalım, şuralarda harcayalım, şunu yapalım, bunu yapmayalım, 
şuralarda okuyalım, buralarda bulunmayalım, önce şunu yapalım, önce bunu 
okuyalım, evimizi şöyle tefriş edelim, çocuğumuzu şöyle eğitelim gibi sana bir 
şeyler emreden bir şeyleri yasaklayanlar olacak. Bunları da dinle. Ama bakın 
bunları dinlemek mutlak değildir. Burada bir kayıt var. O da bu emir sahipleri 
Allah ve Resûlü’ne itaat edecek ve senden istedikleri de Allah ve Resûlü’nün 
istekleriyle çatışmayacak.
         İşte kayıtsız şartsız bir hâkimiyetten 
söz edilecekti ya, Allah burada ona başladı. İşte mutlak hâkimiyet sahibi olanın 
Rabb olması gerekecek, Hakim olanın İlah olması, Alîm olması, Kadir olması, 
Ceb-bar olması, Kahhâr olması, Rahmân olması, Hâdî olması, Rezzâk ol-ması da 
gerekecek. İşte böyle bir hâkimiyet anlatılır burada. 
         Öyleyse anlayın ki Allah hayata 
hükmedendir. İşte dert bu za-ten. Problemin odak noktası burasıdır zaten. Bugün 
birileri O’nu hayata karıştırmak istemiyor. “Tamam vardır, birdir, yücedir, 
âlîdir, kutsaldır ama hayatımıza karışmamalıdır! Kılık-kıyafetimize, 
eğitimimize, hukukumuza, ekonomimize, sosyal ve siyasal yapılanmamıza, 
kazan-mamıza-harcamamıza, düğünümüze, derneğimize, yememize-içme-mize Allah 
karışmamalıdır. Bütün bu konuları biz biliriz, Allah bilmez, veya biz O’ndan 
daha iyi biliriz” demeye ve hâkimiyeti Allah’tan koparıp kendi ellerine almaya, 
Allah yasaları yerine kendi yasalarını hakim kılmaya çalışıyorlar. Allah da 
diyor ki:
 “Ne oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bu 
hâkimiyet anlayışlarınız ne böyle?” Sonra sorgulama devam ediyor:  
         37. “Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı 
var?”
         “Ne bu vaziyetiniz sizin? Yoksa sizin 
Allah kitabından başka kitabınız var da oradan mı okuyorsunuz? Yani sizin 
Allah’ın gönderdiği kitabından başka kitaplarınız var da ondan mı tedris 
ediyorsunuz? Ondan mı okuyorsunuz? Yani onun eğitimini mi yapıyorsunuz? Allah 
kitabının dışında kendinize kitap mı edindiniz? Size birileri kitap mı gönderdi? 
Benim kitabıma rağmen kitap mı bulabildiniz kendinize? 
Veya sizlere ayrı bir kitap 
verdim, Muhammed’e ayrı bir kitap verdim de ikisini mi mukayese ediyorsunuz? 
Yoksa sizin Allah kitabından başka kitaplarınız var da, ona mı tutunuyorsunuz? 
Onunla mı amel etmeye çalışıyorsunuz? Bu yaptıklarınız konusunda yoksa Allah 
size başka bir kitap gönderdi de ondan mı hükmediyorsunuz? 
Yoksa bu konularda size söz veren 
başka ilahlarınız mı var? Yoksa sizin yanınızda kitabımız budur diye bağrınıza 
basıp kendileriyle amel etmeye çalıştığınız başka ilahların kitapları mı var? 
Yoksa Al-lah’ın kitabıyla öteki ilahlarınızın kitaplarını mı karıştırıyorsunuz? 
Yani sizler böyle iddia ediyorsunuz. Hâkimiyet bizdedir, bu yaptıklarımız 
Allah’ın istedikleridir diyorsunuz. Allah da bizden böyle bir hayat ister 
diyorsunuz. Allah da demokrasiden yanadır diyorsunuz. Allah da laikliği öneriyor 
diyorsunuz. Allah da böyle bir kıyafetten razıdır diyorsu-nuz. Allah mı dedi 
bunları size? Yoksa bunları diyenleri Allah mı kabul ettiniz? Yani Allah 
kitabında size bunları demediği halde, size bu konularda izin vermediği halde, 
sizler bütün bu konularda size ruhsat tanıyan başka ilahlar mı buldunuz? 
Kendinize başka ilahlar buldunuz da yoksa Allah’ı mı şartlandırmaya 
çalışıyorsunuz? Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye mi çalışıyorsunuz? 
         Yani bir kere ben size böyle bir kitap 
göndermedim. Ben size bu yaptıklarınız konusunda izin vermedim. Sizden bu tür 
şeyler yapmanızı istemedim.” Hâşâ Allah niye sorsun da değilse? Yani Allah böyle 
bir kitap göndermediğini, onlardan böyle şeyler istemediğini bil-diği halde niye 
sorsun bu soruyu? 
Peki ne çıkar öyleyse bundan? 
Bundan çıkan şudur: Ben size böyle bir kitap göndermediğime göre sizden bu 
yaptıklarınızı asla istemediğime göre, yoksa kendiniz İlah, Rabb zannıyla 
birilerine gidip bu konularda kendisinden izin aldınız da onu mu ilah 
zannediyorsunuz? Ona mı kulluk edip, onu mu razı etmeye 
çalışıyorsunuz?
         Müddessir’de Rabbimiz buyurur ki: 
         “Hayır; her biri önüne açılıvermiş 
sahifeler verilmesini isterler.”
         (Müddessir 52)
         “Hayır hayır, bunların derdi her 
birinin önüne açılmış sahifeleri, kitapları olsun isterler. Hepsinin kendilerine 
mahsus kitapları olsun is-terler. Yani bunlar hepsi peygamber olsun isterler. 
Hepsine ayrı ayrı birer kitap verilsin, hepsinin kendilerine mahsus kitapları 
olsun isterler. Hepsi kendilerinin özel kitapları olsun ve hepsi de kendi 
kitaplarına bakarak “Allah’ın istediği budur! Allah’ın muradı budur! Benim 
kitapta böyle deniyor! Ben bunu kitabımdan böyle anladım!” demek is-terler. 
“Dolayısıyla benim anlayışım doğrudur! Benim düşüncem, benim metodum, benim 
dinim, benim yaşadığım hayat doğrudur! Kesin doğrudur!” diyecekler, hiç kimseye 
bağımlı olmayacaklar, Allah’ın is-tediklerini istedikleri gibi 
yorumlayacaklar.
         Galiba Peygamberi ve onun sünnetini 
diskalifiye etmeye çalışanların çabası da bu gibi görünüyor değil mi? Yani 
Kur’an’ı peygamberin kitabı, peygambere gelen kitap, peygamberin anlayıp 
yaşadığı, peygamberin anlayıp uyguladığı, örneklediği bir kitap olmaktan çıkarıp 
kendilerince anlamak istiyorlar. 
Çünkü Kur’an’ı peygamberin 
kitabı, peygamberin anlayıp yorumladığı kitap olarak kabul edip peygambere 
bağımlı anlamaya çalıştıkları zaman düşüncelerine, anlayışlarına peygamberî bir 
sınır gelecektir. O zaman hayatlarına yasaklar gelecek, onun anlayışının dışına 
çıkamayacak ve daha bir müslümanca yaşamak zorunda kalacaklar. 
Ama peygamberi ve peygamberin 
sünnetini, peygamberin anlayışını, peygamberin uygulamalarını diskalifiye ederek 
Kur’an’ı peygambere bağımlı olmadan anlamaya çalıştılar mı, kendi istedikleri 
gibi âyetleri yorumlama imkânları olacak. İşte peygamberi ve onun sünnetini 
silmek isteyenlerin tek derdi budur. İstiyorlar ki “benim kitabımdan bunu 
anladım. Benim kitapta bunlar var. Ben böyle anladım, beni başkası bağlamaz” 
diyecekler ve keyiflerine uygun bir hayat yaşama imkânı 
bulabilecekler.
         Bakıyoruz kimileri öyle Kur’an’a 
sarılıyorlar, öyle Kur’an’dan yana, Kur’ancı oluyorlar ki, hatta peygamberi bile 
diskalifiye ediyorlar, “kitapsız olmaz” diyorlar. “Kitapta birleşelim” diyorlar, 
ama hangi kitapta birleşeceğiz? O adamın kitabında tabi. Evet Kur’an haktır, 
Kur’an'a aykırı hiçbir hadisi kabul etmeyelim. Tamam, ama hangi Kur’an’a aykırı 
olan hadisi reddedeceğiz? Adamın kendi Kur’an’ına aykırı olanı reddedeceğiz. 
Yani o hadis benim Kur’an’ıma uygun da, Zemahşerî’-nin Kur’an’ına, Buhâri’nin, 
Müslim’in, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Şafiî’nin Kur’an’ına uygun da, adamın 
Kur’an’ına ters olunca onu reddediyorlar. 
