Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
91., Nüzûl sıralamasına göre 26., Mufassal sûreler kısmının on ikinci grubunun
üçüncü sûresi olan Şems sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
15’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1. “Güneşe ve onun ışığına, 2.
Ardından gelmekte olan Ay’a, 3. Onu ortaya koyan gündüze, 4. Onu bürüyen geceye,
5. Göğe ve onu yapana, 6. Yere ve onu yayana, 7. Kişiye ve onu şekillendirene.
8. Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki: 9. Kendini
arıtan saadete ermiştir. 10. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana
uğramıştır. 11-12. Semûd milleti, içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı
yüzünden peygamberleri yalanladı. 13. Allah’ın peygamberi onlara, Allah’ın
devesini göstermiş ve: “Allah'ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın”
demişti. 14. Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri,
suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti onları.
15. Bu işin sonundan O’nun korkusu yoktur.”
Mekke’de, Mekke döneminin başlarında
nâzil olmuş ve birinci âyetinde geçen şems kelimesiyle isimlendirilmiş bir
sûreyle karşı kar-şıyayız. Sûre yine yeminlerle başlıyor. Kâinatta yarattığı
varlıklara ye-minler ederek, Güneşe ve duhasına, ona tabi olduğu, onu takip
ettiği zaman Kamere, Güneşi ortaya çıkaran gündüze, örttüğü zaman ge-ceye, göğe
ve onu bina edene, yeryüzüne ve onu döşek gibi döşeye-ne, nefse ve onu
şekillendirene, ona takvasını ve fücurunu ilham edip öğretene yeminle sûreye
başlıyor Rabbimiz. Sonra insanın iradesi üzerine, iradeli oluşuna, irade sahibi
olarak yaratılışına yemin ediyor.
Demek ki üzerlerine yemin edilen
bu varlıklar da, yine üzerine yemin edilen insan iradesi de üzerine yemine değen
nimetlerdir bizim için. Evet bu yeminden anlıyoruz ki insana Rabbi tarafından
verilen irade insanın yaratılışı kadar, yaratılış sonrası kendisine verilen
biçim ve şekil kadar, hattâ ondan daha önemlidir. Çünkü sûrenin devamın-da
insanın nefsini arındırması, ya da onu kötülüklere batırması gün-deme gelecek.
İşte bu iradenin işidir. İnsanın kendisini arındırıp te-mizlemesi veya pisliğe
batırıp bulaştırması iradenin işidir. İnsanın kendisini temizleyip arındırması,
iradesini bu yolda kullanmasının, kirli ve kötü işlere batırması da bu iradenin
kullanılmaması, ya da kötüye kullanılmasının sonucudur.
Evet üzerine yemin edilen bu irade çok
önemlidir. Ve bununla yine anlıyoruz ki Allah insanı kötü işleri yapmaktan
kurtarmadığı gibi, onu iyi işler yapmaya da zorlamıyor. Bunu insan kendisine
verilmiş bu iradesiyle gerçekleştirmektedir. Rabbimiz de onun bu hür iradesiyle
seçtiği iyi işlerinden dolayı mükâfatlandırırken, kötü eylemlerinden do-layı da
cezalandırmaktadır. Zaten kullar hakkında ceza ve mükâfatın söz konusu
olabilmesi için, ya da insanın bu iki şeyle muhatap ola-bilmesi için irade
şarttır. İradesiz ceza da, mükâfat da zulüm olur.
Evet bu iradeye de yemin edildikten
sonra bu iradeyi kötüye kullanan, kendisini kötülüklere batıran, azgınlaşan
insana tarihten bir örnek vererek bunu daha bir güzel perçinler. Şimdi sûrenin
âyetleri üzerinde genel ve hızlı bir gezinti yapıp tek tek âyetlerin tefsirine
ge-çelim inşallah.
Sûre
iki bölümden oluşmaktadır. Onuncu âyete kadar süren birici bölümde Allah,
kâinattaki bir takım olaylara kasem ederek, kendi varlığı için birer delil olan
bu muazzam olayları insanoğlu, belki dü-şünür ve Rabbinin azametini idrak eder
diye sergiliyor. Allah birbirine zıt olan varlıkları bir arada zikrederek,
bunlar kesin hatlarla birbirinden nasıl farklıysa, iyilik ve kötülüğün de öylece
birbirinden farklı olduğunu gözler önüne seriyor. Ayrıca, iyilik ve kötülük etme
eğilimlerinin insan fıtratına Allah tarafından yerleştirilmiş olduğu ve insanın
bu eğilimle-rinden hangisini güçlendirmeye çalışırsa, ona göre muamele göreceği
gerçeği vurgulanıyor.
Allah,
sûrenin bu ilk bölümünde yedi şey üzerine yemin ede-rek, nefsini kötülüklerden
temizleyenlerin mutlak anlamda kurtuluşa erdiklerini; şeytana uyup İslâm'a yüz
çevirerek nefsini kirletenlerin ise, yine mutlak anlamda helâk olduklarını
bildiriyor: "Güneşe ve aydınlığı-na, onu izleyen aya, güneşi ortaya çıkaran
gündüze, onu örten gece-ye, göğe ve onu yapana, yere ve onu düzelten nefse ve
onu şekillen-direne, sonra da ona kendisi için iyi ve kötü olanı öğretene yemin
ol-sun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini alçaltan ise
hüs-randadır" (1-10).
İkinci
bölümde, azgınlaşarak açık mucizelerle desteklenmiş peygamberlerini
yalanladıkları için helâk olan Semûd kavminin kıs-sası yer alıyor. Allah, fücur
ve takvayı insana ilham etmiştir. Ancak bu ilhamî bilgi insanın doğruları
ayrıntılarıyla öğrenip, kurtuluşa ulaşma-sına yetmez. Bu nedenle Allah,
insanlara doğruyu bildirmek için da-ima elçiler göndermiştir. Semûd kavmi de
bunlardan biridir. Sûrenin indirildiği dönem, müşriklerin zorbalıklarının
zirveye ulaştığı bir dö-nemdir. Allah, inkârcı zorba Mekkeli müşriklere,
Hicaz-Şam yolu üze-rinde, harabeleri gözler önünde olan Semûd kavmini örnek
göstere-rek, eğer İslâm'ın karşısında onların yaptığı gibi akıldışı katı
tutumla-rını devam ettirirlerse, sonlarının onlardan hiç de farklı olmayacağını
anlatıyor.
Bütün
inkârcıların durumları, mahiyet itibarıyla birbirinin aynı-dır. Dolayısıyla,
kendilerine mucizelerle te'yid edilmiş bir peygamber gönderilen sapık Semûd
kavmi ile Mekkeli müşrikler ve sonra gelen inkârcılar arasında, davranış biçimi
olarak, bir fark yoktur. Allah, Se-mûd kavminin helâkine sebep olan
davranışlarını ve ilâhî azaba müs-tahak oluşlarını sûrenin ikinci bölümünde şu
şekilde dile getiriyor: "Semûd kavmi azgınlığı yüzünden yalanladı. Hani
içlerinde en azılı olanı, deveyi kesmeye kalkmıştı. Bunun üzerine Allah’ın
peygamberi onlara: "Bırakın Allah'ın devesini, içsin" dedi Semûd kavmi ise onu
yalanladı ve deveyi kesti Rableri de işledikleri günahları sebebiyle azabı
başlarına geçirdi ve orayı yerle bir etti O, bu işin âkıbetinden korkacak
değildir" (11-15) İşte bu minval üzere devam eden
sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya çalışalım.
1. “Güneşe ve onun ışığına yemin olsun
ki,”
Rabbimiz, güneşe ve onun duhasına
yemin ediyor. Duha güneşin ışığı, ısısı anlamına geldiği gibi, güneşin, günün
başlangıcından güneşin yükselip parladığı, ışığının daha bir net gelmeye
başladığı zaman anlamına da gelir. Karanlıkları dağıtıp, eşyayı, varlıkları
görünür hale getirdiği zaman güneşin kuşluk vaktine yemin olsun ki! Yani sizin
ve tüm varlıkların istifadesine sunulmuş güneşin aydınlığına, ısısına ve ışığına
yemin olsun ki!
2. “Ardından gelmekte olan Ay’a da
yemin olsun ki,”
Güneşe tâbi olan, onu takip edip
arkasından gelen kamer’e yemin olsun ki! Güneşin batması ve aydınlığının
bitmesiyle onun fonksiyonunu icra etmek üzere doğan Ay’a yemin olsun ki! Yani
yeryüzünü aydınlatmak üzere batan güneşin yerine geçen veya ışığını güneşten
alan ay’a yemin olsun ki! Güneş gibi size menfaat kazandırmak üzere güneşe tabi
olduğu zaman ay’a yemin olsun ki.
Bu iki yeminle Rabbimiz iki âyetine
dikkat çekiyor. Ay da, güneş de Rabbimizin iki âyetidir. Her ikisi de diğer
âyetleri, diğer kulları gibi O’na boyun bükmüşlerdir.
3. “Onu ortaya koyan gündüze yemin
olsun ki,”
Aydınlığı ile gecenin
karanlığının örttüklerini açığa çıkaran, ya da güneşi ortaya çıkardığı zaman
gündüze de yemin olsun ki!
4. “Onu bürüyen geceye yemin olsun ki,”
Karanlığı ile tüm varlıkları
sardığı, bürüyüp örttüğü zaman geceye yemin olsun ki!
5. “Göğe ve onu bina edip yapana yemin
olsun ki,”
Bu muazzam gökyüzünü yaratıp onu
direksiz olarak bina edene de yemin olsun ki!
“Gökyüzünü kudretimizle Biz kurup bina ettik.
Muhakkak ki Biz geniş güç ve kudret sahibiyiz.”
(Zâriyât 47)
Rabbimiz burada kendi kudretine
ve hikmetine yemin etmektedir.
Üzerinize de sema bina etmiş Rabbiniz.
Gök inşa etmiş, arzı semâ ile birlik yapılandırmıştır.
Yani başınızın üstündeki şu gök kubbeyi de bu döşeği örten muhteşem bir tavan
yapmıştır. Şimdi söyleyin bakalım! İnsan olup ta bu döşeğe kurulmayan var mı?
İnsan olup ta bu evde oturmayan, bu binadan istifade etmeyen var mı? Allah’ın
si-zin için yarattığı bu muazzam binanın yanında fakirlerin imrendiği,
zenginlerin gururlandığı şu köşklerin, villaların ne önemi olabilir ki? Hepiniz
aynı hanede oturan, hepiniz bir döşekte yatan bir aile değil misiniz? Öyleyse
kimin evinde oturduğunuzu, kimin döşeğinde yattığınızı, kimin eşyalarını
kullandığınızı düşünün! Düşünün de kime kul olmanız gerektiğini iyi anlayın!
Kimin ekmeğini yiyor, kimin kılıcını sallıyoruz, Allah için bir
düşünün.
Rabbimiz yedi gök halinde semâyı
yarattı ve onu düzenledi, bina etti. Onları yerine koydu ve her bir semâya
istediğini vahyetti. Her bir semânın işlevini ona vahyetti, yahut her bir semâda
o semânın muhtaç olduğu melekleri ve kendisinden başka hiç kimsenin bilemeyeceği
şeyleri tertip buyurdu. Her semânın meleklerine orada cereyan edecek olayları
deruhte emrini telkin buyurdu. Rabbimiz, o semayı bina ederek bozulmaktan,
yıkılmaktan da korumuştur. İşte bu, Azîz ve Alîm olan, mutlak bilgi sahibi,
mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah’ın takdiridir. Bunu Azîz ve Alîm olan
Allah’tan başka kim yapabilir? Allah semâyı bina etmiş, binasından sonra da bu
binanın devamını sağlamış, kıyamete kadar da onu bozulmaktan korumuştur.
6. “Yere ve onu yayana yemin olsun
ki,”
Sizin Rabbiniz, sizin kendisine kul
olmanız, sizin hayat programlarınızı kendisinden almanız gereken Rabbiniz, öyle
lütuf sahibi bir Allah ki, şu altınızdaki yeri sizin için bir döşek yapmıştır.
Size bir yatak yapıp sizin rahatınıza sunmuştur onu. Orada yatıp kalkıyor, orada
uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz. Altınızdan çekiliverseydi bu döşek
nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı nerede yatıp nerede otururdunuz?
