Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
92., Nüzûl sıralamasına göre 9., Mufassal sûreler kısmının on ikinci grubunun
dördüncü sûresi olan Leyl sûresi Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 21’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah’ın adıyla”
1. “Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman
geceye an-olsun. 2. Açılıp aydınlattığı zaman gündüze andolsun, 3. Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun ki: 4. Ey İnsanlar! Doğrusu sizin çalışmalarınız
çeşitlidir. 5-7. Elinde bulunandan
verenin, Allah’a karşı gelmekten sakınanın, en güzel söz olan Allah’ın birliğini
doğrulayanın işlerini kolaylaştıracağız. 8-10. Ama, cimrilik eden, kendini
Allah’tan müstağnî sayan, en güzel sözü yalanlayan kimsenin güçlüğe uğramasını
kolaylaştırırız. 11. O kimse ölüp ateşe yuvarlandığı zaman, malı ona fayda
vermez. 12. Bize düşen sadece doğru yolu göstermektir. 13. Şüphesiz âhiret de, dünya da Bizimdir. 14. Sizi alevler saçan ateşle
uyardım; 15. Oraya, yalanlayıp yüz çevirmiş olan o en azgından başkası
yaslanmaz. 17-18. Arınmak için malını veren, en çok sakınan kimse ise ondan uzak
tutulur. 19-20. O, yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil, ancak
yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır. 21. Elbette kendisi de hoşnut
olacaktır.”
Leyl sûresi
Mekke’de nâzil olmuş bir sûredir. Sûre muhteva olarak geçen hafta tanımaya
çalıştığımız Şems sûresine o kadar ben-ziyor ki sanki
bu iki sûre birbirinin tefsiri mahiyetindedir. Bu durum her ikisinin de Mekke’de
aynı dönemde nâzil olduklarını göstermektedir. Birinde anlatılanlar diğerinin
tefsiri mahiyetindedir.
Rivâyete göre bu sûre Hz. Ebu Bekir hakkında nâzil
olmuştur. Gerçi Ensâr’dan Ebu Dahdah hakkında nâzil olduğu da söylenir. Ebu Bekir efendimiz malını Allah yolunda harcayarak,
kâfirlerin eline köle olarak düşmüş mü’minleri
kurtarma yolunda harcayarak büyük bir fe-dâkârlık örneği sergilemiş ve işte bu sûre de onun
sadâkatini tebrik etmek üzere inmiştir
deniyor.
Bir başka rivâyete göre sûre Ebu Dahdah hakkında inmiştir. Bu zatın Medine’de bir bahçesi
varmış. Hurmalar bahçe duvarından dışarı sarkar ve bu zât yoldan geçen
insanların, çocukların bu hurma-lardan yemesini
engellermiş. Çocukların eline aldıkları hurmaları zorla ellerinden alır, hattâ
ağızlarındakini bile zorla çıkarırmış. Bu kadar cimri bir adammış. Allah’ın
Resûlü onu yanına çağırarak birkaç kez ikaz etmiş. Böyle yapmasan iyi olur
demiş. Bu bahçenin de, senin de sahibin Allah’tır. Allah onu sana kendine,
ehline ve çevrendeki Allah kullarına harcayasın, yediresin diye verdi. Onu Allah
kullarından esir-geme ki mülkün sahibinin Allah olduğu inancın açığa çıksın
buyur-muş. Ama yine de adam: “Ben bu bahçeyi çok seviyorum ve ondan birilerinin
yemesini istemiyorum” diyerek aynı şeyi yapmaya devam etmiş.
Yine bir defasında Allah’ın
Resûlü adamı huzuruna çağırır ve ona yine nasihat eder ve der ki: Eğer bundan,
bu cimrilikten vazgeçer ve onu insanlara, çocuklara ikram edersen karşılığında
cennet var der. Yapacağı infakın ve ikramın karşılığında ona cennet vaadeder. Ama adam yine anlamaz. Yine kıskanır bahçeyi Allah
kullarından. Ay-nı mecliste Rasulullah efendimizin ona verdiği bu müjdeyi işiten bir
sahâbe arkasından ona yetişir ve şöyle
der: Yahu duymadın mı? Al-lah’ın Resûlü böyle yaparsan
sana cennet var dedi? diye ikaz eder. Adam der ki, yahu iyi anladık ama ben bu
bahçeyi çok seviyorum. Ona olan sevgim onu başkalarından kıskanmama sebep oluyor
de-yince, adamın bu işten vazgeçmediğini gören o
sahâbe Rasulullah’a gelir ve şöyle der: Ey Allah’ın
Resûlü demin Ebu Dahdaha o bahçenin karşılığında
cennet var dedin değil mi? Evet der Rasulullah. Peki
ey Allah’ın Resûlü aynı şeyi ben yapsam, yâni o bahçeyi ben satın alıp ona
tavsiye ettiğin şeyi ben yapsam bana da cennet var mı? Allah’ın Resûlü: Evet
sana da var deyince hemen Sahâbe gitti onu satın aldı ve meyvesini Müslümanlara
vakfediverdi. İşte sûre bunun üzerine geldi deniyor.
Hadise doğrudur, bu zatın o bahçeyi
satın alıp Müslümanların hizmetine sunduğu doğrudur, ama sûre bunun üzerine
gelmemiştir. Zira bu hadise Medine’de olmuştur. Halbuki bu sûre Mekke’de nâzil
olmuştur.
Hz. Ebu Bekir efendimiz Mekke’de köle azadı yarışına başla-mış, elinde avucunda ne varsa bu kârlı işe yatırmıştı. Hani
Allah’ın Resûlü: ”Kim bir köleyi azat ederse Allah da onu
cehennemden azat eder” buyuruyordu ya. Ya da:
”Kim bir köleyi hürriyetine
kavuşturursa Allah da o kölenin her bir azasına karşılık onun azalarını da
ateşten âzat eder”
Buyuruyordu ya, işte bu yatırımı çok kârlı gören Ebu Bekir efendimiz parasını bu işe yatırıyordu. Efendimizin
bu müjdelerine uya-rak Ebu
Bekir efendimiz pek çok köleyi azat etmiştir. Kâfirlerin zulmü altında, çok kötü
durumda olan pek çok Müslüman kardeşini özgürlü-ğüne
kavuşturmuştur. Hz. Bilal efendimiz de bunlardan
birisiydi. Hattâ bu yüzden onun hakkında: “Ebu Bekir seyyidüna ve a’take seyyidena” der sahâbe. Yâni; “Ebu Bekir bizim efendimizdir ve bir efendimizi de
hürriyetine kavuşturmuştur” der. Onun hürriyetine kavuşturduğu bu efendi de
Hz. Bilal efendimizdir. Şu İslâm’ın güzelliğine bakın.
Daha düne kadar hiçbir değeri olmayan, bir eşya kadar değeri olmayan, insanların
tükürüklerini bile lâyık görmedikleri bir Bilal da e-fendi oluyor, onu
hürriyetine kavuşturan Ebu Bekir de aynı safta efen-di
oluyor. Dünyada bunun bir benzerini daha göstermek mümkün değildir. Köleleri
efendi yapıyordu Allah’ın dini.
Evet Ebu
Bekir efendimiz malını bu kârlı sahaya yatırım yapın-ca babası Ebu Kuafe der ki: Oğlum, madem ki bunları satın alıyorsun, madem
ki para vererek bu insanları hürriyetlerine kavuşturuyorsun. Hiç olmazsa bari
bunları kullansan, işini gördürsen. Veya en azından güçlü köleleri satın alsan
da onlardan kendine koruyucu bir muhafız grubu yapsan. Bir çete hazırlasan filan
deyince Ebu Bekir efendimiz der ki: Baba, vallahi ben
öyle bir işimi gördürüyorum ki sen bunu anla-yamazsın.
Öyle bir işe yatırım yapıyorum ki yeryüzünde bundan kârlı bir iş düşünmek mümkün
değildir diyordu. İşte sûrede bu anlatılıyor, sûre bunu anlatıyor
denmiş.
Rabbimiz öteki Mekkî sûrelerin pek çoğunda olduğu gibi sûre-de yine yeminle
söze başlıyor. Yeminler burada da söz konusu ama bir önceki sûredeki yeminlerin
tam tersi söz konusu burada. Bir ön-ceki sûrede önce
güneşe ve onu duhâ’sına yâni aydınlığına sonra da
örttüğü zaman geceye yemin edilirken burada bunun tam tersine yâni önce geceye
sonra da gündüze yemin ediliyor. Evet sûre iki yeminle başlıyor. Leyl ve nehar’a, gece ve gündüze,
erkek ve dişiye yemin e-diliyor. İlk önce karanlığın her yeri kaplayıp
bürümesine ve gündüzün gelip ortalığı aydınlatmasına yemin ediliyor, sonra da
erkek ve dişinin yaratılışına yemin ediliyor.
Sûrenin başındaki bu yeminlerle
anlayabildiğimiz kadarıyla kâ-inâttaki varlıkların
birbirlerinin zıddı, birbirlerinin mukabili olduğu anla-tılır. Sema, mukabili arz. Gündüz, mukabili gece. Karanlık,
mukabili aydınlık. Kadın, mukabili erkek. İyi, mukabili kötü. Hayır şer, hak
bâtıl, mü’min kâfir, güçlü zayıf, beyaz siyah gibi her
şey mukabiliyle yaratıl-mıştır. İnsan da böyledir.
İnsanda da mü'min ve kâfir olarak, iyi kötü olarak
mukabil görüyoruz. Nasıl ki gece varken onun mukabili yoksa, yâni gece varken
onun mukabili olan gündüz yoksa, birinin varlığı di-ğerine izin vermiyor, diğerinin yokluğunu intaç ediyorsa o
zaman in-san da ya küfürde, ya da îmanda olacaktır. Çünkü îman ya da küfür-den birinin varlığı diğerinin yokluğunu intaç
edecektir. Kişide îman varsa küfür olmayacak, küfür varsa da îman olmayacaktır.
Ama şurasını da biliyoruz ki
aslında gündüz asıl gece de ârı-zîdir. Çünkü geceleyin
de her şey yerinde durmaktadır. Ama eşya ge-ce tarafından örtüldüğü için olan şeyler görülememektedir.
İşte küfür de, şirk de aynen böyledir. Küfür ve şirk îmanın üstünü örten gece
gi-bidir. Fıtrat gereği îman
üzerine yaratılan insanda asıl olan îman ka-buk mahiyetindeki ârızî olan küfür ve şirkle örtülmektedir.
İşte sûre de bu husus anlatılır.
İşte bu sûrede diğer varlıklar gibi
insanların da çeşit çeşit oldu-ğu, buna bağlı olarak ta insanların amellerinin çeşit çeşit olduğu anla-tılır. Yâni
gecenin gündüzün, aydınlığın karanlığın, kadının erkeğin birbirlerinden farklı
oluşları gibi insanların niyetlerinin, say’lerinin,
a-mellerinin, hayatlarının da farklı olduğu ve bu
farlılık gereği hayatla-rının neticesinin de farklı
olacağı anlatılır.
Bu yeminlerin akabinde yeminlerin
cevabı olarak üç vasıf, üç sıfat, üç özellik sayılır. Ve bu üç vasfın
sahiplerinin kolaya kolayla-nacağı, kolaya erdirileceği yâni cennete
kolaylanacağı anlatılır. Sonra üç vasıf daha anlatılır. Bu vasıfların
sahiplerinin de zora kolaylanaca-ğı yâni cehenneme kolaylanacağı anlatılır. Sonra da hayat
program-larını Allah’ın istediği biçimde, Allah’ın
istediğine göre ayarlayanların Allah’ın rıza ve rıdvanına ererek cennete gideceği, aksini yapanların da
cehenneme yuvarlanacakları anlatılır.
Şimdi hızlıca sûre üzerinde bir gezinti
yapıp tek tek âyetleri ta-nımaya geçebiliriz
inşallah.
İnsanın
yapacağı ameller ve buna mukabil göreceği karşılıklar konusu, birbirinden kesin
çizgilerle ayrılan zıtlıklar halinde vurgula-narak,
insanoğlu uyarılmak isteniyor. Allah Teâlâ, gece ve
gündüz ile erkek ve dişinin yaratılması üzerine yemin ediyor. Gece gündüze;
er-kek dişiye nasıl zıtsa, insanın yaptığı ameller ve göreceği karşılıklar da
öylece birbirine zıttır. Sûre insanın, yaradılış mucizesi ile yüz yüze
getirilmesiyle başlıyor. Gece ve gündüz birbirine karşı iki mucizedir. Ve
insanın ruhunu farklı şekillerde etkilerler. Türlerin karşılıklı iki cins olarak
yaratılması da başka bir mucizedir. İnsan aklının kavramakta çaresiz kaldığı
ilâhî hikmet ve inceliklerle dolu, üzerlerine yemin edi-len iki farklı yaratılış:
Karanlığı ile ortalığı bürüdüğü zaman geceye, aydınlandığı zaman gündüze. Erkeği
ve dişiyi yaratana andolsun"
(1,2,3).
