KALEM SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre kitabı-mızın
68., Nüzûl sıralamasına göre 2., Mufassal kısmı beşinci sûreler grubu-nun
beşinci ve son sûresi olan Kalem sû-resi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetleri-nin
sayısı 52’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın
adıyla”
1-2. Nûn; kalem ve onunla yazılanlara
andolsun ki, ey Muhammed! Sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli
değilsin. 3. Doğrusu sana kesintisiz bir ecir var-dır. 4. Şüphesiz sen büyük bir
ahlâka sahipsindir. 5-6. Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen de
göreceksin, onlar da görecekler. 7. Doğrusu senin Rabbin, yolundan sapıtanları
çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir. 8. Ey Muhammed! Bundan
böyle, yalanlayanlara aldırma; 9. (Onlar sana indirilen âyetlerden
beğenmediklerini bırakman sûretiyle senin) kendilerine yumuşak davranmanı
isterler; böyle yapsan, onlar da seni över, yumuşak davranırlar. 10-14. Ey
Muhammed! Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı
gi-den, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de
soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.
15. âyetleri-miz ona okunduğu zaman: “Öncekilerin masalları” derler. 16. Onun
havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz. 17-18. Biz bunları, vaktiyle bahçe
sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi
devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi. 19-20. Ama
onlar daha uykudayken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi
sarıvermişti de bahçe kapkara kesilmişti. 21-22. Sabah erken: “Ürünlerinizi
devşireceksiniz erken çıkın” diye birbirlerine seslendiler. 23-24. “Bugün orada,
hiç bir düşkün kimse yanımıza sokulmasın” diye gizli gizli konuşarak
yürüyorlardı. 25. Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak
erkenden gittiler. 26-27. Bahçeyi gördüklerinde: “Her halde yolumuzu şaşırmış
olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık” dediler. 28. Ortancaları: “Ben size
Allah’ı anmanız gerekmez mi? dememiş miydim?” dedi. 29. “Rabbi-mizi tenzih
ederiz; doğrusu biz yazık etmiştik” dediler. 30. Birbirlerini yermeye
başladılar. 31. Sonra şöyle dediler: “Yazıklar olsun bize; doğrusu azgınlık
edenlerdik.” 32. “Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir; doğrusu artık,
Rabbimizden dilemekteyiz.” 33. İşte azab böyledir; ama ahiret azabı daha
büyüktür; keşke bilseler! 34. Allah’a karşı gelmekten sakınanlara; Rabbleri
katında nimet cennetleri vardır. 35. Kendilerini Allah’a vermiş olanları hiç
suçlular gibi tutar mıyız? 36. Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz? 37.
Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı var? 38. Seçtikleriniz herhalde orada
olacaktır. 39. Yoksa aleyhimizde, kıyamet gününe kadar sürüp gidecek ahidleriniz
mi var ki, kendinize hükmettikleriniz sizin olacaktır? 40. Ey Muhammed! Sor
onlara: “Bunu kim üzerine alır?” 41. Yoksa onların ortakları mı vardır? Doğ-ru
sözlü iseler ortaklarını getirsinler. 42-43. O gün işin dehşetinden baldırlar
açılır; gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür; secdeye çağrılırlar ama
buna güçleri yet-mez. Oysa kendileri sapasağlam oldukları zaman secdeye
çağırılmışlardı. 44. Ey Muhammed! Kur’an’ı yalanlayanları Bana bırak; Biz onları
bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız. 45. Onlara mehil
veriyorum; doğrusu Benim tuzağım sağlamdır. 46. Yoksa, ey Muham-med, sen
onlardan ücret istiyorsun da, ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Elbette
hayır. 47. Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin katında da, onlar mı
yazıyorlar? 48. Ey Muhammed! Sen
Rabbinin hükmüne kadar sabret; balık sahibi Yunus gibi olma, o, pek üzgün olarak
Rabbine seslenmişti. 49. Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış
olarak sahile atılacaktı. 50-51. Rabbi onu se-çip iyilerden kıldı. Doğrusu inkar
edenler, Kur’an’ı dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi.
“O delidir” diyorlardı. 52. Oysa Kur’an,
alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.”
Sûrenin adı, ilk âyette geçen “kalem”
kelimesinden alınmıştır. Mekke döneminin başlarında nazil olmuş 52 âyetlik bir
sûredir. Sûre-nin genel muhtevasına baktığımız zaman Mekke’de Allah’ın Resûlü’ne
karşı çıkışların şiddetlendiği, hücumların arttığı bir dönemde na-zil olduğu
anlaşılacaktır.
Kısaca sûrenin bir özetini yaparsak
sûrede şunlar denmektedir: “Ey Nebim! Her ne kadar da sen Rabbinin nimetiyle çok
yüce bir ahlâk üzere olsan, onlara benim âyetlerimi ulaştırmaya çalışsan da,
onlar yine de sana deli ve mecnun demektedirler. Aslında sırf bu iki keyfiyet,
senin çok yüce bir ahlâka sahip olman ve onlara ulaştırdığın benim kitabım
Kur'an, onların tüm ithamlarını çürütmeye kafidir. Onlar pek yakında kimin deli,
kimin mecnun olduğunu bilecek, anlayacaklardır. Peygamberim sakın ha sen onların
sıkıştırmaları karşısında ta-viz vermeye kalkışma. Zaten onların tüm niyetleri
de budur. Seni sı-kıştırarak senden tavizler koparmak, seni uzlaşmaya razı etmek
isterler.”
Sûrenin ilk bölümünde bunlar dendikten
sonra Allah’ın kendilerine verdiği bunca nimetlere karşı nankörlük edenlere (Bağ
sahiplerine) karşı yapılan uyarılardan söz edilmektedir. Onlara gönderilen bu
uyarı gibi, şimdi de size uyarı olarak Hz. Muhammed gelmiştir. Eğer sizler de
Hz. Muhammed’e karşı aynı şekilde davranırsanız, bilesiniz ki dünyada muhtelif
sıkıntı ve mahrumiyetlere müptelâ olacağınız gibi, ahirette de daha büyük
azaplara müstahak olacaksınız, denmektedir.
Son bölümde
de şunlar denmektedir: Bu dünyada Cenâb-ı Hakk’ın önünde secde etmeyenler, yarın
secde etmek isteyecekler ama buna imkân bulamayacaklardır. Kur’an’ı
yalanlayanlar asla Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır. Bu dünyada
kendilerine verilen mühlet onları aldatmaktadır. Allah’ın Resûlü’ne karşı
direnmeleri için ellerinde hiçbir mâzeretleri yoktur. Zira Allah’ın Resûlü
hiçbir menfaat gözetmeyen bir elçidir. Muhataplarına yapılan bu ikazlardan sonra
Allah’ın Resûlü’ne son olarak şöyle buyurulmaktadır: “Ey Resûlüm, sana Rabbinin
emri gelinceye kadar İslâm’ı tebliğ yolundaki zorluklara göğüs gererek sabır
göster. Sakın Yunus (a.s) gibi sabırsızlık ederek onun düştüğü imtihanlara
düşme!”
Genel
olarak sûrenin âyetleri üzerinde bir gezinti yaparsak şunları söyleyebileceğiz:
Az evvel dev ifade ettiğimiz gibi sûreyi
üç ana bölüm olarak anlamaya çalışmamız mümkündür.
Birinci
bölüm (1-7) âyetler. Bu bölümde ilk olarak kaleme ve yazdıklarına yeminle söze
başlanır. Bundan sonra inkârcılar tarafından Resûl-i Ekrem Efendimize yöneltilen
iftiralara cevap verilerek onu aşağılamak ve gözden düşürmek isteyenlerin iddia
ve isnatlarının ak-sine Resûlullah’ın deli, mecnun, cinlenmiş, cin çarpmış bir
kişi olmadığı bilâkis çok yüce bir ahlâka sahip olduğu vurgulanır. Kimin
cinlenmiş olduğu yakında anlaşılacaktır tehdidinde bulunulur. İnsanların, iman
edip Rablerinin takdirlerine boyun eğmeleri gerektiği ve her şeyin o yüce Rabbin
dilemesi ve takdiriyle meydana geldiği beyan edilir. Allah Teâlâ bir çok yerinde
olduğu gibi bu sûrenin başında da söze yeminle başlıyor. Burada Cenab-ı hak,
yarattığı şeylerden, kalem ve onun yazdıklarına yemin ederek başlıyor, daha
sonra Rasulullah’a hitaben: her ne kadar sen onlara bu Kitabı takdim etmekteysen
ve en güzel ahlaka sahipsen de onlar gene sana deli ve mecnun demektedirler.
Aslında sırf bu iki keyfiyet yani Kur'an ve senin örnek ahlâkın onların
ithamlarını çürütmeye yeter. Yakında kimin deli olduğuna şahit olacaklar. Sen,
bunların tazyiklerine karşı hiçbir tavizde bulunma. Zaten onların kastı da
senden tavizler kopararak seni uzlaşmaya razı etmektir.
Sûrenin ikinci bölümünde (âyet 8-16) o
zaman Mekke'de herkesçe bilinen bazı simaların, adları zikredilmeden, ahlaki
portreleri çizilmektedir. Bu sayede insanlar Hz. Muhammed'in (s.a) yüksek ve
temiz karakteriyle bunlarınkini mukayese ederek karşı çıkanların karakter ve
tavırlarının ne kadar çirkin olduğunu göreceklerdir. İnsanlara tepeden bakma,
başkalarını çekiştirme, insanlar arasında söz getirip götürme, vahyi bir kenara
bırakarak sürekli insanlara insan sözü taşıma, insanların sözlerini nakletme,
iyiliğin amansız düşmanı olma, saldırganlık ve kabalık gibi ahlâkî zaaflara
dikkat çekilir. Bu âyetlerin Resûlullah Efendimize amansız bir düşman kesilen,
her an ona ve Müslümanlara hakaretleriyle temayüz eden Velid Bin Mugıyre ve
Ah-nes Bin Şurayk kimseler hakkında nâzil olduğu rivâyet edilir. İnsanların onur
ve şahsiyetini hedef alan, dolayısıyla içtimâî ahlâkı zedeleyen bu kötü
davranışların zikredilmesiyle bir taraftan adı geçen kişilerin karakterleri
yerilirken, diğer taraftan da Müslümanların bu özelliklerden şiddetle
kaçınmaları tavsiye edilmektedir. Bu bölümde ayrıca, kendilerine verilen
nimetlere karşı nankörlükleri, bu nimetleri onları verene kulluğa kullanmaları
gerektiği halde aksine O’na düşmanlıkta kullanmaları yüzünden bu nimetlerden
mahrum bırakılan kişilerle alâkalı bir kıssaya yer verilir. Verilen nimetlerin
sadece kendisine ait olduğunu zannedip, sadece kendisine harcamaya kalkışan,
onları Allah kullarından esirgeyen kimselerin acı âkıbetleri haber verilir. Bu
âyetlerde insanların sadece yoklukla değil, nimetlerle, bolluklarla da imtihana
çekilmelerinin ilâhî bir yasa olduğu ortaya konur.
Bu bölümde insanların hayatında her
zaman vuku bulabilecek bir hususa işaretle, fakirlere daima yardımda bulunulması
öğütleniyor. Kazandıkları mallar bakımından fakirleri hesap etmeyen, onlara bir
şey vermek istemeyen kimsenin burnunun yere sürüleceği beyan edi-lerek bahçe
sahiplerinin kıssası anlatılıyor. Fakirlere bahçelerinden bir şey vermek
istemeyen cimri insanların bahçeleri bir gecede mahvoluyor. Allah Teâlâ bu kıssa
ile mallarına bir zeval erişen insanların buna asla karşı koyamayacağı beyan
edilmiş oluyor. Bu misa l
ile Mekkelilere, tıpkı yukarıdaki bahçe sahiplerinin, salih bir kul tarafından
ikaz edilmesi gibi Hz. Muhammed'in (s.a) gönderilişinin de bir ikaz ve imtihan
olduğu uyarısı yapılmaktadır. "Eğer Allah'ın Rasûlü’ne kulak vermezseniz bu
dünyada muhtelif sıkıntı ve mahrumiyetlere müptela kılınacağınız gibi öte
tarafta da şüphesiz çok daha büyük azaba müs-tehak olacaksanız."
denilmektedir.
(34-47
âyetler):
Bu bölümde kafirlere hitap edilmektedir. Bazen doğrudan doğruya bunlarla muhatap
olunurken, bazı yerlerde de Allah Rasûlü’ne hitap edilmiş ama dolaylı olarak
onlar ikaz edilmişlerdir. Özetle denilmek istenen şudur: Öbür dünyanın
güzellikleri ve iyilikleri şüphesiz Allah'tan korkarak yaşayanlar içindir. Allah
indinde, O'na itaat eden kulların suçlu sayılacağı apaçık mantıksızlıktır.
Kafirlerin, Allah'ın onların iddia ettikleri gibi davranacağı hayalleri tamamen
saçmadır. Buna hiç bir delilleri yoktur. Bu dünyada bazı insanlardan Allah
Teâlâ'nın önünde secdeye kapanmaları istendiğinde inkar etmişlerdir ama kıyamet
günü farkına varıp secde etmek istediklerinde bu sefer secde edemeyecekler ve
zelil olacaklardır. Kur'an'ı yalanlayanlar Allah'ın azabından kurtulamaz. Bu
dünyada onlara verilen mühlet kendilerini aldatmaktadır. Bu yalanlamalarına
rağmen azap olunmayacaklarını ve azap gelmediğinde de doğru yolda olduklarını
zannediyorlardı. Halbuki helâke doğru sürüklendiklerinden habersizdiler.
Ellerinde, Allah Rasûlü’ne karşı direnmeleri için hiçbir makul sebepleri yoktur.
Çünkü O, hiçbir menfaat ve karşılık gözetmeyen bir habercidir. Bunda hiçbir
şahsî menfaati yoktur. Ayrıca O'nun Allah'ın Resulü olmadığını ve getirdiği
şeyin ise asılsız bir yalan olduğunu da ileri sürecek bir bilgileri yoktur
bunların.
Daha sonra kâfirlere ardı ardına
sorular gelir. İnsanların akıllarını erdirici, düşünmeleri sağlayıcı mahza
kullarına karşı rahmeti sonsuz olan Rabbimizin rahmetinin eseri sorular.
Üçüncü bölümde (âyet 48-52) nüzûl
sırasına göre ilk defa bir peygamber kıssasına yer verilir. Allah’ın kutlu
elçisi Hz. Yunus’un ya-şadığı bir tecrübe anlatılır. Bu kıssa ile Mekke
müşriklerinin bunaltıcı işkenceleri altında bunalmış olan peygamberimiz sabra
dâvet edilir. Ve böylece hem Resûlullah Efendimiz hem de tercihini ondan yana
kullanmış, onun safında yer almış bir avuç gariban Müslüman teselli edilir.
Allah Rasûlü’ne, Allah'ın emri kesinleşinceye kadar
"İslâmî teb-liğ" yolundaki zorluklara göğüs gererek sabır göstermesi, Yunus
(a.s) gibi sabırsızlık ederek onun düştüğü belalara düşmemesi bildirilmek-tedir.
Daha
sonra Mekke müşriklerin Resûl-i Ekrem efendimize na-zar değerek onu gözleriyle
yok etmek arzu ve planları ortaya konur. En sonunda sûre insanlığa bir uyarıyla
son bulur. Kalem sûresiyle alâkalı bu kısa tanıtımdan sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tanımaya geçebiliriz.
Sûre, Mekkî sûrelerin karakteristik
özelliği gereği söze kalem üzerine yeminle başlar:
1. “Nûn; kalem ve onunla yazılanlara
andolsun ki,”
Nûn. Bu, huruf-ı mukattadır. Bu konuda
daha önceki sûrelerde açıklamalarda bulunduğumuz için, burada sadece bunun
Allah’tan gelmiş müteşabih bir âyet olduğunu ve geldiği gibi iman ettiğimizi
söylüyoruz. Nûn harfi hakkında birçok yorum yapılmıştır. Bunlardan bazıları
şunlardır: Nun, Yunus’tur (a.s.), bu sûrede Sahibi’n -Nûn olan Yunus (a.s.)
anlatılacağı için sûrenin başında ona dikkat çekilmektedir.
Nûn,
kılıçtır ve sûrenin başında kılıç ve kaleme yemin edilmektedir. Birisi ilmin,
ötekisi de cihadın farziyetini ortaya koyuyor.
Nûn,
divittir; Cenâb-ı Hakk divite ve kaleme yemin ediyor. Allah bilir, bunlardan
birisi de olabilir, hiçbirisi de olmayabilir. Allah böyle bir yeminle söze
başlıyor diyoruz.
Sonra, “kaleme ve onunla yazılanlara
yemin olsun ki” buyuru-luyor. Buradaki kalemden murad, kendisiyle Kur’an’ın
yazıldığı kalemdir. –:IO²K«<_«8«: ifadesinden anlıyoruz ki, kalemle yazılan
şey Kur’-an’dır. O halde yemin, kalem ve Kur’an üzerinedir. Yani bu kitap,
Kur’an vahiy katiplerinin elleriyle yazılmaktadır. Öyleyse bu husus Allah
Resûlü’nün deli olmadığının açık bir delilidir.
Veya buradaki üzerine yemin edilen
kalem konusunda şöyle iki söz vardır: Bu kalem ya Levh-i Mahfuzu, kâinatın
kaderini, hayat programını yazan kalemdir, –:IO²K«<_«8«: dan kasıt da
Levh-i Mahfuzdur, veya Levh-i Mahfuzun mübarek yazıcıları olan meleklerdir. Ya
da bu-radaki kalem, hepimizin elindeki kalemdir ve yazdıklarından kasıt da her
birimizin yazdıklarıdır. Öyleyse Rabbimiz:
1- Kur’an’a ve onu yazan kalemlere,
onun vahiy katiplerine yemin ediyor,
2- Veya Levh-i Mahfuza, onu yazan
kaleme ve onun yazıcıları olan kutlu meleklerine yemin
ediyor,
3- Yahut da şu bizim elimizdeki
kalemlere ve onlarla yazdıklarımıza yemin ediyor. Kaleme ve yazdıklarına, kaleme
ve yazıcılarına yemin edildiğine göre, kaleme ve yazdıklarımıza dikkat etmek
zorundayız. Çünkü bu yeminle anlıyoruz ki, kalemle yazılması gereken sadece
vahiydir. Kalemi yaratan Allah, elbette onu nerede kullanmamız gerektiğini de
bilen ve belirleyendir. Allah onu nerede kullanmamızı istiyorsa, orada kullanmak
zorundayız.
Bu yeminle
Rabbimiz, “kaleme yemin olsun ki onu nerede kullandığınızdan hesaba
çekileceksiniz” buyurmaktadır. Yazmanız gerekirken yazmadıklarınızdan,
yazmamanız gerekirken yazdıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Öyleyse vahiyden
yazmanız gerekenleri yazmayarak ya da vahyin dışında yazmamanız gerekenleri
yazarak zulmetmekten sakının, diyor Allah.
Rasulullah Efendimizin bir hadislerine
göre Rabbimizin ilk yarattığı şey kalemdir.
“Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir.
Kaleme Allah, “yaz” buyurdu. Kalem: “Neyi yazayım ya Rabbi?” dedi. Allah buyurdu
ki, “kıyamete kadar gerçekleşecek kaderi yaz!”
(Tirmizi, Kader: 17; Tefsir:
68)
Zemahşeri şöyle der: “Yüce Allah,
kalemin şanının yüceliğini göstermek için kaleme yemin etti. Çünkü onun
yaratılıp düzlenmesinde büyük bir hikmete işaret vardır. Ve çünkü onda
anlatılamayacak kadar çok fayda ve yararlar vardır.”
İmam Râzi de şöyle der: "Vel-Kalem"
hakkında iki görüş var-dır. Birisi budur ki, yemin edilen kalem, gerek gökte
bulunanın, gerek yerde bulunanın yazdığı kalemin hepsini içine alan cins
ismidir. Yüce Allah mantığı ihsan etmekle "İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti."
(Rah-mân:3-4) diye minnet buyurduğu gibi "Rabb'in en büyük kerem sahibidir. O,
insana kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti" (Alâk:3-5) diye kalem ile
yazmayı ihsan etmesiyle de minnet buyurmuştur. Bu-nunla faydalanmanın izah ve
yorumu şudur: Kalem üçüncü şahsı ikin-ci şahıs yerine koyar. Bu sebeple insan
dil ile yakınına anlatabildiği is-tek ve maksadını kalem ile uzağa da
anlatabilir. İkincisi, üzerine ye-min edilen kalem "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." diye
hadiste bildiri-len daha evvel sözü edilen kalemdir. Yüce Allah bunu evvela
yaratmış, sonra da onu kıyamete kadar olacakları yazdırmış, saat gelene kadar
olacağı, bütün ecelleri, amelleri yazar, bu kalem, uzunluğu gök ile yer arası
kadar nûrdan bir kalemdir.
Rabbimizin ilk yarattığı kalem,
yeryüzünde varlıkların en şereflisi olarak yarattığı insana lütfettiği beyanın
yarısını gerçekleştirme va-sıtasıdır. Allah, kullarından sadece insana beyan
gücü vermiştir. Rah-man sûresi bunu şöyle anlatır:
“Rahman olan Allah Kur’an’ı öğretti,
insanı yarattı ve ona beyanı öğretti.”
(Rahman: 12)
Allah insana beyanı öğretmiştir. Beyan,
insanın karşısındakine mânâ naklinin adıdır. İnsanın karşısındakine duyurmak
istediklerinin nakline beyan diyoruz. İnsanın karşısındakine bu beyan imkânı
verilmiştir ki, bu, yeryüzünde Allah’ın varlığına en büyük delildir. Konuşmak ve
anlamaktan daha büyük bir mucize olamaz. Konuşulunca anlıyorsunuz değil mi? Peki
nereden anlıyoruz bunları? Söylenilenleri, bu mânâyı, bu meramı nasıl
anlıyorsunuz? Gerçekten de bu, Allah’ın bize en büyük lütuflarından birisidir.
Beynimizden geçirdiklerimizi karşımızdaki kimselere anında empoze edebilme
imkânına, gücüne sahibiz. Konuşabiliyoruz, karşımızdaki de anlayabiliyor.
İşte buna mânâ nakli veya beyan
gücü diyoruz. Bunu bize veren Allah’tır. Allah bize bu beyan gücünü vermeseydi,
meselâ dağı anlatabilmek için dağı kucaklayıp getirmek ve göstermek gerekecekti.
Alâk sûresinde de bu beyanın, bir de
kalemle olduğunu şöyle anlatır:
“Oku! Ki senin Rabbin sonsuz kerem
sahibidir. O kalemle yazmayı öğretmiştir.”
(Alâk 3)
Yani zaman ve mekan birlikteliği içinde
bizim karşımızdakine dille mânâ nakletme imkânımız vardır. İkinci bir ihsan
olarak da Rab-bimiz kalemle yazmayı öğrettiğini anlatır:
Kalemle bu mânânın intikalinin zaman ve
mekân ötesine taşırılmasını öğretti Allah. Öyleyse kalem, gaibi muhatap
menzilesine ko-yar. İnsan, lisa nla yakınındakilere
anlattıklarını kalem vasıtasıyla uzaktakilere anlatma, ulaştırma imkânına
sahiptir. Yeryüzünde bunu becerebilen ikinci bir varlık yoktur. Ne büyük bir
lütuf, ne büyük bir şe-ref değil mi? Ama o nispette de sorumluluğu büyük bir
şeref tabii.
Bu iki âyet bize bir taraftan bu
beyanın Allah’tan olduğunu an-latırken, diğer taraftan ilimle Kur’an’ı
birleştirmemiz gerektiğini anlatmaktadır. Yani ilim eşittir Kur’an, Kur’an
eşittir ilim. İlim de, beyan da sadece Allah’a aittir. Beyanı açıklamak,
tanımak, tanıtmak, açmak, şerh etmek sadece Allah’a aittir, Kur’an’a aittir.
Kuranın böyle bir açıklama, beyan etme özelliği vardır.
“Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve
elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye
düşerlerdi.”
(Ankebût
48)
Bu âyetin ortaya koyduklarıyla birlikte
düşünecek olursak, o zaman bu kalemle Rasulullah Efendimiz arasında bir ilgi
kurulduğunu da anlamaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki Rasulullah Efendimizin
dünyasında vahiy öncesi kalem yoktu. Peki vahiy sonrası oldu mu? Biliyoruz ki,
vahiy sonrası da yine olmadı. Ama bakın kalemin sözünün edildiği, yani kalem
üzerine yemin edildiği bu âyetin hemen sonrasına, ikinci âyete bakıyoruz,
Rabbimiz buyuruyor ki:
“Kaleme yemin olsun ki ey peygamberim
sen mecnun değilsin.” Peki hangi kalem bu yemin edilen kalem? Rasûlullah’ın
kendi kalemi mi? Hayır. Çünkü Rasûlullah’ın kalemi de, yazması da yoktur. Yani
başkalarının kalemine yemin ediliyor ve arkasından da deniliyor ki, “sen mecnun
değilsin.” O zaman herhalde şu bizim bildiğimiz bir kalem olmayacaktır buradaki
kalem. Peki o zaman ne anlayacağız ya bundan? Levh-i Mahfuzu da, onu yazan
kalemi de, onun yazıcılarını da bilmediğimize göre, herhalde Allah bir kaleme
yemin ediyor, aynen iman etmek zorundayız. Bilmiyoruz derken, bunun mahiyetini
bilmiyo-ruz. Değilse Allah’ın Resûlü mi’râca çıktığı gece bir kalem gıcırtısı
duyduğunu haber vermektedir.
Yine Rasulullah Efendimizin İbn-i
Abbas efendimize tavsiyelerini içeren hadislerinde:
“Kalemler kaldırılmış,
sahifelerin mürekkepleri de kurumuştur.”
buyurduğunu da biliyoruz. İşte belki de burada
üzerine yemin edilen kalem bu kaldırılan kalemdir.
Yani Allah en iyisini bilir, öyle bir
kalem düşüneceğiz ki, o kalem bizim hayatımız ve ölümümüzle, sosyal, ekonomik ve
siyasal gi-rişimlerimizle, bizim ve tüm kâinatın hayat programıyla, varlıkların
ka-derleriyle ilgili Allah’ın iznini, takdirini, buyruğunu yazan kalemdir. Bu
haktır, bu batıldır, bu iyidir, bu kötüdür, bu cennetliktir, bu cehennemliktir
gibi Allah’ın takdirini, Allah’ın tescilini, mührünü vuran kalemi
ha-tırlayacağız burada. Tüm kainatın kaderini yazan kaleme, bu kalemle
yazanlara, yazılanlara, yani Allah’ın tesbit buyurduğu kaderine, yazgısına yemin
olsun ki, diyeceğiz.
Bunun sonunda da hemen şuna ikrar
ve iman edeceğiz: Demek ki bu kâinat, bu varlıklar başıboş değildir. Varlık,
tesadüfî değildir. Demek ki tüm bu varları var eden ve onlara hayat programı
takdir eden, kader takdir eden bir Allah vardır. Demek ki Allah bilendir. Demek
ki Allah takdir edendir. Demek ki Allah bilgisi
değişmeyendir. Al-lah kesin bilendir ve demek ki sizin teslim olmanız
gereken Allah’tır. İşte burada kendisine teslim olunması gereken Allah
anlatılıyor.
2. “Ey Muhammed! Sen Rabbinin nimetine
uğramış bir kimsesin, deli değilsin.”
“Ey peygamberim! Sen Rabbinin nimetleri
ile, Rabbinin nimetleri sayesinde asla mecnun, deli değilsin!” Bi’setinden,
peygamberliğinden, yani Kur’an’ın kendisine nüzûlünden önce Allah’ın Resûlü’ne
herkes Muhammed’ül Emin diyordu. En emin, en güvenilir insan di-yorlardı.
Önceleri insanlar kendisine böyle derken, kendilerine Kur’a-n’ın nüzûlünden
sonra ona deli demeye, mecnun demeye başladılar. Bundan anlaşılıyor ki, onlar
onun okuduğu Kur’an’dan ötürü ona deli diyordu.
Ey Muhammed! Allah’ın lütfu ve sana
verdiği nübüvvet nimeti sayesinde sen cahil müşriklerin iddia ettiği gibi deli
ve mecnun değilsin. Allah’a hamd olsun sen akıllısın. Kâfirlerin dediği gibi
değilsin.