Peki 
herkesin ayrı Kur’an’ı mı var? Kur’an herkese bir şeyler yansıtıyor, adam 
Kur’an’dan neler aldıysa, ne kadarına muttali olduysa bunu Kur’an’ın tümü kabul 
ediyor, veya kendisine yansıyanı Kur’an zannediyor. Kur’an’ın tümü kabul ediyor 
bunu ve hadisi onunla yargılayarak reddediyor. 
         Meselâ benim bir dinim var, adına İslam 
diyorum. Bunun bir dini var adına İslam diyor, onun bir dini, herkesin bir dini 
var. Ama bir de Allah ve Resulü’nün ortaya koyduğu bir din var. Gerçek din, hak 
din odur. Bizim dinimiz o dine ne kadar uygunsa biz o kadar müslü-manız. O dini 
bizimkine uydurma çabamız boştur öyleyse. 
Yani Allah da bunu ister! Hayır. 
Zaten Kur’an onu yasaklıyor. 
         “Onlar bir fenalık yaptıkları zaman, 
“Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Allah 
fenalığı emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?” 
         (A’râf 28)
         Yaptıkları her şeyin sonucunda zaten 
Allah da böyle istiyor di-yordu ya müşrikler, Allah da diyor ki: “Hayır, yalan 
söylüyorsunuz Allah asla fahşayı, kötülüğü emretmez! Nerden çıkardınız bunu!” 
         Öyleyse herkes Kur’an’dan kendi 
anladığını, kendi kavrayabildiği kadarını Kur’an’ın aslı, Kur’an’ın tümü 
zannedip hadisi onunla yar-gılayarak reddetmeye kalkışmasın. 
         Değil Kur’an, insanların sözleri için 
bile bu böyledir. Örneğin bir şairin yazdığı şiir var. Adamın şiirini on kişi 
yorumluyor, o kendine yo-rumluyor, öbürü kendine göre, beriki kendine göre 
yorumluyor ve hep-si de iddia ediyor ki, bu şiirinde şair bunu demek istemiştir! 
Üstelik te hepsinin yorumu farklı, ama hepsi de iddia ediyor ki şair burada şunu 
demek istemiştir. Halbuki şairin farklı bir demek istediği vardır elbette. Belki 
onlardan, o yorumlardan birine uygundur, belki onlardan birine uygunluğu yüzde 
şu kadardır da, şairin demek istediği daha farklıdır.
          38. “Seçtikleriniz herhalde orada 
olacaktır.”
         Yani canınızın istediği her şey var mı 
onda? Yani ne tür bir ki-tabınız var ki, sizin istediğiniz her şeye cevaz 
bulabiliyorsunuz onda? Neler seçeceksiniz? Ne canınız istiyorsa, seçiminize 
uygun her şey var mı onda? Diler öyle yapın, dilerseniz böyle yapın mı var onda? 
Si-zin kitabınız böyle bir imkân mı veriyor size? Yani ne istediyseniz, 
ca-nınız, keyfiniz neyi çektiyse onu içinde bulacağınız kitaplar mı tedris 
ediyorsunuz? Öyle kitaplarınız var mı var? 
Yani sizin 
bu kitabınız size her konuda ruhsat verme özelliğine sahip bir kitap mı? 
Canlarınızın çektiği, nefislerinizin hoşlandığı her şeyi size serbest bırakan 
bir kitabınız mı var sizin? Dilediğiniz mesleği seçin, istediğiniz okulda 
okuyun, istediğiniz gibi giyinin, soyunun, keyfinize göre hareket edin, 
istediğiniz gibi, istediğiniz şeylerden yiyin-için, hatta siz sevdikten sonra 
yılan, çıyan, akrep, içki, faiz, şarap fark etmez diyen kitabınız mı var sizin? 
Dilediğiniz gibi hukuk yapın, istedi-ğiniz gibi miras uygulayın, hangi yazıyı, 
hangi alfabeyi beğenirseniz o-nu kullanın, nasıl bir ekonomik sistem hoşunuza 
giderse onu uygulayın, istediğiniz yerden kazanıp dilediğiniz yerlerde harcayın, 
ister balerin olun, ister artist olun, ister Budist olun fark etmez diyen bir 
kitabınız, ya da kitaplarınız mı var? 
Evleriniz, 
arabalarınız keyfinize nasıl uygunsa öyle olsun, dilediğiniz yerlerden 
dilediğiniz şekilde kazanın, çalın, çırpın, istediğiniz yerlerde harcayın, nasıl 
bilirseniz, nasıl isterseniz öyle yaşayın, sizler her konuda serbestsiniz diyen 
kitaplarınız mı var sizin? diyor Rabbi-miz.  
Yani Allah korusun da bugünkü müslümanların kitabı tam Yahudilerin 
ellerindeki Tevrat’larıyla özdeş hale gelmiş. 
Öyle değil 
mi? Adamlar ne isterlerse buluyorlardı kitaplarında. Canları neyi çekiyorsa 
kitaplarında ona cevaz buluyorlardı Yahudiler. Ne isterlerse Tevrat’ta 
buluyorlardı. Yoksa bile yazıveriyorlardı kitaplarına. Yani Kur’an’ın ifadesiyle 
söylersek: 
         “Kelimeleri yerlerinden 
değiştiriyorlar...”
         (Nisa : 46)
         Tahrif ediyorlardı, hafriyat 
yapıyorlar, altını üstüne getiriyorlardı. Yani Allah o kelimeleri ne için va’z 
etmişse onları va’z olundukları mânânın dışına çıkarıyor, Allah’ın muradını 
değiştiriyor, farklı mânâlar yüklüyorlardı. Ya da âyetleri mevzilerinden, 
yerlerinden koparıp farklı farklı yerlerde, değişik değişik kalıplara döküp, 
değişik değişik anlamlar kazandırıyorlardı. Âyetleri Kur’an bütünlüğünden, sûre 
bütünlüğünden koparıp cımbızla çekercesine başka yerlerde başka kalıplara 
dökerseniz, elbette onlara Allah’ın yüklemediği mânâları yüklemeniz mümkün 
olacaktır. O zaman canınız ne istiyorsa, keyfiniz neyi çekiyorsa onu aynen 
bulabileceksiniz o kitapta. 
         Maalesef Yahudi’nin yaptığı bu kitabı 
tahrif işini müslümanlar da çok yapmışlar. Âyetleri yerlerinden söküp başka 
başka yerlerde, başka başka kalıplara dökerek, başka başka anlamlar yükleme 
işini çok yapmışlar.
         Meselâ bakın Kur’an’da şehid diye bir 
kavram vardır. Şehid, yaşadığı müslümanca bir hayatla Allah’ın varlığına 
şahitlik eden kişiydi. Şehid, Allah adına hayatını fedâ edecek kadar Allah’ın 
varlığına şahit olan kişiydi. Şehid, îlâ-i kelimetullah uğrunda ölümü, şehadeti, 
oğul balı gibi yudumlayan insan veya insanların, başkalarının dirilişi için 
kendini feda eden insandı. Ama müslümanlar bu kavramı mevzisinden kopardılar, 
va’z olunduğu yerden çıkardılar, farklı yerlerde farklı kalıplara döktüler ve 
karşımıza çok farklı şehit anlayışları çıkıverdi: Devrim şehidi, demokrasi 
şehidi, vatan şehidi vs. vs…
         Kur’an’da velî diye bir kavram var. 
Velî, müslümanlar adına onlara danışmadan tek taraflı karar verme makamında olan 
kişi demektir. Vali de, vilâyet de buradan gelir. O da müslümanlar adına ka-ar 
verme makamı veya o makamda oturan kişi demektir. Allah diyor ki, “kâfirlerin 
müslümanlar üzerinde velâyet hakkı yoktur.” Yani müslü-an olmayanlar velîlik, 
velâyet makamına oturtulmamalıdır. Müslüman olmayanlar müslümanlara danışmadan 
onlar adına karar verme makamına getirilmemelidir. 
Galiba müslümanların gözünde bu 
mânâyı kamufle ederek valilik ve vilayet makamına birilerini oturtmak için mi 
bilmiyorum, bu kavramı Kur’an bütünlüğünden cımbızla söküp çıkardılar, farklı 
kitaplarda farklı kalıplara döktüler ve karşımıza farklı bir velî anlayışını 
çıkardılar. “Efendim velî işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı bilen, kalpten 
geçenlere muttali olan, denizde yürüyen bir insandır!” 
         Kur’an’daki zikir kavramı 
değiştirilmiş, takva kavramı değiştiril-miş, kıraat, ihsan, dua, lanet, iman, 
kabul ve red kavramları, cennet ve cehennem kavramları, hatta namaz kavramı bile 
değiştirilmiş. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar unutulmuş ve farklı 
farklı anlamlar verilmiş. Yahudi’nin yaptığı gibi, müslümanlar da artık bugün bu 
kavramları Allah’ın istediği gibi değil, kendilerinin arzu ettikleri gibi 
anlıyorlar. 
