Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 
91., Nüzûl sıralamasına göre 26., Mufassal sûreler kısmının on ikinci grubunun 
üçüncü sûresi olan Şems sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 
15’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın 
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız 
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun 
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her 
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
                 
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1. “Güneşe ve onun ışığına, 2. 
Ardından gelmekte olan Ay’a, 3. Onu ortaya koyan gündüze, 4. Onu bürüyen geceye, 
5. Göğe ve onu yapana, 6. Yere ve onu yayana, 7. Kişiye ve onu şekillendirene. 
8. Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki: 9. Kendini 
arıtan saadete ermiştir. 10. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana 
uğramıştır. 11-12. Semûd milleti, içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı 
yüzünden peygamberleri yalanladı. 13. Allah’ın peygamberi onlara, Allah’ın 
devesini göstermiş ve: “Allah'ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın” 
demişti. 14. Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, 
suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti onları. 
15. Bu işin sonundan O’nun korkusu yoktur.” 
         Mekke’de, Mekke döneminin başlarında 
nâzil olmuş ve birinci âyetinde geçen şems kelimesiyle isimlendirilmiş bir 
sûreyle karşı kar-şıyayız. Sûre yine yeminlerle başlıyor. Kâinatta yarattığı 
varlıklara ye-minler ederek, Güneşe ve duhasına, ona tabi olduğu, onu takip 
ettiği zaman Kamere, Güneşi ortaya çıkaran gündüze, örttüğü zaman ge-ceye, göğe 
ve onu bina edene, yeryüzüne ve onu döşek gibi döşeye-ne, nefse ve onu 
şekillendirene, ona takvasını ve fücurunu ilham edip öğretene yeminle sûreye 
başlıyor Rabbimiz. Sonra insanın iradesi üzerine, iradeli oluşuna, irade sahibi 
olarak yaratılışına yemin ediyor. 
Demek ki üzerlerine yemin edilen 
bu varlıklar da, yine üzerine yemin edilen insan iradesi de üzerine yemine değen 
nimetlerdir bizim için. Evet bu yeminden anlıyoruz ki insana Rabbi tarafından 
verilen irade insanın yaratılışı kadar, yaratılış sonrası kendisine verilen 
biçim ve şekil kadar, hattâ ondan daha önemlidir. Çünkü sûrenin devamın-da 
insanın nefsini arındırması, ya da onu kötülüklere batırması gün-deme gelecek. 
İşte bu iradenin işidir. İnsanın kendisini arındırıp te-mizlemesi veya pisliğe 
batırıp bulaştırması iradenin işidir. İnsanın kendisini temizleyip arındırması, 
iradesini bu yolda kullanmasının, kirli ve kötü işlere batırması da bu iradenin 
kullanılmaması, ya da kötüye kullanılmasının sonucudur.
         Evet üzerine yemin edilen bu irade çok 
önemlidir. Ve bununla yine anlıyoruz ki Allah insanı kötü işleri yapmaktan 
kurtarmadığı gibi, onu iyi işler yapmaya da zorlamıyor. Bunu insan kendisine 
verilmiş bu iradesiyle gerçekleştirmektedir. Rabbimiz de onun bu hür iradesiyle 
seçtiği iyi işlerinden dolayı mükâfatlandırırken, kötü eylemlerinden do-layı da 
cezalandırmaktadır. Zaten kullar hakkında ceza ve mükâfatın söz konusu 
olabilmesi için, ya da insanın bu iki şeyle muhatap ola-bilmesi için irade 
şarttır. İradesiz ceza da, mükâfat da zulüm olur.
         Evet bu iradeye de yemin edildikten 
sonra bu iradeyi kötüye kullanan, kendisini kötülüklere batıran, azgınlaşan 
insana tarihten bir örnek vererek bunu daha bir güzel perçinler. Şimdi sûrenin 
âyetleri üzerinde genel ve hızlı bir gezinti yapıp tek tek âyetlerin tefsirine 
ge-çelim inşallah.
         Sûre 
iki bölümden oluşmaktadır. Onuncu âyete kadar süren birici bölümde Allah, 
kâinattaki bir takım olaylara kasem ederek, kendi varlığı için birer delil olan 
bu muazzam olayları insanoğlu, belki dü-şünür ve Rabbinin azametini idrak eder 
diye sergiliyor. Allah birbirine zıt olan varlıkları bir arada zikrederek, 
bunlar kesin hatlarla birbirinden nasıl farklıysa, iyilik ve kötülüğün de öylece 
birbirinden farklı olduğunu gözler önüne seriyor. Ayrıca, iyilik ve kötülük etme 
eğilimlerinin insan fıtratına Allah tarafından yerleştirilmiş olduğu ve insanın 
bu eğilimle-rinden hangisini güçlendirmeye çalışırsa, ona göre muamele göreceği 
gerçeği vurgulanıyor.
Allah, 
sûrenin bu ilk bölümünde yedi şey üzerine yemin ede-rek, nefsini kötülüklerden 
temizleyenlerin mutlak anlamda kurtuluşa erdiklerini; şeytana uyup İslâm'a yüz 
çevirerek nefsini kirletenlerin ise, yine mutlak anlamda helâk olduklarını 
bildiriyor: "Güneşe ve aydınlığı-na, onu izleyen aya, güneşi ortaya çıkaran 
gündüze, onu örten gece-ye, göğe ve onu yapana, yere ve onu düzelten nefse ve 
onu şekillen-direne, sonra da ona kendisi için iyi ve kötü olanı öğretene yemin 
ol-sun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini alçaltan ise 
hüs-randadır" (1-10).
İkinci 
bölümde, azgınlaşarak açık mucizelerle desteklenmiş peygamberlerini 
yalanladıkları için helâk olan Semûd kavminin kıs-sası yer alıyor. Allah, fücur 
ve takvayı insana ilham etmiştir. Ancak bu ilhamî bilgi insanın doğruları 
ayrıntılarıyla öğrenip, kurtuluşa ulaşma-sına yetmez. Bu nedenle Allah, 
insanlara doğruyu bildirmek için da-ima elçiler göndermiştir. Semûd kavmi de 
bunlardan biridir. Sûrenin indirildiği dönem, müşriklerin zorbalıklarının 
zirveye ulaştığı bir dö-nemdir. Allah, inkârcı zorba Mekkeli müşriklere, 
Hicaz-Şam yolu üze-rinde, harabeleri gözler önünde olan Semûd kavmini örnek 
göstere-rek, eğer İslâm'ın karşısında onların yaptığı gibi akıldışı katı 
tutumla-rını devam ettirirlerse, sonlarının onlardan hiç de farklı olmayacağını 
anlatıyor.
Bütün 
inkârcıların durumları, mahiyet itibarıyla birbirinin aynı-dır. Dolayısıyla, 
kendilerine mucizelerle te'yid edilmiş bir peygamber gönderilen sapık Semûd 
kavmi ile Mekkeli müşrikler ve sonra gelen inkârcılar arasında, davranış biçimi 
olarak, bir fark yoktur. Allah, Se-mûd kavminin helâkine sebep olan 
davranışlarını ve ilâhî azaba müs-tahak oluşlarını sûrenin ikinci bölümünde şu 
şekilde dile getiriyor: "Semûd kavmi azgınlığı yüzünden yalanladı. Hani 
içlerinde en azılı olanı, deveyi kesmeye kalkmıştı. Bunun üzerine Allah’ın 
peygamberi onlara: "Bırakın Allah'ın devesini, içsin" dedi Semûd kavmi ise onu 
yalanladı ve deveyi kesti Rableri de işledikleri günahları sebebiyle azabı 
başlarına geçirdi ve orayı yerle bir etti O, bu işin âkıbetinden korkacak 
değildir" (11-15) İşte bu minval üzere devam eden 
sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya çalışalım.
         1. “Güneşe ve onun ışığına yemin olsun 
ki,” 
         Rabbimiz, güneşe ve onun duhasına 
yemin ediyor. Duha güneşin ışığı, ısısı anlamına geldiği gibi, güneşin, günün 
başlangıcından güneşin yükselip parladığı, ışığının daha bir net gelmeye 
başladığı zaman anlamına da gelir. Karanlıkları dağıtıp, eşyayı, varlıkları 
görünür hale getirdiği zaman güneşin kuşluk vaktine yemin olsun ki! Yani sizin 
ve tüm varlıkların istifadesine sunulmuş güneşin aydınlığına, ısısına ve ışığına 
yemin olsun ki!
         2. “Ardından gelmekte olan Ay’a da 
yemin olsun ki,”
         Güneşe tâbi olan, onu takip edip 
arkasından gelen kamer’e yemin olsun ki! Güneşin batması ve aydınlığının 
bitmesiyle onun fonksiyonunu icra etmek üzere doğan Ay’a yemin olsun ki! Yani 
yeryüzünü aydınlatmak üzere batan güneşin yerine geçen veya ışığını güneşten 
alan ay’a yemin olsun ki! Güneş gibi size menfaat kazandırmak üzere güneşe tabi 
olduğu zaman ay’a yemin olsun ki.
         Bu iki yeminle Rabbimiz iki âyetine 
dikkat çekiyor. Ay da, güneş de Rabbimizin iki âyetidir. Her ikisi de diğer 
âyetleri, diğer kulları gibi O’na boyun bükmüşlerdir.
         3. “Onu ortaya koyan gündüze yemin 
olsun ki,”
         Aydınlığı ile gecenin 
karanlığının örttüklerini açığa çıkaran, ya da güneşi ortaya çıkardığı zaman 
gündüze de yemin olsun ki!
         4. “Onu bürüyen geceye yemin olsun ki,” 
         Karanlığı ile tüm varlıkları 
sardığı, bürüyüp örttüğü zaman geceye yemin olsun ki!
         5. “Göğe ve onu bina edip yapana yemin 
olsun ki,”
         Bu muazzam gökyüzünü yaratıp onu 
direksiz olarak bina edene de yemin olsun ki!
“Gökyüzünü kudretimizle Biz kurup bina ettik. 
Muhakkak ki Biz geniş güç ve kudret sahibiyiz.” 
         (Zâriyât 47)
         Rabbimiz burada kendi kudretine 
ve hikmetine yemin etmektedir.
         Üzerinize de sema bina etmiş Rabbiniz. 
Gök inşa etmiş, arzı semâ ile birlik yapılandırmıştır. 
Yani başınızın üstündeki şu gök kubbeyi de bu döşeği örten muhteşem bir tavan 
yapmıştır. Şimdi söyleyin bakalım! İnsan olup ta bu döşeğe kurulmayan var mı? 
İnsan olup ta bu evde oturmayan, bu binadan istifade etmeyen var mı? Allah’ın 
si-zin için yarattığı bu muazzam binanın yanında fakirlerin imrendiği, 
zenginlerin gururlandığı şu köşklerin, villaların ne önemi olabilir ki? Hepiniz 
aynı hanede oturan, hepiniz bir döşekte yatan bir aile değil misiniz? Öyleyse 
kimin evinde oturduğunuzu, kimin döşeğinde yattığınızı, kimin eşyalarını 
kullandığınızı düşünün! Düşünün de kime kul olmanız gerektiğini iyi anlayın! 
Kimin ekmeğini yiyor, kimin kılıcını sallıyoruz, Allah için bir 
düşünün.
         Rabbimiz yedi gök halinde semâyı 
yarattı ve onu düzenledi, bina etti. Onları yerine koydu ve her bir semâya 
istediğini vahyetti. Her bir semânın işlevini ona vahyetti, yahut her bir semâda 
o semânın muhtaç olduğu melekleri ve kendisinden başka hiç kimsenin bilemeyeceği 
şeyleri tertip buyurdu. Her semânın meleklerine orada cereyan edecek olayları 
deruhte emrini telkin buyurdu. Rabbimiz, o semayı bina ederek bozulmaktan, 
yıkılmaktan da korumuştur. İşte bu, Azîz ve Alîm olan, mutlak bilgi sahibi, 
mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah’ın takdiridir. Bunu Azîz ve Alîm olan 
Allah’tan başka kim yapabilir? Allah semâyı bina etmiş, binasından sonra da bu 
binanın devamını sağlamış, kıyamete kadar da onu bozulmaktan korumuştur. 
         6. “Yere ve onu yayana yemin olsun 
ki,”
         Sizin Rabbiniz, sizin kendisine kul 
olmanız, sizin hayat programlarınızı kendisinden almanız gereken Rabbiniz, öyle 
lütuf sahibi bir Allah ki, şu altınızdaki yeri sizin için bir döşek yapmıştır. 
Size bir yatak yapıp sizin rahatınıza sunmuştur onu. Orada yatıp kalkıyor, orada 
uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz. Altınızdan çekiliverseydi bu döşek 
nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı nerede yatıp nerede otururdunuz? 