Allah Teâlâ, kaleme ve onunla
yazılanlara yemin ederek Ra-sulullah’ın, müşriklerin iddia ettikleri gibi deli
olmadığını, zira onun Rabbi olan Allah’ın lütfuna ve nübüvvet nimetine mazhar
olduğunu beyan etmiştir. Kâfirler şöyle demişlerdi: “Ey, kendisine Kur’an
indirilen! Sen, kesinlikle bir delisin.” (Hicr: 15/6) Biliyoruz ki
Rasulullah (a.s) risa let
davasından önce Mekkeliler tarafından yörenin en iyi ve en faziletli insanı
olarak kabul edilmekte ve herkesçe onun dürüst-lüğüne ve ferasetine güven
duyulmaktaydı. Ama Kur'an vahyolunma-ya başlayınca aynı insanlar O'na deli,
mecnun demeye başladılar. Şu anlaşılıyor ki, aslında buna sebep Kur'an'dır. İşte
bu yüzden Kur'an'ın bu gibi iddialar için yeterli bir reddiye olduğu
buyurulmaktadır. Yüce, açık ve beliğ kelamın içerdiği konular da aynı yüksek
meziyete sahiptir. Bu Kur'an, Rasulullah'a Allah'ın bir lütfudur, kafirlerin
iddia ettikleri gibi bir delilik sebebi değildir. Burada dikkate değer bir husus
da şu-dur; hitap Allah Rasûlü’ne olmakla beraber aslında kafirlerin ithamla-rına
cevaplar verilmektedir. Yani bu âyet Rasulullah’a, onun deli olmadığına
kendisini ikna etmek üzere gönderildiği zannedilmesin. Za-ten Rasulullah'ın
böyle bir şüphesi yoktur ki bunu izale etmek için âyet nazil olsun. Asıl gaye
kafirlere, Kur'an yüzünden Allah Rasûlü’ne mecnun dediklerini ve bu iftiraya en
açık kati cevabın Kur'an'ın bizatihi kendisi olduğunu anlatmaktır.
Yani ne
zaman ki Allah’ın Resûlü çevresine Rabbinden gelen âyetleri okumaya başladı,
işte o andan itibaren kendisine deli, mecnun demeye başladılar. Bundan anlıyoruz
ki, bugün de insanlardan kimileri peygamberî bir tavır ortaya koyarak, yani
direk Kur’an okuyarak konuşmaya başlayınca, Kur’an anlatmaya başlayınca,
etrafına Kur’an duyurmaya çalışınca insanlar onlara da aynı şeyleri
söyleyeceklerdir.
Çevrelerine
Kur’an’ı duyurmaya çalışanlara, bunu kendisine dert edinenlere bugün de insanlar
aynı seyi söyleyeceklerdir: “Sen delisin be! Ne biliyorsun sen Kur’an’ı? Nasıl
anlarsın sen Allah’ın meramını? Nasıl cesaret edersin buna? Sen ki bir tamirci
parçasısın! Sen Kur’an’ı bırak da şu şu kitapları oku bize! Boyundan büyük
işlere bulaşma!” O kimseye deli diyecek, sapık diyecek, mezhepsiz, Vaha-bî…
diyeceklerdir.
Ama bakın Allah buyurur ki, “ey
peygamberim! Onlar ne derlerse desinler! Sen Rabbinin nimetleri ile, Rabbinin
nimetleri sayesinde asla deli değilsin! Peki Rabbimizin hangi nimetleri
sayesinde deli değildi Allah’ın Resûlü? Yani Rasûlullah’a Rabbimizin hangi
nimetleri vardı? İman, hidayet, risa let, peygamberlik, vahiy, Kur’an
nimeti… Yani ey peygamberim, Kur’an’la, Kur’an sayesinde, Kur’an nimeti
sa-yesinde sen asla deli değilsin. Zira bu nimete mazhar olan kişi asla deli
olamaz. Kur’an’la beraber olan, vahiyle beraber olan kişi, vahiyle hareket eden
kişi asla deli olamaz.”
İşte bu Allah’ın tescilidir. Vahiy
nimetine sahip olan, Kur’an’la hareket eden, hareket noktası Kur’an olan kişi
hiçbir zaman deli olamaz. Hiç kimse ona deli diyemez. Eğer bizler de şu anda
Peygamber gibi bir tavır sergileyebilir, Peygamberimizin misyonuna sahip
çıkabilir, tıpkı onun gibi Kur’an’la beraber olabilir, Kur’an’la hareket
edebilir, Kur’an’ı hareket noktası kabul ederek, imanla, hidayetle,
peygamberlikle, vahiyle beraber olabilirsek, o zaman bilelim ki Rabbimizin bu
tescili bizim için de geçerlidir ve kesinlikle bilelim ki biz deli değiliz,
mecnun değiliz, haktayız, hidayetteyiz, doğru yoldayız. Zerre kadar kendimizden
bir şüphemiz olmasın.
Ama bunun
aksini yapıyor, yani vahiyle beraber değilsek, vahyi tanımıyorsak, konuştuğumuz
vahiy değilse, amellerimiz vahiy ürünü değilse, hareket noktamız vahye
dayanmıyorsa, yaptığımız ve yapmadığımız şeyler vahiyden kaynaklanmıyorsa, işte
o zaman kendi kendimizden şüphede olabiliriz. Acaba biz deli miyiz? Acaba biz
mecnun muyuz? Acaba hayat programımızı iki ayaklı ya da ayaksız cinlerden mi
alıyoruz? Acaba vahyin yerine cinleri mi oturttuk? Cin kaynaklı bir hayatımız mı
var? Bundan her an şüphede olabiliriz.
Bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Bugün bizler de peygamber tavrı sergilersek bize de insanlar
deli diyecekler. Çevreyi ciddiye almadan vahyin dediklerini yapmaya kalkarsak,
hareketlerimizi, amellerimizi, bakışlarımızı, sevmelerimizi, küsmelerimizi,
kılık-kıyafetlerimizi, mal-mülk anlayışlarımızı, hayata bakışımızı, ticaret
anlayışımızı, dükkanımızı, tezgâhımızı vahyin istediği şekilde ayarlamaya
çalıştığımız zaman deli bu diyecekler.
Yani sen kâfirler ve müşrikler gibi
yapmayıp hayatını Allah için yaşamaya çalışır, malın konusunda o malı sana veren
Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu sahibinin yolunda bol bol dağıtırsan, bedenin konusunda Allah’ı
söz sahibi kabul eder ve onu Allah’a kulluğa hasreder, namaza, niyaza zaman
ayırır, zamanın konusunda Allah’ı söz sahibi kabul eder, onu verenin yolunda
harcayarak ilim öğreneceğim, ilim öğreteceğim, hasta ziyaretinde bulunacağım,
mü’minlerin yardımına koşacağım diye iki-üç gün dükkanını kilitlersen, hedefin
sadece Allah olur ve insanları memnun edecek zamanın kalmazsa, müşteriyi memnun
etme adına ikiyüzlülük yapmazsan, elbette ki sana da, size de deli diyecekler.
“Bunun aklı yok, bu adam olmaz,
bunun sonu kötü, bunun sonu iflas bunun sonu berbat!” diyecekler. Siz de aynen
Peygamber (a.s) gibi Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız, kesinlikle
bilesiniz ki size de aynısını diyeceklerdir. Eğer sizler cimrilik yapmayıp,
fakirlikten korkmayıp malınızı Allah adına bol bol verirseniz veya faiz alıp
zengin olma imkânınız varken Allah korkusundan ve ahiret hesabından ötürü böyle
bir yola girmez, bunu kullanmaz, dini yasaklardan ötürü hayatınızı zehir eder
(!), teşvik kredisi almaz, reklâma para ayırmaz, düzen dolap çevirmezseniz
“aptal bu” diyecekler, “deli bu! Bunun sonu iflas! Bu adam olmaz, bakan olamaz,
dekan olamaz, müdür de olamaz, bu hiçbir şey olamaz!” diyecekler.
Allah korkusundan ötürü bu bana
haramdır diyerek istifade cihetine gitmediği bir kadın yüzünden, oturulmasını
caiz görmediği bir makam yüzünden bugün insanlar nicelerine deli, “ağzının
tadını bilmi-yor bu enayi!” diyorlar değil mi?
Varsın insanlar ne derlerse
desinler, Rabbim sen deli değilsin dediğine göre, bizim için Rabbimizin tescili
önemlidir.
3. “Doğrusu sana kesintisiz bir ecir
vardır.”
Peygamberim, Rabbinin nimetleriyle
hareket etmekle sen deli olmadığın gibi, üstelik bu yüzden senin için sonsuz bir
ecir vardır. Gayri
memnun bir de hiç zahmet çekmeden, elde etme konusunda hiç yorulmadan, hiç
kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah'ın lütfu ve yardımı olan bir mükafat
anlamına gelir. İnsanlar sana bu yüzden deli
demişler, mecnun demişler; hiç aldırış etme sen onlara. Kur’an’la ha-reket
etmen, Kur’an’a dayanman ve Kur’an’ı insanlara ulaştırman ve bu yüzden eziyet
çekmenden ötürü senin için çok büyük bir mükafat vardır
sana.
Buradaki “Ecr-i gayrî memnun” ifadesinin
bildiğimiz kadarıyla üç mânâsı vardır:
1- Kesintisiz, sürekli bir ecir,
sürekli bir ücret ve mükafat. Peygamber’e (a.s) ve onun yolunun yolcularına
sunulacak mükafat kesintisiz, sürekli bir mükafattır. Çünkü cennet ebedidir. “Halidîne fihâ ebedâ” bir cennet sunulacaktır
onlara.
2- Başa kakıntısız, baş kakıntısı
olmayan bir ecir, bir mükafat demektir. Allah, “Hadi, hadi hak etmediniz bunu!
Dünyada yatıp, yatıp geldiniz! Hiçbir şey yapmadınız! Ama yine de ben size
bunları veriyorum!” demeyecek de, “siz kazandınız bunları! Siz hak ettiniz!
İşlediğiniz amellerin sonucudur bunlar!” diyecek.
3- Gayr-i memnun ecir, yani
memnuniyetin de ötesinde bir e-cir, bir mükafat demektir. “Tamam ya Rabbi! Yeter
ya Rabbi! Daha is-temem ya Rabbi!” demenin de ötesinde Rabbimizin vereceği bir
mü-kafattır.
Bir mü’min Allah’ın nimetleriyle
beraber olursa, Allah’ın nimetleriyle hareket edecek duruma gelirse, yani
sürekli Kur’an ve sünnetle beraber olursa, amellerini, hareketlerini onlara
dayandırır ve de tıpkı Peygamber (a.s.) gibi kendisinin dirilişine sebep olmuş o
vahyi insanlara duyurma, insanlara ulaştırma kavgası içine girerse, işte ona
Rab-bimizin mükafatı böyle olacaktır. Bir hadislerinde Resûlullah Efendimiz
şöyle buyurur:
“Allah’a yemin ederim ki senin
vasıtanla, senin sebebinle bir tek kişinin hidayete ermesi senin için kızıl
develerden daha hayırlıdır”
Bu
söz bize sanki birilerinin hidayete ermesi konusundaki çabamızla, kırmızı
develerin bizim olması konusundaki çabamızın mu-kayesesini, karşılaştırmasını
yapıyor, anlatıyor, söylüyor. Farklı bir a-çıdan değerlendirince, yani sen diyor
peygamberimiz bu sözü dinleyene, anlatana değil mi ki, beni ilgilendirmez
anlamına demiyorum, yâni ben şimdi kendim dinliyorum, şimdi sizler de
dinliyorsanız hepimize diyor ki Allah’ın Resûlü; ey sizler, siz ne için
çabalıyorsunuz? Sa’yiniz, çabalamanız, gayretiniz, uğraşınız neye doğru?
Birilerinin hi-dayete ermesi için mi uğraşıyorsunuz, yoksa kırmızı develer sizin
ol-sun için mi? Tabi konunun birinci bölümünde hemen itirazların yükselmeye
başladığını siz de duyuyorsunuz. Ama itiraz eden biz olmayalım. Hidayet etmek
mi? Kimin elindedir hidayet? İyi ama Allah peygamberine bile; “Sen istediklerini
hidayete erdiremezsin, sen istediklerine hidayet veremezsin, sen istediklerini
müslüman edemezsin” Evet, biz de istediklerimize hidayet edemeyiz. Böyle bir
sorumluluğumuz yok zaten.
Yâni
Rasûlullah Efendimiz meselâ Ebu Talib’i çok sevdiği onun müslümanlığını çok
istediği halde ona hidayet edemedi. Veya meselâ yine Kur’an’dan öğreniyoruz ki
Hz Nuh aleyhisselâm o helâk olup giden oğlunun hidayetini elbette istiyordu. Ama
elbette onun istemesi ötekisinin hidayette olması anlamına gelmezdi. Peygamberin
bile istediklerini hidayete ulaştırma imkânına sahip olmadığı halde benim
sebebimle, benim vasıtamla bir kişinin hidayete ulaşması konusunda bana düşen ne
ola ki? Öyle şey olmaz demeye hakkımız yoktur. Çünkü madem ki peygamberimiz
böyle demiş, elbette bunun bir başka yönü olmalıdır.
Dahası,
acaba biz kızıl develer konusunda da aynı durumda değil miyiz? Ama neden o
konuda daha çok çaba içindeyiz? Söyleyin, o kırmızı develerden ne kadarının ne
zaman kendisinin olması konusunda uğraşan, didinen insanlar bilirsiniz. Onlar bu
kadar uğraştı diye daha çok uğraşana daha çok kızıl develerin verildiğini
gördünüz mü? Yâni bir adam ki gecesini gündüzüne katarak, oğlunu kızını
unutarak, karısını, namusunu, iffetini unutarak, dahası dinini, diyanetini,
Allah’ını peygamberini unutarak bütün bu unutmalarını o kırmızı develere ulaşmak
hatırına yaptığını kendisi de biliyor, ama bir deve ya buluyor, ya bulamıyor,
bazen onu da bulduğu gün kaybediveriyor. Öyleyse biz ne kırmızı develeri
kazanmak, ne de birilerinin hidayetine sebep olmak konusunda bir garantiye sahip
değiliz, ama bu konuda sa’y etmekle, çalışıp çabalamakla mükellef ve sorumluyuz.
Öyleyse bu hadiseyi, bu sorumluluğu bu açıdan değerlendirmeliyiz.
Şimdi
tekrar dönüyorum başa. Rasûlullah Efendimiz beni iki durumla karşı karşıya
bırakıp düşünmemi istiyor sanki. Diyor ki, söyle sen Adem oğlundan kadın ya da
erkek bir tek kişinin hidayete ermesi konusunda vasıta olabilir misin? İşte o,
senin kırmızı develere sahip olman konusundaki o çabalarından daha hayırlıdır.
Öyleyse bizim ka-faya takıp aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçek şu olacak:
Ben birilerinin hidayete ermesi konusunda vasıta olsam, birisi olmadı, diğerine,
o da olmadı, bir diğerine şeklinde birilerinin daha iyi müslü-man olması
konusunda gayret edersem, sonunu Allah’a bırakırsam kırmızı develerin benim
olması konusundaki gayretimden daha hayırlı olacaktır bu.
Sonunda
yine bize ayrılan kadar geleceğini unutmamalıyız.
Acaba
bir tek kişinin hidayete ermesi konusunda çalışıp çabalayacak olan bizler,
karşımızdakinin illa kâfirdi de müslüman olması gerekir şeklinde bir çalışmaya
mı hazırlanmalıyız? Bir başka şekliyle söyleyelim, yani hidayet sadece kâfirin
müslüman olması mı? Yoksa müslüman da yeniden hidayet bulabilir mi? Bunu Fâtiha
sûresiyle söylersek daha bir anlaşılır hale gelecektir.
“İhdinessıratal
müstakim.” Aman Allah’ım bana hidayet lütfet. Öyle bir sırat ki ben o sıratta
olayım. Bu sırat senin nimetlerine nail olanların yolu olsun. Beni o yola ilet,
o yolda tut ya Rabbi. O yolun hidayetini bana lütfet ya Rabbi diye dua ediyoruz.
Aman ya Rabbi, senin hidayetini bulduktan sonra dalâlette, sapıklıkta, yolunu
şaşırıp gitmiş, dinini değiştirmiş olan Hıristiyan gibi olmayayım. Ya da
kendilerine azap ve gazap ettiğin Yahudiler gibi olmayayım diye bir hidayet
talebimiz var. Peki söyleyin bunu herhangi bir konumda okuyan müs-lüman
hidayette değil mi ki Allah’tan hidayet istiyor? Ya da namaz kılan ve namazında
bunu söyleyen bir müslüman namaz kılacak kadar Allah’ın huzurunda olma
bilincinde iken yine de bana hidayet et ya Rabbi diyorsa, söyleyin o hidayeti
nereden bulacak? Yâni kâfirliğe dönecek sonra tekrar müslüman mı olacak? Belki
de böyle bir çapraşık düşünce, böyle bir farklı düşünce insanları, kâfirken
müslüman olanlara sevgi konusunda farklı konuma getirmiş. Yâni bir adam önceden
kâfirse, dinsizse, Hıristiyan’sa, Yahudiyse sonra da müslüman olmuşsa
müslümanlar ona daha bir değer veriyorlar, daha bir el üstünde tutuyorlar. Ama
önceden beri müslüman olan, hattâ biraz daha iyi müslüman olsa bile kimse onu
dikkate almıyor. Ya da sonradan müslüman olan o kişi o önceki müslüman olanın
seviyesinde olmasa bile daha elde tutuluyor nedense. Galiba hidayet denilen
şeyin, küfürden dönmek şeklinde oluşuna daha bir özen gösteriyor, ya da özellik
arz ediyor müslümanlar. Herhalde o kadar değil.
Ben
anladığımı söyleyeyim. Benim sebebimle bir tek kişinin eğer kâfirse müslüman
olması, yok eğer müslüman ise daha iyi müs-lüman olması benim adıma kırmızı
develerin benim olmasından çok daha hayırlı olmalıdır. Bir kişinin müslüman iken
daha iyi müslüman olmasından kastım, kimi konularda müslümanlığı bilmiyorsa
onları öğrenmesi, kimi bildiklerini yapmıyorsa onları yapmaya başlaması,
İs-lâm’ın öğrenme ve yaşama seviyesinin alttan üste doğru çıkması şeklinde
anlaşılabilir. Yâni benim sebebimle birisi önceki Müslümanlığına göre daha iyi
müslüman oluyorsa, önceki cennet yolunda oluşuna nispetle daha iyi gidiyorsa, öncekine göre cennetteki
derecesi daya yükseğe çıkmışsa, ya da kâfir olup cehenneme giderken müslüman
olup cennete gitmeye başlamışsa işte ben buna sebep olmuşsam, benim sebebimle
dini, âhireti, cenneti, cehennemi tanımışsa kırmızı develerin benim olmasından
benim için çok daha hayırlıdır.
Peki
mademki kırmızı develerin hiç önemi yoksa, ben kırmızı develer konusunda hiç
sa’y etmeyecek miyim? Öyle değil, ben Safa ve Merve’yi, ikisi arasında su
aramak, rızık aramak üzere sa’y eden Hz. Hacer’i, ama sonunda kırmızı develerden
çok daha değerli, çöl ortasında, dağların yalçın kayalıkları arasında, susuz,
kimsesiz, insansız, evsiz, barksız bir ortamda ona lütfedilen Zemzem’i elbette
u-nutmamalıyım. Onun için sa’y edecek, ama Safa ve Merve’yi aşmadan. Safa’yı
öteye, Merve’yi beriye taşmadan sa’y edeceğim. Yâni Al-lah’ın haram-helâl
sınırlarını çiğnemeden sa’y edeceğim. Lâkin sa’yim ve gayretim develerden önce,
develerden daha çok birilerinin hidayeti üzerine olacaktır.
Şimdi
bir hadis okuyunca kendime soracaktım ya. Acaba bu hadis bana ne dedi? Acaba bu
hadis sebebiyle ben neredeydim? Ne-rede olmalıydım ve şimdi neredeyim? Yâni
acaba ben şu anda insanların hidayeti için uğraşıyor muyum, yoksa ben kırmızı
develerin mi peşindeyim? İnsanlardan, yâni sizin yaşadığını çevrenin çok
uzaklarındaki insanlardan söz etmiyorum. Ya da yeryüzünde farklı binlerce
İslâm’ın dışındaki insanlardan da söz etmiyorum. Yâni çok uzaklarda birileri
varmış, henüz ben onlarla tanışıp görüşmemişim, acaba onlarla nasıl görürümün
hesabını yapmıyorum. Çünkü onlarla tanışabilmek, onların dillerini öğrenebilmek
imkânı belki de hayatınız boyunca size hiç verilmeyecektir. Öyle değil mesele.
Ama mutlaka komşunuz vardır sizin gibi konuşan, arkadaşınız vardır konuşup
anlaşabileceğiniz, evinizde, dükkanınızda, okulunuzda, sofranızda birileri
vardır. Pe-ki onların hidayetleri konusunda çalıp çabalamanız gerekmez miydi bu
hadise göre? Ya da siz hâlâ kırmızı develerin mi peşindesiniz?
Sen
uğraş hele birilerinin hidayetine. Onlar hidâyete ermezler-se bile sen hidayette
kalmaya devam edersin böylece. Yâni biz birilerinin hidayeti için çırpınırken,
onlar hidayete ermezlermiş, onlar hidayette kalmazlarmış, onlar hidayeti
bulmazlarmış ne fark eder bizim için? Çünkü nice peygamberler biliriz ki hiç
ümmeti olmamış, hiç inananı olmamış. Ya da üç beş kişiyle sınırlı kalmış. Olsun,
peygamberler hidayette kalmışlar ya.
Ama
unutmayalım ki bu işin sonunda gelecek mükafat insanlardan değil, Allah’tan
olacaktır. Mü’min, mükafatını Allah’tan bekleyecek ve din duyurduğu insanlardan
asla bir beklentisi olmayacaktır. Çünkü insanlardan gelebilecekler asla
kesintisiz olmayacaktır ve de işin acısı Allah’tan gelecek bu kesintisize de
engel olacaktır, bunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım.
4. “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka
sahipsindir.”
“Peygamberim, muhakkak ki sen bir
huluk-i azîm üzeresin. Allah’ın istediği yaşaman, vahiyle birlikte hareket etmen
ve insanların ıslahı adına onlardan gelecek tüm eziyetlere, tüm yalanlamalara,
tüm alaylara katlanıp göğüs germen senin çok yüksek bir ahlâk sahibi
olduğundandır. Çünkü zayıflar asla buna tahammül edemezler.”
Rasulullah Efendimize Rabbimizin izafe
ettiği bu “Huluk-i Azîm” konusunda farlı
şeyler söylenmiştir. Hz Ayşe annemizin ifade buyurduğu üzere “Rasulullah
Efendimizin ahlâkı Kur’an’dı.” Öyleyse bu Huluk-i Azîmin mânâsı Kur’andır. Çünkü
Allah’ın Resûlü, onu sadece insanlara tebliğ etmekle, sadece insanlara
ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda onu bizzat kendisi yaşamıştır. İbni Abbas
efendimiz de bu huluk-i azîm konusunda “din” ifadesini kullanmaktadır. “Ra-
sûlullah’ın ahlâkı diniydi, dinin ortaya koyduğu ahlâktı” der. Çünkü
Rasûlullah’ı anlamak dini, Kur’an’ı anlamaktır; Kur’an’ı, dini anlamak da
Rasûlullah’ı anlamaktır. Rasulullah anlaşılmadan dinin de, Kur’-an’ın da
anlaşılması mümkün olmadığı gibi, din ve Kur’an anlaşılmadan da Rasûlullah’ın
anlaşılması mümkün değildir.
İşte bu Allah’ın nimetleriyle, Allah’ın
vahyiyle beraber olmanın, vahiyle hareket etmenin tezahürü sadece ahirette
değil, aynı zamanda bu dünyada da görülecektir. Yani ben vahyi tanıyorum, ben
vahiyle beraberim, benim hareket noktam vahiydir diyenlerin hayatlarına,
ahlâklarına bakacağız. Eğer gerçekten Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış-larsa, Kur’an
ahlâkının eseri varsa üzerlerinde, “evet bu adam vahyi tanıyor, bu adam vahiyle
hareket ediyor” diyeceğiz. Değilse yalancıdan başkası değildir o.
Kimileri de bu huluk-i azîme “kerîm,
selim bir tabiat” demişlerdir. Veya azîm, önünde saygıyla eğilinen demektir.
Herkesin önünde saygıyla eğildiği varlık demektir. Yani sev-sevme, kabul
et-etme, iman et-inkar et fark etmez ama o konu edildi mi, o gündeme geldi mi,
onun karşısında oldu mu kişi, kesinlikle saygı duymak zorunda, onun hakkını
teslim etmek zorundaysa işte buna azamet diyoruz. Azîm, Allah’tır. Önünde
herkesin saygıyla eğildiği varlık Allah’tır. Ama Rab-bimizin izâfesiyle işte
peygamberimizin de böyle yüce bir ahlâkı vardı ki, herkes, dost düşman onu kabul
etmek zorundaydı. Onun içindir ki, bidayette emin demişlerdi Rasulullah
Efendimize. Peki acaba Rasû-lullah’ın bu durumu doğuştan mıydı? Yani bu ahlâk
doğuşta mı geliyordu? Evet. Ama sadece yaratılıştan gelmekle sürdürülen bir
özellik değildi bu. Allah vergisi bir potansiyel güçtü ve Rasulullah Efendimiz
de bunu Allah’ın istediği biçimde geliştirmiş, şekillendirmişti ki, buna da
Kur’an’ın edebi diyoruz. Kur’an edebi olarak sürdürülen bu ahlâka da İslam
diyoruz.
Evet, ey peygamberim! Hiç kuşkusuz sen,
üstün bir hayat tarzına, yüksek bir terbiye ve çok yüce bir ahlaka sahipsin.
Allah sende bütün faziletleri ve olgunlukları toplamıştır... İlim, hilim, haya,
ibadet, cömertlik, sabır, şükür, alçak gönüllük, zühd, merhamet, şefkat, iyi
geçinme, edepli olma vb. güzel huy ve hoşa giden davranışlar senin güzel
ahlakındandır. Şüphesiz sen Kur’an’ı en iyi yaşayan örnek bir şahsiyetsin. Senin
ahlakın Kur’an’ın ta kendisidir. Her müslüman senin ahlâkınla
ahlâklanmalıdır.
Ahlak
kelimesi
hakkında alimlerinizin görüşlerini de söyleyelim inşallah: 1)
Abdullah b. Abbas, Mücahid, suddi, Dahhak, İbn-i Zeyd, Rebi’ b. Enes ve Ebu
Malik’e göre ahlâk “din” anlamındadır. Buna gö-re; “ey peygamberim, sen çok yüce
bir din üzeresin” demek olacaktır mânâ. 2) Atıyye’ye göre “edep”
anlamındadır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ben ancak güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim.” Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/38; Muvatta,
Hüsnü’l-Hulk: 8) Bu cümlede iki anlam vardır. Birincisi; insanları hidayete
götürebilmek için katlandığı bütün bu eziyetler yüksek bir ahlâk üzere
olduğundandır. Aksi takdirde, zayıf ahlaklı olan bir insan bunlara tahammül
edemez. İkincisi; Kur'an'ın yanında sırf senin bu yüksek ve temiz ahlakın,
kafirlerin sana delilik ithamlarında bulunmalarına karşı açık bir delilidir.
Onların bu ithamları tamamen mesnetsiz bir yalandır, çünkü yüksek ahlak ve
delilik bir arada bulunamaz. Deli, aklî dengesini kaybetmiş kimsedir. Öte
yandan, bir kimsede bulunan yüksek ahlak, o kişinin sağlam bir akıl ve fıtrata
sahip olduğunun ve zihni dengesinin gayet yerinde olduğunun delilidir.
Rasûlullah’ın ahlaki meziyetlerinin Mekkeliler tarafından çok iyi bilindiği
malum. Aslında buna işaret etmek yeter. Mekke'de bulunan her akıl sahibi insan
Rasulullah (s.a) gibi yüksek ahlak sahibi bir kimseye mecnun demenin ne kadar
hayasızlık olduğunu düşünmek zorunda kalacaktır. Bu beyhude ithamlar en sonunda
Rasulullah’a (s.a) değil bilakis kendilerine zarar verecektir. Mu-halefetlerinin
şiddetinden muhakemelerini kaybederek Rasulullah (s.a) gibi bir insanı öyle
şeyle itham ediyorlardı ki bunu hiç bir akıl sahibi düşünemezdi bile.