Yani Allah ondan o âyetten ne 
kastederse etsin, o kendi kastını, kendi anlayışını o kelâma yüklemeye çalışarak 
aynen Yahudi’nin yaptığını yapmaktadır. Bugünün insanlarından kim bu konuya 
örnekse onların hepsi buna girmektedir. Aklediyor mânâyı, anlıyor ama dü-zenini 
bozmasın diye döndürüp dolaştırıp âyeti farklı mânâya çekebileceği bir yol 
arıyor. 
Meselâ adamlar âyetleri 
okuyorlar: “Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada parti, burada 
bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada doktor 
olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim kavmimiz, 
bizim ırkımız, bi-zim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada bunlar 
anlatılıyor. Kı-saca bu âyetler beni, bizi anlatıyor ama kesinlikle hak 
olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor” diye kendi düzenlerine uyguluyorlar. 
Allah böyle yapanlara soruyor:
         Yani sizin başka kitaplarınız var da 
onlardan başka şeyler mi okuyorsunuz? Her istediğinizi buluyor musunuz? Ne 
isterseniz var mı orada? 
         39. “Yoksa aleyhimizde, kıyamet gününe 
kadar süre gidecek ahidleriniz mi var ki, kendinize hükmettikleriniz sizin 
olacaktır?”
         Yoksa sizin Allah’la kıyamete dek 
sürecek anlaşmalarınız mı var? Allah böyle bir söz mü verdi size? Allah’la 
ahidleriniz mi var? Ya-ni ne isterseniz, dilediğiniz gibi hükmedersiniz diye 
Allah mı söz verdi size? Nasıl bilirseniz, keyfinize nasıl gelirse öylece 
yaşarsınız diye Al-lah mı izin verdi size? Sizlerden hiçbir sorumluluk 
istemiyorum, sizden hiçbir kulluk istemiyorum, sizin hayatınıza hiçbir konuda 
yasak koy-muyorum, ne namaz, ne oruç, ne zekat, ne cihad, ne ilim istiyorum mu 
dedi Allah size? Dilediğiniz gibi yaşayın, dilediğiniz gibi giyinip so-yunun, 
dilediğiniz gibi hukuk yapın, nasıl bilirseniz öylece yaşayın mı dedi Allah 
size? Bunları size Allah mı dedi? Yoksa bütün bu konularda size söz verenler 
Allah’ınız mı? 
Yani siz 
bir kere böyle iddia ediyorsunuz, istediğiniz gibi hükmediyor, istediğiniz gibi 
karar veriyor, dilediğiniz her şeyi yapıyor, sonra da utanmadan Allah’ımız böyle 
istiyor diyorsunuz. Allah sizlere böyle izin vermediğine göre yoksa siz 
kendinize başka Allah mı bulunuz? Başka ilah mı buldunuz? Yoksa sizler kendinize 
başka ilahlar buldunuz da, Allah’ı mı şartlandırıyorsunuz? Allah’a yol mu 
gösteriyorsunuz? Allah’a akıl vermeye mi kalkışıyorsunuz? “Efendim aslında 
Allah’ın böyle demesi gerekiyordu, Allah’ın bizden bunları istemesi, bunlardan 
razı olması gerekiyordu” deniliyor.
         Bir kere mümkün değil, ben sizinle 
böyle anlaşma yapmadım! Hâşâ Allah niye sorsun ki? Allah bilmez mi böyle bir 
anlaşma olup ol-madığını? Yani ne çıkar öyleyse bundan? Rabbimiz buyuruyor ki 
burada, benimle böyle bir anlaşmanız olmadığına göre yoksa sizler kendiniz 
Allah, İlah, Rabb zannıyla birilerine gidip böyle bir anlaşma yaptınız da, onu 
mu Allah zannediyorsunuz? Ondan dolayı mı istediğiniz gibi hükmediyorsunuz? 
buyuruyor.
         Meselâ hangi konular, şöyle bir 
hayatımıza dönelim. Yeme-iç-me konularımız, giyim-kuşam konularımız, eğitim 
konularımız, dükkanlarımız, işlerimiz, mesleklerimiz, okulumuz, hukukumuz, 
mirasımız vs. vs…
Yani bütün 
bunları biz hangi kitaptan okuyoruz? Allah’ın kitabında yok böyle bir şey! 
Nereden çıkarıyoruz bütün bunları? Kimden izin alarak böyle yapıyoruz? Kimin 
ruhsatına dayanarak böyle bir hayat yaşıyoruz? Allah bize ayrı kitaplar mı 
gönderdi yoksa? Allah’ın gönderdiği kitabının dışında okuduğumuz, 
bilgilendiğimiz başka kitaplarımız mı var yoksa? Örf kitapları, âdet kitapları, 
moda, toplum, çevre, aile, arkadaş kitapları mı gönderdi yoksa Allah bize böyle 
yazısız çizisiz? Yani nereden okuyup hükmediyoruz? 
Perde böyle 
olmalı, çorba önde olmalı, nişan şöyle olmalı, düğün şöyle olmalı, ekonomik 
hayat böyle olacak, hukuk şöyle olacak, siyasal hayat böyle olacak, 
kazanma-harcama böyle olacak, meslek seçimi böyle olacak, kılık-kıyafet şöyle 
olacak, evin tefrişi şöyle olacak, çocuğun terbiyesi böyle olacak… Nerden 
okuyoruz bunları? Han-gi kitaptan okuyoruz? Nasıl okuyoruz bunları bir 
düşünelim. 
         Allah’ın sorgulaması devam ediyor 
bakın:
         40. “Ey Muhammed! Sor onlara: “Bunu kim 
üze-rine alır?”
         Evet Peygamberim sor onlara! Bu 
düşüncede olanlara, hayatı böyle, böyle kabul edenlere ya da hayatlarında 
Allah’ın kitabını yok farz ederek yaşayanlara veya hayatlarında başka kitap var 
kabul edenlere, ya da Allah’ı aldatabileceğine, Allah’ı şartlandırabileceğine 
inananlara, sor bakalım: Hangisi buna zaîmdir? Kim zaîmmiş buna? Zaîm 
kelimesinin dört mânâsı vardır:
         1- Zaîm, kefil demektir. Öyleyse sor 
onlara bakalım peygamberim, böyle düşünen böyle inanan insanların kefilleri 
kimdir bu konuda? Kime güvenip dayanıyor bu adamlar?
         2- Zaîm, Resul demektir. Bu inançta 
olanların bu konudaki el-çileri, peygamberleri kimmiş sor bakalım peygamberim? 
Hangi peygamberin örnekliliğinden almışlar yaşadıkları bu 
hayatı?
         3- Zaîm, veli demektir. Yani kimi veli 
kabul ediyor bu adamlar? Yaşadıkları bu hayatı kimin yasalarına dayandırıyorlar? 
Onlar adına kim böyle bir karar almış da bunları 
yapıyorlar?
         4- Zaîm, örnek demektir. Sor onlara 
bakalım peygamberim, ki-mi örnek alıyorlar? Kim dedi onlara bu yaptıklarını? 
Yani yaparken ke-filleri, örnekleri kim onların? Kim dedi onlara da böyle 
düşünüyor, böyle inanıyor ve böyle bir hayat yaşıyorlar? Hangisiymiş zaîm? 
Hangisiymiş peygamber? Eğer onlardan biriyse peygamber, içlerinden bi-risiyse o 
zaman kitabı neyse göstersin bakalım? Veya o kitabın  benden geldiğini ispat etsin bakalım! 
         Rabbimizin ifadesi, her şeyi baştan 
çözücü bir söz, ya da her şeyi baştan bitirici bir soru. Ama Allah sözü 
bitirmek, onları mat etmek, onları susturup ilzam etmek için sormaz. İnsanların 
akıllarını başlarına getirmek için sorduğundan, sormaya, sorgulamaya devam eder 
Rabbimiz. Kullarına olan merhametinden, şefkatinden, onlar için hayır 
dilediğinden, sürekli onları cennet yolunda tutmayı murad ettiğinden dolayı 
sormaya, akıllarını erdirmeye devam eder Allah. Bakın bir soru daha, bir 
sorgulama daha:
         41. “Yoksa onların ortakları mı vardır? 
Doğru sözlü iseler ortaklarını getirsinler.”
         Yoksa bu adamların kendilerinin Allah’a 
ortakları, şürekaları, putları mı var? Yoksa kendilerinin Allah berisinde tabi 
oldukları mabutları var da, onlardan aldıkları izinle mi hareket ediyorlar? 
