Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
93., Nüzûl sıralamasına göre 11., Mufassal sûreler kısmının on ikinci grubundaki
beşinci sûre olan Duhâ sûresi, Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 11’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1. “Kuşluk vaktine andolsun; 2. Sükûna erdiği zaman geceye andolsun ki, 3. Ey Muhammed! Rabbin seni ne bıraktı ve ne de
sana darıldı. 4. Doğrusu âhiret senin için dünyadan
daha hayırlıdır. 5. Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın. 6.
Seni öksüz bulup da barındırmadı mı? 7. Seni şaşırmış bulup, doğru yola
eriştirmedi mi? 8. Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi? 9. Öyleyse sakın öksüze
kötü muamele etme; 10. Ve sakın bir şey isteyeni azarlama; 11. Yalnızca Rabbinin
nîmetini anlat.”
Duhâ sûresi
diye isimlendirilen kulluk kitabımızın 93. sırasına yerleştirilmiş Rasûlullah efendimizi teselli eden bir sûreyle karşı
kar-şıyayız. Mekke döneminin başlarında Rasûlullah efendimizin henüz vahye yeni yeni alıştığı günlerde inen bu sûre, muhtevadan da anlaşı-lacağı gibi ilk dönemlerin
problemlerinden birisi olan Rasûlullah efen-dimizin bir telaşını da izale eden bir
sûredir.
Rivâyet edilir ki Rasûlullah’a gelen vahiyde bir kesiklik olmuş-tu. Cebrâil’in
gelmesinde bir kesinti olmuştu. Bu konuda farklı sebep-ler, farklı zamanlar anlatılır. Buhârî’de, Esved İbni Kays’dan şöyle bir rivâyet
var: Rasûlullah’ın parmağına bir taş atıldı, Allah’ın
Resûlü ra-hatsızlandı,
böylece üç gece kaldı. Bu esnada bir kadın gelip Rasû-lullah’a şeytanın seni
bıraktı galiba dedi. Rasûlullah buna çok üzüldü de bu
sûre geldi deniyor.
Hakim Zeyd
bin Erkam’dan şunu rivâyet eder: Tebbet sûresi geldikten sonra Allah’ın Resûlü bunu ilân edip
insanlara yaydı, du-yurdu. Sûrede lânetle hicvedilen
Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil bu duruma çok içerledi ve Rasûlullah efendimizin huzuruna gelerek: Beni ve kocamı
niçin Hicvettin ey Muhammed? Beni boynumdaki bir iple nerede gördün ki onunla
hicvettin? dedi. Allah’ın Resûlü de: Vallahi seni ben hicvetmedim! Seni Rabbim
hicvetti buyurdu. Bundan sonra bu kadın onu kontrole başladı. Rasûlullah efendimizi takip etmeye başladı. Zira Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil Rasûlullah’ın kapı dibi
komşusuydu. Leheb sûresinde de ifade ettiğimiz gibi bu
çirkef kadın Rasûlullah efendimizin evinin önüne,
geçeceği yollara dikenler atar, yemeğinin içine toprak
döker, onu rahatsız ederdi. Rasûlullah efendi-mize bir süre vahiy gelmeyince Ümmü Cemil: Ne o ey Muhammed! Umarım ki şeytanın seni terk
etti. Sahibini görmüyorum! Her halde sa-na veda etmiş, darılmış! dedi. Veya öteki müşrikler de
Muhammed’in Rabbi onu terk edip darılmış, onunla diyalogunu kesmiş gibi sözler
et-tiler de Allah’ın Resûlü buna çok üzüldü.
Buna benzer daha başka rivâyetler var.
Anlaşılan o ki bir süre Rasûlullah’a vahiy kesilmiş ve
Rasûlullah efendimiz bundan etkilen-miş ve buna üzülmüştür. Bu arada gerek bu kadının, gerekse
öteki düşmanlarının alayları da bu konuda etkili olmuştur tabii.
Hikmeti gereği Rabbimizin kendisine
vahyini kestiği bu inkıta döneminin dört gün, on gün, on iki gün, on beş gün,
Mukatil’in rivâye-tinde 40
gün olduğu söylenir. Bir süre Rabbimiz vahyini kesmişti. Tabi Alâk sûresinde de gelecek bu dönem henüz Rasûlullah efendimizin vahyin özelliklerini tamamıyla
kavrayamadığı, vahyin atmosferine gi-remediği, Allah’ın vahyini ne zaman gönderip, ne zaman
keseceği ko-nusunda tam
bilgisinin olmadığı bir döneme rastlıyordu.
Rasûlullah’a
vahiy geliyordu, fakat ilk yıllarda Allah’ın Resûlü henüz vahyin bilincinde
değildi. Vahye âşinalığı henüz gerçekleşme-mişti.
Bazen vahyin atmosferine girmekte güçlük çekiyordu. Vahiy ge-liyordu kendisine Allah’tan ve
onun isteğine ve anlayışına göre sürekli gelmesi gerekiyordu. Kesilmemeliydi,
inkıtaa uğramamalıydı vahiy. Böyle olacak zannediyordu. Hiç kesilmeden devam
edecek zannedi-yordu.
Hani ilk sûre, yâni Alak sûresi geldiğinde de kendi kendine te-reddütler geçirmişti. Acaba
yanlış mı gördüm, doğrumu gördüm? Acaba gördüğüm bir melek miydi yoksa, yoksa
diye her tereddüt edişinde, Cebrâil ufukta kendisine görünüyor: Ey Muhammed! Sen
Allah’ın elçisisin! Sen Allah’ın peygamberisin! Allah bu iş için seni seçti,
seni şereflendirdi! Bunda tereddüdün olmasın! Bu konuda en ufak bir şüphen
olmasın! diyordu. Yâni Allah sürekli onu murakabe altında
bulunduruyordu.
Arkadaşlar insan fıtratında vardır bu.
İnsan tanıdığı, sevdiğiyle devamlı beraber olmak ister. Kısa bir süre de olsa
ondan ayrılığa da-yanamaz. Meselâ gurbetten birileri gelir sizin şehre, sizin
mahalleye. Gariptir, kimsesizdir diye, bildiği, tanıdığı, eşi, dostu, yardımcısı
yoktur diye ilk zamanlar onunla çokça ilgileniriz. Veya meselâ önceleri
kâfir-ken, müşrikken, İslâm düşmanıyken veya İslâm’ı
tanımadığı için İs-lâm’dan uzak bir hayat yaşarken birileri İslâm’la tanışıp
Müslüman olur. Sizin içinize katılıp kardeşiniz olur. İlk zamanlar bu
kardeşinizle çokça ilgilenirsiniz. Neden? Çünkü ailesiyle bir derdi olabilir,
çevre-siyle bir problemi olabilir, önceki hayatı,
önceki çevresi onun yakasını bırakmamış olabilir. Veya geldiği hayata karşı hâlâ
içinde bir temayül olabilir. Veya yeni girdiği dinin emir ve yasaklarını henüz
tamamıyla tanıyamamış olabilir. Bilgisi henüz tam değildir, imanı oturmamıştır,
İslâm’ı, teslimiyeti kökleşmemiş olabilir, olabilir. Bütün bu sebeplerden ötürü
ilk günler, ilk zamanlar onunla sıkça ilgileniriz.
İlk zamanlar onunla çokça ilgileniriz.
Sık sık ziyaret eder, ya-nında bulunmak isteriz. Ona din
tanıtma, âyet hadis ulaştırma husu-sunda, İslâm’ı arz etme hususunda ona çok zaman ayırırız. Ama za-manla o da alışıyor. O da zamanla çevresine âyet ve hadis
tanıtma-ya başlıyor. O da Allah’ı, kitabı, dini,
Peygamberi, kulluğu anlıyor, kendisine mal ediyor bunları. O da bu işi kendine
dert edinip, o da an-latmaya başlıyor. Onun da
talebeleri oluyor, o da bu işin derdiyle yan-maya başlıyor ve artık bizim onunla
ilgilenmemiz, buluşup görüşme-miz azalıyor.
Ama bu onu terk etme mânâsına
değildir tabi. Ya ne? Zamanımızın büyük bir bölümünü
yeni yetişeceklere, hiç duymamışlara, hiç bilmemişlere ayırma adınadır tabii bu. Çünkü artık o bir dereceye ka-dar duydu, yetişti. Hep biz yanında olmalı değiliz ya! Hep anlatacak değiliz ya.
Artık biz yanında olmadan da, desteksiz yardımcısız, kendi kendine iş yapma,
kendi kendine karar verme durumunda olmalıdır o.
Kimi arkadaşlarla bir iki sene birlikte
ders yapıyoruz. Sonra artık bu arkadaşlar bu işi anladılar, bu işi öğrendiler,
gidip biraz da bu toplumda hiç bilmeyenlere anlatalım, hiç duymayanlara
duyuralım. Biraz da başkalarıyla ilgilenelim diye derslere ara verince feryadı
basıyorlar bizi niye terk ettin diye. Ya iki yıl
sürekli ders yaptık. Bizim derdimiz zaten Kur’an’sız
ve Sünnetsiz olmazı anlatmaktı. Eh sizler de zaten anladınız bunu. Kur’an ve Sünneti mutlaka okumak, öğren-mek gerektiğini, bunlarsız
Müslümanlık olmayacağını, olamayacağını anladınız. Kur’an’ın nasıl okunması, anlaşılması gerektiğini? Sünnetin
hayatımızdaki önem ve fonksiyonunu anladınız. Artık sizler de bunun
sorumluluğunu yüklenecek duruma geldiniz. Bu toplumda daha Al-lah’ın, Peygamberin, Kitabın Sünnetin adını bile duymamış
yığınlarca insan varken beni niye oyalıyorsunuz? Neden meşgul ediyorsunuz?
Hakkınız var mı buna? Sizler bana yardımcı olun da ben başkalarına gidebilecek
zaman bulayım. İşte aynen bunun gibi elçisini yetiştirmek ve hayata hazırlamak
üzere Rabbimiz bir süre vahyini kesiveriyordu.
Sizler çocuklarınızı buna
alıştırırsınız ya. Bazen onu yetiştirip hayata
hazırlamak için ondan desteğinizi çekiverip kendi başına bıra-kıverirsiniz ya. İşte vahiy de böyleydi. Vahyin kesilmesi de böyleydi.
Hep devam edecek değildi. Bazen kesiliverecekti veya bir dönem ke-siliverecekti. Tıpkı babanın kendi başına, kendi desteği
olmaksızın a-yakta durabilmesini öğretmek için
çocuğuna olan desteğini çekiverip onu hayata hazırlaması gibi.
Veya bilirsiniz ki çocuk küçük
yaşta hep anasını emmek ister. Hep devamını ister bunun. Hiç kesilmesini
istemez. Ama bir gün ge-lecek çocuğun iyiliği için, onun hayrına elbette süt
kesilecektir. Anne kendisi hasbelkader hayatını kaybederse çocuğunun onsuz da
yaşa-yabileceği bir konuma gelmesi için mecburen bir
süre sonra sütünü kesmek zorunda kalacaktır. İşte vahiy de aynen bunun gibidir.
Vahyin kesilmesi de aynen bunun gibidir.