Demek ki bizi yaratan, ama yarattığı
gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı
için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rable karşı karşıyayız. Hayat,
ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın devamı. Dünyayı bizim için yaşam
yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz. Eğer bu dünya, bu mülk insanların elinde
olsaydı, bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilirler miydi? Şu gökyüzü, şu arz,
şu semâmızın simasını süsleyen yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini aydınlatan
hilâl, şu bize her saniye ısı ve ışık gönderen güneş, her an teneffüs ettiğimiz
hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular bir insanın ya da insanların
elinde olsaydı onu ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle
cömert bir Rabbiniz var.
Kimin ekmeğini yiyip kimin
kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nimetlerinden istifade edipte kimlere
kulluk ettiğinizi bir düşünün.
7. “İnsana ve onu şekillendirene yemin
olsun ki.”
Nefis insandır. Allah’tan gelen
ruhla topraktan yaratılan bedenin bileşkesine nefis, yani insan denir. Allah,
insanı yaratmış ve onu düzenleyip şekillendirmiştir. Ona en güzel şekli
vermiştir. Yarattığı bu insanı tesviye ederek ona el, ayak, göz, kulak, akıl,
fikir, feraset vermiştir. Böyle mükemmel uzuvların yanında ona doğrulabilme,
ayağa kalkabilme, elleriyle yiyeceğini ağzına götürebilme, konuşup meramını
anlatabilme, düşünebilme, iyiyi-kötüyü, hayrı-şerri, hakkı-bâtılı,
tak-vayı-fücuru seçebilme özelliği vermiştir. Rabbimiz, insanı ahsen-i takvim
üzere yaratmıştır. Hakkı bulmasına, doğru yola girmesine, takvayı tanımasına,
fücuru bilmesine, hidâyeti kabullenmesine engel olacak hiçbir eksiği, gediği
yoktur. Fıtratını İslâm’ı kabule hazır yaratmıştır Rabbimiz. Mayasını onunla
yoğurmuştur. Rasûlullah efendimizin:
“Her doğan çocuk İslâm
fıtratı üzerine doğar, ama sonradan babası, anası ve içinde bulunduğu toplum onu
İslâm’dan saptırıp Yahudi, Hristiyan, ya da dinsiz yapar”
hadisi de işte bunu
anlatmaktadır.
Rum sûresi de bunu
anlatır:
“Ey Muhammed! Hakka yönelerek kendini
Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında
değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu
bilmezler.”
(Rum 30)
İnsanı böyle tesviye edip düzgünce ve
hidâyeti kabule hazır yaratan Rabbimiz aynı zamanda:
8. “Sonra da ona iyilik ve kötülük
kabiliyeti verene andolsun ki:”
Rabbimiz bu insana takvayı da,
fücuru da ilham edip göstermiştir. Ona takvanın yolunu da, isyanın yolunu da
göstermiştir. Hidâyet yolunu da, dalâlet yollarını da gösterip bildirmiştir. Bu
ikisini tanıyıp ayırt edebilecek ölçüyü de vermiştir insana. İşte zaten insanın
mü-kemmelliği de buradan gelmektedir. Rabbimiz, insana iyiyi-kötüyü,
hakkı-bâtılı, hayrı-şerri, hidâyeti-dalâleti, takvayı-fücuru birbirinden ayırt
edebilecek akıl bağışlamıştır.
“Elheme,” ilham etti, zihinlerine
yerleştirdi, fıtratlarına koydu, fıtratlarını bunun bilinciyle yoğurdu anlamına
gelmektedir. Buradan anlıyoruz ki insanda iyiliğin de kötülüğün de dürtüsü,
bilinci vardır. Bu insanın fıtratına, mayasına yerleştirilmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisleri bu anlamı apaçık bir şekilde
genişletmektedir:
"Kötülük yapmak seni üzüyorsa,
artık sen müminsin"
(Ahmed
b. Hanbel, Müsned, V. 251-252).
Yine
Ebu Musa El Eş’arî’den intikal eden bir başka hadislerinde Rasûlullah Efendimiz
şöyle buyurur:
“İyilikleri kendisini sevindiren,
kötülükleri ise kendisini üzen kimse mü’mindir.”
Kısa
ve net bir ifade. Yaptığı iyiliklerden dolayı sevinen, içten içe memnun olan,
böyle bir huzur dolu dünyaya giden, ama kötülük yapmışsa o da kendisini üzen
kimse mü’mindir. Fakat bunu bize söyleyenin peygamber ve ondan bize nakledenin
de sahabe olduğunu unutmadan hareket edelim. Öyle olunca söze tekrar dönüp kimi
problemler oluşmasın diye yeniden bir açıklama derdine düşelim. Meselâ enva-ı
çeşit din mensubunun, inanç mensubunun birlikte yaşadığı bir toplum düşünelim.
Yâni hırsızlığın son derece güzel, ama büyük suç kabul edildiği farklı
insanların bir arada yaşadıkları bir toplum farz edin. Ben hırsızlık dedim, sen
soysuzluk anla. Ya da namus ve namussuzluğu anla. İçkiyi, kumarı, adam öldürmeyi
cezayı gerektiren bir suç, ya da takdir edilip ödüllendirilmeyi gerektiren bir
güzellik kabul eden karışık, karmaşık bir toplumda yaşadığınızı düşünün.
Söyleyin o zaman, herkes her bir yaptığının iyilik olduğunu ve bununla
sevindiğini iddia edecek, tam tersine kötülükler de kendisini üzecek. O zaman
herkes mü’min mi olacak? Meselâ para kazansın da nereden ve nasıl kazanırsa
kazansın. Kasası kesesi dolup şişsin de nasıl olursa olsun diyen insanların
yaşadığı bir bölgede, bir beldede, birilerine satılmaz bir malı satan, kötü bir
malı iyi diye satan, aldattıkça para kazanan ve böylece sevinen insanlar
duyacaksınız. Ya da tersine sa-tamayan, zorlanan, bir başkası tarafından
aldatılan insanlar da üzülecekler kimi kötülüklerden dolayı. Şimdi söyleyin bu
insanlar mü’min mi sayılacaklar?
Öyle
değil, bunu peygamber söylüyor olarak düşünüyoruz. Ebu Musa El Eş’arî naklediyor
olarak düşünüyoruz. Öyleyse iyi ve kö-tü konusunda tanımımızı yeniden
canlandıralım kafamızda. İyi nedir? Mukabili olan kötü nedir diye düşünüyoruz.
İyi ve kötü konusunda bu-güne kadar çok çeşitli tanımlar yapmışlar. Meselâ
pragmatist bir mantıkla, faydacı bir anlayışla faydalı olan iyi, zararlı olan da
kötüdür demişler. İlk bakışta çok güzel gibi. Aman Allah’ım ne kadar da güzel.
Tut ve bırakma. Faydalı olan iyi, zararlı olan kötü. Peki söyleyin, kime? Kime
faydalı ve zararlı olan? Deyince apışıp kalmışlar. Öyle ya kime faydalı olan
iyi, kime zararlı olan kötü? Bu konuda bir ölçü bulunmalı denmiş ve yeni bir
ekol, bir kapitalist veya bireyci sistem çıkmış ortaya. Birey adına faydalı olan
iyi, zararlı olan da kötü olsun denilmiş. Tamam, demişler çözdük. Yıllarca
peşinde koşmuştuk, üç beş kişi çıktı kafamızı bulandırdı, yok tamam, artık şimdi
hallettik bu işi dercesine birey adına ölçüyü koymuşlar ortaya, bireyin iyi
dediği iyi, kötü dediği de kötüdür demişler.
Ama
problem daha çok büyümüş. Çünkü bireylerden biri adına bir olay çok iyi olurken,
aynı olay diğeri adına çok kötü olmuş. Meselâ aldatmak birisi için iyi, ama
karşıdaki aldatılan için de bu olay çok kötü olmuş. Birine göre malı pahalı
satmak iyi, ucuz satmak öteki için iyi olacak iken onun için kötü olmuş durum.
Nice binlerce örnek çıkmış ortaya. Ne yapsalar, şaşırmışlar.
Yeni
bir ekol türemiş, kollektivist sistem diye. Ya da toplumcu düzen. Demişler ki
birey adına olmasın bu iş, toplum adına olsun. Toplum adına iyi olan iyi olsun,
kötü olan da kötü olsun. Yâni faydalı olan iyi, zararlı olan da kötü olsun.
Alkışlansa da yine aynı çürüklük, yine aynı boşluk insanların başına belâ olmaya
devam etmiş. Peki ne yapacağız? Kolayı var aslında. Ta baştan gitseydik Allah’a,
yâni çıkmaz sokaklar arttıkça, insanlar battıkça, uçuruma yuvarlandıkça yine
Allah’a gitseler yine kârdır onlar için de, ama hani hiç batmadan gitseler daha
iyi olmaz mıydı? Çünkü olayı Allah ve Rasûlüne havale ederek şöyle deseydik:
Allah’ın iyi dediği iyi, kötü dediği de kötüdür. Öy-leyse bunu peygamber
buyurduğuna göre bu açıdan değerlendiriyoruz, Allah’ın Resûlünün dediğine göre
bir insan Allah ve Resûlünün iyi dediği şeyleri yaptıkça seviniyorsa, kötü
dedikleri şeyleri de yaptıkça üzülüyorsa işte bu insan mü’mindir.
Ne
dersiniz? Mü’min olmanın ilk şartı iyilikle sevinmek, kötülükle üzülmekten önce
iyilik ve kötülüğü tanımak değil mi? Çünkü dö-nün sözü sondan alın isterseniz,
siz nelere üzülüyordunuz? Acaba o üzüldükleriniz Allah ve Resûlünün kötü dediği
şeyler miydi? Ya da siz nelere seviniyordunuz? Acaba o sevindiğiniz şeyler Allah
ve Resûlünün iyi dediği şeyler miydi? Değilse bilesiniz ki baştan yanlıştasınız.
Çünkü siz ne iyiyi, ne de kötüyü bilmiyorsunuz ki sevindiğiniz ve üzüldüğünüz
şeyler sizi mü’min etmesin.
Ağlayanlar,
iki gözünden yaş dökenler, perişan olanlar. Ya da bütün bir hayatını kapkaranlık
zindan edenler. Tersine sevinen, coşan, kendisinden geçenler görürüsünüz. Sizler
de bir vakitler öyle ya da şimdi böylesindir. Peki söyle Allah aşkına sen o
sevincini Allah’ın iyi dediklerine bağlamamışsan, sen o üzüntünü Allah’ın kötü
dediklerine irtibatlı kılmamışsan o zaman ne anlamı var bunun, seni mü’min
etmedikten sonra? Yâni nice insanlar vardır ki bir âyet öğrenmeye
se-vinemedikleri halde bir deve kazanmaya sevinmişlerdir. Nice insanlar vardır
ki bir yanlışını düzeltmeye sevinemediği halde nice yanlışlar kazanmaya, nice
yanlışlar sürdürmeye sevinmiştir. Nice insanlar vardır ki kocasının, veya
karısının namazsızlığı onu çok üzmemiştir. Olur böyle şey demiştir. Kocası
içkiye başlayınca; eh ne yapalım erkektir, yapar böyle diyebilmiştir. Kocasının
hattâ eve getirdiği ekmeğin hırsızlığın ürünü olduğunu bilmiş olsa da kadın, eh
ne yapayım elimden ne gelir diyebilmiştir. Çok fazla üzülmemiştir bunlar için.
Ama kocası kendisin de, çocuklarının da, başka insanların da dünyasını
yıkacağını zannettiği bir büyük suç işlemeye başlamıştır, yani suçlardan birini
özelleştirmiştir ve o zaman üzülmüştür. Öyle üzülmüştür ki hattâ boşanmaya
yürümüş, hattâ namazını bırakmış, hattâ sıhhat ve âfiyetini kaybedecek kadar
kahrolmuştur. Ne dersiniz? Buna üzülen bu kadın bu üzüntüsüyle daha iyi müslüman
olma sevdasında mıdır?
"Her çocuğu annesi fıtrat üzere
dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni
onu hristiyan; yahûdi, mecûsî yapar. Eğer ana-babası müslüman iseler, çocuk da
müslüman olur"
(Buhâri, Cenâiz, 79; Müslîm, Kader,
23-25)
"Beş şey fıtrattandır: Sünnet
olmak, kasıkları tıraş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk
altın-daki tüyleri yolmak"
(Buhâri,
Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahara, 49)
''Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk
söz Lailaheillallah olsun "
(Abdurrezzak
Sanânı, Musannef, Beyrut 1970, IV, 334)
"İçini tırmalayan, kalbinde
çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terk et"
(İbn
Hibban. Hakîm).