Allah Resulü’nün ahlakını en güzel
şekilde Hz. Aişe'nin şu sö-zü tarif etmektedir. "Onun ahlakı Kur'an idi"
(
Müslim, Müsafirin: 139)
Bunun
anlamı şudur: Rasulullah (s.a) yalnızca Kur'anî talimatları insanlığa tebliğ
etmekle kalmamış, o talimatları kendi zatında da tatbik ederek buna örnek
olmuştur. Eğer Kur'an bir şeyin yapılması için emir vermişse onu ilk önce kendi
nefsinde uygulamış ve eğer bir şeyden menetmişse gene en fazla kendisi o şeyden
sakınmıştır. Kur'an'ın fa-zilet olarak saydığı sıfatlarla muttasıf, kötü saydığı
sıfatlardan da kendini uzak tutan idi. Başka bir rivayette gene, Hz. Aişe şöyle
anlatıyor: "O hiçbir zaman kendi hizmetinde bulunan birisini dövmemiş, hiçbir
zaman bir kadına el kaldırmamıştır. Allah için cihaddan başka hiçbir yerde
hiçbir zaman kimseye eliyle dahi vurmamıştır. Kendisi için kimseden intikam
almamıştır. Fakat eğer bir kimse Allah'ın koymuş olduğu hudutları aşmışsa o
zaman sadece Allah'ın rızası için ondan intikam almıştır. İki yoldan kolay olanı
seçmek onun sünnetiydi. Ne var ki, kolay olan günah ise müstesna, o zaman ondan
en uzak kalan O olurdu." (Müsned-i Ahmed)
Hz. Enes (r.a) diyor ki: "Ben Allah
Resulü’nün on sene kadar hizmetinde bulundum. Hiçbir zaman öf dememiş, hiçbir
zaman bana bunu niye yaptın, bunu niye yapmadın dememiştir." (Buhâri ve
Müslim).
Peki acaba Rasulullah Efendimize
lütfedilen bu ahlâk bizde de var mı? Yani bize de veriliyor mu bu ahlâktan?
Elbette bizde de vardır ama bizim sorumluluğumuz kadar. Yani yalan söylememeye,
iffetli ol-maya, namuslu olmaya, hakkı temsil edebilmeye, hak uğruna can
ve-rebilmeye, hakkı ikame edebilmeye, namaz kılabilmeye, oruç tutabilmeye, cihad
edebilmeye bizler de hazır yaratılmışızdır. Bu potansiyel şüphesiz bizlerde de
vardır. Ya da aksini söylersek, harama meyletmemeye, içkiye, zinaya, kumara,
faize bulaşmamaya, şeytandan ya da Adem’den yana olmaya, imandan ya da küfürden
yana tercihte bulunmaya hazır yaratılmışızdır ama bu yaratılışımızı, bu
fıtratımızı, bu karakterimizi Kur’an’a kanalize edebilirsek, İslâm’la
şekillendirebilirsek, işte bu da bizim dinimiz olacaktır.
5-7. “Hanginizin aklından zoru olduğunu
yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler. Doğrusu senin Rabbin, yolundan
sapıtanları çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi
bilir.”
“Peygamberim, yakında göreceksiniz.
Onlar da görecekler, sen de göreceksin. Onlar da basir olacaklar senin de
basîretinin konusu olacak. Yakında onlar da anlayıp bilecekler, sen de anlayıp
bileceksin. Neyi? –YB²S«W²7! vU¬±[<Ï@¬" acaba hanginiz meftunmuş?
Hanginiz deli, hanginiz akıllıymış? Bunu çok yakında onlar da anlayacaklar, sen
de anlayacaksın.”
Meftun,
sapık, şeytan, mecnun, muazzep demektir. Yani kendisine azap olunacak kimse
demektir. Öyleyse şeytanın kim olduğunu yakında görecek ve anlayacaksınız.
Kimmiş deli, kimmiş azaba lâyık olan? Peygamber miymiş, peygambere vahiy getiren
melek miymiş? Yoksa size akıl veren miymiş? Kimmiş sapık? Peygamber mi, yoksa
ona sapık diyen sizler mi? Kimmiş deli? Kimmiş mecnun? Kimmiş azaba duçar
olacak? Bunu çok yakında bilecek, görecek ve anlayacaksınız, diyor
Allah.
Peki ne zaman anlayacaklardı bunu?
Bedir’de anladılar, birkaç yıl sonra anladılar bunu. Ama ne yazık ki bilmek
ayrı, iman etmek ayrıdır. Bildiler, anladılar ama imânâ yanaşmadılar. Siyer
kitaplarının bize anlattığına göre Rasulullah Efendimize deli diyen bu insanlar,
Kâbe’nin avlusuna gelmiş, Kâbe’nin örtülerine yüz sürüp kendilerinden
geçercesine ağlayıp Kâbe’nin Rabbine yalvarmışlar. Onlar diyor-lardı ki: “Ey bu
Kâbe’nin Rabbi! Bizim aklımız karıştı. Muhammed mi haklı, yoksa biz mi haklıyız?
Bunu anlayamıyoruz. Ey Rabbimiz ne o-lur çıkacağımız bu savaşta hangi taraf
haklıya onu bize göster, kim haklıysa bu savaşta onu galip getir de, gözümüzün
önündeki bu sis, bu esrar perdesi bir aydınlansın da, bizler de ne yapacağımızı
bir bi-lelim.”
Çıktıkları
bu savaşta Allah müslümanları galip getirerek haklıyı haksızı göstermişti ama
yine de imânâ yanaşmadılar. İki taraftan han-gisi azaba duçar olacak bunu
gösteriyordu Rabbimiz ama yine de an-layamıyorlardı.
Çünkü insanları,
insanların ahlâklarını, insanların amellerini sonunda değerlendirecek olan
Allah’tır, başkası değil.
8-9. “Ey Muhammed! Bundan böyle,
yalanlayanlara aldırma; (Onlar sana indirilen âyetlerden beğenmediklerini
bırakman sûretiyle senin) kendilerine yumuşak davranmanı isterler; böyle yapsan,
onlar da seni över, yumuşak davranırlar.”
Öyleyse Peygamberim, sen onu
yalanlayanlara itaat etme. Sana mecnun diyenler buna inandıkları, seni öyle
bildikleri için değil, onlar isterler ki sen onlara taviz veresin, onlar da sana
taviz versinler. Onlar umuyorlar ve istiyorlar ki, sen kendilerine müdâhane
edip, onlara yaranmaya, yağcılık yapmaya yönelip kendileriyle uzlaşma yolları
arayasın, böylece uzlaşasınız ki sonunda küfürle İslâm’ı sarmaş dolaş
yaşasınlar.
Onların
sapıklıklarına, şirklerine, bozuk düzen hayatlarına dokunmamanı, pisliklerine
ilişmemeni isterler. Yani onlar senden öyle bir tavır, öyle bir din istiyorlar
ki, bu din onların hayatına karışmasın. Onlar dine değil, din onların zevkine
tâbi olsun. Onların günübirlik arzularına göre şekil alabilen bir din olsun bu.
Demokrasi dini gibi… Çoğunluğun arzularına göre şekillenen bir din. Bu dinin
tanrısı da onlardan ne bir ahlâkî kural, ne ibadet, ne namaz, ne oruç, ne
örtünme hiçbir şey istemesin.
Onlar istiyorlar ki, sen onlara
müdâhane etsen de onlar da sa-na müdâhane etseler. Yani eğer sen onların
yamukluklarına, sapıklıklarına dokunmasan, onlar da sana müdâhane edecekler,
seni övecekler, seni yağlayacaklar, ne büyük, ne akıllı adam diyecekler. Yani
sen onları yağlasan, alçak garazlarına, haksızlıklarına, küfürlerine, şirklerine
hiç dokunmayıversen, hiç uyarmayıversen onları, uyarmamak bir yana sen onların
yanlışlarına muvafakat ediversen, yani o yanlışlarında onlarla beraber olup
onlara eşlik ediversen, onlar da sa-na yağ sürecekler. Yahu bu adam ne büyük
adam! Ne akıllı, ne ileri görüşlü, ne aydın, ne derin hoca, diyecekler.
Ama sen
onlara müdâhane etmez, yağcılık yapmaz, onlardan yana davranmaz da hakkı ortaya
koyar, Allah’ın emrini söylersen, Al-lah’tan aldığın âyetleri okuyarak onların
hayatlarını yargılamaya ve sorgulamaya kalkışırsan, bilesin ki o zaman seni
reddedecek, sana if-tira edecekler, deli diyecekler, mecnun diyecekler. Onlar
samimi değil, sen samimi ol ey peygamberim, diyor
Rabbimiz.
Müdâhene lüzumsuz yere yumuşak
davranmak ve yağcılık et-mektir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar isterler ki
sen, Allah’ı inkâr e-desin, onlar da inkâr etsinler. Senin onlara taviz vermeni
beklerler ki onlar da sana taviz versinler. Veya dinin aleyhine onlara yumuşak
davranmanı isterler ki onlar da sana yumuşak davransınlar. Müşrikler isterler
ki, onların ilahlarına davet etmelerine uyasın da, dinin aleyhine onlara yumuşak
davranasın. Onlar da sana, dinleri aleyhine yumuşak davransınlar ve seni Rabbine
ibadet etmen hususunda serbest bıraksınlar. Çünkü İsrâ sûresi bunu şöyle
anlatıyor: “Eğer seni azimli ve sebatlı
kılmasaydık, nerde ise onlara az da olsa meyledecektin. Eğer onlara biraz olsun
meyletseydin, dünya ve âhiretin azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra kendin
için bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra:
17/74-75)
“Onlar isterler ki sen onlara kolay
davranasın, onlar da sana kolay davransınlar. Sen onlara yaptıkları konusunda
ruhsat veresin, onlar da sana ruhsat versinler. Sen onların dininde görünesin,
onlar da senin dininde görünsünler. Sen onlara münâfık ve müraî davranasın, yani
bir süre sen onların dininde, bir süre de kendi dininde görünesin. Yani sen
onlara yaklaşasın, onlar da sana yaklaşsınlar. Sen onlarınkine dokunmayasın,
onlar da seninkine dokunmasınlar. Sen bizimkine saygılı olsan, biz de seninkine
saygılı davransak, bizimkilerle seninkini karıştırıp hayatımızın bazı
bölümlerinde senin Rabbini dinlesek. Meselâ namaz, oruç, hac gibi konularda
senin Allah’ını dinlesek, hukuk, eğitim, ekonomi, miras gibi sosyal ve siyasal
yapılanmalar konusunda da sen bizim ilahlarımızı dinlesen.
Yani
hayatımızın bazı bölümlerinde senin Rabbinin yasalarını, bazı bölümlerinde de
bizim yasalarımızı uygulasak. Ya da hiç olmazsa arada bir şöyle bizimkine bir
uğrayıversen. Şöyle bir yanından geçiversen, bir el sürüversen. Ya da hiç
olmazsa bizimkine dokunmayıversen olmaz mı? İlişmeyiversen. Bizimkinin aleyhine
konuşmayıversen, sen kendininkini yaşasan, ama biz de kendimizinkini yaşasak.
Sen serbest olsan, biz de serbest olsak” diyorlardı.
Bunu şöyle anlıyoruz. Böyle bir durumda
onların kaybedecekleri hiçbir şey yoktur. Böyle bir durumda müşriklerin hiçbir
kaybı olmayacak, kayba uğrayan peygamber olacaktır. Böyle bir uzlaşmada kaybeden
taraf iman tarafı olacaktır. Çünkü eğer bir hayatı yüz birim kabul edersek,
kâfir ve müşriklerin bu yüz birimlik hayatlarında az da olsa iman birimleri
vardır. Kâfirin ve müşrikin hayatında da iman birimleri vardır. Hangi konularda?
Bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’in ifadesiyle kimi konularda bunların da hayatlarında
iman vardır.
Meselâ
gökleri kim yarattı? diye sorsanız, derler ki: Allah yarattı. Her şeye gücü
yeten kim diye sorsanız, “Allah” derler. Yani müşriklerin hayatlarında da iman
birimleri vardır. Peki kaçta kaçtır bu iman birimleri? Meselâ yüzde beş iman
birimi varsa, yüzde doksan beş küfür ve şirk birimi vardır. Rasûlullah’ta ve
onun yolunun yolcusu mü’minlerin hayatında ise yüzde yüz iman birimi vardır.
Şimdi bakın bu adamlar istiyorlar ki, Allah’ın Resûlü böyle bir uzlaşma sonucu
ha-yatında yüzde birlik, yüzde ikilik bir şirke düşsün, yüzde yüzlük imanından
yüzde ikisini kaybedip yüzde ikilik şirke bulaşsın, onlar da bu uzlaşma hatırına
Peygamberin dinine meylederek yüzde beşlik iman birimlerini artırıp yüzde
doksana çıkarsınlar. Böylece sonuçta ne oluyor? Kim kazanıyor sonuçta? Yani
sonuçta peygamber kimin safında yer almış oluyor? Peygamber hangi sınıfta yer
almış oluyor? Yine müşriklerin safında yer almış oluyor değil mi? Çünkü onlar
yüzde dok-san müslüman ama yüzde on müşrik olarak yine müşrik kalırlarken,
peygamber de yüzde ikilik bir şirkle müşriklerin safına düşecek ve so-nuçta
kazanan taraf şirk olacak, müşrikler olacaktır.
Zaten
dertleri buydu. Böylece istiyorlardı ki, böyle bir uzlaşma sonucunda peygamberin
dâvâsı bitirilmiş olsun. İşte Rabbimiz diyor ki, sakın ha peygamberim sen onlara
itaat etme, onlara meyletme.
10-13. “Ey Muhammed! Diliyle iğneleyen,
kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden
alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış
kimseye.”
“Ey peygamberim, bir de şu özelliklerin
sahibi olana da kesinlikle itaat etme. Sakın ha kesinlikle itaat etme. Sakın ona
benzemeye çalışma. Onlar gibi olmaya, onları kullukta örnek almaya kalkışma.”
Kimmiş bu kendilerine itaatin haram olduğu kişi? Ne özellikleri varmış onların?
Bakın burada Åu6 denildiğine göre, yani her bir denildiğine göre, demek ki bu
ifadeden sonra gelecek özellikler bir kişide bulunabileceği gibi, birkaçı bir
kişide, yahut da bu özellikler ayrı ayrı kişilerde de bulunabilecektir. Öyleyse
bu özellikleri kim üzerinde taşıyorsa, sakın ola ki ona itaat etmeyin, diyor
Rabbimiz. Onlara itaatin haram olduğunu anlıyoruz buradan. Neymiş bu özellikler?
Bakın birinci özellikleri şuymuş:
¯‘ŸÒ«&
Åu6 Her bir Hallâf olana sakın itaat etme. Sakın Hallâfa, Hallâf olana itaat
etmeyin.” Hallâfın birkaç mânâsı vardır:
1- Hallâf, çok yemin eden demektir.
Dilini yemine alıştırmış, o-lur olmaz her şeye yemin eden, sürekli yemin eden
kişi demektir.
2- Uzlaşmacı, anlaşmacı demektir.
Herkesle uzlaşan, herkesle anlaşan, herkesle arası iyi olan kimse
demektir.
Demek ki Rabbimiz bu iki özellik sahibi
hallâfa itaati haram kı-lıyor. Böyle bir adama kesinlikle itaat etmeyin,
kesinlikle onu dinlemeyin, diyor Rabbimiz. Bir adam düşünün ki, sürekli yemin
ediyor, ağzına gelen her konuda yemin ediyor. Aklına geldikçe yemin ediyor. İşte
böyle birisine asla itaat etmeyeceğiz. Peki neden?
Çünkü
kendisine güvenmeyen, kendisine bile güveni olmayan, kendisinden emin olmadığı
için sürekli kendisini yeminle desteklemeye çalışan bir adama biz hiç
güvenmemeliyiz. Adam kendisine güvensiz. Kendisine güveni olmadığı için yemine
sarılıyor. Kendi kendisine güveni olan bir adamın öyle olur olmaz her konuda
yemin etmesine gerek yoktur. Niye öyle durup dururken Allah’ı şahit tutup
duruyorsun? Öyle diyor adam değil mi? Öyle değil mi? Sen de vardın orada değil
mi? Niye sık sık birilerini şahit tutmaya çalışıyorsun? Ne gerek var sürekli
yemine? Demek ki adamın kendisine güveni yok da onun için yapıyor bunu.
İstikrarı yok adamın. Yani ne demek istediğini, ne yapmak istediğini bilmiyor
adam. Onun için böyle bir adam dinlenmemelidir.
Bir de şunun için dinlemeyecekmişiz
onu. Çünkü o uzlaşmacı ve anlaşmacı kimsedir. Yani herkesle arası iyidir adamın.
Herkesle iyi geçinmektedir. Falanlarla arası iyi, filancılarla da iyi. Falan
hiziple de iyi, filan grupla da iyi. Televizyonun her kanalıyla tanışık,
barışık, hepsiyle arası iyi. Hanımıyla da iyi, komşularının hepsiyle de arası
iyi. Ar-kadaşlarının hepsiyle arası barışık. Münâfıkla da barışık, müşrikle de,
içkiciyle de, biracıyla da, zinacıyla da, açık gezenle de, kapalıyla da, namaz
kılanla da, kılmayanla da, dinsizle de, ateistle de, demokratla da, komünistle
de barışık. Adam böyle herkesle baştan sona barışıksa, böyle bir adama da itaat
etmeyeceğiz.
Onu asla
dinlemeyeceğiz, asla onu kullukta örnek almayacağız, onunla istişare etmeyecek,
onun dediklerini yapmayacağız. Çünkü böyle herkesle arası iyi olan bir adam bize
de iyi görünmek için, bizimle de geçinebilmek için bize de yalan yanlış bir
şeyler söyleyebilecek, bizi de aldatabilecektir.
Böyle uzlaşmacı, herkesle iyi geçinen
hallâflara kesinlikle itaat etmeyeceğiz. Herkesle barışık olanlarla beraber
olmayacağız. Biz kendimiz böyle hallâf olmadığımız gibi, hallâflarla da beraber
olmayacağız kesinlikle. Çünkü olmaz bu yahu! Yani hele hele böyle bir toplumda
hiç kimseyle geçinilmez yahu! Kendimiz de dahil bu toplumda hiç kimseyle
geçinilmez! Kendimizle de geçinilmez.
Çünkü ben,
sen, biz işte müslümanlığımız ortada. Hepimizin Kitap-sünnet bilgisi belli.
Müslümanlığı kendisine şiâr edinen, Kitap ve sünneti kendisine dert edinen,
hayatını vahye sorarak yaşayan geçinebileceğimiz kaç kişi var içimizde? Çok az
böyle kimseler değil mi içimizde? Öyleyse kiminle, hangi tavrımızla geçineceğiz?
Yemek modelimizle mi geçineceğiz? İslamî değil. Giyim-kuşam anlayışlarımızla mı
geçineceğiz? Vahye dayanmıyor. Sosyal ve beşerî münasebet an-layışlarımızla mı
geçineceğiz? Ekonomik hayat anlayışlarımızla mı? Siyasal bakış açımızla mı? Mala
bakışımız, meslek anlayışımız, ev tefrişi anlayışımız, kazanma-harcama
anlayışımız, infak, ikram, israf anlayışlarımız, çocuk eğitimi anlayışlarımız,
evimizle ilgilenme anlayışlarımızla mı geçineceğiz? Hiçbirisi vahiyden
kaynaklanmıyor. Neyimizle geçineceğiz biz yahu? Hangi anlayışımızla geçineceğiz?
Hayır
hayır, hiçbir şeyimizle geçinmeyeceğiz. Her şeyimize vuracağız, her şeyimize
çatacağız, her şeyimize karşı çıkacağız. Ama kimileri, “tamam vuralım da lakin
biraz tatlı vuralım” diyor. Peygamberden daha nazik anlatmanız mümkün mü?
Adamlar peygamberi dinleyince deliye dönüyorlardı değil mi? Hatta adamlar,
Kur’an’ın anlatımıyla, “aslan görmüş yaban eşekleri”ne dönüyorlardı. Allah böyle
dedikten sonra da bu işin nazikliği filan da kalmayacaktır
öyleyse.
Bakın Allah bir âyet-i kerîmesinde
buyurur ki:
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde,
onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu
gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah
zalimleri doğru yola eriştir-mez.”
(Cum’a 5)
Kitabı yüklenenler, Tevrat’ı, Kur’an’ı
yüklenenler, Kur’an’ı öğrenenler, Kur’an’ı hıfzedenler, Kur’an’la tanışanlar,
sonra da onu hamletmeyenler, ona tahammül etmeyenler, onun yükünü ve
sorumluluğunu taşımayanlar, onun istediği şekilde yaşamayanlar, onunla amel
etmeyenler, onu insanlara ulaştırma sorumluluğundan kaçanlar, tıpkı kitap yüklü
merkep gibidirler. Allah, “merkep” diyor onlara. Şimdi bunu ne kadar
hafifletebilirsiniz? Nasıl yumuşak söyleyebilirsiniz? Ne kadar da ılımlı
söylerseniz söyleyin, aslı serttir değil mi?
Demek ki hallâf olana itaat
etmeyecekmişiz. Öyleyse haydi hallâf olmayan birisini bulalım da ona itaat
edelim. İslâm’ın, müslü-manın şahsiyeti anlatılıyor burada. Müslüman sadece
Allah’la uzlaşmak, Allah’la geçinmek zorundadır. Hep Allah’a uymak, hep Allah’ı
dinlemek zorundadır. Bir de Allah’la anlaşan, Allah’la uzlaşan, hayatını Allah’a
sorarak yaşayan kimseleri dinler müslüman, gerisini kim olursa olsun ciddiye
almaz.
Daha ne özelliği varmış o itaat
edilmeyecek adamın?
¯ˆ@ÅW«;
¯w[¬Z«8 Mehîn, alçak kimse demektir. Rey ve düşüncesi alçak, süflî düşünen,
kendi kendisini alçak konuma indiren, kendisini küçük düşüren, değersiz, her
fenalığa sürüklenen, her adiliğe meyleden kimse demektir. Mehînin bir de
psikolojik bir düşüklüğü vardır. Psikopat demektir. Yani adam baştan sona
değersiz, alçak ve rezil. İşte böyle bi-risine de itaat edilmeyecektir. Niye?
Düşük, çukur adam da ondan. Kitap-sünnet bilmiyor, düşünce, eylem, bilgi
planında çukur… Dinin “d”sinden habersiz.
Hemmaz da, gammaz mânâsınadır. Yani onu
bunu gammazlayan, şunu bunu ayıplayan, insanlara tepeden bakan, ta’n eden,
iğneleyen, zemmeden, gıybet eden, dürtüştüren, eziyet eden kimse de-mektir.
“Hemmâz”;
çokça
gıybet edip adeta müslümanların etini yiyen, insanları dürtükleyen, çimdikleyen
ve onları döven, demektir.
Böylelerine
de itaat haramdır. Sonra:
¯v[¬W«X¬" ¯š³@ÅL«8 Meşşa’ bi nemîm de,
nemîmeyle yürüyen, kovuculukla gezen, boşboğazlık eden, kendisini
ilgilendirmeyen şeylerin peşinde ha-yatını sürdüren kişi demektir. “Meşşâin binemîm” insanların
bazıla-rının sözlerini alıp diğerlerine götüren, yalan sözler gezdiren,
demektir.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor:
“Koğuculuk yapan cenne-te giremez.”
(Buhâri, Edeb: 50, Müslim, İman:
169-170). Yine Rasu-lullah (s.a.v.) kabir azabı çeken iki kimse için şöyle
buyurmuştur: Şüp-hesiz ki bunlar azap görüyorlar. Bunlar, büyük bir günahtan
dolayı azap görmüyorlar. Bunlardan biri kendisini idrardan sakındırmıyordu.
Diğeri ise koğuculuk yapıyordu.”
(İbn
Cerir et-Taberi-Tefsir, 8/387)
Nemime hem dedikodu, hem de
kovuculuk anlamlarına gelmektedir. Kötü bir sözü insanların birisinden diğerine
onların aralarını bozmak, ifsad etmek için nakletmektir. Yani kötü bir söz var
ve birisi onu iki insanın arasını açmak için birinden diğerine taşıyor. İşte
bunu yapana da itaat etmeyin, diyor Rabbimiz. Nemîme/koğuculuk;
fesatçılık yapmak, ara bozmaya gayret etmek amacıyla insanlar arasında söz
getirip götürmek, sözü yalanlarla süslemek anlamındadır. İslâm, nemîmeyi büyük
günah olarak kabul ederek, onu münâfıklık ameli saymıştır.
Allah için birilerinden birilerine iyi
sözü de nakletmeyelim başta. Yani farz edin ki filan kişi falan hakkında bir şey
dedi. Bu dediği iyi de olsa, kötü de olsa zaten nakletmeyelim. Neden? Çünkü
adamın iyi döneminde iyidir o söz de, ama adamın pek bir belalı dönemi vardır
ya, yani eşref olmayan bir dönemi vardır ya, işte o kötü döneminde de senin onun
hayrına söylediğin söz bile kötüdür, ters anlayabilir onu.
Allah aşkına, birbirimize birbirimizin
sözünü nakletmeyelim. Al-lah aşkına birbirimize insan sözü nakletmeyelim.
Peygamber dışında, Allah aşkına insanlara insanların sözlerini nakletmeyelim.
Eğer birbirimize bir şeyler diyeceksek, bir şeyler nakledeceksek o zaman mutlak
hayır olan, hiç şerden eser olmayan, kişinin baştan sona hayrını gerektirecek
olan söz var ya işte onu söyleyelim.
Yani Allah’ın sözünü nakledelim,
Peygamberin sözünü, sahâbenin sözünü nakledelim. Ne gerek var filanın, falanın
sözünü nakletmeye? Peki hiç mi izin yok? Hiç mi insan sözü nakletmeyeceğiz?
Meselâ adam bize küsmüş, gücenmiş, hakkında kötü düşündüğümüzü zannediyorsa, o
zaman onun hakkında hayır düşündüğümüzü ifade ederiz. “Öyle değil, sen
yanılıyorsun, bak senin hakkında filan yerde şöyle dedi, falan yerde böyle dedi,
hatta bir iki yalan da katıverelim,” diyor kimileri. Bu iki kişinin arasını
bulmak için söz konusudur tabi.
Onun dışında nakledilen söz birbirimizin sözü olmayacak. Kim olursa olsun
insan sözü nakletmeyeceğiz birbirimize. Konuşacaksak, duyuracaksak âyet
konuşacağız, hadis duyuracağız, bunun dışında hiç kimseden nakil yapmamaya
çalışacağız. Falan şöyle dedi, filan böyle dedi diyerek insan sözü nakilciliği
yapmayacağız.
İkincisi, nakledilecek söz
kesinlikle dünya ile ilgili, dünya imarıyla ilgili de olmayacak. Sakın ha,
birbirimize nakledeceğimiz söz dünyayı imar edici nitelikte sözler de olmasın.
Niye? Çünkü hiç lâzım değil ki bize bu. Vallahi lâzım değildir bize bu. Filan
adam makine için, falan adam yol için, falan adam mazotların depoda donmaması
için, bilmem ne için, ne için laflar üretmiştir de, Allah aşkına biz de onu
birbirimize nakletmeyelim. Oturduğumuz yerlerde Allah aşkına bunlardan söz
etmeyelim. Ne olacak yani? Adam karbüratörün çalış-masıyla alâkalı bir şeyler
bulmuş, betonun statiğiyle alâkalı, sobanın hava sirkülasyonuyla alâkalı,
depodaki benzinin donmamasıyla alâkalı, markın, doların prim yapmasıyla alâkalı
birilerinin buluşlarını, sözlerini konuşmayalım Allah aşkına.