Allah
Teâlâ; "sizin işleriniz çeşit çeşittir" (4) ayetiyle,
insanların yaptıkları şeylerin sebepleri, hedefleri, sonuçları ve hakikatlerinin
de-ğişik olduğu gerçeğini bildirdikten sonra, surenin
eksenini oluşturan ana meseleye geçiyor. İki farklı
insan tipini ve bunların dünya ve ahi-ret hayatında yüz yüze gelecekleri
durumları önümüze seriyor. Bu su-renin Hz. Ebu Bekir hakkında nazil
olduğu söylendiği gibi, aşırı cim-riliği ile tanınan
Ümeyye İbn Halef hakkında
nazil olduğu da rivayet edilmektedir. Rivayetler ne olursa olsun burada dikkat
çekilmek iste-nen, iki farklı tip insandır: Sıdkı ve
cömertliği ile övülmüş olan Hz. Ebu Bekir (r.a), nifak ve cimriliği ile lânetlenmiş Ümeyye İbn Halef ve onun gibileri.
Surede, insanın çeşit çeşit çalışmaları iki kısımda
gösteriliyor. Her iki kısımda verilen bilgiler, iki insan tipinin
davranışlarının temelini oluşturan ve bütününü ihtiva eden bir üslûp ve
mahiyette verilmiştir. İnsanın çalışmasından üç şeye yer verilir: a) Onun
kendisine ihsan edilen rızıkdan cömertçe sarf etmesi
ve servetinde cimrilikten kaçın-ması: "kim Allah
yolunda harcar... " (5). b) Kalbindeki Allah korkusu-nun onu yaşamında Allah'ın hoşnut olmadığı her tür
davranıştan sa-kındırması:
"... ve ondan korkar" (5). c) İyiliği tasdik etmesi: "İyiliği tasdik ederse"
(6). Burada iyiliğin manası geniştir. İslâm akidesini kabul etmenin yanında
Allah'ın doğru olarak göstermiş olduğu bütün iyiliklere uymayı da ihtiva eder.
Böyle yapmakla ona, dünyada ve ahirette her şeyin
kolay kılınacağı müjdelenir. Önündeki bütün zorluklar onun için kolaylaştırılır,
her şey için de ona tam bir muvaffakiyet verilir: "Biz onu en kolay olana
muvaffak kılacağız" (7).
Aynı
sıralama ile birinci kısımdaki insan tipinin tam karşıtı olan açıklanır: O
cimrilik eder, kendisine ihsan edilen servetlerden infak et-meyi gereksiz görür
ve elindekinin mevcudiyetini Allah Teâlâ'ya değil de
kendisine bağlar. Allah Teâlâ'nın indirdiğine değil de
kulların koy-duğu nizamlara uyup İslâm'ı inkâr ederse,
Allah onu dünya ve ahiret-te
zorluklardan zorluklara sürükleyecektir: "Fakat kim de cimrilik eder ve Allah'a
ihtiyacı olmadığını iddia eder ve en güzel olan "İslâm" akidesini yalanlarsa.
Biz, onu zor olana sürükleriz" (8,9,10).
Surenin
son bölümünde, bu ayrı yollardan giden insanların akıbetlerinin ne olacağı
açıklanır. Kötüler vakitlerini doldurup hesaba çekildikleri zaman, cimrilik edip
infak etmekten sakındıkları servetleri onlara hiç bir fayda vermeyecektir:
"Helâk olduğu zaman, malı ona asla fayda vermez" (11).
Ayrıca
hiç bir mazeret de ileri süremeyeceklerdir. Çünkü Allah Teâlâ her kavme onları kendi dinine çağıran ve azabını
gerektirecek yollara sapmaktan sakındıran uyarıcılar göndermiş onları
uyarmıştır: "Sizi, alev alev yanan ateşe karşı
uyardım" (14). Müminin mükâfatı ise memnun kalacağı ve hoşnut olacağı şeylerdir:
"Elbette kendisi de hoşnut olacaktır" (21). Çünkü o Allah'a karşı gelmekten
şiddetle sa-kınmış, infak ederken, gösterişten uzak
kalarak, bunu yalnız O'nun rı-zasını kazanmak için yapmıştır: "Ki o malını temizlemek için
verir. An-cak o çok yüce Rabbinin rızasını kazanmak
içindir" (18-20).
Allah
Teâlâ, insanların görecekleri mükâfatların ve
cezaların müsebbibinin yine insanların kendileri olduğunu bildirir. Çünkü Allah
Teâlâ, insanlara doğru yolu göstermiştir: "Doğru yolu
göstermek Bize aittir" (12). İşte bu minval üzere devam eden
sûrenin âyetlerini inşal-lah
tek tek tanımaya çalışalım. Tanıdıkça doğrudur diye
îman edelim ve bu îmanlarımızla hayatımızı düzenleme kavgası içine girelim
in-şallah.
1. “Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman
geceye andol sun.”
Kapladığı zaman geceye yemin olsun ki.
Bürüyüp örttüğü zaman geceye yemin olsun ki. Demek ki gece bir şeyleri örtecek,
bir şeyleri kapatacak. Eşyayı, varlıkları, düşünceyi, ışığı, zevki, eğlenceyi,
her şeyi örttüğü zaman geceye yemin olsun ki.
2. “Açılıp aydınlattığı zaman gündüze
andolsun,”
Açtığı zaman, açımlandığı, açılıp,
aydınlattığı, açığa çıkardığı zaman da gündüze yemin olsun ki. Güneşi ortaya
çıkarttığı zaman gündüze yemin olsun ki. Ya da gecenin
örttüğü varlıkları, eşyayı cilâlayıp açığa çıkardığı zaman, her şeyi görünür
hale getirdiği zaman da gündüze yemin olsun ki.
Öyleyse gece ve gündüz Allah’ın iki
ayrı âyetidir. Sadece Allah’ın egemen olduğu, sadece üzerlerinde Allah’ın
sözünün geçtiği, başka hiç kimsenin sözünün geçmediği iki âyet. Egemenlik bizdedir, hâkimiyet bizdedir
diyen yeryüzü tanrılarının, yeryüzünün yapay tanrı ve sahte tanrıçalarının zerre
kadar söz geçiremeyecekleri iki âyet… Bu kelimelerle esrar dolu, bilinmez
kâinâtı tanıtıyor Rabbimiz. “Ey kul-larım, sizin hiç
müdahale edip değiştiremediğiniz, gece ve gündüz be-nim âyetlerimdir. Onlar sadece bana teslim olup, bana boyun
bükmüşlerdir. Gece ve gündüzü peş peşe getiren Allah’tır. Geceye ve gündüze
ferman eden, bu kâinât çarkını hiç durmadan çeviren, döndüren
O’dur.”
Gece ve gündüz… Bu ikisinin bizim
hayatımızda fonksiyonu çok büyüktür. Birinde mesaj alınacak, diğerinde bu mesaj
uygulanacak. Gece Allah’la istişare edilecek, gündüz de bunun kavgası verilecek.
Gece Kur’an okunacak, Allah’tan mesaj alınacak, plan,
program yapılacak, gündüz de bu program aynen icra edilecek. Bugün de öyledir.
İnsanlar bugün de okuyorlar, bugün de mesaj alıyorlar, ama mesaj alınan Rabler
farklıdır. Bugün de insanlar gece mesaj alıyorlar ama alınan mesaj kaynakları
farklıdır. Allah’ın Kitabından değil de filan ya da
falan kaynaktan, TV'den mesaj alıyorlar ve gündüz vakti bu kaynaklardan
aldıkları mesaja uygun bir hayat yaşamaya, onların kavgasını vermeye
çalışıyorlar.
Dikkat ederseniz önce geceden bahsetti
Allah, sonra gündüzü hatırlattı. Önce geceye yemin etti, sonra da gündüze yemin
etti. Yani geceden sonra gündüzün geldiğini, zulmetten sonra aydınlığın
geldiğini anlattı. Zulmetten nûra, karanlıktan aydınlığa geçiş merhalesini anlattı. Bunun manası şudur: “Ey
Müslümanlar! Küfrün, şirkin, inkârın ve ilhadın
çevrenizi kaplayıp sizi boğacak hale gelişine sakın üzülmeyin, sakın
ümitlerinizi yitirmeyin! Bilesiniz ki gündüzü getirerek geceyi yok eden Allah,
gündüzle geceyi kovan Allah, İslâm’ın nûruyla elbette tüm âlemleri aydınlatacak,
sizin çevrenizi de aydınlatacaktır. Gündüzle geceyi kovan Allah, buna güç
yetiren Allah elbette sizi de çepeçevre kuşatan bu zulmetlerden, bu
karanlıklardan, bu olumsuz şartlardan kurtaracak, sizin hayatınızda da
zulmetleri kovup güneşler doğduracaktır. Bu konuda en ufak bir şüpheniz
olmasın!”
Sûre, o günün bunalmış Müslümanlarına,
zulmetler içinde kıv-ranan,
işkence ve sıkıntılar altında inleyen mustaz’af’ları
bu müjdeyi getiriyordu. İşte sûreyle gelen bu müjde, kâfirlerin ağır zulüm ve
işkenceleri altında bunalmış mü’minleri harekete
geçiriyordu. Onlar bu müjdelerle İslâm’a daha bir ciddi sarıldılar. İnşallah
bugün bu âyetlerle tanışan, bu âyetlerin mesajını kavrayan Müslümanlarda da aynı
du-rum gerçekleşecektir.
Günümüz Müslümanları da içinde bulunduğu durum ne olursa olsun, şartlar ne kadar
kötü olursa olsun, karanlıklar ne kadar yoğun olursa olsun, çevrelerinde ne
kadar zâlim ve despot bulunursa bulunsun, inkâr ve ilhad ne kadar yükselirse yükselsin Allah’ın izniyle bir gün
bu gecenin kovulup gündüzün geleceğini, Allah’ın nurunun tamamlanacağını
göreceklerdir.
Bir gün mutlaka hak güneşi
doğacak, hak tecelli edecek, hakkın hâkimiyeti gerçekleşecek ve karanlıklar yok
olup gidecektir. Ama unutmayalım ki karanlığın kaybolması yavaş yavaş olur. Resulullah’ın
hayatında da aynen böyle olmuştu. Önce Hatice’de, sonra Ebu Bekir’de, sonra Ali’de, sonra Bilal’da, sonra Zeyd’de, sonra Habbab’da
karanlıklar kaybolup aydınlıklar belirdi. Önce birer birer oldu. Bir mahalle, bir mahalle daha derken, sonra öyle
bir zaman geldi ki tüm şehrin duvarları yıkılıverdi de herkes aydınlanıverdi.
Aydınlığın gelmesine engel olan tüm duvarlar, tüm engeller, tüm tâğutlar, tüm putlar yıkılıverdi. Sonra tüm Bizans, tüm
İran, tüm Roma yıkılıverdi.
İşte Rabbimiz buna yemin ediyor. “Yemin
olsun ki gecenizin zifiri karanlığını gündüzle yok edeceğim,” diyor Rabbimiz.
Sonra:
3. “Erkeği ve dişiyi yaratana
andolsun ki,”
Bir de erkeği ve kadını yaratana yemin
olsun ki. Erkeği ve ka-dını
yaratana ya da yaratışına yemin olsun ki. Erkeğin ve
kadının yaratılışına yemin olsun ki. Kendine has özellikleriyle, vücut hatları
ve ayrı karakterleriyle erkeği ve kadını yaratışına yemin olsun ki.
Rabbimiz burada kendi yaratıcılığına,
kendi hikmet ve kudretine yemin ediyor. O insanı hiçbir örneği olmadan yaratmış
ve terkibini tamamlamıştır. Düşünün, akıldan, fikirden, iradeden, bilgiden
mahrum iki damla suyun erkek ve kadın olması gerçekten akıllara durgunluk veren
bir şey. Kimse inanmaz buna. Ana rahme atılan bir damla sudan erkek ya da dişi olarak bir insan meydana geliyor. Ana maddeleri
olan nutfe aynı olduğu halde bu bir damla sudan erkek
ve dişi yaratılıyor. Şuraya bir damla su koysalar ve deseler ki işte bunun
için-den eli ayağı, gözü kulağı, eti derisi, kemiği olan, konuşan, gülen,
ağ-layan, hisseden, îman eden, küfreden, erkek olan,
kadın olan bir insan çıkacak. Hiç kimse buna inanamaz. Yahu iyi de bunun eti
nerede? Kemiği nerede? Kasları nerede? Gözü, kulağı nerede? Aklı, şuuru nerede?