Mü’minler Al-lah’tan yana olacaklar, iradelerini Allah’a teslim edecekler, 
Allah’ın ha-yatlarına koyduğu emirleri icra edecekler, yasaklara riayet 
edecekler, berikiler ise putlarının istediği gibi davranacaklar, keyifleri ne 
isterse onu yapacaklar, sonra da Allah bu ikisini denk tutacak öyle mi? Kim 
söylemiş bunu? Onların putları, tâğutları mı söylüyor bunu? Keyifleri mi böyle 
istiyor? Yoksa Zerdüşt mü buyuruyor bunu? Eğer böyle birileri varsa çağırın 
onları!
         Eğer bu iddialarını eyleme 
dönüştürebilecekler ise, eğer sözlerinin erleriyseler, haydi çağırsınlar, 
getirsinler bakalım o ortaklarını! Belki dünyada şaklabanlıkla, numarayla, 
oyunla, dalavereyle, sihirle, demokrasi ile, insanlara, Allah’a ortak birilerini 
gösterebilirsiniz. Belki mümkün gibi ama ahiret var, Haşr ve Neşr var, azap var, 
ikab var. O-nu ne yapacaksınız ya?
         42-43. “O gün işin dehşetinden 
baldırlar açılır; gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür. Secdeye 
çağırırlar ama buna güçleri yetmez. Oysa kendileri sapasağlam oldukları zaman 
secdeye çağırılmışlardı.”
         “Sak”, bacak, “keşf” de açmak demektir. 
Yani Allah buyuruyor ki, o gün sak keşf olunur. “An 
sakın” dendiğine göre yani o gün ba-caktan açılır. Bunun iki mânâsı 
vardır:
         1- “Keşf üs Saak” paçaları sıvamanın 
Arapça’sıdır. Yani işe girişmede ciddiyet ve hazırlık demektir. Hani kolları 
sıvadı, paçaları sı-vadı ve işe başladı denir ya, işte bu anlamdadır. Hem işi 
ciddiye almak, hem de hazırlık yapmaktır. Yani kolları sıvadı, o işi kendine iş 
e-dindi, yapmaya başladı demektir. 
         Öyleyse Allah o gün işi ele aldı, 
defteri dürüleceklerin defterlerini dürmeye başladı, pili bitirileceklerin 
pillerini bitirmeye başladı demektir. Sıkıntılı 
bir günün, dehşetli bir olayın ortaya çıkmasıdır. Bu gün, bir savaş günü de 
olabilir. Zira böyle bir günde iş ciddiye alınır ve paçalar sıvanır. Veya yine 
mecazî bir anlam olarak; dünyanın gitmesi, âhiretin ortaya çıkmasıdır. O gün 
ameller ortaya dökülür. Kapalı olan baldırlar açıldığı gibi sırlar da açığa 
çıkar. Veya kıyamet günü-nün korkunçluğundan dolayı orada görülen sıkıntı ve 
darlıkların ortaya çıkmasıdır. Veya insanlara Allah’ı hatırlatan büyük bir nurun 
ortaya çıkmasıdır. İnsanlar bu nuru görünce Allah’a secde edeceklerdir. Veya 
insanlarla Rableri arasındaki perdenin kaldırılmasıdır. Yani ya-ratıcı ile 
yaratılan arasındaki perde kaldırılacaktır. 
         2- Bir de Allah-u Zü’l-Celâl’in kendi 
bacağını açması, sıyırması anlamına gelir. Nedir? Nasıldır? Mahiyetini, şeklini 
tipini bilmiyoruz. Heyet-i umumiyesini bilmediğimiz, sadece iman ettiğimiz bir 
konu. Tefsir kitapları bunu anlatır. Buhârî’de bu konuda Rasulullah Efendimizden 
bir hadis var. Rasulullah Efendimiz buyurur ki: “Allah kıyamet günü mü'minleri 
toplayacak, bütün insanları toplayacak, dünyada kim neye tapınıyor idiyse, haydi 
onun peşinden gitsin buyuracak.” Herkes kendi taptığının peşinden gidecek, 
Yahudiler Üzeyr ibnullah peşinde cehenneme, Hristiyanlar Mesih ibnullah peşinde 
cehenneme, Firavun-lar Firavun peşinde, Nemrutçular, Leninciler, Stalinciler, 
Maocular, La-ikler, demokratlar hepsi tapındıkları peşinde cehenneme gidecekler. 
“Geriye sadece mü’minler ve bir de dünyada mü’min olmadıkları halde iman 
gösterisinde bulunan münâfıklar kalacak. Onlara: “Siz niye Rab-binizin peşinde 
gitmediniz?” denecek. Onlar diyecekler ki: “Biz Rabbi-mizi bulamadık, Rabbimizi 
bilemedik ki peşinden gitsek?” O zaman secde ile emredilecekler. Allah: “Ben 
sizin Rabbinizim! Bana secde e-din!” buyuracak, kimileri inanmayacaklar ve 
Allah’tan Rabbleri olduğu konusunda bir işaret, bir alâmet isteyecekler ve 
Rabbimiz tarafından da böyle bir sâk keşfetme, bacağından bir açma söz konusu 
olacak deniyor.                      
 
         Ama Allah en iyisini bilir, burada 
anlatılan kıyamettir. Kıyametin zuhuruyla, kıyametin ikamesiyle iş ciddiye 
bindiğinde, ameller ortaya döküldüğünde, sırlar deşifre edilip açıldığında, amel 
defterleri ortaya dökülüp tüm sırlar keşfedildiğinde, hesap-kitap başladığında 
demektir. Yani dünyada gayb olan, dünyada sadece iman edilen tüm iman 
konularının, hakikatlerin ortaya çıkmaya başlaması, cennetliklerin cenneti, 
cehennemliklerin de cehennemi anlamaya başlaması, gözlerin önündeki perdelerin 
yavaş yavaş açılıp inananların gıyaben inandıkları, inkar edenlerin de inkar 
ettikleri gaybî konuların üzerinden esrar perdelerinin kaldırılması anlamına 
gelir keşfu’s saak. 
         Orada secdeye dâvet olunacaklar, “secde 
edin!” denecek onlara ama,
Güçleri 
yetmeyecek buna, secde edemeyecekler, secdeye varamayacaklar. Bir tabaka 
halinde, oklava gibi, kazık gibi dimdik kalacaklar, ne yapacaklarını 
şaşıracaklar. Çünkü:
         Onlar, o alçaklar dünyadayken, 
salimken, sıhhatliyken, dünyada imkânları varken secdeye dâvet olunuyorlardı da, 
secde etmi-yorlardı, şimdi ne secdesi yapacaklar ki, deniliyor. Nereden 
becereceklerdi şimdi secdeyi! Çünkü dünyada secde etmiyorlardı, dünyada 
Rabblerinin emirlerine boyun bükmüyor, Rabblerinin yasalarına teslim 
olmuyorlardı. Dünyada bunu yapmayan orada becerebilir mi? Beceremeyecekler 
secdeyi. Sap gibi dikilip kalacaklar orada. “Sâlimûn” 
afi-yettedirler, bedenleri sıhhattedir demektir. Yani onlar ezan ve kamet-le 
dünyada sağlam oldukları halde secdeye davet edilirler, fakat ibadet etmezlerdi. 
Felaha çağıran ezanı işitiyorlar, fakat icabet etmiyor-lardı. Ezan okunarak farz 
namazlarını kılmaya çağrılıyorlardı, ama müezzinin davetine icabet 
etmiyorlardı.
Tıpkı 
Allah’ın emrine boyun büküp secdeye varan meleklere karşılık şeytanın kazık gibi 
dikilip kaldığı gibi. Veya tıpkı şu anda Allah karşısında acizliğini, 
küçüklüğünü ve Rabbinin büyüklüğünü ortaya koyma adına secdeye varan mü’minlerin 
yanı başında secde etmeyen kâfirler gibi. O gün de bunlar secde 
edemeyecekler.
         Sahabeler ve selef bunu hep cemaatle 
namaz olarak tefsir etmişlerdir. Bakın burada bir dâvet var. Sahâbe-i kiram 
efendilerimiz bu-nun, bu dâvetin ezan olduğunu anlamış. Yani onlar dünyadayken 
ezanla mescide, cemaatle namaza çağrılıyorlardı da güçleri yettiği halde, 
sıhhatleri olduğu halde buna icabet etmiyorlardı şeklinde anlamışlardır. Yani 
bireysel, ferdî bir namaz yok çıkıyor sahâbenin anlayışında. Namaz ancak 
cemaatle olur. Ferdi bir namaz ancak bir mâzeretle caiz oluyor. 
Meselâ çok 
hastadır, çok soğuktur, çok yağmurludur, çok tehlike vardır ve işte ancak o 
zaman mescide cemaate gitmeme mâzereti doğuyor. O zaman bireysel bir namaza 
namaz denebiliyor. Aksi taktir-de savaşta bile cemaatle kılınıyor namaz. 
         Yani o zaman şu bizim kıldıklarımıza ne 
denecek onu bilmiyo-rum. Allah korusun da şu anda bizler ezansız namaz kılıyor, 
mescitsiz secde ediyoruz. Yani ezanımız yok bizim. Ezanı yok bizim namazların. 