Yani dünyamızın imarına yönelik
söz nakletmeyelim. Niye? Zaten çöplükten berbat olmuş zihinlerimiz! Bir âyet
duyuyoruz, arkasından bir insan sözü, arkasından bir kâfir sözü, arkasından bir
filozof sözü, arkasından falan da böyle diyordu, filan da böyle diyordu derken
kafalarımızın içi çöplüğe dönüyor Allah korusun. Naklettiğimiz sözler mutlak
bizi diriltici, bizi hakka götürücü, bizi cennete ulaştırıcı, bizi cehennemden
kurtarıcı cinsten olsun inşallah.
h²[«F²V¬7 ¯@ÅX«8 Bir de hayra engel olanı da
dinlemeyin! Hayır engeli, hiç hayra yaramaz, kendisi cimri olduğu gibi
başkalarını da cimriliğe sevk eden, başkalarının hayrına da engel olmaya çalışan
hayır düşmanı kimse. Durmadan
hayra engel olana, cimri olup malını Allah yolunda harcamayana, üzerine düşen
hakları yerine getirmeyene, zere kadar kimseye bir hayırda bulunmayana, her iyi
işe karşı çıkan ve diğer in-sanların İslam’a girmelerini önlemek için tüm
çabasını sarf edene, zu-lüm ve taşkınlık yaparak haddi aşana, insanların üzerine
saldıran ve Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyerek haramlara düşen mütecavize,
Rabbine karşı günah işleyen ve haram yiyen suçlu hiç kimseye
uyma!
Bir de hani Kur’an’ın başka bir
yerinde hayır, mal mânâsınadır ya, öyleyse hayrı engellemekten maksat malı
engellemektir. Malı, ha-yır yolunda kullanmaktan engellemeye çalışmaktır.
Bir de çocuklarını ve çevresini
İslâm’a engelleyen demektir. Düşünün ki bir adam çocuklarına öyle yollar açar,
öyle programlar çi-zer, öyle meşgaleler arzeder, yollarına öyle barikatlar koyar
ki, mümkün değil o çocuklar İslâm’ı, namazı düşünemezler, işte engel olmak
budur. Sonra da kalkar engel olan mı var? Yapmak istediniz de engel mi olduk?
Kılmak istediniz de biz mi engel olduk? demeye başlar. Ge-rek malını, gerek
çocuklarını ve çevresini İslâm’a engelleyen, malını mülkünü ona hakkı olanlardan
engelleyen, ya da her türlü hayra engel koyan adamı dinlemeyin, diyor Rabbimiz.
Ona itaat etmeyin, di-yor.
Birileri hep hayra engel olacak, şeytan
rolünü üstlenecektir, onlara da itaat etmeyin, diyor Rabbimiz.
Başka:
Mu’tedin, mütecaviz, zulümkâr, haddi
aşkın, hakkına razı olmayan, zulmeden birisidir o.
Esîm; vebal yüklü, günahtan, vebalden
çekinmeyen, vebal yüklü, kendi vebali, çocuklarının, hanımlarının, komşularının,
işçilerinin, memurlarının, tebaasının, talebelerinin vebalini yüklenen,
günahlara karşı cesur davranan, günahlara katlanmaya çalışan veya günahı seven,
günahtan yana olan bir adam.
Utullin; zobu, kaba-saba, saygısız,
obur, çarpıp yiyen bir adam. Kaba, haşin, sert, hayasız, edepsiz, kavgacı,
sinsi, şerri çok şid-detli, katı kalpli, yardakçı ve anlayışsız kâfir ve
münâfık. “Utul”: Katı,
kaba, çabucak kötülük yapan demektir. Şiddetle çekmek manasına gelen utl
kökünden alınmıştır. “Huzûhu fa’tulûhu: Tutun onu, cehennemin ortasına
sürükleyin.” (Duhân:47) Katı, sert, sıhhatli, dolgun vücutlu, kimsenin
kendisine dokunamadığı kişi demektir. Bu âyetteki utul hakkında Rasulullah’a
sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: “O, vücudu kuvvetli, sağlam, çok yiyen, çok
içen, yiyecek, içecek bulan, insanlara çokça zulmeden ve karnı geniş
olandır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned:
4/227)
Böyle olanlara da itaat etmeyin.
İslâm’ın istediği tavrı sergilemeyene kaba denir. Değilse, meselâ İslâm’a yeni
girmiş birisi mescide gelmiş, kenara geçip tuvaletini yapmış, çok mu kaba saba?
Hayır!
İslâm’ın dışındakini kendine
ahlâk edinen kişi, meselâ örtüsüzlüğü kendisine din edinen kişi,
misa firlerine hanımını yahut da içki
ik-ram eden kişi, işte kaba, görgüsüz budur.
Zaten Cenâb-ı Hakk «: demişti ya, işte buraya kadar anlatılanlar
hep onun tersinedir. Rasûlullah’ın ahlâkının tersine ahlâk sahibi herkes kaba ve
sabadır diyoruz.
¯ Bir de zenîmdir o.
“Zenîm”:
Bir toplumdan olmadığı halde onlara yamanmış olan. Babası tanınmayan evlatlık
manasınadır. Şair şöyle der: “Babasının kim olduğu bilinmeyen bir nesepsiz.
Annesi zi-na eden, âdî soylu bir kişi.”
Yani delme, basma, uydurma,
fenalıklarla mimli demektir. En münasibi bu mimli, tescilli, şirret damgalı
veled-i zina mânâsına gelir. Yani bu sayılan vasıflarla mimli, damgalı, tescilli
demektir.
Veya zenîm, şerle tanınan kişidir.
Eskiden köyde koyunların kulaklarına "Zeneme" yapılırdı, yani en koyulur,
enlenme yapılırdı. İş-te o koyun nasıl o zenemeyle, o enle tanınırsa, bu adamın
da böyle tanındığı bir zenemesi, bir eni, bir işareti vardır.
Meselâ adam çevrede deyyus,
pezevenk, hırsız, homoseksüel, dalkavuk, yağcı veya yeminci bilinirse işte öyle
bilinen, mimli birisi demektir.
Velid Bin Muğıre adındaki Mekke’li müşrik bu vasıfları Rasûlul-lah’ın
ağzından duyunca, anasına koşar ve: “Ana! Adam ol, akıllı davran, bak! Doğru
söyle değilse mahvederim seni!” der. Anası korkar ve: “Ne var? Ne oldu? Niye
böyle konuşup beni korkutuyorsun evladım?” deyince Velid der ki: “Ana! Bugün
Muhammed bana bir şeyler saydı hepsi bende var. Hallâf dedi bu ben! Mehîn dedi
ben, Hemmaz dedi ben, Meşşa’ bi Nemîm dedi, Menna’ lil hayr dedi, Mu’ted dedi,
Esîm dedi ben, ben, ben... Hepsi ben. Ama bir zina lafı var ki, bu ne biçim
iştir? Yoksa bu da mı ben? Doğru söyle bunun da aslı var mı?” Annesi der ki:
“Oğlum evet o da doğrudur. Baban filan yere gitmişti de bir dönemler, malımız
mülkümüz çoktu da bütün bunlar başkalarına kalmasın diye seni çobandan
alıvermiştim” der. Burada anlatılanın Velid Bin Muğîre olduğu söylenmiştir.
Belki dün oydu, peki ya şimdi ne anlayacağız bundan? Velid’in suçu değildir bu. Annesinin, babasının suçudur bu. Velid ne yapsın ki? Yani veled-i zina olmak o çocuk açısından bir suç değildir. Baba-ana için bir suçtur bu. Peki bizim anlayacağımız ne o zaman bundan? Gerçek suç, bu konumu benimsemek, bu ortamı kabullenmek, böyle bir sosyal hayattan rahatsız olmayıp onu sürdürmeye çalışmaktır.
Unutmayalım, gerçek suçlular
bugünkü zina ortamını kabul edenlerdir. Kadının bugünkü giyinişini, erkeklerin
bugünkü durumunu, bugünkü mal-mülk, eğitim anlayışını, bugünkü tefessüh etmiş
sosyal ve siyasal yapı derekesini ve derecesini kabullenip peygamberin getirdiği
inkılabî hayata sırt çevirmeye veya Kur’an’ın emrettiği hayata Esatîr’ul Evvelîn
demeye çalışan insanların suçlu olduğu, reddedilme-si gerektiği anlatılıyor
burada. İşte bu âyetlerden anlayacağımız budur. Zinadan, zinacılardan, zina
ortamından razı oluş ve de zina orta-mı hazırlamaya çalışma. İşte en büyük suç
budur.
14-15. “Mal ve oğulları vardır diye
aldırış etmeyerek âyetlerimiz ona okunduğu zaman: “Öncekilerin masalları”
der.”
Bu âyetin iki anlamından söz
edebiliriz.
1- Malı-mülkü, çoluk-çocuğu var
diye ona itaat edeceksin? Sa-kın ha bunlara sahip diye itaat etme buna.
2- Bu adam malı-mülkü,
çoluk-çocuğu var diye mi, kendisine Allah’ın âyetleri okununca bunlar “Esatîru’l
Evvelîn” diyor?
Yani malına-mülküne, çoluk-çocuğuna,
eşine, dostuna, avâ-nesine, nüfusuna güvendiği için mi Allah’ın âyetlerine karşı
böyle davranmaya cesaret buluyor bu adam?
Dikkat ederseniz bizim açımızdan da çok
tehlikeli, bizim de çok gaflet ettiğimiz bir konu anlatılıyor burada. Birinci
mânâya göre birilerinin malı-mülkü, atı, arabası, çoluk-çocuğu, taraftarı,
makamı, konumu, statüsü sebebiyle eğer biz ona davranışımızı bozar da, itaatten
yana, laf dinlemekten yana bir meylimiz olursa Allah korusun bu isyandır. Öyle
değil mi? Gerçekten çok gaflet ettiğimiz bir konu değil mi?
İslâm’ı, imanı hemen hemen aynı
iki kişi var. Karşımızda Ama birinin malı biraz daha fazla, yedireceği yemek
biraz değişik, bindireceği arabanın markası farklı; diğeri yaya gidiyor, gariban
birisi… Eğer bu farklıdır, bu zengindir, bunun makamı var diye, birinci adamın
sözünü diğerinin sözüne tercih edersek, bu tercih konusunda mal, makam ağırlığı
varsa, kesinlikle isyan içinde olduğunuzu anlayın, diyor âyet.
O zaman serveti, malı, makamı
var, belki bir istifadesi dokunur, şerrinden sakınılır diye sakın onlara itaat
etme! diyor âyet. Birinci anlamı bu.
İkincisi de, bu adam, malım-mülküm,
çevrem, kredim, itibarım, yani başkasına ihtiyacım yok, ben kendi hayatımı
kendim sürdürürüm, ben bana yeterim, benim kimseye eyvallahım yoktur diyor.
Allah korusun bu küfür mantığıdır. Böyle bir adama Allah’ın âyetleri okununca,
Allah’ın âyetleri arz edilince bakın ne diyormuş:
Allah’ın âyetleri kendisine okununca
der ki: “Bunlar Esatîru’l Evvelîn”dir. Anlayabildiğimiz kadarıyla, Kur’an’ın
değişik yerlerinde geçen bu sözü, iki mânâ ile açıklayacağız:
1- w[¬7Å:Ï¿! h[¬0@«,Ï! Kelimesi, satır
kelimesinin çoğuludur. Satırlar-lar gibi bir çoğul
kelimedir.
2- İkincisi bu kelime üsturenin
çoğuludur o da üstureler, yani mitoloji demektir.
Buna göre bu hainin, bu kâfirin dediği, ya da bugünkü gafil müslümanların
çokça söyledikleri bu sözün iki mânâsı vardır:
1- Bu Kur’an w[¬7Å:Ï¿! h[¬0@«,Ï! dir. Yani bu
eskilerin yazdıkları satırlardır, bu eski kitaplardaki sayfalardır. Eski şeyler,
eskimiş şeylerdir bunlar.
“Bunlar eskilerin masalları, eski
kitaplar bunlar, eski şeyler, eskimiş şeyler bunlar. Bize göre daha çağdaş, daha
özgün, daha biz ifadeli, daha bizim hayatımızı içeren, daha bize hitap eden,
işte şehrimizle, kentimizle, belediyemiz, parlamentomuzla, atımız, arabamızla,
parkımız, plajımızla, radyomuz, televizyonumuzla ilgilenen, bize yönelik, yeni
kitaplar olmalı… Yani bize bunlar değil, bize daha çağdaş, daha özgün, daha yeni
kitaplar olmalı” diyorlar. Yeni satırlar, ye-ni kitaplar arıyorlar.
“Efendim işte bunlar on üç asır
öncesine ait şeyler. İmamlar dönemine, mezhepler dönemine ait şeyler… İmamlar
döneminde, mezhepler döneminde anlaşılmış, ayarlanmış, uyarlanmış şeyler.
İmamlar döneminde fıkha dökülmüş şeyler,” demeye çalışıyorlar.
Garip ama bu alçakların
dediklerini şimdi müslümanlar söy-lüyor. “Efendim artık bugün Kur’an okumaya
gerek yoktur, çünkü Kur’an imamlar döneminde fıkhî kalıplara dökülmüştür, bu
nedenle bugün fıkıh okunmalıdır,” diyorlar.
Veya, “işte bu mitoloji, yani efsane”
diyorlar. Kur’an’ın istediği hayatı mitoloji, efsane görmeye çalışıyorlar. Bunu
müslümanlar yapıyor. “Efendim, o peygamberdi, elbette kitabı o anlayacaktı. Biz
peygamber değiliz ki! Biz onun gibi değiliz ki bu kitabı anlayabilelim!”
di-yorlar.
“Efendim onlar sahâbeydi elbette
bu kitabı onlar anlar ve yaşar” diyorlar. “Yani şimdi bizler sahâbe miyiz ki bu
kitabın âyetlerini anlamak ve yaşamakla sorumlu tutulalım. Mümkün değil arkadaş
bu-gün bunu yapmak!” diyorlar. “Eğer müslümansan, müslüman olduğunu iddia
ediyorsan o zaman kızını böyle giydireceksin, hanımını böyle eğiteceksin,
şuradan kazanacak, şurada harcamayacaksın” diye ken-dilerine Allah’ın âyetleri
okunduğu zaman, Allah’ın âyetlerinin muhtevası duyurulduğu zaman, “bu devirde
bunları yapmak kesinlikle müm-kün değildir” diyorlar. “Belki o devirde, eski
zamanlarda bunları yapmak mümkündü ama bu devirde kesinlikle olmaz bu,”
diyorlar.
Meselâ namazsız, abdestsiz olmaz
diyeceksin, çaysız bir hayat düşüneceksin, televizyonsuz bir hayat düşüneceksin,
vallahi bu devirde imkânı yok, olmaz bunlar!” diyorlar. Yani Kur’an’ın ön
gördüğü hayatı mitoloji, yaşanması mümkün olmayan efsane kabul
ediyorlar.
Allah korusun ama dünkü ahlâksızların,
kafirlerin söylediklerini bugün müslümanlar söylüyorlar. Kendilerine Allah’ın
âyetleri okunduğu zaman, kendilerine Allah’ın emirleri duyurulduğu zaman bunlar
“Esatîr’ul Evvelin” diyorlar. Yani bunlar ancak bir zamanlar insanların
uyguladıkları, ama bu zamanda uygulama imkânı olmayan şeylerdir,
diyorlar.
Hem masal diyorlar, hem de insanları
bundan engellemeye çalışıyorlar. Hem masal diyorlar, hem de insanların Kur’an’a
yönelmelerinden korkuyorlar. Kuran kurslarını kapatmaya, Kur’an eğitimine
yasaklar koymaya çalışıyorlar. Madem ki masal, öyleyse niye korkuyorsunuz bu
kadar? Madem ki masal, bırakın dinlesin insanlar! Hikâye anlatan başka insan yok
mu dünyada? Hayır hayır, öyle diyorlar ama buna kendileri de inanmıyor. Çünkü
hem kendilerine, hem de çevrelerindeki insanlara tesir edeceğinden korkuyorlar.
En’âm sûresinde şöyle buyrulur:
“Onlar hem kendileri Kur’an’dan
uzaklaşırlar hem de insanları ondan uzaklaştırırlar. Böylece kendi kendilerini
mahvederler de farkına varamazlar.”
(En’âm 29)
Hem Kur’an’a masal diyorlar, hem de
insanları, kölelerini, çocuklarını menediyorlar o Kitaptan. “Aman duymayın,
dinlemeyin” diyerek insanları ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Dinlemiyorlar, dinletmiyorlardı.
Gürültü çıkararak, el çırparak, müzikle engellemeye çalışıyorlardı.
Bakıyoruz bugün de zalimler
insanları Allah’ın kitabından, Allah’ın dininden alıkoymak istiyorlar. Din
eğitimini yasaklamaya çalışıyorlar. İnsanların Allah Kitabını duymalarına engel
olmaya çalışıyorlar. “Aman bu insanlar dinle tanışmasınlar, aman bu insanlar
Kur’an-la, kitaplarıyla tanışmasınlar” diye insanlarla kitapları arasına
engeller koyuyorlar. O gün de, bugün de din düşmanlarının yaptıkları şey
budur.
Bakın Allah diyor ki: “Nasıl isterseniz
öyle yapın! Nasıl derseniz deyin! Ama bilesiniz ki:
16. “Onun havada olan burnunu yakında
yere sürteceğiz.”
“Biz onun hortumunu damgalayacağız,
hortumunun üzerinden damgalayacağız!” Dikkat ederseniz burada burnu denmemiş de
hortumu denmiş. Hortumunun üzerinden damgalayacağız onu. Gurur, kibir anlamında
burnu büyük, burnu yukarda mânâsı da çıkıyor buradan.
Burnunun damgalanması, Türkçe’de biraz
da burnunun sürtülmesi mânâsına gelecektir. Aslında bir adam en çok yüzünü
koruyacaktır değil mi? Ayağı bir yere çarpabilir, kolu, eli bir yerlere
değebilir ama insan yüzünü daha bir korur. Hele hele burnunu hiçbir yere
değdirmez adam, çünkü bir bakıma şan-şeref ifadesidir, ilk göze çarpan yer
burundur. Ama bakın Allah oradan yakalayacak, oradan damgalayacağım, buyuruyor.
Hani ayıların burnundan yakalandı mı işi bitiyor veya kurbanlık hayvanların
burnundan yakaladınız mı işi bi-tiyor ya, burnunu damgalayacağız, diyor Allah.
Bunu şöyle de anlayabiliriz: Ona öyle
bir damga, öyle bir alâmet-i fârika vuracağız ki, adam burnunu da kesse, adını,
vatanını, milletini, pasaportunu da değiştirse, başka bir ülkenin vatandaşlığına
da girse, dünyanın neresine giderse gitsin asla kendisinden kurtulamayacağı bir
işaret, bir alâmet-i fârika vuracağız, bir zillet ve meskenet damgası vuracağız
ki ona, asla ondan kurtulamayacak diyor Rab-bimiz. Dünyanın neresine giderse
gitsin, nasıl kamufle etmeye çalışırsa çalışsın asla kurtulamayacağı bir horluk,
hakirlik damgası vuracağız ona, diyor Rabbimiz.
Kur’an’a karşı böyle bir tavır
takınan kişiye Rabbimiz böyle bir damga vuracaktır. Şu andaki durumumuza bakınca
bunun gerçekleştiğini görmüyor musunuz? İşte görüyoruz dünyanın neresine
giderseniz gidin, ikinci, üçüncü sınıf vatandaşsınız. Kitabımıza karşı
takındığımız Velid bin Muğıre tavrından ötürü alnımıza öyle bir zillet damgası
vurulmuş ki, dünyanın neresine gidersek gidelim beş paralık bir değerimiz
kalmadı. Bir zamanlar ecdadımızın eyaletim gözüyle baktığı iki paralık ülkelerin
artığıyla beslenir duruma geldik.
Şu anda Almanya’da, Hollanda’da,
Fransa’da en kötü şartlar altında çalışanlar bizim vatandaşlarımızdır. Bizim
kadınlarımız, kâfirlerin pisliklerini temizlemeye mahkum olmuştur. Yardım için
çalmadık kapı bırakmadık. Dünyanın dilencisi olduk. Bundan daha büyük bir zillet
ve meskenet olur mu?
Hayvanların bile yüzüne vurmak caiz
değilken, Allah’ın insanlara böyle bir damga vurmasından anlıyoruz ki, Kur’an’la
alay eden, Kur’an’la dalga geçen, Allah’ın hayat programı olarak kullarına
gönderdiği Kur’an’a “Esatîr’ul Evvelîn” diyen, “o eskilerin kitabıdır, o
Arapların kitabıdır, o bugünün problemlerini çözemez” diyen biri, Allah ka-tında
cehennemle damgalanacaktır.
Eğer şu anda bizim toplum olarak
Kur’an’a karşı tavrımız da böyle ise, yani bazen laf taşıyor, bazen dedikodu
yapıyor, insanlara Allah sözü değil de hep insan sözü taşıyor, insanların
sözlerini Allah sözlerinin önüne geçiriyor, insanların kitaplarını Allah’ın
kitabının önüne geçiriyor, Allah’ın kitabını kendisine az müracaat edilir bir
konuma getiriyor, bazen kaba-saba davranıyor, bazen hayrı engelliyor, çok çok
yemin ediyor, çok psikopat, aşağılık davranıyor, fikir, düşünce, a-mel ve eylem
planında alçaklığı tercih ediyorsak, Kitap-sünnet bilgimiz sıfırsa, günahtan
yanaysak, kendimizin vebalini, Kur’an-sünnetle tanıştırmadığımız
çoluk-çocuğumuzun veballerini yüklenmeden yanaysak, Kur’an’a da bugünün çözümü
değildir gözüyle bakıyor, yani evimizin çözümü için müracaat etmiyor, ülkemizin
problemlerinin çözümü için müracaat etmiyor, arabamız bozulunca Kur’an’a
gitmiyor, elektriğimiz kesilince Kur’an’a gitmiyor, çocuklarımızın eğitimi
konusunda Kur’an’a müracaat etmiyor, evlenmemizde, boşanmamızda, mirasımızda,
hukukumuzda Kur’an’a baş vurmuyor, Kur’an’a eskilerin kitabı gözüyle bakıyor,
bugünün çözümü gözüyle bakmıyorsak, herhalde bizim de burnumuza bir esaret
zinciri vurulacak, burnumuza bir ip takılacak ve ipin ucu kimin elindeyse o
çekip bizi istediği yere götürecektir. Değil mi? Öyle olmamış mı? Bizim
durumumuz şu anda öyle olmamış mı? Hep başkalarının çektikleri yere gitmiyor
muyuz? Hem öyle ki, burnumuzun, yüzümüzün her yanı yara bere içinde.
Kadınlarımız bir taraftan kanca takmış, toplum bir tarafa takmış, zevklerimiz,
eğlencelerimiz, medeniyet dediğimiz şeyler, teknik dediğimiz şeyler bir tarafa
kanca takmış. Bir tarafta A.B.D’nin kancası, I.M.F’nin kancası, bir tarafta
A.E.T.'nin kancası… Biri bir tarafa, biri öteki tarafa a-sılıyor. Ne muhteşem
bir burunmuş ki, dayanıyor, kopmuyor, yırtılmı-yor!
Allah korusun, şu anda her şeyimizle
reziliz. Ekmeğimize, yiyeceğimize, şehrimize, okulumuza, kuralımıza, kaidemize,
evlenmemize, boşanmamıza, alacağımıza, vereceğimize, düğünümüze, derneğimize,
kısacası hiçbir şeyimize sözümüz geçmiyor. Tam rezillik iş-te! Bundan daha büyük
bir rezillik ve rüsvalık olur mu? Tam rezil ve rüsva bir hayat. İnsan bu kadar
şahsiyetini kaybetmez elbette ama Allah korusun kitabımıza Velid bin Muğire
gözüyle bakar olduğumuz için işte bu hale gelmişiz.
İşte bu zillet ve meskeneti şu andaki
halimiz en güzel biçimde anlatmaktadır. Şu anda bu ümmet de bu rüsvalığı
iliklerine kadar ya-şamaktadır. Allah korusun, işte vaziyetimiz. Burnumuza öyle
esaret zincirleri takılmış ki, Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’ın kitabından
kaçacağız derken pek çok ilahların kulu-kölesi durumuna düşmüşüz. Allah öyle
ipler takmış ki burunlarımıza, öyle boyunduruklar vurmuş ki boyunlarımıza,
onlardan asla kurtulma imkânımız da kalmamış. Artık öküz boyundurukları mı,
yoksa şu anda kendisine kulluktan kaçan, başkalarının kulu-kölesi zilletine
düşen, kendi yasalarını uygulamaktan, kendi kitabına sahip çıkmaktan ve
hayatlarını o kitapla düzenlemekten kaçtıkları için başkalarının yasalarını
uygulamak zorunda kal-mış, Allah’a kulluktan kaçarken yığınlarla varlığın
kulu-kölesi durumuna düşmüş şu andaki biz perişan müslümanların boyunlarımıza
vurulmuş resmî boyunduruklar mı? Zalim tâğutlar tarafından boyunlarımıza
vurulmuş vatandaşlık boyundurukları mı, resmî bağlar, resmî ip-ler mi, yoksa
A.B.D’nin vurduğu kölelik ipleri mi? A.T.’nin, I.M.F’nin vurduğu boyunduruklar
mı? İşte âyetten bunların hepsini anlıyoruz.
Biz Kur’an'a bu gözle baktığımız için
alnımıza, burnumuza bu damga vurulmuş, bu zincirler takılmış. Peki bu durumdan
kurtulmamız mümkün olmayacak mı? Hep böyle rezil bir hayatın adamı mı olacağız?
Hayır, eğer biz vaziyetimizi, kitabımıza karşı bu bozuk düzen bakışımızı
değiştirir, onu hayat programı kabul eder ve hayatımızı onunla düzenlemeye karar
verirsek, elbette Rabbimiz bizim bu makus kaderimizi değiştirecektir. Öyleyse
vakit kaybetmeden değiştirelim ba-kışlarımızı da, Allah durumumuzu
değiştirsin.
Sûrenin bu bölümünde ²v;@«9²Y«V«" _Å9Ë! buyurarak bu
anlattıklarına tarihten bir örnek sunacak. Biz onları dener, imtihan ederiz.
Böyle mallarına mülklerine, evlatlarına, çevrelerine, saltanatlarına güvenerek
Kur’an’a karşı müstekbir bir tavır takınan, Allah’ın âyetleriyle dalga geçen
kimselerin akılları başlarına gelsin de adam olsunlar, Kitaba bakışlarını
düzeltsinler, Rabblerine kulluğa yönelsinler diye onlara be-lâlar, iptilâlar,
denenmeler göndererek onları deneriz, diyerek tarihten bahçe sahipleriyle ilgili
bir hadise anlatacak. Tıpkı En’âm’da anlatıldığı gibi:
“Şüphesiz ki senden önce ümmetlere
peygamberler göndermiştik; onları yalvarsınlar diye darlık ve sıkıntılara
sokmuştuk. Hiç değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil
miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel
gösterdi.”
(En'âm
42,43)
Önceki toplumlara da peygamberler
gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu peygamberlere ve onlar vasıtasıyla
kendilerine gönderilen kitaplara değer vermediler. Bu peygamberler ve onların
kendilerine getirdiği mesajlarla ilgilenmediler. Hayat programlarını Al-lah’tan
ve Allah’ın elçilerinden almaya yanaşmadılar. Allah’ı da, Allah’ın elçilerini de
hayatlarına karıştırmamaya çalıştılar. Allah hayata karışmaz, Allah âyet
göndermez, Allah elçi göndermez, Allah kitap göndermez, dediler. Onlar Allah’a,
elçilerine ve kitaplarına küfrettiler de onlara merhametimizden dolayı akılları
başlarına gelsin de bize dönmeyi anlasınlar diye biz onları fakirlik, kıtlık,
açlık, geçim darlığı, hastalıklar, çeşitli afetler ve zarûretlerle
yakalayıverdik.
Onları türlü türlü sıkıntılara
sokuverdik ki, kabukları yırtılsın da tevhit açığa çıksın diye. Küfürden şirkten
vazgeçsinler de, iman etsinler diye. Sığınacak kapıları kalmasın da bize
sığınsınlar diye. Yalvaracak, başvuracak, dövecek kapıları kalmasın da bize
yalvarıp yakarsınlar diye. Bizim gönderdiğimiz Kitaba sarılsınlar diye. Ama beri
tarafta şeytan onlara sürekli amellerini süslü gösterdi de, hayrı şer, şerri
hayır, iyiliği kötülük, kötülüğü iyilik gösterdi de onlar adam olma ve uyanma
istidatlarını kaybettiler.
“Onlar ne zaman ki kendilerine
hatırlatılanları unuttular, biz de onlara her şeyin kapısını açıverdik.”