Erkekliği, kadınlığı nerede? diyerek şaşkınlığını ortaya koymaktan kendini
alamaz.
Ama dost da düşman da, mü’min de kâfir de biliyor ki Allah bu insanı işte bu bir
damla sudan meydana getiriyor. Bu bir damla suya erkek ol! Ya da kadın ol! diyor ve sonunda Rabbimizin fermanıyla
biri-si erkek, diğeri de kadın oluyor. Bunu Allah’tan başka kimse yapa-maz. Erkek nasıl erkek oluyor? Kadın nasıl kadın oluyor? Bu
dengeyi kim ayarlıyor? Bize kalsaydı bu dengeyi çoktan bozardık biz. İstatistik
yapılmış, savaşsız toplumlarda daha çok kadın doğuyormuş, savaş yıllarında da
ziyadesiyle erkek doğuyormuş. Elbette ayarlayan ayarlı-yor bunu, kimsenin
müdahale imkânı olmayan bir konu. Tüm doğumların yüzde kırkı erkek olsun, yüzde
kırkı kadın olsun, yüzde yirmisi de karışık olsun demeye kimsenin hakkı yoktur.
Allah hikmeti gereği dilediği gibi ayarlıyor bunu. Meninin içine bu sistemi
koyan Allah, dilediğini erkek, dilediğini de kadın yapıyor. Ne yaptığını, ne
yapacağını bilen Rabbimiz bu dengeyi çok güzel kuruyor. Öyle değil mi? Eğer
yeryüzünde sadece erkek veya sadece kadın olsaydı o zaman insan türünün kökü
kesilirdi.
Bu yeminlerden sonra bakınız Rabbimiz
çok önemli bir konuyu anlatacak. Yani bu yeminlerin cevabı gelecek. Neymiş
mesele? Neden yemin etti Rabbimiz? Konu ne?
4. “Doğrusu sizin sa’yiniz, çalışmalarınız
çeşitlidir.”
İşte yeminlerin cevabı budur. İşte bunu
söylemek için, insanların dikkatlerini bu konuya çekmek için yeminler etti
Rabbimiz. Geceye, gündüze, erkeğin ve dişinin yaratılışına yemin ettikten sonra
buyurdu ki: “Ey insanlar doğrusu sizin sa’ylerinizde
çeşitlilik vardır. Şüphesiz ki sizin sa’yiniz, sizin
çalışmalarınız, sizin mesaileriniz, sizin ni-yetleriniz, hedefleriniz, uğraşlarınız, işiniz, aşınız,
amelleriniz, gidişiniz, gelişiniz, hayat anlayışınız, planınız, programınız
çeşit çeşittir, farklı farklıdır.”
Sizin çalışmalarınızda farklılık var,
çeşitlilik var. Zira insanda irade vardır. Allah insanı diğer varlıklardan
farklı olarak doğuştan iradesi altında yaratmıştır. Melekler, ay, güneş,
yıldızlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar hep düzenlidir. Bunların
hayatlarında biteviyelik vardır, yeknesaklık vardır. Çünkü bunlarda irade
yoktur. Bu varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu doğuştan Allah’ın
elindedir. Bütün bu varlıklar insandan
çok daha güçlü, çok daha büyüktürler ama iradeleri olmadığı için Rablerine
itiraz edemezler, yaratıcılarına yan çizemezler, yaratılış gâyelerinin dışına
çıkamazlar. Zoraki Allah’a kulluk yapmaktadırlar. Ama insan öyle değildir.
İradesi gereği onda yeknesaklık değil çeşitlilik vardır.
Çeşit çeşittir insanlar. Kimisi
iyidir, kimisi kötüdür. Kimisi mü’-mindir, kimisi
kâfirdir. Kimisi uyur, kimisi savaşır. Kimisi tesettürlüdür, kimisi açıktır.
Kimisi zulmeder, kimisi zulmü yok etmek için çırpınır. Kimisi âlimdir, kimisi
ilme düşmandır. Kimisi mü'mindir, kimisi kâfirdir.
Kimisi müşriktir, kimisi münâfıktır, kimisi müraidir. Kimisi cesurdur, ki-misi
korkaktır. İşleriniz, amelleriniz, durumlarınız, say’leriniz çeşit çeşittir sizin.
Kiminiz şaraptan hoşlanır, kiminiz
kadından. Kiminiz mevkiden hoşlanır, kiminiz makamdan. Kiminiz futbol maçından,
basından, yayından, televizyondan hoşlanır. Kiminiz elbiseden, giyimden,
kuşamdan, gezmeden, tozmadan, yeme-içmeden hoşlanır. Kiminiz protokol-den,
protokolle düşüp kalkmaktan zevk alır. Kiminiz görülmekten, gösterilmekten,
haberdar olmaktan, haberdar edilmekten zevk alır. Kiminiz meyhaneden,
kumarhaneden, fâiz haneden hoşlanır. Kiminiz mescitlerden, âyetten, hadisten
hoşlanır. Kiminiz sarıktan, cübbeden hoşlanır, kiminiz
hüküm verdiğinde âdil davranmaktan, çoluk-çocuğu-nu
cennete hazırlamaktan, Allah adına birileriyle beraber olmaktan, Allah adına
birilerine din ulaştırmaktan hoşlanır.
Hâsılı sa’yiniz farklıdır sizin. Sa’y
deyince elbette Hacer annemizi ve onun sa’yini hatırlamak zorundayız. Safa’yı, Merve’yi, Zemzem’i
hatırlamak zorundayız. Öyleyse sizin sa’yleriniz
farklıdır. Yani sizlerin Safa ve Merve’leriniz
farklıdır. Sa’y farklı olunca elbette Safa ve Merve’ler de farklı olacaktır. Safa ve Merve’ler farklı olunca da bu say’lerin sonunda elde edilecek Zemzemler farklı olacaktır.
Kim nerede sa’y ediyorsa, ne adına sa’y ediyorsa sonunda bulacağı zemzemi de o olur. Meselâ iki
banka arasında sa’y eden kişinin veya eviyle banka
arasında sa’y eden, yani evi Safa, bankayı da Merve bilen kişinin
sonunda bulacağı Zemzem fâizdir, bellidir.
Veya meselâ tekele sa’y eden kişinin sonunda bulacağı zemzem de bellidir,
içkidir, şaraptır. Paris’ten Safa ve Merve edinen,
oraya sa’y eden, gidip gelen kişinin sonunda bulacağı
zemzemi de parfümdür, modadır, Madonna’dır, Maradona’dır. Veya carkını curkunu kurmuş, sadece eviyle dükkanı arasında sa’y eden ve bunun dışında hiçbir derdi, hiçbir hedefi
olmayan bir kişinin de sonunda bulacağı zemzem paradır, puldur, Marktır,
Dolardır, attır, arabadır, fiyattır.
Safa’nız ve
Merve’niz neresiyse, sa’yiniz neye ise elbette onun karşılığını göreceksiniz.
Onun içindir ki sizin sa’yiniz çeşit çeşittir. Kim
nereyi sevmişse, kim nerede sa’y ediyorsa, ne adına
koşturuyorsa, kafasındaki hedefi neyse zemzemi oradan içecektir. Hani bir adamın
oğlu babasını kandırıp camiye kadar götürmüş de, tam caminin kapısına
geldiklerinde işin farkına varan adam oğluna öyle diyormuş: “Evlât ne olursun bu
yaştan sonra bana bu işi yaptırma! Bu yaştan sonra beni camiye sokma!” Demek ki
cami, adamın sa’yinin bittiği yermiş.
Peki acaba bizim sa’yimiz neresi? Sizin sa’yiniz
neresi? Ya da bu sa’ylerinizin Safa’sını Merve’sini kim belirliyor? Safa’nızı Merve’nizi kim
belirliyor? Safa’larınızı Merve’lerinizi din mi belirliyor? Allah ve Resûlü mü
belirliyor? Yoksa kendiniz mi belirliyorsunuz? Yani ne yapacağınızı, re
alacağınızı, ne satacağınızı, hangi mesleği seçeceğinizi, nerelere gideceğinizi,
nerelere geleceğinizi, nerelerde duracağınızı, nerelerde yürüyeceğinizi kim
belirliyor? Yaptıklarınızın ve yapmadıklarınızın yaptırıcısı ve yaptırmayıcısı
kim? Hayatınızı, niyetlerinizi, hedeflerinizi, programlarınızı belirleyen kim?
Çünkü işte Allah buyuruyor ki, pek çok sa’y çeşidi
vardır. Buna göre sizin sa’yleriniz, sizin gi-dip gelmeleriniz, koşturmalarınız hangisinden? Unutmayın
ki yarın in-sanlar bu sa’ylerine göre
değerlendirilmeye tabi tutulacaklardır. Bakın Tâ-Hâ sûresinde Rabbimiz o hususu
şöyle anlatır:
“Rablerine suçlu olarak gelen bilsin
ki, cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne yaşar. Rablerine inanmış ve yararlı
iş yaparak gelenlere, işte onlara, en üstün dereceler, içlerinden ırmaklar akan,
içinde temelli kalacakları Adn cennetleri vardır. Bu,
arınanların mükafatıdır.”
(Tâ-Hâ,
74,76)
Yine bakın Câsiye sûresinde de şöyle buyurulur:
“Yoksa, kötülük işleyen kimseler,
ölümlerinde ve diriliklerinde kendilerini, inanıp yararlı iş işleyen kimseler
ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm
veriyorlar!”
(Câsiye
21)
Seyyiate bulaşan, kötü yolda sa’y eden, durmadan kötülük iş-leyen kimseleri Allah’ın istediği biçimde îman eden ve bu
îmanlarını yaşamanın kavgasını veren, Allah’ın istediği biçimde sa’y eden, Safa-sını Merve’sini Kitapla belirleyen, yani îmanlarını hayata
aktarabilme adına salih ameller işleyen kimselerle bir
mi tutacağız? Bunların hem hayatları, hem de ölümleri müsavi olacak öyle mi?
Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi zannediyor bu insanlar? Ne kadar da kötü
hükmediyor bu insanlar?
Yani şimdi biz Allah adına ve Allah’ın
belirlediği yasalar istika-metinde sa’y eden
Müslümanları, sa’ylerini, hayat programlarını
kendileri belirlemeye kalkışan kâfirlerle denk mi tutacağız? Müslümanları
mücrimler gibi mi kabul edeceğiz? Mümkün mü bu? Deli misiniz siz? Aklınız ermez
mi sizin? Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine îman eden, Kitap ve
Peygamberle birlikte olan, hayatını Kitap ve Peygamberle düzenleyen kimseyle
Kitaba ve Peygambere sihir diyen, sihirbaz diyen birini denk tutacağız ha?
Allah’ın kitabıyla yol bulan kimseyle kitabı reddedip kendi kendine yol bulmaya
çalışan kimseyi bir tutacağız ha? Allah’a müracaat ederek yaşayan kimseyle
Al-lah’ı reddedip nefsine, şeytanlara, hevâsına, toplumuna, tâğutlara,
modaya, âdetlere ve tüm yeryüzü tanrılarına uymaya çalışan kişiyi bir kabul
edeceğiz ha? Olacak şey mi bu? Ne kötü hükmediyor bu insanlar? Hayır hayır! Biz Müslüman’la kâfiri asla denk tutmayacağız. Müs-lümanın sa’yi ile kâfirin sa’yini asla bir
kabul etmeyeceğiz. İkisinin sa’-yinin neticelerini asla bir yapmayacağız. Ne hayatında, ne
de ölümün-de bu ikisi birbirine denk tutulmayacaktır.
Müslüman olan, teslim olan, iradesini
Allah’a teslim eden, oylamasını Allah’tan yana kullanan, Allah’ın seçimini
kendisi için seçim kabul eden, Allah’ın kendisi adına yeryüzünde aldığı kulluk
maddelerini uygulamaya çalışan kimse, sa’yini, hayat
programını, Safa’sını Merve’sini Allah’ın belirlediği kişidir. Kâfir de sa’yini,
hayat programını, Safa’sını, Merve’sini kendisi belirleyen ve Allah’ın hayat programını
reddeden kimsedir. Şimdi böyle bir Müslüman’la suçlu olan, kötülük işleyen,
kötülük peşinde koşan, reddeden, baş kaldıran, isyan eden, itiraz eden, kabule
yanaşmayan birini kesinlikle bir tutmayacağız, diyor Rabbimiz.
Bundan sonra Rabbimiz işte bu
çeşitlilik arzeden, farklılık arz eden insanları ikiye
ayıracak. İki insan tipi anlatacak. Üç sıfat, üç
özellik sayacak ve bu üç özellik sahiplerinin kolaya kolaylanacağını, cennete
kolaylanacağını anlatacak. Sonra bir üç özellik daha sayacak ve bu özellik
sahiplerinin de zora kolaylanacağını, yani cehenneme kolaylanacağını anlatacak.