         Demek ki bizi yaratan, ama yarattığı 
gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı 
için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rable karşı karşıyayız. Hayat, 
ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın devamı. Dünyayı bizim için yaşam 
yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz. Eğer bu dünya, bu mülk insanların elinde 
olsaydı, bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilirler miydi? Şu gökyüzü, şu arz, 
şu semâmızın simasını süsleyen yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini aydınlatan 
hilâl, şu bize her saniye ısı ve ışık gönderen güneş, her an teneffüs ettiğimiz 
hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular bir insanın ya da insanların 
elinde olsaydı onu ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle 
cömert bir Rabbiniz var. 
Kimin ekmeğini yiyip kimin 
kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nimetlerinden istifade edipte kimlere 
kulluk ettiğinizi bir düşünün.
         7. “İnsana ve onu şekillendirene yemin 
olsun ki.”
         Nefis insandır. Allah’tan gelen 
ruhla topraktan yaratılan bedenin bileşkesine nefis, yani insan denir. Allah, 
insanı yaratmış ve onu düzenleyip şekillendirmiştir. Ona en güzel şekli 
vermiştir. Yarattığı bu insanı tesviye ederek ona el, ayak, göz, kulak, akıl, 
fikir, feraset vermiştir. Böyle mükemmel uzuvların yanında ona doğrulabilme, 
ayağa kalkabilme, elleriyle yiyeceğini ağzına götürebilme, konuşup meramını 
anlatabilme, düşünebilme, iyiyi-kötüyü, hayrı-şerri, hakkı-bâtılı, 
tak-vayı-fücuru seçebilme özelliği vermiştir. Rabbimiz, insanı ahsen-i takvim 
üzere yaratmıştır. Hakkı bulmasına, doğru yola girmesine, takvayı tanımasına, 
fücuru bilmesine, hidâyeti kabullenmesine engel olacak hiçbir eksiği, gediği 
yoktur. Fıtratını İslâm’ı kabule hazır yaratmıştır Rabbimiz. Mayasını onunla 
yoğurmuştur. Rasûlullah efendimizin: 
“Her doğan çocuk İslâm 
fıtratı üzerine doğar, ama sonradan babası, anası ve içinde bulunduğu toplum onu 
İslâm’dan saptırıp Yahudi, Hristiyan, ya da dinsiz yapar” 
hadisi de işte bunu 
anlatmaktadır.
         Rum sûresi de bunu 
anlatır:
         “Ey Muhammed! Hakka yönelerek kendini 
Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında 
değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu 
bilmezler.”
         (Rum 30)
         İnsanı böyle tesviye edip düzgünce ve 
hidâyeti kabule hazır yaratan Rabbimiz aynı zamanda:
         8. “Sonra da ona iyilik ve kötülük 
kabiliyeti verene andolsun ki:”
         Rabbimiz bu insana takvayı da, 
fücuru da ilham edip göstermiştir. Ona takvanın yolunu da, isyanın yolunu da 
göstermiştir. Hidâyet yolunu da, dalâlet yollarını da gösterip bildirmiştir. Bu 
ikisini tanıyıp ayırt edebilecek ölçüyü de vermiştir insana. İşte zaten insanın 
mü-kemmelliği de buradan gelmektedir. Rabbimiz, insana iyiyi-kötüyü, 
hakkı-bâtılı, hayrı-şerri, hidâyeti-dalâleti, takvayı-fücuru birbirinden ayırt 
edebilecek akıl bağışlamıştır.
         “Elheme,” ilham etti, zihinlerine 
yerleştirdi, fıtratlarına koydu, fıtratlarını bunun bilinciyle yoğurdu anlamına 
gelmektedir. Buradan anlıyoruz ki insanda iyiliğin de kötülüğün de dürtüsü, 
bilinci vardır. Bu insanın fıtratına, mayasına yerleştirilmiştir. Hz. 
Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisleri bu anlamı apaçık bir şekilde 
genişletmektedir:
"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, 
artık sen müminsin" 
(Ahmed 
b. Hanbel, Müsned, V. 251-252).
Yine 
Ebu Musa El Eş’arî’den intikal eden bir başka hadislerinde Rasûlullah Efendimiz 
şöyle buyurur:
“İyilikleri kendisini sevindiren, 
kötülükleri ise kendisini üzen kimse mü’mindir.”   
Kısa 
ve net bir ifade. Yaptığı iyiliklerden dolayı sevinen, içten içe memnun olan, 
böyle bir huzur dolu dünyaya giden, ama kötülük yapmışsa o da kendisini üzen 
kimse mü’mindir. Fakat bunu bize söyleyenin peygamber ve ondan bize nakledenin 
de sahabe olduğunu unutmadan hareket edelim. Öyle olunca söze tekrar dönüp kimi 
problemler oluşmasın diye yeniden bir açıklama derdine düşelim. Meselâ enva-ı 
çeşit din mensubunun, inanç mensubunun birlikte yaşadığı bir toplum düşünelim. 
Yâni hırsızlığın son derece güzel, ama büyük suç kabul edildiği farklı 
insanların bir arada yaşadıkları bir toplum farz edin. Ben hırsızlık dedim, sen 
soysuzluk anla. Ya da namus ve namussuzluğu anla. İçkiyi, kumarı, adam öldürmeyi 
cezayı gerektiren bir suç, ya da takdir edilip ödüllendirilmeyi gerektiren bir 
güzellik kabul eden karışık, karmaşık bir toplumda yaşadığınızı düşünün. 
Söyleyin o zaman, herkes her bir yaptığının iyilik olduğunu ve bununla 
sevindiğini iddia edecek, tam tersine kötülükler de kendisini üzecek. O zaman 
herkes mü’min mi olacak? Meselâ para kazansın da nereden ve nasıl kazanırsa 
kazansın. Kasası kesesi dolup şişsin de nasıl olursa olsun diyen insanların 
yaşadığı bir bölgede, bir beldede, birilerine satılmaz bir malı satan, kötü bir 
malı iyi diye satan, aldattıkça para kazanan ve böylece sevinen insanlar 
duyacaksınız. Ya da tersine sa-tamayan, zorlanan, bir başkası tarafından 
aldatılan insanlar da üzülecekler kimi kötülüklerden dolayı. Şimdi söyleyin bu 
insanlar mü’min mi sayılacaklar? 
Öyle 
değil, bunu peygamber söylüyor olarak düşünüyoruz. Ebu Musa El Eş’arî naklediyor 
olarak düşünüyoruz. Öyleyse iyi ve kö-tü konusunda tanımımızı yeniden 
canlandıralım kafamızda. İyi nedir? Mukabili olan kötü nedir diye düşünüyoruz. 
İyi ve kötü konusunda bu-güne kadar çok çeşitli tanımlar yapmışlar. Meselâ 
pragmatist bir mantıkla, faydacı bir anlayışla faydalı olan iyi, zararlı olan da 
kötüdür demişler. İlk bakışta çok güzel gibi. Aman Allah’ım ne kadar da güzel. 
Tut ve bırakma. Faydalı olan iyi, zararlı olan kötü. Peki söyleyin, kime? Kime 
faydalı ve zararlı olan? Deyince apışıp kalmışlar. Öyle ya kime faydalı olan 
iyi, kime zararlı olan kötü? Bu konuda bir ölçü bulunmalı denmiş ve yeni bir 
ekol, bir kapitalist veya bireyci sistem çıkmış ortaya. Birey adına faydalı olan 
iyi, zararlı olan da kötü olsun denilmiş. Tamam, demişler çözdük. Yıllarca 
peşinde koşmuştuk, üç beş kişi çıktı kafamızı bulandırdı, yok tamam, artık şimdi 
hallettik bu işi dercesine birey adına ölçüyü koymuşlar ortaya, bireyin iyi 
dediği iyi, kötü dediği de kötüdür demişler. 
Ama 
problem daha çok büyümüş. Çünkü bireylerden biri adına bir olay çok iyi olurken, 
aynı olay diğeri adına çok kötü olmuş. Meselâ aldatmak birisi için iyi, ama 
karşıdaki aldatılan için de bu olay çok kötü olmuş. Birine göre malı pahalı 
satmak iyi, ucuz satmak öteki için iyi olacak iken onun için kötü olmuş durum. 
Nice binlerce örnek çıkmış ortaya. Ne yapsalar, şaşırmışlar.  
Yeni 
bir ekol türemiş, kollektivist sistem diye. Ya da toplumcu düzen. Demişler ki 
birey adına olmasın bu iş, toplum adına olsun. Toplum adına iyi olan iyi olsun, 
kötü olan da kötü olsun. Yâni faydalı olan iyi, zararlı olan da kötü olsun. 
Alkışlansa da yine aynı çürüklük, yine aynı boşluk insanların başına belâ olmaya 
devam etmiş. Peki ne yapacağız? Kolayı var aslında. Ta baştan gitseydik Allah’a, 
yâni çıkmaz sokaklar arttıkça, insanlar battıkça, uçuruma yuvarlandıkça yine 
Allah’a gitseler yine kârdır onlar için de, ama hani hiç batmadan gitseler daha 
iyi olmaz mıydı? Çünkü olayı Allah ve Rasûlüne havale ederek şöyle deseydik: 
Allah’ın iyi dediği iyi, kötü dediği de kötüdür. Öy-leyse bunu peygamber 
buyurduğuna göre bu açıdan değerlendiriyoruz, Allah’ın Resûlünün dediğine göre 
bir insan Allah ve Resûlünün iyi dediği şeyleri yaptıkça seviniyorsa, kötü 
dedikleri şeyleri de yaptıkça üzülüyorsa işte bu insan mü’mindir. 
Ne 
dersiniz? Mü’min olmanın ilk şartı iyilikle sevinmek, kötülükle üzülmekten önce 
iyilik ve kötülüğü tanımak değil mi? Çünkü dö-nün sözü sondan alın isterseniz, 
siz nelere üzülüyordunuz? Acaba o üzüldükleriniz Allah ve Resûlünün kötü dediği 
şeyler miydi? Ya da siz nelere seviniyordunuz? Acaba o sevindiğiniz şeyler Allah 
ve Resûlünün iyi dediği şeyler miydi? Değilse bilesiniz ki baştan yanlıştasınız. 
Çünkü siz ne iyiyi, ne de kötüyü bilmiyorsunuz ki sevindiğiniz ve üzüldüğünüz 
şeyler sizi mü’min etmesin. 
Ağlayanlar, 
iki gözünden yaş dökenler, perişan olanlar. Ya da bütün bir hayatını kapkaranlık 
zindan edenler. Tersine sevinen, coşan, kendisinden geçenler görürüsünüz. Sizler 
de bir vakitler öyle ya da şimdi böylesindir. Peki söyle Allah aşkına sen o 
sevincini Allah’ın iyi dediklerine bağlamamışsan, sen o üzüntünü Allah’ın kötü 
dediklerine irtibatlı kılmamışsan o zaman ne anlamı var bunun, seni mü’min 
etmedikten sonra? Yâni nice insanlar vardır ki bir âyet öğrenmeye 
se-vinemedikleri halde bir deve kazanmaya sevinmişlerdir. Nice insanlar vardır 
ki bir yanlışını düzeltmeye sevinemediği halde nice yanlışlar kazanmaya, nice 
yanlışlar sürdürmeye sevinmiştir. Nice insanlar vardır ki kocasının, veya 
karısının namazsızlığı onu çok üzmemiştir. Olur böyle şey demiştir. Kocası 
içkiye başlayınca; eh ne yapalım erkektir, yapar böyle diyebilmiştir. Kocasının 
hattâ eve getirdiği ekmeğin hırsızlığın ürünü olduğunu bilmiş olsa da kadın, eh 
ne yapayım elimden ne gelir diyebilmiştir. Çok fazla üzülmemiştir bunlar için. 
Ama kocası kendisin de, çocuklarının da, başka insanların da dünyasını 
yıkacağını zannettiği bir büyük suç işlemeye başlamıştır, yani suçlardan birini 
özelleştirmiştir ve o zaman üzülmüştür. Öyle üzülmüştür ki hattâ boşanmaya 
yürümüş, hattâ namazını bırakmış, hattâ sıhhat ve âfiyetini kaybedecek kadar 
kahrolmuştur. Ne dersiniz? Buna üzülen bu kadın bu üzüntüsüyle daha iyi müslüman 
olma sevdasında mıdır? 
"Her çocuğu annesi fıtrat üzere 
dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni 
onu hristiyan; yahûdi, mecûsî yapar. Eğer ana-babası müslüman iseler, çocuk da 
müslüman olur"
 (Buhâri, Cenâiz, 79; Müslîm, Kader, 
23-25)
"Beş şey fıtrattandır: Sünnet 
olmak, kasıkları tıraş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk 
altın-daki tüyleri yolmak" 
(Buhâri, 
Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahara, 49)
''Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk 
söz Lailaheillallah olsun " 
(Abdurrezzak 
Sanânı, Musannef, Beyrut 1970, IV, 334)
"İçini tırmalayan, kalbinde 
çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terk et" 
(İbn 
Hibban. Hakîm).