Hep devam edecek değildir bu. Bazen
kesiliverecektir. Sen hep onunla beraber olmayacaksın! Sen hep vahiy desteğinde
olma-yacaksın. Bazen vahiy kesiliverecek, kimi
problemleri sen kendin çö-zeceksin! Kendini ortaya koyacaksın. Kendi başına ayakta
durabil-meyi öğreneceksin! Vahyin gelmediği konularda kendi içtihadınla ka-rar vereceksin! Rabbinin öteki
vahiylerinin ışığı ve yol gösterisi altında kendi reyinle problemlere çözüm
getirmeyi öğreneceksin! Kendini zorlayarak, çözüm üreteceksin diyordu herhalde
Allah bununla. İşte bir süre Rasûlullah efendimize
vahyin kesilmesinin hikmetlerinden birini böylece anlamaya
çalışıyoruz.
Rasûlullah
efendimize gelen ilk vahiyde, yâni Alâk sûresinin
gelişinde de böyle olmuştu. Onu Alâk sûresinde demeye
çalıştım. Yi-ne A’lâ sûresinde de böyle olmuştu.
Sûreyi ezberleme konusunda kendisini sorumlu zannedip kendisini sıkıntıya
sokuyordu Allah’ın Resûlü. İlk başlarda, Risâletin ilk
dönemlerinde böyleydi. Ama meselâ bir En'âm’ın
inişinde artık Rasûlullah efendimizin herhangi bir
endi-şesi yoktu. En’âm gibi
yirmi sayfalık bir sûreyi hiç zorlanmadan anın-da ezberleyivermişti. Ve artık
vahiy bitene kadar nötr olarak, hareket-siz olarak bekledi ve önceden olduğu
gibi herhangi bir çabalamanın, herhangi bir sıkıntının içine girmedi. Artık
anlamıştı Allah’ın Resûlü. Yine meselâ bir ifk
hadisesinde artık vahyin gecikmesine üzülmedi Peygamberimiz.
Evet, sûrenin âyetleri üzerinde hızlı
bir gezinti yaptıktan sonra inşallah âyetleri tek tek
tanımaya başlayabiliriz.
Az evvel de ifade ettiğim gibi
rivâyetler;
Rasûlullah (s.a.s.) e, gelen vahyin bir müddet
kesildiğini, Cibrîl (a.s.)'in bu süre zarfında görünmediğini, bunun üzerine
müşriklerden bazılarının, "Rabbi Mu-hammed'e küstü,
O'nu terk etti" iddiasında bulunduklarını, bazılarının ise -vahyin şeytandan
geldiğine inandıklarından; "Şeytanı onu terk etti" dediklerini naklederler
(Buharî, Kitâbü't-Tefsîr, Sûretu ve'd-Duhâ)
Teblîğ
görevine başladığından beri müşriklerin sert tepkileriyle karşılaşan Rasûlullah, bu defa onların alaylarına muhatap oluyordu.
Haliyle bu durum onu çok üzüyor, âdetâ dünyayı kendisine zindan ediyordu. Ancak,
O bir peygamberdi ve her ne pahasına olursa olsun görevini eksiksiz yerine
getirmesi gerekiyordu. Onun en büyük yar-dımcısı ve
koruyucusu da hiç şüphesiz Rabbi idi. Rabbinden kendi-sine gelen vahiy, ona bir
taraftan bu meşakkatli yolda nasıl hareket etmesi gerektiğini bildiriyor, diğer
yandan güç ve huzur veriyordu. Va-hiy onun için, âdetâ uzun bir yola çıkmış yolcunun hem azığı
hem de can yoldaşı durumundaydı. Vahyin kesilmesi onu bu azıktan ve kendisiyle
teselli olacak dosttan mahrum bırakmıştı. Peygamber (a.s.) e huzur ve güven
veren, içine düştüğü sıkıntıyı gideren bu sûre, işte böyle bir zamanda nazil
oldu. Bu sebepledir ki, asıl konuyu, Rasûlul-lah'ı teselli etmek ve bundan sonraki mücadelelerinde,
karşılaşabile-ceği her türlü engelin üstesinden
gelebilmesi için ona manevî güç ka-zandırmak teşkil eder.
Sûre
şöyle başlıyor: "Andolsun kuşluk vaktine! Sükuna
var-dığında geceye (ki), Rabbin seni ne terk etti ne
de darıldı." (1-3) Yüce Rabbimiz, kuşluk vaktine ve sükûna vardığı zaman geceye
yemin ederek başlıyor. Böylece bu iki ânın önemine dikkatleri çekiyor. Kâi-nat hadiseleriyle rûhî
duyguları birbirine bağlıyor. Âdetâ Rasûlüne, sûrenin
başından itibaren çevresini dost varlıklarla doldurduğunu imâ ediyor, yalnız
başına ve kimsesiz olmadığını hatırlatıyor. Peygamberi üzmek, onu ye'se düşürmek ve savunduğu davadan vazgeçirmek için
müşriklerin: "Rabbi O'nu terk etti." demelerine cevap olarak; " Rabbin seni ne
terk etti ne de darıldı" (3) buyurmaktadır.
Onların
iddia ettikleri gibi Rabbin seni asla terk etmez. Sen onun sevgili kulu ve Rasûlüsün, sen yüce bir dâvânın tebliğcisisin, sen onun
tarafından yetiştirilip korunmaktasın, nasıl terk etsin seni? "Âhiret elbette senin için dünyadan daha hayırlıdır." (4)
Rabbin, sana bu dünyada da verecek. Ancak senin için öbür dünyada, bu
dünyada-kilerden daha güzel, çok daha mükemmel mükâfatlar
hazırlamıştır:
"Şüphesiz
Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın." (5) Rab-bin, senin için,
hoşlanacağın her şeyi hazırlamıştır. Bu dünyada dava-nı başarıya ulaştıracak, yolundaki engelleri kaldıracak,
savunduğun düzeni galip getirecek, seni ve davanı üstün kılacaktır. Bundan hiç
şüphen olmasın. Nitekim: "O, seni öksüzken barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru
yola eriştirmedi mi? Fakirken zenginleştirmedi mi?" (6-8)
Evet,
Cenâb-ı Allah, sevgili Peygamberine, geçmişine şöyle
bir bakmasını tavsiye ediyor. Kimsesiz iken onu korumuş, şaşkın bir durumdayken
hidâyete erdirmiş ve fakir iken sonsuz ihsanı ile onu herkesten zengin
kılmıştır. Henüz küçücük bir yavru iken de, annesini kaybederek hem ana hem de
babadan yetim ve öksüz kalan sevgili Peygamberini korumuş, sapık bir cahiliye ortamında yetiştiği halde onu şirkten korumuştur.
Ne şirk pisliğine bulaştırmış, ne de muharref
dinlerden yahudilik ve Hıristiyanlığa meyletmesine
müsaade etmiştir.
Peygamberlik
görevini yaparken, kendisini engellemek isteyen müş-riklere karşı, amcası Ebu Tâlib'i kendisine yardımcı
kılmış, mal bakı-mından fakir olmasına rağmen gönülce
zenginlerin en zengini yap-mıştır.
Sûrenin
buraya kadar olan kısmı, müşriklerin, "Rabbi Muham-med'e küstü, O'nu terk etti"
gibi iftiralarına bir cevap ve vahyin yalnız-ca
Allah'tan olduğunu beyan eder mahiyettedir. Ayrıca sevgili Rasûlü-ne ihsan ettiği nimetleri de hatırlatmakta, buna bir
şükran olarak ken-disinden
nasıl davranması lazım geliyorsa öylece davranmasını iste-mektedir: "O halde yetime zulm
etme. Dilenciyi de azarlama. Sadece Rabbinin nimetini (hatırla ve) anlat."
(9-11) Rabbi onu yetimken koru-duğunu, kararsız iken
onu hidâyete erdirdiğini, fakir iken zenginleştir-diğini belirtmişken, hem kendisini hem de peşinden giden
ümmetini, her yetimi korumaya, her muhtaca destek olmaya ve Allah'ın
üzerle-rindeki nimetini hatırlamaya yöneltiyor. Yetime
zulmetmekten nehy ettiği gibi, ikram edilmesini de
emrediyor. İkram ederken, ona verirken de gönlünü kırmadan, horlamadan,
haysiyetini zedelemeden ver-meyi emrediyor.
Özet
olarak bu sûrede Resûlullah Efendimizi yakın bir
gelecekte çok büyük başarıların ve lütufların beklediği müjdesi verilir.
Pey-gamberlik görevinin sonucunun başlangıcından daha
hayırlı olacağı müjdesi verilir.
Sûrenin ikinci kısmında gündeme
getirilen konular ilk bakışta sanki bir başa kakma gibi görünse de dikkatle
incelendiği zaman işin hiç de böyle olmadığı anlaşılacaktır. Rabbimiz tarafından
daha önce peygamberine lütfedilen nimetlerden söz edilmesi bir başa kakma
de-ğil, aslında peygamberlikten sonra verilecek
nimetlerle bir kıyasla-madır. Peygamberlik sonrası
kendisine verilenlerin çok daha büyük olduğunu ortaya koymaktır. Öyle değil mi?
Peygamberlik önceki elçisini kimseye muhtaç bırakmayan, onu sürekli himayesine
tutan Allah şimdi onu yüz üstü mü bırakacaktı? Elbette öyle olmayacaktı. Madem
ki Rabbi onu koruyup gözetmektedir, öyleyse peygamber de Rabbinin bu büyük
lütuflarına karşı O’na karşı risa let
görevini en güzel bir biçimde yerine getirecek, bugün dün kendisinin konumunda
olan yetimlere, kimsesizlere, toplumda sosyal ve siyasal desteği olmayan
garibanlara sahip çıkacak, ihtiyacı olup da kendisine baş vuranları eli boş
çevirmeyecek, onlara şefkat ve merhamet kanatlarını açacaktı. İşte bu bölümde
bunlar vurgulanır.
En sonunda da peygamberimize ve tabii
onun şahsında hepimize Rabbinin nimetlerini anması, zikretmesi, gündemde
tutması, sü-rekli onlarla
bir hayat yaşadığını unutmaması emredilir. Tabii Rabbi-mizin en büyük nimeti olarak İslâm nimetinin, hidâyet
nimetinin gündem yapılması istenir.
Sûrenin kendisinden önceki sûreyle
münasebetine gelince; gerçekten Leyl sûresiyle çok
yakın bir anlam bütünlüğü görüyoruz. Leyl sûresi,
muttakilerin, hüsnaya iman eden mü’minlerin sonunda razı ve hoşnut olacakları bir cennet
hayatına gidecekleri müjdesiyle biterken, ondan sonra gelen bu sûre de; ‘Rabbin
sana verecek ve sen razı olacaksın’ meâlindeki âyetiyle işte o müjdeye açıklık
getirilmiş oluyor. Yine bu sûreden sonra gelecek olan İnşirâh sûresi ise hem
üslup yönünden, hem de muhteva yönünden sanki Duhâ
sûresinin devamıdır. Çünkü o sûrede peygamber efendimizin göksünün
genişletildiği, bir inşirah-ı sadır, bir gönül huzuru verildiği, belini büken
sırtındaki ağır yüklerin, zor sorumlulukların kaldırıldığı ve adının, şanının,
şerefinin yüceltildiği bildirilir. Bu sûrenin başındaki; ‘Rabbin seni asla terk
etmedi ve senden yüz çevirmedi’ meâlindeki âyete karşılık İnşirâh sûresi;
‘Öyleyse sen de sadece Rabbine rağbet edip yönel’ âyetiyle son bulur. İşte bu
sûrenin öncesi ve sonrasıyla böyle çok hoş münasebetleri
vardır.
İşte bu minval üzere gelen bir
sûreyle karşı karşıyayız. Böyle bir süre kesintiden sonra gelen bir sûre. Bu
kısa mukaddimeden sonra sûrenin âyetlerini hep beraber tanımaya çalışalım
inşallah.
1-2. “Kuşluk vaktine ve sükûna erdiği
zaman geceye andolsun
ki,”
Rabbimiz sûreye yeminle başlıyor. Mekkî sûrelerde genellikle kevnî
âyetlere yemin çokça kullanılır. Semâya, aya, güneşe, yıldızlara yani kâinatta
yarattığı kevnî âyetlere, ya
da görsel dediğimiz, göze hitap eden meşhûd âyetlere
yemin eder Rabbimiz. Anlayabildiğimiz kadarıyla Mekke’de henüz kendisini
tanımayan, zâtı ve sıfatları konusunda bilgi sahibi olmayan insanlara bu tür
yeminlerle rubûbiyetini, ulûhiyetini ve kudretini tanıtmak istiyordu Rabbimiz.
Allah önce iki âyetle yemin ediyor. İki
kevnî âyetine, iki görsel âyetine yemin ediyor.
Bunlardan birincisi Duhâ, yani kuşluk vakti, ötekisi
de gecedir. Birisi güneşin ışığının, aydınlığının en etkili olduğu kuşluk vakti,
ötekisi de gecenin iyice kararıp, ses seda kesilip, gelip gidenlerin ayak
seslerinin kesildiği, insanların istirahata çekildikleri ve mü’minlerin ibadet için teheccüde
kalktıkları seher vaktidir. Kuşluk vaktine ve gecenin en sakin dönemine yemin
ediyor Rabbimiz. Sonra bu iki yemine cevap mahiyetinde üç âyet geliyor. Rasûlullah’ı ve onun yolunda gidenleri asla terk
etmeyeceğini anlatıyor Rabbimiz. Sonra da geleceğin daha iyi olacağına dair,
cennette en yüksek makamın onları beklediğine dair âyetler geliyor. Sonra
insanın sahip olduğu mal, beden ve bilginin Allah’tan olduğu beyan edilir. Son
bölümde de bu nîmetlere karşılık dünyada yapılması gereken vazifeler, yetime,
yoksullara karşı vazifelerimiz, Kur’an’a karşı
tavrımız anlatılır.
Duhâ’ya yemin
olsun ki. Duhâ, kuşluk vaktidir. Güneşin ışıklarının
daha bir net geldiği, güneşin en çok parlayıp kendisine bakılmanın âdeta
imkânsız olduğu dönemdir kuşluk dönemi. Bu dönem günün en değerli dönemidir.
Güne ve günün hayırlı amellerine başlama zamanıdır. Mevlâ’nın bereketinin,
ihsanının beklendiği, ümit edildiği bir dönemdir. İşte Rabbimiz günün en
bereketli dönemine dikkat çekiyor.
Eğer insan ömrü bir gün kabul edilirse,
Duhâ bu ömrün en genç ve en verimli zamanıdır. Dikkat
edin sabah saat 7-8 arasında yapılabilen bir iş akşam 8-9 arası yapılamaz.
Sabahın o saatlerinde başarıp bitirebildiğiniz bir işi akşamın aynı saatlerinde
bitiremezsiniz. Bu dönemde ayrı bir bereket vardır. İşte Allah bu döneme dikkat
çekiyor. Tâ-Hâ sûresinden de anlaşıldığı gibi Hz.
Mûsâ’nın sihirbazlara galip geldiği vakit kuşluk vaktidir.
“Mûsâ: “Buluşma zamanımız sizin bayram
gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir” dedi.”
(Tâ-Hâ 59)
Veya eğer insanın tüm ömrünü bir gün
kabul edecek olursak, o günün kuşluk vakti gençlik dönemidir. İnsanın en canlı,
en zinde olduğu dönem, hayatının baharıdır. İşte bir gün kabul ettiğimiz insan
ömrünün en zinde dönemini teşkil eden o günün kuşluk vaktini, gençlik vaktini,
gençlik dönemini çok iyi değerlendirmemiz gerektiği anlatılır bu
âyette.
Bu kuşluk vaktinin bir mânâsı da şudur:
Nûr-u Muhammedînin yeryüzünü aydınlattığı, Allah’ın
nûr olarak ruhlara doğduğu dönem anlatılıyor burada. Yani eğer Rasûlullah Efendimizin teşrifinden sonraki dünyanın ömrünü
bir gün kabul edecek olursak, o günün kuşluk vakti Rasûlullah Efendimizin dönemi olan asr-ı saadet dönemidir. Allah, başlarında Rasûlullah’ın bulunduğu İslâm milletinin, İslâm ümmetinin
ilk dönemi yani kuşluk vaktine, asr-ı saadete yemin
ediyor.
Biz
biliyoruz ki Allah bir şey üzerine yemin etmişse onun bizim hayatımızda önemi
çok büyüktür. Öyleyse asr-ı saadeti çok iyi
öğren-mek, çok iyi bilmek ve değerlendirmek
zorundayız. Rasûlullah Efendimizin hayatta olduğu
saadet asrına yemin ederek Rabbimiz ona dikkat çekmiştir. Çünkü asr-ı saadet ve o asırda yaşayan Rasûlullah Efendimizin güzîde ashabı dinin yaşandığı,
anlaşıldığı ve en güzel biçimde uygulandığı mübarek bir dönemin insanlarıdır.
Yeryüzünde o toplumdan daha mübarek bir toplum yaşamamıştır.
Asr-ı saadet kıyâmete kadar din,
kulluk adına tüm problemlerin çözüldüğü örnek ve maket bir hayattır. Doğruya,
güzele, hakka ulaşmak isteyen kişi mutlaka asr-ı
saadete gitmek ve asr-ı saadetteki uygulamaya ulaşmak
ve asr-ı saadeti örnek almak zorundadır. İşte Rabbimiz
bu âyetinde asr-ı saadete yemin ederek dinimiz
konusunda asr-ı saadetin önemine, asr-ı saadette gerek ferdî planda Peygamber efendimizin
anlayışına, sünnetine, uygulamalarına ve gerekse sahâbe-i kirâm efendilerimizin
sünnetlerine dikkat çekmektedir. Kur’an’ın başka
yerlerinde de kurtuluşa erenlerden söz edilirken sahâbe toplumuna ve asr-ı saadete dikkat çekilmektedir.
“İyilik yarışında önceliği kazanan
muhacirler ve ensâr ile, onlara güzelce uyanlardan
Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde
temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır;
işte büyük kurtuluş budur.”
(Tevbe
100)
İyilik, takva yarışında, Allah’a kulluk
ve Rasûlullah’a ittiba
konusunda en önde giden bu ümmetin en bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak
eden sahâbe-i kirâm efendilerimizden ve güzellikle onların yolunu takip edip,
onların yollarına, sünnetlerine uyanlardan razı olduğunu ve onların
kurtulduklarını haber veriyor Rabbimiz.
Bir de karardığı, sakinleştiği, kendine
geldiği, bitmeye başladığı, devrini tamamladığı zaman geceye yemin olsun ki.
Yani seher vaktine, tam o döneme yemin ediliyor. Cenâb-ı Hakk, gecenin sükûnete
erdiği döneme, seher vaktine yemin ediyor. Öyleyse bunun üzerinde durmak ve
tanımak zorundayız. Gece kelimesi çok geçti. Mekkî
sûrelerde çokça bu konuda yemin gördük. Gecenin bizim hayatımızda apayrı bir
yeri ve önemi vardır. Ama dikkat ederseniz burada gecenin devrini tamamlayıp
bitmeye başladığı döneme yemin ediliyor.
Saat 3-5 arası gecenin sükûnete erdiği
dönemdir. Sarhoşlar sesini kesmiş, koşuşanlar, gidenler gelenler, gece gıybet
edenler, birileri adına komplo hazırlayanların hepsi, hattâ köpekler bile
susmuş.
Bir adam düşünün ki böyle sakin bir
dönemde uykusunu bölerek kalkmış, yatağını terk etmiş. Semâ berrak, yıldızlar
pırıl pırıl, su sesi, ağaçların sesi, hepsi Allah’ın
âyetleri. İşte bu Rabbimizin görsel âyetleriyle sarmaş dolaş oracıkta temiz bir
taşın üzerinde namaza dursa… Ne abdest alırken, ne
namaz kılarken zamana, saate bağımlı değil… Kimseye söz vermedi, kimse
beklemiyor onu, kimse meşgul etmiyor. İş, güç, okul, dükkan, tezgah, müşteri
peşinde değil. Ne okuduğunu daha iyi bilecek, daha iyi anlayacaktır. Onun için
Müslüman daima özgür bir hayatı özlemeli, sürekli böylesi bir hayatın peşinde
olmalıdır. Her şeyden özgür, her şeyden yakasını kurtarmış, ama sa-dece Allah’a kul ve köle.
Zamanın, mekânın, eşyanın, insanların, çevrenin ve her şeyin köleliğinden
sıyrılmış, ama Rabbinin görsel âyetleri altında, onlarla birlikte Rabbine
teslim. İşte Rabbimiz bizden böyle bir hayat istiyor.
Nurla, aydınlıkla, kuşlukla, gündüzle
başlayan, geceyle devam eden bir kulluk hayatı. Gecede ve gündüzde sürekli devam
eden bir kulluk… Gündüz ve gece, Cenab-ı Hakk’ın egemenliğinin ifadesidir. Çünkü gece de, gündüz de
Allah’ın âyetleridir. Geceyi de, gündüzü de yaratan Allah’tır. Gece de, gündüz
de Allah’a kuldur, Allah’a boyun bükmüştür. Gündüz, gece, kuşluk, seher, öğle,
ikindi, akşam tüm bunlar Allah’ın hâkimiyetinin ifadesidir. Tüm bunlar konusunda
söz sahibi Allah’tır. Sizlerin sözü geçmez buralarda.
Bunları değiştiremezsiniz, bunları kaldırıp yerine başka bir şey koyamaz,
bunlara itiraz edemezsiniz. Bu şartları yaşamak zorundasınız. Bu hayata karşı
gelip itiraz edemezsiniz. Geceyi kovamazsınız, güneşi, gündüzü atamazsınız.
Öyleyse sizler de Rabbinize teslim olun. Zaten fıtraten, zorunlu olarak Allah yasalarına
teslimsiniz.
Geceyi de, gündüzü de var eden
Allah’tır. Geceye de, gündüze de egemen olan sadece Allah’tır. Gece de, gündüz
de O’nun emri ve hikmetiyle hareket etmektedir. Gece ve gündüz en küçük bir
aksama olmadan birbirini takip etmektedir. Öyleyse ey peygamberim, gündüz ve
gecenin böyle peş peşe gelişi nasıl bir hikmete mebnî
ise, bunu bilen ve bu düzeni kuran bir Rabbin varsa, bu Rabb bu düzeni belli bir hikmetle ayarlıyorsa, işte aynen
vahyin kesilmesi de böyle bir hikmete mebnîdir. Ne
zaman keseceğini, ne zaman göndereceğini bi-len bir Allah’ın ilmi ve hikmetiyle olmaktadır bu iş.
Keseceği, göndereceği zamanı bilen bir Allah’ın işidir bu. Geceye ve gündüze
itiraz edemeyen bir Müslüman, elbette buna da itiraz etmemelidir. Bu konuda da
Rabbinin hikmetine teslim olup tedirgin olmamalıdır İşte buradaki gece ve
gündüze yeminin mânâsını böyle anlamaya çalışıyoruz. Rabbimiz vahyin kesilişi
karşısında tedirgin olan Peygamberine bunun belli bir hikmetle olduğunu
anlatıyordu.
Yahut da bu gece ve gündüze yemin
edilmesinin şöyle bir hik-meti de olabilir: Gündüzün meşakkatinden dolayı insan
yorulur. Herkes bilir ki gündüzün ışınları insanı yorar ve yıpratır. Sürekli
gündüz ve güneş olsa, insan buna dayanamaz. Gece karanlığı ise insanı
dinlendirir. Gündüzün yorgunluğunu atabilmek için gece dinlenmeye ihtiyacı olur
insanın. Nitekim Nebe’ sûresinde de Rabbimiz geceyi
an-latırken şöyle buyuruyor:
“Uykunuzu dinlenme vakti kıldık; geceyi
bir örtü yaptık;”
(Nebe’
9-10)
Gece, dinlencedir, dinlenme zamanıdır,
örtüdür, sükûnet zamanıdır. “Gündüzün sizi yoran ışınlarından sizi geceyle
sakladık, örttük,” diyor Rabbimiz.
İşte aynen bunun gibi, tıpkı devam eden
güneş ışınları gibi vahyin devamı da senin için gerginlik kaynağı olmuştu. Tıpkı
seni yo-ran gündüzün ışınlarından seni dinlendirmek
için gündüzün kesilip de gecenin gelmesi gibi, bir süre vahyin kesilmesi de
senin bu gerginlikten sükûnet bulman içindir, diyor Rabbimiz. Sürekli seni yoran
vahyin gerginliğinden seni kurtarmak, seni rahatlatmak için Rabbin bir süre sana
vahyi kesiverdi diye böyle bir münâsebet kurmak her halde hatalı
olmayacaktır.
Sakın üzülme Peygamberim. Kesinlikle
bilesin ki hikmet sahibi olan Rabbin bunu senin hayrına yapmıştır. Muhakkak ki
sen seni sen-den daha çok düşünen, sana senden daha çok merhamet eden bir Rable
karşı karşıyasın. Değilse:
3. “Ey Muhammed! Rabbin seni ne
bıraktı ve ne de sana darıldı.”
İşte bu, yeminlerin cevabıdır. Az
önceki yeminleri bunun için, bunu demek için yapmıştır Rabbimiz. Duhâ’ya, kuşluk vaktine ve geceye yemin olsun ki, Rabbin ne
sana veda edip seni bıraktı, ne de sana darıldı. Rabbin seni hiç terk etmedi.
Peygamberlik şerefiyle seni şereflendirdiği andan itibaren Rabbin sana hiç
darılmadı, hiçbir zaman kızmadı. Sana vahyini indirerek senin adını, şanını
yücelten Rabbin bundan böyle de seni asla terk edecek, sana darılacak değildir.
Yeryüzünde Rabbinin konuşan ağzı olarak, yerdekilerin hayatına senin vasıtanla
karışacak, seninle seslenecek. Onun içindir ki Rabbin asla seni unutacak,
seninle diyalogunu kesecek değildir. Üzülme, Rabbin seni bırakmadı.
Bırakmak iki mânâya gelir: Seni
bırakmadı, seni tutuyor ama, bu tutuşu, bu bırakmayışı sana ceza vermek seni
cezalandırmak adına değil. Sana kininden, gazabından değil, sana olan
sevgisinden, sana değer verişindendir. Demek ki iki türlü tutuş vardır: Birisi
cezalandırmak adına, kahretmek adına bir tutuştur. Tıpkı Kıyâmet sûresinde
anlatıldığı gibi:
“İnsanoğlu kendisinin başıboş
bırakılacağını mı sa-nır?”
(Kıyâmet 36)
Öbürü de lütuf adına, in'am ve ihsan adına bir tutuş, terk etmeyiştir. İşte
buradaki Rabbimizin elçisini bırakmaması bu anlamadır.
Burada kuşluk vaktine yeminden sonra bu
konunun gündeme getirilişi şöyle bir nükteyi anlatır: O dönem Araplar
kendilerine misa fir geldiği zaman buna çok
sevinirlerdi. Yine o dönem Araplarda Duhâ, yani kuşluk
vakti veda zamanıydı. İnsanlar ziyaretçilerini kuşluk vakti uğurlarlarmış. Hattâ
“seniyyetu’l
veda” diye de özel bir veda yeri, uğurlama yeri varmış. İşte gelişleri
kendilerini sevindiren misa firlerin bu kuşluk vaktinde
kendilerini terk edip gidişleri Arapları çok üzermiş. Hattâ adamlar
üzüntülerinden dolayı kuşluk vakti kendilerini terk eden
misa firlerini uğurlamaya bile
çıkmazlarmış. İşte burada kuşluk vaktini de gündeme getirerek Rabbimiz buyurur
ki: “Ey Peygamberim, Rab-bin sana ne darıldı, ne de seni terk etti. Ne kuşluk
vakti seni terk etti, ne de gecede sana darılıp düşmanlık
etti.”
Çünkü kuşluk vaktinde
misa firler konuklarını terk edip
giderlerken, gecede de kinler, öçler, düşmanlıklar yapılır. Gecenin özelliği de
budur. Öyleyse Rabbin sana onu da yapmadı. Yani ne gecede seninle bir düşmanlık
ilişkisine girdi, ne de gündüz seni terk etti. Yani Rabbin ne vahyi gönderirken,
ne de keserken seni bırakmadı, seni terk etmedi. Öyleyse sen yoluna devam et
Peygamberim. Düşmanlarının sözlerine aldırış etme. Seni ben görevlendirdim,
onlar değil. Gecenin ve gündüzün Rabbi benim, onlar değil. Sen yürü. Sen yoluna
devam et, Ben seninleyim! diyordu Rabbimiz. Sen hiç üzülmeden yo-luna devam et, çünkü:
4. “Kesinlikle bilesin ki âhir senin
için ûlâdan daha hayırlı
olacaktır.”
Tefsir kitapları burada senin için
âhiret dünyadan daha hayırlı olacaktır, şeklinde bir
anlamı tercih etmişlerse de, ben bu anlayışı biraz zayıf gördüğüm için böyle
söyledim. Buradaki âhiret, bildiğimiz âhiret mânâsına gelebileceği gibi, aynı zamanda âhir, son
anlamına da gelmektedir. Öyleyse bilesin ki ey Peygamberim son senin için daha
hayırlı olacaktır demek daha münasip olacaktır. Çünkü o zaman bu son ifadesiyle
hem dünya, hem de âhiret ikisi birden kastedilmiş
olacaktır. “Ûlâ” birinci, ilk, önceki anlamınadır. Yâni hem dünya anlamına
geldiği gibi hem de her konuda ilk anlamına gelecektir.
Öyleyse ey Peygamberim, biraz
vahiy kesildi diye sakın üzülme. Unutmayasın ki sonralar senin için iyi
olacaktır. Sonralar senin için ilklerden, yani öncelerden daha hayırlı
olacaktır, diyor Rabbimiz.
Âhiret senin
için ûlâdan daha iyidir. Âhiret, âhir, iki mânâya geliyor: Biri evvelin, öncenin
mukabilidir, ötekisi de dünyanın mukabilidir. Önce bir şey vardı, bir durum
vardı ya, işte âhir de ondan sonraki şey, ondan
sonraki durumdur. Yani senin bir sonraki durumun, bir sonraki hayatın bir önceki
durumundan, bir önceki halinden daha hayırlı olacaktır Peygamberim deniliyor.
Bir de âhir, âhiret dünyadan sonraki hayattır, âhiret günüdür.
Öyleyse şöyle diyeceğiz: Peygamberim,
endişe etme! Senin için bir sonra gelecek saat, bir sonra gelecek gün, bir sonra
gelecek ay, yıl, önden, öncekinden daha hayırlı olacaktır. Bir sonraki dönemin
bir önceki döneminden daha hayırlı ve güzel olacaktır. Meselâ peygamber olmadan
geçirdiğin hayatının ilk günlerine nazaran şimdi peygamber oluşun daha
hayırlıdır.
Vahyin geldiği günlere nazaran
bir anda kesilivermesi senin için daha hayırlıdır. Vahyin kesilmesine nazaran şu
anda tekrar böyle başlayıvermesi senin hakkında daha hayırlıdır. Bu sûreden
sonra diğer sûrelerin gelişi senin için daha hayırlı olacak. Medine’ye hicretin,
orada cemaatı oluşturman, sonra Mekke’yi terk etmen,
sonra Medine’de devlet kurman, sonra Mekke’yi fethetmen, sonra dâvânın
galibiyetini görmen, tüm Arabistan yarımadasının Müslüman oluşu, tüm dünyaya
İslâm’ın yayılışı ve nihâyet bütün bu güzelliklerden sonra vefatın, ondan sonra
âhiret nîmeti, hep senin için hayırlı olacaktır. Zi-ra bunların hepsi seni Makam-ı
Mahmud’a ulaştıracak, Rabbinin rızasına götürecek,
hayırlı sona götürecek hayırlı şeylerdir.
Yani senin için her gelecek bir
öncekinden hayırlı olacaktır. “Ey Peygamberim âhiret
senin için dünyadan daha iyidir, öyleyse hiç yaşama dünyada, hemen ölüver,”
diyemeyiz. “Hiç durma dünyada” di-yerek bu âyetin
Rasûlullah’ı ölüme dâvet ettiğini
söyleyemeyiz.
Peygamberim, her yarın senin hakkında
bir önceki günden daha hayırlı ve güzel olacaktır. Her gelecek senin hakkında
hayırlı olacaktır diyoruz. Eğer biz de onun yolunun yolcusu olabilirsek, biz de
onun yaşadığı gibi bir hayat yaşayıp, onun sorumluluklarını üstlenebilirsek
bilelim ki bizim de hayatımızın her sonrası öncesinden daha hayırlı olacaktır.
Her gelecek bizim için de bir öncekinden hayırlı olacaktır. Tayinimiz çıksa da,
hapse girsek de, mal kazansak ta kaybetsek de, çocuğumuz olsa da, ölse de, bu
bir imtihandır, onu değerlendirirsek, başımıza gelenin, onunla imtihan
olunduğumuz şuurunda olursak, o bizim için hayırlı olacaktır. Zira o bizi mutlu
sona ulaştırmaktadır, cennete götürmektedir.
Düşünün, bir kadın mutfakta doğradığı
soğanın acısıyla ağlasa bile onun için üzücü ve yorucu olmaz. Niye? Çünkü bu
kadın doyuma gidiyor da ondan. Az sonra doyacak ve tüm çektiklerini unutacak.
Veya meselâ fakir birisinin doyuma ulaşma adına, ehlinin, çoluk-çocuğunun
rızkını kazanıp, karınlarını doyurup, akşam yüzlerini güldürme adına gündüz
çalışarak yorulup terlemesi zor gelmez ona. Niye? Çünkü ehlini ve kendisini
doyuma götürüyor da ondan.
Öyleyse Allah’ın Rasûlünü Makam-ı Mahmud’a
ulaştıracak her şey onun için hayırlıdır. Sonunda onu cennete ve Rabbinin
hoşnutluğuna götürecek başına gelen her şey onun hakkında
hayırlıdır.
5. “Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen
de hoşnut olacaksın.”
Rabbin seni unuttu, Rabbin seni terk
etti, sana darıldı diyenlere bir şamar vuruyor Rabbimiz bu âyetiyle. Bakın
buyuruyor ki: “Peygamberim! Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın. Yani sen
razı oluncaya kadar verecek Rabbin sana. Seni razı edene kadar
verecek.”
Kimileri Kur’an’da en müjdeli âyetin:
“Ey mü’minler Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeyin...”
âyetinin olduğunu söylerler.
Halbuki bu âyet ondan çok daha büyük bir müjde ihtiva etmektedir. Zira bu âyet
Rasûlullah Efendimizin büyük şefaatini, şefaat-i uzmâsını anlatır. Allah, Rasûlullah Efendimiz razı olana kadar, onu razı edene kadar
ona vereceğini söylüyor. Ne büyük bir müjde değil mi? Allah’ın Resûlü ümmetinden
tek bir kişi kalmayıncaya kadar şefaat isteyecek. Bir tek kişi kalsa yine razı
olmayacak, onu da isteyecek Rabbimizden ve Rabbimiz de onu razı edene kadar
verecek.
Tabiî ki Allah’ın Resûlü
Rabbinden ne isteyeceğini, ne istemeyeceğini bilir. Bu konuda asla hata etmez.
İstenmemesi gerekeni istemek, istenmesi gerekeni ihmal etmek gibi bir
hikmetsizliği yapmaz Peygamberimiz. Meselâ farz edin ki sizi çok seven, sizin de
kendisini çok sevdiğiniz bir arkadaşınız var. Bu arkadaşınız bir gün hapishane
müdürü, hapishane sorumlusu, yetkilisi olsa, sizin tanıdığınız bir başkası da
hapse girse, “Onu salıver arkadaş” der misiniz? Veya, “Arkadaş tüm hapishaneyi
boşaltıver, oradakilerin hepsini salıver” der misiniz? Ondan böyle bir şey ister
misiniz? Diyemezsiniz, değil mi? Yani sizi hiç kırmayacak birisi olsa bile
diyemezsiniz ona bunu. Neden? Çünkü oradakilerin durumunu siz bilmezsiniz.
Onların sicilini tutan siz değilsiniz. Orada işlediği cürümlerden dolayı
çürümesi gerekenler de vardır, haksızlığa uğradığı için bir saat bile orada
tutulmayıp salıverilmesi gerekenler de vardır değil mi? Onun için bunu nasıl
diyebilirsiniz?
İşte aynen bunun gibi, Rasûlullah da öyle demeyecek tabii. Herkesi istemeyecek
Rabbinden de, ancak istenmesi gerekenleri isteyecek. Çünkü o da biliyor
imtihanı. O da biliyor kurtulması ve cezaya çarptırılması
gerekenleri.
Eğer meseleyi genelleştirirsek, burada
anlatılan Allah’ın, Ra-sûlullah Efendimize onu razı edinceye kadar vermesi, ya da verdikleriyle onu razı etmesi sadece âhirette, âhiretle alâkalı
değildir. Sadece âhirette verilecekler değildir. Bu
ifade aynı zamanda dünyayı da kapsamaktadır. Dünyada da razı edinceye kadar
Peygamberine ve onun yolunun yolcularına verecektir.
Yani ben Rabbimle irtibatımı
kesmeyeceğim. Sürekli O’na kul-luğumu, O’nunla diyalogumu sürdüreceğim. Rabbimi kendimden razı
edeceğim. O’ndan ve O’nun hayat programından razı olacağım. Rab-bim benim adıma ne dediyse, ne gönderdiyse, nasıl bir kulluk
istediy-se, ne verdiyse
ondan razı olacağım. Kitap mı gönderdi? Ondan razı olacağım. Peygamber mi
gönderdi örnek olarak? Ondan razı olaca-ğım. Namaz mı emretti? Ondan razı olacağım. Şöyle
giyineceksin mi dedi? Ondan razı olacağım. Şöyle bir hukuk, böyle bir eğitim,
böyle bir kazanma-harcama modeli mi dedi? Ondan razı olup başkasını
aramayacağım. Evlât mı verdi? Razı olacağım. Dert mi verdi? Borç mu verdi?
Sıkıntı mı verdi? Kız çocuğu, erkek evlâdı mı verdi? Bir ev mi verdi? Bir çadır
mı verdi? Ondan razı olacak ve isyan etmeyeceğim. Yani bu verilenler Müslümanca bir hayatın ifadesi oldukça ben bunlardan razı
olacağım.
Allah’ın dinini yaşama adına
başına gelenlere sabredip razı olacaktır kişi. Meselâ bir Müslüman malının
tamamını Allah yolunda verse ve sonunda kendisi tuz ekmek yemeye mecbur kalsa
bile bundan razıdır. Zira aslında burada razı olan kul değil, Allah’tır. Allah
razı olacak ve seni razı edecek demektir bunun mânâsı. Yâni sen hayatınla
Allah’ı razı edeceksin, Allah’ı razı edecek bir hayat yaşayacaksın, Allah da
senden razı olacak ve seni razı edecektir. Fecr
sûresinde: “Râzıyeten Merzıyyeh” deniyordu ya,
işte burada da bunun tam tersi söz konusudur. Yani:
“Merzıyyeten Razıyeh”
söz konusudur. Allah bizden razı ve bizi razı edecektir. Yani Allah
verecek, biz de razı olacağız.
Geleceği anlatıyor Rabbimiz. Hem
dünyada, hem de âhirette, Rabbin sana verecek. Rabbin
sana gelecekte neler vermeyecek ki? Seni gelecek hayatında razı ve hoşnut
edecek, yüzünü güldürecek, kalbini mesrur edecek her şeyi verecek. Meselâ
gelecekte Bedir’de zafer verecek, Uhut’ta talim
verecek, Hendek’te müdafaa verecek. Sana sahip çıkacak, senin dâvân uğruna her
şeylerinden vazgeçebilecek, senin dâvâna baş koyacak ashap verecek. Sana devlet,
Mekke’nin fethini, dünyanın İslâmlaşmasını verecek….
Ama senden razı olduğu için
verecek Allah sana. Rabbini kendinden razı ettiğin için verecek. O kadar verecek
ki, sen razı olana kadar verecek. Peygamber ise razı olmayacak, tüm ümmetinden,
tüm ümmetinin bağışlanmasından ancak razı olacaktır. Eğer biz ona, onun istediği
gibi ümmet olduysak sevinelim. Ama ya ona lâyık
değilsek? Ya onunla ilgimiz kalmamışsa? Ya onun gibi yaşamıyorsak? Ya
havuzunun başından kovulacakların içindeysek? Allah yarın böyle bir duruma
düşmekten korusun inşallah.
Bundan sonra Rabbimiz yukarıdaki yemin
konusunu bir daha gündeme getirerek Rasûlullah’ın
hayatında kendisine lütfettiği ihsanları, bağışları, nîmetleri, izzet ve
ikramları anlatmaya başlayacak.
6-8. “Seni öksüz bulup da barındırmadı
mı? Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup
zenginleştirmedi mi?”
Rabbimiz çocukluğundan itibaren sevgili
Peygamberine ve onun şahsında hepimize verdiği nîmetlerini, lütuflarını
anlatıyor. Bir insanın hayatının tümünü ihata eden bir âyettir bu. Çünkü bir
insanın hayatta üç şeyi vardır:
1. Vücudu, bedeni, eli, ayağı, gözü,
kulağı ve tüm âzâları.
2. İnsanın aklı, fikri, düşüncesi,
anlayışı, izanı, imanı, yolu, yordamı.
3. Sahip olduğu malı, mülkü, evi,
arabası, dükkanı, tezgahı, ailesi, çoluğu,
çocuğu.
Rabbimiz, “İşte bütün bunları sana Biz
vermedik mi,” buyurarak insanın sahip olduğu her şeyin sahibi olduğunu, her
şeyin kendisi tarafından lütfedildiğini anlatmaktadır. Evet şu anda sahip
olduklarımızın tamamı Allah’tandır.
Sen yetimdin de Biz seni büyütmedik mi?
Küçüklüğünde bir yetimken, seni büyütüp gözettiğimiz halde, seni koruyup
kolladığımız, tüm insanlığa örnek bir elçi olarak yetiştirip eğittiğimiz halde
nasıl olur da şimdi terk ederiz seni? O zaman seni terk etmeyen Rabbin, şimdi
niye sana darılıp küssün? Bir düşünsene ey Peygamberim, sen küçükken yetim değil
miydin? Doğmadan babanı kaybetmiş, doğduktan kısa bir süre sonra anneni
kaybetmiş değil miydin? Kim sahiplendi sana? Kim korudu seni? Allah seni
barındıracak şefkatli kucaklar vermedi mi sana? Hattâ senin risâletini reddeden, sana ve getirdiğin dâvâna inanmayan
amcanı bile sana sahiplendirmedik mi? Mekkeli müşrikler seni reddedince sana
sahiplenecek Medineli bir ensar kucağı vermedik mi
sana?
Allah’ın Resûlü yetimdi. Yetimlerin en
Kerîm’iydi. Daha doğmadan babasını kaybetmiş, doğduktan kısa bir süre sonra
annesini kaybetmiş ve dedesinin kucağındaydı. Dedesini de kaybedince amcasının
kucağında. Onu da kaybedince ne gam, Allah var ya!
Belki de Rabbimiz sığınılacak kendi kucağından başka kucak bilmesin diye daha
küçük yaşta kendi kucağını bildirmek için böyle yapıyordu. Onu yaratan, koruyan,
onun vücudunu, elini, ayağını, gözünü, kulağını, çevresini, fırsatlarını,
imkânlarını veren Allah’tır.
Peki onu yaratıp koruyan Allah da, bizi
yaratan, bizi koruyup büyüten kim? Bizi de yetimken, çocukken, güçsüzken bulup
da koruyan, büyüten Allah değil mi? Elbette Allah’tır. O halde kime minnet
duyuyorsunuz? Kime teşekkür ediyorsunuz? Kimin nîmetlerinden is-tifade edip de kime kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Kimin
sayesinde var oldunuz? Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını sallıyorsunuz? Bunu
iyi bir düşünün diyor Rabbimiz.
“Seni şaşırmış bulup, doğru yola
eriştirmedi mi?”
Bu âyetin mânâsı, Peygamberim sen
sapıktın da Biz seni doğru yola ulaştırdık demek değildir. Çünkü böyle bir
anlayış Peygamberlerin mâsumiyeti anlayışına terstir. Allah’ın elçilerinin
tamamı mâsumdurlar. Peygamber Efendimizin risâlet
öncesi hayatı da tertemizdir. Rabbimiz doğumundan itibaren sürekli koruyup
eğitmiştir onu. Bakın Rabbimiz kitabında onun risâlet
öncesi hayatının temizliğine şehadet
etmektedir:
“Ey Muhammed, de ki: “Allah dileseydi
ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda
bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?”
(Yunus, 16)
Öyleyse bu ®¾³@«/ ifadesi sapıklık değildir.
Bu kelime iki anlama gelmektedir:
1. Kaybolmak, yitmek anlamına
gelmektedir. Rivâyetlere göre Allah’ın Resûlü Mekke’de ya da başka bir rivâyete göre amcasıyla çıktığı bir ticaret
kervanıyla Şam taraflarında kaybolmuş, sonra da bulunmuştu. İşte kimi
müfessirler bu dâl kelimesinin bunu anlattığını
söylemişler.
2. “Peygamberim, sen Risâlet öncesi, Nübüvvet öncesi yol yordam bilmiyordun da
Biz sana bunu öğretmedik mi?” demektir. “Peygamberim, sen usul nedir? Yol,
yordam nedir, bilmiyordun da Biz sana usul, yol yordam öğretmedik mi? Sen
Allah’ı, dini, İslâm’ı, Kur’-an’ı, Sünneti bilmezdin de bütün bunları sana Biz
öğretmedik mi? Sen daha önce namaz, abdest, oruç, hac
bilmiyordun da bunları sana Biz öğretmedik mi? Sen önceden Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı, Nisâ’yı, İnşirâh’ı, Duhâ’yı bilmiyordun da bütün bunları sana Biz öğretmedik mi?
Sen Allah yasalarını, Allah’ın hayat programını, Allah’ın istediği kulluğu
bilmiyordun da bütün bunları sana Biz öğretmedik mi? Cenneti, cehennemi,
dünyayı, âhireti, hesabı, kitabı bilmiyordun da
bunları sana Biz öğretmedik mi?”
Yani mânâ, sen kırk yaşına
gelinceye kadar sapıktın değil de, bütün bunları bilmiyordun da Biz öğretmedik
mi demek olacaktır. Sen okuma yazma bilmiyordun da Biz seni okur kılmadık mı?
Sen Kur’an bilgisinden mahrumdun da tekvîn-i
irademizle Biz seni âlim yapmadık mı?
Öyleyse bizler de Rabbimizin kitabını
tanıyarak, Rabbimizin gönderdiği hayat programını tanıyarak yolsuzluk ve
yordamsızlıktan kurtulmak, yol, yordam, ilim sahibi olmak zorundayız. Bunun yolu
da vahiyden geçmektedir. Vahyi tanınmadan ilim sahibi
olmak ve yolsuzluktan kurtulmak da mümkün değildir.
“Seni fakir bulup zenginleştirmedi
mi?”
“Bir de sen fakirdin, malın, mülkün
yoktu da seni zengin kılmadım mı? Sana ticaret yollarını kolaylaştırarak seni
zenginleştirmedik mi? Ganîmet mallarından belli bir pay vererek seni
zenginleştirmedik mi? Sana zengin bir Hatice vererek, onunla ortaklık imkânı
sağlayarak, onu sana zevce yaparak seni zengin kılmadık mı?”
Allah’ın Resûlü aslında
babasından kendisine bırakılmış bir devenin dışında başka hiçbir şeye sahip
değildi. Rabbimiz izni keremiyle onu zenginleştirmiştir. Hattâ Allah’ın Resûlü
bir tek insanın hidâyeti için bir çırpıda yüz deveyi bile hibe edecek bir
durumdaydı. Müşriklerden birisi öyle diyordu: “Ey kavmim, gelin sizler de
Müslüman olun. Çünkü vallahi Muhammed verdiğini fakirlikten korkmayan bir
kimsenin verdiği gibi veriyor.” Allah’ın Resûlü birilerinin sırtından değil,
bizzat kendisi çalışarak kazanmıştır kazandığını. Bakın Buhâ-rî’de Kitabu’l Cihad bölümünde rivâyet
edilen bir hadislerinde bu hususu anlatırken efendimiz şöyle buyurur: “Benim rızkım, kılıcımın gölgesi
altındadır.”
Rabbimiz öyle diyor. Peygamberim,
Biz seni fakir bulduk ta zenginleştirmedik mi? Peki acaba Rasûlullah Efendimiz zengin miydi? Allah’ın Resûlü, bugünün
zenginlik kıstasıyla, bugün bizim anladığımız mânâda zengin değildi.
Bugünkülerin anladığı mânâda hanı, hamamı, dükkanı, tezgahı, atı, arabası yoktu.
Ama işte bu âyette görüyoruz ki Allah seni zenginleştirdik diyor. Allah böyle
buyurduğuna göre öyleyse zenginlik nedir? Zenginliğin ne olduğunu bilmek
zorundayız.
Zenginlik, aslında çokça mal, mülk
sahibi olmak değildir. Zenginlik dünyaya karşı müstağnî, ihtiyaçsız ve eyvallahsız olabilmektir. Zenginlik, ihtiyaçsızlığı ihtiyaç
haline getirmek değil, ihtiyaca sahip olmaktır. Zenginlik ve fakirlik ihtiyaç
anlayışına ve bu anlayışa bağlı olarak hedeflemelere göre değişir. Meselâ beş
etli ekmek yemeyi he-defleyen bir adamın karşısına iki
etli ekmek çıksa bu adam açtır. Niye? Beş etli ekmeği hedeflemişti de ondan. Ama
bir etli ekmek yemeyi hedefleyen bir adamın karşısına bir etli ekmek çıksa bu
adam toktur. Neden? Çünkü ihtiyacı, ya da hedeflemesi
o kadardı da ondan. Meselâ yüz milyarı hedefleyen bir adamın cebinde elli milyar
olsa da bu adam fakirdir. Niye? Çünkü hedefinde yüz milyar vardı da ondan. Ama
üç milyonu hedefleyen bir adamın cebinde üç milyon varsa bu adam zengindir.
Niye? İhtiyacı ve hedefi o kadardı.
Meselâ şu anda milyarların içinde
yüzerken fakirlik içinde kıvranan nicelerini görüyoruz değil mi? Yazık, ne
yapsın, yok adamın malı-mülkü. Topu, topu elli milyarcık bir şeyi var! Ne yapsın
adam şimdi? Yüz milyar olmadan olur mu?! Buna ulaşmadan herkes kendisinden söz
edebilir mi? İnsanların sofralarında sözü geçer mi şimdi bu adamın? Halbuki
herkes akşam sofrasının başına oturunca onun malından, mülkünden, servetinden,
bahsetmeli, onu dillerine vird
etmeli!?
Demek ki zenginlik ve fakirlik ihtiyaca
ve hedeflemelere göre değişir. Meselâ şimdi şu evde içki isteseler, bu istenene
göre bu ev fakirdir, ama su isteseler bu ev zengindir değil mi? Eğer içkiyi bir
ihtiyaç kabul ederseniz, bu ev ona göre fakir, ama suyu ihtiyaç bilirseniz ona
göre zengindir bu ev.
İhtiyaç anlayışına, hedeflemelerine
göre Allah’ın Resûlü çok zengindi. Dünyaya karşı eyvallahsız ve müstağnîydi. Rabbimiz kendisine böyle bir
istiğna, yetinme duygusu verdiği için zengindi. Sonra İslâm’ı sordular Rasûlullah’tan, anlattı. Namazı sordular, anlattı. Zekâtı
sordular, anlattı. Âhireti, hukuku, mirası, kazanmayı,
harcamayı, eğitimin yasalarını, hukukun dayanaklarını sordular da Allah’ın
Resûlü Rabbinin bilgilendirmesiyle her şeyi anlatıverdi, bildiriverdi,
gösteriverdi soranlara. İşte Rasûlullah adına en büyük
zenginlikti bu.
Allah ona onun dâvâsına omuz
verecek, ona destek olacak bir Hatice verdi. Uğrunda her şeyi göze alabilecek
bir Zeyd verdi. Sonra onun yoluna baş koyacak, onun
için doğup büyüdükleri vatanlarını, mallarını, mülklerini bile terk edebilecek
binlerce Müslüman verdi. İşte bütün bunlar zenginlikti. Allah’ın Resûlü
yeryüzünün en zenginiydi.
Peki ona, sahip olduklarını Allah verdi
de, bizimkileri kim verdi? Bizimkileri Allah’tan başkaları mı verdi? Hayır hayır, zenginlik adına bizde de ne varsa hepsini veren
Allah’tır. Bizdekileri de Allah verdi. Öyleyse:
9-10. “Öyleyse sakın öksüze kötü
muamele etme ve sakın bir şey isteyeni azarlama! Yalnızca Rabbinin nîmetini
anlat.”
Öyleyse ey Peygamberim, sakın yetimi
itip kakma. Sakın yetimi üzme. Yoksulu da sakın azarlama. Dikkat ederseniz
lütfettiği üç nîmete karşı üç görev sayıyor Rabbimiz. Önce üç nîmetten söz etti.
Sen, sizler yetimdiniz de sizi Biz koruyup büyütmedik mi? dedi. Sonra sen
peygamberim ve siz hiçbir şey bilmiyordunuz. Kendinizi, çevrenizi, ananızı,
babanızı, Rabbinizi, hayatı, ölümü, âhireti, hesabı,
kitabı, kulluğu, namazı, orucu, haccı bilmiyordunuz da size vahiy göndererek
bütün bunları Biz bildirmedik mi? Kendi bilgimizden bilgi aktararak sizi tüm bu
konularda bilgi sahibi yapmadık mı? Sahip olduklarınızı Biz vermedik mi?
Elinizi, ayağınızı, gözünüzü, kulağınızı, havanızı, suyunuzu, ayınızı,
güneşinizi, dünyanızı, semânızı size Biz vermedik mi? buyurduktan sonra, bu üç
nîmeti hatırlattıktan sonra Rabbimiz bunlara karşılık üç sorumluluktan söz
ediyor. Yetimi itip kakmayın, isteyen fakiri azarlamayın ve de Rabbinizin
nîmetlerini hatırlayıp anın.
Öyleyse yetimi itip kakmayalım.
Yetimleri itip kakmayacağız. Yetim, babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına
gelmeden babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir. Veya babası baba olarak
vardır ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir. Bir evde ananın
kocası var, ama akşam eve sallanarak geliyor, sarhoş. Ya da baba akşam eve dükkanı taşıyor. Akşam eve âyet ve
hadis ge-tirmiyor.
Çocuklarını Allah’la, peygamberle tanıştırmıyor. Kitapla, sünnetle tanıştırmıyor
da şöyle kazandığını, böyle topladığını anlatmaya çalışıyor. Çocuklarına güzel
bir isim verecekti ama vermiyor. İyi terbiye vermeliyken vermiyor. İşte böyle
sarhoş bir babanın çocuğu bir gün karşımıza çıkınca: “Git baban öğretsin!”
dememeliyiz. Babası yoktu zaten onun. Zira unutma ki bir zamanlar sen de
yetimdin. Siz yetim değil de neydiniz?
Babası ve anası tarafından Kitap ve
Sünnetle tanıştırılmamış tüm çocuklar yetimdir. Bizim evdekiler de öyle mi
acaba? Yetimleri korumak, kollamak zorundayız. Yetimleri toplumda babalılar,
fakirleri de paralılar gibi yaşatmak zorundayız. Bilelim ki yetimlerin
doyurulması gereken üç bölgesi vardır: Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız,
kendi yetimlerimiz de dahil piyasadaki tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak
zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalı, kalp Allah’a götürücü
imanla, mide de Allah’ın helâl kıldığı rızıkla
doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş bitti
zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal
etmeyelim.
Yetimler, babasız kalanlar, babayla
beraberken ondan ayrılanlardır. Bir de toplumda ekonomik ve siyasal dayanağı
olmayan insanlardır. Öyleyse onların böyle bir destekleri yok diye mallarını
yemeye, haklarını gasp etmeye kalkışmamalıyız. Meselâ elinde bizde alacağını
belgeleyecek çeki, senedi olmadığı için siyasal bir destekten mahrum olan
kimselere, yetimlere borcumuzu ödemeyerek zulmetmeye kalkışmayalım. Allah’ın
Resûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Ben
ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöylece beraberiz”
Öyleyse onlarla ilgilenmek, onların
durumlarını düzeltmek, onların eğitimleriyle, ahlâklarıyla ilgilenmek, onları
ıslah etmek zorundayız. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın
emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete emanet sahibi olan Allah’ın
istediği biçimde davranmaktır. Onların mallarını kendi mallarımızın içine
katarak, onların da kazanmalarını sağlamak, onların işleriyle ilgilenmek
zorundayız, çünkü onlar bizim din kardeşlerimizdir.
Bir de yetim, Kur’an’da dünyada tek olan “Dürr-i
yetim” olan Hz. Muhammed (a.s) için
kullanılır. Öyle kerîm bir yetim ki, onun eşi ve benzeri yoktur onun. İşte böyle
tek olanı da itip kakmayın. Yetimlerin en güzeline değer vermezlik yapmayın.
Yetimin sözleriyle il-gilenmezlik yapmayın. Yetimin
sünnetiyle ilgilerinizi kesmeye kalkış-mayın. Yetimin hayat programına ilgisiz
kalmayın. Bir zamanlar Mekke’de, Rasûlullah çevresini
Allah’a imana çağırıyordu, “olmaz” diyor-lardı.
“Allah’a iman edin” diyordu, “geç” diyorlardı. “Tesettür” diyordu, “geç”
diyorlardı. “Namaz, namus, iffet” diyordu, “geç” diyorlardı. Şimdi sizler de ey
Müslümanlar aynen onların yaptıkları gibi yetimi itip kakmaya, yetimin çağrısını
kulak ardı etmeye kalkmayın.
Sâili, isteyeni de sakın kovma Peygamberim!
Sizler de ey Peygamber yolunun yolcuları, sakın ha sakın sâili azarlayıp kovmaya kalkışmayın. Peki ne ister insan?
İhtiyacını ister. Bilgi istenir, iman is-tenir, yol,
yordam istenir. Buradaki sâil her tür istemeyi
kapsamaktadır. Birinci olarak maddî bir ihtiyacı olup da bizden istemeye geleni
kesinlikle kovmayacağız, onu kırıp dökmeyeceğiz. Elimizdekilerin,
cebimizdekilerin bizim değil Allah’ın olduğunu ve onları Allah’ın istediği
biçimde onun fakir kullarına ulaştırmak zorunda olduğumuzu asla unutmayacağız.
Bu konuda önceki derslerimizde çok şey söyledik. Unutmayalım ki bizim
mallarımızın içinde fakirler için ayrılmış bir hisse vardır. Yine unutmayalım ki
bunu bizim arayıp bulmadan kendiliğinden almaya gelmiş fakirler bizi
sorumluluktan kurtardıkları için sevip, teşekkür etmemiz gereken insanlardır.
Bir başka deyişle onlar bizden Allah’a mesaj götüren posta memurlarıdır. Var mı
öbür tarafa göndereceğiniz bir şeyler? Var mı Rabbinize sunacağınız bir şeyler?
diye evlere gelen postacılara benzer bu fakirler. Öyleyse Allah’ın bize
verdiklerinden biz de onlara verelim. Yediklerimizden onları da yedirip,
giydiklerimizden onları da giydirelim. Onları kendi hayat standardımıza
çıkarmanın, kendimizi de onların standartlarına indirmenin kavgasını
verelim.
Maddî ihtiyaçlar istendiği gibi, bir de
ilim, iman istenir. Öyleyse bunları isteyeni de azarlamayacağız, kovmayacağız.
Hem mal, mülk isteyenleri, hem de bizden ilim talep edenleri kesinlikle
kovmayacağız, reddetmeyeceğiz. Din adına, Kur’an ve
Sünnet adına bize bir şeyler sorup öğrenmek için gelenleri asla savmaya,
savsaklamaya kalkışmayacağız. Tabi soruların birkaç çeşit olduğunu
biliyoruz.
1. Adam öğrenmek kastıyla sorar.
Öğrenip amel etmek, öğrendiklerini kullukta kullanmak adına
sorar.
2. Dalga geçmek adına sorar. Kendisini sorumluluktan kurtarmak,
kaçmak adına sorar. Firavun, Mûsâ (a.s)’ya böyle
yapmıştı. Veya İsrailoğulları Bakara olayında Hz. Mûsâ’ya kaçma adına sorular
soruyorlardı.
3. Bazen de adam bizden hiç
bilmediğimiz bir dille isteyebilir isteyeceğini. Anlayamadığımız bir dille
sorar. Meselâ bir yere gittiniz ki orada pahalılıktan, seçimlerden, geçimlerden,
yeni yıldan, Avrupa’dan, Asya’dan bahsediliyor. Öyle zırvalara dalmışlar ki ne
âyet, ne hadis konuşmuyorlar. Şimdi bu adamlar lisân-ı halleriyle şöyle de-miyorlar mı yani? Biz âyet ve hadis bilmiyoruz. Eğer
bilseydik biz de âyetten, hadisten bahsederdik diyorlar değil mi bu halleriyle?
Öyleyse unutmayalım ki insanlar hal diliyle bir şeyler isterler. Belki ne
istediklerini bile ifade edemezler ama bir şeyler söylerler tavırlarıyla. Baktık
ki dayımızın kızının her yeri açık veya baktık ki komşumuzun oğlu namazsız.
Amcamızın oğlu Kur’an ve Sünneti bilmiyor. Belli ki
bir şeyler istiyor bu haliyle bizden. Eğer bilseydi, İslâm’ı elbette böyle
yapmazdı değil mi?
Baktınız ki komşunuz içki içiyor,
ortağınız namaz kılmıyor, arkadaşınız fâiz yiyor, talebeniz yalan söylüyor,
hanımınız örgünün dışında başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Hemen anlayacağız ki
onlar lisânı halleriyle bizden bir şeyler istiyorlar. Bizden kendilerine din
duyurmamızı, Kitap ve Sünnet anlatmamızı istiyorlar. Onları asla reddetmeyelim,
kovmayalım, savsaklamayalım da hemen onlara onların muhtaç olduğu şeyleri
anlatalım inşallah. Çünkü dün bizler de bir şey bilmiyorduk da Rabbimiz öğretti.
Bugün bizim dünkü durumumuzda olanlara kızmayalım, azarlamayalım, yanımızdan
kovmayalım da, Allah’ın bize öğrettiği gibi biz de onlara öğretmeye, anlatmaya
çalışalım inşallah.
Üçüncü istek de Rabbinin nîmetini çok
an.
11.
“Yalnızca Rabbinin nîmetini anıp anlat.”
Rabbinin nîmetini de hep an, sürekli
hatırla ve anlatmaya devam et. Peki acaba Allah’ın hangi nîmeti vardı Rasûlullah’ın üzerinde? Vahiy nîmeti, risâlet nîmeti, Kur’an nîmeti,
ilim nîmeti, akıl nîmeti, göz nîmeti, kulak nîmeti, anlayış, kavrayış nîmeti,
yeme-içme nîmeti ve sayılamayacak kadar nîmetler.
Peki acaba nîmeti anmak, anlatmak
ne demektir? Bunu nasıl anlayacağız? Nîmeti anmak, nîmeti anlatmak onu onun
sahibi olan Allah’ın istediği gibi kullanmaktır. Nîmeti hatırlamak, nîmetin
vericisini hatırlamak demektir. Nîmeti anmak, nîmetin sahibini anmak, nîmetin
sahibini ve o sahibin istediklerini hatırlamak demektir. Tabi bu hatırla-ma mücerret sadece hatırlayıvermek değil, onu uygulamaya
koymak, amele dönüştürmek üzere hatırlamaktır. Tabiî bazı hatırlamalar kavlî
olur, bazıları da fiilî olur. Kavlî olanlara hamd,
fiilî olanlara da şükür denir. Yani dille nîmetin vericisine hamd edilirken, hayatla da teşekkür etmeliyiz.
Bu
âyet-i kerimede geçen “anlat”
kelimesinden maksat, ya Al-lah’ın vermiş olduğu nimetleri başkalarına da anlatarak
zikretmek ve “Allah bana şu şu nimetleri nasip
etti” demektir; ya da “bu âyet-i keri-mede anlatılması emredilen nimet: “Allah yoluna dâvet etmek,
O’nun şeriatını tebliğ etmek ve ümmete İslâm’ı öğretmektir.” Âyet-i celile, bu iki manayı da kapsamaktadır. İnsan, dalâlet ve
câhiliyyet içerisinde ol-duğu günleri hatırlamalı ve Allah’ın kendisini
karanlıklardan, nur’a çı-kartmış olduğuna
şükretmelidir. Hz. Ömer (r.a.) de böyle yapıyor, câ-hiliyyet günlerinde helvadan
put yapıp, acıkınca yediklerini hatırlayın-ca, o
günlerine gülüyordu. Müslüman, Allah'ın nimetiyle zengin ol-duktan sonra da, fakir olduğu eski günlerini hatırlamalı ve
davranış-larını ona göre ayarlamalıdır. Durumu
düzeldiğinde sıkıntılı günlerini hatırlamalı, sonra da Allah kendisini o
dertlerden kurtardığı için şükür vecibesini yerine getirmelidir. Bu şekilde,
Allah’ın kendisine verdiği ni-metlerin anlatımı olur
ve bunun vecibelerini insanları Allah yoluna dâ-vet
etmek suretiyle tamama erdirir.
Kulun
şükrü, üç rükûn üzere kuruludur. Bunların hepsi bir
ara-da olmayınca kul, şükür etmiş sayılmaz. Bunlar: Allah’ın vermiş ol-duğu nimetleri itiraf etmek, bu nimetlerden dolayı Allah'a
hamd ve se-nâ etmek, bu nimetleri, Allah’ın rızasını kazanacak işlerde
kullanmak-tır. Allah’ın vermiş olduğu nimetleri itiraf etmek, bu nimetleri kendi
tec-rübemize, zekâmıza,
çabamıza, makamımıza, şöhretimize ve kuvveti-mize
değil; sadece Allah'a dayandırmaktır. Karun, kendisine verilmiş olan nimeti,
kendi bilgisine ve becerisine dayandırınca Allah onu, bü-tün malı ve mülkü ile yerin dibine sokmuştur. Bunun için,
normal ola-rak kişi, kendisine bütün bu nimetleri
veren Allah'a şükretmelidir. Son-ra, kendisine nimet
verenin Allah olduğuna yakînen iman eden ve O’-na hamd ve senâ eden kişi,
kendisine verilen bu nimetleri Allah'a is-yan yolunda kullanmaz. Kendisine mal
verilen kişi, faizle para verme-yeceği gibi, sıhhat ve
âfiyet verilen kişi de, insanlara karşı zor kulla-narak, onlara zulmetmez; ibadetleri terk etmez. Bu rükünleri
gereği gibi edâ ettiğimiz zaman, hiç şüphe yok ki Allah bize vermiş olduğu
nimetleri çoğaltacak ve Kerim olan kitabında “Şükrederseniz, and ol-sun ki size arttıracağız.” (İbrahim, 7)
buyurarak, vaad etmiş olduğu üzere, o nimetleri
bereketlendirecektir.
Rabbimiz Peygamberine pek çok nîmet
vermiştir. Akıl, göz, kulak gibi nîmetlerin yanında Peygamberlik nîmeti, Kur’an nîmeti, yol, yordam bildirme nîmeti, âlemlere
peygamber olarak görevlendirme nîmeti, âlemlere rahmet yapma nîmeti gibi pek çok
nîmetleri vardır Rabbimizin.
Rabbimizin tüm nîmetlerini hatırlayıp o
nîmetleri O’nun yolunda kullanmak zorundayız. Hangi nîmetler var üzerinizde bir
hatırlayın. Akıl nîmeti mi var? Akıllı mısınız şu anda? Onu Allah’ın istediği
gibi, Allah’ın istediği yerlerde kullanın, böylece Allah’ın nîmetini anın. Onu
sadece para kazanmanın peşinde, ya da fizik
problemleri, kimya denklemleri çözmenin peşinde değil de, biraz da vahyi
tanımada kullanın, böylece Rabbinizin nîmetini anın.
Veya meselâ ilim nîmeti mi var
üzerinizde? Onunla sahibinin istediği biçimde amel edin. Onu sahibinin istediği
biçimde muhtaçlara ulaştırın, böylece Rabbinizin nîmetini anın. Konuşabiliyor
musunuz? Dil nîmeti mi var üzerinizde? Onu sahibinin istediği yerde kullanın.
Akşama kadar pek çok şey peşinde kullandığınız kadar, peynirin küflüsünü,
turşunun modelini anlamada kullandığınız kadar, onun bunun gıybetinde ve
zırvalarında kullandığınız kadar biraz da âyet ve hadis anlatmakta kullanın,
böylece Rabbinizin nîmetini anın. Sıhhat, gençlik nîmeti mi var üzerinizde? Onu
Allah’a kulluğa harcayın da Rabbinizin nîmetini anın. Kur’an nîmeti mi var? Allah size Kitap, Sünnet bilgisi mi
verdi? Onunla amel ederek, onunla hayatınızı düzenleyerek, o nimeti üzerinizde
göstererek, onu birilerine anlatarak Rabbinizin nîmetini anın. Boş zaman nîmeti
mi var üzerinizde? Onu hasta ziyaretine, sıkıntılı kardeşlerinizin yardımına
ayırarak Rabbinizin nîmetini anın. Hanım nîmeti,
çoluk-çocuk nîmeti mi var üzerinizde? Onları Kitap ve Sünnetle tanıştırarak,
onları Müslümanca eğiterek, onları cennete kazandırın
ve böylece Rabbinizin nîmetini hatırlayın. Para nîmeti mi var? Mal-mülk nîmeti
mi var üzerinizde? Onu, ona muhtaç olanlara verin ki Rabbinizin nîmetlerini
anmış olasınız. Bütün bunları Allah yolunda kullanın ki, bunların Allah’a ait
olduğunu, Allah’tan gelme birer nîmet olduğunu hatırlamış olun, diyor
Allah.
Birisi dille ötekisi de amelle olmak
üzere nîmetlere şükredeceğiz. Nîmetlerin sahibini hatırlayacağız. Ama bu
hatırlama şu anda insanların pek çoğunun yaptığı gibi olmayacak. Nasıl?
“Elhamdülillah, Allah bana akıl verdi. Aklımı iyi yaratmış Rabbim. Öyleyse ben
de aklımı iyi kullanıp iyi bir bilgisa yar mühendisi olayım da insanlara
faydam dokunsun. Veya iyi bir doktor olayım da insanların sağlığına hizmet
edeyim.” Hayır! Onlar mı verdi sana bunu da onların hizmetinde kullanıyorsun?
İnsanlara hizmet için iyi sanatkar olayım diyor adam. Niye? Niye insanlar adına?
Niye insanların hizmeti için? İnsanlar mı verdi o aklı sana? “Elhamdülillah
sesimi güzel yaratmış Allah. Öyleyse ben de iyi bir sanatkar olayım da insanları
eğlendirmek için güzel sanatlar icra edeyim” diyor adam değil mi? Hakkımız var
mı bu-na? Kimin verdiğini kimin hizmetinde
kullanıyoruz? Kime muhtaçken kime minnet duyuyoruz? bunu çok iyi düşünmek
zorundayız. Dil ve göz vermiş Allah. Eh bunlarla Kur’an oku bolca. Sabah oku, akşam oku, gündüz-gece oku,
sürekli oku. Peki nasıl okuyoruz Kur’an’ı? Metnini
okuyoruz sadece. Mânâya nüfuz etmeden, okuduğumuzu anlamadan, anlayıp da hayatı
onunla düzenleme endişesi duymadan okuyoruz. Biraz da hayata okuyalım. Uygulama,
anlama adına okuyalım biraz da.
Halbuki biz kendimiz anlayacağız ve
başkalarına da anlatacağız. Okuduğumuzu, öğrendiğimizi kendimiz yapacağız,
yaşayacağız, uygulayacağız, başkalarına da anlatacağız. Meselâ bir hadis okuduk
ki, “Duvara halı asmayın” diyor. O bir ihtiyaçsa yerde sergi olmalıdır, duvarda
lükstür diyor. Bunu kendimiz uygulayacağız, yani kendi evimizde varsa
indireceğiz, başkalarının evindeyse onlara da söyleyeceğiz, anlatacağız. Veya
meselâ bir âyetten öğrendik ki namazı mutlaka kılmalıyız. Biz kendimiz
kılacağız, başkalarına da anlatacağız, kılmaları için uyarıda bulunacağız.
Veya meselâ bir hadis duydum ki
altın yüzüğün haramlığını anlatıyor. Kendi parmağımda bir altın yüzük varsa
atacağım, ama onunkini çıkarıp atmayacağım da, “arkadaş onu çıkarman lâzım” diye
onu uyaracağım. Kendim oruç tutacağım ama başkaları adına tutuvermeyeceğim.
Kendim zekât vereceğim ama vermeyeninkini de ver-meyeceğim, onlara bunu anlatacağım.
Bu sûreden sonra Rasûlullah tekbir getirdi. “Allah-u Ekber!” buyurdu. Tekbir getirdi bu ve bundan sonrakilerde.
Duhâ’dan Nâs’a kadar ki
sûrelerin başında ya da sonunda Allah’ın Resûlü tekbir
getirdi. Bunun sebebi de anlayabildiğimiz kadarıyla şudur: Sûrenin başlarında da
ifade ettiğimiz gibi bu sûrenin nüzûlünden evvel Rasûlullah Efendimizin aklında Mevlâ’nın kendini terk ettiği
gibi bir durum vardı. Allah’ın Resûlü buna çok içerliyordu. Ama bir fetretten
sonra böyle bir müjde gelince, vahiy yeniden gelmeye başlayıverince Allah’ın
Resûlü buna çok sevinmiş ve “Allah-u Ekber”
deyivermişti.
Bir de bu ve bundan sonraki sûreler
kısadır. Yani kısa ve özlü olmaları sebebiyle kafada canlanması mümkündür. O
yüzden bunları okuyan kişi tekbir getirir. O anda, bu sûreyi okuduğu anda başka
bir şey demesi mümkün değildir zaten. Buna Kur’an’dan
iki delil vardır.
Bunlardan birisi Necm sûresi geldiğinde Kâbe’nin avlusunda Rasûlullah bunu müşriklere okudu. Rasûlullah’ın sûreyi okuyuşu öyle etkili oldu ki, Rasûlullah secde etti, oradaki tüm müşrikler de secde
ettiler, secde etmek zorunda kaldılar. Çünkü yapacak başka bir şey yoktu o anda.
Hattâ Velid bin Muğîre secde
etmedi de yüzüne toprak götürdü. Secdeden kendini alıkoymayı becerebildi ama,
secde adına yüzüne toz toprak götürmekten kendini alamadı. Çünkü Rabbimizin hak
vahyinin gündeme geldiği böyle bir ortamda insanların yapabilecekleri başka bir
şey yoktur.
Bir de Mü'minûn sûresi 5-6. âyetleri insanın yaratılışından söz
ederek geldi. Andolsun ki insanı çamurdan yarattık.
Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik.
Sonra o nutfeyi kan pıhtısına çevirdik. Sonra onu da
bir çiğnemlik et yaptık. Sonra kemiklere de et giydirdik... Derken Hz. Ömer âyetin sonunu beklemeden: “Feteba-rekellahu Ahsenu’l halikîn” deyiverdi.
Allah’ın Resûlü de buyurdu ki “Uktubûha ve
hakeza nuzilet” “Onu Ömer’in dediği gibi yazın
çünkü aynen öylece nâzil oldu” buyurdu. Dikkat ediyor musunuz? Âyet
tamamlanmadan Hz. Ömer efendimiz âyetin sonunun nasıl
geleceğini bilebiliyor.
Bu sûre de burada sona erdi. Rabbim
gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Velhamdü
lillahi Rabbi’l
âlemin
Haarika bir anlatım hocam Allah razı olsun emeginize sağlık
YanıtlaSilMuhatabi olduğumuz sureyi muhatabı olduğumuz sorunlara deginerek adeta ruhumuza seslenip yorumuyla kalbimize dokunduğu için hocamızdan Allah razı olsun....
YanıtlaSil