Bakın şöyle buyuruyor:
5-6.
“Kim verir ve muttaki olursa ve hüsnâyı tasdik
ederse biz onu kolaya kolaylayacağız.”
Birinci tip insanı anlatıyor
Rabbimiz. Neymiş bu insanın özelliği? Elinde bulunandan Allah yolunda verdi ve
Allah’tan korktu. Mülkün gerçek sahibini bildi ve muttaki oldu. Mülkün sahibinin
koruması altına girdi. Allah’la yol buldu, yolunu Allah’a sordu. Malla ve sahip
olduklarıyla ilişkisini Allah’ın istediği biçimde ayarladı. Malı konusunda söz
sahibi bildiği Allah’ın istediği yerlerde malını harcadı ve bu harcayışında da
sadece Allah hatırını tercih etti.
Evet:
İçinizden kim verirse. Neyi? Allah
kendisine ne verdiyse onu verirse. Allah’ın verdiğini verirse, yarım ekmek,
çeyrek ekmek, bir hurma, yarım hurma verirse. Allah kendisine güç mü verdi? Onu
verirse. Bakış mı verdi Allah? Onu verirse. Dil mi verdi? Onu verirse. Bil-gi mi verdi? Boş zaman mı verdi? Çocuk mu verdi? At, araba
mı verdi? Onu Allah yoluna verirse ama muttaki olarak, onu benimseyerek,
Allah’tan korkup O’nun adına yaparsa, Allah için verirse. Verdiğini Al-lah hatırına verirse ve bir de:
Hüsnâyı
tasdik ederse. Peki Hüsnâ nedir? Nedir bu tasdik edi-lecek Hüsnâ?
1. Hüsnâ en
güzel kelimedir. Hüsnâ, kelime-i tayyibedir. Hüs-nâ, “La İlâhe illallah Muhammedun rasulullah”
kelimesidir. Kim buna inanırsa.
Ama sadece îman da yetmez, onu tasdik ederse. Yani bu îmanını eyleme dönüştürüp
amel haline getirirse. Çünkü tasdik, îmanın eylemidir. Tasdik, îmanın ispatıdır.
İnandığı ve eyleme dönüştürdüğü kelime-i tevhid
hatırına malından Allah yolunda verirse.
2. Hüsnâ,
cennettir. İşte bir kişi cennete inanır, cenneti tasdik eder ve cennet hatırına
verirse. Cennete götürücü bir niyetle verirse.
3. Hüsnâ,
Peygamberin hayatıdır. Bir kişi Peygambere îman eder, Peygamberi tasdik eder,
onun örnekliliği, ona imtisâl ve onun yolunun yolcusu olma, ona ittiba adına, onun hatırına verirse.
4. Hüsnâ
salât, zekât, oruç demektir. Kişi bunları tasdik
ederek verirse.
5. Hüsnâ
dindir, Kur’andır, Sünnettir. Kişi bunları tasdik
eder, doğrudur der ve bu doğru bildikleri hatırına verirse.
6. En son olarak hüsnâ, verene Allah’ın bolca vereceğine îmandır. Bugün Allah
için veren kişiye hem bugün hem yarın, hem dünyada hem de kıyamet günü Allah’ın
kat kat vereceğine îmandır. Ben bugün verirsem yarın
Allah bana kat kat verecektir gerçeğine inanır ve bunu
tasdik ederse. Bakın hüsnânın bu mânâya geldiğini
Yunus sûresi şöyle anlatır:
“Muhsinlere (İyi davrananlara); daima daha
iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karanlık, ne de zillet
bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir, orada temelli
kalırlar.”
(Yunus 26)
Muhsinler için hüsnâ vardır ve de daha fazlalık vardır, diyor Allah.
Muhsin, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk yapandır. Yani hayatının
tümünde Allah’ı görmediği halde O’nu görüyormuşçasına, Allah’ın huzurunda
olduğunun şuurunda olur ve her anının Allah’ın kontrolü altında olduğunu bilir
ve böylece yaptıklarını Allah için yapar, Allah’a lâyık olarak yapar, böyle bir
hayat yaşarsa, Allah kontrolünde olduğunun bilincine ererse. Yani inancı amele
dönüştürürken Allah huzurunda olduğu şuurunda olduğunu unutmadan o ameli Allah
adına ve Allah’a lâyık olarak icra ederse. Kişi, dünyada da, ukbâda da Allah’ın dâvetine icabet ederek, dünyada da ukbâda da selâm ve selâmet olan, Allah’ın selâmet yurdu olan
cennetine evet diyerek ve bunun gereği olarak da Allah’ın istediği gibi bir
hayat yaşarsa:
7. “Biz onu kolaya
kolaylayacağız”
Dikkat ederseniz Rabbimiz bu
bölümde üç özellik saydı. Kim verirse, ama muttaki olarak, Allah adına ve
Allah’ın yol gösterdiği biçimde verirse, sonra da hüsnayı tasdik ederse, tasdik ettiği hüsnâ ha-tırına verirse işte biz
onu kolaya kolaylayacağız buyurdu.
Öyleyse bir düşünün. Son bir ayda ne
verdiniz? Bir düşünün. Veya bırakalım geçmişi, son bir hafta içinde, son bir gün
içinde, meselâ bugün Allah için hüsnâ hatırına ne
verdiniz? Hüsnâ hatırına nelerinizden vazgeçebildiniz?
Nelerinizi fedâ edebildiniz? Bir düşünün.
Bakın Allah diyor ki, vereni kolaya
kolaylayacağız. Bu vereni kolaya kolaylayacağız ifadesini şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
1. Allah o kişinin yolunu
kolaylaştıracaktır. Girdiği İslâm yolunu ona kolay getirecektir. Zaten kolay
yol, insanın fıtratına uygun olan yoldur. Kolay yol, insanı da, o yolu da
yaratan Allah’ın belirlediği yoldur. Kolay yol, yolun da, insanın da sahibinin
razı olduğu yoldur. Bu yol asla insana zor gelmez. Çünkü insanın fıtratı bu yola
hazırlanmış ve ayarlanmıştır. İşte zaten aslı kolay olan bu yolu kişiye
kolaylaştıracaktır Rabbimiz. O kişinin hayatını kolaylaştıracaktır. Öyle bir
hayat ki, kazanması kolay, harcaması kolay, namazı kolay, ikramı kolay,
terbiyesi kolay. Tüm hayatı kolaylaşıverecek o kişinin.
Hanımını kolayca terbiye edecek,
hanımı ve çocukları kolayca kendisine itaat edecek, çocuklarını kolayca terbiye
edip eğitecek, rız-kını kolayca kazanacak, namazını
kolayca kılacak, orucunu kolayca tutacak, zekâtını kolayca verecek,
problemlerini kolayca çözecek, ko-layca karar alacak, kolayca uygulayacak. Allah’ın rızasının
nerede ol-duğunu kolayca bilecek ve hemen ona kolayca
yöneliverecektir. Yani Allah onun girdiği bu İslâm yolunu, kulluk yolunu
kolaylaştıracak, o yolda yürüyüşünü kolaylaştıracaktır. Hiç zorlanmadan Allah’a
kulluğunu icraya onu muvaffak kılacaktır. Artık o kişiye namaz kılmak değil,
namazını vaktinde kılamamak zor gelecektir. Malını temizlemek ve Rabbinin
hatırını kazanmak üzere zekât vermek o kişiye o kadar kolay gelecek ki,
veremediği zaman üzülecek, zor gelecek. Örtünmek çok kolay gelecektir. Allah tüm
şartları onun için kolaylaştırıverecektir.
Sahip
olduklarından veren, takvâya sarılan, güzelliği benim-seyen kişi ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların
yüsre ulaşma-ları rahatlıkla
sağlanır. Kur'an, bu konuyu ifâde ederken "yüsrün
tey-sîri" deyimini
kullanıyor ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak
de-mektir. Kolayı sevip aramak yetmez, kolayı elde
etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte, Kur'an
bu sırra dikkat çekiyor: Cimrilik
yolu-nu seçen, insanlarla hiçbir madde ve gönül
alışverişinde bulunmayan, güzelliği yalanlayıp gerçek güzele sırt çeviren kişi
ve toplumlar ise zora, zorluğa sürülür. Kur'an burada
"usrün teysîri" deyimini
kullanıyor ki, zorluğu kolay zannettirmek demek olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet
ve yanlış bilgilerin tutsağı haline gelince, zoru kolay sanabilir ve hiç
farkında olmadan başına binlerce sıkıntı ve problem
sarabilir.
Arkadaşlar,
unutmayalım ki iman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü'min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı
zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah
dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı
İslâm'dır. Şeytan olumlu bir şeyi terk ettirmek için onu zor gösterir. İnsan
zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/ nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat
ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor
dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve ispat etmiştir.
Günümüzde
İslâm'ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zor-luk,
dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen
güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşa-ması
önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin
yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istika-met işaretleriyle topluma
dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.
Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve
takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği
kolaylık yolunu terk etmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İlâve veya
eksiltmelerle değiştirilen, atma ve katma-larla
dejenere ve tahrîf edilen bu din Allah'ın râzı olduğu, tamamlan-mış İslâm dini olmaktan çıktığı için kolaylık da kaybolur.
Namaz kıl-mayan kimsenin, fahşâ ve münkerden uzaklaşması zordur. Oruç tut-mayanın sabırlı
olması ve cihada hazırlanması kolay değildir; aynen zekât vermeyenin, infak
etmesi ve fedâkârlık göstermesinin zor oldu-ğu gibi.
İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm'ın
bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gı-dalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî
yiyecekleri ye-meyen kimse gerekli enerjiye sahip
olamadığı için za'fiyetten dolayı nasıl basit işleri
yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve
psikolojik za'fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor
olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.
Allah'a
kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar için-de kıvranıyorlar,
farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, din
de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha
aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters ni-ce zorlukları bu insanımsılar
nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî
problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler... Hep gayri İslâmî yönelişlerin bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan,
güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir.
İçki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi
güzel ve kolaylık gibi sunabilir. Fâhişelik ve onlarla zinâ etmek, AIDS gibi
riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay bir şey olmasa
gerektir.
İslâmî
hayatı ve hayatın İslâmîleştirilmesini aşırı idealize et-mek de dini
zorlaştıran başka bir etkendir. Toplumun tümü veya ö-nemli bir bölümünün
harekete geçmesiyle ya da
bir kıyamla gerçekle-şebilecek şeylerin suçunu
karşımızdaki müslüman bireylere atfetmek ve bunları
şikâyet tarzında, sıkıntı ve görev kaçkınlığı olarak sunmak, mükemmeliyetçilik,
hem hastalıklı bir tipi ortaya çıkarmakta ve hem de hastalıklı/ütopik/hayata
uygulanamayan ideal bir din anlayışını do-ğurmakta ve
dini yaşamanın imkânsızlığı vurgulanarak din zorlaştırıl-maktadır. Kendini dâvet
ve tebliğ görevini yüklenmek zorunda hisse-den, samimi, ama "kolaylaştırın, zorlaştırmayın!"
ilkesinden ve bunun nasıl pratize edileceğinden
habersiz genç, aşırı idealize edilmiş, zor bir tablo
ile, "cihad, İslâm devleti, tâğutlara savaş, zorluklara tâlip ol-mak..." kavramlarının öne çıktığı dini sunmakta, muhâtabını
da suçla-makta ve ilk elde ve hemen çok şey beklemektedir. Bu tavır, bırakın
"çok"u, "az"ın bile oluşmasına engel olmakta, hattâ bazen eldekinin bile
gitmesini neticelendirmektedir.
Bu
tavrın bir benzeri, bazı müslümanların bireysel İslâmî yaşa-yışı için de söz
konusudur. Güçlü iman, sabır, ibâdetlere özen, ahlâkî tutarlık, insanî
ilişkilerde düzey gibi hususlarda yeterli olmadığı ve mânevî/psikolojik altyapı
eksikliği ve bazen hastalıklı ve zigzaglarla dolu
tavırlarına rağmen, dozu yüksek tutulmuş nâfile ibâdetler, fazla infak,
fedâkârlık ve aşırı faâliyet içinde ezilebiliyor, ifrattan tefrîte yu-varlanabiliyor. Belirli bir
zaman sonra da, bir müslümanın asgarî gö-revlerini bile terk eden
çizgiye gelebiliyor. Hâfızlığa zorlanıp, insanî ve İslâmî olmayan usûllerle zorla hâfız yapılan nice gencin,
hayatı bo-yunca Kur'an'dan ve dâvâdan uzak yaşaması gibi durumlar hep dinin
zorlaştırılması ve idealize edilmesiyle ilgili
problemlerdir.