"Hayr, nefsin kendisine ısındığı,
kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer de nefsin kendisine
ısınama-dığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıstıraplar meydana
getiren şeydir, her ne kadar müftiler hilafına fetva verseler de. "
(Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV, 194).
"Müftiler sana fetva verseler de
bir kere kalbine da-nış"
(Dârimî,
Buyû, 2).
"Ameller niyete
göredir"
(Buhâri, Itk., 6).
"Seni işkillendiren şeyi bırak,
işkillendirmeyene geç"
(Hanbel, Nesâî, Taberânî),
"Kötülük, insanın içine sıkıntı
verir"
(Müslim,
Birr, 14).
Evet, Rabbimiz insanı yaratmış, onu
tesviye etmiş, en güzel özelliklerle donatmış, ahsen-i takvim üzere kılmış ve
ona takvasını ve fücurunu da ilham etmiştir. İnsan sûresi de aynı konuyu
anlatır:
“Biz insanı katışık bir nutfeden
yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini
sağlamışızdır. Şüphesiz ona yol
gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük.”
(İnsan 2-3)
Yani biz insanı yarattık, onu semi’ ve
basir yaptık. İşitici ve gö-rücü yaptık. Niye? Deneyelim, imtihan edelim diye.
Ya da ona kulaklar ve göz verdik. Duyan ve gören yaptık ki imtihan edelim.
Gören ve duyan kıldık insanı. Aslında
hayvanlar da öyledir. Onlar da görür ve duyarlar. Ama insanı hayvandan ayıran
başka özellikleri de vardır. Bunu şöyle de anlayabiliriz: Cenab-ı Hakk’ın iki
tür âyeti vardır. Biri kulağa, ötekisi de göze yönelik âyetler. Birisi şu arz ve
semâvâttaki Allah’ın görsel âyetleri, ötekisi de kulağa yönelik âyetler ki şu
elimizdeki işitsel Kur’an’ın âyetleri. Dinlenip algılanan, sonra amele
dönüştürülmesi gereken âyetler. Bir semi olarak algılayacağımız âyetler, bir de
basir olarak algılayacağımız âyetler. İşte Allah di-yor ki, biz insanı semi’ ve
basir yaptık, yani biz insana bu iki tür âyeti verdik.
Niye böyle yapmış Allah insanı? Çünkü
biz onu imtihan ediyoruz, deniyoruz. Bu imtihana müsait yarattık onu, yani biz
insanı bu imtihana konu olan görsel ve işitsel âyetlere mutabakat edecek biçimde
yarattık. Hani İsrâ’da göz, kulak ve kalp hepsi bu işten mes’ul olacaktır
deniyordu ya, işte anlıyoruz ki insanın sorumluluğunun temel merkezi de budur.
Göz, kulak, kalp ve akıl. İnsana bu özelliklerin verilmesi, insanın bu şekilde
yaratılması, yani insanın insanca yaratılması, iyiyi-kötüyü, takvayı-isyanı
ayırt edebilecek bir özellikte yaratılması onun mükellef oluşunun
gerçekleştirilmesi demektir. Ona takvasının ve fücurunun ilham edilmesi de, onun
semi’ ve basir oluşunun da anlamı da budur.
Beled sûresinde de aynı konu
anlatılır:
“Biz onun için iki göz, bir dil ve iki
dudak var etmedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik
mi?”
(Beled
8-10)
Biz onu yola hidâyet ettik. Yani yolu
bulabilecek, hidâyeti kabullenebilecek biçimde yarattık. Öyle bir yol ki, iki
şekilde gidilir. Ya şükredilerek ya da küfredilerek. Ya Allah yolunun yolcusu,
ya da şeytan yolunun yolcusu olarak gidilir. Ya da aslında yol tektir de, iki
tip gidiş vardır. Meselâ bir trafik kurallarına göre gidiş var, bir de keyfine
göre gidiş. Bir Allah’ın gösterdiği biçimde gidiş, bir de kendi hevâ ve
hevesleri istikâmetinde gidiş. İşte insana ikisini de gösterip ilham ettik,
diyor Rabbimiz. Yani insan bu yolun ikisini de bilmektedir. Bunun bilgisi ve
hissiyle yarattık onu. Öyleyse insanın dizginleri kendi elindedir. İsteyen
kendisini bildiği, tanıdığı takva, hidâyet, kulluk ve saadet yoluna sevk eder,
isteyen de fücur, isyan yoluna sevk eder.
Yine Kıyamet sûresinde de insanın bu
bilgiyle yaratıldığı anlatılır. “Nefs-i Levvame”ye
yemin ederek, Rabbimiz insanın
iyiliğin ve kötülüğün hissine, bilgisine sahip olduğunu anlatıyordu. Yani kendi
kendini kınayan, yaptığı şeylerin iyilik ve kötülük, takva ve fücur olarak
farkında olan nefse yemin ediyordu. Yaratılış, fıtrat gereği, buna vicdan da
diyebiliriz. Her insanın içinde iyiliğin de, kötülüğün de hissi vardır. Takvanın
da, isyanın da bilgisi vardır. Bu kişi ne kadar da vicdanen bozulmuş, tefessüh
etmiş olursa olsun, onun vicdanında mutlaka kötülük yapmamasını ve iyilik
yapmasını isteyen bir dürtü vardır. Böyle birisinin belki iyilik ve kötülük
ölçüsü, itaat ve isyan kriteri yanlış olabilir. Ama yine de ona vicdanı
yaptıkları konusunda itiraz eder. Yaptığı bir isyan ve kötülük karşısında mutlak
sûrette vicdanı ona bu-nu yapmamalıydın der.
Bu insanın salt bir hayvan
olmadığını, iyilik ve kötülüğü tefrik edebilme özelliğini gösterir. Meselâ insan
kendine bir başkası tarafından kötülük yapılsa, vicdanında onun cezalandırılması
gerektiğine dair bir duygu belirir değil mi? Kesinlikle kendisine bu kötülüğü
yapan kimsenin cezalandırılması gerektiğine inanır, değil mi? İşte aynen bu-nun
gibi kendisi de başkalarına kötülük ettiği zaman vicdanı onu rahatsız eder.
Fıtratında var olan takvalı davranışı, kulluğa yönelişi onu huzura sevk ederken,
kötülüklere bulaşması onu her zaman rahatsız eder.
İnsana verilen bu fıtrat çok
önemlidir. İnsan
ve ona ait organlar fıtrat üzere kaldıkları sürece, Allah’a teslim olurlar. Eğer
onlara dış etkenler tesir etmezse, onların fıtratında Âlemlerin Rabbine
teslimiyet vardır. Bu bakımdan İslâm fıtratın dinidir. İslâm, fıtrat olarak
Allah’a teslim olma kabiliyetinde yaratılan organların bu teslimiyetlerini
sağlar. Ancak, hayatına İslâm’ın hakim olmadığı kimseler şeytanın saptır-masıyla
bu kabiliyetlerini ters yönde kullanırlar. İslâm’a göre inanmanın ve ibadet
etmenin iki kaynağı vardır. Bunun birincisi insandaki bu fıtrat’tır. İnsanın
yaratılışı, tabiatı (doğası) Allah’ın dini İslâm’ı kabul et-meye, onu
uygulamaya, Allah’ın emirlerine uymaya; kısaca yalnızca Allah’a ibadet etmeye
uygundur. Allah (cc) insanın aslını böyle temiz ve saf
kılmıştır.
İnanmanın
ikinci kaynağı, insanın kendi çabasıyla ve irade-siy-le inanması, İslâm’ı hayat
nizamı olarak seçmesi, ya da kendi arzu-suyla ibadet ederek sevap kazanmasıdır
(kesb-kazanç). Allah (cc), fıtrat’a zıt özelliklerin ve anlayışların bulunduğu
yerlerde elçileri ara-cılığıyla din gönderir ve insanları öz fıtratlarına uygun
davranmaya ça-ğırır. İnsanın kendi fıtrat’ına uygun olarak Allah’ı bir bilip
O’na kulluk etmesi de ‘hanif’liktir. Peygamberimiz (sav) buyuruyor
ki:
“Her çocuğu annesi fıtrat üzere
dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası
onu hırıstiyan, yahudí, mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba
müslümansalar, çocuk da müslü-man olur.”
Bütün
insanlar saf, temiz, İslâm’a meyilli bir şekilde yaratılırlar. Ancak onu eğitim,
çevre ve dış etkenler değiştirir, fıtrattan uzaklaştırır, ya da fıtrata uymayan
davranışları yapmasına sebep olur. İnsanı itaat etmeye de isyan etmeye
kabiliyetli yaratan Rabbimiz, ona Hak-k’a uyacak, Hakk olan şeyleri tercih
edebilecek kabiliyetleri de vermiştir. Fıtrattan ayrılmayan, bozulmayan kimse
Allah’ın âyetlerine ku-lak verir, gereğini yapar. Çünkü yapısında bu maya, bu
özellik bulunmaktadır. Şeytan ve fıtrata aykırı dış faktörler insanı bu durumdan
uzaklaştırırlar. İslâm, insanı asıl fıtratına davet eden, fıtratının gereğini
yapmasını sağlayan Ilâhí dindir. Mü’minler, insanların hayra ve imana eğiliminin
önündeki engelleri kaldırmakla, insanları fıtratlarıyla yüz yüze getirmekle
yükümlüdürler. Kendi fıtratlarını yeterince tanıyanlar, Allah’ı bırakıp başka
tanrılara tapınmazlar. İslâm’da cihad ibadeti insanları bu fıtratla yüz yüze
getirme çabasıdır.
İnsanlar,
güzel, doğru, Hakk’a uygun, adaletli, isa betli
iş yapı-yorsalar, merhametli, şefkatli ve iyiliksever iseler, hatalarından
dolayı pişman oluyorlarsa, insanları, hayvanları, tabiatı, çocuklarını,
düşkün-leri seviyorsalar, ana-babalarına ve başkalarına iyilikte
bulunuyor-salar; fıtratlarının gereğini yapıyorlar demektir. Kötü, çirkin,
yanlış iş yapanlar, zalim ve merhametsiz olanlar, günaha düşenler ve isyan
edenler, inançsız olanlar veya yalancı tanrılara ibadet edenler temiz
fıtratlarından uzaklaşanlardır. Allah (cc) insanları kendi fıtratlarına uy-gun
davranmaya davet ediyor. Bu fıtrat ta Allah’ın insanlara gönder-diği İslâm’a
inanıp ona uygun yaşamaktır. İslâm, insanların temiz fıt-ratlarına uygun hareket
etmelerini istiyor. Bu bakımdan ‘fıtrat’a müda-hele; örneğin, vücudun şeklini
değiştirmeyi, kadınların erkeklere, er-keklerin kadınlara benzemesini, canlı
türlerine onları bozmak üzere el atmayı, hoş
görmemektedir.
Kısaca
fıtrat, Fâtır olan Allah’ın insanlara ve varlıklara yoktan var ederek verdiği
kabiliyet, onlara ait programdır. Allah’ı tanıma ve O’na ibadet etme eğilimi,
ruh temizliği, olumlu yetenekler ve benzeri şeylerdir. İnsana düşen bu temiz
fıtratı tanımak ve ona uygun davran-maktır. Yaratılış, yapı, karakter, tabiat,
mizaç, Peygamberlerin sün-neti, kalb-i selim, âdetullah. Ayrıca hilkat, tabii
eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir.
Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve
idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır.
Fa-ta-ra
fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: oru-cu açmak; infitâr:
yarılmak, açılmak; futûr: yarıklar, çatlaklar anlamın-dadırlar. Fıtrat; ilk
yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her ya-ratılışı da anlamında
toplar. Yani herhangi bir şeyin bir maddeden ve-ya ilk yaratılıştaki gibi
yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun or-taya çıkış biçimine ve
taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir. Yaratığın fıtrat
üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir. Kâinatın Allah'ın
fıtratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fıtratullah
ifadeleriyle isimlendirilmektedir.
Fıtratın
geniş anlamları Kur'an-ı Kerîm'de şu âyetlerde açık-lanmaktadır:
"Sen Hakka yönelerek kendini
Allah'ın insanlara yaratılışta (Fıtratallah) verdiği dine ver. Zira Allah'ın
ya-ratmasında değişme olmaz. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu
bilmezler"
(Rûm,30).