"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, 
kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer de nefsin kendisine 
ısınama-dığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıstıraplar meydana 
getiren şeydir, her ne kadar müftiler hilafına fetva verseler de. " 
(Ahmed 
b. Hanbel, Müsned, IV, 194).
"Müftiler sana fetva verseler de 
bir kere kalbine da-nış" 
(Dârimî, 
Buyû, 2). 
"Ameller niyete 
göredir"
 (Buhâri, Itk., 6).
"Seni işkillendiren şeyi bırak, 
işkillendirmeyene geç"
 (Hanbel, Nesâî, Taberânî), 
"Kötülük, insanın içine sıkıntı 
verir"
(Müslim, 
Birr, 14).
         Evet, Rabbimiz insanı yaratmış, onu 
tesviye etmiş, en güzel özelliklerle donatmış, ahsen-i takvim üzere kılmış ve 
ona takvasını ve fücurunu da ilham etmiştir. İnsan sûresi de aynı konuyu 
anlatır:
         “Biz insanı katışık bir nutfeden 
yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini 
sağlamışızdır.  Şüphesiz ona yol 
gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük.”
         (İnsan 2-3)
         Yani biz insanı yarattık, onu semi’ ve 
basir yaptık. İşitici ve gö-rücü yaptık. Niye? Deneyelim, imtihan edelim diye. 
Ya da ona kulaklar ve göz verdik. Duyan ve gören yaptık ki imtihan edelim. 
         Gören ve duyan kıldık insanı. Aslında 
hayvanlar da öyledir. Onlar da görür ve duyarlar. Ama insanı hayvandan ayıran 
başka özellikleri de vardır. Bunu şöyle de anlayabiliriz: Cenab-ı Hakk’ın iki 
tür âyeti vardır. Biri kulağa, ötekisi de göze yönelik âyetler. Birisi şu arz ve 
semâvâttaki Allah’ın görsel âyetleri, ötekisi de kulağa yönelik âyetler ki şu 
elimizdeki işitsel Kur’an’ın âyetleri. Dinlenip algılanan, sonra amele 
dönüştürülmesi gereken âyetler. Bir semi olarak algılayacağımız âyetler, bir de 
basir olarak algılayacağımız âyetler. İşte Allah di-yor ki, biz insanı semi’ ve 
basir yaptık, yani biz insana bu iki tür âyeti verdik.
         Niye böyle yapmış Allah insanı? Çünkü 
biz onu imtihan ediyoruz, deniyoruz. Bu imtihana müsait yarattık onu, yani biz 
insanı bu imtihana konu olan görsel ve işitsel âyetlere mutabakat edecek biçimde 
yarattık. Hani İsrâ’da göz, kulak ve kalp hepsi bu işten mes’ul olacaktır 
deniyordu ya, işte anlıyoruz ki insanın sorumluluğunun temel merkezi de budur. 
Göz, kulak, kalp ve akıl. İnsana bu özelliklerin verilmesi, insanın bu şekilde 
yaratılması, yani insanın insanca yaratılması, iyiyi-kötüyü, takvayı-isyanı 
ayırt edebilecek bir özellikte yaratılması onun mükellef oluşunun 
gerçekleştirilmesi demektir. Ona takvasının ve fücurunun ilham edilmesi de, onun 
semi’ ve basir oluşunun da anlamı da budur.
         Beled sûresinde de aynı konu 
anlatılır:
         “Biz onun için iki göz, bir dil ve iki 
dudak var etmedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik 
mi?”
         (Beled 
8-10)
         Biz onu yola hidâyet ettik. Yani yolu 
bulabilecek, hidâyeti kabullenebilecek biçimde yarattık. Öyle bir yol ki, iki 
şekilde gidilir. Ya şükredilerek ya da küfredilerek. Ya Allah yolunun yolcusu, 
ya da şeytan yolunun yolcusu olarak gidilir. Ya da aslında yol tektir de, iki 
tip gidiş vardır. Meselâ bir trafik kurallarına göre gidiş var, bir de keyfine 
göre gidiş. Bir Allah’ın gösterdiği biçimde gidiş, bir de kendi hevâ ve 
hevesleri istikâmetinde gidiş. İşte insana ikisini de gösterip ilham ettik, 
diyor Rabbimiz. Yani insan bu yolun ikisini de bilmektedir. Bunun bilgisi ve 
hissiyle yarattık onu. Öyleyse insanın dizginleri kendi elindedir. İsteyen 
kendisini bildiği, tanıdığı takva, hidâyet, kulluk ve saadet yoluna sevk eder, 
isteyen de fücur, isyan yoluna sevk eder.
         Yine Kıyamet sûresinde de insanın bu 
bilgiyle yaratıldığı anlatılır. “Nefs-i Levvame”ye 
 yemin ederek, Rabbimiz insanın 
iyiliğin ve kötülüğün hissine, bilgisine sahip olduğunu anlatıyordu. Yani kendi 
kendini kınayan, yaptığı şeylerin iyilik ve kötülük, takva ve fücur olarak 
farkında olan nefse yemin ediyordu. Yaratılış, fıtrat gereği, buna vicdan da 
diyebiliriz. Her insanın içinde iyiliğin de, kötülüğün de hissi vardır. Takvanın 
da, isyanın da bilgisi vardır. Bu kişi ne kadar da vicdanen bozulmuş, tefessüh 
etmiş olursa olsun, onun vicdanında mutlaka kötülük yapmamasını ve iyilik 
yapmasını isteyen bir dürtü vardır. Böyle birisinin belki iyilik ve kötülük 
ölçüsü, itaat ve isyan kriteri yanlış olabilir. Ama yine de ona vicdanı 
yaptıkları konusunda itiraz eder. Yaptığı bir isyan ve kötülük karşısında mutlak 
sûrette vicdanı ona bu-nu yapmamalıydın der. 
Bu insanın salt bir hayvan 
olmadığını, iyilik ve kötülüğü tefrik edebilme özelliğini gösterir. Meselâ insan 
kendine bir başkası tarafından kötülük yapılsa, vicdanında onun cezalandırılması 
gerektiğine dair bir duygu belirir değil mi? Kesinlikle kendisine bu kötülüğü 
yapan kimsenin cezalandırılması gerektiğine inanır, değil mi? İşte aynen bu-nun 
gibi kendisi de başkalarına kötülük ettiği zaman vicdanı onu rahatsız eder. 
Fıtratında var olan takvalı davranışı, kulluğa yönelişi onu huzura sevk ederken, 
kötülüklere bulaşması onu her zaman rahatsız eder.
İnsana verilen bu fıtrat çok 
önemlidir. İnsan 
ve ona ait organlar fıtrat üzere kaldıkları sürece, Allah’a teslim olurlar. Eğer 
onlara dış etkenler tesir etmezse, onların fıtratında Âlemlerin Rabbine 
teslimiyet vardır. Bu bakımdan İslâm fıtratın dinidir. İslâm, fıtrat olarak 
Allah’a teslim olma kabiliyetinde yaratılan organların bu teslimiyetlerini 
sağlar. Ancak, hayatına İslâm’ın hakim olmadığı kimseler şeytanın saptır-masıyla 
bu kabiliyetlerini ters yönde kullanırlar. İslâm’a göre inanmanın ve ibadet 
etmenin iki kaynağı vardır. Bunun birincisi insandaki bu fıtrat’tır. İnsanın 
yaratılışı, tabiatı (doğası) Allah’ın dini İslâm’ı kabul et-meye, onu 
uygulamaya, Allah’ın emirlerine uymaya; kısaca yalnızca Allah’a ibadet etmeye 
uygundur. Allah (cc) insanın aslını böyle temiz ve saf 
kılmıştır.
İnanmanın 
ikinci kaynağı, insanın kendi çabasıyla ve irade-siy-le inanması, İslâm’ı hayat 
nizamı olarak seçmesi, ya da kendi arzu-suyla ibadet ederek sevap kazanmasıdır 
(kesb-kazanç). Allah (cc), fıtrat’a zıt özelliklerin ve anlayışların bulunduğu 
yerlerde elçileri ara-cılığıyla din gönderir ve insanları öz fıtratlarına uygun 
davranmaya ça-ğırır. İnsanın kendi fıtrat’ına uygun olarak Allah’ı bir bilip 
O’na kulluk etmesi de ‘hanif’liktir. Peygamberimiz (sav) buyuruyor 
ki:
“Her çocuğu annesi fıtrat üzere 
dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası 
onu hırıstiyan, yahudí, mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba 
müslümansalar, çocuk da müslü-man olur.”
Bütün 
insanlar saf, temiz, İslâm’a meyilli bir şekilde yaratılırlar. Ancak onu eğitim, 
çevre ve dış etkenler değiştirir, fıtrattan uzaklaştırır, ya da fıtrata uymayan 
davranışları yapmasına sebep olur. İnsanı itaat etmeye de isyan etmeye 
kabiliyetli yaratan Rabbimiz, ona Hak-k’a uyacak, Hakk olan şeyleri tercih 
edebilecek kabiliyetleri de vermiştir. Fıtrattan ayrılmayan, bozulmayan kimse 
Allah’ın âyetlerine ku-lak verir, gereğini yapar. Çünkü yapısında bu maya, bu 
özellik bulunmaktadır. Şeytan ve fıtrata aykırı dış faktörler insanı bu durumdan 
uzaklaştırırlar. İslâm, insanı asıl fıtratına davet eden, fıtratının gereğini 
yapmasını sağlayan Ilâhí dindir. Mü’minler, insanların hayra ve imana eğiliminin 
önündeki engelleri kaldırmakla, insanları fıtratlarıyla yüz yüze getirmekle 
yükümlüdürler. Kendi fıtratlarını yeterince tanıyanlar, Allah’ı bırakıp başka 
tanrılara tapınmazlar. İslâm’da cihad ibadeti insanları bu fıtratla yüz yüze 
getirme çabasıdır.
İnsanlar, 
güzel, doğru, Hakk’a uygun, adaletli, isa betli 
iş yapı-yorsalar, merhametli, şefkatli ve iyiliksever iseler, hatalarından 
dolayı pişman oluyorlarsa, insanları, hayvanları, tabiatı, çocuklarını, 
düşkün-leri seviyorsalar, ana-babalarına ve başkalarına iyilikte 
bulunuyor-salar; fıtratlarının gereğini yapıyorlar demektir. Kötü, çirkin, 
yanlış iş yapanlar, zalim ve merhametsiz olanlar, günaha düşenler ve isyan 
edenler, inançsız olanlar veya yalancı tanrılara ibadet edenler temiz 
fıtratlarından uzaklaşanlardır. Allah (cc) insanları kendi fıtratlarına uy-gun 
davranmaya davet ediyor. Bu fıtrat ta Allah’ın insanlara gönder-diği İslâm’a 
inanıp ona uygun yaşamaktır. İslâm, insanların temiz fıt-ratlarına uygun hareket 
etmelerini istiyor. Bu bakımdan ‘fıtrat’a müda-hele; örneğin, vücudun şeklini 
değiştirmeyi, kadınların erkeklere, er-keklerin kadınlara benzemesini, canlı 
türlerine onları bozmak üzere el atmayı, hoş 
görmemektedir.
Kısaca 
fıtrat, Fâtır olan Allah’ın insanlara ve varlıklara yoktan var ederek verdiği 
kabiliyet, onlara ait programdır. Allah’ı tanıma ve O’na ibadet etme eğilimi, 
ruh temizliği, olumlu yetenekler ve benzeri şeylerdir. İnsana düşen bu temiz 
fıtratı tanımak ve ona uygun davran-maktır. Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, 
mizaç, Peygamberlerin sün-neti, kalb-i selim, âdetullah. Ayrıca hilkat, tabii 
eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir. 
Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve 
idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır.
Fa-ta-ra 
fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: oru-cu açmak; infitâr: 
yarılmak, açılmak; futûr: yarıklar, çatlaklar anlamın-dadırlar. Fıtrat; ilk 
yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her ya-ratılışı da anlamında 
toplar. Yani herhangi bir şeyin bir maddeden ve-ya ilk yaratılıştaki gibi 
yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun or-taya çıkış biçimine ve 
taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir. Yaratığın fıtrat 
üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir. Kâinatın Allah'ın 
fıtratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fıtratullah 
ifadeleriyle isimlendirilmektedir.
Fıtratın 
geniş anlamları Kur'an-ı Kerîm'de şu âyetlerde açık-lanmaktadır: 
"Sen Hakka yönelerek kendini 
Allah'ın insanlara yaratılışta (Fıtratallah) verdiği dine ver. Zira Allah'ın 
ya-ratmasında değişme olmaz. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu 
bilmezler"          
(Rûm,30).