Öyle değil mi? Eğer şu okunan ezanlar bizimse, bizi çağırıyorsa bu ezanlar, o 
zaman niye gitmiyoruz oraya bilmiyorum. Niye icabet et-miyoruz bu ezanlara 
bilmiyorum.
         Bakın Tirmizî’de Rasulullah 
Efendimizden bir hadis var: 
“Kim ezanın, müezzinin nidasını 
duyar da ona icabet etmezse onun namazı yoktur.” 
Öyleyse 
buradaki, ezandır denmiş. Yani onlar daha evvel, dünyada sıhhatteyken, imkânları 
varken ezanla sücuda, yani mescide, cemaatle namaza dâvet ediliyorlardı da 
gitmiyorlardı. Şimdi kendi kendimize soralım: Şu anda mescide gitmiyor ve 
evlerimizde, dükkanlarımızda namazın defterini dürüyoruz. Peki mâzeretimiz ne? 
Niye git-miyoruz mescide? Niye icabet etmiyoruz ezanlara? Bir mazeretimiz var, 
bu mâzeret değil diye söyleyeceğim onu.  
Şeytandan mı filan bil-mem. Caminin adı mescittir, yani secde edilen, 
secdenin gerçekleştirildiği, secdegahtır mescid. Allah’a kulluğun ya da hayat 
programının icra edildiği yerdir mescid. Oradan mesaj alınacak ve 
uygulanacaktır. Hayatın mesajının alındığı yerdir mescid. Hayatı düzenlemek için 
mesaj alınan makam. Yani vahiyle, kitap ve sünnetle tanışma yeridir mescit. 
Hayatı programlama yeri. Hayata program çizen merkezdir mescit. Şimdi bu 
olmadığı için, mescid bugün bu fonksiyonu icra etmediği için gitmiyoruz güya. 
Hayatı düzenleme fonksiyonu kalmadığı için, orada hayatı düzenleyecek Allah 
vahyi değil de başkalarının vahiyleri, başkalarının talimatları gündeme 
getirildiği, Allah egemenliğinde değil de başkalarının egemenliğinde olduğu için 
gitmiyoruz. Mes-cidlerde gerçek tevhid değil de bid’atler hakim olduğu için 
gitmiyoruz. 
Yani bugün 
gitmeyişimize böyle bir kısım mâzeretlerimiz var. Ama bunların hiçbirisi mâzeret 
değildir. Gidelim biz dolduralım oraları. Gidelim biz engel olalım bidatlere. 
Gidelim biz oluşturalım cemaati. Biz hakim olalım. Çünkü o mescidleri biz 
yaptırdık. Bizimdir oralar. Neden eğitim yerleri olarak kullanmayalım 
mescidleri? 
Meselâ eğer 
kafamızda komşularımızı programlama, komşularımızı eğitip müslümanlaştırma diye 
bir derdimiz varsa mutlaka oraya gitmeliyiz. Çünkü komşularımızı biz orda 
bulacağız. Gideceğiz ve mescide gelmeyenleri getirmeye, gelenleri de eğitmeye 
çalışacağız. Bu işi en güzel yapabileceğimiz yerler oralardır. 
Öyleyse 
ezansız ve mescitsiz müslümanlığa bir son verelim. Hele ezansız müslümanlık hiç 
olmaz. Çünkü ezan müslümanlığın şiârıdır. Eğer bir beldede, bir bölgede ezan 
okunmuyorsa, neredeyse o bölgede yaşayan insanların öldürülmeleri meşru 
olacaktır. Bizim evlerde şu anda ezan okunmuyor. Birileri gelip bizi öldürse ne 
diyeceğiz bilmiyorum?
         Allah korusun da, Resûl-ü Ekrem 
Efendimiz ya da Hz Ömer, Hz Ebu Bekir efendimiz ordular gönderse, bu şehirde, bu 
mahallede herkes yatağından kalkıp namazlarını tek tek kılıp yatağına 
yattığından dolayı, haklı olarak bunlar müslüman değil diye üzerimize saldırıp 
öldürebilecekler. Gerçekten bu garip bir iş. Bu beldede ezan okunmadı, bunlar 
müslüman değil diye öldürülmeyi hak edeceğiz.
         Onlar orada konuyu anlayacaklar. 
Kulluğa müsaitken yapmamanın, secdeye müsaitken secde etmemenin cezasını yarın 
çok ağır ödeyeceğiz. Sadece secde değil tabi. Paramız varken onunla Allah’a 
kulluk edelim, yarın Allah elimizden alabilir. Boş vaktimiz varken bunu Allah’a 
tahsis edelim, yarın buna imkânımız kalmayabilir. Sıhhatimiz varken Allah’a 
kulluğa koşalım, yarın elimizden alınabilir. Allah’ın verdikleriyle Allah’a 
kulluk edelim, yarın bu verilenlerin hiçbirisi elimizde kalmayabilir. Konuşma 
imkânımız varken Allah’ın dinini anlatmak üzere konuşalım, yarın ağzımıza bir 
bant yapıştırılıp kodese tıkılabiliriz. Bugün birilerine gitme imkânımız varken 
gidelim, yarın o gideceğimiz, ya da biz, ölmüş olabiliriz. İmkânlarımız varken 
bugünden çocuklarımızı terbiye edelim, yarın vakit çok geç olur bizi 
dinlemeyebilirler.
         Rasulullah efendimize ilk gelen âyetler 
bunlar. Düşünün o günlerde Mekke’de Ebu Cehiller var, Ebu Lehepler var, Utbeler, 
Uteybe-ler, kâfirler, zalimler, hainler var. Peki bunlar karşısında ezilecek 
miydi peygamber? Hayır, Allah, peygamberini kesinlikle ezdirmeyecekti. Ba-kın 
hemen buyurdu ki:                                       
         44. “Ey Muhammed! Kur’an’ı 
yalanlayanları Bana bırak; Biz onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba 
yaklaştıracağız.”
         “Evet ey peygamberim! Şu haberi, şu 
sözü, şu Kur’an’ı yalanlayanı, yalan sayanı sen bana bırak! Sen onları bana 
bırak peygamberim! Sen onları bana bırak! Hiç takma kafana! Hiç dert etme sen 
onları!” 
         Meselâ ben birine: “Şu taşları al, 
sokakta önüne gelen herkesin alnının ortasına vur!” desem, adam bana diyecek ki: 
“İyi ama, ben böyle yaparsam beni öldürürler, asarlar, keserler.” Ben ona: “Sen 
o tarafına karışma! Sen o tarafını hiç düşünme, arkanda ben varım! Me-rak etme! 
Seni herkesten, her şeyin zararından ben koruyacağım” de-diğimde, gerçekten bu 
dediğimi yapabilecek güçte biri isem o da gerçekten beni tanıyorsa, hiç 
sıkılmayacak bile değil mi? Hiç kimseden korkmayacak, hiç kimseyi takmayacak 
bile değil mi?
         Bakın buna bir örnek verelim İslam 
tarihinden. Rasulullah Efendimiz Allah’tan hicret emrini almış ve Mekke’den 
hicret etmek üzere. Allah emrediyor, kâfirlerin planlarından haberdar ediyor ki 
o gün peygamberin evi sarılacak, içeri girilecek ve o gün peygamber öldürülecek. 
Kâfirler tarafından karar alınmıştı. Allah’ın Resûlü Hz. Ali’yi çağırıyor. “Gel” 
diyor “ey Ali, bu yatakta yatacaksın, benim evimde benim yatağımda yatacaksın, 
üzerine benim hırkamı örteceksin. Sakın korkma! Çünkü onlar sana hiçbir zarar 
veremezler, veremeyecekler!” Bu söz üzerine Hz. Ali onun yatağına giriyor ve hiç 
korkmuyor. Halbuki mızrakların hedefi olan noktada yatıyordu. Kılıçların döndüğü 
noktada. Öyle değil mi? Kafaları bozuluverdi mi adamların, çıldırıverdi mi belki 
de içeriye girip o yatağın içindekinin kim olduğuna bile bakmadan evi üzerine 
geçirecekler, yakıp yıkacaklar. Ama gelin görün ki Hz. Ali efendimizin hiç derdi 
yok, gayet rahat yatıyor, hatta horlaya horlaya uyuyor peygamberin yatağında. 
Çünkü peygamberinin yatağında yatıyor, onunla birlikte olmayı, onun yatağında 
olmayı içine sindire sindire yatıyor. 
         Bir de Hz. Ebu Bekir efendimizi Sevr’de 
görüyoruz, hemen he-men aynı iman, aynı teslimiyet, aynı fedâkârlık. 
         Rabbimiz peygamberine diyor ki: “Sen 
onları takma kafana peygamberim!” 
         Bu kalıpta Kur’an’da üç âyet var. Üçü 
de ilk gelen âyetler arasında. Biri Müddessir’de, diğeri Müzzemmil’de bir diğeri 
de Kalem sûresinde. Yani Allah diyor ki bu âyetleriyle, “ey peygamberim sen 
on-ları bana bırak! Endişe etme sen! Kafana takma! Sen yoluna devam et! 
Çünkü:
         Biz onları bilemeyecekleri yerden, 
anlayamayacakları biçimde, yavaş yavaş azaba, ikaba, cezaya yaklaştırırız, 
yaklaştırıyoruz.” Anla-mıyorlar. Belâ gönderir Allah anlamıyorlar, azap gönderir 
anlamazlar, tehdit eder anlamazlar, yokluk gönderir, kıtlık gönderir anlamazlar. 
Yavaş yavaş, anlayamayacakları yönlerden helâke yaklaştırır Allah. 
Buradaki bu 
yavaşlık süratle bir yavaşlık değil, derece derece, aşama aşama, kademe kademe 
azaba doğru yaklaşmaktır. Çünkü bakın Rabbimiz diyor ki:
         45. “Onlara mehil veriyorum; doğrusu 
Benim tuzağım sağlamdır.”
         “Ben onların iplerini uzatıyorum, 
onlara mühlet veriyorum, istekleriyle baş başa bırakıyorum, onları imhal 
ediyorum, yani zaman veriyorum onlara.” Allah imhal eder ama asla ihmal etmez. 
Zaman ta-nır onlara ama asla ihmal etmez. Tabi aslında burada biraz da 
merha-metini anlatıyor Rabbimiz. “Salıverelim bakalım, sonunda benden ka-çıp 
kurtulacak halleri yok ki! Ama pişman olabilirler belki. Belki pişman olup 
durumlarını düzeltebilirler. Onun içindir ki ben hemen onlara azabımı 
ulaştırmıyorum, zaman veriyor, fırsat tanıyorum,” diyor Allah. Merhametinden 
dolayı yapıyor Allah bunu. Değilse başını kaldıranı hemen vuruverirdi 
Allah.
         “Çünkü benim fendim sağlamdır” 
buyuruyor Rabbimiz. Fend kelimesi Türkçe’de az kullanılır. “Kadının fendi erkeği 
yendi” gibi filan kullanılır da fend kelimesi pek fazla kullanılmaz. Tuzak 
mânâsına kullanılan bir kelimedir. Yani ben tuzak kurdum mu, ben plan program 
yaptım mı, ben tedbir aldım mı kimse bozamaz, kimse karşı 
gelemez.
         46. “Yoksa, ey Muhammed, sen onlardan 
ücret isti-yorsun da, ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Elbette 
hayır.”
         “Yoksa sen onlardan bir ecir mi, bir 
ücret mi bekliyorsun? Bir şeyler mi bekliyorsun onlardan? Bir mükafat mı 
istedin? Veya sana aferin demelerini mi istedin? Bal, baklava ikram etmelerini 
mi istedin onlardan? Develerine bindirmelerini, evlerinde yedirmelerini, 
mal-mülk vermelerini mi istedin onlardan? Ne istedin onlardan? Kendine, şahsına 
ne talep ettin onlardan? Saraylar, köşkler mi istedin? Atlar, arabalar mı 
istedin karşılığında? Ne istedin? Ne yapmalarını, ne ödemelerini istedin 
onlardan? da:
         Onlara tebliğ ettiğin bu din 
karşılığında onlar bunun altında ezilmeye, bu borcun altında yıkılmaya 
başladılar? Ya da sen onlardan çok ağır şeyler istedin de, çok ezici vergiler, 
yükler koydun da nefes alamayacak hale geldiler de onun için mi seni 
istemiyorlar? Onun için mi senden kaçıyor bu adamlar? Seni ondan dolayı mı 
sevmiyorlar? Ne yani, bu dert ne? Nerden çıkıyor bu iş? Seni sevmemeleri nerden 
geliyor? Yoksa sen onlara yaptığın bu peygamberlik görevi karşılığında onlardan 
bir ecir, bir ücret filan mı istedin? Yaptığın bu hizmet karşılığında seni 
arabalarında veya sırtlarında taşımalarını, elini, ayağını öpmelerini, sana 
çaylar, kahveler, kebaplar ikram etmelerini filan mı istedin onlardan? Yoksa 
sana karşı minnet duymalarını, önünde eğilmelerini, bir teşekkür etmelerini mi 
istedin? Yani ne oluyor bu adamlara? Neye bunalmışlar da kaçıyorlar senden? 
Öteki yapay tanrılarının onları sıkboğaz edip mallarına, mülklerine el 
koydukları gibi mi davrandın ki seni beğenmiyor bu adamlar? 
         Gelelim bize. Biz niye kaçıyoruz 
peygamberden? Neden kaçıyoruz peygamberden ve onun sünnetinden? Neden 
yaklaşmıyoruz peygambere? Neden birlikte olmuyoruz peygamberle? Neden 
gitmi-yoruz peygamberin halini hatırını sormaya? Neden arzetmiyoruz 
problemlerimizi peygambere? Neden hep başkalarına gidiyoruz sormaya?  Hadis kitaplarının arasında peygamber her gün 
bizi bekliyorken, raflarda, kütüphanede bizi bekliyorken, kendisine sormamızı, 
kendisine müracaat etmemizi, kendisinden öğrenmemizi, söylediğini dinlememizi, 
gidip sözlerine kulak vermemizi bekliyorken neden bir kerecik te problemlerimizi 
sormaya gitmiyoruz ona? Neden korkuyoruz ona gitmekten? Cüzdanlarımıza el 
atacağından mı korkuyoruz? Şu anda ha-yat programımızı kendilerine sormaya 
gittiklerimiz gibi sırtımıza mı bi-necek ki korkuyoruz ondan? Bize vergiler 
yükleyecek, kemerlerinizi sıkın mı diyecek de korkuyoruz? 
         Allah korusun da şu anda bizler de 
kaçıyoruz peygamberden. Şu anda bizler de ondan kaçıyor ve kendi dünyamızı 
yaşıyoruz. Allah korusun, başkalarına sorduğumuz kadar hayatımızın problemlerini 
ona sormuyoruz.
         47. “Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin 
katında da onlar mı yazıyorlar?”
         Yoksa gayb onların yanında da ondan mı 
böyle yapıyor bu adamlar? Yoksa gaybî bilgilere muttali olmuşlar da ondan mı 
yazıyorlar? Gaybî bilgilere sahip oldukları için mi peygambere müracaata gerek 
duymuyor bu adamlar? Her şeyi bilen birilerini mi buldular da peygambere 
gitmiyorlar?  
         Ne müthiş bir ifade değil mi? Yani şu 
anda babalar, anneler, âmirler, müdürler, yazanlar, çizenler, ekonomistler, 
sosyal bilimciler, hukukçular, hakimler, savcılar, siyasiler, valiler, 
kaymakamlar… Hani şu insan hayatına düzen vermeye çalışanlar... Şu ülkeye düzen 
vermeye çalışanlar, kanun yapanlar, yasa belirleyenler, söyleyin bakalım, gayb 
onların yanında da ondan mı yazıyorlar bu yazdıklarını? Ne yazıp çiziyorlar 
bunlar? Neye düzen vermeye çalışıyor bunlar? Gerçek düzenden habersiz, gerçek 
düzen sahibinin kitabından habersiz, gerçek düzen sahibinin örnek kulu 
peygamberin düzenlemelerinden habersiz, Kitap ve sünnetten habersiz ne düzeni 
yapmaya çalışıyor bunlar? Bilmiyorlar mı bu adamlar ki gerçek düzenden habersiz 
olarak düzen diye yaptıklarının tamamı bozmadan başka bir şey değildir. Vahiyden 
habersiz yaptıklarının tamamı ifsattan başka bir şey olmadığını, olamayacağını 
bilmiyor mu bu adamlar? 
         48. “Ey Muhammed! Sen Rabbinin hükmüne 
kadar sabret; balık sahibi Yunus gibi olma, o, pek üzgün olarak Rabbine 
seslenmişti.”
         “Peygamberim, sen aldırma onlara! 
Onların bu bozuk düzen durumlarından dolayı sen hayat programını bozma! Sen 
sadece Rab-binin hükmüne sabret! Ve sakın ha balık sahibi olan Yunus (a.s) gibi 
olma!”
         Sûrenin son bölümlerinde Allah’ın kutlu 
elçilerinden Yunus’un (a.s) hayatı konu edilir. Bakın bu konuyu anlatmaya 
başlarken Rabbi-miz peygamberimize ve onun şahsında hepimize şöyle 
buyurur:
         Yani bugün belki müslümanların en çok 
muhtaç oldukları bir âyettir bu. Müslümanlığımız için belki yediğimiz yemekten, 
içtiğimiz sudan, teneffüs ettiğimiz havadan daha çok muhtaç olduğumuz bir âyetle 
karşı karşıyayız. “Sen Rabbin için, Rabbinin hükmü için sabret peygamberim! 
Allah böyle dedi diye sabret! Allah öyle istedi diye müs-lüman ol!” Evet bugünkü 
müslümanların en büyük derdi bu. Ne diyor-lar bugün müslümanlar? “Efendim 
toplumda âlim yok, ne yapalım? Et-rafımızda fazıl yok, ne yapalım? Bizi 
toparlayacak, bize yön verecek lider yok, ne yapalım? Karizmatik lider yok 
efendim, ne yapalım? Para yok, pul yok, ekonomik gücümüz yok, dergi yok, cemaat 
yok, cemiyet yok! Bu durumda biz ne yapabiliriz?” 
Hep böyle 
demiyor muyuz bugün? Ah şunlar şunlar bir olsa! Hayır mesele öyle değil. Allah 
var ya, tamam müslüman olalım. Allah var ya, ne yapacaksak yapalım. Bakın Allah 
öyle diyor. “Peygamberim sen Rabbinin hükmüne sabret! Rabbin var mı? Rabbin ne 
dedi? Rab-bin ne istedi? Rabbin nasıl istedi? Rabbin nasıl hükmetti? Sen 
başkasına değil ona bak! Onu dinle! Başkasına bakma! Sabret, diren, dayan ve 
devam et yoluna! Devam et kulluğuna!”
         Yani Rabbin sana ne tür bir soru 
göndermişse, “tamam ya Rabbi! Münasiptir ya Rabbi! Uygundur ya Rabbi! Senin beni 
imtihan şeklin güzeldir ya Rabbi! En münasibini, en mütenasibini sen bilirsin ya 
Rabbi!” demek, teslim olmak sabırdır işte.
         Belâlara, musîbetlere, küfrün 
amansızlığına, küfrün enginliğine, derdin çokluğuna, çevredekilerin 
ilgisizliğine, yakınların ihanetine, mü'minlerin cehaletine veya toplumsal 
cinayetlere rağmen mü'min sabretmek durumundadır. Her şeye rağmen mü’min Allah’a 
kulluk yo-lunda tökezlemeden yoluna devam etmeyi becerebilmelidir. Tüm insanlık 
karşımıza geçip alkışlasa  ya da tüm 
dünya bize düşman kesilip yuhalasa da Allah’ın istediği biçimde yapacağımızı 
yine yapmaya, yo-lumuza yine devam etmeye bakalım. Allah ne dediyse yapalım, ne 
de-meydiyse yapmayalım! Şımarmayalım ya da korkup vazgeçmeyelim. İşte bir örnek. 
“Sabret peygamberim ve sakın:
         Hût sahibi gibi de olma! Sakın ha 
peygamberim, kavminin serkeşliğine, toplumunun inkarına, isyanına, yalanlayıp 
reddine canı sıkılıvermiş morali bozuluvermiş Hût sahibi gibi, Yunus (a.s) gibi 
olma sen!” 
Kur’an-ı 
Kerîm’in pek çok yerinde “Peygamberim, şöyle ol! Böyle ol! İbrahim (a.s.) gibi 
ol! İsmail (a.s.) gibi ol! Nuh (a.s.) gibi ol!” buyurularak peygamberine 
örnekler sunan Mevlâmız burada da Peygamberine “sakın ha Hût sahibi gibi olma!” 
buyurur. Yani Hz. Yunus-un bir dönemi, bir bölümü, bir yönü gibi olma! 
buyurulmaktadır.
         Ne yapmıştı Yunus (a.s.)? Nasıl 
yapmıştı? Nasıl davranmıştı? Sahibu’z Zünnûn, sahib’ul Hût diye isimlendirilen 
Hz Yunus, Kur’an-ı Kerîm’de 6 yerde anlatılır. Bunlardan iki yerde, 
Nisa  63 ve En’âm 86’ da sadece 
peygamber olduğu anlatılır ve hayatına hiç girilmez. Ama Yunus sûresinde uzunca 
ve bir de işte bu sûrede de kısmen hayatı anlatılır. Ama tabi Kur’an bize bir 
peygamberin hayatını anlatmak için gelmemiştir. Kur’an bize, bizim kulluğumuzu 
anlatmak için gelmiştir. İşte burada da onun hayatından bizim kulluğumuza örnek 
olacak yönünü anlatır ve bitirir.
         Allah’ın elçisi, Ninova toplumunu 
Allah’tan aldığı görevle uyarır. Toplum onu dinlemez. Toplumunu Allah’tan 
kendilerine gelmekte olan bir azapla uyarır. Ama henüz azap gelmeden, Allah’tan 
kendisine hicret emri gelmeden toplumunu terk eder. Toplumun inkarcı tavırları 
karşısında, yola gelmeyişleri karşısında siliverir onları. Belki gülmüştü 
yüzlerine, belki acı bir tebessüm atmıştı, belki nefret etmişti ama acele 
etmişti. Kaçmıştı görevden. 
Halbuki bir 
peygamberin Allah’tan kendisine hicret emri gelmeden görev mahallini terk 
etmemesi gerekiyordu. Ölecekse orada ölmeliydi. Allah dilemedikçe orada da 
ölmeyecekti tabii. Dövecekler, sövecekler, hapse atacaklar, ateşe atacaklar ama 
yine de gitmeyecekti oradan. Fakat gitti işte. Niye gitti? Öyle yapılınca 
başımıza nelerin geleceğini bize anlatma adına, gösterme adına, bize bir ders 
verme adına gitti. Bize bir misa l olsun diye arzetti 
Allah.
Yunus 
sûresinin anlattığına göre koşarak gitmişti. Kölenin efendisinden kaçtığı gibi 
toplumundan kaçtı ve bir gemiye bindi. Yolda bir fırtına sonucu alabora oldu ve 
gemide bir kura çekildi. Yunus (a.s.) kendi suçluluğunun farkındaydı ya, belki 
bizzat kendisi bunu teklif eder ya da kura kendisine çıktığı için denize 
atılmayı rahat rahat kabul eder ve atılır. Sonra denizde bir balık tarafından 
yutulur. Allah buyurur ki bakın:
         “Hani o balığın karnında yutkunarak 
kederle dolu olduğu halde, Rabbine yalvarıyor, dua ediyordu.” Yunus (a.s) bir 
süre denizin içinde, balığın karnında karanlıklar içinde kaldı. Denizin içi 
karanlık, balığın karnı karanlık, işte bu kasvetli karanlıklar içinde Allah’ı 
zikrediyor, Rabbina dua ediyor, yalvarıp yakarıyordu. O halde bizler de en 
karanlıklar içinde bile kalsak, en olumsuz şartlar altında bile bulunsak yine 
Rabbimize iltica edeceğiz. “Aman yetiş ey falan! Ey filan” demeyecek, sadece 
Allah’a dua edecek ve “yetiş Allah’ım!” diyeceğiz. Rab-bına dua etti, Rabbini 
tesbih etti. Enbiyâ sûresinde de bu tesbihi anlatılır: 
         “Allah’ım! Seni tesbih ederim! Senden 
başka İlah yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık 
edenlerdenim.”
         (Enbiyâ 87)
         Yunus (a.s) da bizim için böyle bir 
tesbih örneği de vardır.
         49. “Rabbinin katından ona bir nimet 
ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.”
         Eğer Rabbinden ona bir nimet yetişmiş 
olmasaydı, yani tevbe imkânı olmasaydı, Allah ona bu davranışından ötürü tevbe 
imkânı lüt-fetmemiş olsaydı, eğer pişmanlığı kabul edilmeseydi veya bu biraz 
önce anlatılan tesbihi ona empoze edilmeseydi, Allah’tan bu kelimeler 
öğretilmeseydi: 
 “Zemmedilmiş, levm edilmiş, kötülenmiş olarak 
o fezaya, o boşluğa atılıverecekti.” Ama Hz Yunus pişman oldu. Yaptığından 
pişmanlık duydu, affı için Rabbine iltica etti, tevbe etti de bundan kurtuldu, 
diyor Rabbimiz. Peki ne anlatıyor bununla Rabbimiz bize? Bu âyet kâfirler için 
şunu söylüyor: “Ey kâfirler! Bakın Allah’ın bu sevgili kulu, Allah’ın kutlu 
elçisi bile Allah’a isyan edince Allah onun cezasını verdi. Bilesiniz ki Allah 
size de ceza verecektir! Bir peygamber yanında sizin ne değeriniz var ki? 
Neyinize güveniyorsunuz? Ama şurasını da göz ardı etmeyin ki bakın buna rağmen 
tevbe edince de onu affetti. Eğer yaptığınız  
yanlışlardan döner, eğer tevbe ederseniz, bilesiniz ki sizleri de aynen 
onun gibi affedecektir.” Mü’minler için de: “Ey mü’minler iman ettik diye, 
müslüman olduk diye sakın şımarmayın ha! Allah’a, peygambere yakınlığınızdan 
dolayı şımarmayın! Yapacağınızı yapın, değilse peygamber bile olsanız cezaya 
çarptırılırsınız! Bu işin şakası yoktur,” denmektedir.
         50-51. “Rabbi onu seçip iyilerden 
kıldı. Doğrusu in-kar edenler, Kur’an’ı dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle 
yıkıp devireceklerdi. “O delidir” diyorlardı.”
         Allah onu seçti. Allah onu affedip 
seçilmişlerden kıldı da tarihte helâkten dönen tek kavim olan kavme yine onu 
peygamber olarak gönderdi. 
         Kavmine verilen azap süresi dolunca, 
kavmi tevbe edip Allah’-tan af diledi. Allah da onları affetti ve üzerlerine 
gelmekte olan azabı kaldırdı Rabbimiz. Nihayet Hz. Yunus, kavminin helâk 
olmadığını, tev-beleri sonucu Allah’ın onları affettiğini öğrenince tekrar 
onlara dönüp geldi de kavmi ona iman etti.
         Yunus’un (a.s) dört hatası onu bu kadar 
eziyete soktu: 
         1- Yunus (a.s.) görevini, birilerine 
rağmen veya birilerine binaen yapmıştı. Kesinlikle yasaktı bu. Oysa bu 
özelliğinin dışında En’âm 90’da anlatıldığına göre Yunus (a.s.) bizler için en 
güzel bir örnektir diyor Rabbimiz.
         Demek ki birinci hatası tebliğini 
birilerine binaen, birilerine rağ-men yapmasıydı. Öyleyse biz de 
davranışlarımızı birilerine rağmen, birilerine binaen ayarlamayacağız. İnsanlar 
dinlemediler, insanlar değer vermediler diye hareketlerimizi ona göre 
değiştirmeyeceğiz. Onlar öyle yaptılar diye biz de ters davranmayacağız. Ama 
onlar öyle diye de düz davranmayacağız. Sadece Allah dedi diye yapacağız 
yapacağımızı. 
İşte en 
büyük yanlışlarımızdan biri budur. Ya seviyoruz, ya nefret ediyoruz, ya 
beklediğimiz gerçekleşmiyor, insanlar bizi dinlemi-yorlar, istenilen noktaya 
gelmiyorlar, adam olasıları yok diye sapıveriyoruz, dağıtıveriyoruz kendimizi 
Allah korusun. Ya da insanlar dinler görününce de şımarıveriyoruz. Olunca 
şımarıyor, olmayınca da dağıtıveriyoruz, ümitsizliğe kapılıveriyoruz. Birine beş 
yıl emek çekiyoruz, olmuyor diye üzülüp, moral bozup bırakıveriyoruz. Peki ona 
iyi davrandığımız, uğraşıp, didinip, emek çektiğimiz o beş yıl içinde ona bu 
kadar iyi davranmamızın sebebi neydi? Onun İslâm’a ihtiyacıydı değil mi? Peki 
bugün ihtiyacı yok mu aynı İslâm’a? Elbette var, öyleyse de-vam etmeliyiz. Ya da 
ona yaptığımız bu beş yıllık çabamızı Allah için yapıyorduk değil mi? Evet. Peki 
şimdi niye bırakıyoruz? Aynı Allah bu-gün de buna lâyık değil mi? Ama şu ayrı, 
sadece ona mı din anlataca-ğız? Elbette hayır. Öyleyse bıkmayacağız, 
usanmayacağız, anlatmadan anlamalarını beklemeyeceğiz.
         2- Kavmine gelecek azabın geleceği 
vakti kendisi tayin etmeye kalktı. “Üç gün sonra Rabbinizden size azap gelecek 
eğer adam olmazsanız” dedi.
         3- Kavmine haber verip uyardığı azabın 
gelmesinden önce kavmini terk etti. Üç gün sonra size azap gelecek demişti ama 
bu üç günün sonunu kendisi beklemeden kavmini terk etti. Halbuki Allah’tan böyle 
bir hicret emri gelmemişti kendisine.
         4- Kavminin tevbe edip te Allah’ın 
kendilerini affedip azabın kaldırılmasından sonra kendisi dönmeyip Allah’ın onu 
döndürmesidir. 
         “Öyleyse ey Nebim! Allah sana hükmünü 
gönderinceye kadar sabret! Sakın sıkılıp ta kaçıp gitme! Endişe etme Allah 
mutlaka imdada yetişir,” diyor ve böylece hem ona hem de bize bir örnek 
sabırsızlık örneği veriyor Rabbimiz.
         Öyleyse bugün bizler de sabredeceğiz. 
Günahtan kaçmaya sabır, bizi imandan, İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışan şer 
güçlerin karşısında dayanmaya sabır, bizi satın almak isteyenlere karşı, 
altımıza atacakları bir koltukla bizi Allah’ın dinini tebliğden uzaklaştırmaya 
çalışanlara karşı, ağzımıza bir bant yapıştırıp konuşturmamak için kodese atmak 
isteyenlere karşı sabır, sabır, sabır.. Bakın Allah’ın el-çisi önce anlatmış, 
toplumunu uyarmış,  sonra onlar 
kabullenmeyince kaçmış. Ama bizler anlatmadan kaçıyoruz, uyarmadan adam 
olmalarını bekliyoruz.
Belki de 
bugün bütün bu konularda Allah’ın bizden istediği sabrı gösteremeyerek 
kaçtığımız için biz de şu anda tıpkı Hz. Yunus (a.s) gibi balık tarafından, 
balığın karnından daha beter şu toplum tarafından yutulmuşuz da haberimiz yok. 
Pisliğin içine diz boyu gömülmüşüz de haberimiz yok. Unutmayalım ki bundan 
kurtulmanın yo-lu tevbe ederek, Allah’a dönmek ve Allah’ın istediği gibi kulluk 
görevlerimizi yerine getirmektir.
         “Onlar bütün bu gerçekleri dile 
getiren, insanı kulluğa çağıran bu Kur’an’ı duydukça öfkeden deliye dönüyorlar, 
kendilerini yiyecekmiş gibi ayrı, bir de sanki peygamberi yiyecekmiş gibi bir 
gözle bakıyorlar. Peygambere delice gözle bakıyorlar, sanki yok ediverecek, 
de-viriverecek, silip süpürüverecek bir gözle bakıyorlar.”
         Bir de deli diyorsunuz utanmadan ona. 
Madem deli, madem cinnî, cin çarpmış birisidir o peygamber, o zaman niye bu 
kadar düşmansınız ona? Niye bu kadar ondan korkup tedbirler alıyorsunuz? Hangi 
deliye bu kadar nefret edilir? Hangi deliye bu kadar nefret edilmiş bugüne 
kadar? Hangi deliye bu kadar gayz ve kin taşınılır? Ne bu haliniz sizin böyle? 
Madem mecnunsa bırakıverin onu kendi haline. Bakın çevrede yığınlarla deli var, 
mecnun var, hangisinin peşine bu kadar insan takılmış? Hangisi sizi bu kadar 
korkutmuş?
         Araplardan bir adam, kendisini riyazata 
çekiyormuş, sonra bir deve, bir koyun gösteriyorlarmış. Ne kadar da hoş diye 
adam bir baktı mı, deve devriliveriyormuş. Müthiş göz etkisi olan bir adam. İşte 
müşrikler bu tür adamlara rica ediyorlardı. “Ne olur o etkili gözünüzle bir 
bakıverin de şu Muhammedin işini bitiriverin” diyorlardı. Hani gücü yetse, adam 
gözüyle yiyecek deriz ya, veya hırsızın mala baktığı gibi bir bakış anlıyoruz. 
Sanki peygamberi yok ediverecekler böyle.
         52. “Oysa Kur’an, alemler için bir 
öğütten başka bir şey değildir.”
         İsterseniz kahrolun! İsterseniz 
çatlayın, patlayın! İsterseniz ka-bul etmeyin bu kitabı! İsterseniz reddedin bu 
peygamberi! Ama bilesiniz ki sadece size değil, sadece Araba değil, sadece 
Mekke’ye, Mekke ehline, sadece Türk’e, sadece o çağa, sadece bu çağa değil, 
bütün çağlara, bütün insanlara, bütün mahlukât ve mevcudata, bütün alemlere bir 
uyarı, bir zikir, bir öğüttür bu Kur’an. Sizler bugün burada, bu ülkede, bu 
şehirde, bu zamanda bu Kitaba sahip çıkmazsanız bile elbette ona sahip 
çıkacaklar ve bu Kitapla izzet kazananlar olacaktır. Çünkü bu Kitap ne bu 
memleketle, ne de bu zamanla mukayyet değildir, diyor 
Rabbimiz.
 
 
aradığımı sonunda buldum yazan kişinin ellerine sağlık
YanıtlaSilAllah razı ola...
YanıtlaSilmasallah
YanıtlaSil