"Allah sizi annelerinizin
karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak,
göz ve kalb vermiştir''
(Nahl,78).
"Allah'ın kanununda bir değişme
bulamazsın "
(Fâtır,43;
Rabbimiz insanın mayasını yoğururken
ona takvasını da, fısk u fücûrunu da ilham etmiştir. Takvanın, kulluğun yolunu
da, isyanın yolunu da göstermiştir. Bir de üstelik kitaplar ve vahiy göndermek
sû-retiyle bize takva yolunu da, isyan yolunu da beyan edip açıklamıştır. İşte
gerek bu fıtratına konan özellik, gerekse kendisine gönderilen va-hiyle:
9. “Kendini arıtan kurtulup saadete
ermiştir.”
İşte buraya kadar edilen
yeminlerin cevabı budur. İşte bu kadar yeminin arkasından Rabbimizin anlatacağı
konu budur. Buraya kadar yeminlerle bizim dikkatlerimizi çekip bizi intibaha,
uyanıklılığa dâvet ettikten sonra Rabbimiz söyleyeceğini söyledi. Neymiş mesele?
Kendini tezkiye edip arındıran kurtulmuştur. Dikkat ederseniz önceki yeminlerin
konusuna uygun bir ifadeyle konuyu ortaya koyuyor Rab-bimiz. Önceki yeminlerde
zıtlardan söz edilmişti. Gece-gündüz, güneş-ay, yükseltilmiş semâ, serilmiş arz,
sonra birbirine zıt iki eğilim verilmiş nefis, takva-fücur, itaat-isyan,
iyilik-kötülük…Nasıl ki bunlar birbirlerinin zıddıysa, nasıl ki bunların
sonuçları da birbirlerinden fark-lıysa arınma ve kötülüklere batmak da ayrı ayrı
şeylerdir. Bunların so-nuçları da farklıdır. Birinin sonucu kurtuluş, ötekinin
ise cezadır. Birinin sonucu cennet, ötekininse cehennemdir.
Kendini tezkiye eden, arındıran
kurtuluşa ermiştir. Peki acaba bu tezkiyeyi nasıl anlayacağız? Acaba bu
tezkiyenin, arınmanın yolu nedir?
'Tezkiye',
zekât kelimesinin de aslı olan "zekâ" fiilinden gelir. Zekâ, sözlükte temizlik,
paklık, artıp büyümek mânâsında nemâ, feyiz ve bereket anlamlarına gelir.
'Tezkiye' ise temizlemek, geliştirmek, fe-yizlendirmek, büyütmek ve temize
çıkarmak demektir. Aynı kökten gelen "zekât", Allah'ın bereketlendirmesinden
meydana gelen nemâ-dır, artıştır ve temizliktir. Bu, dünyalık ve âhiretlik işler
hakkında kulla-nılmaktadır. Zekât, aynı zamanda zengin müslümanların, Allah'ın
hakkı olarak fakirler için ayırdıkları paydır. Bununla onlar, mallarının
bereketinin artmasını isterler. Ya da zekât ibâdetiyle nefislerini tezkiye
etmeyi/temizlemeyi arzu ederler. Yine aynı kökten gelen "ezkâ", daha temiz, daha
iyi ve daha feyizli anlamındadır. 'Zekiyy' kelimesi de aynı kökten türemiştir.
Tertemiz, günahsız demektir ki Hz. İsa'nın bir özelli-ğidir. Cebrâil, Meryem
(a.s.)'e zekiy/tertemiz bir çocuk müjdelemek için görevlendirilmişti. Türkçe'de
kullanılan 'zekî-akıllı' kelimesinin pel-tek z (zel) ile yazıldığını ve farklı
bir fiilden türediğini hatırlayalım.
'Tezkiye',
kavram olarak, nefsini temizlemek, onu şirk, günah, nifak, rics, cehâlet, kötü
duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve takvâyı öğretmek
demektir. İşte bu âyet-i kerimede bu mana ortaya konulmaktadır. Allah (c.c)
nefsi, insana ait iç benliği dü-zene koydu ve ona hem takvâsını hem de fücurunu
(isyan etmeyi) öğretti. Nefis, isyan veya itaat edebilecek bir yapıda yaratıldı.
Bundan sonra kim nefsini tezkiye ederse (temizlerse) kurtulur, onu günahla örtüp
saran da yıkıma uğrar dendi.
Allah
(c.c), bunun yanında neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, rüşd ve sapıklık
yollarını göstermiştir (2/Bakara, 256). İnsan nasıl ha-reket ederse doğru yola
gider, nasıl inanır ve yaşarsa sapıtır, zarara uğrar; hepsini göstermiştir.
İnsanlara bunları açıklayacak elçiler ve el-çilerle beraber apaçık beyyineler
(belgeler/İlâhî kitaplar) gönderilmiş-tir. Yani insan nefsine, itaat etme veya
isyan etme yeteneği verilmiş ve bunlardan hangisini seçeceği kendi irâdesine
bırakılmıştır. İnsan fücur (günaha girme) yollarına girmez, takvâ elbisesini
yırtıp atmazsa nefsini tezkiye etmiş olur. İnsanlardan kim nefsini tezkiye
ederse, bu kendi lehinedir, bunun kazancı kendisinindir (Fâtır,18). Nefislerini
tezkiye edip arınanlar için öldükten sonra şüphesiz Adn cennetleri vardır. Onlar
orada temelli kalacaklardır (Tâhâ, 76). "Kim tezkiye yaparsa (arınırsa) o elbette
kurtulmuştur." (A'lâ, 14).
İnsanı tezkiye edip arındıran önce
Allah’tır. Çünkü fâil-i mutlak O’dur. İnsana takvasını da, fısk u fücurunu da
gösteren, onu buna müsait yaratan ve bu konuda yol gösteren O’dur. Tezkiyeyi,
tezek-kî’yi, arınmayı temizlenmeyi ortaya koyan Allah olduğuna göre, elbette
bunun yolunu, usulünü, kuralını ortaya koyan da O’dur. Onun gösterdiği yol
temizlenme ve arınma yoludur. Rabbimizin tarifinin dışındaki tüm yollar
bâtıldır, boştur.
Allah'ın
insanları tezkiye etmesine aracı olanlar şerefli elçiler-dir. Onlar, Rabbimizin
bildirdiği emir ve hikmetlerle insanların nefisle-rini her türlü İslâm dışı
şeylerden temizlerler. Tezkiye, Kur'an'ın bir emri ve bir ibâdet eylemidir. Bu
anlamda tezkiye, takvâya ulaşmak için bir çaba, insanı Allah'tan uzaklaştıracak
her şeyden kaçma, nefsi fücur sayılan şeylerden alıkoymaya gayret göstermektir.
Kelime anla-mından hareketle, temizlenmek, arı olmak, pak olmak, aydınlanmak,
nemâlanmak ve hayır yönünden çoğalmak demek olan tezkiye, bir di-ğer deyişle
İslâm'ın bir başka adıdır. Nefsin tezkiyesi, mü'minin haya-tında başlı başına
bir faâliyettir. Bunun nasıl olacağı Kur'an'da anlatıl-maktadır. Peygamberimiz
(s.a.s.) de bunu yaşayarak bize öğretmiştir.
Evet, ikinci olarak tezkiye eden,
arındıran Allah’ın elçileridir. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerîm’de elçilerinin tezkiye
görevinden söz eder. Bu âyetlerden birisi şöyledir:
“Andolsun ki Allah, inananlara,
âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve hikmeti öğreten, kendilerinden
bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık
sapıklıkta idiler.”
(Âl-i İmrân
164)
Peygamber’in (a.s) görevlerinden birisi
de ümmetini tezkiye etmek, insanları
arındırıp tertemiz hale getirmektir. Küfürden, şirkten, nifaktan, cahiliyeden
insanları arındırmak, vicdanlarını, kalplerini, düşüncelerini, niyet ve
amellerini, aile hayatlarını, içtimaî yaşantılarını temizlemektir. Bir Müslüman
yirmi dört saatlik hayatını Allah’ın şu ki-tabına ve Resûlü’nün sünnetine göre
yaşarsa, o kişi hayatını temizlemiş demektir. Bir toplum da hayatını bu kitaba
göre ve bu kitabın pratiği olan Peygamberin sünnetine göre yaşarsa o toplum da
temizlenmiş demektir. Öyleyse tezkiye bu kitaba göre bir hayat
yaşamaktır.
Kitabın ve Peygamberin görevi buysa,
öyleyse bizim de görevlerimiz bunlardır. Biz de kendimize ve topluma Allah’ın
âyetlerini okuyacağız, toplumda bu âyetleri öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Bu
kitabı okuyacağız. Herkese, kadın-erkek, genç-ihtiyar herkese. “Zaten bu
insanlar Kur’an’a iman ediyorlar, onlara niye okuyacağız?” de-meyeceğiz. Çünkü
Kur'an Müslüman’a da, kâfire de uyarıdır. Kur'an Müslüman’a hatırlatma, kâfire
de uyarıdır. Öyleyse bunu mutlaka biz de gerçekleştireceğiz. Bu okuduğumuz
insanlar arasından öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Kur'an’ı pratikte yaşamak
isteyenlere de işte kitabın pratiği budur diye onun pratiğini de göstereceğiz ve
böylece hem kendimizin hem de o insanların temizlenmesini sağlamış olacağız.
İşte Peygamber (a.s), insanları her türlü bâtıl düşüncelerden, ef-sanelerden
temizleyerek onları apaçık imana ve hidâyete ulaştırıyor.
Bakın bu tezkiye konusunu Nâziât sûresi
de şöyle anlatıyor:
“Tuva’da, kutsal bir vadide, Rabbi ona
şöyle hitap etmişti: Firavun’a git; doğrusu o azmıştır. Ona de ki: “Arınmağa
niyetin var mı? Rabbine giden yolu göstereyim ki O’na saygı duyup korkasın.”
(Nâziât
16-20)
Bir zamanlar Hz. Mûsâ, Rabbinin emriyle
Firavun’un ayağına gitmişti de ona: “Ey Firavun! Var mısın, haydi temizleyeyim
seni! Hay-di istersen seni tezkiye edeyim! Temizleyeyim seni! Seni tezkiyeye,
temizlenip arınmaya götüreyim mi? Sana tezkiye yolunu göstereyim mi? İstersen
gel senin yolunu Rabbine çıkarayım! Rabbine, temizlen-meye giden yolu
göstereyim!” demişti. İşte tezekkî budur. İşte tezkiye, arınma budur. Rabbe
giden yola girmek, Rabbe kulluk yoluna girmek, Rabbin koruması altına girmek ve
Rabbin istediği hayata talip olmak…
Nefis
tezkiyesi, başlıca iki anlamda kullanılmaktadır:
1-
Onu kirletecek her türlü küfür, cehâlet, yanlış inançlar, kötü duygular ve kötü
huylardan temizlenmek,
2-
Bu gibi kötü şeylerden temizlendikten sonra ona; iman, ir-fan, güzel ahlâk,
iyilik duygusu, takvâ gibi güzel şeyleri aşılayıp çevre-sine hayır ve bereket
yayacak duruma getirmektir.
Bu
iki anlamda nefis tezkiyesi, Allah'ın insan üzerinde bir hak-kı olmakla beraber
insanın faydasınadır. Bu tezkiye işi, yapması yö-nüyle kişiye, sebep olması
yönüyle irşad ve terbiye ediciye (Resûle), yaratma yönüyle de Allah'a nispet
edilir.
Takvâ sahibi mü'minler, nefislerini
şirkle, isyanla, kötü ahlâk ve kötü düşüncelerle, Rabbe karşı câhillikle, yüz
kızartıcı hatalarla kir-letmezler. İslâm'ın açık ölçülerine uyanlar, Allah'ın
koyduğu sınırlara dikkat edenler, helâli bilip haramdan uzaklaşanlar; şüphesiz
temiz bir kalbe sahip olurlar. Bu, nefis tezkiyesidir. Mü'minler, dininin kötü
de-diği ve haram saydığı şeyleri yanılma veya hata etme sonucu yapar-larsa;
bütün bunlara tevbe ederler, pişman olurlar, itaat ve duâ ile ne-fislerini
arındırırlar. Nefis tezkiyesi için özel törenlere, uzun uzun şart-lara, yedek
yardımcılara ihtiyaç yoktur. İslâm'ın her şeyi ve onu hak-kıyla yaşamanın
yolları bellidir. İnsanın kendi kafasından yeni, bağ-layıcı ve hattâ işi
zorlaştırıcı kurallar koyması gereksizdir.