"Allah sizi annelerinizin 
karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, 
göz ve kalb vermiştir'' 
(Nahl,78).
"Allah'ın kanununda bir değişme 
bulamazsın "
(Fâtır,43; 
         Rabbimiz insanın mayasını yoğururken 
ona takvasını da, fısk u fücûrunu da ilham etmiştir. Takvanın, kulluğun yolunu 
da, isyanın yolunu da göstermiştir. Bir de üstelik kitaplar ve vahiy göndermek 
sû-retiyle bize takva yolunu da, isyan yolunu da beyan edip açıklamıştır. İşte 
gerek bu fıtratına konan özellik, gerekse kendisine gönderilen va-hiyle: 
         9. “Kendini arıtan kurtulup saadete 
ermiştir.”
         İşte buraya kadar edilen 
yeminlerin cevabı budur. İşte bu kadar yeminin arkasından Rabbimizin anlatacağı 
konu budur. Buraya kadar yeminlerle bizim dikkatlerimizi çekip bizi intibaha, 
uyanıklılığa dâvet ettikten sonra Rabbimiz söyleyeceğini söyledi. Neymiş mesele? 
Kendini tezkiye edip arındıran kurtulmuştur. Dikkat ederseniz önceki yeminlerin 
konusuna uygun bir ifadeyle konuyu ortaya koyuyor Rab-bimiz. Önceki yeminlerde 
zıtlardan söz edilmişti. Gece-gündüz, güneş-ay, yükseltilmiş semâ, serilmiş arz, 
sonra birbirine zıt iki eğilim verilmiş nefis, takva-fücur, itaat-isyan, 
iyilik-kötülük…Nasıl ki bunlar birbirlerinin zıddıysa, nasıl ki bunların 
sonuçları da birbirlerinden fark-lıysa arınma ve kötülüklere batmak da ayrı ayrı 
şeylerdir. Bunların so-nuçları da farklıdır. Birinin sonucu kurtuluş, ötekinin 
ise cezadır. Birinin sonucu cennet, ötekininse cehennemdir. 
         Kendini tezkiye eden, arındıran 
kurtuluşa ermiştir. Peki acaba bu tezkiyeyi nasıl anlayacağız? Acaba bu 
tezkiyenin, arınmanın yolu nedir?
'Tezkiye', 
zekât kelimesinin de aslı olan "zekâ" fiilinden gelir. Zekâ, sözlükte temizlik, 
paklık, artıp büyümek mânâsında nemâ, feyiz ve bereket anlamlarına gelir. 
'Tezkiye' ise temizlemek, geliştirmek, fe-yizlendirmek, büyütmek ve temize 
çıkarmak demektir. Aynı kökten gelen "zekât", Allah'ın bereketlendirmesinden 
meydana gelen nemâ-dır, artıştır ve temizliktir. Bu, dünyalık ve âhiretlik işler 
hakkında kulla-nılmaktadır. Zekât, aynı zamanda zengin müslümanların, Allah'ın 
hakkı olarak fakirler için ayırdıkları paydır. Bununla onlar, mallarının 
bereketinin artmasını isterler. Ya da zekât ibâdetiyle nefislerini tezkiye 
etmeyi/temizlemeyi arzu ederler. Yine aynı kökten gelen "ezkâ", daha temiz, daha 
iyi ve daha feyizli anlamındadır. 'Zekiyy' kelimesi de aynı kökten türemiştir. 
Tertemiz, günahsız demektir ki Hz. İsa'nın bir özelli-ğidir. Cebrâil, Meryem 
(a.s.)'e zekiy/tertemiz bir çocuk müjdelemek için görevlendirilmişti. Türkçe'de 
kullanılan 'zekî-akıllı' kelimesinin pel-tek z (zel) ile yazıldığını ve farklı 
bir fiilden türediğini hatırlayalım.
'Tezkiye', 
kavram olarak, nefsini temizlemek, onu şirk, günah, nifak, rics, cehâlet, kötü 
duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve takvâyı öğretmek 
demektir. İşte bu âyet-i kerimede bu mana ortaya konulmaktadır. Allah (c.c) 
nefsi, insana ait iç benliği dü-zene koydu ve ona hem takvâsını hem de fücurunu 
(isyan etmeyi) öğretti. Nefis, isyan veya itaat edebilecek bir yapıda yaratıldı. 
Bundan sonra kim nefsini tezkiye ederse (temizlerse) kurtulur, onu günahla örtüp 
saran da yıkıma uğrar dendi.   
Allah 
(c.c), bunun yanında neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, rüşd ve sapıklık 
yollarını göstermiştir (2/Bakara, 256). İnsan nasıl ha-reket ederse doğru yola 
gider, nasıl inanır ve yaşarsa sapıtır, zarara uğrar; hepsini göstermiştir. 
İnsanlara bunları açıklayacak elçiler ve el-çilerle beraber apaçık beyyineler 
(belgeler/İlâhî kitaplar) gönderilmiş-tir. Yani insan nefsine, itaat etme veya 
isyan etme yeteneği verilmiş ve bunlardan hangisini seçeceği kendi irâdesine 
bırakılmıştır. İnsan fücur (günaha girme) yollarına girmez, takvâ elbisesini 
yırtıp atmazsa nefsini tezkiye etmiş olur. İnsanlardan kim nefsini tezkiye 
ederse, bu kendi lehinedir, bunun kazancı kendisinindir (Fâtır,18). Nefislerini 
tezkiye edip arınanlar için öldükten sonra şüphesiz Adn cennetleri vardır. Onlar 
orada temelli kalacaklardır (Tâhâ, 76). "Kim tezkiye yaparsa (arınırsa) o elbette 
kurtulmuştur." (A'lâ, 14).
         İnsanı tezkiye edip arındıran önce 
Allah’tır. Çünkü fâil-i mutlak O’dur. İnsana takvasını da, fısk u fücurunu da 
gösteren, onu buna müsait yaratan ve bu konuda yol gösteren O’dur. Tezkiyeyi, 
tezek-kî’yi, arınmayı temizlenmeyi ortaya koyan Allah olduğuna göre, elbette 
bunun yolunu, usulünü, kuralını ortaya koyan da O’dur. Onun gösterdiği yol 
temizlenme ve arınma yoludur. Rabbimizin tarifinin dışındaki tüm yollar 
bâtıldır, boştur. 
Allah'ın 
insanları tezkiye etmesine aracı olanlar şerefli elçiler-dir. Onlar, Rabbimizin 
bildirdiği emir ve hikmetlerle insanların nefisle-rini her türlü İslâm dışı 
şeylerden temizlerler. Tezkiye, Kur'an'ın bir emri ve bir ibâdet eylemidir. Bu 
anlamda tezkiye, takvâya ulaşmak için bir çaba, insanı Allah'tan uzaklaştıracak 
her şeyden kaçma, nefsi fücur sayılan şeylerden alıkoymaya gayret göstermektir. 
Kelime anla-mından hareketle, temizlenmek, arı olmak, pak olmak, aydınlanmak, 
nemâlanmak ve hayır yönünden çoğalmak demek olan tezkiye, bir di-ğer deyişle 
İslâm'ın bir başka adıdır. Nefsin tezkiyesi, mü'minin haya-tında başlı başına 
bir faâliyettir. Bunun nasıl olacağı Kur'an'da anlatıl-maktadır. Peygamberimiz 
(s.a.s.) de bunu yaşayarak bize öğretmiştir. 
         Evet, ikinci olarak tezkiye eden, 
arındıran Allah’ın elçileridir. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerîm’de elçilerinin tezkiye 
görevinden söz eder. Bu âyetlerden birisi şöyledir:
         “Andolsun ki Allah, inananlara, 
âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve hikmeti öğreten, kendilerinden 
bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık 
sapıklıkta idiler.”
         (Âl-i İmrân 
164)
         Peygamber’in (a.s) görevlerinden birisi 
de  ümmetini tezkiye etmek, insanları 
arındırıp tertemiz hale getirmektir. Küfürden, şirkten, nifaktan, cahiliyeden 
insanları arındırmak, vicdanlarını, kalplerini, düşüncelerini, niyet ve 
amellerini, aile hayatlarını, içtimaî yaşantılarını temizlemektir. Bir Müslüman 
yirmi dört saatlik hayatını Allah’ın şu ki-tabına ve Resûlü’nün sünnetine göre 
yaşarsa, o kişi hayatını temizlemiş demektir. Bir toplum da hayatını bu kitaba 
göre ve bu kitabın pratiği olan Peygamberin sünnetine göre yaşarsa o toplum da 
temizlenmiş demektir. Öyleyse tezkiye bu kitaba göre bir hayat 
yaşamaktır.
         Kitabın ve Peygamberin görevi buysa, 
öyleyse bizim de görevlerimiz bunlardır. Biz de kendimize ve topluma Allah’ın 
âyetlerini okuyacağız, toplumda bu âyetleri öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Bu 
kitabı okuyacağız. Herkese, kadın-erkek, genç-ihtiyar herkese. “Zaten bu 
insanlar Kur’an’a iman ediyorlar, onlara niye okuyacağız?” de-meyeceğiz. Çünkü 
Kur'an Müslüman’a da, kâfire de uyarıdır. Kur'an Müslüman’a hatırlatma, kâfire 
de uyarıdır. Öyleyse bunu mutlaka biz de gerçekleştireceğiz. Bu okuduğumuz 
insanlar arasından öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Kur'an’ı pratikte yaşamak 
isteyenlere de işte kitabın pratiği budur diye onun pratiğini de göstereceğiz ve 
böylece hem kendimizin hem de o insanların temizlenmesini sağlamış olacağız. 
İşte Peygamber (a.s), insanları her türlü bâtıl düşüncelerden, ef-sanelerden 
temizleyerek onları apaçık imana ve hidâyete ulaştırıyor.
         Bakın bu tezkiye konusunu Nâziât sûresi 
de şöyle anlatıyor:
         “Tuva’da, kutsal bir vadide, Rabbi ona 
şöyle hitap etmişti: Firavun’a git; doğrusu o azmıştır. Ona de ki: “Arınmağa 
niyetin var mı? Rabbine giden yolu göstereyim ki O’na saygı duyup korkasın.” 
         (Nâziât 
16-20)
         Bir zamanlar Hz. Mûsâ, Rabbinin emriyle 
Firavun’un ayağına gitmişti de ona: “Ey Firavun! Var mısın, haydi temizleyeyim 
seni! Hay-di istersen seni tezkiye edeyim! Temizleyeyim seni! Seni tezkiyeye, 
temizlenip arınmaya götüreyim mi? Sana tezkiye yolunu göstereyim mi? İstersen 
gel senin yolunu Rabbine çıkarayım! Rabbine, temizlen-meye giden yolu 
göstereyim!” demişti. İşte tezekkî budur. İşte tezkiye, arınma budur. Rabbe 
giden yola girmek, Rabbe kulluk yoluna girmek, Rabbin koruması altına girmek ve 
Rabbin istediği hayata talip olmak…
Nefis 
tezkiyesi, başlıca iki anlamda kullanılmaktadır: 
1- 
Onu kirletecek her türlü küfür, cehâlet, yanlış inançlar, kötü duygular ve kötü 
huylardan temizlenmek,
2- 
Bu gibi kötü şeylerden temizlendikten sonra ona; iman, ir-fan, güzel ahlâk, 
iyilik duygusu, takvâ gibi güzel şeyleri aşılayıp çevre-sine hayır ve bereket 
yayacak duruma getirmektir. 
Bu 
iki anlamda nefis tezkiyesi, Allah'ın insan üzerinde bir hak-kı olmakla beraber 
insanın faydasınadır. Bu tezkiye işi, yapması yö-nüyle kişiye, sebep olması 
yönüyle irşad ve terbiye ediciye (Resûle), yaratma yönüyle de Allah'a nispet 
edilir.
         Takvâ sahibi mü'minler, nefislerini 
şirkle, isyanla, kötü ahlâk ve kötü düşüncelerle, Rabbe karşı câhillikle, yüz 
kızartıcı hatalarla kir-letmezler. İslâm'ın açık ölçülerine uyanlar, Allah'ın 
koyduğu sınırlara dikkat edenler, helâli bilip haramdan uzaklaşanlar; şüphesiz 
temiz bir kalbe sahip olurlar. Bu, nefis tezkiyesidir. Mü'minler, dininin kötü 
de-diği ve haram saydığı şeyleri yanılma veya hata etme sonucu yapar-larsa; 
bütün bunlara tevbe ederler, pişman olurlar, itaat ve duâ ile ne-fislerini 
arındırırlar. Nefis tezkiyesi için özel törenlere, uzun uzun şart-lara, yedek 
yardımcılara ihtiyaç yoktur. İslâm'ın her şeyi ve onu hak-kıyla yaşamanın 
yolları bellidir. İnsanın kendi kafasından yeni, bağ-layıcı ve hattâ işi 
zorlaştırıcı kurallar koyması gereksizdir. 