İslâmî
faâliyet ve hizmetlerde dâvânın yükü ve sorumluluğu fe-dâkâr ve gayretli bir tek
kişinin üzerine yüklenmekte, onlarca insanın yapacağını bu bir kişi aşırı
zorluklarla yerine getirmektedir. Cemaatin diğer fertleri de sadece onu
eleştirip onun moralini bozmaktadır. Bu-nun sonucu
olarak üzerine aşırı yük yüklenen kişi maddî ve mânevî yönden yıpranmakta ve bir
zaman sonra ister istemez bir köşeye çe-kilip pasifize olmakta, hattâ
bazen dâvâdan, faâliyetten soğumaktadır.
Daha önce Beled sûresinde Rabbimiz, “Şu nankör insana bir bakın ki o
Akabe’yi aşamadı. Akabe’nin hakkından gelemedi. O zor geçidi ikdiham edemedi” buyurarak kulluğun zorluğundan söz ediyordu
ya, bakın burada işte böyle yaşayan insan için bu
yolun artık çok kolaylaştığını anlatıyor.
Nahl
sûresinde de bu husus şöyle anlatılıyordu:
“Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi
iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli
ile ödeyeceğiz.”
(Nahl
97)
Meryem sûresinde de şöyle buyruluyor:
“İnanıp yararlı iş işleyenleri, Rahmân,
sevgili kılacaktır.”
(Meryem 96)
Onlar hem dünyada hem de âhirette çok güzel ve kolay bir ha-yat yaşayacaklardır.
Çünkü iyi insanları herkes sever. Hayatını Allah için yaşayan, Allah’ın istediği
biçimde yaşayan bir insan herkes tarafından sevilip sayılır ve herkes tarafından
takdir edilir. Şu anda bile bi-zim yerli kâfirlerin, şerli kimselerden korktukları için
parayla alâkalı veya çok önemli makamlara böyle Müslümanları aradıklarını
görüyoruz.
2. Bu kolaya kolaylamanın bir ikinci
mânâsını da şöyle anlı-yoruz: Allah, onun için hesabı
kolaylaştıracaktır. Hem dünyada, hem de ukbâda Allah
onun hesabını kolaylaştıracaktır. Kim verirse, muttaki olursa, tevhidi
kabullenirse, bu tevhid ve onun sonucu olan cenneti
umarak verirse o kişinin hayatını cennete kolaylayacaktır Allah. Cennete gidiş
yolunu ona kolaylaştıracak ve kolayca cennete gidecektir o kişi. İnşikâk’ta da öyle deniyordu:
“Amel defteri kendisine sağından
verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına
sevinçle döner.”
(İnşikâk 8-9)
İşte bu üç özellik sahipleri böyle hem
dünyada hem de âhirette kolaya kolaylanırken, buna
mukabil olarak şu üç özellik sahiplerinin de zora kolaylanacağını anlatacak
Rabbimiz:
8-10. “Ama, cimrilik eden, kendini
Allah’tan müstağnî sayan, hüsnâyı (O en güzel sözü)
yalanlayan kimsenin de güçlüğe uğramasını kolaylaştırırız.”
Ama öncekinin tamamen tersine kim de
tutar, cimrilik yapar, vermekten korkar, pahillik
yaparsa. Bir de müstağnî davranır, kendi kendine yeteceğine inanır, müstağnî
davranırsa. Yani ben bana yeterim, ben beni kurtarırım derse. Hüsnâyı, tevhidi, dini, kitabı, sünneti, cenneti ve verene
yarın Allah’ın bolca vereceğini yalanlarsa. Kendi elindekilere güvenerek
cennettekileri istemezse, cennete karşı isteksiz davranırsa, ona da zoru
kolaylaştıracağız, diyor Allah.
Allah onun için zoru kolaylaştıracak ve
zor artık onun için kolay olacaktır. Bir Müslüman için çok zor olan, bir Müslümanın asla yapmayacağı, yapamayacağı çok zor şeyler
artık bu kimse için kolay hale gelecektir. Meselâ evine gideceksiniz bir adamın,
evine gittiğiniz bu adam hanımını giydirip kuşatacak, süsleyecek, püsleyecek, en güzel elbiselerini giydirecek ve gelen
misa firlerinin karşısına çıkarıp
onlara ikram edecek. Onlara izzet ve ikram adına adam karısını önlerine sunacak.
Ne kadar zor bir şey değil mi bu? Kadın için de onun kocası için de ne kadar zor
değil mi? Ama yapıyorlar şimdi bunu! O kadar kolay yapıyor ki bunu adam, zerre
kadar yüzü bile kızarmıyor. Yani zor ne kadar kolaylaşmış değil mi? Bir Müslüman
için çok zor olan bir iş bu tür insanların hayatında ne kadar kolay hale gelmiş
değil mi? Veya meselâ bir kadının tüm
vücudunu ortaya dökerek sokağa çıkması, vücudunu insanların nazarlarına arzetmesi çok zordur değil mi? Böyle bir talihsizlikle karşı
karşıya kalmaktansa bin defa öl-meyi ister Müslüman bir kadın. Değil vücudunu
böyle sere serpe insanlara arz etmek, saçının bir teli bile başkalarına
görünmektense öl-meyi tercih eder Müslüman bir kadın. Ama bakın sokaklarınıza… O
zor bildiğiniz, çok zor kabul ettiğiniz şeyin kimi kadınların hayatında nasıl
kolaylaştığını bir görün. Bu zor nasıl kolaylaşmış değil mi insanların
hayatında?
Veya meselâ bir adamın içki içmesi,
zina etmesi, fâiz yemesi, kumar oynaması, domuz eti yemesi, yalan söylemesi ve
buna benzer günahları işlemesi çok zordur. Ama bakın hüsnâyı, İslâm’ı, Kur’an’ı,
Sünneti ve tevhidi yalanlayanlar için çok kolaydır bunlar. İnsanların bu zorları
ne kadar kolay yaptıklarını görüyoruz. Allah kolaylaştırıvermiş bu insanlara
bunları. Meselâ bir adamın namazsız bir hayatı kabullenmesi çok zordur. Bir
vakit namaz kılamamaktansa bin defa ölmeyi tercih eder bir Müslüman değil mi?
Namazsız bir hayat çok zordur. Ama gelin görün ki namazsızlık çok kolaylaşmıştır
pek çoğunun hayatında. Adam çok rahat terk edebilmektedir namazı ve hiç
rahatsızlık duymamaktadır bundan. Neden? Çünkü hüsnâyı, Allah’ı, dini, Kur’-an’ı, Sünneti, cenneti
yalanlamıştır adam. İşte böyle kimseler için zo-ru kolaylaştıracaktır Rabbimiz. Bir de burada
kolaylaştırılmasından söz edilen üsra, İslâm yoludur,
cennet yoludur. İslâm yolunda yürümeyi onlara zorlaştıracak, İslâm’dan ve Müslümanca bir hayattan nef-ret
ettirecek ve küfür yolunu ona kolay getirecektir. Nitekim En’âm sû-resinde de bu konu şöyle
anlatılır:
“Allah kimi doğru yola koymak isterse
onun kalbini İslâmiyet’e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş
gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür
bataklığında bırakır.”
(En’âm
125)
Evet kalpleri İslâm’a açılan, İslâm
yolu kolaylaştırılan mü’min-lere karşılık kimilerinin kalbi de İslâm’a kapatılmaktadır.
Allah kimi de saptırmak, dalâlette bırakmak isterse, adam kendisi dalâleti
tercih eder, Allah da onu dalâlette bırakmak isterse birinci insanın zıddına onu
göğsünü o kadar daraltır ki, o kadar sıkıntılara sokar ki, kişi sanki gökyüzüne
yükseliyormuş gibi içinde büyük darlık hisseder. Evet sapıtmak isteyen,
saptırmak isteyen kimselerin kalplerinde de öyle bir darlık, öyle bir
huzursuzluk yaratır ki Allah, sanki bir ağaca, dağa değil de, gökyüzüne
tırmanıyormuşçasına sıkıntı ve isteksizlik hisseder. Gönlünü İslâm’dan ve
kulluktan soğutuverir Allah onun. Hoşlanmaz Allah’tan, hoşlanmaz peygamberden,
nefret eder kitaptan, namazı sevmez, tesettürü beğenmez, İslâm’dan rahat
değildir, mescide gidişi idama gidiş bilir. Bunlar zorlaştırılırken tüm
günahlar, tüm kötülükler de kolay hale getirilecektir onun için.
Demek ki yolun zorluğu o yolun fıtrata
ters olmasındandır. Al-lah fıtratına uygun olmayan zor
bir yola giren kimseye bu yolu kolaylaştırarak onun cehenneme yuvarlanmasına
imkân sağlıyor.
Yine burada zorlaştırılacak olan,
önceki mü’minlerin zıddına hayatlarının, rızıklarının hayat programlarının zorlaştırılmasıdır. Tâ-hâ
sûresinde bu husus şöyle anlatılır:
“Benim Kitabımdan yüz çeviren bilsin ki
onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşr ederiz.”
(Tâ-hâ 124)
Bir de burada kolaylaştırılan üsradan kasıt cehennemdir. Allah hüsnâyı, tevhidi, cenneti, Kur’an’ı, Sünneti yalanlayanları cehenneme
kolaylaştıracaktır. Onların yollarını cehenneme, ateşe kolaylaştıracak, cehennem
yollarını kolaylaştıracaktır. Cehenneme götürücü, şerre götürücü yollarını
kolaylaştıracaktır Rabbimiz onların.
Hüsnâyı
tasdik edeni kolaylıkla cennete götüreceğiz, cennet yolunu ona kolaylaştıracağız
diyen Allah, aksini yapanları da cehenneme kolaylaştıracağını anlatıyor. Çünkü
hüsnâyı tasdik edenin âkıbeti ona ulaşmaktır. Hüsnâyı reddeden kimsenin âkıbeti de ondan mahrumiyettir.
Cenneti isteyen cennete, cehennemi isteyen de cehenneme ulaşacaktır. Hüsnâyı tasdik eden, elbette ona ulaşacaktır. Zira iyilik
yapanların, güzellik yapanların sonunun iyilik ve güzellik ola-cağına inanmıştır
bu insan. Bu îman çok önemlidir. Çünkü buna inan-mayan kişi, yani iyiliğin
sonunun iyilik olacağına inanmayan kişi asla iyilik yapamaz. Âhirete îman etmeyen, yaptıklarının boşa gideceğini zanneden
kişi için iyilik yapmak enayiliktir. Onun için iyilik yapmak boştur. Zira
karşılığını göremeyeceği bir şeyi yapmak enayilikten başka bir şey değildir.
Çünkü adam âhirete inanmamaktadır. Yaptıklarının
karşılığını görmek ve hesabını ödemek üzere bir daha dirilişe, ö-lüm ötesi hayata
inanmamaktadır. Verene yarın Allah’ın bolca vereceğine inanmamaktadır,
salih amellerin boşa gideceğini zannetmektedir. Hüsnâyı yalanlamakta ve cennete
inanmamaktadır.
Faziletin önü zor ve acı olsa da sonu
saadettir. Rezaletin önü rahat ve tatlı olsa da, sonu perişanlık ve
bedbahtlıktır. İşte buna inanan kişi Hüsnâya koşar,
iyilik yapmaya gayret eder, Allah ta bu konuda ona yardım eder, kolaylık verir.
Hüsnâyı gerçekleştirme yolunda ayak bağı olabilecek
kadın, para, toplum, aile, nefis, mal, mülk gibi engellere karşı Allah ona güç,
kuvvet verir.
Ama cimrilik yapan, Hüsnâyı reddeden, müstağnî davranan, kendi kendine
yetebileceğini zanneden bugünün zengin tipleri, akıllıdırlar,
ferasetlidirler. Güya iş bilirler,
kafaları çalışır, fakülte bitirmişler. “Kazanırım!” diyor adam. “Kafamı
çalıştırır kazanırım!” diyor. “Bu serveti aklımı kullandım, kafamı çalıştırdım
da öyle elde ettim” diyor. Halbuki bu malı, bu serveti veren Allah’tır. Eğer onu
kendi kazansaydı hiç ayrılmazdı ondan değil mi? Halbuki bakıyoruz, ya kendisi o malı terk edip gitmekte, ya da mal onu terk etmektedir. Böyle ikili bir oyun
içindedir insan. Halbuki o malı da, onu elde etme gücünü de, zekâsını da veren
Allah’tır. Yazmak lâzım tüm amirlerin koltuğuna: “Senden önce burada bir başkası
oturuyordu.” Yazmak lâzım insanların gözlerinin önüne: “Senden önce senin şu
anda tohum attığın tarlaya dün bir başkası tohum atıyordu.” “Bindiğin arabaya
dün başkaları biniyordu.” “Oturduğun evde dün bir başkası oturuyordu.” “O
cebindeki dün bir başkasının cebindeydi.”