(En'âm 44)
Onlara her şeyin kapılarını açıveririz
de, hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz olurlar. Her türlü nimetlerin, refahın,
bolluğun içine gömülürler. Bütün bu nimetleri kendilerine lütfeden Allah’a
şükretmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeden, kalpleri nimet vereni anmadan,
nimet vericiden korkmadan sanki her şey kendilerininmiş gibi keyif çatmaya
başlarlar. Eğlencelere, zevklere dalarlar. Şehvetlerinin peşinde solucanlar gibi
kıvranmaya başlarlar. Sanki tüm bu nimetler kendilerininmiş, sanki ölüm
gelmeyecekmiş, sanki ahiret, hesap kitap yokmuş gibi coşarlar taşarlar
da:
“Kendilerine verilenlerle sevinip
coşmaya başlayınca da ansızın onları yakalayıveririz de iblis gibi
oluverirler.”
Allah korusun, tüm ümitlerini yitirmiş,
ümitsizlik ve mahrumiyet içinde donakalırlar. Sonsuz bir acı, onulmaz bir hasret
içine gömülüverirler. İşte Nuh kavmi, işte Hûd kavmi, işte Lût, işte Salih (as)
kavmi, işte Roma, işte Firavunlar, işte Nemrutlar ve işte Amerika, Almanya ve
Fransa… Allah her şeyin kapılarını açıvermiş ve işlerini bitirmiş
bunların.
Rasulullah böyle dua etmiştir: “Ya
Rabbi, bu Mudar kabilesi üzerine azabını indir, şedit darbeni onların üzerine
indir ve de onlara Yusuf'un yılları gibi kıtlık ver.” Bu duanın kabulüyle Mudar
kabilesi mahvoldu, perişan oldu. Sonra gelip bel büktüler, boyun büktüler,
mecburen dediler ki: “Ya Muhammed, Rabbine dua et te şu belâ üzerimizden
kalksın.” Müşrikler, Peygamberimizin duasının kabul edildiğini biliyordu.
Mulâane âyeti gelmişti de hiçbirisi buna yanaşmamıştı. Aklı başında olanlar
dediler ki: “Aman ha peygamberle böyle bir şey yapılmaz.” İşte böyle azaplar
geldiğinde akılları başlarına gelseydi bari, ama yine de
gelmedi.
İşte burada da böyle bir imtihan
anlatılacak. Ama ondan önce şimdi bize dönelim. Acaba şu anda bizler aklımızı
başımıza getirecek nasıl bir bela bekliyoruz? Ne bekliyoruz biz? Ne verecek
Allah bize? Neyi bekliyoruz? Ağzınıza aldığımız suyun kan olmasını mı?
Kızlarımızın, oğullarımızın gözümüzün önünde kesilmesini mi? Kızlarımızın,
kadınlarımızın ırzına geçilmesini mi? Evlerimize girilip mallarımızın müsadere
edilmesini mi? Neyi bekliyoruz? Nasıl bir belânın gelmesini bekliyoruz?
Evlerimizin Karun evi, çarşılarımızın Firavun çarşısı gibi olmasını mı
bekliyoruz? Yani ne bekliyoruz? Gökten azab yağmasını, yerden suların
fışkırmasını mı? Göğü unuttuk, arzı unuttuk, Allah’ın gökteki, yerdeki
âyetlerini, Kur’an âyetlerini, aile hayatını, refah ve sa-adeti, gülmeyi,
ağzımızın tadını unuttuk. Daha ne bekliyoruz?
17-18. “Biz bunları, vaktiyle bahçe
sahiplerini dene-diğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi
devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin
etmişlerdi.”
Bir zamanlar bir bahçe varmış, ne zaman
olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz. Ya o dönemde, bu âyetlerin indiği dönemde
bu âyetlerin muhatapları tarafından bilindiği için Allah bildirmemiş, ya da
bilinmesi gerekmediği için genel tarif edilmiş. Çünkü bu imtihandı ve her
dönemde bu bahçeler ve onlarla imtihan edilenler vardır. İşte şu anda
bahçeleriniz, arabanız, eviniz, oğlunuz, kızınız, bağınız-bahçe-niz, size
verilen her şeyiniz imtihan konusudur. Bir bahçe ve de onun sahipleri
var:
Yemin etmişler bu bahçenin
sahipleri. Hani yeminciye de uymayacaktık ya, önceki âyetlerde yemin edene itaat
etmeyin denmişti ya, bakın burada hemen bir örnekle hatırlatıveriyor Allah:
Yemin ediyorlar. Hangi konuda?
“Kesinlikle, vallahi, billahi, tallahi kesinlikle sabahleyin biz bu cenneti
keseceğiz! Biz bağı bozacağız! Biz bu bahçenin ürününü devşireceğiz” diye yemin
ediyorlar.
Yani o cenneti keseceklerine,
bağı bozacaklarına, ürünü devşireceklerine, sabahleyin bu işi icra edeceklerine
yemin ettiler.
Ama istisna etmediler. İki mânâsı
vardır bunun:
1- İnşallah demediler, Allah izin
verirse demediler. Allah nasip ederse biz bunu yapacağız, demediler.
2- Ya da miskinlerin hakkını
istisna etmediler, fakir-fukaranın hakkını da düşünelim, onların hakkını da
verelim demediler.
Anlaşılan şöyle: Bunlar en azından üç
kişiler, yani ikiden fazla kişiler, üç kardeşler ve babalarından miras olarak kendilerine intikal
eden mallar, mülkler var. Babaları zengindi, hayır, infak ehliydi ve her kese
veriyordu. Hayattayken babaları fakir-fukaranın hakkını ihmal et-miyordu. Onun
için daha önceden o bahçenin bozumunda fakir-fuka-ra bildikleri için kulak
kabartıyorlardı. Babaları vefat edip te bu bahçe kendilerine intikal edince,
“efendim, babamız tek kişiydi, elbette o bundan fakir-fukaraya bolca veriyordu,
ama bizim şu anda sayımız çoğaldı, kaç kişiye bölünecek şimdi bu bahçe? Evlad
çok, arazi az, nasıl vereceğiz ki herkese? Bu durumda biz nasıl verelim?”
diyorlardı.
Aynı bizim mantık, aynı anlayış
değil mi? “Yetmiyor ya! İşte mutfağa şu kadar, ata, arabaya şu kadar, sigaraya
bu kadar, benzine şu kadar, plaja, pikniğe bu kadar, yetmiyor efendim!” diyoruz
ya! İşte bunlar da yetmiyor dediler ve fakir-fukaranın hakkına engel olmaya
çalıştılar. Fakirin hakkını verelim demediler, istisna
etmediler.
Veya birinci anlamıyla inşallah
demediler, yani bu işi yapma eylemini kendilerine izâfe etmediler. “Ben bilirim,
ben kazanırım, ben yaparım, bu bahçeyi biz bozarız, bozacağız” dediler. Ama
Allah da vardı hesabın içinde, Allah’ı hiç düşünmediler.
19-20. “Ama onlar daha uykudayken
Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara
kesilmişti.”
Allah’ı diskalifiye ettiler. Bu konunun
daha iyi anlaşılabilmesi için Yusuf sûresini baştan sona okumak gerekir. O kadar
hoş bir örnektir ki! Hayatı düzenleyen, her konuda hayata etkin olan Allah’tır.
Rabbimiz bize soru gönderiyor, önümüze bir imtihan alanı açıyor, bize seçenekler
gösteriyor, bizi bunlardan birisini seçmeyle karşı karşıya bırakıyor ama bizzat
kendi müdahalesine de devam ediyor. Nasıl? Meselâ bakın Yusuf’a (a.s) rüya
gösteriyor. Rüyayı gösteren Rabbi-mizdir. Sonra Yusuf (a.s) bu rüyasını babasına
anlatıyor. Baba ve Yu-suf (a.s) haktan yana rol alıyor, ama kardeşleri batıldan
yana rol alıyorlar. İsteselerdi onlar da hakka karşı rol almazlardı. Ama mesele
neydi? İş nereye varacaktı? Yani Allah’ın takdir buyurduğu senaryo neydi?
Mesele şuydu: İsrailoğulları yani
Yakub oğulları Mısıra gidecekti. İşte senaryo buydu. Allah takdir etmişti bunu.
Lakin bu senaryonun gerçekleşmesi adına perdede rol alan birileri vardı. Bu
rolcülerden Yusuf’un kardeşleri onu bir kuyuya atıyorlar. Bakıyoruz hemen
sahnede rol alanlardan bir kervanı harekete geçiriyor Allah ve yollarını oraya
denk getiriyor. Yıllardır o bölgede seyahat eden kervan, o kuyuda suyun
olmadığını bildikleri halde rolleri gereği kuyuya kova salıp çocuğu alıyor ve
Mısır’a götürüyorlar. Mısır pazarında çocuğu satmaya çalışırlarken, Allah şehrin
Azizini harekete geçiriyor ve pazara uğratıyor. Sahnede azizin de rol aldığını
görüyoruz. Aziz, Yusuf’u satın alıyor ve artık Yusuf azizin evindedir. Dikkat
ediyor musunuz, Rabbimizin takdir buyurduğu senaryo nasıl da saat gibi işliyor?
Sanki perdede, görünürde Yusuf’un
kardeşleri var, kuyu var, kervan var, aziz var, ama bu konularda sanki Allah’ın
müdahalesi yok gibi değil mi? Her şey sanki kendiliğinden olup bitiyor gibi
değil mi? Yani şöyle dışardan sahneyi seyrettiğiniz zaman sanki kişiler bizzat
kendi rollerini kendileri yapıyorlar. Ama perde arkasında bir el var ki,
bunların hepsini O ayarlıyor. Sonra bir başka sahne, bir başka rolcü devrede.
Aziz’in karısı, onun Yusuf’a meyli, iftiralar, skandallar, zindan, kralın rüyası
ve sonunda Mısır’a sultan.
Ama Allah’ın bizzat belli
müdahaleleri var yine orada. Ne o? Krala rüya gösteriyor Allah. Bu, Allah’ın
bizzat ve direk müdahalesidir. İşte 7 semiz inek, 7 zayıf inekle ilgili olan bu
rüyayı krala bizzat Allah gösteriyor, Allah’tan başka kimse yapamaz ki bu işi!
Allah sanki diyor ki, “bakın benim müdahalem var! Beni unutmayın!” Meselâ
Mısır’a kıt-lık veriyor, bunu Allah’tan başka kimse yapamaz
ki!
Sahnede rol oynayanlar var, bu rolleri
Allah belirliyor, yani böylece olaya Allah dolaylı olarak müdahale ediyor. Bir
de Allah’ın rüya ve kıtlık gibi bizzat müdahalesi var.
Bakın burada da Allah böyle bizzat
müdahale ediyor. Peki nasıl olmuş Rabbimizin bu bahçe sahiplerine müdahalesi?
Bakın şöyle:
19-20. “Ama onlar daha uykudayken
Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara
kesilmişti.”
Allah’tan bir tavafçı, bir taif şöyle
bir dolanıveriyor bahçede. Yani yakan bir rüzgar veya her şeyi kül ediveren bir
ateş, bahçeyi kapkara ediveren, bağı bozuveren bir ateş şöyle bir tavaf
edivermiş bahçenin içinde.
Üstelik de onlar uykudalarken ve
haberleri bile yokken oluyor bu iş. Kendileri güya bu işe etkinlerdi!
Kendilerine güveniyorlardı güya. Güya kendi kendilerine bozabileceklerdi o
bahçeyi. Sabahleyin biz bu işi yapacağız diyor ve istisna da yapmıyorlardı.
İnşallah da demi-yorlardı. Allah’ı diskalifiye ederek kendilerini bu işe kâdir
zannediyorlardı. Bakın uykudalarken, hiçbir şeyden haberleri bile yokken
gönderdiği bir tavafçıyla Allah ne yaptı o bahçeye? Allah’tan bir tavafçı
dolanıverdi o bahçede de, sonunda:
Ne kadar mütenasip bir kelime, ne
kadar uygun bir ifade bakın. Ne diyorlardı adamlar?
Sabah olunca bağ bozumuna
gideceğiz, sabahleyin bağı bozacağız diyorlardı. Allah ne
buyuruyor?
Onların bozmasına gerek kalmadı,
sabah olunca bağları bozuluverdi. Bağları bozguna uğrayıverdi de sarim gibi,
sırım gibi oluverdi ve işleri bitti.
“Sarîm”, meyvesi
biçilmiş, ürünü devşirilmiş bahçeye, hasılatı kesilmiş tarlaya, geceden bir
kıtaya veya hiçbir şey bitirmeyen kumluk araziye denir. Yani sanki böyle yanmış,
kül yığınına dönmüş, kum yığını olmuş, gece gibi kapkara olmuş, kaya gibi olmuş
yere de sarim denir. Bahçe işte bu hale gelmiştir.
Şimdi de sahneye diğer taraf
getiriliyor. Sanki önce bir bölümü gündeme getiriyor Rabbimiz, sonra o perdeyi
kapatıp bir diğer bölümü gündeme getiriyor. Filmlerde, romanlarda da öyledir.
Bakın şimdi beri taraf gündeme (sahneye) getiriliyor.
21-22. “Sabah erken: “Ürünlerinizi
devşireceksiniz, erken çıkın” diye birbirlerine
seslendiler.”
Sabah olunca birbirlerini çağırmaya
başladılar, birbirlerine nida edip uyardılar: “Hey! Haydi! Hadi çabuk olun!
Elimizi çabuk tutalım! Gideceksek, sabah olmadan, kimse bizi görmeden, sabah
erkenden bu işi bitirelim! Gecenin bir yarısında çıkalım, çabuk olalım” demeye
başladılar.
Dikkat ederseniz
burada:
İfadesini kullanıyorlar. “Haydi
harsınıza, haydi yetiştirdiğiniz bahçeye” diyorlardı. Neden böyle diyorlardı?
Yani sanki o bağı kendileri yetiştirmiş, sanki o bahçe kendi ekimleri, kendi
kültürleriymiş gibi, haydi harsınıza diyor ve burada da yine o bahçenin gerçek
yetiştiricisini diskalifiye ediyorlar.
Bir de dikkat ederseniz “ilâ
harsiküm” demiyorlar da “alâ harsiküm” diyorlar. Yani “alâ”
ile olunca sanki böyle onun üstüne abanacaklar, kimseye
kaptırmayacaklar.
23-24. “Bugün orada, hiçbir düşkün
kimse yanımıza sokulmasın” diye gizli gizli konuşarak
yürüyorlardı.”
Gece yarısında hızlıca hareket ettiler.
Gizlice, fısıltı halinde birbirlerine bir şeyler demeye çalışıyorlardı. Aman
kimse duymasın çabasıyla böyle yapıyorlardı. Bakın birlerine dedikleri de
şuydu:
“Aman ha! sakın ha! Yavaş konuşun, sessiz
olun, hızlıca ve erkenden hareket edin ki, bugün üzerinize bir miskin
sokulmasın! Sa-kın bir miskin duyup ta yanınıza gelmesin! Kimseciklerin haberi
olmadan bu işi bitirip ürünümüzü evimize katalım!”
Daha önceleri babaları bu bağın
bozumu esnasında yolda, belde fakir-fukaraya bolca dağıtarak bu fakir kimseleri
alıştırmış olduğu için gizli davranmaya çalışıyorlardı.
25. “Yoksullara yardım etmeye güçleri
yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler.”
Buradaki “Hard” kelimesinin birkaç
mânâsını vardır:
1- Hard, güç kudret demektir. Yani
sadece gitmeye güçleri ye-terek yola çıktılar olacaktır.
2- Hard, tesis etmek, bir şeyler
organize etmek, bir şeyler ortaya koymak demektir. Yani bunu yaptılar, bunu
becerdiler. Neyi? Ya bu erkenden yola koyulabilmeyi becerdiler, ya da
istedikleri biçimde fakirleri diskalifiye etme işini
becerdiler.
3- Hard, o bağın, o bahçenin
adıydı.
4- Hard, intikam ve gazap demektir. O
miskinlere, fakirlere karşı bunu becermişler.
5- Engel olmak demektir ki, işte ancak
bunu becerebildiler. Yani bu kadarına güçleri var adamların, hiç güçleri yok
değil tabii. Bu kadarını organizeye güç veriyor Allah
insanlara.
Yola çıktılar:
26-27. “Bahçeyi gördüklerinde:
“Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık”
dediler.”
Bahçelerine varıp, o kül yığınını
gördüklerinde, şöyle bahçenin karşısında duraladılar, şaşırdılar, afalladılar ve
dediler ki: “Galiba biz yanlış geldik! Galiba biz yanlış geldik! Herhalde biz
başka bahçeye geldik!” Yutkunuyorlar ve “Yooo!” diyorlar, “biz mahrum edilmişiz!
Biz engellenmişiz! Miskine engel olacakken bizim elimizden alınmış!
Fakir-fukarayı diskalifiye edecekken biz diskalifiye edilmişiz! Birilerini
at-latacağız derken biz atlatılmışız!”
“Eyvah biz
kaybedenlerden olmuşuz!” dediler. Biraz önce kendilerini her şeye kadir gören
insanların şimdi elleri böğründe nasıl bahçenin kenarında büzüştüklerini, nasıl
yıkılıp perişan olduklarını düşünün.
28. “Ortancaları: “Ben size Allah'ı
anmanız gerek-mez mi? dememiş miydim?” dedi.”
Buradaki “ortanca”, anlayabildiğimiz
kadarıyla yaş ortancası değil, boy ortancası değil, daha bir mutedil hareket
edenleri, içlerinde daha bir dengeli olanları, yani bu işi daha bir dengeli
düşünenleri demektir.
Çünkü biz biliyoruz ki vasat,
adil dengeli demektir; vasat, denge, muvazene unsuru demektir. İşte içlerinden
en dengeli davrananları, en müslümanca düşünenleri dedi
ki:
“Ben size tesbih edin demedim mi! Ben size “Sübhanal-lah” deyin demedim mi! Ben
size “istisna” edin, “İnşallah” deyin demedim mi! Allah’ı
unutmayın, gelin fakir-fukaranın hakkını da ayıralım demedim
mi!”
Buradan şunu anlıyoruz:
Birilerini uyarıp, sonra da uyardığımız o insanların uyarının tersine
hareketlerinde onlarla beraber olursak, unutmayalım ve kesinlikle bilelim ki
onların başına gelecek belâ aynen bizim başımıza da gelecektir. Bakın âyetten
anlıyoruz ki bu kardeşlerden biri, yani daha bir dengeli olanı, daha bir
müslümanca düşüneni ötekilerini uyarmış ama onlardan ayrılmamış. Uyarının
tersine hareket ettikleri halde onlarla o konuda birlikteliğini sürdürmüş ve bu
yüzden de onların başına gelenin aynısı onun da başına gelmiştir. Allah onu
diğerlerinden ayırmamıştır. Demek ki sadece uyarmak
yetmiyor.
“Hanımım! Oğlum! Kızım! Arkadaşım!
Hısımım! Akrabam! Yapma bu işi! Haramdır! Günahtır!” dedikten sonra eğer hâlâ
onunla canciğer kardeş olmaya devam edersek, ondan ayrılmayıp, ona karşı ciddi
bir tavır koymazsak, unutmayalım ki onların başına gelenin aynısı bizim de
başımıza gelecektir.
Biliyoruz ki bizden önceki
İsrailoğullarının sapması da böyle başlamıştır. Ebu Davud ve Tirmizî’nin rivayet
ettikleri bir hadis-i şeriflerinde Rasulullah Efendimiz şöyle
buyurur:
“İsrailoğulları arasında ilk sapma şöyle
başladı. Bilenlerden birisi günah işleyen bir adama rastlar ve: “Ey adam,
Allah’tan kork ve bu yapmakta olduğun işi terk et, zira bu iş sana helal olmaz”
der. Ertesi gün yine o adama aynı halde rastlar da, böyle olduğu halde yine de
onunla oturup kalkmaktan, yiyip-içmekten çekinmezdi. Onlar böyle yapınca da,
Allah onların kalplerini birbirine benzetiverdi.”
(Riyazu’s –Salihîn, l09 No’lu
hadis)
O konunun âlimi, o konunun günah
olduğunu bilen biri, günah işleyen birisine rastlar. Onun işlediğinin günah
olduğunu, münker olduğunu bilen birisi… Yani buradaki bilenden kasıt her konuyu
peygamber gibi bilen birisi değil de, işlenenin günah olduğunu bilen birisi.
Önce onu uyararak “Allah’tan kork” derdi. “Allah’tan kork ta Allah’ın yasak
kıldığı bu günahı işlemekten vazgeç, çünkü bu yaptığın haram-dır” derdi. Ama
ikinci defa ona rastladığı zaman, onu yine aynı günahları işler buldu da onunla
irtibatını kesmedi. Onunla birlikte oturup kalkmaya, onunla birlikte
yiyip-içmeye, onunla birlikte kol kola pikniğe gitmeye devam etti. İşte bu
sebepledir ki, Allah da onların kalplerini günahkarların kalplerine
benzetiverdi. Onların kalplerini de berikilerin kalpleri gibi yapıverdi.
Öyleyse
buna çok dikkat etmeliyiz. Eğer gördüğümüz bir kötülüğü yasaklamaya
çalışıyorsak, kesinlikle o kötülüğün işlendiği makamda, konumda bulunmamalıyız.
Belki sadece o kötülüğü yasaklayacak kadar bir dönem orada bulunabiliriz. Onun
ötesinde eğer kalplerimizin günahkarların kalplerine benzetilmesini
istemiyorsak, derhal o makamı, o ortamı terk etmek
zorundayız.
Allah korusun da şu anda müslümanların
durumu İsrailoğulla-rının bozuluş durumlarından farksız. Meselâ bir müslüman
düşünün ki, ortağı namaz kılmıyor, içki içiyor veya faiz yiyor. Ama buna rağmen
o müslüman onunla ortaklığı devam ettiriyor. Halbuki bir müslü-man olarak bizim
onunla ortaklığımız asla bir ortaklık adına değil, o-nunla uğraşma adına, onu
yola getirme adına olmalıydı.
Veya meselâ adam dükkanında içki
satıyor, kadın çalıştırıyor, gayr-ı meşru işler çeviriyor diye bu adama
kızıyoruz ama başka şeyleri alma adına yine de onun dükkanına girip çıkmaya
devam ediyoruz. Oysa onun dükkanına alışveriş adına, dostluk gösterileri,
peynir, zeytin alma adına değil ancak onu bu işten men etme adına gitmeliydik.
İçki bulunduran lokantaya yemek için değil de onu değiştirmek için
gitmeliydik.
Veya meselâ hanımlarımızın
düzelmelerini, kapanmalarını, Kur’an ve Sünnetle tanışmalarını ve hayatlarını bu
doğrultuda düzenlemelerini istiyoruz. Sonra da hiçbir şey yanlış değilmiş gibi,
onlarla beraber gezmeye gidiyoruz. Veya onlara bir kaş bile ekşitmeden, en ufak
bir tavır bile almadan istedikleri her şeyi almaya, gönüllerini hoş etmeye
çalışıyor, bu konuda en küçük bir tavır alamıyoruz. Veya İslam adına onlardan
bir şeyler istiyor, bir şeyler bekliyoruz. Onlarda is-tediğimiz değişiklikleri
göremeyince de hemen boşamaya kalkışıyoruz. Halbuki onlardan istediklerimiz
konusunda hiçbir sa’yimiz olmu-yor. Onlara zorlayıcı, ya da yol gösterici hiçbir
tedbirimiz olmuyor.
Veya meselâ adamlar içkiye, faize
riayet etmiyorlar diye onları ikaz ediyor, kızıyoruz ama kooperatifimize iki-üç
tane üye lâzım olunca da yine onlara gidiyor, onlara değer veriyor, adam yerine
koyuyoruz.
Allah’ın Resûlü, “alimler, bilenler
böyle yapınca da Allah onların kalplerini günahkarların kalpleriyle
birleştiriverdi” diyor. Bu, günahı günah olarak bilen ama günahkarlarla birlikte
hareket etmekten vazgeçmeyen, onlara tavır koymayan, onlardan ayrılmayan, onlara
küsmeyenlerin kalplerini günahkarların kalplerine benzetiverdi, diyor Allah’ın
Resûlü. Acaba bu kalplerin birleştirilmesini nasıl anlayacağız?
Kalp iman,
kabul ve red yeridir. Kalp, telakki ve değerlendirme yeridir. İşte Allah bu iki
grubun kalplerini birleştiriverdi. Artık her iki grup için de kabul ve retler
aynıdır, aynı şeyler beğenilmekte, aynı şeyler hoş görülmekte, aynı yerlere
bakılmakta, aynı şeyler okunmakta, aynı şeyler konuşulmakta, aynı şeyler
seyredilmekte, aynı metotlar, aynı yollar benimsenmekte, aynı değer yargıları
hakim olmaktadır.
Her iki
grubun üyeleri de demokrasiden yana, her iki taraf da makamdan, servetten yana,
her iki grup için de evler aynı anlayışla tefriş edilmekte, sofralar aynı,
kılık-kıyafetler aynı, ikramlar aynı, eğitim anlayışları aynı, yazıları,
takvimleri aynı, kabulleri, tasvipleri, retleri aynı. Bakın kalpler nasıl
birleştirilivermiş? Onlar velî kabul edecek bi-rilerini, mü'minler de kabul
edecekler onu. Onlar Allah yerine birilerine velâyetlerini verecekler, mü’minler
de onlar gibi düşünmeye başlayacaklar. Onlar Allah yasalarını terk edip kendi
aralarından bir kısım ya-pay tanrıların yasalarını uygulamaya kalkışacaklar,
mü’minler de onlar gibi yapacak. Onlar birilerini sevecek, mü’minler de sevecek.
Onlar reddedecek, mü'minler de reddedecek. Onlar karar alacak, berikiler
uygulayacak.
Onlar
İslâm’dan, Kur’an’dan, peygamberden, peygamber yolundan, sarıktan, sakaldan,
cübbeden, hocadan, Kitap ve sünnetin gündeme getirilmesinden, Kitap ve sünnetin
uygulanmasından nefret edecekler, mü'minler de onların nefret ettiklerinden
nefret edecekler. Onlar şeytan vahiylerine teslim olacaklar, şeytan vahiylerini
seyredecekler, mü’minler de onların seyrettiklerini seyredecekler.
İşte
kalplerin birleşmesi. İşte İsrailoğullarının sapması ve işte bugün de İsmail
oğullarının sapma noktası…
İlk gelen âyetlerde görüyoruz, meselâ
Müzzemmil’de Rabbi-miz, Peygamber Efendimize şöyle
buyuruyordu:
“Putperestlerin söylediklerine sabret,
yanlarından güzellikle ayrıl.”
(Müzzemmil 10)
“Güzelce hicret et onlardan!” Bunun
mânâsı, onları bırak git, terk et onları, onlarla görüşüp konuşma değildi tabi.
“Onların hayat programından hicret et! Onlar gibi yaşamaktan ayrıl!” demekti.
Öyleyse birilerini uyaracağız,
ama onlar gibi yaşamayacağız. Meselâ, “kardeşim, evindeki televizyonu kaldır,
yapma etme! Bak ço-cuklarının eğitimini sakın ona bırakma!” diyeceğiz.
İçlerinden birisi, “tesbih etmeli değil
miydiniz? Keşke tesbih et-seydiniz!” dedi. Hemen akılları başlarına geldi ve
şöyle dediler:
29. “Rabbimizi tenzih ederiz; doğrusu
biz yazık etmiştik” dediler.”
Ne diyor âyet? âyet sûrenin geldiği
dönem toplumuna diyor ki: “Kureyş! Aklınız başınıza gelsin! Şimdi de şu andaki
muhataplarına ey sizler, ey bizler, aklınız başınıza gelsin! Türkiye
müslümanları aklınız başınıza gelsin! Haftada bir gün Kur’an öğrenmeye
çalışanlar! Ak-lınız başınıza gelsin! Dünya insanları, aklınız başınıza gelsin!”
Âyet bunu diyor bize.
Bakın ondan sonra: “Ya Rabbi seni
tesbih ederiz, biz zalimlerden olduk. Biz yapmamamız gereken şeyi yaparak,
olmamamız gereken yerde bulunarak, kendimizi sana kulluk ortamından çıkararak,
hayat programımız konusunda seni diskalifiye ederek, hayatımız konusunda
kendimizi etkin ve yetkin zannederek, senin arzularını gör-mezden gelerek kendi
kendimize zulmedenlerden olduk” dediler ve hemen yaptıklarından pişman oldular.