         Değilse, işte nefis tezkiyesi için bir 
kenara çekileceksin, eline tesbihi alacaksın, şunları şunları yapacaksın vs, vs. 
Hayır, tezkiye bu değildir. Allah’ın dediklerini yapacaktır kişi ancak o zaman 
tezkiye olur. Allah’ın dediği gibi vahiyle tanışacak, tanıştıkça hem 
niyetlerini, hem düşüncelerini, hem bakışlarını, hem de amellerini bu tanıştığı 
vahiy doğrultusunda temizleyecektir. İşte o zaman tüm hayatı vahiyle yıkanmış ve 
temizlenmiş olacaktır.
         Vahye göre malın temizlenmesi, 
tezkiyesi Allah’ın dediği gibi kazanıp harcamakla, zekât ve infakladır. Yani 
mala ilişkin temizlik an-cak Allah’ın gösterdiği şekilde olur. Gerek kazanma, 
gerekse harcama konusunda vahye mutabakat etmeyen, Allah’ın istediğine uygun 
hareket etmeyen bir kişinin malı temiz değildir. Gözün temizlenmesi, gözün vahye 
mutâbık kullanılmasıyla mümkün olacaktır. Onun Allah’ın bakılmasını, görülmesini 
istediği yerde kullanılması, yani hakkı görmekte, hakka bakılmakta kullanılması, 
Allah’ın metluv ve meşhud âyetlerinin okunmasında kullanılması gözün 
tezkiyesidir. Başın temizlenmesi, başkalarına göstermemek ve kocasına 
süslenmektir. Yoksa her gün şununla yıkamak, şu şampuanı kullanmakla değildir. 
Ağzın temizlenmesi hakkın sözcüğüyledir. O ağzın Allah’ın istediği biçimde 
vahyin sözcülüğünde kullanılmasıdır. Yoksa filan macunu kullanmakla, falan 
estetik ameliyatla değildir. 
Kalbin, nefsin tezkiyesi de 
kişinin eylemlerinde, kavil, fiil ve davranışlarında niyetini Allah’ı halis 
kılmasıyladır. Tüm yaptıklarında, tüm konuştuklarında Allah için niyet taşır 
hale gelmesidir. Çünkü kalp, niyet makamıdır. Kalp, kabul ve ret makamıdır. İşte 
kalbin tertemiz ol-ması budur. Kalp temizliği Allah’ın istediği biçimde olur. Bu 
konuda kendi kendimize bir kısım usuller koymaya hakkımız 
yoktur.
         Hz. Mûsâ, Allah'tan emir alır almaz 
hemen Firavun’a gitti ve bakın şöyle dedi: “Gel îman et ey Firavun! Îman et de 
temizlen! Allah yoluna gir de arın! Var mısın gel seni tezkiye edelim! Seni 
küfürden, şirkten, isyandan, Allah’a kafa tutmaktan, tâğutluktan kurtaralım! Gel 
seni hevâ ve heveslerine tapınmaktan, Allah karşısında bilgi ve güç iddiasında 
bulunarak kendi hayat programını Allah’ınkine tercih edişten kurtaralım. Yani 
Firavunluğunu, Firavunlaşmanı bitirelim! Firavunluğuna bir son verelim!” 
         Tezkiye budur işte. Tezkiye, 
Firavunluğa son verip Allah’a kul-luğu gerçekleştirmenin adıdır. Yani kendi 
kendini putlaştırıp, hayat programını Allah’a sormadan yaşamaktan vazgeçip, 
vahiyle diyalog kurmanın adıdır. Kitaptan habersiz bir hayat yaşamaktan vazgeçip 
kitapla tanışmanın adıdır. Peygamberi tanımadan bir hayat yaşamayı bırakıp, 
peygamber örnekliliğinde bir hayata talip olmaktır tezkiye. İşte Kur’an’ın 
anlattığı tezkiye budur. 
         Bakın elçisi Hz. Mûsâ’nın şöyle 
dediğini anlatıyor Rabbimiz: “Ey Firavun! Gel seni Rabbine ileteyim! Seni 
Rabbini bilmeye, Rabbini tanıyıp O’nunla diyalog kurmaya ileteyim de O’ndan 
korkasın, haşyet duyasın. O’nun koruması altına girerek O’nun istediği gibi bir 
hayat yaşayasın!” Zira Rabbi bilmeyen O’na karşı saygı duymasını da bi-lemez. 
Rabbi tanımayan bir insanın arınması, temizlenmesi de mümkün değildir. Hani “Nefsini tanıyan Rabbini da tanır.” 
Diyorlar ya, hayır bunun aslı tam tersidir. “Rabbini tanıyan nefsini tanır” 
demek Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçektir. Çünkü biz nefsimizi de, onun 
tezkiyesini de Rabbimizden öğreneceğiz. Bu konuda başka bir kaynağımız yoktur. O 
halde Tezkiye, Rabbi bilmeye bağlıdır. Rab-bi bilmenin yolu da Kitap ve 
Sünnetten geçer. O halde Tezkiye, Kitap ve Sünneti tanımak demektir. Kitap ve 
Sünneti tanımayan birinin nefsini tezkiye iddiası da 
boştur.
         Bakın nitekim âyetin devamında 
buyruluyor ki:
         Sonra da Hz. Mûsâ Firavunun 
tezkiyesinin gerçekleşmesi için Ona büyük âyetleri gösterdi. Ona büyük 
mûcizeler, âyetler gösterdi. Yani ona Allah’ın Yüce âyetlerini gösterdi. Öyleyse 
tezkiye Allah’ın âyetleriyle gerçekleşecektir. Öyleyse biz de Rabbimizin 
âyetlerini görerek, Rabbimizin âyetleriyle tanışarak kendimizi tezkiye edip 
arındırmak zorundayız. Bizler de bu âyetlerle kendimizi arındırdığımız, kendi 
tâğutluklarımızı bu âyetlerle temizlediğimiz gibi Allah’ın elçileri gibi 
Firavunlara ve Firavun gibilere gideceğiz. “Gel Rabbinin kitabına!” diyeceğiz. 
Bize gel! Bizim gibi ol! Bizim gibi yaşa! Bize bak! Bizi örnek al! Bizim 
yolumuza, bizim metodumuza, bizim hizbimize, bizim partimize, bizim cemaatımıza 
gel demeyeceğiz asla. 
Ya ne? Gel Rabbine! diyeceğiz. 
Gel Rabbinin dinine! Gel İslâm’a diyeceğiz. Zira unutmayalım ki bizimki hiçbir 
zaman temel değildir. Allah bizim metodumuzun dışında da farklı yollar tarif 
ediyor. Sonra insanları İslâm’a, Kur’an’a ve Peygambere değil de kendimize 
çağırırsak insanlar bizde çakılır kalırlar ve bizi bir adım öteye geçemezler, 
bunu da unutmayalım.
         Allah’ı, Allah’ın kitabını tanıyarak 
Allah’ın tarif buyurduğu biçimde kendini tezkiye eden kurtulmuştur. 
Ama:
         10. “Kendini fenalıklara gömen kimse de 
ziyana uğramıştır.”
         Önceki kişinin tamamen tersine vahiyle 
tanışmayarak, Allah’ın hayat programından habersiz bir hayat yaşayarak kendini 
kirletip pisliklerin içine gömen kişi de kaybetmiştir, ziyan etmiştir. 
         “Dessa, tedessi,” bastırmak, örtmek, 
saptırmak anlamlarına gelmektedir. Allah’ın nefislerine koyduğu iyilik, hayır ve 
takva özelliklerini bastıranlar, fıtratlarını, fıtrî özelliklerini örtenler, 
fıtratlarının seslerine kulak vermeyenler, takvalarını örterek fısk ve 
fücurlarına imkân verenler, itaat duygularını bastırıp isyanlarına destek 
verenler kaybetmişlerdir. Allah’la diyalog kurmayanlar kaybetmişlerdir. Allah’ın 
ki-tabı, Allah’ın yasaları yerine kendi hevâ ve hevesini putlaştırıp tanrı 
edinen, hevâsı istikâmetinde bir hayat yaşayan kişi kaybetmiştir. 
Allah’ı unutmuş, Allah’tan gelen 
basiretlerle ilgi kurarak kendisini arındırmaya çalışmamış, Allah’ın kitabından 
ve peygamberin sün-netinden habersiz olduğu için, Allah’ın kendisi adına 
belirlediği kulluk programına teslim olmak yerine kendi bilgisine, kendi hevâ ve 
heveslerine teslim olmuş, ya da başkalarının hevâlarına teslim olmuş, başkaları 
için yaşamayı, tâğutlar için yaşamayı, moda için, çevre için, â-detler için 
yaşamayı, başkalarına kulluk etmeyi alışkanlık edinmiş kişi kendi kendisini 
pisliğin, günâhların, isyanların içine düşürmüş, hem dünyada ve hem de âhirette 
ziyana uğramış, kendi kendisini kötüye harcamış insandır. 
Dünyaya dalmış, dünyayı ve 
dünyalıkları kıble edinmiş, tapınırcasına dünyaya sarılmış ve bu yüzden de 
günahlara batmış kişi kendi kendini mahvetmiştir. Bakın Allah’ın Resûlü bu 
hususu bir hadislerinde şöyle haber verir:
“Suda yürüyüp de ayakları 
ıslanmayan var mı? Dünya perest de böyledir. Günahlardan uzak 
kalamaz.”
Hadis 
son derece açık ve net. Bir defasında bir hadis üzerinde sesli düşünmeye ve 
düşündüklerimi etrafımdakilerle paylaşmaya çalışıyordum. Dinleyenlerden birisi 
Allah kendisinden razı olsun, oldu mu dedi? Yâni Allah’ın Resûlünün sözü 
apaçıktı, sen onu kapalı zannettin ve anlatmaya başladın. Ne olacaktı, niye lafı 
uzattın dedi. Yâni işte peygamberimizin dediği kapalı değil ki, açığın açığı. 
Kimi âyet ve hadisler için bu söz gerçekten çok değerlidir. Ama nedense 
insanlardan çoğu anlat diyorlar, biz de anlatıyoruz. Halbuki bakın apaçık bir 
söz. Suda yürüyüp de ayakları ıslanmayan var mı? Önce böyle soruyor Al-lah’ın 
Resûlü. Suda yürüyeceğim ve ıslanmayacağım. Zemin su ve ben yürüyorum, ayaklarım 
ıslanmayacak. Efendim, ben ayaklarıma naylon poşet geçirdim, ondan dolayı 
ıslanmadım. Ayaklarıma çizmeler giydim, ondan dolayı ıslanmadım. 
Öyle 
değil mesele. Anlatılan bir insan ayakları çıplak suda yürüyecek ve 
ıslanmayacak, olur mu bu? Mümkün değildir değil mi? Aynen bu işin ciddiyeti, 
vehameti gibi düşünün, dünya perest de böyledir diyor peygamberimiz. Yân, 
dünyaya sevdalı, dünya benim olsun sevdasında, aman ben dünyanın olayım 
sevdasında olan bir kişi de böyledir, o da günahlardan uzak kalamaz. Ben hem 
dünyayı severim, hem dünyaya sevdalıyım, hem dünyaya taparcasına dünya benim 
olsun derdindeyim, hem de hiçbir günaha bulaşmadan dünyayı kucaklamaya, dünyayı 
içmeye, dünya tarafından içilmeye çalışıyorum demsi de mümkün olmayacaktır. 
Mutlaka o kişi günahlara dalacak, günahlara batacak, günahlarla beraber 
olacaktır. 
         Fıtratını örtmüş, Allah’ın kendisine 
verdiği melekelerini kullanmama konusunda ısrarlı davranmış kişi kendisini 
insanlıktan çıkarıp hayvanlardan da aşağıya inmiş insandır. Gözünü, kulağını, 
aklını, kal-bini Allah’ın âyetlerine kapamış ve böylece kör, sağır, akılsız, 
duygusuz hale gelmiştir. Artık ona ne derseniz deyin, ne kadar âyet 
gösterirseniz gösterin hiçbir şey duymayacak ve hiçbir şey anlayamayacaktır. Her 
şey boş olacaktır onun için. Artık ne Allah, ne peygamber, ne kitap, ne gökler, 
ne yerler, ne cennet, ne cehennem, ne hesap, ne ki-tap onun kalbini harekete 
geçiremeyecektir. Hiçbir şey onun için etkili olmayacaktır. Allah’tan gelen 
basiretlerle ilgi kurup Allah’ın hidâyetine tabi olmayan bir adamın yol bulması 
da kesinlikle mümkün değildir.