Değilse, işte nefis tezkiyesi için bir
kenara çekileceksin, eline tesbihi alacaksın, şunları şunları yapacaksın vs, vs.
Hayır, tezkiye bu değildir. Allah’ın dediklerini yapacaktır kişi ancak o zaman
tezkiye olur. Allah’ın dediği gibi vahiyle tanışacak, tanıştıkça hem
niyetlerini, hem düşüncelerini, hem bakışlarını, hem de amellerini bu tanıştığı
vahiy doğrultusunda temizleyecektir. İşte o zaman tüm hayatı vahiyle yıkanmış ve
temizlenmiş olacaktır.
Vahye göre malın temizlenmesi,
tezkiyesi Allah’ın dediği gibi kazanıp harcamakla, zekât ve infakladır. Yani
mala ilişkin temizlik an-cak Allah’ın gösterdiği şekilde olur. Gerek kazanma,
gerekse harcama konusunda vahye mutabakat etmeyen, Allah’ın istediğine uygun
hareket etmeyen bir kişinin malı temiz değildir. Gözün temizlenmesi, gözün vahye
mutâbık kullanılmasıyla mümkün olacaktır. Onun Allah’ın bakılmasını, görülmesini
istediği yerde kullanılması, yani hakkı görmekte, hakka bakılmakta kullanılması,
Allah’ın metluv ve meşhud âyetlerinin okunmasında kullanılması gözün
tezkiyesidir. Başın temizlenmesi, başkalarına göstermemek ve kocasına
süslenmektir. Yoksa her gün şununla yıkamak, şu şampuanı kullanmakla değildir.
Ağzın temizlenmesi hakkın sözcüğüyledir. O ağzın Allah’ın istediği biçimde
vahyin sözcülüğünde kullanılmasıdır. Yoksa filan macunu kullanmakla, falan
estetik ameliyatla değildir.
Kalbin, nefsin tezkiyesi de
kişinin eylemlerinde, kavil, fiil ve davranışlarında niyetini Allah’ı halis
kılmasıyladır. Tüm yaptıklarında, tüm konuştuklarında Allah için niyet taşır
hale gelmesidir. Çünkü kalp, niyet makamıdır. Kalp, kabul ve ret makamıdır. İşte
kalbin tertemiz ol-ması budur. Kalp temizliği Allah’ın istediği biçimde olur. Bu
konuda kendi kendimize bir kısım usuller koymaya hakkımız
yoktur.
Hz. Mûsâ, Allah'tan emir alır almaz
hemen Firavun’a gitti ve bakın şöyle dedi: “Gel îman et ey Firavun! Îman et de
temizlen! Allah yoluna gir de arın! Var mısın gel seni tezkiye edelim! Seni
küfürden, şirkten, isyandan, Allah’a kafa tutmaktan, tâğutluktan kurtaralım! Gel
seni hevâ ve heveslerine tapınmaktan, Allah karşısında bilgi ve güç iddiasında
bulunarak kendi hayat programını Allah’ınkine tercih edişten kurtaralım. Yani
Firavunluğunu, Firavunlaşmanı bitirelim! Firavunluğuna bir son verelim!”
Tezkiye budur işte. Tezkiye,
Firavunluğa son verip Allah’a kul-luğu gerçekleştirmenin adıdır. Yani kendi
kendini putlaştırıp, hayat programını Allah’a sormadan yaşamaktan vazgeçip,
vahiyle diyalog kurmanın adıdır. Kitaptan habersiz bir hayat yaşamaktan vazgeçip
kitapla tanışmanın adıdır. Peygamberi tanımadan bir hayat yaşamayı bırakıp,
peygamber örnekliliğinde bir hayata talip olmaktır tezkiye. İşte Kur’an’ın
anlattığı tezkiye budur.
Bakın elçisi Hz. Mûsâ’nın şöyle
dediğini anlatıyor Rabbimiz: “Ey Firavun! Gel seni Rabbine ileteyim! Seni
Rabbini bilmeye, Rabbini tanıyıp O’nunla diyalog kurmaya ileteyim de O’ndan
korkasın, haşyet duyasın. O’nun koruması altına girerek O’nun istediği gibi bir
hayat yaşayasın!” Zira Rabbi bilmeyen O’na karşı saygı duymasını da bi-lemez.
Rabbi tanımayan bir insanın arınması, temizlenmesi de mümkün değildir. Hani “Nefsini tanıyan Rabbini da tanır.”
Diyorlar ya, hayır bunun aslı tam tersidir. “Rabbini tanıyan nefsini tanır”
demek Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçektir. Çünkü biz nefsimizi de, onun
tezkiyesini de Rabbimizden öğreneceğiz. Bu konuda başka bir kaynağımız yoktur. O
halde Tezkiye, Rabbi bilmeye bağlıdır. Rab-bi bilmenin yolu da Kitap ve
Sünnetten geçer. O halde Tezkiye, Kitap ve Sünneti tanımak demektir. Kitap ve
Sünneti tanımayan birinin nefsini tezkiye iddiası da
boştur.
Bakın nitekim âyetin devamında
buyruluyor ki:
Sonra da Hz. Mûsâ Firavunun
tezkiyesinin gerçekleşmesi için Ona büyük âyetleri gösterdi. Ona büyük
mûcizeler, âyetler gösterdi. Yani ona Allah’ın Yüce âyetlerini gösterdi. Öyleyse
tezkiye Allah’ın âyetleriyle gerçekleşecektir. Öyleyse biz de Rabbimizin
âyetlerini görerek, Rabbimizin âyetleriyle tanışarak kendimizi tezkiye edip
arındırmak zorundayız. Bizler de bu âyetlerle kendimizi arındırdığımız, kendi
tâğutluklarımızı bu âyetlerle temizlediğimiz gibi Allah’ın elçileri gibi
Firavunlara ve Firavun gibilere gideceğiz. “Gel Rabbinin kitabına!” diyeceğiz.
Bize gel! Bizim gibi ol! Bizim gibi yaşa! Bize bak! Bizi örnek al! Bizim
yolumuza, bizim metodumuza, bizim hizbimize, bizim partimize, bizim cemaatımıza
gel demeyeceğiz asla.
Ya ne? Gel Rabbine! diyeceğiz.
Gel Rabbinin dinine! Gel İslâm’a diyeceğiz. Zira unutmayalım ki bizimki hiçbir
zaman temel değildir. Allah bizim metodumuzun dışında da farklı yollar tarif
ediyor. Sonra insanları İslâm’a, Kur’an’a ve Peygambere değil de kendimize
çağırırsak insanlar bizde çakılır kalırlar ve bizi bir adım öteye geçemezler,
bunu da unutmayalım.
Allah’ı, Allah’ın kitabını tanıyarak
Allah’ın tarif buyurduğu biçimde kendini tezkiye eden kurtulmuştur.
Ama:
10. “Kendini fenalıklara gömen kimse de
ziyana uğramıştır.”
Önceki kişinin tamamen tersine vahiyle
tanışmayarak, Allah’ın hayat programından habersiz bir hayat yaşayarak kendini
kirletip pisliklerin içine gömen kişi de kaybetmiştir, ziyan etmiştir.
“Dessa, tedessi,” bastırmak, örtmek,
saptırmak anlamlarına gelmektedir. Allah’ın nefislerine koyduğu iyilik, hayır ve
takva özelliklerini bastıranlar, fıtratlarını, fıtrî özelliklerini örtenler,
fıtratlarının seslerine kulak vermeyenler, takvalarını örterek fısk ve
fücurlarına imkân verenler, itaat duygularını bastırıp isyanlarına destek
verenler kaybetmişlerdir. Allah’la diyalog kurmayanlar kaybetmişlerdir. Allah’ın
ki-tabı, Allah’ın yasaları yerine kendi hevâ ve hevesini putlaştırıp tanrı
edinen, hevâsı istikâmetinde bir hayat yaşayan kişi kaybetmiştir.
Allah’ı unutmuş, Allah’tan gelen
basiretlerle ilgi kurarak kendisini arındırmaya çalışmamış, Allah’ın kitabından
ve peygamberin sün-netinden habersiz olduğu için, Allah’ın kendisi adına
belirlediği kulluk programına teslim olmak yerine kendi bilgisine, kendi hevâ ve
heveslerine teslim olmuş, ya da başkalarının hevâlarına teslim olmuş, başkaları
için yaşamayı, tâğutlar için yaşamayı, moda için, çevre için, â-detler için
yaşamayı, başkalarına kulluk etmeyi alışkanlık edinmiş kişi kendi kendisini
pisliğin, günâhların, isyanların içine düşürmüş, hem dünyada ve hem de âhirette
ziyana uğramış, kendi kendisini kötüye harcamış insandır.
Dünyaya dalmış, dünyayı ve
dünyalıkları kıble edinmiş, tapınırcasına dünyaya sarılmış ve bu yüzden de
günahlara batmış kişi kendi kendini mahvetmiştir. Bakın Allah’ın Resûlü bu
hususu bir hadislerinde şöyle haber verir:
“Suda yürüyüp de ayakları
ıslanmayan var mı? Dünya perest de böyledir. Günahlardan uzak
kalamaz.”
Hadis
son derece açık ve net. Bir defasında bir hadis üzerinde sesli düşünmeye ve
düşündüklerimi etrafımdakilerle paylaşmaya çalışıyordum. Dinleyenlerden birisi
Allah kendisinden razı olsun, oldu mu dedi? Yâni Allah’ın Resûlünün sözü
apaçıktı, sen onu kapalı zannettin ve anlatmaya başladın. Ne olacaktı, niye lafı
uzattın dedi. Yâni işte peygamberimizin dediği kapalı değil ki, açığın açığı.
Kimi âyet ve hadisler için bu söz gerçekten çok değerlidir. Ama nedense
insanlardan çoğu anlat diyorlar, biz de anlatıyoruz. Halbuki bakın apaçık bir
söz. Suda yürüyüp de ayakları ıslanmayan var mı? Önce böyle soruyor Al-lah’ın
Resûlü. Suda yürüyeceğim ve ıslanmayacağım. Zemin su ve ben yürüyorum, ayaklarım
ıslanmayacak. Efendim, ben ayaklarıma naylon poşet geçirdim, ondan dolayı
ıslanmadım. Ayaklarıma çizmeler giydim, ondan dolayı ıslanmadım.
Öyle
değil mesele. Anlatılan bir insan ayakları çıplak suda yürüyecek ve
ıslanmayacak, olur mu bu? Mümkün değildir değil mi? Aynen bu işin ciddiyeti,
vehameti gibi düşünün, dünya perest de böyledir diyor peygamberimiz. Yân,
dünyaya sevdalı, dünya benim olsun sevdasında, aman ben dünyanın olayım
sevdasında olan bir kişi de böyledir, o da günahlardan uzak kalamaz. Ben hem
dünyayı severim, hem dünyaya sevdalıyım, hem dünyaya taparcasına dünya benim
olsun derdindeyim, hem de hiçbir günaha bulaşmadan dünyayı kucaklamaya, dünyayı
içmeye, dünya tarafından içilmeye çalışıyorum demsi de mümkün olmayacaktır.
Mutlaka o kişi günahlara dalacak, günahlara batacak, günahlarla beraber
olacaktır.
Fıtratını örtmüş, Allah’ın kendisine
verdiği melekelerini kullanmama konusunda ısrarlı davranmış kişi kendisini
insanlıktan çıkarıp hayvanlardan da aşağıya inmiş insandır. Gözünü, kulağını,
aklını, kal-bini Allah’ın âyetlerine kapamış ve böylece kör, sağır, akılsız,
duygusuz hale gelmiştir. Artık ona ne derseniz deyin, ne kadar âyet
gösterirseniz gösterin hiçbir şey duymayacak ve hiçbir şey anlayamayacaktır. Her
şey boş olacaktır onun için. Artık ne Allah, ne peygamber, ne kitap, ne gökler,
ne yerler, ne cennet, ne cehennem, ne hesap, ne ki-tap onun kalbini harekete
geçiremeyecektir. Hiçbir şey onun için etkili olmayacaktır. Allah’tan gelen
basiretlerle ilgi kurup Allah’ın hidâyetine tabi olmayan bir adamın yol bulması
da kesinlikle mümkün değildir.