Birinin mezar taşına yazmışlar:
“Zavallı, hayatı boyunca hep toplar ve çarpardı. Bölmeyi ve çıkarmayı hiç
bilmezdi. Ölünce vereseleri onu da tamamlayıverdiler.”
İşte bu tipler Hüsnâyı yalanlarlar da onun için cimrilik yaparlar. Allah da
onlara üsrayı kolaylaştırıverir. İsyanı kolaylaştırır,
itaati zorlaştırıverir. İbadet edemezler, namaz kılamazlar, zekât veremezler,
İslâm’ı yaşayamazlar, âhireti hesap edemezler. “Hele
bir gelsin bakalım, o zaman düşünürüz” derler. Ama o gün geldi mi de, “Ne olur
bizi geri çevir Allah’ım” derler. Tıpkı Ümeyye bin
Halef gibi: “Gün günden beter, Müslüman olmanın zamanı değil, İslâm’a girmenin
faydası yoktur” derler. “Bu devirde paranın açmayacağı kapı yoktur, devir para
devridir, İslâm karın doyurmuyor” derler.
İşte bunlar zorluğu yenemeyecektir.
Zorluk, üsra bunların sürekli tepelerine binecek,
sürekli dünyada mutsuz olacaklar, hep korku içinde olacaklar. Ya şu mallarını zorla, zulümle ellerinden aldığımız
mazlumlar bir gün uyanırsa! diye uykuları kaçar. Kaçıyor da nitekim. Takkeli bir
çocuk, sakallı bir genç, tesettürlü bir kızcağız görüverseler, bir tekbir sesi
duyuverseler, acaba uyanıyorlar mı? diye akılları gidiyor.
Hüsnâyı
tasdik eden ve Hüsnâyı reddeden kişi anlatılıyor
burada. Cimrilik edenle, infak eden anlatılıyor. Allah diyor ki, “Verin
artırayım! Verin vereyim! Verin şimdi, yarın ona muhtaç olduğunuz bir günde
benden fazlasıyla alırsınız.” İşte Hüsnâ budur. Allah
için bir lira vereceksiniz, size karşılığında yedi yüz verecek Mevlâ. Bir de bu
kadarla da kalmayacak dilediğine kat
kat artıracaktır Allah.
11. “O kimse ölüp ateşe yuvarlandığı
zaman, malı ona fayda vermez.”
Bu cimriler, bu kendi kendilerine
yeteceğini, kendi kendilerini kurtarabileceklerine inanan bu müstağnîler bir
kere düştüler mi, bir kere düşmeye başladılar mı, bir kere şarampole
yuvarlanmaya, kabre doğru sendelemeye başladılar mı, ne malları, ne tedbirleri,
ne rütbeleri, ne diplomaları, ne de güçleri onları kurtaramayacak, bir fayda
sağlamayacaktır onlara. Tereddileri, inhitatları, düşüşleri başladığı anda ne
biriktirdikleri, ne öpüp bağırlarına basıp vermedikleri, ne tedbirleri, ne
saltanatları, ne iktidarları, ne rütbeleri, ne diplomaları, ne çevreleri,
yardakçıları hiçbir şeyleri onları kurtaramayacaktır. Halbuki o mallarına, o
servetlerine, o makamlarına ve saltanatlarına güvendikleri için sapmışlardı.
Malları, mülkleriyle ebedîleşme sevdasına, ölümsüzleşme sevdasına kapılmışlar ve
kendilerini Allah’tan ve Allah’ın hayat programından müstağnî görmüşlerdi. Şimdi
o malları ve saltanatları onlara hiçbir fayda sağlayamamakta, düşüşlerine engel
olamamaktadır.
İşte Bedir, işte Firavunlar, işte
Nemrutlar, işte Ebu Cehiller, iş-te Roma, işte Bizans ve işte ibretlerle dolu tarih.
Kendilerini müstağnî görenler, “Bizim Allah’a da, Allah’ın kitabına da, Allah’ın
dinine de, O’-nun hayat programına da ihtiyacımız
yoktur. Bizim tevhide de, cennete de, oradaki nîmetlere de ihtiyacımız yoktur”
diyerek müstağnî, ey-vallahsız davranan bu kâfirler düşmeye başladıklarında,
ayakları kaydığında, şarampole, kabre devrildikleri zaman malları, mülkleri
onları kurtaramayacaktır. Öyleyse gözünüzü açıp dinleyin:
12. “Bize düşen sadece doğru yolu
göstermektir.”
Hidâyet Bizdedir, hidâyet Bizdendir.
Hidâyet yolu Bize aittir. Doğru yolu da, eğri yolu da beyan edip açıklamak Bize
aittir. Yol Bize aittir, öyleyse yolunuzu bize sorun. Hidâyet Bize aittir,
öyleyse hidâyeti Bizden isteyin. Belki akıllı olabilirsin ama unutma ki veren
O’dur. Güçlü olabilirsin ama bilesin ki veren O. Bilgin becerin olabilir, ama
bağışlayan O. Belki malın olabilir, ama bilesin ki veren O’dur. Çoluk-çocuğun,
çevren, avenen, kredin olabilir, unutmayasın ki tüm bunları veren
O’dur.
Hidâyet, yol Allah’tandır. Eğer hidâyet
istiyorsanız, eğer kendinize bir yol arıyorsanız, bir sistem, bir hayat programı
arıyorsanız bilesiniz ki hidâyet Allah’ın hidâyeti, yol Allah’ın yoludur.
Probleminiz varsa Allah’a havale edin, Allah’a yalvarın, Allah’a yakarın.
Allah’ın âyetlerinin tarif ettiği bir hayata yöneliverdiniz mi, bakacaksınız ki
tüm problemleriniz kendiliğinden çözülmüştür. Ekonomik, siyasî, içtimaî, askerî,
eğitim, hukuk, seçim, geçim tüm dertleriniz bitecektir. Çünkü o zaman siz
yenilmez ve yanılmaz bir Allah’la berabersiniz demektir. Çünkü siz yolunuzu
Allah’la bulmuş ve Allah’ın yoluna girmişiniz demektir.
Hidâyet Allah’tan iken, yol göstermek
Allah’a aitken yıllardır bizler vahyi bıraktık, Allah’tan gelen hidâyete sırt
çevirdik ve içimizdeki, dışımızdaki yerli ve yabancı kâfirlerin hevâ ve heveslerine uyduk. Hidâyeti onlardan bekledik.
Onların yol gösterilerine tabi olduk. “Ey Yahudi ve Hıristiyanlar! Ey bizim
efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin gibi olduk! Sizin
hidâyetinize, sizin yolunuza tabi olduk! Sizin gibi giyiniyor, sizin gibi
soyunuyoruz! Sizin yasalarınızı, sizin hukukunuzu kullanıyoruz! Eskiden tepeden
tırnağa giyinirdik, ama şimdi bak sizin hatırınıza kılık-kıyafetimizi
değiştirdik! Sizin yazınızı kullanıyor, sizin eğitiminize sahip çıkıyoruz! Sizin
kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin takvimlerinizi kullanıyoruz! Sizin
hatırınıza NATO’ya girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! A.T'la nikâhlandık, I.M.F ile nişanlandık. Bugüne kadar bir
dediğinizi iki etmedik” diye bu kâfirlere yalvarıp yakardığımız halde yine de
kendimizi sevdiremedik. Ama beri tarafta Allah’ın hidâyetini terk ettiğimiz için
Rabbimizin yardımı kesildi. Hidâyetini, yolunu terk ettiğimiz Rabbimizin yardımı
kesilince de gittikçe batağa battık ve bir türlü belimizi doğrultamadık. Elbette
öyle olacaktık. Çünkü yol sadece Allah’ın yoluydu, hidâyet sadece Allah’a
aitti.
Şu andaki çağdaş sistemler bunların
topluma yansıyan yönü üzerine kurulmuştur. Tüm müşrik sistemler bu esaslara
dayanmaktadır. Ya mal çokluğuna dayanır ki bunun adı
kapitalizmdir. Ya çoluk-çocuk, ırk çokluğuna dayanır
ki, bunun adı faşizmdir. Veya güçlü ol-maya dayanır ki, bunun adı da despotizm,
yani krallıktır. Tüm sahip olduklarını Allah’tan bilmeyen, Allah’ın hidâyetine
tabi olmayan insanların tarih boyunca düştükleri bataklıklardır bunlar. Hani
Kehf’te de öyle deniyordu:
“De ki: “Gerçek hidâyet Rabbinizdendir.
“Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.”
(Kehf
29)
Dileyen îman etsin, dileyen de
küfretsin. Artık hak, hidâyet bu kadar açık ve net bir biçimde ortadayken ve
herkesin ona ulaşma im-kânı da varken, artık tartışmaya gerek yoktur.
Birilerinin Müslümanların inanışlarını, hayatlarını sorgulamaya hakkı yoktur.
Biz Allah’ın hidâyetine tabi olmuşuz. Bizim yaşadığımız hayat Allah’tan gelen
bir hayat tarzıdır. Rabbimizden hak olan kitabında bize hidâyet olarak ne
gelmişse, Rabbimiz bizim adımıza nelerden razı olmuş ve bizi nelerle sorumlu
tutmuşsa biz onları yapıyor ve öylece yaşıyoruz. Bizim bu ko-nuda herhangi bir yetkimiz ve
sorumluluğumuz yoktur. Yani bu yaşadığımız hayatı biz düşünüp taşınıp kendimiz
belirlemedik. Rabbimiz dedi, biz de yapıyoruz, yaşıyoruz hepsi bu kadar.
Sorgulayacaklarsa bizi değil, Allah’ı sorgulasınlar. Hak, hidâyet, din
Allah’ındır, hukuk Allah’ın hukukudur, yasa Allah’ın yasasıdır. Dileyen buna
îman eder, dileyen de dilediği gibi yaşar. Dileyen Hâdî olarak, Rabb olarak Allah’ı, din olarak O’nun dinini, yol olarak
O’nun yolunu, sistem olarak O’nun sistemini kabul edip öylece yaşar, dileyen de
Allah’tan başkalarının yasalarını, Allah’tan başkalarının hidâyetlerini,
yollarını, sistemlerini benimser ve onlara kulluk eder. Dileyen Allah’ın kulu
olarak mü'-min, dileyen de dilediği kimselerin kulu
olarak kâfir olabilir. Hattâ dileyen de yeryüzünde kendisinin İlâhlığını bile
iddia edebilir. Allah yeryüzünde bu imkânı kullarına yasaları gereği vermiştir.
Sonucuna kendileri katlanmak kayd-u şartıyla dileyen
dilediği yolu tercih edebilir.
Ama siz bilirsiniz. İsterseniz
Rabbinizin hidâyetini reddedip burnunuzun doğrusuna gidin. İsterseniz Rabbinizin
hayat programını reddederek ya kendi hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde ya da kimi yapay tanrıların, tanrıçaların yasaları
istikâmetinde bir hayat yaşayın. Ama şunu unutmayın ki:
13. “Şüphesiz âhiret de, dünya da Bizimdir.”
Dünya da bize aittir, âhirette bize aittir. dünya da bizimdir âhi-ret de bizimdir
diyor Allah. İmam Mâlik der ki: “Ömer bin Abdülaziz bir defasında bize akşam
namazı kıldırdı, bu âyete gelince hıçkırığa boğuldu, okuyamadı ve başka âyete
geçti.” Bize hiçbir şey demeyen bu âyet sahâbeye çok şey söylüyordu. Evet dünya
da bizimdir, âhirette. Bunun mânâsını şöyle birkaç
madde halinde özetlemeye çalışalım:
1. Dünya da bize aittir, âhiret de bize aittir. Ey insanlar, konumu gereği veya
iradeleriniz gereği Allah dünyada size dokunmadı diye dünyayı atlattık
zannediyordunuz, ama âhirette bizimdir, orada ne
yapacaksınız ya? Allah’ı dünyada atlattığınızı
zannediyorsunuz belki ama, âhirette ne yapacaksınız?
Orası da bizimdir. Yani dünyanın konusu sizin kendi kendinize plan, program
yapmanıza müsaittir. Hikmeti gereği Allah sizlere irade vermiştir. İmtihan
gereği Allah do-kunmuyor dünyada size. Peki öbür
tarafta ne yapacaksınız? Dünya kendinizin zannediyorsunuz ve aldanıyorsunuz,
halbuki dünya Allah’ındır, âhiret te onundur.
2. Sakın şaşırıp yanılıp ta mülkün
kendinize ait olduğunu zannetmeyin. Dünyanın da, âhiretin de mülkü bizimdir diyor
Allah.