         Bu tür insanlar, arzularını, 
heveslerini putlaştırmış insanlardır. Canları ne isterse onu yapmaktan 
çekinmezler. Zevkleri, nefisleri neyi hoş görürse onu yaparlar. Hiçbir kayıt 
altına girmek istemezler. Ne Allah, ne peygamber, ne kitap, ne din, ne haram, ne 
helâl tanımazlar. Aslında bir tek Allah’a kulluktan, bir tek Allah’ın yasalarına 
tabi olmaktan kaçarlar ama pek çok İlâhlara kulluk ederler. Bir tek Allah’a 
kulluktan kaçacağız derken pek çok İlâha tapınırlar. Bir tek Allah’tan 
ka-çacağız derken pek çok İlâhın kucağına düşerler. Nefislerinin, arzularının, 
tutkularının, şeytanların, tâğutların kucağına düşerler. Böylece kendilerini en 
şerefli makamdan indirip en kötü konuma düşürür, ken-dilerini kirletip ziyan 
ederler.
         Evet, demek ki Yüce 
Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irade ve-rerek imtihan etmek için getirmiştir. 
Bu imtihan âleminde şerrin bulun-maması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış 
hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu âlemde insanlara, içlerinden peygamberler 
gönderecek doğru yolu göstermiştir: "Biz ona (insana) iki yol gösterdik" 
(Be-led, 90-10) Ve sizleri şer ve hayır (yolları) ile imtihan etmek için 
deniyoruz ve sonunda bize döndürüleceksiniz" (Enbiya, 35). Üstelik insanın 
ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham 
etmiştir: "Her bir nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona 
kötülüğün (ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu 
(nefsini = ruhunu günah ve şerden) temizleyen felaha 
ermiştir”
         Rabbimiz kendilerini vahiyle 
arındıranların hem dünyada hem de âhirette kurtulduklarını, vahiyden habersiz 
bir hayat yaşayarak kendilerini pisliğe gömenlerin de hem dünyada, hem de 
âhirette kaybettiklerini yeminle gündeme getirdikten sonra şimdi de buna 
tarihten bir örnek verecek. Bakın Allah’la, Allah’ın vahyiyle, Allah’ın 
elçisiyle savaşa tutuşarak kendilerini ziyan eden Semûd’un durumu nasıl 
olmuş?
         11. “Semûd milleti azgınlığı yüzünden 
hakkı yalanladı. İçlerinden en azgını ileri atılınca,  Allah’ın peygamberi onlara, Allah’ın devesini 
göstermiş ve: “Allah’ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın!” demişti. Onu 
yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı 
onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti 
onları.”
         Semûd kavmi, Âd kavminden sonra gelmiş, 
onların halefi olarak Medine ile Kudüs arasında “Hicr” denilen bölgede yaşamış bir 
kavimdir. Hattâ Allah’ın Resûlü Tebûk taraflarına giderken: “Buradan hızlı 
geçin, zira burası kardeşim Sâlih’in devesini katlettikleri yerdir” buyurmuştur. 
Semûd’un en büyük şehirlerinden birisi olan belki de merkezi olan “Medayin-i Sâlih”tir. Daha sonra bu 
şehrin harabeleri üzerinde yapılan incelemelerden anlaşılıyor ki bu şehrin 
nüfusu 500 bin civarındaymış. Bu toplum muhtemelen helâk edilen üçüncü 
toplumdur. Kendilerinden önce sırasıyla Nuh kavmi, Âd kavmi helâk edilmiş ve 
onların arkasından bu toplum gelmiştir.
         Kur’an’ın başka yerlerinden öğreniyoruz 
ki Rabbimiz bu topluma kardeşleri Sâlih’i (a.s)’ı göndermiş ve Sâlih (a.s) da 
tıpkı kendisinden önceki peygamberler gibi onları Allah’a kulluğa, takvaya, 
arınmaya çağırmış. “Ey kavmim Allah’a kulluk yapın, sizin Allah’tan başka 
İlâhınız yoktur. Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz, hatırını kazanacağınız, 
çektiği yere gideceğiniz İlâhınız yoktur sizin” buyurmuş. Rabbimiz buyurur 
ki:
         Semûd milleti azgınlığı yüzünden 
onu yalanladı, hakkı yalanladı. Semûd milleti, izledikleri fısk ve fücuru terk 
etmeye razı olmadıkları, içine gömüldükleri pisliklerinden vazgeçmeye hazır 
olmadıkları, fücuru terk edip takvaya yönelmeyi istemedikleri, arınmaya razı 
olmadıkları için Allah’ın elçisi Sâlih’i (a.s) ve onun getirdiği mesajı 
yalanlayıp reddettiler. Fıtratlarının sesini, fıtrî özelliklerini bastırarak 
Allah’ın elçisini ve onun getirdiği vahyi yalan saydılar. Pislik içindeki 
hayatlarının değişmesine razı olmadıkları için Allah’tan gelen hayat programını 
yalanladılar. Fısk ve fücuru takvaya tercih ettiler. Pisliği arınmaya tercih 
ettiler. A’râf sûresinde anlatıldığına göre Allah bunlara bir de mûcize 
göndermişti.
         “Rabbinizden size bir Beyyine 
geldi.”
         (A’râf 73)
         O Rabbinizden size bir beyyine var. 
Önceki elçilerin mesajlarının aynısı, ama burada bir farklılık var. Rabbinizden 
size bir beyyine gelmiştir. Rabbinizden size bir mûcize gelmiştir. Yani sizin 
elçi olarak beni kabullenmeniz ve benim dediklerim istikâmetinde bir hayat 
yaşayarak temizlenmeniz konusunda Rabbinizin size bir tehdidi var. İşte 
Rabbinizden size böyle bir beyyine, bir mûcize gelmiştir. Bu mûcize, bu 
beyyine:
         İşte şu Allah’ın devesidir ki onda 
sizin için ayet vardır. O sizin için Rabbinizden bir âyettir. Onu bırakın, ona 
ilişmeyin ki, Allah’ın arzında otlasın. Ona kötülük etmeyin ki Allah’ın azabı 
size dokunmasın buyurulurken burada da:
         “Allah'ın peygamberi onlara, Allah’ın 
devesini göstermiş ve: “Allah’ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın!” 
demişti.”
         Rivâyetlere göre Sâlih’in (a.s) toplumu 
kendisinden bir mûcize istemişti. “Ey Sâlih bize reddedemeyeceğimiz bir mûcize 
getirirsen, o zaman sana ve Rabbine iman edeceğiz” demişler. Rabbimiz de onlara 
bu dişi deveyi göndermiş. Cenâb-ı Hak sert bir kayadan böyle dişi bir deve 
çıkarmış. Tabii ki bu deve böyle normal bildiğimiz bir deve değil. Allah’ın 
âyeti dendiğine göre mûcize bir deveydi bu, harikulade bir deve. Ona inanmak 
Allah’a iman demek olan, ona ilişmek de Allah’a ilişmek olan bir deve. 
         O deve Allah’ın bir âyetiydi ve ona 
karşı Allah nasıl davranılmasını emretmişse öylece davranmaları gerekiyordu. 
Allah’ın elçisi Hz. Sâlih onlara diyor ki: “Bırakın, dokunmayın bu deveye de 
Allah’ın arzında dilediği gibi yesin, içsin. Ona kötülükle dokunacak olursanız 
Allah’ın azabına uğrarsınız.” Bu deveye kötü bir şekilde yaklaşmak, kötülük 
yapmak üzere dokunmayacaklardı. Ama kötülüğün dışında meselâ süt almak ya da 
başka şeyler için dokunabileceklerdi. Zira arz da Allah’ındı, deve de 
Allah’ındı. Allah’ın âyeti olan bu deveye karşı Allah’ın istediği gibi davranmak 
zorundaydılar. Allah’ın âyetine hayat hakkı tanımak zorundaydılar. Allah’ın 
arzında Allah’ın yasalarına, Allah’ın âyetlerine hayat hakkı 
tanıyacaklardı.
         Allah’ın elçisi: “Allah sizi yeryüzüne 
yerleştirdi. Sizden önce helâk edilenlerin yerine şu anda sizi yerleştirdi ve 
size sayısız nimetler verdi. Allah’ın size verdiği bu nimetleri hatırlayın da 
yeryüzünde fesat çıkarmayın. Yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni bozmayın. 
Allah’a itaatten çıkarak, Allah’ın emirlerini terk edip yasaklarını işleyerek 
fısk ve fücura düşmeyin. Kendi kendinizi alçak bir konuma düşürmeyin. Allah’ın 
sizlere kulluk adına verdiği bu nimetleri sırf zevkleriniz istikâmetinde 
kullanmaya kalkışmayın. Rabbinize karşı takvayı, kulluğu tercih ederek her yerde 
Allah’a secdeyi gerçekleştirin. Her yeri Allah’a secde mahalli kılın. Her yerde 
Allah’ın istediği gibi davranarak Allah’a kulluğu gerçekleştirerek halifelik 
hakkınızın devamını sağlayın” dedi.
         Anlaşılan o ki, Sâlih (a.s) toplumunu 
Allah’a dâvet eder. Her toplumda olduğu Sâlih’in (a.s) toplumunun içinden de 
sadece zayıf olanlar ve fakirler bu dâvete icabet ederler. Varlıklılar, 
yöneticiler, top-luma egemen olanlar iman etmezler. Bunlar, bu kâfirler o 
toplumda kendilerine ters olan bu insanları ikinci, üçüncü sınıf vatandaş, 
mus-taz’af görerek imanlarından dolayı onları sorgulamaya çalışırlar. Tıpkı şu 
andaki müstekbirlerin imanlarından dolayı aşağı gördükleri Müslümanları 
sorgulamaya çalıştıkları gibi. “Gelin bakalım, bizim iznimiz olmadan sizler 
nasıl inandınız? Bizler bu işe okey demeden nasıl örtündünüz? Bizlerin müsaadesi 
olmadan şunları şunları nasıl yaparsınız?” dedikleri gibi, onları da sorgulamaya 
çalışıyorlar.
         İşin en ilginç tarafı da düne kadar 
tükürüklerini bile lâyık görmedikleri bu ayak takımını, bu kölelerini 
imanlarından ötürü artık ciddiye almaya ve onları kendilerine muhatap kabul 
etmeye başlıyor-lardı. Yani düne kadar bu adamlar, bu Müslümanlar onların 
kölesiydiler ve efendilerinin gözünde hiçbir değerleri yoktu. Ama bu zayıf 
kimseler Müslüman olur olmaz artık onları muhatap kabul ediyorlardı. Eğer bu 
kimseler uyanmayıp onların ayak takımı olmaya devam etselerdi, gözlerinde yine 
beş paralık değerleri olmayacaktı. 
Öyleyse şunu hiçbir zaman 
unutmayalım ki, bizler de bugün bu kâfirlerin karşılarına net ve açık 
Müslümanlar olarak çıkarsak, kendilerinden farklı bir kimlikle onların 
karşılarına çıkabilirsek, o zaman bizi bu imanlarımızla değerlendirecekler. 
Yoksa bu adamlar bizi neyle değerlendirecekler? Atla mı, arabayla mı, servetle 
mi, parayla mı? Biz bunlarla bu adamların karşısına çıkmaya çalışırsak, 
unutmayalım ki ebedîyen dünyaya tapınan bu adamların elindekilere 
ulaşamayacağımıza göre bizim elimizdekiler hep onlarınkinden az olacağına göre, 
yine bir değerimiz olmayacak demektir. Başka neyle çıkabileceğiz bu adamların 
karşısına? Demokrasiyle mi, laiklikle mi? İslâmî olmayan sosyal 
yapılanmalarımızla, eğitim anlayışlarımızla mı? 
 Bunlar bizim çömezlerimiz, diyecekler. Bu 
adamlar bizim artıklarımızla geçinen, bizi taklit eden, bizi efendi görüp 
bizimkileri kapmaya çalışan köleler, diyecekler. Peki o zaman neyle çıkacağız bu 
adamların karşısına? İmanla, Kur’an’la çıkacağız, bunlardan farklı bir hayat 
anlayışıyla, bunlardan farklı bir kimlikle Müslüman kimliğiyle çıkacağız. İşte o 
zaman bu adamlar bizi muhatap kabul edecekler, başka çaresi yoktur bunun. 
         Mü’minler kâfirlerin karşılarına 
Müslüman kimliğiyle dikilince, bakın onlar ne dediler:
         “Büyüklük taslayanlar, “Sizin 
inandığınızı biz inkâr ediyoruz” dediler.”
         (A’râf 
76-77)
         Müstekbirler de dediler ki: “Biz 
de sizin inandıklarınızı inkâr ettik. Biz de sizin mü’mini olduğunuz şeylerin 
kâfiri olduk.” Sizin inandıklarınızın doğruluğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz 
demiyorlar da biz onların kâfiriyiz diyorlar. Aslında onlar da peygamberin hak 
olduğunu biliyorlardı. Onlar da Sâlih’in (a.s) hak peygamber olduğunu ve bu 
devenin mûcize bir deve olduğunu biliyorlardı. Biliyorlardı ama hayatlarının 
değişmesinden, fücur programlarının bitmesinden korktukları, arınmaya karşı 
isteksiz oldukları, menfaatlerinin kesileceğini bildikleri için iman 
etmiyorlardı. Peygamberin mesajına iman ettikleri zaman hayatları değişecekti. 