Bu tür insanlar, arzularını,
heveslerini putlaştırmış insanlardır. Canları ne isterse onu yapmaktan
çekinmezler. Zevkleri, nefisleri neyi hoş görürse onu yaparlar. Hiçbir kayıt
altına girmek istemezler. Ne Allah, ne peygamber, ne kitap, ne din, ne haram, ne
helâl tanımazlar. Aslında bir tek Allah’a kulluktan, bir tek Allah’ın yasalarına
tabi olmaktan kaçarlar ama pek çok İlâhlara kulluk ederler. Bir tek Allah’a
kulluktan kaçacağız derken pek çok İlâha tapınırlar. Bir tek Allah’tan
ka-çacağız derken pek çok İlâhın kucağına düşerler. Nefislerinin, arzularının,
tutkularının, şeytanların, tâğutların kucağına düşerler. Böylece kendilerini en
şerefli makamdan indirip en kötü konuma düşürür, ken-dilerini kirletip ziyan
ederler.
Evet, demek ki Yüce
Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irade ve-rerek imtihan etmek için getirmiştir.
Bu imtihan âleminde şerrin bulun-maması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış
hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu âlemde insanlara, içlerinden peygamberler
gönderecek doğru yolu göstermiştir: "Biz ona (insana) iki yol gösterdik"
(Be-led, 90-10) Ve sizleri şer ve hayır (yolları) ile imtihan etmek için
deniyoruz ve sonunda bize döndürüleceksiniz" (Enbiya, 35). Üstelik insanın
ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham
etmiştir: "Her bir nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona
kötülüğün (ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu
(nefsini = ruhunu günah ve şerden) temizleyen felaha
ermiştir”
Rabbimiz kendilerini vahiyle
arındıranların hem dünyada hem de âhirette kurtulduklarını, vahiyden habersiz
bir hayat yaşayarak kendilerini pisliğe gömenlerin de hem dünyada, hem de
âhirette kaybettiklerini yeminle gündeme getirdikten sonra şimdi de buna
tarihten bir örnek verecek. Bakın Allah’la, Allah’ın vahyiyle, Allah’ın
elçisiyle savaşa tutuşarak kendilerini ziyan eden Semûd’un durumu nasıl
olmuş?
11. “Semûd milleti azgınlığı yüzünden
hakkı yalanladı. İçlerinden en azgını ileri atılınca, Allah’ın peygamberi onlara, Allah’ın devesini
göstermiş ve: “Allah’ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın!” demişti. Onu
yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı
onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti
onları.”
Semûd kavmi, Âd kavminden sonra gelmiş,
onların halefi olarak Medine ile Kudüs arasında “Hicr” denilen bölgede yaşamış bir
kavimdir. Hattâ Allah’ın Resûlü Tebûk taraflarına giderken: “Buradan hızlı
geçin, zira burası kardeşim Sâlih’in devesini katlettikleri yerdir” buyurmuştur.
Semûd’un en büyük şehirlerinden birisi olan belki de merkezi olan “Medayin-i Sâlih”tir. Daha sonra bu
şehrin harabeleri üzerinde yapılan incelemelerden anlaşılıyor ki bu şehrin
nüfusu 500 bin civarındaymış. Bu toplum muhtemelen helâk edilen üçüncü
toplumdur. Kendilerinden önce sırasıyla Nuh kavmi, Âd kavmi helâk edilmiş ve
onların arkasından bu toplum gelmiştir.
Kur’an’ın başka yerlerinden öğreniyoruz
ki Rabbimiz bu topluma kardeşleri Sâlih’i (a.s)’ı göndermiş ve Sâlih (a.s) da
tıpkı kendisinden önceki peygamberler gibi onları Allah’a kulluğa, takvaya,
arınmaya çağırmış. “Ey kavmim Allah’a kulluk yapın, sizin Allah’tan başka
İlâhınız yoktur. Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz, hatırını kazanacağınız,
çektiği yere gideceğiniz İlâhınız yoktur sizin” buyurmuş. Rabbimiz buyurur
ki:
Semûd milleti azgınlığı yüzünden
onu yalanladı, hakkı yalanladı. Semûd milleti, izledikleri fısk ve fücuru terk
etmeye razı olmadıkları, içine gömüldükleri pisliklerinden vazgeçmeye hazır
olmadıkları, fücuru terk edip takvaya yönelmeyi istemedikleri, arınmaya razı
olmadıkları için Allah’ın elçisi Sâlih’i (a.s) ve onun getirdiği mesajı
yalanlayıp reddettiler. Fıtratlarının sesini, fıtrî özelliklerini bastırarak
Allah’ın elçisini ve onun getirdiği vahyi yalan saydılar. Pislik içindeki
hayatlarının değişmesine razı olmadıkları için Allah’tan gelen hayat programını
yalanladılar. Fısk ve fücuru takvaya tercih ettiler. Pisliği arınmaya tercih
ettiler. A’râf sûresinde anlatıldığına göre Allah bunlara bir de mûcize
göndermişti.
“Rabbinizden size bir Beyyine
geldi.”
(A’râf 73)
O Rabbinizden size bir beyyine var.
Önceki elçilerin mesajlarının aynısı, ama burada bir farklılık var. Rabbinizden
size bir beyyine gelmiştir. Rabbinizden size bir mûcize gelmiştir. Yani sizin
elçi olarak beni kabullenmeniz ve benim dediklerim istikâmetinde bir hayat
yaşayarak temizlenmeniz konusunda Rabbinizin size bir tehdidi var. İşte
Rabbinizden size böyle bir beyyine, bir mûcize gelmiştir. Bu mûcize, bu
beyyine:
İşte şu Allah’ın devesidir ki onda
sizin için ayet vardır. O sizin için Rabbinizden bir âyettir. Onu bırakın, ona
ilişmeyin ki, Allah’ın arzında otlasın. Ona kötülük etmeyin ki Allah’ın azabı
size dokunmasın buyurulurken burada da:
“Allah'ın peygamberi onlara, Allah’ın
devesini göstermiş ve: “Allah’ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın!”
demişti.”
Rivâyetlere göre Sâlih’in (a.s) toplumu
kendisinden bir mûcize istemişti. “Ey Sâlih bize reddedemeyeceğimiz bir mûcize
getirirsen, o zaman sana ve Rabbine iman edeceğiz” demişler. Rabbimiz de onlara
bu dişi deveyi göndermiş. Cenâb-ı Hak sert bir kayadan böyle dişi bir deve
çıkarmış. Tabii ki bu deve böyle normal bildiğimiz bir deve değil. Allah’ın
âyeti dendiğine göre mûcize bir deveydi bu, harikulade bir deve. Ona inanmak
Allah’a iman demek olan, ona ilişmek de Allah’a ilişmek olan bir deve.
O deve Allah’ın bir âyetiydi ve ona
karşı Allah nasıl davranılmasını emretmişse öylece davranmaları gerekiyordu.
Allah’ın elçisi Hz. Sâlih onlara diyor ki: “Bırakın, dokunmayın bu deveye de
Allah’ın arzında dilediği gibi yesin, içsin. Ona kötülükle dokunacak olursanız
Allah’ın azabına uğrarsınız.” Bu deveye kötü bir şekilde yaklaşmak, kötülük
yapmak üzere dokunmayacaklardı. Ama kötülüğün dışında meselâ süt almak ya da
başka şeyler için dokunabileceklerdi. Zira arz da Allah’ındı, deve de
Allah’ındı. Allah’ın âyeti olan bu deveye karşı Allah’ın istediği gibi davranmak
zorundaydılar. Allah’ın âyetine hayat hakkı tanımak zorundaydılar. Allah’ın
arzında Allah’ın yasalarına, Allah’ın âyetlerine hayat hakkı
tanıyacaklardı.
Allah’ın elçisi: “Allah sizi yeryüzüne
yerleştirdi. Sizden önce helâk edilenlerin yerine şu anda sizi yerleştirdi ve
size sayısız nimetler verdi. Allah’ın size verdiği bu nimetleri hatırlayın da
yeryüzünde fesat çıkarmayın. Yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni bozmayın.
Allah’a itaatten çıkarak, Allah’ın emirlerini terk edip yasaklarını işleyerek
fısk ve fücura düşmeyin. Kendi kendinizi alçak bir konuma düşürmeyin. Allah’ın
sizlere kulluk adına verdiği bu nimetleri sırf zevkleriniz istikâmetinde
kullanmaya kalkışmayın. Rabbinize karşı takvayı, kulluğu tercih ederek her yerde
Allah’a secdeyi gerçekleştirin. Her yeri Allah’a secde mahalli kılın. Her yerde
Allah’ın istediği gibi davranarak Allah’a kulluğu gerçekleştirerek halifelik
hakkınızın devamını sağlayın” dedi.
Anlaşılan o ki, Sâlih (a.s) toplumunu
Allah’a dâvet eder. Her toplumda olduğu Sâlih’in (a.s) toplumunun içinden de
sadece zayıf olanlar ve fakirler bu dâvete icabet ederler. Varlıklılar,
yöneticiler, top-luma egemen olanlar iman etmezler. Bunlar, bu kâfirler o
toplumda kendilerine ters olan bu insanları ikinci, üçüncü sınıf vatandaş,
mus-taz’af görerek imanlarından dolayı onları sorgulamaya çalışırlar. Tıpkı şu
andaki müstekbirlerin imanlarından dolayı aşağı gördükleri Müslümanları
sorgulamaya çalıştıkları gibi. “Gelin bakalım, bizim iznimiz olmadan sizler
nasıl inandınız? Bizler bu işe okey demeden nasıl örtündünüz? Bizlerin müsaadesi
olmadan şunları şunları nasıl yaparsınız?” dedikleri gibi, onları da sorgulamaya
çalışıyorlar.
İşin en ilginç tarafı da düne kadar
tükürüklerini bile lâyık görmedikleri bu ayak takımını, bu kölelerini
imanlarından ötürü artık ciddiye almaya ve onları kendilerine muhatap kabul
etmeye başlıyor-lardı. Yani düne kadar bu adamlar, bu Müslümanlar onların
kölesiydiler ve efendilerinin gözünde hiçbir değerleri yoktu. Ama bu zayıf
kimseler Müslüman olur olmaz artık onları muhatap kabul ediyorlardı. Eğer bu
kimseler uyanmayıp onların ayak takımı olmaya devam etselerdi, gözlerinde yine
beş paralık değerleri olmayacaktı.
Öyleyse şunu hiçbir zaman
unutmayalım ki, bizler de bugün bu kâfirlerin karşılarına net ve açık
Müslümanlar olarak çıkarsak, kendilerinden farklı bir kimlikle onların
karşılarına çıkabilirsek, o zaman bizi bu imanlarımızla değerlendirecekler.
Yoksa bu adamlar bizi neyle değerlendirecekler? Atla mı, arabayla mı, servetle
mi, parayla mı? Biz bunlarla bu adamların karşısına çıkmaya çalışırsak,
unutmayalım ki ebedîyen dünyaya tapınan bu adamların elindekilere
ulaşamayacağımıza göre bizim elimizdekiler hep onlarınkinden az olacağına göre,
yine bir değerimiz olmayacak demektir. Başka neyle çıkabileceğiz bu adamların
karşısına? Demokrasiyle mi, laiklikle mi? İslâmî olmayan sosyal
yapılanmalarımızla, eğitim anlayışlarımızla mı?
Bunlar bizim çömezlerimiz, diyecekler. Bu
adamlar bizim artıklarımızla geçinen, bizi taklit eden, bizi efendi görüp
bizimkileri kapmaya çalışan köleler, diyecekler. Peki o zaman neyle çıkacağız bu
adamların karşısına? İmanla, Kur’an’la çıkacağız, bunlardan farklı bir hayat
anlayışıyla, bunlardan farklı bir kimlikle Müslüman kimliğiyle çıkacağız. İşte o
zaman bu adamlar bizi muhatap kabul edecekler, başka çaresi yoktur bunun.
Mü’minler kâfirlerin karşılarına
Müslüman kimliğiyle dikilince, bakın onlar ne dediler:
“Büyüklük taslayanlar, “Sizin
inandığınızı biz inkâr ediyoruz” dediler.”