İyi ki ölmeden önce pişman
oldular, iş işten geçmeden akılları başlarına geldi. Kendi zalimliklerini,
düşüncesiz yeminlerini, istisnayı terk etmelerini, inşallah demeyi unutmalarını,
fakir-fukarayı diskalifiye etmelerini anladılar, bu zulmü itiraf ettiler,
bununla da kalmayıp, feryat etmediler, isyana kalkmadılar, kendilerini
dağıtmadılar, kendilerini yerden yere vurmadılar, kahrolmadılar, helak olmadılar
da hemen:
30. “Birbirlerini yermeye
başladılar.”
Birbirlerini yermeye başladılar,
levmleştiler, kınadılar birbirlerini. Ama aralarındaki bu levmleşme şöyle
değildi: “Hep senden oldu? Hep sen yaptın! Yok senden oldu! Vay sen şöyle
demiştin! Ben böyle demiştim! Bütün suç senindi, benimdi!” Öyle değil. Ya nasıl?
“Sen şöyle dedin, ben keşke onu dinlemeseydim. Bak ben şöyle dedim, si-zi
kandırmışım ve keşke yapmasaydım!” Herkes birbirini kötüledi ama kendi kendini
kötüledi, kendi kendini yargıladı sorguladı ve pişmanlık ortaya koydular. “Yazık
etmişiz kendi kendimize” dediler. Nihayet karar verip şöyle
dediler:
31. “Sonra şöyle dediler: “Yazıklar
olsun bize; doğrusu azgınlık edenlerdik.”
“Eyvah bize! Vah bize! Yazıklar bize!
Meğer biz tâğutluk etmişiz! Meğer biz hayat programımızı kendimiz çizmeye
kalkmışız! Biz hayata kendimizin etkin olduğunu zannetmişiz! Ne yapacağımızı
kendimiz belirlemeye kalkmışız! Hayatımızı Allah’a sormamışız! Allah’ı
diskalifiye ederek, Allah’ın âyetlerini görmezden gelerek ne yapacağımız
konusunda, nasıl hareket edeceğimiz konusunda kendimiz karar vermeye
kalkışmışız! Malımızı, bahçemizi kendimizin zannederek onunla ilişkimizi kendi
kendimize belirlemeye kalkışmışız! Vallahi korkunç! Hayatın programını biz
kendimiz belirlemeye kalkmışız ve bu yüzden de tâğutluk yapmışız!” diyorlar.
Ya biz? Bizim hayat programımızı kim
belirliyor? Allah için bir düşünelim. Bu âyetler istikâmetinde bizler kendimizi
gözden geçirmek zorundayız. Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi
anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlü’nün
sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayatta kendimizi etkin mi
zannediyoruz? Acaba biz tâğut muyuz, tâğutluk mu yapıyoruz? Acaba Allah’a ve
Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi kendimize hayat programı yapmaya mı
çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi,
çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp nerelerde
harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi okullarda okuyacağımızı
kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz?
Yani bizim hayat programlarımızı
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine, evimize, malımıza, dükkanımıza,
tezgahımıza, gündüzümüze, gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor? Tüm bu
programlarımızı Allah mı belirliyor? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor?
Kaçta kaçına kendimiz yahut da Zerdüşt karışıyor?
Eğer nefislerimiz, arzularımız,
heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak,
nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah’ın
diniyle dolduruyorsak, o zaman bilelim ki burada anlatılan
biziz.
Adamlar durumu anlayınca Allah’a
döndüler, Allah’a yalvarıyorlar. Bakın diyorlar ki:
32. “Belki Rabbimiz bize bundan daha
iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz.”
“Allah’a döneriz, Rabbimize yalvarırız,
elbette Rabbimiz bize ondan daha hayırlısını verir, o halde biz ancak Rabbimize
rağbet ederiz,” diyorlar. “Bizim bütün rağbetimiz, tüm yönelişimiz, arzımız,
duamız, ibadetimiz, kulluğumuz sadece Allah’adır” dediler. “Biz O’na dua edip
halimizi arzediyoruz, elbette Rabbimiz bu bizden aldığı bahçenin yerine ondan
çok daha iyisini, güzelini bize verecektir” diyorlar.
Öyleyse biz de O’na rağbet
edelim, biz de O’na yönelelim, biz de O’na yalvarıp yakaralım. O bize, bizden
aldığının daha hayırlısını verir, unutmayalım.
Allah rahmet eylesin, ecdat burada
şöyle bir soru ortaya atmış: Acaba bu pişmanlıklarından sonra Allah onlara böyle
güzel bir bahçe daha vermiş mi, vermemiş mi? Tuhaf. Ama insanoğlu merak
sahibidir. Merak eder her şeyi. Halbuki âyeti şöyle anlasak buna gerek
kalmayacak: O bahçeden daha hayırlısını verdi Allah onlara. Peki hayır neydi?
Hayırlı neydi? Kişinin cennete gidiş imkânı değil mi? Yani bir kişiyi cennete
götürücü olarak kendisine verilen şey hayırdır, hayırlıdır. O halde böyle büyük
ve görkemli bir bahçenin bizim hakkımızda hayırlı olduğunu ne bildik? Belki
küçücük bir bahçe, ya da hiç bahçesizlik bizim hakkımızda hayırlıdır, bunu
bilemeyiz ki! Allah onlara ondan daha büyüğünü verdi denmiyor da, ondan daha
hayırlısını verdi denince, küçük verir, büyük verir, az verir, çok verir, güzel
verir, kötü verir, yani onlar artık neyle imtihan edilirlerse edilsinler, onlar
için hayırlı olacak. Artık Allah hayırlısını verecektir
onlara.
Bizim için de şu anda öyle değil mi?
Meselâ kan içerek, irin yutarak, borç altına, dert altına girerek bir villa
yaptırıyorsunuz, daha içine bile oturup hevesinizi almadan bir deprem, bir
zelzele, bir yangın gelip götürüveriyor. Sonra dönüyorsun Allah’a, “ya Rabbi
bundan da-ha hayırlısını ver” diyorsun! Hangisinin daha hayırlı olduğunu
bilemez-sin ki! Belki kira evin, belki çadır evin, belki bir köydeki evin, belki
bir ahır yanındaki odan senin için daha hayırlı olacaktır. Eğer gerçekten
Allah’tan daha hayırlısını istiyorsan.
33. “İşte azab böyledir; ama ahiret
azabı daha büyüktür; keşke bilseler!”
Bu bölümün sonunu anlatıyor Rabbimiz.
İşte dünyanın azabı böyle. Böylece dünyadaki bir cennete, bir bahçeye ilişkin
imtihan konusu burada bitiyor.
Allah diyor ki, “işte dünyadaki azap
böyledir. Size dünyada tat-tırılan bir azap örneği sundum. Ama bir de ahiret
azabı var ki o çok daha büyüktür.”
Peki bu adamlar tevbe etti,
hatalarını anlayıp vah tuh dediler, Allah’a döndüler, o zaman acaba niye bir de
ahiret azabı var öyleyse? Anlıyoruz ki bu ahiret azabı, bu bahçe sahiplerine ait
bir azab değil. Bizim aklımızı başımıza getiren bir azap bu!
Sanki Rabbimiz bizlere dikkat
edin diyor. Dikkat edin, akıllarınızı başlarınıza alın, bakın dünyadaki azab
böyle. Dünyadaki basit bir azap karşısında bile böyle eliniz, ayağınız kuruyor,
bir şey yapamıyor, kahroluyor, mahvoluyor, karşı gelemiyor, reddedemiyor, engel
olamı-yorsunuz. Allah ne istiyorsa dünyada yapıyor da, ya ahiret azabı? Bir de
onu düşünün. O çok daha çetindir. Ne yapacaksınız?
Bir bilseniz, bir anlasanız diyor
Allah.
Bir cennet ashabından, bir bahçe
ashabından bahsedildi. Ama bu cennet, dünyada bir cennet. Demek ki kullukta
yapacağımız küçük bir falsoyla bile, bir inşallah dememekle, ya da malımız
konusunda kendimizi söz sahibi bilerek, onda fakir-fukaranın hakkını görmezden
gelerek dünyadaki cenneti kaybedeceğimize göre, unutmayalım ki yan çizmek,
Allah’a kullukta bir falso vermek, öteki cennetimizi de bi-ze kaybettirebilir.
İşte burada bizlere bunu anlatarak Rabbimiz bizleri uyarıyor. Dikkat edin!
Dünyadaki cennetleriniz konusunda Allah’a kü-çük bir yan çizmeniz, meselâ bir
istisnada bulunmamanız, inşallah dememeniz sonucunda cennet ellerinizden
alınıverir.
Veya daha öteye gidiyoruz. Adem (a.s.)
cennette idi. Lütuf o-larak konulmuştu oraya, hiçbir gailesi, derdi, sıkıntısı
yoktu orada. Ama şeytanın vesvesesine azıcık şöyle bir kulak kabartıverince,
şeytan onu yanılttı, şaşırttı da, cennetten çıkmalarına, cenneti kaybetmelerine
sebep oldu ya, işte sanki böyle bir öğütleme var sûrenin bu bö-lümünde.
Bundan sonra da insanların yanılgı
noktalarını, hataya düşme noktalarını anlatmaya başlayacak Cenâb-ı Hakk. “Dikkat
edin!” diyecek sanki, bizi bizimle yüzleştirecek, bizi bizimle, hayat
programlarımızla, yaptıklarımızla ve yapmadıklarımızla yargılayacak. Bakalım
ne-ler gelecek bize?
“İşte öyle bir azab. Biz azab ettik mi,
karşı gelinmez bir azab ederiz. Ama ahiret azabı çok daha büyüktür, ah bir
bilseniz!” buyurduktan sonra bakın hemen müjdeli bir haber
geliyor:
34. “Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara; Rabbleri katında nimet cennetleri vardır.”
Takvalılara, yolunu Allah’la bulanlara,
Allah dediği için yapan, Allah dediği için yapmayanlara, hayatlarını Allah için
yaşayanlara, Allah’ın belirlediği biçimde yaşayanlara Allah katında bir mükafat
vardır, o da Naim cennetleridir. Nasıl bir şeydir bu Naîm cennetleri? Bunu
bilmiyoruz. "Nimetler dolusu bahçe" gibi Türkçe’ye çeviriyoruz, a-ma elbette
değişik bir mânâsı olmalı.
Naîm cenneti, Adn cenneti,
Firdevs cenneti Kur’an’da anlatılan cennetlerdir, şeklini, biçimini, tadını,
kokusunu bilmiyoruz elbette.
Ama:
Allah katında bir mükafattan söz ediliyor.
Takvalılar göz bebeği olacak, takvalılar el üstünde tutulacak, takvalılara
mercedesler verilecek, villalar, saraylar ya da aferinler takdim edilecek
denilmiyor. Yani insanlardan, toplumdan bir mükafat değil, Allah katında bir
mükafat. Yani biz Allah için hareket ediyorsak karşılığını Allah’tan bekleyelim
şeklinde bir işaret görüyoruz. Sonra soruyor Allah:
35. “Kendilerini Allah'a vermiş
olanları hiç suçlular gibi tutar mıyız?”
Yani biz müslümanları, mücrimler gibi
mi kabul edeceğiz? Müslümanları mücrimlerle bir mi tutacağız? Denk mi tutacağız
bu iki-sini? Öyle mi yapacağız? Bir soru soruyor Rabbimiz ama sorunun tipi kabul
ettirme ve kötüleme biçiminde. Yani mümkün mü? Deli misiniz siz? Aklınız ermez
mi sizin? Ne bekliyordunuz? Müslim olanla mücrim olanı bir mi tutacaktık? Öyle
mi hesap ediyorsunuz? Öyle mi umuyorsunuz? Şimdi ta baştan alıyoruz soruyu. Yani
peygamberle birlik olanla, ona mecnun diyeni bir mi tutacağız? Onu kullukta
örnek alıp, onu kulluk modeli kabul edip onun
yolunda gitmeye çalışanla, peygamberi diskalifiye ederek, kendi kendine
yol bulmaya çalışanı denk mi tutacağız? Hayat programı konusunda Allah’a
müracaat edenle, tüm hayat problemlerini Allah’ın kitabına müracaat edenle,
Allah’ı da, Allah’ın Kitabını da terk ederek nefsine şeytanına, hevâsına,
toplumuna, tâğutuna uymaya çalışanı biz bir mi kabul edeceğiz?
Kimdir müslim? Kimdir mücrim? Müslim,
teslim olandır, teslim edendir. Müslim, kabullenendir. İradesini Allah’a teslim
eden, oylamasını Allah’tan yana kullanandır. İradesini Allah’a teslim edendir
veya Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul edendir ya, işte böyle olan
kimse ile mücrimi bir mi tutacağız? Mücrim de cürüm sahibi, suçlu o-lan,
başkaldıran, reddeden, itiraz eden, kabule yanaşmayan kişi demektir. İşte böyle
bir mücrimle bir müslümanı bir mi tutacağız? Bu iki-si bir mi olacaktır? Aklınız
başınıza gelsin diye soruyor. Sorular, sorgulamalar devam
edecek:
36. “Ne oluyorsunuz? Ne biçim
hükmediyorsunuz?”
Allah, akıllarımızı başlarımıza
çağıralım diye sormaya devam ediyor. Değilse suçumuzu ispat için değil, Allah
zaten ispata muhtaç olmadan bilir bildiğini.
Söyleyin bakalım! Ne oluyor size?
Neyiniz var sizin, neden böylesiniz?
Nasıl hükmediyorsunuz? Yani bu
hüküm konusunda tavrınız ne böyle? Tâğutlar koyuyorsunuz hayatınıza, onlara
müracaat ediyorsunuz, şeytana müracaat ediyorsunuz. Hayatınızda Allah’a biraz
karışma alanı, başkalarına biraz karışma alanı belirliyorsunuz. Hayatınızın bazı
bölümlerinde Allah’ı bazı bölümlerinde de başkalarını din-liyorsunuz. Bazen
Allah’a, bazen de başkalarına kulluk ediyorsunuz. Bazen Allah’ın yasalarını,
bazen de başkalarının yasalarını uyguluyor-sunuz. Peygamberi hayattan
diskalifiye için elinizden geleni yapıyorsunuz. Bak biz toplumsal bir örnek
verdik, bir bahçe örneği verdik. Ne oluyor size? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?
diyerek başta işin hükmünü anlatıyor, işi hükme bağlıyor
Allah.
Hani hâkimiyet kayıtsız şartsız
Allah’ındır, deniyordu ya, işte burada Rabbimiz onu anlatıyor. İşe sanki oradan
başlıyor Rabbimiz. Aslında bir zamanlar bu cümleyi duvarlara yazdık, bazı
yerlere kazımaya çalıştık. Ama bizim kullandığımız şekliyle bu cümle yanlıştır.
“Hâkimiyet
kayıtsız şartsız Allah’ındır!” diyorlar. Bu şekliyle çok yanlış bu. Tersi
doğrudur bunun. Nasıl? “Kayıtsız şartsız hakimiyet Al-lah’ındır.” Bu doğru işte.
Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır demek yanlış, kayıtsız şartsız hâkimiyet
Allah’ındır demek doğrudur.
Yani iki
türlü hâkimiyet vardır: Bir kayıtlı şartlı hâkimiyet, bir de kayıtsız şartsız
hâkimiyet. Hâkimiyetin kayıtlı şartlı olanı bize aittir, a-ma kayıtsız şartsız
olanı Allah’a aittir. Bizim hâkimiyetimiz kayıtlı şartlı hâkimiyettir. Meselâ
babanın evlat üzerindeki hâkimiyeti, kocanın ka-dın üzerindeki hâkimiyeti veya
reisin tebaası üzerindeki hâkimiyeti ka-yıtlı şartlı hâkimiyettir. Neyle
kayıtlı? Allah ve Resûlü ile kayıtlıdır. Kitap ve sünnete ters düşmemekle
kayıtlıdır. Kitap ve sünnete ters düştükleri takdirde hiç kimseye itaat edilmez.
Ama
kayıtsız şartsız hâkimiyet o sadece Allah’ındır. Allah’ın hâkimiyetinin hiçbir
kaydı şartı yoktur. Allah ve Resûlü’ne mutlak itaat edilecektir. Öyleyse
hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır cümlesi yanlıştır. O zaman Allah’ın
başkalarına da hâkimiyet verdiği reddedilmiş olacaktır. Halbuki Rabbimiz biraz
biraz insanlara da vermiştir o hâkimiyetinden. Az evvel saydığım kişilere de
hüküm yetkisi, hâkimiyet yetkisi vermiştir Rabbimiz. Meselâ bakın Allah bizzat
Kur’an’da bu hu-susu şöyle anlatır:
“Aranızda hükmettiğiniz zaman adâletle hükmedin.”
(Nisâ 58)
Yani insanlar arasında hükmettiğinizde,
hükmünüzü, hâkimiyetinizi gündeme getirdiğinizde adâletle hükmedin, adaletten
ayrılmayın. Demek ki bize de biraz biraz hâkimiyetinden vermiştir Rabbimiz.
Kur’an-ı Kerîm’de itaat mekanizmalarının anlatıldığı bölümlerde Rab-bimiz diyor
ki, “size bir şeyler emreden emir sahiplerini de dinleyin.” Yani idarecin,
baban, kocan, arkadaşın, eşin, dostun sana bir şeyler emrediyorsa önce Allah’ı
dinle. Mutlak kayıtsız şartsız olarak Rabbini dinle. Rabbin ne diyorsa mutlak
doğru olduğuna inanarak O’nu dinle. Rabbini dinlerken, “ama ya Rabbi!” diye O’na
akıl vermeye kalkışma. “İyi ama ya Rabbi benim şöyle bir konumum, benim şöyle
bir durumum vardı, onu da düşündün mü?” diyerek O’na yol göstermeye kalkışma.
Allah ne diyorsa mutlak dinle.
Sonra
peygamberi de kesin dinle. “İyi ama ya Rasulallah şunu, şunu da düşündün mü?”
filan diyerek peygamberi de şartlandırmaya, ona da nasihat etmeye kalkışma. Onu
da kayıtsız şartsız dinle.
Üçüncü bir
grup da senden bir şeyler isteyecek. Yarın şuraya gidelim, şöyle giyinelim,
şuradan kazanalım, şuralarda harcayalım, şunu yapalım, bunu yapmayalım,
şuralarda okuyalım, buralarda bulunmayalım, önce şunu yapalım, önce bunu
okuyalım, evimizi şöyle tefriş edelim, çocuğumuzu şöyle eğitelim gibi sana bir
şeyler emreden bir şeyleri yasaklayanlar olacak. Bunları da dinle. Ama bakın
bunları dinlemek mutlak değildir. Burada bir kayıt var. O da bu emir sahipleri
Allah ve Resûlü’ne itaat edecek ve senden istedikleri de Allah ve Resûlü’nün
istekleriyle çatışmayacak.
İşte kayıtsız şartsız bir hâkimiyetten
söz edilecekti ya, Allah burada ona başladı. İşte mutlak hâkimiyet sahibi olanın
Rabb olması gerekecek, Hakim olanın İlah olması, Alîm olması, Kadir olması,
Ceb-bar olması, Kahhâr olması, Rahmân olması, Hâdî olması, Rezzâk ol-ması da
gerekecek. İşte böyle bir hâkimiyet anlatılır burada.
Öyleyse anlayın ki Allah hayata
hükmedendir. İşte dert bu za-ten. Problemin odak noktası burasıdır zaten. Bugün
birileri O’nu hayata karıştırmak istemiyor. “Tamam vardır, birdir, yücedir,
âlîdir, kutsaldır ama hayatımıza karışmamalıdır! Kılık-kıyafetimize,
eğitimimize, hukukumuza, ekonomimize, sosyal ve siyasal yapılanmamıza,
kazan-mamıza-harcamamıza, düğünümüze, derneğimize, yememize-içme-mize Allah
karışmamalıdır. Bütün bu konuları biz biliriz, Allah bilmez, veya biz O’ndan
daha iyi biliriz” demeye ve hâkimiyeti Allah’tan koparıp kendi ellerine almaya,
Allah yasaları yerine kendi yasalarını hakim kılmaya çalışıyorlar. Allah da
diyor ki:
“Ne oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bu
hâkimiyet anlayışlarınız ne böyle?” Sonra sorgulama devam ediyor:
37. “Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı
var?”
“Ne bu vaziyetiniz sizin? Yoksa sizin
Allah kitabından başka kitabınız var da oradan mı okuyorsunuz? Yani sizin
Allah’ın gönderdiği kitabından başka kitaplarınız var da ondan mı tedris
ediyorsunuz? Ondan mı okuyorsunuz? Yani onun eğitimini mi yapıyorsunuz? Allah
kitabının dışında kendinize kitap mı edindiniz? Size birileri kitap mı gönderdi?
Benim kitabıma rağmen kitap mı bulabildiniz kendinize?
Veya sizlere ayrı bir kitap
verdim, Muhammed’e ayrı bir kitap verdim de ikisini mi mukayese ediyorsunuz?
Yoksa sizin Allah kitabından başka kitaplarınız var da, ona mı tutunuyorsunuz?
Onunla mı amel etmeye çalışıyorsunuz? Bu yaptıklarınız konusunda yoksa Allah
size başka bir kitap gönderdi de ondan mı hükmediyorsunuz?
Yoksa bu konularda size söz veren
başka ilahlarınız mı var? Yoksa sizin yanınızda kitabımız budur diye bağrınıza
basıp kendileriyle amel etmeye çalıştığınız başka ilahların kitapları mı var?
Yoksa Al-lah’ın kitabıyla öteki ilahlarınızın kitaplarını mı karıştırıyorsunuz?
Yani sizler böyle iddia ediyorsunuz. Hâkimiyet bizdedir, bu yaptıklarımız
Allah’ın istedikleridir diyorsunuz. Allah da bizden böyle bir hayat ister
diyorsunuz. Allah da demokrasiden yanadır diyorsunuz. Allah da laikliği öneriyor
diyorsunuz. Allah da böyle bir kıyafetten razıdır diyorsu-nuz. Allah mı dedi
bunları size? Yoksa bunları diyenleri Allah mı kabul ettiniz? Yani Allah
kitabında size bunları demediği halde, size bu konularda izin vermediği halde,
sizler bütün bu konularda size ruhsat tanıyan başka ilahlar mı buldunuz?
Kendinize başka ilahlar buldunuz da yoksa Allah’ı mı şartlandırmaya
çalışıyorsunuz? Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye mi çalışıyorsunuz?
Yani bir kere ben size böyle bir kitap
göndermedim. Ben size bu yaptıklarınız konusunda izin vermedim. Sizden bu tür
şeyler yapmanızı istemedim.” Hâşâ Allah niye sorsun da değilse? Yani Allah böyle
bir kitap göndermediğini, onlardan böyle şeyler istemediğini bil-diği halde niye
sorsun bu soruyu?
Peki ne çıkar öyleyse bundan?
Bundan çıkan şudur: Ben size böyle bir kitap göndermediğime göre sizden bu
yaptıklarınızı asla istemediğime göre, yoksa kendiniz İlah, Rabb zannıyla
birilerine gidip bu konularda kendisinden izin aldınız da onu mu ilah
zannediyorsunuz? Ona mı kulluk edip, onu mu razı etmeye
çalışıyorsunuz?
Müddessir’de Rabbimiz buyurur ki:
“Hayır; her biri önüne açılıvermiş
sahifeler verilmesini isterler.”
(Müddessir 52)
“Hayır hayır, bunların derdi her
birinin önüne açılmış sahifeleri, kitapları olsun isterler. Hepsinin kendilerine
mahsus kitapları olsun is-terler. Yani bunlar hepsi peygamber olsun isterler.
Hepsine ayrı ayrı birer kitap verilsin, hepsinin kendilerine mahsus kitapları
olsun isterler. Hepsi kendilerinin özel kitapları olsun ve hepsi de kendi
kitaplarına bakarak “Allah’ın istediği budur! Allah’ın muradı budur! Benim
kitapta böyle deniyor! Ben bunu kitabımdan böyle anladım!” demek is-terler.
“Dolayısıyla benim anlayışım doğrudur! Benim düşüncem, benim metodum, benim
dinim, benim yaşadığım hayat doğrudur! Kesin doğrudur!” diyecekler, hiç kimseye
bağımlı olmayacaklar, Allah’ın is-tediklerini istedikleri gibi
yorumlayacaklar.
Galiba Peygamberi ve onun sünnetini
diskalifiye etmeye çalışanların çabası da bu gibi görünüyor değil mi? Yani
Kur’an’ı peygamberin kitabı, peygambere gelen kitap, peygamberin anlayıp
yaşadığı, peygamberin anlayıp uyguladığı, örneklediği bir kitap olmaktan çıkarıp
kendilerince anlamak istiyorlar.
Çünkü Kur’an’ı peygamberin
kitabı, peygamberin anlayıp yorumladığı kitap olarak kabul edip peygambere
bağımlı anlamaya çalıştıkları zaman düşüncelerine, anlayışlarına peygamberî bir
sınır gelecektir. O zaman hayatlarına yasaklar gelecek, onun anlayışının dışına
çıkamayacak ve daha bir müslümanca yaşamak zorunda kalacaklar.
Ama peygamberi ve peygamberin
sünnetini, peygamberin anlayışını, peygamberin uygulamalarını diskalifiye ederek
Kur’an’ı peygambere bağımlı olmadan anlamaya çalıştılar mı, kendi istedikleri
gibi âyetleri yorumlama imkânları olacak. İşte peygamberi ve onun sünnetini
silmek isteyenlerin tek derdi budur. İstiyorlar ki “benim kitabımdan bunu
anladım. Benim kitapta bunlar var. Ben böyle anladım, beni başkası bağlamaz”
diyecekler ve keyiflerine uygun bir hayat yaşama imkânı
bulabilecekler.
Bakıyoruz kimileri öyle Kur’an’a
sarılıyorlar, öyle Kur’an’dan yana, Kur’ancı oluyorlar ki, hatta peygamberi bile
diskalifiye ediyorlar, “kitapsız olmaz” diyorlar. “Kitapta birleşelim” diyorlar,
ama hangi kitapta birleşeceğiz? O adamın kitabında tabi. Evet Kur’an haktır,
Kur’an'a aykırı hiçbir hadisi kabul etmeyelim. Tamam, ama hangi Kur’an’a aykırı
olan hadisi reddedeceğiz? Adamın kendi Kur’an’ına aykırı olanı reddedeceğiz.
Yani o hadis benim Kur’an’ıma uygun da, Zemahşerî’-nin Kur’an’ına, Buhâri’nin,
Müslim’in, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Şafiî’nin Kur’an’ına uygun da, adamın
Kur’an’ına ters olunca onu reddediyorlar.
Peki
herkesin ayrı Kur’an’ı mı var? Kur’an herkese bir şeyler yansıtıyor, adam
Kur’an’dan neler aldıysa, ne kadarına muttali olduysa bunu Kur’an’ın tümü kabul
ediyor, veya kendisine yansıyanı Kur’an zannediyor. Kur’an’ın tümü kabul ediyor
bunu ve hadisi onunla yargılayarak reddediyor.
Meselâ benim bir dinim var, adına İslam
diyorum. Bunun bir dini var adına İslam diyor, onun bir dini, herkesin bir dini
var. Ama bir de Allah ve Resulü’nün ortaya koyduğu bir din var. Gerçek din, hak
din odur. Bizim dinimiz o dine ne kadar uygunsa biz o kadar müslü-manız. O dini
bizimkine uydurma çabamız boştur öyleyse.
Yani Allah da bunu ister! Hayır.
Zaten Kur’an onu yasaklıyor.
“Onlar bir fenalık yaptıkları zaman,
“Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Allah
fenalığı emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?”
(A’râf 28)
Yaptıkları her şeyin sonucunda zaten
Allah da böyle istiyor di-yordu ya müşrikler, Allah da diyor ki: “Hayır, yalan
söylüyorsunuz Allah asla fahşayı, kötülüğü emretmez! Nerden çıkardınız bunu!”
Öyleyse herkes Kur’an’dan kendi
anladığını, kendi kavrayabildiği kadarını Kur’an’ın aslı, Kur’an’ın tümü
zannedip hadisi onunla yar-gılayarak reddetmeye kalkışmasın.
Değil Kur’an, insanların sözleri için
bile bu böyledir. Örneğin bir şairin yazdığı şiir var. Adamın şiirini on kişi
yorumluyor, o kendine yo-rumluyor, öbürü kendine göre, beriki kendine göre
yorumluyor ve hep-si de iddia ediyor ki, bu şiirinde şair bunu demek istemiştir!