Arınıp temizlenecekler ve artık bundan sonra kan emmeye devam edemeyeceklerdi. 
Zulümlerini sürdüremeyecek-lerdi de onun için iman 
etmiyorlardı.
         Şehirde inananlarla kâfirler arasında 
çekişme oldu. Toplum, temizler ve pisler diye ikiye ayrılıverdi. Tabi arınanlar, 
vahyi kabullenenler, Allah’ın elçisi Sâlih’in (a.s) safında yer alanlar çok 
azınlıktaydı. Ekseriyet arınmayı değil, pisliği tercih etmişti. 
“İçlerinden en azgını ileri 
atılınca,”
         ”Kavmin en bedbahtı, en şakîsi, 
en eşkıyası Allah’ın bu mûcize devesini öldürmek için ileri atılınca.” 
Anlayabildiğimiz kadarıyla şe-hirde dokuz kişilik bir eşkıya grubu vardı. 
Onların, 
şakîlerin en büyük  özelliği, Allah'ın 
hükümlerine baş kaldırmak, onlara karşı gelmektir. Şakîler, gerçeğin ortaya 
konulmaması için uğraşırlar, Hakkın sesini kısmaya çalışırlar, çapulculuk 
ederler, toplumun huzurunu bozarlar, Hakk temsilcilerine tuzak kurarlar. 
Kitabımızda şakîler anlatılır. 
Hz. 
İsa (a.s.), kendisinin bir 'şakî' olmadığını, annesine iyilik e-den bir kimse 
olduğunu söylüyor. 
(Meryem, 
32)
Cehennem 
ehli, dünya hayatında Allah'ın âyetleri okundu za-man onları yalanladıklarını, 
'şekavetleri' yüzünden sapık bir topluluk haline geldiklerini itiraf 
ederler.
 (Mü'minûn, 103-110)
'Şakî' 
kelimesinin iki âyette de 'mahrum olmak, istediğine ka-vuşamamakla mutsuz olmak' 
anlamlarına da geldiği görülmektedir. Zekeriyyâ ve İbrâhim (a.s.), Allah'a duâ 
ettiklerini, Allah'tan başkasına ibâdet edenler gibi duâlarının sonucundan 
mahrum ve bedbaht ol-madıklarını söylüyorlar. Şüphesiz Allah duâlara icâbet 
eder. Ancak, bazılarının taptığı putlar asla bir şey yapamazlar. Dolayısıyla 
onlardan medet umanlar, onlara yalvaranlar sonunda bedbaht olurlar, duâla-rının 
karşılığını alamazlar, şakî, yani mahrum, perişan olurlar.
 (Meryem, 4, 68).
İnsan 
doğuştan 'saîd (mutlu, huzurlu ve yaptıklarıyla saâdeti hak eden)' veya 'şakî' 
olarak doğmaz. Bu özelliği insanlar sonradan kendi tercihleriyle elde ederler. 
Allah'tan gelen hidâyete uyanlar, ha-yatının her alanında İlâhî ilkelere tâbî 
olanlar, iki dünyada da 'saîd-mutlu' olurlar. İlâhî hidâyete sırt çevirenler 
kendi elleriyle şekaveti ter-cih ederler.
Görüldüğü 
gibi, Kur'an, bütün insanlara saâdetin, huzurun ve doğru bir hayat sürmenin 
yolunu çok açık bir şekilde ortaya koymak-tadır. Kimilerinin mutluluk sandığı, 
nefsin hoşuna giden, şehvetlerin yönlendirdiği hayat şekilleri, İslâm'dan ve 
onun getirdiği ölçülerden uzak yaşantılar saâdet değildir. Kişiye Allah (cc) 
katında iyi bir sıfat kazandırmayan hayat anlayışı, mutluluk diye 
adlandırılabilir mi? Allah-tan gelen hidâyete tâbî olanlar, rüşd yoluna girip 
hak dinin ilkelerine göre yaşayanlar, saâdet programına sahip olanlardır. Bu 
anlamda İs-lâm, yani Allah'ın râzı olacağı hayat şekli, saâdetin kaynağı; bütün 
bâ-tıl yollar ise şekavetin kaynağıdırlar. İnsandan beklenen, kendine şe-kavet 
kazandıracak, yani onu mutsuzluğa ve bahtsızlığa sürükleyecek yollara gitmek 
değil, saâdet yolunu arayıp bulmaktır.
         Ama bakın bu eşkıya grubunun içinden en 
şakileri ileri atılıp deveyi biçmeye yönelince. Allah’ın elçisi Hz. Sâlih onları 
tekrar uyardı. “Allah’ın devesine ilişmeyin! Allah’ın âyetine dokunmayın! 
Allah’ın âyetini ortadan kaldırmaya kalkışmayın! Allah’ın âyetine düşmanlık 
yapmaya kalkmayın! Yoksa Allah sizin belânızı veriverir! Allah sizin defterinizi 
dürüverir! Yapmayın, etmeyin, Allah’la savaşa tutuşmayın” diye Allah’ın elçisi 
onları ısrarla uyardı. Ama Peygamberin feryatlarını dinlemediler. Uyarılara 
aldırış etmediler de:
         “Onu yalanladılar ve deveyi 
boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli 
azap indirdi; yerle bir etti onları.”
         A’râf’ta da deniliyor 
ki:
         “Ve dişi deveyi kesip devirdiler; 
Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar ve “Ey Sâlih, eğer sen peygambersen bizi 
tehdit ettiğin azaba uğrat bakalım” dediler.”
         (A’râf 77)
         Allah’ın âyetini, deveyi 
biçtiler. Tabi büyük bir deve olduğu için ayaklarından biçip 
öldürdüler.
         Bu devenin bir özelliği vardı, bir gün 
toplum kuyulardan su içmeyecek ve sadece bu deve su içecek ve ikinci gün de 
içtiği bu suyu süt olarak kavme ikram edecek ve tüm kavmi doyuracaktı. İkinci 
gün de bu deve su içmeyecek ve kavim kuyulardan su içecekti. Yani Medayin-i 
Sâlih’in 500 bin civarında nüfusu olan bir şehir olduğunu düşünürsek bir tek 
deve 500 bin insanı sütle doyuracaktı. Gerçekten büyük bir mûcizeydi bu deve. 
Gerçekten de toplum için hayırlıydı, bereketliydi bu deve. Ama kâfirler Allah’ın 
bu âyetine tahammül edemediler. Kâfirler hiçbir zaman Allah’ın âyetine tahammül 
edemezler. 
Çünkü Allah’ın âyetlerinin 
hayatlarında, toplumlarında varlığı sürekli onları takvaya, arınmaya, kulluğu 
çağıracak ve sürekli kendi pisliklerini yüzlerine vurarak rahatsız edecekti 
onları. Onun için Allah’ın âyetinin varlığına tahammül edemediler de Allah’ın 
âyetini ortadan kaldırmaya yöneldiler. Allah’ın arzında Allah’a hayat hakkı 
tanımadılar. Allah’ın âyetine hayat hakkı tanımadılar ve kendileri için hayır 
olan, tek suçu kendilerine süt verip onları beslemek olan bu deveyi ayaklarından 
biçerek öldürüverdiler. Tabi büyük bir deve olduğu için onu ayaklarından biçip 
öldürdüler.
         Kâfirlerin fıtratında, küfür tabiatında 
faydalıyı ret vardır. Kâfir kesinlikle hayra, hakka dayanamaz. Kâfirin hayra, 
hayırlıya, bereketliye tahammülü yoktur. Bu deve kendileri için hayırlıydı, 
bereket kaynağıydı. Bu devenin bir tek suçu vardı, o da süt vermek. Süt verip bu 
insanları doyurmak… Bunun dışında başka bir suçu yoktu bu devenin. Ama 
kâfirlerin mantığı ters çalıştığından bu hayra tahammül edemediler. Tıpkı şu 
anda yeryüzünde tek suçu süt vermek olan, ürettikleriyle tüm dünyayı doyurmaktan 
başka bir suçu olmayan Müslümanları öldürmek için günümüz kâfirlerinin 
soyundukları gibi... 
         Müslümanlar, Sâlih’in (a.s) devesine 
benzer. Şu andaki Müslümanların yeryüzünde varlıkları da insanlık için hayırdır. 
Bugün Müslümanların bir tek suçu var. O da tıpkı Sâlih’in (a.s) devesi gibi süt 
vermek… Yani ürettikleriyle tüm dünyayı beslemek. Ama bugünkü kâfirler de tıpkı 
dünün kâfirleri gibi bu hayra tahammül edemiyorlar. Bu hayrın varlığına tahammül 
edemiyorlar da yeryüzündeki tüm Müslümanları yok etmek için çırpınıyorlar. 
Yeryüzünde Allah’ın âyetine, Allah’ın arzularının görüntülenmesine, Allah’ın 
yasalarının temsil edilmesine tahammül edemiyorlar. 
Yeryüzünde Allah’ın âyetlerinin 
varlığına ve hüküm ferma olmasına tahammül edemiyorlar. Yeryüzünde kıstası yok 
etmeye çalışıyorlar. Çünkü kesin biliyorlar ki, yeryüzünde Müslümanlar var 
olduğu sürece, Allah’a kulluğu sergiledikleri sürece, yeryüzünde takva 
uygulandığı sürece, yeryüzünde arınmışlar, temizler var olduğu sürece bâtılların 
bâtıllıkları anlaşılacak, sapıkların sapıklık noktaları açığa çıkacak, 
kirlilerin kirliliği anlaşılacak ve kendilerine hayat hakkı kalmayacaktır. 
Vicdanlarındaki takva duygusunun açığa çıkıp ta kendilerini rahatsız etmesinden 
korktukları için takvayı ve takva taraftarlarını yok etmeye 
çalışıyorlar.
         Kâfirin mantığı ters işlemektedir. Her 
şeyi ters değerlendirir. Hakkı bâtıl, bâtılı hak görür. Hayrı şer, şerri hayır, 
temizi pis, pisi te-miz görür. Namusluluğu namussuzluk, namussuzluğu namusluluk 
bi-lir. Arınıp temizlenmeyi kötü, pislik içinde yüzmeyi iyi görür. Meselâ bir 
okulda 2000 öğrenciden sadece iki tanesi kapalı olsa, küfrün buna tahammülü 
yoktur. Neden? Çünkü o iki tane örtülünün varlığı örtüsüzlerin varlığını açığa 
çıkarıyor da ondan. Arınmış temizlerin varlığı, fısk ve fücur içinde yüzenlerin 
varlığını ortaya koyuyor da ondan. Koskoca bir dairede arındığı ve Allah’a 
kulluğa yöneldiği için rüşvet yemeyen iki tane memurun varlığına tahammülleri 
yoktur. Neden? Çünkü o iki tane arınmış mü’minin varlığı ötekilerin pisliğini 
açığa çıkarıyor da on-dan.
         Sâlih’in (a.s) toplumu da Allah’a 
kulluğu hatırlatan, Allah’ın âyeti olan devenin varlığına tahammül edemediler. 
Allah’ın peygamberinin ısrarla buna dokunmayın dediği deveyi, Allah’ın âyetini 
ortadan kaldırıverdiler. 
         Deveyi öldürdüler. Çünkü bu deve 
Allah’ın âyetiydi ve karşılıksız süt veriyordu topluma. Bu devenin varlığı, 
misyonu toplumda menfaatperestlerin huzurunu kaçırıyordu. Karşılıksız bir şey 
yapmayı bilmeyenlerin, menfaatperestlerin pisliğini açığa çıkarıyordu bu deve. 
Peygamber de böyleydi. Rabbimiz Müddessir sûresinde peygamberine şöyle 
diyordu:
         “Yaptığın iyiliği çok görerek başa 
kakma.”
         (Müddessir 
6)
         Daha iyisini beklediğinden dolayı sen 
insanlara iyilikte bulunayım deme. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez deme. 
         Yaptığın işi çok görerek başa kakma. 
Veya sen kendini çok iyiliğe lâyıksın zannederek hareketini öylece düzenleme. 
Karşındakini minnet duygusu altında tutma. Yani az verip çok şey bekleme. Hem 
toplumsal planda, hem de Allah’a karşı görevlerinde öyle davranma. Meselâ 
namazımızı kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz, elbette Allah bizi cennete 
koyacaktır değil mi? diyerek az yaptığın kulluğun karşılığında tam kulluğun 
gereği olan cenneti bekleme. Bir de sosyal ilişkilerde, karşındakine iki âyet 
anlattın diye iki çay içirmesini bekleme. Ya da aferin demesini bekleme. Veya 
tebliğ ettim, duyurdum diye hemen hayatını değiştirmesini 
bekleme.