(A’râf
76-77)
Müstekbirler de dediler ki: “Biz
de sizin inandıklarınızı inkâr ettik. Biz de sizin mü’mini olduğunuz şeylerin
kâfiri olduk.” Sizin inandıklarınızın doğruluğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz
demiyorlar da biz onların kâfiriyiz diyorlar. Aslında onlar da peygamberin hak
olduğunu biliyorlardı. Onlar da Sâlih’in (a.s) hak peygamber olduğunu ve bu
devenin mûcize bir deve olduğunu biliyorlardı. Biliyorlardı ama hayatlarının
değişmesinden, fücur programlarının bitmesinden korktukları, arınmaya karşı
isteksiz oldukları, menfaatlerinin kesileceğini bildikleri için iman
etmiyorlardı. Peygamberin mesajına iman ettikleri zaman hayatları değişecekti.
Arınıp temizlenecekler ve artık bundan sonra kan emmeye devam edemeyeceklerdi.
Zulümlerini sürdüremeyecek-lerdi de onun için iman
etmiyorlardı.
Şehirde inananlarla kâfirler arasında
çekişme oldu. Toplum, temizler ve pisler diye ikiye ayrılıverdi. Tabi arınanlar,
vahyi kabullenenler, Allah’ın elçisi Sâlih’in (a.s) safında yer alanlar çok
azınlıktaydı. Ekseriyet arınmayı değil, pisliği tercih etmişti.
“İçlerinden en azgını ileri
atılınca,”
”Kavmin en bedbahtı, en şakîsi,
en eşkıyası Allah’ın bu mûcize devesini öldürmek için ileri atılınca.”
Anlayabildiğimiz kadarıyla şe-hirde dokuz kişilik bir eşkıya grubu vardı.
Onların,
şakîlerin en büyük özelliği, Allah'ın
hükümlerine baş kaldırmak, onlara karşı gelmektir. Şakîler, gerçeğin ortaya
konulmaması için uğraşırlar, Hakkın sesini kısmaya çalışırlar, çapulculuk
ederler, toplumun huzurunu bozarlar, Hakk temsilcilerine tuzak kurarlar.
Kitabımızda şakîler anlatılır.
Hz.
İsa (a.s.), kendisinin bir 'şakî' olmadığını, annesine iyilik e-den bir kimse
olduğunu söylüyor.
(Meryem,
32)
Cehennem
ehli, dünya hayatında Allah'ın âyetleri okundu za-man onları yalanladıklarını,
'şekavetleri' yüzünden sapık bir topluluk haline geldiklerini itiraf
ederler.
(Mü'minûn, 103-110)
'Şakî'
kelimesinin iki âyette de 'mahrum olmak, istediğine ka-vuşamamakla mutsuz olmak'
anlamlarına da geldiği görülmektedir. Zekeriyyâ ve İbrâhim (a.s.), Allah'a duâ
ettiklerini, Allah'tan başkasına ibâdet edenler gibi duâlarının sonucundan
mahrum ve bedbaht ol-madıklarını söylüyorlar. Şüphesiz Allah duâlara icâbet
eder. Ancak, bazılarının taptığı putlar asla bir şey yapamazlar. Dolayısıyla
onlardan medet umanlar, onlara yalvaranlar sonunda bedbaht olurlar, duâla-rının
karşılığını alamazlar, şakî, yani mahrum, perişan olurlar.
(Meryem, 4, 68).
İnsan
doğuştan 'saîd (mutlu, huzurlu ve yaptıklarıyla saâdeti hak eden)' veya 'şakî'
olarak doğmaz. Bu özelliği insanlar sonradan kendi tercihleriyle elde ederler.
Allah'tan gelen hidâyete uyanlar, ha-yatının her alanında İlâhî ilkelere tâbî
olanlar, iki dünyada da 'saîd-mutlu' olurlar. İlâhî hidâyete sırt çevirenler
kendi elleriyle şekaveti ter-cih ederler.
Görüldüğü
gibi, Kur'an, bütün insanlara saâdetin, huzurun ve doğru bir hayat sürmenin
yolunu çok açık bir şekilde ortaya koymak-tadır. Kimilerinin mutluluk sandığı,
nefsin hoşuna giden, şehvetlerin yönlendirdiği hayat şekilleri, İslâm'dan ve
onun getirdiği ölçülerden uzak yaşantılar saâdet değildir. Kişiye Allah (cc)
katında iyi bir sıfat kazandırmayan hayat anlayışı, mutluluk diye
adlandırılabilir mi? Allah-tan gelen hidâyete tâbî olanlar, rüşd yoluna girip
hak dinin ilkelerine göre yaşayanlar, saâdet programına sahip olanlardır. Bu
anlamda İs-lâm, yani Allah'ın râzı olacağı hayat şekli, saâdetin kaynağı; bütün
bâ-tıl yollar ise şekavetin kaynağıdırlar. İnsandan beklenen, kendine şe-kavet
kazandıracak, yani onu mutsuzluğa ve bahtsızlığa sürükleyecek yollara gitmek
değil, saâdet yolunu arayıp bulmaktır.
Ama bakın bu eşkıya grubunun içinden en
şakileri ileri atılıp deveyi biçmeye yönelince. Allah’ın elçisi Hz. Sâlih onları
tekrar uyardı. “Allah’ın devesine ilişmeyin! Allah’ın âyetine dokunmayın!
Allah’ın âyetini ortadan kaldırmaya kalkışmayın! Allah’ın âyetine düşmanlık
yapmaya kalkmayın! Yoksa Allah sizin belânızı veriverir! Allah sizin defterinizi
dürüverir! Yapmayın, etmeyin, Allah’la savaşa tutuşmayın” diye Allah’ın elçisi
onları ısrarla uyardı. Ama Peygamberin feryatlarını dinlemediler. Uyarılara
aldırış etmediler de:
“Onu yalanladılar ve deveyi
boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli
azap indirdi; yerle bir etti onları.”
A’râf’ta da deniliyor
ki:
“Ve dişi deveyi kesip devirdiler;
Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar ve “Ey Sâlih, eğer sen peygambersen bizi
tehdit ettiğin azaba uğrat bakalım” dediler.”
(A’râf 77)
Allah’ın âyetini, deveyi
biçtiler. Tabi büyük bir deve olduğu için ayaklarından biçip
öldürdüler.
Bu devenin bir özelliği vardı, bir gün
toplum kuyulardan su içmeyecek ve sadece bu deve su içecek ve ikinci gün de
içtiği bu suyu süt olarak kavme ikram edecek ve tüm kavmi doyuracaktı. İkinci
gün de bu deve su içmeyecek ve kavim kuyulardan su içecekti. Yani Medayin-i
Sâlih’in 500 bin civarında nüfusu olan bir şehir olduğunu düşünürsek bir tek
deve 500 bin insanı sütle doyuracaktı. Gerçekten büyük bir mûcizeydi bu deve.
Gerçekten de toplum için hayırlıydı, bereketliydi bu deve. Ama kâfirler Allah’ın
bu âyetine tahammül edemediler. Kâfirler hiçbir zaman Allah’ın âyetine tahammül
edemezler.
Çünkü Allah’ın âyetlerinin
hayatlarında, toplumlarında varlığı sürekli onları takvaya, arınmaya, kulluğu
çağıracak ve sürekli kendi pisliklerini yüzlerine vurarak rahatsız edecekti
onları. Onun için Allah’ın âyetinin varlığına tahammül edemediler de Allah’ın
âyetini ortadan kaldırmaya yöneldiler. Allah’ın arzında Allah’a hayat hakkı
tanımadılar. Allah’ın âyetine hayat hakkı tanımadılar ve kendileri için hayır
olan, tek suçu kendilerine süt verip onları beslemek olan bu deveyi ayaklarından
biçerek öldürüverdiler. Tabi büyük bir deve olduğu için onu ayaklarından biçip
öldürdüler.
Kâfirlerin fıtratında, küfür tabiatında
faydalıyı ret vardır. Kâfir kesinlikle hayra, hakka dayanamaz. Kâfirin hayra,
hayırlıya, bereketliye tahammülü yoktur. Bu deve kendileri için hayırlıydı,
bereket kaynağıydı. Bu devenin bir tek suçu vardı, o da süt vermek. Süt verip bu
insanları doyurmak… Bunun dışında başka bir suçu yoktu bu devenin. Ama
kâfirlerin mantığı ters çalıştığından bu hayra tahammül edemediler. Tıpkı şu
anda yeryüzünde tek suçu süt vermek olan, ürettikleriyle tüm dünyayı doyurmaktan
başka bir suçu olmayan Müslümanları öldürmek için günümüz kâfirlerinin
soyundukları gibi...
Müslümanlar, Sâlih’in (a.s) devesine
benzer. Şu andaki Müslümanların yeryüzünde varlıkları da insanlık için hayırdır.
Bugün Müslümanların bir tek suçu var. O da tıpkı Sâlih’in (a.s) devesi gibi süt
vermek… Yani ürettikleriyle tüm dünyayı beslemek. Ama bugünkü kâfirler de tıpkı
dünün kâfirleri gibi bu hayra tahammül edemiyorlar. Bu hayrın varlığına tahammül
edemiyorlar da yeryüzündeki tüm Müslümanları yok etmek için çırpınıyorlar.
Yeryüzünde Allah’ın âyetine, Allah’ın arzularının görüntülenmesine, Allah’ın
yasalarının temsil edilmesine tahammül edemiyorlar.
Yeryüzünde Allah’ın âyetlerinin
varlığına ve hüküm ferma olmasına tahammül edemiyorlar. Yeryüzünde kıstası yok
etmeye çalışıyorlar. Çünkü kesin biliyorlar ki, yeryüzünde Müslümanlar var
olduğu sürece, Allah’a kulluğu sergiledikleri sürece, yeryüzünde takva
uygulandığı sürece, yeryüzünde arınmışlar, temizler var olduğu sürece bâtılların
bâtıllıkları anlaşılacak, sapıkların sapıklık noktaları açığa çıkacak,
kirlilerin kirliliği anlaşılacak ve kendilerine hayat hakkı kalmayacaktır.
Vicdanlarındaki takva duygusunun açığa çıkıp ta kendilerini rahatsız etmesinden
korktukları için takvayı ve takva taraftarlarını yok etmeye
çalışıyorlar.
Kâfirin mantığı ters işlemektedir. Her
şeyi ters değerlendirir. Hakkı bâtıl, bâtılı hak görür. Hayrı şer, şerri hayır,
temizi pis, pisi te-miz görür. Namusluluğu namussuzluk, namussuzluğu namusluluk
bi-lir. Arınıp temizlenmeyi kötü, pislik içinde yüzmeyi iyi görür. Meselâ bir
okulda 2000 öğrenciden sadece iki tanesi kapalı olsa, küfrün buna tahammülü
yoktur. Neden? Çünkü o iki tane örtülünün varlığı örtüsüzlerin varlığını açığa
çıkarıyor da ondan. Arınmış temizlerin varlığı, fısk ve fücur içinde yüzenlerin
varlığını ortaya koyuyor da ondan. Koskoca bir dairede arındığı ve Allah’a
kulluğa yöneldiği için rüşvet yemeyen iki tane memurun varlığına tahammülleri
yoktur. Neden? Çünkü o iki tane arınmış mü’minin varlığı ötekilerin pisliğini
açığa çıkarıyor da on-dan.
Sâlih’in (a.s) toplumu da Allah’a
kulluğu hatırlatan, Allah’ın âyeti olan devenin varlığına tahammül edemediler.
Allah’ın peygamberinin ısrarla buna dokunmayın dediği deveyi, Allah’ın âyetini
ortadan kaldırıverdiler.
Deveyi öldürdüler. Çünkü bu deve
Allah’ın âyetiydi ve karşılıksız süt veriyordu topluma. Bu devenin varlığı,
misyonu toplumda menfaatperestlerin huzurunu kaçırıyordu. Karşılıksız bir şey
yapmayı bilmeyenlerin, menfaatperestlerin pisliğini açığa çıkarıyordu bu deve.
Peygamber de böyleydi. Rabbimiz Müddessir sûresinde peygamberine şöyle
diyordu:
“Yaptığın iyiliği çok görerek başa
kakma.”
(Müddessir
6)
Daha iyisini beklediğinden dolayı sen
insanlara iyilikte bulunayım deme. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez deme.
Yaptığın işi çok görerek başa kakma.
Veya sen kendini çok iyiliğe lâyıksın zannederek hareketini öylece düzenleme.
Karşındakini minnet duygusu altında tutma. Yani az verip çok şey bekleme. Hem
toplumsal planda, hem de Allah’a karşı görevlerinde öyle davranma. Meselâ
namazımızı kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz, elbette Allah bizi cennete
koyacaktır değil mi? diyerek az yaptığın kulluğun karşılığında tam kulluğun
gereği olan cenneti bekleme. Bir de sosyal ilişkilerde, karşındakine iki âyet
anlattın diye iki çay içirmesini bekleme. Ya da aferin demesini bekleme. Veya
tebliğ ettim, duyurdum diye hemen hayatını değiştirmesini
bekleme.
İşte Allah peygamberinden bunu
bekliyordu. Şimdi böyle bir peygamberin varlığına kâfirler, toplumda
menfaatlerini birinci planda tutan zalimler tahammül edebilirler mi? Devletse
tebaasını, talebeyse hocasını, hocaysa talebesini, müdürse okulunu ve
talebelerini, satı-cıysa müşterilerini, müşteriyse satıcıyı düşünen birisini
gördüklerinde elbette zalimlerin iştahı kaçacaktı. Bu tipte bir tek adamın
varlığına bile tahammül edemezler. Onu yok etmek için ellerinden gelen her şeyi
yaparlar. Bu adamların, kendilerinin yanlışlığını ortaya koyan kıs-tası yok
etmek için yapamayacakları yoktur.
İşte Semûd da böyleydi. Kendilerinin
iyiliğini isteyen, yaptıkları karşılığında kendilerinden bir ücret istemeyen,
fedâkârlık sembolü kardeşleri Sâlih’in
ve onun gibi varlığı sadece hayır olan devenin var-lığına dayanamadılar.
Kendileri için hayır olan, bereket olan devenin varlığına tahammül edemediler.
Allah’ın âyetine tahammül edemediler de deveyi
öldürüverdiler.
“Allah’ın elçisini yalanlayarak o
deveyi öldürüverdiler de Allah da onların üzerlerine demdeme yapıverdi.”
Demdeme, bir şeyi bir şeye vurup sıvamak, başı ezmek, kırıp geçirmek, öğütüp
ufalamak, yere yapıştırmak, yerle bir etmek, kökünü kazıyıp silmek anlamlarına
gelmektedir. İşte Allah da onları böyle yapıverdi. Tabii bu olaydan sonra
Allah’ın elçisine küstahlıklarını sürdürdüler, deveyi öldürdüler. Sonra da
küstahlıkları içinde dediler ki:
“Ey Sâlih! Biz yapacağımızı yaptık.
Haydi sen de bize o vaadettiğin azabı getir bakalım, eğer gerçekten
Peygamberlerdensen”
Allah’ın elçisine meydan okuyarak
dediler ki: “Ey Sâlih! Biz yapacağımızı yaptık, haydi sen de o bize vaat ettiğin
azabı getir de görelim. Ey Sâlih gerçekten peygambersen haydi ne getireceksen
getir de görelim.” Hakikaten Allah’a ve onun elçisine kafa tutmada çok ileri
gittiler. Çünkü Sâlih’e (a.s) meydan okumaları demek Allah’a meydan okumaları
demekti. Yani âyetin ifadesinden de anlıyoruz ki aslında bu adamlar Allah’ın
azabını hak ettiklerini, Allah’ın azabının mutlaka kendilerine geleceğini
bildiler de yine de kuyruğu dik tutmaya çalıştılar. Çünkü kendileri gibi
Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşan önceki
toplumlara Allah’ın yaptıklarını bildikleri için artık kesinlikle kendilerine
Allah’ın azabının geleceğini anladılar.
Rivâyetlere göre bu deveyi
öldürmelerinden sonra Rabbimiz onlara üç gün müddet tanıdı. “Üç gün kendi
memleketinizde faydalanın. Hadi üç gün daha yaşayın bakalım” dedi. Yine
rivâyetlere göre bu üç günün birinci gününde yüzleri sarardı, ikinci gün yüzleri
kızardı, üçüncü gün de yüzleri kapkara kesildi. Daha sonra A’râf’ın
ifadesiyle:
“Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve
oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.”
(A’râf 78)
Onları bir racfe yakalayıverdi.
Dizlerinin üzerinde çöküverdiler. Oldukları yerde diz çöküverdiler. Güvendikleri
evleri, villaları, saltanatları, medeniyetleri bir anda çöküverdi. Güçleri
kuvvetleri, teknolojileri bir sayha ile bir anda çöküverdi. Bir sa’ika, bir
yıldırım, bir titreşim, ya da geberin! diye bir ses geliverdi de ne evleri, ne
köşkleri, ne medeniyetleri, ne güçleri, kuvvetleri kendilerini helâkten
kurtaramadı. Diz çöktüler… Keşke daha önce diz çökselerdi, keşke daha önceden
se-ceye kapansalardı. Keşke daha önceden Rablerinin emirlerine boyun büküp onun
istediği hayatı yaşamaya yönelselerdi. Onlar böyle isteyerek diz çökmeye
yanaşmayınca, Rabbimiz zorla diz çöktürüverdi onlara.
Bir de bu demdeme konusunda, azap
konusunda Allah onların tümünü müsavi yaptı. Yani Rabbimiz, kendi devesini
kesmek isteyen, âyetini ortadan kaldırmak isteyen o şakilere karşı gelerek
onları bu işten engellemeyenleri de o azgınların içine katarak hepsini yıkıma
uğrattı. Yeri üzerlerine geçirip dümdüz ediverdi.
Dikkat ederseniz bu deveyi
boğazlayanlar sadece birkaç kişiydi. Ya da onların da içinden bir tanesi, en
azgını, en şakisi bu işi gerçekleştirmişti. Ama dikkat ederseniz Rabbimiz bu işi
toplumun tümüne teşmil ediyor. Tüm toplumu suçlu kabul ediyor. Neden? Çünkü
devenin öldürülme konusunda ötekiler de ona yardımcı oldular. Veya ötekiler de
onun bu eylemine ses çıkarmadılar, engel olmadılar, karşı koymaya çalışmadılar.
İçlerinden bir şakinin Allah’ın âyetini kaldırmasına göz yumdular. İşte onların
bu tavrı o şakîye en büyük destekti ve Rabbimiz bu konuda onların tümünü bu suça
ortak kabul ediyor. O deveyi hep beraber boğazladılar, Allah’ın âyetini hep
beraber ortadan kaldırdılar, diyor. Yani bir toplum içinden bir şaki çıkıp
Allah’ın sistemini kaldırırsa, toplumun diğer üyeleri onu bu işten engellemeye
çalışmazsa, tüm toplum suçludur, diyor Rabbimiz. Toplum içinde şirke, toplum
içinde ahlâksızlığa, toplum içinde İslâm dışı uygulamalara ses çıkarmayan herkes
ondan sorumludur.
Rabbimiz kendisiyle, âyetleriyle,
Peygamberiyle savaşa tutuşan, takvayı, teslimiyeti, kulluğu, arınmayı değil de
isyanı, fücuru, günâhı tercih eden bir toplumu işte böylece helâk edip yerin
dibine batırır ve:
Yaptığı bu işin âkıbetinden de asla bir
korku duymaz. Allah bu işin sonundan korkacak değildir. Verdiği cezanın
âkıbetinden asla çekinecek değildir. Yakaladığını tam yakalar, azap ettiğine tam
azap eder ve bu konuda hiç kimseden çekinmez. Çünkü O yaptıkları konusunda
kimseye hesap vermek zorunda değildir. O’nu hesaba çekecek, yaptıkları konusunda
O’nu cezalandırabilecek kendisi üstünde herhangi bir makam yoktur. Çünkü
yaptıklarının tümünü hikmetle yapmaktadır. Hata etmeyen, geri adım atmayan,
kararından dönmeyendir. Sorumlu olanlar yaratılmışlardır, sorumsuz olan da
yaratıcıdır.
“Rabbin, şüphesiz, her istediğini
yapar.”
(Hûd 107)
“O, yaptığından sorumlu değildir, onlar
ise sorumlu tutulacaklardır.”
Veya ikinci bir anlayışa göre burada
kast edilen Allah’ın elçisi Salih’tir (a.s). Onlara karşı görevini Allah’ın
istediği biçimde yapmış, Allah’ın istediği biçimde onları bu konuda uyarmış,
onların arınmaları, kulluğu tanımaları, takvaya ulaşmaları için elinden gelen
her şeyi yap-mış olan Allah’ın elçisi, elbette görevini yapmış olmanın rahatlığı
içinde onların başlarına gelecek bu cezanın sonucundan korkacak değildi.
Görevini yapmış bir elçi olarak bu konuda ona herhangi bir korku ve sorumluluk
gelecek değildi. Hûd sûresi de bunu anlatır:
“Buyruğumuz gelince, Sâlih’i ve
beraberindeki inananları -katımızdan bir rahmet olarak- o günün rezilliğinden
kurtardık. Doğrusu Rabbin pek kuvvetli ve
güçlüdür.”
(Hûd 66)
A’râf’ta da:
“Sâlih de onlardan yüz çevirdi ve “Ey
milletim! Andolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim;
fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz?” dedi.”
(A’râf 79)
Sâlih (a.s) onlardan yüz çevirdi,
onlardan uzaklaşıp şöyle bir tepeye çekildi ve az evvel beş bin insanın yaşadığı
Medayin’e baktı, o insanlardan, o insanların evlerinden, medeniyetlerinden
geriye kalanı şöyle bir seyretti ve dedi ki: “Ey kavmim! Andolsun ki ben size
Rab-bimizin risa letini tebliğ ettim. Rabbimin
bana gönderdiklerini ben size tastamam ulaştırdım. Bu konuda en küçük bir
mâzeret gösteremeyeceğiniz biçimde size hakkı duyurdum. Ben bana düşenlerin
tamamını yaptım ve size nasihat ettim. Sizin cennetiniz ve cehennemden
korunmanız için ben size nasihatçi davrandım. Size son derece samimi davrandım,
sizden hiçbir ücret istemedim. Sizin bana yaptığınız işkenceler ve
yalanlamalarınız karşısında bıkıp usanıp, size kızıp darılıp da sizin
cehenneminize göz yummaya kalkmadım. Şahsî meseleleri ön plana çıkarmadım.
Sadece sizin için iyilik düşündüm ama:
Lâkin siz nasihatçileri sevmiyorsunuz.
Siz sadece sizin iyiliğinizi düşünen, sizi ezmeyi, sizi kullanmayı, size
zulmetmeyi istemeyen ve sadece sizin arınmanız, cennetiniz ve mutluluğunuz için
çırpınanları seviyorsunuz. Siz nasihati ve nasihatçiyi sevmiyorsunuz. Siz böyle
sırf sizin iyiliğinizi isteyen insanları sevmiyorsunuz. Her an sırtınıza
binecek, her dakika sizi ezecek, sizi kullanacak birilerinden hoşlanıyorsunuz.
Bu tip zorbalar karşısında ancak hizaya geliyorsunuz. Bir peygamberden değil,
zalim bir idareciden hoşlanıyorsunuz. Sizi seven, size değer veren ve sizin
için, sizin kurtuluşunuz için her türlü fedâkârlığa katlanan bir elçiyi ciddiye
almıyorsunuz da sizi ezenlerin karşısında ceket ilikliyorsunuz. Sizden çok sizi
düşünen birisini değil, sizi her an ezen birilerinden hoşlanıyordunuz ve işte böyle bir tutumun
sonucunda da Allah’ın azabını hak ettiniz.”
Hz. Sâlih (a.s) kavminin başına
gelenlere sevinmedi, aksine üzüldü. “Zavallılar ben size dememiş miydim? Ben
size anlatmamış mıydım?” diyerek üzüntüsünü dile getiriyordu. İşte bu işin
sonunda Allah’ın elçisi de korkacak ve üzülecek değildi, diyor
Rabbimiz.
Veya bunun bir üçüncü mânâsı da, o
Allah’ın devesini öldürüp, toplumdan Allah’ın âyetini yok etmeye yürüyen, ileri
atılan o en şaki kişi işlediği bu cürümden ötürü, bu suçun cezasından ötürü
herhangi bir korku duymuyordu. Cesurca bu işin üzerine gidiyordu
olacaktır.
Böylece nefse ve onu düzenleyene, ona
takvasını ve fücurunu ilham eden, sonra da onu arındıranların dünyada ve ukbâda
kurtulacaklarına, aksini yapıp ta pislikten hoşlananların da kaybedeceklerine
yemin eden Rabbimiz, buna tarihten bir örnek vererek konuyu perçinledi.
Bu sûrenin de sonuna geldik. Rabbim
gereğiyle iman edip amel eden kullarından eylesin. Velhamdü lillahi Rabbi’l
âlemin.
Teşekkür ederiz.
YanıtlaSil