3. Sizin zannettiğiniz gibi dünya ile
âhiret ayrı değildir. Dünya ile âhiret bir bütündür. Öyleyse Allah yolunda olun, Sırat-ı
Müstakîme girin, diyor Rabbimiz.
4. Dünyanın da, âhiretin de mülkü bizimdir. Binaenaleyh hangisini isterseniz
onu size veririz, ama neticesi size aittir. Kim dünyayı isterse kıl payı bile
eksiltilmeden onu ona veririz, ama sonucuna kendisi katlanmak
şartıyla.
Bu âyetten anlaşılan o ki, sadece
dünyalık isteyen, planını, programını dünyalık elde etmek için yapan ve âhireti hesaba katmayan kimselerin ne kadar akılsız ve aptal
olduklarını anlatıyor Rabbi-miz. Biz biliyoruz ki
dünya rızkı mü'min-kâfir ayırımı yapılmaksızın
Al-lah’ın bir lütfudur. Yani
dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de dünya
rızkı verilmektedir. Bu konuda ikisi arasında bir fark gözetilme-mektedir. Bunu Kitabımızın başka âyetleri anlatmaktadır. Bu
zaten ezelde takdir edilip hükme bağlanmıştır. Onun için tüm hesaplarını
dünyalık için yapanlar aslında en büyük aptaldırlar. Neden? Zaten ve-rilecek de ondan. Zaten Allah onu onlara verecek. Allah
zaten herkese dünyada bir şeyler ayırmışken, âhiretini ayaklarının altına alırcasına dünyanın ve
dünyalıkların peşine takılanlar aptal değil de nedir şimdi? Öyle değil mi? Bana
ayırdığını zaten bana ulaştıracak Rabbim dünyada. Bana
ayırdığını kesinlikle başkalarına vermeyecek,
başkalarına ayırdığını da, çatlasam patlasam da
kesinlikle bana vermeyecek. Ya da ben gecemi gündüzüme
katarak çırpınsam da Allah’ın ba-na takdir ettiğinden fazlası da bana gelmeyecek. Bunu zaten
vaad e-diyor Allah. Hal böyleyken, ben tutmuşum bana
ayrılan dünyalık rızık konusunda tüm zamanımı
harcayarak âhiret konusunda plan program yapmayayım.
Bu aptallığın, ahmaklığın daniskasıdır.
Bakın burada bu konuyu açıklayan bir
hadis okuyayım.
“Eğer sizler rızık konusunda hakkıyla Allah’a güvenip tevekkül etmiş
olsaydınız, sabahleyin yuvalarından aç çıkıp akşamleyin tok dönen kuşları
doyurduğu gibi Allah sizleri de doyururdu.”
Eğer
gereği gibi, hak neyi gerektiriyorsa, tevekkülün hakkı neyse onu ona vere vere Allah’a bir tevekkülünüz, Allah’a bir vekalet vermeniz
varsa, Allah’ı vekil kabul etme konusunda bu iş neyi gerektiriyorsa ona baştan
evet diyorsanız, o zaman iyi bilin ki Allah sizlere tıpkı kuşlara rızık verdiği gibi rızık verirdi.
Hani
bilirsiniz kuşlar açlıktan karınları çekilmiş olduğu halde sabahleyin
yuvalarından çıkarlar, karınları dolmuş olduğu halde akşamleyin geri dönerler.
Bizim hayatımızda ne kuş kalmış, ne kuşların yuvaya dönüşü. Ne kuşların yuvası
kalmış, ne de yuvada bekleyen kuşlar. Biz onları kafese koymuşuz. Sabah
karınları aç, akşam karınları doymuş değil, biz ne zaman verirsek o zaman, biz
ne zaman ver-mezsek o zaman, bu manzaraları biz öyle
görürüz diyenlere sözüm yok. Öyle değil benim anlattığım, ayrı bir ortam, farklı
bir özgürlük or-tamı. Kuşlar, yuvalarında sabahlayan
kuşlar. Gagalarında getirdikleri yiyecekleri yavrularıyla paylaşan kuşlar. Yuva
yapan, orada yavrularının büyümesi için kanat çırpan, kanat geren kuşlar. Sabah
aç karına çıkıyorlar, Allah onlara bir yerlerden rızık
veriyor, yeter ki onlar rızık a-ramaya çıksınlar. Sonra karınları doymuş olarak geri
geliyorlar.
Peki
biz de aynı şekilde mi? Yani biz de Allah’ın bize tahsis ettiği rızkı bulmak
üzere, ama helalinden bulmak gayesiyle sabah evlerimizden çıkıp, bulunduğumuz
makam ve mekândan ayrılıp Allah’ın bize ta ana karnında tahsis ettiği rızkı
bulmak adına helalinden bulmak üzere sa’y u gayret
etsek, bulur muyuz? Ben bunun için anlattım zaten, elbette buluruz. Yani yaygın
bir halk tabiri ile söylersek Allah elbette deldiği boğazı aç bırakacak
değildir. Eğer öldürmeyecekse onu aç bırakacak değildir. Vakti gelemeden, eceli
dolmadan da kimsenin ölmeyeceğini biliyoruz. Ecel gelinceye kadar Allah’ın bize
tahsis ettiğini mutlaka biz bulacağız. Ama nedense insanlar anlamak istediği
anlamaya, istediği gibi anmak için dinlemeye hazırlar sanki. Aynı konuşmayı
birden fazla insan dinlesin, ne anlatıldı desinler, hepsi aynısını
söyleyemiyorlar. Neden mi ki? Kasıtları olduğunu zannetmiyo-rum, ama o konuşmayı
dinlemeye gelmeden önceki hayatları, kafaları, kafa yapıları, beklentileri,
istekleri, arzuları farklı da ondan.
Bir
ramazan bir büyük camide bir hoca efendi vaaz verirken orucu bozan ve bozmayan
şeylerden söz ediyormuş. Derken söz arasında demiş ki; “cemaat, toz ile balgam
orucu bozmaz” Toz ve balgam. Zaruridir bunlar, onsuz bir hayat düşünemezsiniz,
engelleyemezsiniz diye anlatmış. Tam o arada uyur uyanık dinlerken kendine gelen
cemaatten biri; oh demiş, ne âlâ, demek tuzla şalgam orucu bozmazsa tamam bu iş.
Camiden çıkışı zor beklemiş, bütün milletin gözü önünde başlamış şalgamı tuza
basıp yemeye. Hayrola demişler, nerden icap etti? Adamın cevabı hazırdır; duymadınız mı, hoca
demedi mi tuzla şalgam orucu bozmaz. Adamın kastı var mıydı size gö-re? Bence yok. Yani adam aslında samimi, mazeretli. Ama
bu mazeret onu kurtarır mı, kurtarmaz mı o başkadır. Onu hesap gören bilecektir.
İşte
bu sözleri dinleyenler de aynı şekilde dinliyorlar. Aynen o insan gibi sözü
yanlış anladıklarını görüyoruz. Allah eğer siz cidden bana güvenir dayanırsanız,
beni gerçekten Rezzâk bilirseniz. Hocanın biri, bir müslüman müslümanlara bu konuyu
anlatıyormuş. Ey müslümanlar, Allah’ı vekil kabul
edin. Sadece O’na dayanıp güvenin. O’nu Rezzâk bilin, rızık konusunda endişe etmeyin. Allah’a güvencinizi
sarsmayın. Acaba mı demeyin. Acaba Allah bana da rızık
verir mi ki, vermez mi ki demeyin diye anlatınca, oradaki dinleyenler iki grup
olmuşlar. Bir grup demiş ki; olmaz öyle şey. Ne demek? Demek ki ben yatsam da
Allah rızık verecek öyle mi? Ötekiler de demişler ki;
öyle anlaşılmaz. Sen yat da Allah sana rızık versin
anlamına gelmez bu iş. Ama her şeye rağmen Allah, kime ne rızık ayırmış ise o mutlaka ona
ulaşacaktır, gibi açıklamalarla tartışma sürmüş gitmiş. Sonra adam inat edip
ötekilerin haksızlığını, yani yatınca insana rızık
gel-mezmiş konusunu onlara anlatmak için şöyle orman
kenarında kendine uygun bir yer bulmuş ve beklemiş. Beni bulacak demek rızık tamam ben de bekliyorum demiş. Bir gün, iki gün,
derken üç gün, dermanı bitmiş, sonra saatler dakikalar ne kadar geçmiş bilmez
öylece yarı baygın kalmış orada. Bir ara bir hayat belirtisi, derken iki adam
çıka gelmiş. Vurdukları bir av hayvanını şöyle bir kenarda kızartıp yeme
çabasındalar. Berikinin onlara seslenecek gücü kalmamış, bağıracak imkânı
yokmuş, dermanı kalmamış ama gücü yettiği kadar inlemeye başlamış. Derken
onlardan biri fark etmiş. A! Demiş, durun hele, buralarda bir inilti var, bir
ses duydum. Derken fark etmişler, şu taraftan, aha işte burada, bir adam var,
yarı baygın galiba demişler, adamın boğazından bir şeyler vermişler, şöyle biraz
kendine getirmişler, ateşte ısıtmışlar, vücudunu ovmuşlar, gözünü açmışlar,
sonra sormuşlar; arkadaş, nedir senin halin ahvalin? Kimsin, necisin, ne ararsın
burada? Kim getirdi seni buraya? Üstelik elin ayağın da bağlı değil. Adam
başından geçenleri anlatmış. Ben demiş, Allah’ın her şe-ye rağmen rızık vereceği
konusunda şüphem vardı. Yani bir kenara geçerim öyleyse, rızık verecekse verecektir diye ondan dolayı gelip buraya
yattım, evet Allah rızık veriyor ama, demek ki biraz
fazla inlemek gerekiyormuş, sadece ben burayı unutmuşum demiş.
Evet,
biraz daha inlemek gerekiyor bazen. Hani ağlamayan çocuk ve meme gibi belki ama,
siz isterseniz insanların en gözde çocuklarından biri, en gözde annelerinden
biri olan Hacer ve oğlu İs-mail’i hatırlayın. Rızıkları bitmişti onların da. Çocuğun yiyeceği kalmamıştı.
Yanlarında yiyecek kalmayınca yapılacak iş rızık
aramak için sa’ydi, çabaydı, bir Safa’ya bir de Merve’ye
gidilecekti. Çünkü on-lar Allah’ın şeairiydi, işaret levhalarıydı. Rızık aramak için onların ötesine, berisine gidilmezdi.
Dikkat edilmesi gerekiyordu…….
İşte
eğer biz, Allah’a hakkıyla tevekkül etseydik, rızkın Allah’a ait olduğunu gerçek
bilseydik, biz bize düşen helâl rızık arama
konusundaki sa’yimizi yapınca, kesin Allah bize rızık verecekti, tıpkı kuşların sabahleyin yuvalarından
karınları aç çıkıp akşamleyin tok olarak döndükleri gibi.
Ama
galiba bizim burada biz hesap farkımız var, hesap hatası diyemeyeceğim, onu
herkes kendisi değerlendirsin. Tamam, Allah as-lında
herkese rızık vermeyi verir de diyorlar Allah’ın
Rezzâk olduğunu bilen müslümanlar, ama O’nun bana
vereceği rızık benim hesapladığım rızıkla uyuşmuyor. O’nunki ile benimki bir birini tutmuyor.
Soframda şunlar, dolabımda bunlar olsun istiyorum. Kesemde şu kadar, kasamda bu
kadar olsun istiyorum. Altımda şöyle bir rızık,
üstümde böyle bir nimet bekliyorum. Ama ben bunu Allah’a bırakırsam O kendisi
gibi verirse hiç de benim istediklerimi kale almıyor, göz ardı ediyor sanki
dercesine müslümanlar Allah’ın rızık tahsisine razı değillermiş gibi ne kadar olacağını
kendileri belirlemeye kalkışıyorlar. Belirlesinler, sonuç yine Allah’ın ayırdığı kadar ulaşıyor insanlara değil mi?
Yani
biz çatlasak patlasak da, ölsek bitsek de aslında yine bize tahsis edilen kadar
geliyor. Sonrası, insan daha fazlasını kazanır gibi görünse de birden elinden
kayboluveriyor, alınıveriyor, hattâ eğer ona ait değilse kullanma imkânı bile
bulamıyor insanlar. Demek ki as-lolan Allah’ı vekil
bilmek, rızık konusunda Allah’a güvenmek, sen öyle
dediysen tamam ya Rabbi diyebilmektir. Allah’ın Rezzâk
olarak bizi doyuracağını kabul ettikten sonra artık gerisi elbette bizim için
problem olmayacaktır.