         İşte Allah peygamberinden bunu 
bekliyordu. Şimdi böyle bir peygamberin varlığına kâfirler, toplumda 
menfaatlerini birinci planda tutan zalimler tahammül edebilirler mi? Devletse 
tebaasını, talebeyse hocasını, hocaysa talebesini, müdürse okulunu ve 
talebelerini, satı-cıysa müşterilerini, müşteriyse satıcıyı düşünen birisini 
gördüklerinde elbette zalimlerin iştahı kaçacaktı. Bu tipte bir tek adamın 
varlığına bile tahammül edemezler. Onu yok etmek için ellerinden gelen her şeyi 
yaparlar. Bu adamların, kendilerinin yanlışlığını ortaya koyan kıs-tası yok 
etmek için yapamayacakları yoktur.
         İşte Semûd da böyleydi. Kendilerinin 
iyiliğini isteyen, yaptıkları karşılığında kendilerinden bir ücret istemeyen, 
fedâkârlık sembolü kardeşleri Sâlih’in  
ve onun gibi varlığı sadece hayır olan devenin var-lığına dayanamadılar. 
Kendileri için hayır olan, bereket olan devenin varlığına tahammül edemediler. 
Allah’ın âyetine tahammül edemediler de deveyi 
öldürüverdiler.
         “Allah’ın elçisini yalanlayarak o 
deveyi öldürüverdiler de Allah da onların üzerlerine demdeme yapıverdi.” 
Demdeme, bir şeyi bir şeye vurup sıvamak, başı ezmek, kırıp geçirmek, öğütüp 
ufalamak, yere yapıştırmak, yerle bir etmek, kökünü kazıyıp silmek anlamlarına 
gelmektedir. İşte Allah da onları böyle yapıverdi. Tabii bu olaydan sonra 
Allah’ın elçisine küstahlıklarını sürdürdüler, deveyi öldürdüler. Sonra da 
küstahlıkları içinde dediler ki:
         “Ey Sâlih! Biz yapacağımızı yaptık. 
Haydi sen de bize o vaadettiğin azabı getir bakalım, eğer gerçekten 
Peygamberlerdensen”
         Allah’ın elçisine meydan okuyarak 
dediler ki: “Ey Sâlih! Biz yapacağımızı yaptık, haydi sen de o bize vaat ettiğin 
azabı getir de görelim. Ey Sâlih gerçekten peygambersen haydi ne getireceksen 
getir de görelim.” Hakikaten Allah’a ve onun elçisine kafa tutmada çok ileri 
gittiler. Çünkü Sâlih’e (a.s) meydan okumaları demek Allah’a meydan okumaları 
demekti. Yani âyetin ifadesinden de anlıyoruz ki aslında bu adamlar Allah’ın 
azabını hak ettiklerini, Allah’ın azabının mutlaka kendilerine geleceğini 
bildiler de yine de kuyruğu dik tutmaya çalıştılar. Çünkü kendileri gibi 
Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşan önceki 
toplumlara Allah’ın yaptıklarını bildikleri için artık kesinlikle kendilerine 
Allah’ın azabının geleceğini anladılar.
         Rivâyetlere göre bu deveyi 
öldürmelerinden sonra Rabbimiz onlara üç gün müddet tanıdı. “Üç gün kendi 
memleketinizde faydalanın. Hadi üç gün daha yaşayın bakalım” dedi. Yine 
rivâyetlere göre bu üç günün birinci gününde yüzleri sarardı, ikinci gün yüzleri 
kızardı, üçüncü gün de yüzleri kapkara kesildi. Daha sonra A’râf’ın 
ifadesiyle:
         “Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve 
oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.”
         (A’râf 78)
         Onları bir racfe yakalayıverdi. 
Dizlerinin üzerinde çöküverdiler. Oldukları yerde diz çöküverdiler. Güvendikleri 
evleri, villaları, saltanatları, medeniyetleri bir anda çöküverdi. Güçleri 
kuvvetleri, teknolojileri bir sayha ile bir anda çöküverdi. Bir sa’ika, bir 
yıldırım, bir titreşim, ya da geberin! diye bir ses geliverdi de ne evleri, ne 
köşkleri, ne medeniyetleri, ne güçleri, kuvvetleri kendilerini helâkten 
kurtaramadı. Diz çöktüler… Keşke daha önce diz çökselerdi, keşke daha önceden 
se-ceye kapansalardı. Keşke daha önceden Rablerinin emirlerine boyun büküp onun 
istediği hayatı yaşamaya yönelselerdi. Onlar böyle isteyerek diz çökmeye 
yanaşmayınca, Rabbimiz zorla diz çöktürüverdi onlara.
         Bir de bu demdeme konusunda, azap 
konusunda Allah onların tümünü müsavi yaptı. Yani Rabbimiz, kendi devesini 
kesmek isteyen, âyetini ortadan kaldırmak isteyen o şakilere karşı gelerek 
onları bu işten engellemeyenleri de o azgınların içine katarak hepsini yıkıma 
uğrattı. Yeri üzerlerine geçirip dümdüz ediverdi.
         Dikkat ederseniz bu deveyi 
boğazlayanlar sadece birkaç kişiydi. Ya da onların da içinden bir tanesi, en 
azgını, en şakisi bu işi gerçekleştirmişti. Ama dikkat ederseniz Rabbimiz bu işi 
toplumun tümüne teşmil ediyor. Tüm toplumu suçlu kabul ediyor. Neden? Çünkü 
devenin öldürülme konusunda ötekiler de ona yardımcı oldular. Veya ötekiler de 
onun bu eylemine ses çıkarmadılar, engel olmadılar, karşı koymaya çalışmadılar. 
İçlerinden bir şakinin Allah’ın âyetini kaldırmasına göz yumdular. İşte onların 
bu tavrı o şakîye en büyük destekti ve Rabbimiz bu konuda onların tümünü bu suça 
ortak kabul ediyor. O deveyi hep beraber boğazladılar, Allah’ın âyetini hep 
beraber ortadan kaldırdılar, diyor. Yani bir toplum içinden bir şaki çıkıp 
Allah’ın sistemini kaldırırsa, toplumun diğer üyeleri onu bu işten engellemeye 
çalışmazsa, tüm toplum suçludur, diyor Rabbimiz. Toplum içinde şirke, toplum 
içinde ahlâksızlığa, toplum içinde İslâm dışı uygulamalara ses çıkarmayan herkes 
ondan sorumludur.
         Rabbimiz kendisiyle, âyetleriyle, 
Peygamberiyle savaşa tutuşan, takvayı, teslimiyeti, kulluğu, arınmayı değil de 
isyanı, fücuru, günâhı tercih eden bir toplumu işte böylece helâk edip yerin 
dibine batırır ve:
         Yaptığı bu işin âkıbetinden de asla bir 
korku duymaz. Allah bu işin sonundan korkacak değildir. Verdiği cezanın 
âkıbetinden asla çekinecek değildir. Yakaladığını tam yakalar, azap ettiğine tam 
azap eder ve bu konuda hiç kimseden çekinmez. Çünkü O yaptıkları konusunda 
kimseye hesap vermek zorunda değildir. O’nu hesaba çekecek, yaptıkları konusunda 
O’nu cezalandırabilecek kendisi üstünde herhangi bir makam yoktur. Çünkü 
yaptıklarının tümünü hikmetle yapmaktadır. Hata etmeyen, geri adım atmayan, 
kararından dönmeyendir. Sorumlu olanlar yaratılmışlardır, sorumsuz olan da 
yaratıcıdır.
         “Rabbin, şüphesiz, her istediğini 
yapar.”
         (Hûd 107)
         “O, yaptığından sorumlu değildir, onlar 
ise sorumlu tutulacaklardır.”
         Veya ikinci bir anlayışa göre burada 
kast edilen Allah’ın elçisi Salih’tir (a.s). Onlara karşı görevini Allah’ın 
istediği biçimde yapmış, Allah’ın istediği biçimde onları bu konuda uyarmış, 
onların arınmaları, kulluğu tanımaları, takvaya ulaşmaları için elinden gelen 
her şeyi yap-mış olan Allah’ın elçisi, elbette görevini yapmış olmanın rahatlığı 
içinde onların başlarına gelecek bu cezanın sonucundan korkacak değildi. 
Görevini yapmış bir elçi olarak bu konuda ona herhangi bir korku ve sorumluluk 
gelecek değildi. Hûd sûresi de bunu anlatır:
         “Buyruğumuz gelince, Sâlih’i ve 
beraberindeki inananları -katımızdan bir rahmet olarak- o günün rezilliğinden 
kurtardık. Doğrusu Rabbin pek kuvvetli ve 
güçlüdür.”
         (Hûd 66)
         A’râf’ta da:
         “Sâlih de onlardan yüz çevirdi ve “Ey 
milletim! Andolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim; 
fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz?” dedi.”
         (A’râf 79)
         Sâlih (a.s) onlardan yüz çevirdi, 
onlardan uzaklaşıp şöyle bir tepeye çekildi ve az evvel beş bin insanın yaşadığı 
Medayin’e baktı, o insanlardan, o insanların evlerinden, medeniyetlerinden 
geriye kalanı şöyle bir seyretti ve dedi ki: “Ey kavmim! Andolsun ki ben size 
Rab-bimizin risa letini tebliğ ettim. Rabbimin 
bana gönderdiklerini ben size tastamam ulaştırdım. Bu konuda en küçük bir 
mâzeret gösteremeyeceğiniz biçimde size hakkı duyurdum. Ben bana düşenlerin 
tamamını yaptım ve size nasihat ettim. Sizin cennetiniz ve cehennemden 
korunmanız için ben size nasihatçi davrandım. Size son derece samimi davrandım, 
sizden hiçbir ücret istemedim. Sizin bana yaptığınız işkenceler ve 
yalanlamalarınız karşısında bıkıp usanıp, size kızıp darılıp da sizin 
cehenneminize göz yummaya kalkmadım. Şahsî meseleleri ön plana çıkarmadım. 
Sadece sizin için iyilik düşündüm ama:
         Lâkin siz nasihatçileri sevmiyorsunuz. 
Siz sadece sizin iyiliğinizi düşünen, sizi ezmeyi, sizi kullanmayı, size 
zulmetmeyi istemeyen ve sadece sizin arınmanız, cennetiniz ve mutluluğunuz için 
çırpınanları seviyorsunuz. Siz nasihati ve nasihatçiyi sevmiyorsunuz. Siz böyle 
sırf sizin iyiliğinizi isteyen insanları sevmiyorsunuz. Her an sırtınıza 
binecek, her dakika sizi ezecek, sizi kullanacak birilerinden hoşlanıyorsunuz. 
Bu tip zorbalar karşısında ancak hizaya geliyorsunuz. Bir peygamberden değil, 
zalim bir idareciden hoşlanıyorsunuz. Sizi seven, size değer veren ve sizin 
için, sizin kurtuluşunuz için her türlü fedâkârlığa katlanan bir elçiyi ciddiye 
almıyorsunuz da sizi ezenlerin karşısında ceket ilikliyorsunuz. Sizden çok sizi 
düşünen birisini değil, sizi her an ezen birilerinden  hoşlanıyordunuz ve işte böyle bir tutumun 
sonucunda da Allah’ın azabını hak ettiniz.” 
         Hz. Sâlih (a.s) kavminin başına 
gelenlere sevinmedi, aksine üzüldü. “Zavallılar ben size dememiş miydim? Ben 
size anlatmamış mıydım?” diyerek üzüntüsünü dile getiriyordu. İşte bu işin 
sonunda Allah’ın elçisi de korkacak ve üzülecek değildi, diyor 
Rabbimiz.
         Veya bunun bir üçüncü mânâsı da, o 
Allah’ın devesini öldürüp, toplumdan Allah’ın âyetini yok etmeye yürüyen, ileri 
atılan o en şaki kişi işlediği bu cürümden ötürü, bu suçun cezasından ötürü 
herhangi bir korku duymuyordu. Cesurca bu işin üzerine gidiyordu 
olacaktır.
         Böylece nefse ve onu düzenleyene, ona 
takvasını ve fücurunu ilham eden, sonra da onu arındıranların dünyada ve ukbâda 
kurtulacaklarına, aksini yapıp ta pislikten hoşlananların da kaybedeceklerine 
yemin eden Rabbimiz, buna tarihten bir örnek vererek konuyu perçinledi. 
         Bu sûrenin de sonuna geldik. Rabbim 
gereğiyle iman edip amel eden kullarından eylesin. Velhamdü lillahi Rabbi’l 
âlemin.
 
 
Teşekkür ederiz.
YanıtlaSil