Üstelik te hepsinin yorumu farklı, ama hepsi de iddia ediyor ki şair burada şunu
demek istemiştir. Halbuki şairin farklı bir demek istediği vardır elbette. Belki
onlardan, o yorumlardan birine uygundur, belki onlardan birine uygunluğu yüzde
şu kadardır da, şairin demek istediği daha farklıdır.
38. “Seçtikleriniz herhalde orada
olacaktır.”
Yani canınızın istediği her şey var mı
onda? Yani ne tür bir ki-tabınız var ki, sizin istediğiniz her şeye cevaz
bulabiliyorsunuz onda? Neler seçeceksiniz? Ne canınız istiyorsa, seçiminize
uygun her şey var mı onda? Diler öyle yapın, dilerseniz böyle yapın mı var onda?
Si-zin kitabınız böyle bir imkân mı veriyor size? Yani ne istediyseniz,
ca-nınız, keyfiniz neyi çektiyse onu içinde bulacağınız kitaplar mı tedris
ediyorsunuz? Öyle kitaplarınız var mı var?
Yani sizin
bu kitabınız size her konuda ruhsat verme özelliğine sahip bir kitap mı?
Canlarınızın çektiği, nefislerinizin hoşlandığı her şeyi size serbest bırakan
bir kitabınız mı var sizin? Dilediğiniz mesleği seçin, istediğiniz okulda
okuyun, istediğiniz gibi giyinin, soyunun, keyfinize göre hareket edin,
istediğiniz gibi, istediğiniz şeylerden yiyin-için, hatta siz sevdikten sonra
yılan, çıyan, akrep, içki, faiz, şarap fark etmez diyen kitabınız mı var sizin?
Dilediğiniz gibi hukuk yapın, istedi-ğiniz gibi miras uygulayın, hangi yazıyı,
hangi alfabeyi beğenirseniz o-nu kullanın, nasıl bir ekonomik sistem hoşunuza
giderse onu uygulayın, istediğiniz yerden kazanıp dilediğiniz yerlerde harcayın,
ister balerin olun, ister artist olun, ister Budist olun fark etmez diyen bir
kitabınız, ya da kitaplarınız mı var?
Evleriniz,
arabalarınız keyfinize nasıl uygunsa öyle olsun, dilediğiniz yerlerden
dilediğiniz şekilde kazanın, çalın, çırpın, istediğiniz yerlerde harcayın, nasıl
bilirseniz, nasıl isterseniz öyle yaşayın, sizler her konuda serbestsiniz diyen
kitaplarınız mı var sizin? diyor Rabbi-miz.
Yani Allah korusun da bugünkü müslümanların kitabı tam Yahudilerin
ellerindeki Tevrat’larıyla özdeş hale gelmiş.
Öyle değil
mi? Adamlar ne isterlerse buluyorlardı kitaplarında. Canları neyi çekiyorsa
kitaplarında ona cevaz buluyorlardı Yahudiler. Ne isterlerse Tevrat’ta
buluyorlardı. Yoksa bile yazıveriyorlardı kitaplarına. Yani Kur’an’ın ifadesiyle
söylersek:
“Kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar...”
(Nisa : 46)
Tahrif ediyorlardı, hafriyat
yapıyorlar, altını üstüne getiriyorlardı. Yani Allah o kelimeleri ne için va’z
etmişse onları va’z olundukları mânânın dışına çıkarıyor, Allah’ın muradını
değiştiriyor, farklı mânâlar yüklüyorlardı. Ya da âyetleri mevzilerinden,
yerlerinden koparıp farklı farklı yerlerde, değişik değişik kalıplara döküp,
değişik değişik anlamlar kazandırıyorlardı. Âyetleri Kur’an bütünlüğünden, sûre
bütünlüğünden koparıp cımbızla çekercesine başka yerlerde başka kalıplara
dökerseniz, elbette onlara Allah’ın yüklemediği mânâları yüklemeniz mümkün
olacaktır. O zaman canınız ne istiyorsa, keyfiniz neyi çekiyorsa onu aynen
bulabileceksiniz o kitapta.
Maalesef Yahudi’nin yaptığı bu kitabı
tahrif işini müslümanlar da çok yapmışlar. Âyetleri yerlerinden söküp başka
başka yerlerde, başka başka kalıplara dökerek, başka başka anlamlar yükleme
işini çok yapmışlar.
Meselâ bakın Kur’an’da şehid diye bir
kavram vardır. Şehid, yaşadığı müslümanca bir hayatla Allah’ın varlığına
şahitlik eden kişiydi. Şehid, Allah adına hayatını fedâ edecek kadar Allah’ın
varlığına şahit olan kişiydi. Şehid, îlâ-i kelimetullah uğrunda ölümü, şehadeti,
oğul balı gibi yudumlayan insan veya insanların, başkalarının dirilişi için
kendini feda eden insandı. Ama müslümanlar bu kavramı mevzisinden kopardılar,
va’z olunduğu yerden çıkardılar, farklı yerlerde farklı kalıplara döktüler ve
karşımıza çok farklı şehit anlayışları çıkıverdi: Devrim şehidi, demokrasi
şehidi, vatan şehidi vs. vs…
Kur’an’da velî diye bir kavram var.
Velî, müslümanlar adına onlara danışmadan tek taraflı karar verme makamında olan
kişi demektir. Vali de, vilâyet de buradan gelir. O da müslümanlar adına ka-ar
verme makamı veya o makamda oturan kişi demektir. Allah diyor ki, “kâfirlerin
müslümanlar üzerinde velâyet hakkı yoktur.” Yani müslü-an olmayanlar velîlik,
velâyet makamına oturtulmamalıdır. Müslüman olmayanlar müslümanlara danışmadan
onlar adına karar verme makamına getirilmemelidir.
Galiba müslümanların gözünde bu
mânâyı kamufle ederek valilik ve vilayet makamına birilerini oturtmak için mi
bilmiyorum, bu kavramı Kur’an bütünlüğünden cımbızla söküp çıkardılar, farklı
kitaplarda farklı kalıplara döktüler ve karşımıza farklı bir velî anlayışını
çıkardılar. “Efendim velî işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı bilen, kalpten
geçenlere muttali olan, denizde yürüyen bir insandır!”
Kur’an’daki zikir kavramı
değiştirilmiş, takva kavramı değiştiril-miş, kıraat, ihsan, dua, lanet, iman,
kabul ve red kavramları, cennet ve cehennem kavramları, hatta namaz kavramı bile
değiştirilmiş. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar unutulmuş ve farklı
farklı anlamlar verilmiş. Yahudi’nin yaptığı gibi, müslümanlar da artık bugün bu
kavramları Allah’ın istediği gibi değil, kendilerinin arzu ettikleri gibi
anlıyorlar.
Yani Allah ondan o âyetten ne
kastederse etsin, o kendi kastını, kendi anlayışını o kelâma yüklemeye çalışarak
aynen Yahudi’nin yaptığını yapmaktadır. Bugünün insanlarından kim bu konuya
örnekse onların hepsi buna girmektedir. Aklediyor mânâyı, anlıyor ama dü-zenini
bozmasın diye döndürüp dolaştırıp âyeti farklı mânâya çekebileceği bir yol
arıyor.
Meselâ adamlar âyetleri
okuyorlar: “Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada parti, burada
bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada doktor
olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim kavmimiz,
bizim ırkımız, bi-zim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada bunlar
anlatılıyor. Kı-saca bu âyetler beni, bizi anlatıyor ama kesinlikle hak
olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor” diye kendi düzenlerine uyguluyorlar.
Allah böyle yapanlara soruyor:
Yani sizin başka kitaplarınız var da
onlardan başka şeyler mi okuyorsunuz? Her istediğinizi buluyor musunuz? Ne
isterseniz var mı orada?
39. “Yoksa aleyhimizde, kıyamet gününe
kadar süre gidecek ahidleriniz mi var ki, kendinize hükmettikleriniz sizin
olacaktır?”
Yoksa sizin Allah’la kıyamete dek
sürecek anlaşmalarınız mı var? Allah böyle bir söz mü verdi size? Allah’la
ahidleriniz mi var? Ya-ni ne isterseniz, dilediğiniz gibi hükmedersiniz diye
Allah mı söz verdi size? Nasıl bilirseniz, keyfinize nasıl gelirse öylece
yaşarsınız diye Al-lah mı izin verdi size? Sizlerden hiçbir sorumluluk
istemiyorum, sizden hiçbir kulluk istemiyorum, sizin hayatınıza hiçbir konuda
yasak koy-muyorum, ne namaz, ne oruç, ne zekat, ne cihad, ne ilim istiyorum mu
dedi Allah size? Dilediğiniz gibi yaşayın, dilediğiniz gibi giyinip so-yunun,
dilediğiniz gibi hukuk yapın, nasıl bilirseniz öylece yaşayın mı dedi Allah
size? Bunları size Allah mı dedi? Yoksa bütün bu konularda size söz verenler
Allah’ınız mı?
Yani siz
bir kere böyle iddia ediyorsunuz, istediğiniz gibi hükmediyor, istediğiniz gibi
karar veriyor, dilediğiniz her şeyi yapıyor, sonra da utanmadan Allah’ımız böyle
istiyor diyorsunuz. Allah sizlere böyle izin vermediğine göre yoksa siz
kendinize başka Allah mı bulunuz? Başka ilah mı buldunuz? Yoksa sizler kendinize
başka ilahlar buldunuz da, Allah’ı mı şartlandırıyorsunuz? Allah’a yol mu
gösteriyorsunuz? Allah’a akıl vermeye mi kalkışıyorsunuz? “Efendim aslında
Allah’ın böyle demesi gerekiyordu, Allah’ın bizden bunları istemesi, bunlardan
razı olması gerekiyordu” deniliyor.
Bir kere mümkün değil, ben sizinle
böyle anlaşma yapmadım! Hâşâ Allah niye sorsun ki? Allah bilmez mi böyle bir
anlaşma olup ol-madığını? Yani ne çıkar öyleyse bundan? Rabbimiz buyuruyor ki
burada, benimle böyle bir anlaşmanız olmadığına göre yoksa sizler kendiniz
Allah, İlah, Rabb zannıyla birilerine gidip böyle bir anlaşma yaptınız da, onu
mu Allah zannediyorsunuz? Ondan dolayı mı istediğiniz gibi hükmediyorsunuz?
buyuruyor.
Meselâ hangi konular, şöyle bir
hayatımıza dönelim. Yeme-iç-me konularımız, giyim-kuşam konularımız, eğitim
konularımız, dükkanlarımız, işlerimiz, mesleklerimiz, okulumuz, hukukumuz,
mirasımız vs. vs…
Yani bütün
bunları biz hangi kitaptan okuyoruz? Allah’ın kitabında yok böyle bir şey!
Nereden çıkarıyoruz bütün bunları? Kimden izin alarak böyle yapıyoruz? Kimin
ruhsatına dayanarak böyle bir hayat yaşıyoruz? Allah bize ayrı kitaplar mı
gönderdi yoksa? Allah’ın gönderdiği kitabının dışında okuduğumuz,
bilgilendiğimiz başka kitaplarımız mı var yoksa? Örf kitapları, âdet kitapları,
moda, toplum, çevre, aile, arkadaş kitapları mı gönderdi yoksa Allah bize böyle
yazısız çizisiz? Yani nereden okuyup hükmediyoruz?
Perde böyle
olmalı, çorba önde olmalı, nişan şöyle olmalı, düğün şöyle olmalı, ekonomik
hayat böyle olacak, hukuk şöyle olacak, siyasal hayat böyle olacak,
kazanma-harcama böyle olacak, meslek seçimi böyle olacak, kılık-kıyafet şöyle
olacak, evin tefrişi şöyle olacak, çocuğun terbiyesi böyle olacak… Nerden
okuyoruz bunları? Han-gi kitaptan okuyoruz? Nasıl okuyoruz bunları bir
düşünelim.
Allah’ın sorgulaması devam ediyor
bakın:
40. “Ey Muhammed! Sor onlara: “Bunu kim
üze-rine alır?”
Evet Peygamberim sor onlara! Bu
düşüncede olanlara, hayatı böyle, böyle kabul edenlere ya da hayatlarında
Allah’ın kitabını yok farz ederek yaşayanlara veya hayatlarında başka kitap var
kabul edenlere, ya da Allah’ı aldatabileceğine, Allah’ı şartlandırabileceğine
inananlara, sor bakalım: Hangisi buna zaîmdir? Kim zaîmmiş buna? Zaîm
kelimesinin dört mânâsı vardır:
1- Zaîm, kefil demektir. Öyleyse sor
onlara bakalım peygamberim, böyle düşünen böyle inanan insanların kefilleri
kimdir bu konuda? Kime güvenip dayanıyor bu adamlar?
2- Zaîm, Resul demektir. Bu inançta
olanların bu konudaki el-çileri, peygamberleri kimmiş sor bakalım peygamberim?
Hangi peygamberin örnekliliğinden almışlar yaşadıkları bu
hayatı?
3- Zaîm, veli demektir. Yani kimi veli
kabul ediyor bu adamlar? Yaşadıkları bu hayatı kimin yasalarına dayandırıyorlar?
Onlar adına kim böyle bir karar almış da bunları
yapıyorlar?
4- Zaîm, örnek demektir. Sor onlara
bakalım peygamberim, ki-mi örnek alıyorlar? Kim dedi onlara bu yaptıklarını?
Yani yaparken ke-filleri, örnekleri kim onların? Kim dedi onlara da böyle
düşünüyor, böyle inanıyor ve böyle bir hayat yaşıyorlar? Hangisiymiş zaîm?
Hangisiymiş peygamber? Eğer onlardan biriyse peygamber, içlerinden bi-risiyse o
zaman kitabı neyse göstersin bakalım? Veya o kitabın benden geldiğini ispat etsin bakalım!
Rabbimizin ifadesi, her şeyi baştan
çözücü bir söz, ya da her şeyi baştan bitirici bir soru. Ama Allah sözü
bitirmek, onları mat etmek, onları susturup ilzam etmek için sormaz. İnsanların
akıllarını başlarına getirmek için sorduğundan, sormaya, sorgulamaya devam eder
Rabbimiz. Kullarına olan merhametinden, şefkatinden, onlar için hayır
dilediğinden, sürekli onları cennet yolunda tutmayı murad ettiğinden dolayı
sormaya, akıllarını erdirmeye devam eder Allah. Bakın bir soru daha, bir
sorgulama daha:
41. “Yoksa onların ortakları mı vardır?
Doğru sözlü iseler ortaklarını getirsinler.”
Yoksa bu adamların kendilerinin Allah’a
ortakları, şürekaları, putları mı var? Yoksa kendilerinin Allah berisinde tabi
oldukları mabutları var da, onlardan aldıkları izinle mi hareket ediyorlar?
Mü’minler Al-lah’tan yana olacaklar, iradelerini Allah’a teslim edecekler,
Allah’ın ha-yatlarına koyduğu emirleri icra edecekler, yasaklara riayet
edecekler, berikiler ise putlarının istediği gibi davranacaklar, keyifleri ne
isterse onu yapacaklar, sonra da Allah bu ikisini denk tutacak öyle mi? Kim
söylemiş bunu? Onların putları, tâğutları mı söylüyor bunu? Keyifleri mi böyle
istiyor? Yoksa Zerdüşt mü buyuruyor bunu? Eğer böyle birileri varsa çağırın
onları!
Eğer bu iddialarını eyleme
dönüştürebilecekler ise, eğer sözlerinin erleriyseler, haydi çağırsınlar,
getirsinler bakalım o ortaklarını! Belki dünyada şaklabanlıkla, numarayla,
oyunla, dalavereyle, sihirle, demokrasi ile, insanlara, Allah’a ortak birilerini
gösterebilirsiniz. Belki mümkün gibi ama ahiret var, Haşr ve Neşr var, azap var,
ikab var. O-nu ne yapacaksınız ya?
42-43. “O gün işin dehşetinden
baldırlar açılır; gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür. Secdeye
çağırırlar ama buna güçleri yetmez. Oysa kendileri sapasağlam oldukları zaman
secdeye çağırılmışlardı.”
“Sak”, bacak, “keşf” de açmak demektir.
Yani Allah buyuruyor ki, o gün sak keşf olunur. “An
sakın” dendiğine göre yani o gün ba-caktan açılır. Bunun iki mânâsı
vardır:
1- “Keşf üs Saak” paçaları sıvamanın
Arapça’sıdır. Yani işe girişmede ciddiyet ve hazırlık demektir. Hani kolları
sıvadı, paçaları sı-vadı ve işe başladı denir ya, işte bu anlamdadır. Hem işi
ciddiye almak, hem de hazırlık yapmaktır. Yani kolları sıvadı, o işi kendine iş
e-dindi, yapmaya başladı demektir.
Öyleyse Allah o gün işi ele aldı,
defteri dürüleceklerin defterlerini dürmeye başladı, pili bitirileceklerin
pillerini bitirmeye başladı demektir. Sıkıntılı
bir günün, dehşetli bir olayın ortaya çıkmasıdır. Bu gün, bir savaş günü de
olabilir. Zira böyle bir günde iş ciddiye alınır ve paçalar sıvanır. Veya yine
mecazî bir anlam olarak; dünyanın gitmesi, âhiretin ortaya çıkmasıdır. O gün
ameller ortaya dökülür. Kapalı olan baldırlar açıldığı gibi sırlar da açığa
çıkar. Veya kıyamet günü-nün korkunçluğundan dolayı orada görülen sıkıntı ve
darlıkların ortaya çıkmasıdır. Veya insanlara Allah’ı hatırlatan büyük bir nurun
ortaya çıkmasıdır. İnsanlar bu nuru görünce Allah’a secde edeceklerdir. Veya
insanlarla Rableri arasındaki perdenin kaldırılmasıdır. Yani ya-ratıcı ile
yaratılan arasındaki perde kaldırılacaktır.
2- Bir de Allah-u Zü’l-Celâl’in kendi
bacağını açması, sıyırması anlamına gelir. Nedir? Nasıldır? Mahiyetini, şeklini
tipini bilmiyoruz. Heyet-i umumiyesini bilmediğimiz, sadece iman ettiğimiz bir
konu. Tefsir kitapları bunu anlatır. Buhârî’de bu konuda Rasulullah Efendimizden
bir hadis var. Rasulullah Efendimiz buyurur ki: “Allah kıyamet günü mü'minleri
toplayacak, bütün insanları toplayacak, dünyada kim neye tapınıyor idiyse, haydi
onun peşinden gitsin buyuracak.” Herkes kendi taptığının peşinden gidecek,
Yahudiler Üzeyr ibnullah peşinde cehenneme, Hristiyanlar Mesih ibnullah peşinde
cehenneme, Firavun-lar Firavun peşinde, Nemrutçular, Leninciler, Stalinciler,
Maocular, La-ikler, demokratlar hepsi tapındıkları peşinde cehenneme gidecekler.
“Geriye sadece mü’minler ve bir de dünyada mü’min olmadıkları halde iman
gösterisinde bulunan münâfıklar kalacak. Onlara: “Siz niye Rab-binizin peşinde
gitmediniz?” denecek. Onlar diyecekler ki: “Biz Rabbi-mizi bulamadık, Rabbimizi
bilemedik ki peşinden gitsek?” O zaman secde ile emredilecekler. Allah: “Ben
sizin Rabbinizim! Bana secde e-din!” buyuracak, kimileri inanmayacaklar ve
Allah’tan Rabbleri olduğu konusunda bir işaret, bir alâmet isteyecekler ve
Rabbimiz tarafından da böyle bir sâk keşfetme, bacağından bir açma söz konusu
olacak deniyor.
Ama Allah en iyisini bilir, burada
anlatılan kıyamettir. Kıyametin zuhuruyla, kıyametin ikamesiyle iş ciddiye
bindiğinde, ameller ortaya döküldüğünde, sırlar deşifre edilip açıldığında, amel
defterleri ortaya dökülüp tüm sırlar keşfedildiğinde, hesap-kitap başladığında
demektir. Yani dünyada gayb olan, dünyada sadece iman edilen tüm iman
konularının, hakikatlerin ortaya çıkmaya başlaması, cennetliklerin cenneti,
cehennemliklerin de cehennemi anlamaya başlaması, gözlerin önündeki perdelerin
yavaş yavaş açılıp inananların gıyaben inandıkları, inkar edenlerin de inkar
ettikleri gaybî konuların üzerinden esrar perdelerinin kaldırılması anlamına
gelir keşfu’s saak.
Orada secdeye dâvet olunacaklar, “secde
edin!” denecek onlara ama,
Güçleri
yetmeyecek buna, secde edemeyecekler, secdeye varamayacaklar. Bir tabaka
halinde, oklava gibi, kazık gibi dimdik kalacaklar, ne yapacaklarını
şaşıracaklar. Çünkü:
Onlar, o alçaklar dünyadayken,
salimken, sıhhatliyken, dünyada imkânları varken secdeye dâvet olunuyorlardı da,
secde etmi-yorlardı, şimdi ne secdesi yapacaklar ki, deniliyor. Nereden
becereceklerdi şimdi secdeyi! Çünkü dünyada secde etmiyorlardı, dünyada
Rabblerinin emirlerine boyun bükmüyor, Rabblerinin yasalarına teslim
olmuyorlardı. Dünyada bunu yapmayan orada becerebilir mi? Beceremeyecekler
secdeyi. Sap gibi dikilip kalacaklar orada. “Sâlimûn”
afi-yettedirler, bedenleri sıhhattedir demektir. Yani onlar ezan ve kamet-le
dünyada sağlam oldukları halde secdeye davet edilirler, fakat ibadet etmezlerdi.
Felaha çağıran ezanı işitiyorlar, fakat icabet etmiyor-lardı. Ezan okunarak farz
namazlarını kılmaya çağrılıyorlardı, ama müezzinin davetine icabet
etmiyorlardı.
Tıpkı
Allah’ın emrine boyun büküp secdeye varan meleklere karşılık şeytanın kazık gibi
dikilip kaldığı gibi. Veya tıpkı şu anda Allah karşısında acizliğini,
küçüklüğünü ve Rabbinin büyüklüğünü ortaya koyma adına secdeye varan mü’minlerin
yanı başında secde etmeyen kâfirler gibi. O gün de bunlar secde
edemeyecekler.
Sahabeler ve selef bunu hep cemaatle
namaz olarak tefsir etmişlerdir. Bakın burada bir dâvet var. Sahâbe-i kiram
efendilerimiz bu-nun, bu dâvetin ezan olduğunu anlamış. Yani onlar dünyadayken
ezanla mescide, cemaatle namaza çağrılıyorlardı da güçleri yettiği halde,
sıhhatleri olduğu halde buna icabet etmiyorlardı şeklinde anlamışlardır. Yani
bireysel, ferdî bir namaz yok çıkıyor sahâbenin anlayışında. Namaz ancak
cemaatle olur. Ferdi bir namaz ancak bir mâzeretle caiz oluyor.
Meselâ çok
hastadır, çok soğuktur, çok yağmurludur, çok tehlike vardır ve işte ancak o
zaman mescide cemaate gitmeme mâzereti doğuyor. O zaman bireysel bir namaza
namaz denebiliyor. Aksi taktir-de savaşta bile cemaatle kılınıyor namaz.
Yani o zaman şu bizim kıldıklarımıza ne
denecek onu bilmiyo-rum. Allah korusun da şu anda bizler ezansız namaz kılıyor,
mescitsiz secde ediyoruz. Yani ezanımız yok bizim. Ezanı yok bizim namazların.
Öyle değil mi? Eğer şu okunan ezanlar bizimse, bizi çağırıyorsa bu ezanlar, o
zaman niye gitmiyoruz oraya bilmiyorum. Niye icabet et-miyoruz bu ezanlara
bilmiyorum.
Bakın Tirmizî’de Rasulullah
Efendimizden bir hadis var:
“Kim ezanın, müezzinin nidasını
duyar da ona icabet etmezse onun namazı yoktur.”
Öyleyse
buradaki, ezandır denmiş. Yani onlar daha evvel, dünyada sıhhatteyken, imkânları
varken ezanla sücuda, yani mescide, cemaatle namaza dâvet ediliyorlardı da
gitmiyorlardı. Şimdi kendi kendimize soralım: Şu anda mescide gitmiyor ve
evlerimizde, dükkanlarımızda namazın defterini dürüyoruz. Peki mâzeretimiz ne?
Niye git-miyoruz mescide? Niye icabet etmiyoruz ezanlara? Bir mazeretimiz var,
bu mâzeret değil diye söyleyeceğim onu.
Şeytandan mı filan bil-mem. Caminin adı mescittir, yani secde edilen,
secdenin gerçekleştirildiği, secdegahtır mescid. Allah’a kulluğun ya da hayat
programının icra edildiği yerdir mescid. Oradan mesaj alınacak ve
uygulanacaktır. Hayatın mesajının alındığı yerdir mescid. Hayatı düzenlemek için
mesaj alınan makam. Yani vahiyle, kitap ve sünnetle tanışma yeridir mescit.
Hayatı programlama yeri. Hayata program çizen merkezdir mescit. Şimdi bu
olmadığı için, mescid bugün bu fonksiyonu icra etmediği için gitmiyoruz güya.
Hayatı düzenleme fonksiyonu kalmadığı için, orada hayatı düzenleyecek Allah
vahyi değil de başkalarının vahiyleri, başkalarının talimatları gündeme
getirildiği, Allah egemenliğinde değil de başkalarının egemenliğinde olduğu için
gitmiyoruz. Mes-cidlerde gerçek tevhid değil de bid’atler hakim olduğu için
gitmiyoruz.
Yani bugün
gitmeyişimize böyle bir kısım mâzeretlerimiz var. Ama bunların hiçbirisi mâzeret
değildir. Gidelim biz dolduralım oraları. Gidelim biz engel olalım bidatlere.
Gidelim biz oluşturalım cemaati. Biz hakim olalım. Çünkü o mescidleri biz
yaptırdık. Bizimdir oralar. Neden eğitim yerleri olarak kullanmayalım
mescidleri?
Meselâ eğer
kafamızda komşularımızı programlama, komşularımızı eğitip müslümanlaştırma diye
bir derdimiz varsa mutlaka oraya gitmeliyiz. Çünkü komşularımızı biz orda
bulacağız. Gideceğiz ve mescide gelmeyenleri getirmeye, gelenleri de eğitmeye
çalışacağız. Bu işi en güzel yapabileceğimiz yerler oralardır.
Öyleyse
ezansız ve mescitsiz müslümanlığa bir son verelim. Hele ezansız müslümanlık hiç
olmaz. Çünkü ezan müslümanlığın şiârıdır. Eğer bir beldede, bir bölgede ezan
okunmuyorsa, neredeyse o bölgede yaşayan insanların öldürülmeleri meşru
olacaktır. Bizim evlerde şu anda ezan okunmuyor. Birileri gelip bizi öldürse ne
diyeceğiz bilmiyorum?
Allah korusun da, Resûl-ü Ekrem
Efendimiz ya da Hz Ömer, Hz Ebu Bekir efendimiz ordular gönderse, bu şehirde, bu
mahallede herkes yatağından kalkıp namazlarını tek tek kılıp yatağına
yattığından dolayı, haklı olarak bunlar müslüman değil diye üzerimize saldırıp
öldürebilecekler. Gerçekten bu garip bir iş. Bu beldede ezan okunmadı, bunlar
müslüman değil diye öldürülmeyi hak edeceğiz.
Onlar orada konuyu anlayacaklar.
Kulluğa müsaitken yapmamanın, secdeye müsaitken secde etmemenin cezasını yarın
çok ağır ödeyeceğiz. Sadece secde değil tabi. Paramız varken onunla Allah’a
kulluk edelim, yarın Allah elimizden alabilir. Boş vaktimiz varken bunu Allah’a
tahsis edelim, yarın buna imkânımız kalmayabilir. Sıhhatimiz varken Allah’a
kulluğa koşalım, yarın elimizden alınabilir. Allah’ın verdikleriyle Allah’a
kulluk edelim, yarın bu verilenlerin hiçbirisi elimizde kalmayabilir. Konuşma
imkânımız varken Allah’ın dinini anlatmak üzere konuşalım, yarın ağzımıza bir
bant yapıştırılıp kodese tıkılabiliriz. Bugün birilerine gitme imkânımız varken
gidelim, yarın o gideceğimiz, ya da biz, ölmüş olabiliriz. İmkânlarımız varken
bugünden çocuklarımızı terbiye edelim, yarın vakit çok geç olur bizi
dinlemeyebilirler.
Rasulullah efendimize ilk gelen âyetler
bunlar. Düşünün o günlerde Mekke’de Ebu Cehiller var, Ebu Lehepler var, Utbeler,
Uteybe-ler, kâfirler, zalimler, hainler var. Peki bunlar karşısında ezilecek
miydi peygamber? Hayır, Allah, peygamberini kesinlikle ezdirmeyecekti. Ba-kın
hemen buyurdu ki:
44. “Ey Muhammed! Kur’an’ı
yalanlayanları Bana bırak; Biz onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba
yaklaştıracağız.”
“Evet ey peygamberim! Şu haberi, şu
sözü, şu Kur’an’ı yalanlayanı, yalan sayanı sen bana bırak! Sen onları bana
bırak peygamberim! Sen onları bana bırak! Hiç takma kafana! Hiç dert etme sen
onları!”
Meselâ ben birine: “Şu taşları al,
sokakta önüne gelen herkesin alnının ortasına vur!” desem, adam bana diyecek ki:
“İyi ama, ben böyle yaparsam beni öldürürler, asarlar, keserler.” Ben ona: “Sen
o tarafına karışma! Sen o tarafını hiç düşünme, arkanda ben varım! Me-rak etme!
Seni herkesten, her şeyin zararından ben koruyacağım” de-diğimde, gerçekten bu
dediğimi yapabilecek güçte biri isem o da gerçekten beni tanıyorsa, hiç
sıkılmayacak bile değil mi? Hiç kimseden korkmayacak, hiç kimseyi takmayacak
bile değil mi?
Bakın buna bir örnek verelim İslam
tarihinden. Rasulullah Efendimiz Allah’tan hicret emrini almış ve Mekke’den
hicret etmek üzere. Allah emrediyor, kâfirlerin planlarından haberdar ediyor ki
o gün peygamberin evi sarılacak, içeri girilecek ve o gün peygamber öldürülecek.
Kâfirler tarafından karar alınmıştı. Allah’ın Resûlü Hz. Ali’yi çağırıyor. “Gel”
diyor “ey Ali, bu yatakta yatacaksın, benim evimde benim yatağımda yatacaksın,
üzerine benim hırkamı örteceksin. Sakın korkma! Çünkü onlar sana hiçbir zarar
veremezler, veremeyecekler!” Bu söz üzerine Hz. Ali onun yatağına giriyor ve hiç
korkmuyor. Halbuki mızrakların hedefi olan noktada yatıyordu. Kılıçların döndüğü
noktada. Öyle değil mi? Kafaları bozuluverdi mi adamların, çıldırıverdi mi belki
de içeriye girip o yatağın içindekinin kim olduğuna bile bakmadan evi üzerine
geçirecekler, yakıp yıkacaklar. Ama gelin görün ki Hz. Ali efendimizin hiç derdi
yok, gayet rahat yatıyor, hatta horlaya horlaya uyuyor peygamberin yatağında.
Çünkü peygamberinin yatağında yatıyor, onunla birlikte olmayı, onun yatağında
olmayı içine sindire sindire yatıyor.
Bir de Hz. Ebu Bekir efendimizi Sevr’de
görüyoruz, hemen he-men aynı iman, aynı teslimiyet, aynı fedâkârlık.
Rabbimiz peygamberine diyor ki: “Sen
onları takma kafana peygamberim!”
Bu kalıpta Kur’an’da üç âyet var. Üçü
de ilk gelen âyetler arasında. Biri Müddessir’de, diğeri Müzzemmil’de bir diğeri
de Kalem sûresinde. Yani Allah diyor ki bu âyetleriyle, “ey peygamberim sen
on-ları bana bırak! Endişe etme sen! Kafana takma! Sen yoluna devam et!
Çünkü:
Biz onları bilemeyecekleri yerden,
anlayamayacakları biçimde, yavaş yavaş azaba, ikaba, cezaya yaklaştırırız,
yaklaştırıyoruz.” Anla-mıyorlar. Belâ gönderir Allah anlamıyorlar, azap gönderir
anlamazlar, tehdit eder anlamazlar, yokluk gönderir, kıtlık gönderir anlamazlar.
Yavaş yavaş, anlayamayacakları yönlerden helâke yaklaştırır Allah.
Buradaki bu
yavaşlık süratle bir yavaşlık değil, derece derece, aşama aşama, kademe kademe
azaba doğru yaklaşmaktır. Çünkü bakın Rabbimiz diyor ki:
45. “Onlara mehil veriyorum; doğrusu
Benim tuzağım sağlamdır.”
“Ben onların iplerini uzatıyorum,
onlara mühlet veriyorum, istekleriyle baş başa bırakıyorum, onları imhal
ediyorum, yani zaman veriyorum onlara.” Allah imhal eder ama asla ihmal etmez.
Zaman ta-nır onlara ama asla ihmal etmez. Tabi aslında burada biraz da
merha-metini anlatıyor Rabbimiz. “Salıverelim bakalım, sonunda benden ka-çıp
kurtulacak halleri yok ki! Ama pişman olabilirler belki. Belki pişman olup
durumlarını düzeltebilirler. Onun içindir ki ben hemen onlara azabımı
ulaştırmıyorum, zaman veriyor, fırsat tanıyorum,” diyor Allah. Merhametinden
dolayı yapıyor Allah bunu. Değilse başını kaldıranı hemen vuruverirdi
Allah.
“Çünkü benim fendim sağlamdır”
buyuruyor Rabbimiz. Fend kelimesi Türkçe’de az kullanılır. “Kadının fendi erkeği
yendi” gibi filan kullanılır da fend kelimesi pek fazla kullanılmaz. Tuzak
mânâsına kullanılan bir kelimedir. Yani ben tuzak kurdum mu, ben plan program
yaptım mı, ben tedbir aldım mı kimse bozamaz, kimse karşı
gelemez.
46. “Yoksa, ey Muhammed, sen onlardan
ücret isti-yorsun da, ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Elbette
hayır.”
“Yoksa sen onlardan bir ecir mi, bir
ücret mi bekliyorsun? Bir şeyler mi bekliyorsun onlardan? Bir mükafat mı
istedin? Veya sana aferin demelerini mi istedin? Bal, baklava ikram etmelerini
mi istedin onlardan? Develerine bindirmelerini, evlerinde yedirmelerini,
mal-mülk vermelerini mi istedin onlardan? Ne istedin onlardan? Kendine, şahsına
ne talep ettin onlardan? Saraylar, köşkler mi istedin? Atlar, arabalar mı
istedin karşılığında? Ne istedin? Ne yapmalarını, ne ödemelerini istedin
onlardan? da:
Onlara tebliğ ettiğin bu din
karşılığında onlar bunun altında ezilmeye, bu borcun altında yıkılmaya
başladılar? Ya da sen onlardan çok ağır şeyler istedin de, çok ezici vergiler,
yükler koydun da nefes alamayacak hale geldiler de onun için mi seni
istemiyorlar? Onun için mi senden kaçıyor bu adamlar? Seni ondan dolayı mı
sevmiyorlar? Ne yani, bu dert ne? Nerden çıkıyor bu iş? Seni sevmemeleri nerden
geliyor? Yoksa sen onlara yaptığın bu peygamberlik görevi karşılığında onlardan
bir ecir, bir ücret filan mı istedin? Yaptığın bu hizmet karşılığında seni
arabalarında veya sırtlarında taşımalarını, elini, ayağını öpmelerini, sana
çaylar, kahveler, kebaplar ikram etmelerini filan mı istedin onlardan? Yoksa
sana karşı minnet duymalarını, önünde eğilmelerini, bir teşekkür etmelerini mi
istedin? Yani ne oluyor bu adamlara? Neye bunalmışlar da kaçıyorlar senden?
Öteki yapay tanrılarının onları sıkboğaz edip mallarına, mülklerine el
koydukları gibi mi davrandın ki seni beğenmiyor bu adamlar?
Gelelim bize. Biz niye kaçıyoruz
peygamberden? Neden kaçıyoruz peygamberden ve onun sünnetinden? Neden
yaklaşmıyoruz peygambere? Neden birlikte olmuyoruz peygamberle? Neden
gitmi-yoruz peygamberin halini hatırını sormaya? Neden arzetmiyoruz
problemlerimizi peygambere? Neden hep başkalarına gidiyoruz sormaya? Hadis kitaplarının arasında peygamber her gün
bizi bekliyorken, raflarda, kütüphanede bizi bekliyorken, kendisine sormamızı,
kendisine müracaat etmemizi, kendisinden öğrenmemizi, söylediğini dinlememizi,
gidip sözlerine kulak vermemizi bekliyorken neden bir kerecik te problemlerimizi
sormaya gitmiyoruz ona? Neden korkuyoruz ona gitmekten? Cüzdanlarımıza el
atacağından mı korkuyoruz? Şu anda ha-yat programımızı kendilerine sormaya
gittiklerimiz gibi sırtımıza mı bi-necek ki korkuyoruz ondan? Bize vergiler
yükleyecek, kemerlerinizi sıkın mı diyecek de korkuyoruz?
Allah korusun da şu anda bizler de
kaçıyoruz peygamberden. Şu anda bizler de ondan kaçıyor ve kendi dünyamızı
yaşıyoruz. Allah korusun, başkalarına sorduğumuz kadar hayatımızın problemlerini
ona sormuyoruz.
47. “Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin
katında da onlar mı yazıyorlar?”
Yoksa gayb onların yanında da ondan mı
böyle yapıyor bu adamlar? Yoksa gaybî bilgilere muttali olmuşlar da ondan mı
yazıyorlar? Gaybî bilgilere sahip oldukları için mi peygambere müracaata gerek
duymuyor bu adamlar? Her şeyi bilen birilerini mi buldular da peygambere
gitmiyorlar?
Ne müthiş bir ifade değil mi? Yani şu
anda babalar, anneler, âmirler, müdürler, yazanlar, çizenler, ekonomistler,
sosyal bilimciler, hukukçular, hakimler, savcılar, siyasiler, valiler,
kaymakamlar… Hani şu insan hayatına düzen vermeye çalışanlar... Şu ülkeye düzen
vermeye çalışanlar, kanun yapanlar, yasa belirleyenler, söyleyin bakalım, gayb
onların yanında da ondan mı yazıyorlar bu yazdıklarını? Ne yazıp çiziyorlar
bunlar? Neye düzen vermeye çalışıyor bunlar? Gerçek düzenden habersiz, gerçek
düzen sahibinin kitabından habersiz, gerçek düzen sahibinin örnek kulu
peygamberin düzenlemelerinden habersiz, Kitap ve sünnetten habersiz ne düzeni
yapmaya çalışıyor bunlar? Bilmiyorlar mı bu adamlar ki gerçek düzenden habersiz
olarak düzen diye yaptıklarının tamamı bozmadan başka bir şey değildir. Vahiyden
habersiz yaptıklarının tamamı ifsattan başka bir şey olmadığını, olamayacağını
bilmiyor mu bu adamlar?
48. “Ey Muhammed! Sen Rabbinin hükmüne
kadar sabret; balık sahibi Yunus gibi olma, o, pek üzgün olarak Rabbine
seslenmişti.”
“Peygamberim, sen aldırma onlara!
Onların bu bozuk düzen durumlarından dolayı sen hayat programını bozma! Sen
sadece Rab-binin hükmüne sabret! Ve sakın ha balık sahibi olan Yunus (a.s) gibi
olma!”
Sûrenin son bölümlerinde Allah’ın kutlu
elçilerinden Yunus’un (a.s) hayatı konu edilir. Bakın bu konuyu anlatmaya
başlarken Rabbi-miz peygamberimize ve onun şahsında hepimize şöyle
buyurur:
Yani bugün belki müslümanların en çok
muhtaç oldukları bir âyettir bu. Müslümanlığımız için belki yediğimiz yemekten,
içtiğimiz sudan, teneffüs ettiğimiz havadan daha çok muhtaç olduğumuz bir âyetle
karşı karşıyayız. “Sen Rabbin için, Rabbinin hükmü için sabret peygamberim!
Allah böyle dedi diye sabret! Allah öyle istedi diye müs-lüman ol!” Evet bugünkü
müslümanların en büyük derdi bu. Ne diyor-lar bugün müslümanlar? “Efendim
toplumda âlim yok, ne yapalım? Et-rafımızda fazıl yok, ne yapalım? Bizi
toparlayacak, bize yön verecek lider yok, ne yapalım? Karizmatik lider yok
efendim, ne yapalım? Para yok, pul yok, ekonomik gücümüz yok, dergi yok, cemaat
yok, cemiyet yok! Bu durumda biz ne yapabiliriz?”
Hep böyle
demiyor muyuz bugün? Ah şunlar şunlar bir olsa! Hayır mesele öyle değil. Allah
var ya, tamam müslüman olalım. Allah var ya, ne yapacaksak yapalım. Bakın Allah
öyle diyor. “Peygamberim sen Rabbinin hükmüne sabret! Rabbin var mı? Rabbin ne
dedi? Rab-bin ne istedi? Rabbin nasıl istedi? Rabbin nasıl hükmetti? Sen
başkasına değil ona bak! Onu dinle! Başkasına bakma! Sabret, diren, dayan ve
devam et yoluna! Devam et kulluğuna!”
Yani Rabbin sana ne tür bir soru
göndermişse, “tamam ya Rabbi! Münasiptir ya Rabbi! Uygundur ya Rabbi! Senin beni
imtihan şeklin güzeldir ya Rabbi! En münasibini, en mütenasibini sen bilirsin ya
Rabbi!” demek, teslim olmak sabırdır işte.
Belâlara, musîbetlere, küfrün
amansızlığına, küfrün enginliğine, derdin çokluğuna, çevredekilerin
ilgisizliğine, yakınların ihanetine, mü'minlerin cehaletine veya toplumsal
cinayetlere rağmen mü'min sabretmek durumundadır. Her şeye rağmen mü’min Allah’a
kulluk yo-lunda tökezlemeden yoluna devam etmeyi becerebilmelidir. Tüm insanlık
karşımıza geçip alkışlasa ya da tüm
dünya bize düşman kesilip yuhalasa da Allah’ın istediği biçimde yapacağımızı
yine yapmaya, yo-lumuza yine devam etmeye bakalım. Allah ne dediyse yapalım, ne
de-meydiyse yapmayalım! Şımarmayalım ya da korkup vazgeçmeyelim. İşte bir örnek.
“Sabret peygamberim ve sakın:
Hût sahibi gibi de olma! Sakın ha
peygamberim, kavminin serkeşliğine, toplumunun inkarına, isyanına, yalanlayıp
reddine canı sıkılıvermiş morali bozuluvermiş Hût sahibi gibi, Yunus (a.s) gibi
olma sen!”
Kur’an-ı
Kerîm’in pek çok yerinde “Peygamberim, şöyle ol! Böyle ol! İbrahim (a.s.) gibi
ol! İsmail (a.s.) gibi ol! Nuh (a.s.) gibi ol!” buyurularak peygamberine
örnekler sunan Mevlâmız burada da Peygamberine “sakın ha Hût sahibi gibi olma!”
buyurur. Yani Hz. Yunus-un bir dönemi, bir bölümü, bir yönü gibi olma!
buyurulmaktadır.
Ne yapmıştı Yunus (a.s.)? Nasıl
yapmıştı? Nasıl davranmıştı? Sahibu’z Zünnûn, sahib’ul Hût diye isimlendirilen
Hz Yunus, Kur’an-ı Kerîm’de 6 yerde anlatılır. Bunlardan iki yerde,
Nisa 63 ve En’âm 86’ da sadece
peygamber olduğu anlatılır ve hayatına hiç girilmez. Ama Yunus sûresinde uzunca
ve bir de işte bu sûrede de kısmen hayatı anlatılır. Ama tabi Kur’an bize bir
peygamberin hayatını anlatmak için gelmemiştir. Kur’an bize, bizim kulluğumuzu
anlatmak için gelmiştir. İşte burada da onun hayatından bizim kulluğumuza örnek
olacak yönünü anlatır ve bitirir.
Allah’ın elçisi, Ninova toplumunu
Allah’tan aldığı görevle uyarır. Toplum onu dinlemez. Toplumunu Allah’tan
kendilerine gelmekte olan bir azapla uyarır. Ama henüz azap gelmeden, Allah’tan
kendisine hicret emri gelmeden toplumunu terk eder. Toplumun inkarcı tavırları
karşısında, yola gelmeyişleri karşısında siliverir onları. Belki gülmüştü
yüzlerine, belki acı bir tebessüm atmıştı, belki nefret etmişti ama acele
etmişti. Kaçmıştı görevden.
Halbuki bir
peygamberin Allah’tan kendisine hicret emri gelmeden görev mahallini terk
etmemesi gerekiyordu. Ölecekse orada ölmeliydi. Allah dilemedikçe orada da
ölmeyecekti tabii. Dövecekler, sövecekler, hapse atacaklar, ateşe atacaklar ama
yine de gitmeyecekti oradan. Fakat gitti işte. Niye gitti? Öyle yapılınca
başımıza nelerin geleceğini bize anlatma adına, gösterme adına, bize bir ders
verme adına gitti. Bize bir misa l olsun diye arzetti
Allah.
Yunus
sûresinin anlattığına göre koşarak gitmişti. Kölenin efendisinden kaçtığı gibi
toplumundan kaçtı ve bir gemiye bindi. Yolda bir fırtına sonucu alabora oldu ve
gemide bir kura çekildi. Yunus (a.s.) kendi suçluluğunun farkındaydı ya, belki
bizzat kendisi bunu teklif eder ya da kura kendisine çıktığı için denize
atılmayı rahat rahat kabul eder ve atılır. Sonra denizde bir balık tarafından
yutulur. Allah buyurur ki bakın:
“Hani o balığın karnında yutkunarak
kederle dolu olduğu halde, Rabbine yalvarıyor, dua ediyordu.” Yunus (a.s) bir
süre denizin içinde, balığın karnında karanlıklar içinde kaldı. Denizin içi
karanlık, balığın karnı karanlık, işte bu kasvetli karanlıklar içinde Allah’ı
zikrediyor, Rabbina dua ediyor, yalvarıp yakarıyordu. O halde bizler de en
karanlıklar içinde bile kalsak, en olumsuz şartlar altında bile bulunsak yine
Rabbimize iltica edeceğiz. “Aman yetiş ey falan! Ey filan” demeyecek, sadece
Allah’a dua edecek ve “yetiş Allah’ım!” diyeceğiz. Rab-bına dua etti, Rabbini
tesbih etti. Enbiyâ sûresinde de bu tesbihi anlatılır:
“Allah’ım! Seni tesbih ederim! Senden
başka İlah yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık
edenlerdenim.”
(Enbiyâ 87)
Yunus (a.s) da bizim için böyle bir
tesbih örneği de vardır.
49. “Rabbinin katından ona bir nimet
ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.”
Eğer Rabbinden ona bir nimet yetişmiş
olmasaydı, yani tevbe imkânı olmasaydı, Allah ona bu davranışından ötürü tevbe
imkânı lüt-fetmemiş olsaydı, eğer pişmanlığı kabul edilmeseydi veya bu biraz
önce anlatılan tesbihi ona empoze edilmeseydi, Allah’tan bu kelimeler
öğretilmeseydi:
“Zemmedilmiş, levm edilmiş, kötülenmiş olarak
o fezaya, o boşluğa atılıverecekti.” Ama Hz Yunus pişman oldu. Yaptığından
pişmanlık duydu, affı için Rabbine iltica etti, tevbe etti de bundan kurtuldu,
diyor Rabbimiz. Peki ne anlatıyor bununla Rabbimiz bize? Bu âyet kâfirler için
şunu söylüyor: “Ey kâfirler! Bakın Allah’ın bu sevgili kulu, Allah’ın kutlu
elçisi bile Allah’a isyan edince Allah onun cezasını verdi. Bilesiniz ki Allah
size de ceza verecektir! Bir peygamber yanında sizin ne değeriniz var ki?
Neyinize güveniyorsunuz? Ama şurasını da göz ardı etmeyin ki bakın buna rağmen
tevbe edince de onu affetti. Eğer yaptığınız
yanlışlardan döner, eğer tevbe ederseniz, bilesiniz ki sizleri de aynen
onun gibi affedecektir.” Mü’minler için de: “Ey mü’minler iman ettik diye,
müslüman olduk diye sakın şımarmayın ha! Allah’a, peygambere yakınlığınızdan
dolayı şımarmayın! Yapacağınızı yapın, değilse peygamber bile olsanız cezaya
çarptırılırsınız! Bu işin şakası yoktur,” denmektedir.
50-51. “Rabbi onu seçip iyilerden
kıldı. Doğrusu in-kar edenler, Kur’an’ı dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle
yıkıp devireceklerdi. “O delidir” diyorlardı.”
Allah onu seçti. Allah onu affedip
seçilmişlerden kıldı da tarihte helâkten dönen tek kavim olan kavme yine onu
peygamber olarak gönderdi.
Kavmine verilen azap süresi dolunca,
kavmi tevbe edip Allah’-tan af diledi. Allah da onları affetti ve üzerlerine
gelmekte olan azabı kaldırdı Rabbimiz. Nihayet Hz. Yunus, kavminin helâk
olmadığını, tev-beleri sonucu Allah’ın onları affettiğini öğrenince tekrar
onlara dönüp geldi de kavmi ona iman etti.
Yunus’un (a.s) dört hatası onu bu kadar
eziyete soktu:
1- Yunus (a.s.) görevini, birilerine
rağmen veya birilerine binaen yapmıştı. Kesinlikle yasaktı bu. Oysa bu
özelliğinin dışında En’âm 90’da anlatıldığına göre Yunus (a.s.) bizler için en
güzel bir örnektir diyor Rabbimiz.
Demek ki birinci hatası tebliğini
birilerine binaen, birilerine rağ-men yapmasıydı. Öyleyse biz de
davranışlarımızı birilerine rağmen, birilerine binaen ayarlamayacağız. İnsanlar
dinlemediler, insanlar değer vermediler diye hareketlerimizi ona göre
değiştirmeyeceğiz. Onlar öyle yaptılar diye biz de ters davranmayacağız. Ama
onlar öyle diye de düz davranmayacağız. Sadece Allah dedi diye yapacağız
yapacağımızı.
İşte en
büyük yanlışlarımızdan biri budur. Ya seviyoruz, ya nefret ediyoruz, ya
beklediğimiz gerçekleşmiyor, insanlar bizi dinlemi-yorlar, istenilen noktaya
gelmiyorlar, adam olasıları yok diye sapıveriyoruz, dağıtıveriyoruz kendimizi
Allah korusun. Ya da insanlar dinler görününce de şımarıveriyoruz. Olunca
şımarıyor, olmayınca da dağıtıveriyoruz, ümitsizliğe kapılıveriyoruz. Birine beş
yıl emek çekiyoruz, olmuyor diye üzülüp, moral bozup bırakıveriyoruz. Peki ona
iyi davrandığımız, uğraşıp, didinip, emek çektiğimiz o beş yıl içinde ona bu
kadar iyi davranmamızın sebebi neydi? Onun İslâm’a ihtiyacıydı değil mi? Peki
bugün ihtiyacı yok mu aynı İslâm’a? Elbette var, öyleyse de-vam etmeliyiz. Ya da
ona yaptığımız bu beş yıllık çabamızı Allah için yapıyorduk değil mi? Evet. Peki
şimdi niye bırakıyoruz? Aynı Allah bu-gün de buna lâyık değil mi? Ama şu ayrı,
sadece ona mı din anlataca-ğız? Elbette hayır. Öyleyse bıkmayacağız,
usanmayacağız, anlatmadan anlamalarını beklemeyeceğiz.
2- Kavmine gelecek azabın geleceği
vakti kendisi tayin etmeye kalktı. “Üç gün sonra Rabbinizden size azap gelecek
eğer adam olmazsanız” dedi.
3- Kavmine haber verip uyardığı azabın
gelmesinden önce kavmini terk etti. Üç gün sonra size azap gelecek demişti ama
bu üç günün sonunu kendisi beklemeden kavmini terk etti. Halbuki Allah’tan böyle
bir hicret emri gelmemişti kendisine.
4- Kavminin tevbe edip te Allah’ın
kendilerini affedip azabın kaldırılmasından sonra kendisi dönmeyip Allah’ın onu
döndürmesidir.
“Öyleyse ey Nebim! Allah sana hükmünü
gönderinceye kadar sabret! Sakın sıkılıp ta kaçıp gitme! Endişe etme Allah
mutlaka imdada yetişir,” diyor ve böylece hem ona hem de bize bir örnek
sabırsızlık örneği veriyor Rabbimiz.
Öyleyse bugün bizler de sabredeceğiz.
Günahtan kaçmaya sabır, bizi imandan, İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışan şer
güçlerin karşısında dayanmaya sabır, bizi satın almak isteyenlere karşı,
altımıza atacakları bir koltukla bizi Allah’ın dinini tebliğden uzaklaştırmaya
çalışanlara karşı, ağzımıza bir bant yapıştırıp konuşturmamak için kodese atmak
isteyenlere karşı sabır, sabır, sabır.. Bakın Allah’ın el-çisi önce anlatmış,
toplumunu uyarmış, sonra onlar
kabullenmeyince kaçmış. Ama bizler anlatmadan kaçıyoruz, uyarmadan adam
olmalarını bekliyoruz.
Belki de
bugün bütün bu konularda Allah’ın bizden istediği sabrı gösteremeyerek
kaçtığımız için biz de şu anda tıpkı Hz. Yunus (a.s) gibi balık tarafından,
balığın karnından daha beter şu toplum tarafından yutulmuşuz da haberimiz yok.
Pisliğin içine diz boyu gömülmüşüz de haberimiz yok. Unutmayalım ki bundan
kurtulmanın yo-lu tevbe ederek, Allah’a dönmek ve Allah’ın istediği gibi kulluk
görevlerimizi yerine getirmektir.
“Onlar bütün bu gerçekleri dile
getiren, insanı kulluğa çağıran bu Kur’an’ı duydukça öfkeden deliye dönüyorlar,
kendilerini yiyecekmiş gibi ayrı, bir de sanki peygamberi yiyecekmiş gibi bir
gözle bakıyorlar. Peygambere delice gözle bakıyorlar, sanki yok ediverecek,
de-viriverecek, silip süpürüverecek bir gözle bakıyorlar.”
Bir de deli diyorsunuz utanmadan ona.
Madem deli, madem cinnî, cin çarpmış birisidir o peygamber, o zaman niye bu
kadar düşmansınız ona? Niye bu kadar ondan korkup tedbirler alıyorsunuz? Hangi
deliye bu kadar nefret edilir? Hangi deliye bu kadar nefret edilmiş bugüne
kadar? Hangi deliye bu kadar gayz ve kin taşınılır? Ne bu haliniz sizin böyle?
Madem mecnunsa bırakıverin onu kendi haline. Bakın çevrede yığınlarla deli var,
mecnun var, hangisinin peşine bu kadar insan takılmış? Hangisi sizi bu kadar
korkutmuş?
Araplardan bir adam, kendisini riyazata
çekiyormuş, sonra bir deve, bir koyun gösteriyorlarmış. Ne kadar da hoş diye
adam bir baktı mı, deve devriliveriyormuş. Müthiş göz etkisi olan bir adam. İşte
müşrikler bu tür adamlara rica ediyorlardı. “Ne olur o etkili gözünüzle bir
bakıverin de şu Muhammedin işini bitiriverin” diyorlardı. Hani gücü yetse, adam
gözüyle yiyecek deriz ya, veya hırsızın mala baktığı gibi bir bakış anlıyoruz.
Sanki peygamberi yok ediverecekler böyle.
52. “Oysa Kur’an, alemler için bir
öğütten başka bir şey değildir.”
İsterseniz kahrolun! İsterseniz
çatlayın, patlayın! İsterseniz ka-bul etmeyin bu kitabı! İsterseniz reddedin bu
peygamberi! Ama bilesiniz ki sadece size değil, sadece Araba değil, sadece
Mekke’ye, Mekke ehline, sadece Türk’e, sadece o çağa, sadece bu çağa değil,
bütün çağlara, bütün insanlara, bütün mahlukât ve mevcudata, bütün alemlere bir
uyarı, bir zikir, bir öğüttür bu Kur’an. Sizler bugün burada, bu ülkede, bu
şehirde, bu zamanda bu Kitaba sahip çıkmazsanız bile elbette ona sahip
çıkacaklar ve bu Kitapla izzet kazananlar olacaktır. Çünkü bu Kitap ne bu
memleketle, ne de bu zamanla mukayyet değildir, diyor
Rabbimiz.
aradığımı sonunda buldum yazan kişinin ellerine sağlık
YanıtlaSilAllah razı ola...
YanıtlaSilmasallah
YanıtlaSil