Ama siz bilirsiniz. Siz bilirsiniz,
isterseniz öyle yapmayın. İsterseniz âhireti yok farz
edip tüm plan ve programlarınızı dünya adına, dünyayı elde etme adına, dünyayı
kucaklama adına yapın. İsterseniz Rabbinizin hayat programından habersiz bir
hayat yaşayın. İsterseniz Rabbinizin hidâyetine tâbi olmamada ısrarlı davranın.
Şunu unutmayın ki:
14-15. “Sizi alevler saçan ateşle
uyardım; oraya, yalanlayıp yüz çevirmiş olan o en azgından başkası
yaslanmaz.”
Ben sizi alev saçan, titreyen,
kükreyen, müşterilerini bekleyen bir ateşle uyardım. Ben sizi yarın olacaklarla,
yarın mutlak sûrette ba-şınıza geleceklerle uyardım. Size olan merhametimden dolayı
her şe-yi açık açık size
anlattım. Size o ateşi haber verdim ki, ancak şakiler, eşkıyalar, azgınlar,
tâğutlar, Allah yasalarına teslim olmayanlar, Allah
karşısında bilgi iddiasında bulunanlar, Allah karşısında güç iddiasında
bulunanlar, Allah’a karşı, Allah’ın hidâyetine, Allah’ın hayat programına karşı
müstağnî davrananlar o ateşe yaslanacaktır. Unutmayın ki Allah size bir uyarı
göndermiştir. Nuh (a.s), Hud (a.s), İbrahim (a.s), Âd,
Semûd ile ve en son sevgili elçisi Muhammed (a.s) ile
size bir u-yarı göndermiştir. Size bir uyarı gelmiştir ki, o ateşe ancak şakiler
yaslanacaktır.
Şakî, şekavet, saîdin, saâdetin zıddıdır. Sözlükte, yorgunluk, mutsuzluk ve
perişanlık anlamlarına gelmektedir. Kişi, işlediği bir fiil (amel) yüzünden
perişan olur. Sıkıntıya düşer, zorluk çeker. İçinde bulunduğu saâdet (mutluluk)
halinden çıkar, mutsuzluğa, perişanlığa düşer. Bu durum 'şekavet'tir. Nitekim,
ilk insanların Cennet'te yasak meyveyi yemesi, onları sıkıntıya sokmuştu. Onlar
Cennet'te bol ni'-metlerin içerisinde iken, yaptıkları
yanlış yüzünden ceza aldılar, sıkıntıya düştüler, saâdet halini kaybettiler. Bu
anlamda 'şekavet' insanı sı-kıntıya sokan, ceza
almasına sebep olan, mutsuzluğa düşmesine ka-pı açan davranıştır.
'Şekavet'in
temelinde İlâhî yasakları çiğneme anlayışı vardır. İslâm'ın emir ve yasaklarına
tamamen uymak bazı insanlara zor gibi gelir. Ancak kişi, İslâm'ın emir ve
yasaklarına aykırı hareket ettiği za-man, daha büyük bir 'şekavet'e (zorluğa, sıkıntıya) düşer.
Eğer dinin zor gibi görünen emir ve yasaklarına uyulursa, hem bu dayanılmaz
sı-kıntılardan kurtulmak mümkün olur, hem de arzu
edilen 'saâdet'e ula-şılır.
İnsanlar
Kur'an'ın tekliflerini zor bulabilir ve sıkıntı
verici, ya da bazı dünyalık zevklerden uzaklaştırıcı
sayabilirler. Halbuki Kur'an in-sanların 'şekavet'e
düşmelerini önlemek ve onlara 'saâdet' kazandır-mak
için indirilmiştir.
'Şekavet'
içinde olanlara, bedbaht, mutsuz, sıkıntı ve güçlük çekenlere 'şakî' denilir.
Türkçe'de 'şakî' diye bilinen, huysuz, yol ke-sen,
yaramaz, isyancı anlamına gelen kavramın aslı da 'şekî'dir. An-cak 'şâkî' ile 'şekî' arasında anlam benzerliği vardır. Her ikisi de bed-baht insandır, her ikisi de kendi elleriyle mutsuzluğu
kazanan, ken-dilerine sıkıntıyı seçen kimselerdir.
Türkçe'de 'eşkıya' diye bildiğimiz bu tür kimseler aynı özelliği taşırlar.
'eşkıya', 'şekî'nin çoğuludur ve yol kesip insanları
soyan anlamına kullanılmaktadır. 'Şakî' diye bilinen 'şekavet' sahiplerinin bazı
özellikleri şunlardır: 'Şekavet sahipleri', top-lumunun yaramaz kimseleridir. Kendilerini güçlü sayarlar,
azarlar ve şımarırlar. Doğru yolda olduklarını zannederler. Seçtikleri yolun
ken-dilerini saâdete götüreceğini sanırlar. Halbuki
onlar 'şekavet' içinde-dirler, mutsuzdurlar, ama mutlu
olduklarını hayal ederler. 'Şakî'ler, İlâ-hî ölçülere
karşı geldikleri için zorluğu, bedbahtlığı, mutsuzluğu, ce-zayı hak ederek sıkıntıyı
kendileri kazanmışlardır. Onlar Hakk'tan ve İlâhî
öğütten yüz çevirirler, bu gibi şeyleri hafife alırlar.
"Şu halde, eğer 'öğüt' ve
hatırlatma bir yarar sağla-yacaksa, 'öğüt ver ve
hatırlat'. (Allah'tan) içi titreyerek korkacak olan öğüt alıp düşünür. Bedbaht
olan (şakî olan) ise ondan kaçınır."
(A'lâ, 9/11)
Onlar
Allah'tan gelen dâveti yalanlarlar, inkâr ederler. Bu in-kârları sebebiyle hem
bedbaht olurlar, hem de kendilerini sıkıntıya so-kacak
şeyi kazanırlar.
16. “Ki o yalanlayıp yüz çevirmiş
olandır.”
Dini yalan sayar, Allah’ın hidâyetini,
Allah yol gösterisini, Allah’ın hayat programı olan kitabını, Hüsnâyı, cenneti yalan sayar, din-lemez, sırt çevirir, ilgilenmez, önemsemez. Yalan sayan,
yalanlayan, yüz çeviren, kabullenmeyen, cehennem ameliyle ilgilenen kişidir o.
Ya diliyle inandığını iddia edip de hayatıyla
yalanlayan, ya da hem di-liyle, hem de hayatıyla yalanlayan, yok farz eden, ciddiye
almayan ki-şi o ateşe yaslanacaktır. Onun sığınağı,
barınağı, anası, ana kucağı ateştir. Ama:
17-18. “Arınmak için malını veren, en
çok sakınan kimse ise ondan uzak tutulur.”
Muttaki olanlar, Allah’tan korkan,
Allah’ın koruması altına giren, Allah’la yol bulan, Allah’ın hidâyetine tâbi
olan ve hayatını Allah için yaşayan, Allah’ın belirlediği yasalara uygun olarak
yaşayan, Allah’ın korunmasına yönelenler, Allah’ın korunmasına sığınanlar işte
onlar ateşten kenar olacaklar, kenar duracaklardır. Yâsîn’de de öyle
deniyordu:
“Allah şöyle buyurur: “Ey suçlular!
Bugün mü’-minlerden
ayrılın.”
(Yâsîn 59)
Günahkârlara denecek ki: “Ey mücrimler! Siz şöyle geçin bakalım! Siz
ayrılın şu tarafa! Size yok bu iş! Size yok cennet! cennet sizin değildir! O
mü’minlerindir.” Mü’minler
sevinç içinde cennete giderken, Allah onları hoşnutlukla karşılayıp selâmlarken,
selâmetle karşılarken kâfirlere de işte böyle diyecek. Burada da hemen hemen aynısı söyleniyor. Muttaki olanlar kurtulacak o
ateşten. Çünkü onlar mallarını verirler ve arınırlar. Yani mal-mülkle
münâsebetlerini Allah’ın istediği gibi ayarlarlar. Mallarını temizlemek üzere
Allah yolunda harcarlar. Malları konusunda Allah’ı söz sahibi bildiklerini
ortaya korlar. Mallarını Allah yolunda ona muhtaç kimselere vererek nefislerini
arındırırlar. Nefislerini cimrilik ve mala tamah gibi kötü hasletlerden
temizlerler. Mallarında gözü olan fakir kardeşlerine o mallarından vererek
onların arınmalarını sağlarlar. Sûrenin başında da açıkladığımız şekilde, Ebu Bekir efendimizin yaptığı gibi kâfirlerin elinde
köleleştirilmiş kardeşlerini mal harcayıp satın alarak onları hürleştirip
arındırırlar. Ama bunu yaparken de:
19-20. “O, yaptığı iyiliği birinden
karşılık görmek için değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek
yapmıştır.”
Kimseden bir karşılık beklemez onlar.
Hiç kimseye de bir borçları yoktur onların. Kimseye minnetleri yoktur. Yani
mallarını verirken filanın gözüne girmek, falanlara öğünmek adına değil, sadece
Allah’ın rızası için verirler. Sadece Rablerinin hoşnutluğunu ararlar.
Rable-rinin veçhini umarlar. Verdiklerini li vechillah
verirler.
Onlar Kur’an’ın başka yerlerinde anlatıldığı gibi men ve eza ile
sadakalarını boşa çıkarmazlar. Daha iyisini beklediğinden dolayı insanlara
iyilikte bulunmazlar. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığıyla insanlara
iyilikte bulunmazlar. Ben bunu bir kere arabama bindirirsem bu bana araba alır
beklentisiyle hareket etmezler. Hareketlerini buna bina etmezler. Karşındakine
iki âyet anlattım diye iki çay içirmesini beklemezler. Ya da iki hadis anlattım diye aferin demelerini beklemezler.
Veya ben bunlara İslâm’ı tebliğ ettim diye hemen karşısındakilerin hayatlarının
değişmesini beklemezler. Yani karşısındaki insanlara yaptığı bir iyilik, bir
infak karşılığında onların kendisine minnet duymalarını, karşısında ezilip
büzülmelerini istemezler onlar. Ya da yaptıkları bir
infak karşılığında eza vererek, yardımda bulunduğu insanları tiksindirerek
iyiliğe balgam atmazlar. Eğer iyilik Allah için yapılmışsa o buna her zaman
lâyıktır derler. Onlar yaptıklarını sadece Allah için yaparlar ve sadece bu işin
sonunda Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu umarlar.
Binaenaleyh sadaka verenler, yardımda
bulunanlar, yardımda bulundukları insanlara karşı bu yardımı psikolojik bir
komplekse dönüştürenler yaptıkları iyiliklerle karşılarındakini ezmeye
çalışanlar bu amellerinin boşa gittiğini bilmelidirler. Böyle bir iyiliği, böyle
kan kusturarak yapılmış bir infakı Allah hiçbir zaman kabul etmiyor. Çünkü bu
amel Allah için değil başkaları için veya kendisinin daha faziletli daha üstün
olduğunu ispat etmek için yapılmış bir ameldir. Zira öyle insanlar vardır ki,
böyle eziyetlere maruz kalmaktansa aç kalıp ölmeyi tercih ederler. Kendi şeref
ve onurlarını kaybetmektense yokluk ve sıkıntı içinde yaşamayı izzet ve şerefine
mal olan bir zenginliğe tercih ederler. Evet onlar bütün bunlara tevessül
etmeden sadece Allah için mal harcarlar ve:
21. “Elbette kendisi de hoşnut
olacaktır.”
Elbette yakında Rabbi da onu
hoşnut edecektir. Tevbe sûresinin de anlattığı gibi
Allah onlardan razı olmuş ve onları da razı olacakları bir hayata
ulaştıracaktır.
“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min
kadınlara, te-melli
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler, Adn
cennetlerinde hoş meskenler vaadetmiştir. Allah’ın
hoşnut olması en büyük şeydir. İşte büyük kurtuluş
budur.”
(Tevbe
72)
Buhârî ve
Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Rasulullah Efendimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Cennetlikler cennete girdikleri
zaman Azîz ve Celîl olan Allah onlara şöyle nida eder:
“Ey kullarım! Bulunduğunuz durumlarınızdan razı mısınız?” Cennetlikler
diyecekler ki: “Ey Rabbimiz, kimselere vermediğin nîmet ve mutluluğu bize
verdiğin halde bizler durumlarımızdan nasıl razı olmayız? Bunun üzerine yüce
Allah buyuracak ki: “Bundan daha kıymetlisini size vereyim mi?” Onlar derler ki:
“Ey Rabbimiz, bundan daha kıymetli nîmet nedir ki?” Yüce Allah bunun üzerine
şöyle buyuracak: “Sizi rızama kavuşturacağım ve bundan sonra ebedîyen size gazap
etmeyeceğim!”
(Buhârî, 6549, Müslim, 2829)
Bu sûre ile alakalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Velhamdü lillahi Rabbi’l âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder