Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
94., Nüzûl sıralamasına göre 12., Mufassal sûreler kısmının on ikinci grubunun
altıncı sûresi olan İnşirâh sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
8’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adıyla”
1.
“Ey Muhammed! Senin gönlünü açmadık mı? 2-3. Belini büken yükünü
üzerinden almadık mı? 4. Senin şanını yükseltmedik mi? 5-6. Elbette güçlükle
beraber şüphesiz bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık
vardır. 7-8. Öyleyse; bir işi bitirince diğerine giriş; ve ümit edeceğini
yalnızca Rabbinden iste.”
Mekke’de, Mekke döneminin ilk
günlerinde fetret döneminden sonra yâni Duhâ sûresinin
hemen akabinde nâzil olmuş “Elem Neş-rah leke”, Şerh, ya da İnşirâh
sûresi diye bilinen, tüm toplumunun kendisine düşman kesildiği, dâvetine karşı
muhalefet fırtınalarının yükseldiği bir dönemde Rasûlullah efendimizi teselli etmek üzere inmiş bir sûreyle
karşı karşıyayız. Kendisine Rabbi tarafından lütfedilen nîmetler gündeme
getirilerek tüm çevresinin kendisine düşman kesildiği bir dönemde Allah’ın
elçisi sabra ve metanete dâvet edilmektedir. Sûrede gündeme getirilen bu
nîmetler, “şerh’üs sadır” nîmeti, belini büken
yüklerinin kaldırılması, sorumluluklarının hafifletilmesi ve de dinde temel
kabul edilerek isminin yüceltilmesi gibi yeryüzünde hiç kimseye verilmemiş
nîmetler.
Sûrede özetle şunlar denmektedir: Ey
Peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları! Kuşluk vaktini, gençlik dönemini
iyi de-ğerlendirin! Geceyi gündüzü Allah’ın istediği
biçimde iyi değerlendirir-seniz, hayatınızı Allah’ın istediği biçimde yaşarsanız
bilesiniz ki ba-şınıza
gelenler sizin için hep hayırlı olacaktır. Allah size verecek ve verdikleri
sizin için hayır olacaktır, hayırlı olacaktır.
Düşünsenize, bedeninizi,
aklınızı, bilginizi, malınızı, mülkünü-zü, evinizi,
barkınızı, atınızı, arabanızı, sahip olduğunuz her şeyinizi Allah verdi ya. Öyleyse bütün bunlara sahip olduk diye bunlardan mahrum
olanlara hor bakmayın. Onları hakir görmeyin. Yetimi hor görmeyin. Bütün bu
nîmetleri size lütfeden Rabbinizin kitabıyla diya-loglarınızı asla kesmeyin.
Allah’ın kitabını kendinizden, kendinizi de Kitaptan uzak tutarak bir hayat
yaşamayın buyurulmaktadır.
İnşallah sûrenin âyetleri üzerinde hızlı
ve genel bir gezinti ya-palım. "Duha" suresi, vahyin birkaç gün kesilmesi ve Rasulullah’ın gönlüne bir sıkıntının çökmesi üzerine inmiş
gönlüne ferahlık gelmişti. İnşirah suresi bu ferahlığı pekiştirerek şanını
yüceltmekte ve ona ver-diği nimetleri sıralamaktadır.
Sûrenin meali şöyledir: "Biz senin gök-sünü açmadık
mı? Atmadık mı üzerinden yükü? Ki (o ağırlığından) sırtını çatırdatmıştı! Senin
şanını yükseltmedik mi? Muhakkak ki her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.
Evet her güçlükle beraber bir ko-laylık vardır. O halde (işlerinden) boş olduğun zaman uğraş
(ibadetle meşgul ol) ve Rabbine rağbet et (O'nun rızasını, O'nun sevgisini ka-zanmağa
çalış)"
Bu
sûrede anlatıları şerh-i sadr yani Hz. Peygamberin göğsü-nün yarılması olayından maksadın ne
olduğu tartışılmışsa da genel-likle İsrâ hadisesindeki şerh-i sadr
olduğu kabul edilmiştir. Hz. Pey-gamber bir defa, on yaslarında, bir defa da Mirac öncesinde
"göğsün genişletilmesi ameliyesi" ne tabi tutulmuştur. Sûre, insanın manevî
bakımdan yetişmesinde, kemâle ermesinde büyük önemi olan "İnsan sadrı"na dikkati
çekmektedir.
Sûreye
ad olan "göğsün genişlemesi (şerh-i sadr)" olayının
il-kini Allah Resûlü şöyle açıklar: Ebû Hureyre (r.a), Hz. Peygamber'e,
ilk peygamberlik belirtisinin ne olduğunu sorar. Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle cevap verir: "On yaşlarında iken sahrâya (çöl)
çıkmıştım. Başı-mın üstünde bazı sesler işittim. Bir
adam diğerine, "İşte bu o değil mi" diye soruyor, diğeri "evet" diyordu. Bunlar
daha önce gördüğüm hiçbir kimseye benzemiyordu. Yürüyerek yanıma geldiler.
Birisi kollarımdan tuttu. Hiçbir şey hissetmiyordum. Birisi "yan yatır" dedi.
Zorlamadan ve çekmeden beni yatırdılar. Birisi, "göğsünü yar" dedi. Göğsüme
çık-tı, kan ve acı olmaksızın, göreceğim şekilde
göğsümü yardı. "Kin ve hasedi çıkar" dedi. Kan pıhtısı benzeri şeyleri çıkarıp
attı. "Şefkat, merhamet ve rahmet doldur" dedi. Çıkardığı şey gümüşe benziyordu.
Sonra sağ ayağımın baş parmağını hareket ettirdi ve şöyle dedi: Hay-di git ve
selâmet bul". Oradan, küçüklere karşı şefkatli büyüklere karşı merhametli olarak
döndüm"
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,139)
Taşınması
Hz. Peygamber'e ağırlık veren yükün sırtından
atıl-ması "geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlanmış
olması"dır. Kur'-an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Allah, bu fethi sana, geçmiş ve gele-cek günahlarını
bağışlamak, üzerine olan nimetini tamamlamak, seni dosdoğru bir yola iletmek ve
seni sanlı bir zaferle muzaffer kılmak için ihsan etti"
(Fetih,2-3)
Hz.
Peygamber'in şanının yüceltilmesi; kelime-i şehadet,
e-zan, namazdaki tehiyyât, Allahümme salli ve Allahümme bârik duaları gibi
doğrudan O'nunla ilgili dua ve niyazlarda açıkça
görülür. Ancak, onun ins ve cinnin peygamberi oluşu, âlemlere rahmet olarak gönde-rilmesi, evrensel ve son tevhîd
dinini temsil etmesi en büyük şereftir.
Her
zorluktan sonra kolaylığın iki defa tekrar edilerek bildirilmesi, mü-minleri zorlukları göğüslemeye teşvik etmektedir. Her
gecenin gündü-zü, karanlığın aydınlığı olduğu gibi,
zulmün arkasından da adâletin, küfrün ardından İslâm hâkimiyetinin gelmesi
umulur. Ancak bu kolay-lıklara ulaşmak için yüce
Allah'a yönelme ve kulluk gereklidir.
Bu kısa mukaddimeden sonra
sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya
çalışalım.
1. “Ey Muhammed! Senin göğsünü
açmadık mı?”
Senin göğsünü, günlünü açmadık
mı? Sana bir inşirâh, bir iç genişliği, bir gönül ferahlığı vermedik mi? Senin
kederini giderip sıkıntılarını dağıtmadık mı? Senin kalbine genişlik ve ferahlık
vererek sana rahat bir nefes alma imkânı vermedik mi?
Yani
senin göğsünü İslâm için, Allah’a iman, hakkın marifeti için açmadık mı? Kalbini
yumuşatıp onu bir hikmet kabı ve yeri kılmadık mı? Ve seni günahların olma
ihtimalinden koruduk, peygamberlikten önce ve sana vahy gelene kadar seni muhafaza ettik ve sen bütün
pisliklerden tertemiz idin.
Güvenilir kaynakların rivâyetine göre
şerhu’s sadr veya şak-ku’s sadr Rasûlullah Efendimizin hayatında başına iki defa gelmiş bir
hadisedir.
Birisi Rasûlullah Efendimizin kendi beyanlarından da anlaşıldığı
gibi çocukluk döneminde süt annesinin yanındayken melekler tarafından
gerçekleştirilen bir ameliyat sonunda göğsü yarılmış, içi imanla, metanetle,
cesaret ve sabırla doldurulmuştur.
İkincisi de yine mahiyetini,
gerçek yönünü bilemediğimiz ancak efendimizin kendi beyanlarından anladığımız
kadarıyla Mirac öncesi bir sadır açılması hadisesi vardır. Allahu âlem bu iki ameliyeyle, Nübüvvet gibi gerçekten çok
büyük ve zor bir görevi Allah’ın istediği biçimde icra edebilmek, Nübüvvet
düşmanları karşısında dimdik ayakta durabilmek, tüm düşmanlıklara, tüm
reddedişlere ve yalanlamalara karşı tek başına durabilmek için Rasûlullah Efendimize harikulade bir cesaret ve sabır
verilmek, güçlü kılınmak istenmektedir.
Peygamber, Peygamber olarak aslında
daha doğuştan vahye dayanabilecek bir dayanıklılık içinde yaratılmıştır. O daha
doğuştan Allah’ın emirlerini, Allah’ın vahyini telâkki ve icraya tahammülü olan
bir insan olarak yaratılmıştır. Çünkü Allah’tan vahiy telâkki, vahyi icra öyle
alelâde bir insanın dayanabileceği, yapabileceği bir şey değildir. Zira biz
biliyoruz ki Rasûlullah Efendimize vahiy gelirken
bazen bir devenin üzerinde oluyordu da vahyin ağırlığından, azametinden devenin
ayakları kumlara gömülüyor, Allah’ın Resûlü kış gününde buram buram ter döküyor, kendinden geçer gibi oluyordu. Kolay
değildi bu iş. Dağların bile dayanamayacağı, azametinden dağların bile parça
parça olacağı vahye dayanmak kolay bir şey değildir.
Allah’ın meşhûd âyetleri karşısında semavat
ve arz bile dayanamamaktadır. Bakara sûresinde bu âyetler karşısında
etkilenmeyen, kaskatı kesilen kâfirin kalbine mukabil taşların bile
etkilendikleri anlatılır. Allah’ın hava, su, güneş, oksijen gibi meşhûd, yani görsel âyetleri karşısında taşların bile
etkilenerek parça parça oldukları, kimilerinin
Allah’ın su âyetine dur diyemeyerek içlerinden su fışkırttıkları, sinelerinde
suya yol verdikleri, su âyetinin kalplerine kadar nüfuz ettiği, kimilerinin de
parçalanarak tuz buz oldukları anlatılır. Allah’ın vahyini telakki nasıl zor bir
işse o vahyi icra edip uygulamak daha zordur.
İşte yeryüzünde kendisine vahiy
gönderilecek, gönderilen vah-yi bizzat kendi şahsında, kendi hayatında
uygulayarak, Allah’ın istediği hayatı, Allah’ın istediği kulluğu örnekleyerek,
çevresine gösterecek, ey kullarım sizden aynen bunun gibi bir kulluk istiyorum
diye Allah’ın kendisini tüm öteki kullarına göstereceği bir örnek, bir üsve, bir Pey-gamber olarak
elbette onun hem bu vahye dayanacak, hem de onu icra edecek bir dayanıklılık
içinde olmalıydı. Zira peygamber örnekti. Peygamber her şeye göğüs geren, her
şeye tahammül edendi. Büyük bir dâvâyı omuzlayan kişi olarak elbette yeme-içme,
açlığa-susuzlu-ğa, dertlere, ıstıraplara dayanma
konusunda, alaylara yalanlamalara sabredip göğüs germe konusunda Rasûlullah Efendimiz elbette farklı yaratılmalıydı ve farklı
yaratılmıştır da. Zira Rabbimiz ona özel bir görev yüklemiştir. Bu ayrı bir
görevdir.
Meselâ Cenâb-ı Hakk kadına doğurma gibi
özel bir görev yüklemiş ve bu özel görevini icra edebilmesi için de ona özel bir
takım yetenekler vermiştir değil mi? Kadının vücudu, yapısı, kanı, kasları,
damarları bu işe müsait hale getirilmiştir. Hattâ damarlarından süzülüp gelen
çocuğun beslenebileceği süt, doğar doğmaz yavrusuna karşı işlemeye başlayan ana
şefkatiyle kadın daha yaratılıştan bu işe yatkın olarak dizayn edilmiştir.
Erkekte yoktur bu özellikler. Çünkü er-keğin böyle
doğurma gibi bir görevi yoktur. Erkek daha çok çalışmaya, kazanmaya, savaşmaya,
hüküm vermeye, hükmü icra etmeye müsait yaratılmıştır. Eğer erkek te kadın kadar merhametli, şefkatli, ince olsaydı o zaman
yeryüzünde denge bozulur, hüküm verilemez ve verilen hüküm uygulanamazdı.
Veya eğer kadın da erkek gibi
olsaydı o da hiçbir zaman çocuk doğuramaz ve onu büyütüp yetiştiremezdi. Ama bu
erkek gaddardır, zalimdir, kadın da merhametlidir, demek değildir. Onlar
rollerine müsait olarak öyle yaratılmış, berikiler de kendilerinden beklenilene
göre böyle yaratılmıştır. Nasıl ki Rabbimiz kendisine çocuk doğurma ve
yetiştirme gibi özel bir görev yüklediği kadını yaratırken ona bu iş için özel
bir kısım yetenekler vermişse, onu bir kısım özelliklerle donatmışsa, işte aynen
bunun gibi Peygamberini de doğuştan bu ri-sâlet yüküne katlanabileceği, buna dayanabileceği bir gönül
genişliği, bir kalp İnşirâhı, bir dayanıklılık, göğsünde bir açıklık, bir iç
ferahlığı vermiştir diyoruz. Yani daha yaratılırken Rasûlullah Efendimizin ya-ratılış icabı göğsü genişletilmiştir.
Birinci anlayışa göre bu iş
yaratılırken olmuştur. Yaratılıştan Rasûlullah
Efendimiz risâlet vazifesini icraya dayanıklı olarak
yaratılmıştır.
Bir ikinci görüşe göre bu gönül
açıklığı, bu kalp genişliği ve İnşirâhı sonradan olmuştur. Yani yaratılış
sonrası gerçekleştirilmiştir. Eğer bu anlayış doğruysa, eğer ondaki bu iç
genişliği, bu kalp inşirâhı, bu gönül ferahlılığı yaratılış sonrası hayatında
gerçekleştirilmişse o zaman hatırımıza şu soru geliyor: Peki acaba bu açıklık
öncesi ne durumdaydı Allah’ın Resûlü? Yani bu açıklıktan önce kapalılık
döneminde ne vardı Rasûlullah’ta da Allah onu açmıştı?
Nasıl bir kapalılık durumundaydı Allah’ın Resûlü ki Allah biz onu açmadık mı?
diyor. Önceki durumu neydi, nasıldı Rasûlullah’ın ki
biz onu değiştirmedik mi? diyor Rabbimiz.
İnşirâh-ı sadr’dan veya şakku’s sadr’dan önce Rasûlullah’ın
hayatında bakın şunları görüyoruz. Şu kapalılık durumlarına şahit
oluyoruz:
1. Rabbimizin kendisine vahyini
ulaştırdığı ilk günlerinde Allah’ın Resûlü tedirgindi. Zira ilk günlerde
Allah’ın Resûlü Alâk sûresin-de de ifade ettiğimiz
gibi neye uğradığını, başına gelenlerin ne mânâya geldiğini bilmiyordu. Çünkü
Allah’ın Resûlü bu ilk dönem Allah’ı da, meleği de, vahyi de, risâleti de, peygamberliği de bilmiyordu. Bütün bunlara
yabancıydı. Onun içindir ki Hira’da melek kendisine
ilk seslendiğinde beyninden vurulmuşa dönmüştü. Bunun ne anlama geldiğini,
kendisine seslenen bu varlığın kim olduğunu bilemediği için çok korkuyordu.
“Acaba bu bir melek midir? Yoksa
bir şeytan mıdır? Acaba doğru mu gördüm? Yanlış mı gördüm?” Soruları beynini
zorluyor, ak-lını karıştırıyor, kalbini daraltıyor,
göğsünü sıkıyor ve bir cevap ta bu-lamıyordu. Bu
kapalılıklar arasında, bu belirginsizlikler içinde büyük sıkıntılar içine
düşmüştü Allah’ın Resûlü. İçinde bir darlık, ruhunda bir sıkıntı, kalbinde bir
daralma ve bunalma vardı da Rabbimiz ona bu işin aslını anlatıverdi. Kendisinin
Allah’ın elçisi olduğunu, vahye odak nokta seçildiğini, yeryüzünde pek az insana
nasip olan peygamberlik şerefine yüceltildiğini, kendisine gelen varlığın bir
melek olduğunu, kendisine Rabbinden vahiy getirdiğini, artık bundan sonra
Rabbinden gelen vahye inanması ve hayatını bu vahiyle düzenlemesi gerektiğini,
Allah’ın istediği biçimde bir kulluk yaşaması gerektiğini, Allah’tan kendisine
gelen bu hayat programını kendisi algılayıp uyguladığı gibi çevresindeki Allah
kullarına da duyurması gerektiğini anlatıverdi de, Ra-sûlullah Efendimizin kalbini
serinletiverdi, içini genişletiverdi, kalbine bir huzur, bir sükun koyuverdi
Rabbimiz. İşte yaratılış sonrası şerhu’s sadr’ı böyle anlıyoruz.
2. Sonra bu derdi bitmişti Rasûlullah’ın. Bu belirginsizlik sona ermişti ama bu defa da
içini başka bir dert, başka bir karamsarlık sar-mıştı.
O da şuydu: Evet doğru, O bir melektir ve ben Rabbimin elçisiyim. Daha önce
İbrâhim’i, Mûsâ’yı, Îsâ’yı elçi seçerek onlara hayat programı gönderen Rabbim
şimdi de bana vahiy gönderiyordu. Bu tamamdı ama acaba bu büyük dâvânın
üstesinden gelebilecek miyim? Acaba bu dâvâyı insanlara ulaştırabilecek miyim?
Acaba bunun altından kalkabilecek miyim? İşte bu defa da bunun derdiyle yanmaya
başlamıştı Allah’ın Resûlü. İçi daralıyor, kalbi sıkışıyor, gönlüne kasvetli
bulutlar çöküyordu.
Allah’tan, Allah’ın yasalarından,
dinden, imandan mahrum olarak çevresinde hızla cehenneme doğru, ateşe doğru
giden insanları görüyor, yanmaya doğru gidenleri gördükçe bunun derdiyle içi
yanıyor, kalbi kan ağlıyordu. Bunlara nasıl ulaşabilecekti? Bunları nasıl
kurtarabilecekti? Sevdikleri vardı. Vefasını gördüğü kimseler vardı. Bunlara din
duyurma, vahiy ulaştırma derdi onu yemek, içmek, yatmak, uyumak, kendini
düşünmek gibi şeylerden uzak tutuyordu. Âdeta kendi kendisini helâk edecek
duruma geliyordu da Rabbimiz buyurdu ki:
“Ey Muhammed! Bu inanmayanların
ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin!”
(Kehf
6)
Peygamberim! Neredeyse bu iman
etmeyenlerin arkasından iman etmiyorlar, yola gelmiyorlar, istenilene
yaklaşmıyorlar diye kendini parçalayacaksın. Bunlar Rablerini tanımıyorlar,
Rablerinin hayat programını bilmiyorlar, yaşadıkları vahiy dışı bir hayatla,
Rable-rinden başkalarına kulluk ederek Rablerine karşı
iftiralarda bulunuyorlar, Rablerini gereği gibi tanımıyorlar diye neredeyse
kendi kendini helâk edeceksin. Kendini mahvediyorsun. Ne gerek var buna
peygamberim? Kendi kendini parçala diye kim dedi sana? Böyle bir sorumluluğun
olduğunu nerden çıkardın sen? Hangi âyet dedi sana bunu? Yani bu adamların yola
gelmeyişlerinden senin sorumlu olduğunu ve bunu becerinceye kadar kendi kendini
yiyip bitirmen gerektiğini kim dedi sana?
Yok yok, vazgeç bundan. Senin böyle bir sorumluluğun yok. Ben
sana böyle bir yük yüklemedim. Bırakıver hainleri iman etmiyor-larsa, canları cehenneme. Onlar senin Rabbini tanıdığın gibi
tanıyıp O’na teslim olmuyorlarsa, yerdekilere Rabbinin sıfatlarını vererek
on-lara kulluk etmeye çalışıyorlarsa, onların
kanunlarını Rabbinin kanun-larına tercih etme
budalalığında bulunuyorlarsa sen üzülme, canları cehenneme onların. Kendini
harap etmene, kendi kendini yiyip bitirmene değmez onlar için. Sen tebliğ
edersin, anlatırsın duyurursun, eğer iman ederlerse, Allah’ın istediği biçimde
bir hayat yaşarlarsa hem dünyada hem de âhirette
kurtulacaklar. Yok eğer ayak diretirler, iman etmezler ve burunlarının doğrusuna
giderlerse cehenneme kadar yolları var onların. Hem dünyada rezil rüsva
olacaklar hem de âhi-rette cehennemin berzahına yuvarlanacaklar
onlar.
İnsanların iman etmeyişleri, Allah’a ve
Allah’ın âyetlerine karşı vurdumduymaz davranarak, Allah’a ve Allah’ın elçisine
karşı Müstek-birce bir tavır takınarak süratle ateşe
doğru gidişleri karşısında kahrolan, mahvolan ve yerinde duramaz hale gelen
Allah’ın Resûlü’ne en büyük teselli kaynağı oluyordu bu âyetler. Böylece
içindeki daralmaları gideriyor, kalbindeki sıkıntılarını dağıtıyor, inşirâh-ı
sadrı gerçekleştiriyor, rahat bir nefes almasını sağlıyordu Rasûlullah’ın.
Değilse bu şartlar altında nasıl
rahat etsindi Allah’ın elçisi? Ya-nı başında hızla cehenneme gidenleri görüyordu. En
yakınları, akrabaları Allah’ı ve onun azabını tanımadan gafilce bir hayat
yaşıyordu. Top yekûn çevresi ateşe doğru gidiyordu. Kadınlar, erkekler,
çocuklar, babalar, analar bilmeden ateşe doğru koşuyorlardı.
Acı acı
bunu seyreden Allah’ın Resûlü mahvoluyor, perişan oluyor ve zaman zaman dengesini kaybediyordu. Göz göre göre bu insanların farkında olmadıkları cehenneme
gidişlerine vicdanı razı olmuyor, yüreği dayanmıyordu. Üzüntüsünden,
çaresizliğinden kendini yiyip bitiriyordu âdeta. Nasıl oluyor da bu insanlar
anlamıyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar ateşe can atıyorlar? diye dengesini
kaybe-decek noktaya
geliyordu da Rabbimiz onu bu âyetleriyle teselli ediyor, içini rahatlatıyordu.
Sen görevini yap peygamberim! Senin görevin bu insanları hidâyete ulaştırmak
değil. Sen sana düşen tebliğ görevini yap, gerisini bize bırak diyordu. İşte
inşirâh-ı sadrı bir de böyle anlıyo-ruz.
Öyleyse bu âyet çerçevesinde bizler de
çevremizde Allah’ı tanımadıkları, Allah’ın elçisiyle ve Allah’ın kendilerine
gönderdiği kitabıyla diyalog kurmadıkları, Allah’ın kendileri için belirlediği
hayat tarzını bilmedikleri için cehenneme doğru koşan insanları gördükçe
üzülmeli, yerimizde duramaz hale gelmeli ve tıpkı Efendimiz gibi onların
kurtuluşu için çırpınmalı ve onların cennete gidişlerini kendimize dert ve iş
edinmeliyiz. Yeryüzünde en büyük derdimiz, en büyük problemimiz, kafa
yoracağımız en birinci işimiz bu olmalıdır. Gerekirse aç kalmayı, gerekirse
meteliksiz olmayı bile göze alarak Allah’ın kullarının kurtuluşunu en büyük dert
edineceğiz. Üzüleceğiz, çalışacağız, çırpınacağız ama âyetin uyarısıyla hareket
edeceğiz.
Şu gerçeği hiç bir zaman
unutmayacağız ki Rabbimizin Peygamberine anlattığı konu, Rabbimizin yeryüzünde
değişmeyen bir ya-sasıdır. Bu yasa gereği yeryüzünde
kâfirler de olabilecektir. Rızası ol-mamakla beraber
yeryüzünde kâfirin olabileceğini bildirmektedir Rab-bimiz. Rabbimizin muradı gereği yeryüzünde biz ne yaparsak
yapalım, biz ne kadar çırpınırsak çırpınalım cehenneme gidenler de
olabilecektir.
Yeryüzünde hiç kâfir insan
kalmasa, yeryüzünün tamamı Müslüman olsa ve bu Müslümanların arasında bir tek
kâfir kalsa, bütün dünya Müslümanları toplansa da bu bir tek kâfiri Müslüman
yapma imkânımız yoktur. Yeryüzünde bir tek kâfiri bile Müslüman
yapamayacağımızı, onu hidâyete ulaştıramayacağımızı bilerek, buna inanarak,
hidâyetin Allah’a ait olduğunu anlayarak kendimizi dengede tutmaya
çalışacağız.
3. Allah Resûlünün nübüvvet öncesi
kalbi, kafası karmakarışıktı. Rasûlullah Efendimizin
yaşadığı Mekke toplumunun ve dünyanın durumu belliydi. Çevresinde gördüğü
Yahudi’nin, Hristiyanın, Me-cûsînin, müşriklerin
dinlerinin, yollarının yanlışlığını, bozukluğunu biliyordu, görüyordu. Arapların
Hanifliklerinden de memnun değildi. İbrâhim’in yolunda
olduklarını iddia eden bu insanların putların gölgesinde bozuk düzen bir hayat
yaşadıklarını görüyordu. Onlar da bunlar da bozuktu, yanlıştaydı. Bunu biliyordu
ama işin doğrusunun ne olduğunu bilmiyordu, bilemiyordu. Duhâ sûresinde şöyle buyrulur:
“Peygamberim! Seni bilgisiz, yolsuz
yordamsız bulup da doğru yola eriştirmedik mi?”
(Duhâ
7)
Peygamberim, sen usul nedir, yol yordam
nedir bilmiyordun da Biz sana usul, yol yordam öğretmedik mi? Sen Allah’ı, dini,
İslâm’ı, Kur’an’ı, Sünneti bilmezdin de bütün bunları
sana biz öğretmedik mi? Sen daha önce namaz, abdest,
oruç, hac nedir bilmiyordun da bunları sana Biz öğretmedik mi? Sen önceden
Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı, Nisâ’yı, İnşirâh’ı
bilmiyordun da bütün bunları sana Biz öğretmedik mi? Öy-leyse bu âyetle birlikte söylersek Allah’ın Resûlü bunun
yolunu bil-miyordu.
Meselâ şu anda siz bir problemle
karşı karşıya bulunsanız ve bu problemin çözüm yolunu da bilmeseniz, kalbiniz ve
kafanız karmakarışık olur, içiniz daralır. Ama bu problemin çözüm yolunu
öğrendiğiniz anda içiniz rahatlayıverir. Öyleyse şerhu’s sadr her tür zihin
karışıklığından, her çeşit tereddütten kurtulup hakkı, hakikati, doğruyu
bulmaktır. Tüm problemlerin çözümü konusunda yalnız İslâm’ın, yalnız Kur’an’ın, yalnız şeriatın doğru olduğuna, hak olduğuna
inanmaktır.
İşte böyle daraldığı bir dönemde bir
kurtuluş reçetesi lâzımdı, herkes için bir yol lâzımdı. Ama bunun ne olacağını,
nasıl olacağını bilmiyordu Allah’ın Resûlü. Bir problemle karşı karşıyaydı ama
çözüm yolunu da bilmiyordu. İşte bu sebeple içinde bir sıkıntı, kalbinde bir
darlık vardı da sonunda Allah ona bir din, bir şeriat gönderdi, bir yol, yordam,
bir usul tarif buyurunca, bir çözüm yolu gösterince içi, kalbi rahatlayıverdi.
Artık ne yapması gerektiğini, nereden başlaması gerektiğini anlayınca kalbine
bir genişlik, ruhuna bir inşirâh geliverdi.
4. Şerhu’s
sadr, En’âm’daki bir âyetin
işaretiyle kalbin İslâm’a açılması, gönlün İslâm’a meylettirilmesi, İslâm’ın
sevdirilmesi mânâsına gelir. Bakın En’âm’da Rabbimiz
bu hususu şöyle anlatır:
“Allah kimi doğru yola koymak isterse
onun kalbini İslâmiyet'e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş
gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür
bataklığında bırakır.”
(En’âm
125)
İşte bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki
Allah kimi hidâyet etmek isterse, kimi hidâyete erdirmek ve hidâyette devamlı
kılmak isterse onun göğsünü, onun kalbini İslâm’a genişletir. Onun sadrını
İslâm’a açıverir. Dikkat ederseniz bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz hidâyet ve
dalâletin kanununu, iman ve küfrün yasasını anlatır. Elbette ki bunun ikisi de
Allah’a aittir. Hidâyet de, dalâlet de, iman da, küfür de Rabbi-mize aittir. Ama kimin hidâyette, kimin de dalâlette kalıcı
olduğu belli olmadığı için biz sürekli Rabbimizden hidâyet istemek zorundayız.
Yani bugün hidâyette olsak bile yarın bu durumu koruyup koruyamayacağımız belli
olmadığı için bunu Allah’tan sürekli istiyoruz.
Rabbimiz bizi yaratmış, bizim karşımıza
iki yol çıkarmıştır. Bi-risi
küfür yolu, ötekisi de iman yolu. Birisi hidâyet, ötekisi de dalâlet. İnsanların
önünde bu yolların ikisi de açıktır. İradelerinde serbest bırakılan tüm insanlar
iman ya da küfür, hak ya da
bâtıl, hidâyet ya da dalâlet bu ikisinden birini
seçebilme özelliğinde yaratılmışlardır.
İşte hür iradeleriyle onu isteyip talep
edenler için bakın Rabbi-miz diyor ki: Biz onun
göğsünü İslâm’a, hidâyete açarız. Öyleyse yeter ki biz iyi bir Müslüman olmak
isteyelim. Yeter ki biz özgür irademizle hidâyeti tercih edelim. Yeter ki biz
hidâyette olmak ve hidâyette kalmak isteyelim. Kesinlikle bilelim ki Allah bizim
için onu yaratacak ve bizim göğsümüzü istediğimiz şeye
açacaktır.
Bir sahâbî
Allah’ın Resûlüne sorar: “Ey Allah’ın Resûlü, acaba göğsün İslâm’a açılmasının
mânâsı ne demektir?” Hoş doktorlar da açarlar insanların kalplerini. Ne adına
açarlar onlar? Elbette tedavi adına açarlar onlar. Tedavi adına, ameliyat adına,
incelemek adına, ya da çevredeki talebelerine
göstermek adına açarlar onlar. Sahâbenin bu sorusu karşısında Allah’ın Resûlü
buyurur ki: “Kalbin İslâm’a açılması Allah’ın bir nûrudur ki Allah onu oraya
koyar. Allah onu oraya koyduktan sonra kul onunla inşirâh bulur.” Sahâbe tekrar
sorar: “Peki bunun işareti nedir ey Allah’ın Resûlü? Yani bizim kalbimizin
Rabbi-miz tarafından İslâm’a açıldığını, oraya
Rabbimiz tarafından bir nûr konulduğunu nereden anlayacağız?” Allah’ın Resûlü
buyurur ki: “Bunun alâmeti odur ki kişi İslâm’a, imânâ, Kur’an’a, Sünnete, cennete ve itaate, ölüme, hazırlığa
yönelir” diyor.
Evet demek ki kim kendisi için hidâyeti
diler, hidâyeti tercih ederse Allah onun önüne öyle bir ufuk açar ki, o kadar
rahat bir gönül huzuruna kavuşur ki, İslâm’ı çok rahat yaşar. Allah’a çok rahat
kulluk yapar. Allah’ın emir ve yasaklarının tümünden razı olur. Emirlerini
ye-rine getirmek ve yasaklarından sakınmak onun için
çok kolay hale ge-lir.
Eğer şu anda bizim içimizde bir daralma
varsa, Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda içimizde bir isteksizlik
varsa, namaza karşı bir arzu, tesettüre karşı bir meyil yoksa o zaman Allah
korusun biz istemiyoruz Allah da bizim için yaratmıyor diyeceğiz. Allah bizim
kalplerimizi İslâm’a açmıyor, İslâm’ı, kulluğu yaşama konusunda içimize bir
ferahlık, kalbimize bir genişlik koymuyor demektir, Allah
korusun.
Eğer şu anda içimizde bir sıkıntımız
var ve biz Müslümansak o zaman şu iki şıktan birisi
geçerlidir: Ya okuduklarımız, öğrendiklerimiz İslâm,
biz Müslüman değiliz, yahut da biz Müslümanız, ama
okuduklarımız, öğrendiklerimiz, hedeflediklerimiz İslâm değil.
Meselâ işte şu anda yaptığımız
gibi âyet ve hadis öğreniyoruz. Kur’an ve Sünnet
okumaya, öğrenmeye çalışıyoruz. Tamam bu güzeldir, ama okudukça, öğrendikçe
huzurumuzun artması, içimizin ge-nişlemesi, kalbimizin İnşirâh bulması gerekirken, eğer bunun
tamamen tersine huzursuzluğumuz artıyorsa o zaman yeni öğrendiğimiz dinle önceki
dinimiz, önceki anlayışımız, önceki hayat programımız çatışıyor ve biz huzursuz
oluyoruz demektir.
Yani önceki dinimizi, önceki
anlayışımızı, önceki hayatımızı terk edemediğimiz için bu yeni öğrendiğimiz din
bizim için huzursuzluk kaynağı oluyor demektir. Ya
okumayalım, ya öğrenmeyelim gerçek dini, yahut da eğer
öğreniyorsak öncekileri terk edelim. Önceki dinimizden, önceki
düşüncelerimizden, önceki anlayışlarımızdan, önceki hayatımızdan
vazgeçmeyeceksek bu okumalarımızın hiçbir mânâsı olmadığı gibi, bu yeni
öğrendiklerimiz bizim hayatımızda sürekli huzursuzluk kaynağı olmaya devam
edecektir.
Öyleyse okuduklarımıza bir dikkat
edelim. Eğer okuduklarımız İslâm dışı şeyler ama biz Müslümansak, bu da huzursuzluk kaynağı olacaktır. Meselâ
Allah’ı hep Şedîd’ül İkâb
olarak öğrenen kişi sürekli huzursuz olur. Neden? Çünkü aynı zamanda Ğafuru’r-rahimdir Allah.
Veya hedeflemelerimiz de eğer
İslâmî değilse yine bu bizde huzursuzluk kaynağı
olacaktır. Meselâ üç kişiyle devlet hedefleyen kişi sürekli huzursuz olacaktır.
Çünkü İslâm’da tek hedef devlet değildir. İslâm’da hedef Müslüman olmak ve Müslümanca bir hayat yaşamaktır. Bu Müslümanlığımızın içinde
devletin ne kadar yeri varsa o kadar yer vereceğiz. Veya gücümüz neyse o kadar.
Değilse devlete ulaşamamış pek çok Peygamber hedefine ulaşamamış
sayılacaktır.
Son olarak bir de inşirâhı sadrı Şuarâ sûresindeki âyetle de söyleyelim:
“Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Doğrusu beni
yalanlamalarından korkuyorum; göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor. Onun için
Harun’a da elçilik ver.”
(Şuarâ
11,12)
Tâ-Hâ sûresindeki ifade de
şöyleydi:
“Mûsâ: “Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi
kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar,”
dedi.”
(Tâ-Hâ
2528)
Firavun ve toplumuna onları uyarmak ve
risâletini ortaya koymak üzere görevlendirilen Hz. Mûsâ böyle diyordu. “Ya Rabbi
göğsüm daralıyor, içim sıkılıyor, bana bir yardımcı vererek beni destekle.” İşte
bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki şerhu’s sadr Peygamberlik görevini rahat bir şekilde yapabilmek,
peygamber düşmanlarının karşısında dimdik durabilmek, düşmanlarının
saldırılarına karşı koyabilmek için Allah tarafından elçilerine verilen bir güç,
bir destek, bir cesaretti ki Rabbimiz Peygamberine işte bu cesareti veriyordu.
Kendisine Allah tarafından böyle bir destek verilen Allah’ın Resûlü artık hiçbir
şeyden zerre kadar korkmaz, acele etmez, telaşlanmaz, zorluklar ve sıkıntılar
karşısında yıkılmaz ve ümitsizliğe düşmez hale gelmiştir.
Bu öyle bir cesaretti ki insan
tek başına tüm dünyaya meydan okur. İşte böylece Rabbimiz Peygamberinin tüm
korkularını kaldırıyor, tüm sıkıntılarını gideriyordu. Rasûlullah Efendimizin böyle bir sıkıntısı yoktu artık.
Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını insanlara duyurma konusunda en ufak bir çekincemesi kalmamıştı.
Öyleyse bizler de eğer bu kitabı Allah
istiyor diye anlatırsak, Allah istiyor diye insanlara ulaştırma kavgası içine
girersek kesinlikle bilelim ki artık bizim de içimizde böyle bir sıkıntımız
kalmayacaktır. Allah bize de destek verecek, bize de yardım edecek ve bizim de
içi-mizde en ufak bir sıkıntı kalmayacak, kalbimizde
bir inşirâh, içimizde bir ferahlık meydana gelecektir. Acaba ben bu insanlara
İnşirâh sûresini anlatırsam, ben bu insanlara Allah’ın âyetlerini duyurursam
bana ne derler? Beni nasıl karşılarlar? Acaba kabullenirler mi kabullenmezler
mi? Acaba şöyle mi anlarlar? Böyle mi değerlendirirler? diye bu konuda zerre
kadar bir sıkıntımız, bir tereddüdümüz kalmayacaktır Allah’ın izniyle. Allah hep
yanımızda ve yardımımızda olacaktır, bunu asla
unutmayalım.
Peygamberin sana böyle bir özelik
verdik. Sonra:
2-3. “Senin belini büken yükünü
üzerinden almadık mı?”
Bir de senin sırtından yükünü
almadık mı? Ki o yük senin belini çatır çatır
çatırdatmış, sırtını gıcırdatmış, belini bükmüş, bel kemiklerini gevşetmiş,
sırtını zayıflatmış, sırtını ezmişti.
Rabbimizin indirdiği bu yük konusunda
bazı müfessirler demişler ki, efendim Allah’ın Resûlü nübüvvet öncesi bir kısım
günahlar işlemişti, bazı hataları olmuştu da peygamberlik sonrası işte bunların
hacâleti altında, üzüntüsü içinde bulunuyordu da
Rabbimiz onları indirdiğini, bağışladığını anlatıyor demişler. Yani buradaki
Rabbimizin indirdiği vizr kelimesini günah olarak
anlamışlar. İşte nübüvvet öncesi işlediği bu günahlarından ötürü Allah’ın Resûlü
çok üzülüyor, çok sıkılıyordu da Allah bunları affetti, onun omuzundan onları indirdi demişlerdir.
Bu çok yanlış bir anlayıştır. Zira
Rasûlullah Efendimizin hayatı Peygamberliğinden önce
de tertemizdi. Allah’ın Resûlü Kureyş’in gözlerinin
önünde doğup büyümüştü. Çocukluğu, gençliği onların arasında geçmişti.
Çocukluğundan beri onun hayatına muttali olan, tüm geçmişini bilen Kureyş ona bir tek günah bile isnat edememiştir. Eğer böyle
bir fiyaskosunu bilselerdi bunu ayyuka çıkarırlardı. Seni şöyle şöyle yaparken görmedik mi ey Peygamber? Seni falan zaman şu
şu günahları işlerken yakalamadık mı? Şimdi böyle bir
geçmişin sahibi olarak bize neler söylüyorsun? derlerdi. Ama Rasûlullah Efendimizin can düşmanları olan Kureyş müşrikleri zerre kadar bu konuda ona bir şey isnat
edememişlerdir. Rabbimiz da Yunus sûresinde Rasûlullah
Efendimizin Nübüvvet öncesi hayatının temizliğine şehadet etmektedir:
“Ey Muhammed, de ki: “Allah dileseydi
ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda
bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?”
(Yunus 16)
De ki ey peygamberim: “Eğer Allah
dileseydi ben bunu size okumazdım. Allah dileseydi ben bunu size duyurmazdım.
Allah dileseydi bu Kur’an’ı size bildirmez ve
öğretmezdim. Size risâletten söz etmezdim. Muhakkak
siz de biliyorsunuz ki ben daha önce aranızda bir ömür boyu yaşadım. Çocukluğum,
gençliğim aranızda geçti. Bundan önceki hayatımı biliyor ve tanıyorsunuz. Bundan
önce size bu tür şeylerden bahsettiğim oldu mu? Daha önce din, iman, kitap,
vahiy gibi şeylerden hiç söz ettim mi? Düşünmüyor musunuz?
Veya daha önce benden utanacağım
bir davranışa şahit oldunuz mu? Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? Gerçekten de
Allah’ın Resûlünün risâlet öncesi kırk yılı onların
arasında geçmişti. Bu dönem içinde senelerce Allah’ın Resûlü’nün Allah bana
vahyediyor, bana vahiy geliyor dediği hiç
görülmemiştir, duyulmamıştır. Ne göklerden, ne Allah’tan, ne gaybdan, ne cennetten, ne cehennemden, ne dirilişten, ne
hesaptan, kitaptan, ne geçmişten, ne gelecekten bir gün bile olsun tek kelime
söz söylememiştir. Çocukluğundan itibaren herkesin sevip saydığı çok iyi bir
insandı, ama kendisine Rabbi tarafından vahiy gelene kadar toplumun yönünü
belirleyecek, uçuruma doğru giden toplumunu kurtuluşa götürecek bir bilgisi
olmadığı için de hiçbir şey diyemiyordu.
İşte Rabbimiz buyurur ki, kırk yıl
sizin aranızda büyümüş, bun-dan önce bu konularda size tek kelime bile
söylememiş, hayatında yüz kızartıcı, başını önüne eğdirecek bir tek fiyaskosu
olmamış bir peygamberin bu geçmişi onun peygamberliğinin en büyük delilidir
diyerek o insanları bu konuda düşünmeye çağırıyordu. Diyordu ki, ne gördünüz
onda? Hangi günahına, hangi yüz kızartıcı durumuna muttali oldunuz?
İnsanlar onun böyle bir şeyine şahit
olamadıkları gibi Allah’ın Resûlü tenhada da günah işleyecek bir yapıda değildi.
Kaldı ki eğer tüm Kureyş’i atlatıp onların
göremeyeceği bir tenhada günah işlemiş te onun
sıkıntısı altında olmuş olsaydı, o zaman bu günahı asla Allah’tan gizli
kalmayacağı için Rabbimiz onun önceki hayatının temizliğine şehadette bulunmazdı. Eğer Allah’ın Resûlü tüm insanları
atlatarak gizlice günah işleyen birisi olsaydı elbette Allah onu savunup
insanlığa örnek yapmazdı.
Öyleyse buradaki vizr günah değildir. Bu vizr ağır
yük demektir. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1. Sûrenin önceki bölümünde de
zikrettiğimiz gibi Allah’ın Resûlü kavmini, Mekke toplumunu koyu bir cehalet
içinde gördükçe çok üzülüyordu. İnsanlar cansız putlara tapınıyor, şirk adam
boyu yükselmiş, ahlâksızlık ve fuhuş toplumu boğacak hale gelmiş, kuvvetliler
zayıfları eziyor, kız çocukları diri diri topraklara
gömülüyor, toplum ya-ratıcılarından habersiz süratle cehenneme doğru
yuvarlanıyordu. Bütün bu durumları gören Allah’ın Resûlü çok üzülüyordu. Bu
korkunç fesadın önünü alabilecek bir çare, bir yol bilemiyor, bulamıyordu. İşte
bu çaresizlik onun belini büküyor, sırtını çatırdatıyordu. İşte Rabbimiz de ona
bir kitap, bir şeriat indirerek yol gösterdi ve sırtındaki o yükü
indiriverdi.
Veya meselâ önceleri Allah’ın Resûlü bu
dinin hâkimiyetinin, bu dinin yayılmasının sorumluluğunu kendi omuzlarında
hissediyor ve bunun derdiyle beli bükülüyordu da daha sonra gelen âyetlerle
Rab-bimiz bu dinin hâkimiyetinin, bu dinin
yayılmasının bizzat kendisine ait
olduğunu, Peygamberinin böyle bir sorumluluğunun olmadığını anlatarak Rasûlullah Efendimizin omuzlarındaki yüklerini indiriyordu.
Veya yine daha önce de ifade
ettiğimiz gibi Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri ezberlemeye çalışıyordu.
Bunun sorumluluğunun kendisine ait olduğunu zannediyor ve bunu kendisine dert
ediniyordu. Bunu sırtında bir yük ve sorumluluk biliyordu da, Rabbimiz
gönderdiği daha önce okuduğum âyetleriyle: “Peygamberim! Sen yo-rulma! Sen bunu dert edinme! Gelen âyetleri, sûreleri
ezberleyeceğim diye dilini hareket ettirip durma! Sen nötr ol! Sen Bizim
elçimizin oku-yuşuna tabi ol! Şunu kesinlikle bilesin
ki Biz sana okuyacağız ve sen öğrenmiş olacak ve asla unutmayacaksın! Biz onu, o
Kur’an’ı senin beynine kazıyacak, kalbine
nakşedeceğiz!” buyurarak onun bir yükünü daha indiriyordu.
Bir de Allah sevgilisine onun yükünü
hafifletecek, onun derdini ve dâvâsını paylaşacak arkadaşlar, dostlar, sahâbeler
verdi. İnananlar verdi Rabbimiz ona. O kadar ki, onun dâvâsı uğruna kendi
çocuklarından, çoluklarından, mallarından, mülklerinden, doğup büyüdükleri öz
vatanlarından bile vazgeçebilecek kadar sevgilinin yoluna baş koyabilecek
sevgililer verdi. Bu kadar çok ve samimi havari hiçbir peygambere nasip
olmamıştı. İşte Rabbimiz onun yükünü omuzlayacak, onun yükünü ve dâvâsını
paylaşacak bu sahâbeleriyle omuzlarındaki ağırlığı indirip hafifletiverdi.
Meselâ Hz. Îsâ (as)’ın tüm havarilerinin
adedi on bir kişiydi. Bunlardan biri de isyan edip Hz.
Îsâ (as)’yı ele vermeye teşebbüs et-mişti. Şimdi onun yanında bir de Rasûlullah Efendimize verilenleri dü-şünün.
Daha önce hiç kimseye nasip olmayacak
biçimde Rabbimiz Peygamberine yardımcılar verdi. İşte bu cemaat, bu ümmet, bir
Peygamberin yükünü hafifleten, derdini ve sorumluluğunu paylaşan en büyük
destektir.
Şunu göz ardı etmeyelim ki eğer
bizler de Rasûlullah Efendimiz kadar bu mübarek yükü
çekmeyi iliklerimize kadar hissedersek elbette Allah bize de yardımcılar
gönderecektir. Bizim sorumluluk an-layışımız, bunu
dert bilişimiz bu kadarmış ki Allah bu kadar yardımcı göndermiş. İşte
Peygamberin yükünün indirilmesini böyle anlıyoruz. Allah bizi de aynı şuura
erdirsin de o şuurumuz sonucunda bize de yardımcılar göndersin inşallah.
4. “Senin adını, senin şanını
yükseltmedik mi?”
“Peygamberim, senin zikrini, senin
şanını yüceltmedik mi?” di-yor Rabbimiz. Bu âyet-i kerîmede Rasûlullah Efendimizin adının, namının, şanının yüceltilmesi
anlatılıyor demişler. Rabbimiz efendimizin adını kendi adıyla birleştirmiştir.
Meselâ kelime-i şehadette ve kelime-i tevhidde
Rasûlullah Efendimizin adı Rabbimizin adıyla birlikte
zikredilmektedir. Rasûlullah Efendimizin adı lafzan Rabbimizin adıyla anılır. Tüm namazlarımızda Rasûlullah Efendimizin adı zikredilir. Namazlarında tüm
mü’minler Rasûlullah
Efendimize salât u selâm getirir. Cuma hutbelerinde
tüm dünyada Resul-i Ekrem’in mübarek ismi zikredilir. Yeryüzünde bir ka-rış yer yoktur ki orada Ezan-ı
Muhammedî ile Rasûlullah Efendimizin adı ilân
edilmesin!
İbni Hibban’ın sahihinde Ebu Hureyre efendimizden şöyle bir hadis nakil edilmektedir:
“Cebrâil (a.s) bana geldi ve dedi
ki: “Ey Muhammed, Rabbim ve Rabbin şöyle buyuruyor: “Bilir misin senin zikrini
nasıl yücelttim?” “Yüce Allah en iyisini bilir” dedim. Dedi ki: “Ben anıldıkça
sen de benimle beraber anılacaksın.”
(İbni
Hibban, sahih: 5/162)
Hattâ bırakın insanları Ahzâb sûresinin ifadesiyle Allah ve melekleri bile Rasûlullah Efendimize salât u
selâm ederler:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere
salât edip onu
överler; ey inananlar! Siz de onu övün, ona salât ve selâm getirin.”
(Ahzâb
56)
Yine Rasûlullah Efendimizin bu şerefinin yüceltilmesini kendisine
Kur’an’ın indirilmesi şeklinde de anlamışlar.
Kendisine Kur’an gibi mûcizu’l beyan bir kitabın indirilmesi de Rasûlullah Efendimizin şanının, şerefinin yüceltilmesidir
denmiştir. Enbiyâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle
anlatır:
“Andolsun ki,
size şerefiniz ve öğüt veren bir Kitap indirdik; akletmiyor musunuz?”
(Enbiyâ 10)
Rabbimizin bu âyetinden anlıyoruz ki
Kur’an’ın indirilişi hem Rasûlullah Efendimiz, hem de bizler için en büyük bir
şereftir. Kur’an, Peygamber ve onun yolunun yolcusu
mü’minler için şeref kaynağıdır. Ama tabi Kur’an’dan bizde ne kadar varsa, kaç sûre, kaç âyet varsa o
kadar şerefimiz var demektir.
Rasûlullah
Efendimizin adının yüceltilmesini, şanının, şerefinin artırılmasını böyle
anlamışlar. Bir de bu şan ve şerefin yüceltilmesini şöyle anlamaya çalışıyoruz:
Peygamberim, senin şanını yüceltmedik mi? Yani seni dinde odak nokta kılmadık
mı? Sensiz Müslümanlık ol-maz demedik mi? Yani bu dini
seninle birlik bir din kılmadık mı? diyor Rabbimiz. Öyle bir din ki,
Peygambersiz kabul edilemez. Öyle bir din ki, Peygambersiz anlaşılamaz,
Peygambersiz yaşanamaz. Yani Peygambersiz Müslüman olunamaz. Hangi konuyu
gündeme getirirseniz getirin, hangi hükümle amel etmek isterseniz isteyin
mutlaka o konu-yu Peygamberle birlikte gündeme
getirmek, Peygamberle birlikte anlamak ve yaşamak zorundasınız.
Düşünce, iman, itikat, namaz,
oruç, hac, zikir, fikir hangi konu olursa olsun Peygamberle birlikte anlamak
zorundasınız. Peygamber planında anlamak zorundasınız. Peygambersiz hiçbir
konuyu anlamak mümkün değildir. Rasûlullah onu nasıl
anladı? Rasûlullah o konuda ne dedi? Nasıl amel etti?
Nasıl uyguladı? Mutlak sûrette bunu bilmek zorundayız. Çünkü Allah’ın Resûlü
dinde temeldir. Onu diskalifiye ederek, onu ve onun anlayışını görmezden gelerek
ne iman mümkündür, ne de müslümanlık. Bu dinin hangi
konusu olursa olsun mutlaka ona müracaat etmek zorundayız. İşte Rasûlullah Efendimizin adının, şanının yüceltilmesini böyle
anlıyoruz.
Yine bakıyoruz ki Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz kendisine itaat istediği her bir
yerde Peygamberine de itaat istemektedir:
“Ey İnananlar! Allah'a itaat edin,
Peygambere de itaat edin....”
(Nisâ 59)
Allah peygamberini dinde temel kabul
ederek kendisine istediği itaati aynı zamanda peygamberine de isteyerek, “her
konuda ona muhtaçsınız, onsuz dine girmeniz de, dini yaşamanız da mümkün
değildir” diyerek onun adını, onun şanını ve şerefini yücelttiğine göre bizler
her konuda onu örnek bilecek, kıstas bilecek ve ona müracaat edeceğiz. Onun gibi
olmaya, onun gibi inanmaya ve onun gibi amel etmeye çalışacağız. O zaman da
tabii ki zorlanacağız. Ona benzemeye, onun gibi tavizsiz, ivazsız bir müslüman olmaya yöneldiğimiz zaman, ona benzemeye
azmettiğimiz zaman elbette tüm hayat bizi zorlayacaktır. Evde hanımlarımız,
okulda müdür zorlayacak, düzen, ekonomik hayatımız, âdetler, töreler, çevremiz,
akrabalarımız, yasalar, kısacası tüm toplum karşımıza çıkacak, tüm sahte ilâhlar
yolumuzu kesecek, tüm yapay tanrılar ve tanrıçalar önümüze barikatlar
koyacaktır. O zaman da üzülmeyin, diyor Rabbimiz. Üzülmeyin
çünkü:
5-6. “Elbette güçlükle beraber şüphesiz
bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık
vardır.”
Üzülmeyin, muhakkak, mutlaka ve mutlaka
o zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Hayır hayır,
yanlış duymadınız, yanlış anlamadınız, muhakkak zorlukla beraber kolaylık
vardır. İki kere söylüyor Rabbimiz bunu.
Dikkat ederseniz buradaki zorluk “üsr”
kelimesi marifedir. Kolaylık anlamına gelen “Yüsr”
kelimesi ise nekredir. Arapça’da marife-nekre
diye bir kavram vardır. Marife belirli, nekre de
belirsizlik ifade eder. Demek ki lam’ ile kullanılan zorluk, “üsr” kelimesi marife-dir. Yani belirli, bilinen, tanınan, eni boyu belli şey
demektir. Ama bu zorluğa karşılık kolaylığı ifade eden “yüsr” kelimesi ise nekredir. Yani eni, boyu, çapı, nereden
ve nasıl geldiği belli olmayacak kadar büyüktür.
Öyleyse anlıyoruz ki böyle belli
bir zorluğu hesap edemeyeceğiniz kadar büyük olan kolaylık her zaman yenecektir,
üzülmeyin, diyor Rabbimiz. Yani bir zorluğu iki kolaylık her zaman
yenecektir.
Meselâ bir zorluğunuz var. Bir konuda
zorlanıyorsunuz. Nedir o zorluk? Meselâ hanımlarınıza, çocuklarınıza,
çevrenizdeki Allah kullarına bu sûreyi anlatıp duyurma konusunda
zorlanıyorsunuz, diyelim. Çocuklarınızı Müslümanca
eğitme konusunda zorlanıyorsunuz farz edelim. Veya kendiniz bizzat Kitap ve
Sünnetle tanışma konusunda zorlanıyorsunuz. Bunlar birer zorluktur, bellidir,
bunu biliyorsunuz. Bunun zorluğunu biliyorsunuz. Ama şunu da bilesiniz ki bu
belli olan, eni boyu, çapı bilinen bu zorlukla beraber eni boyu bilinmeyen, ne
kadar olduğu, nereden ve nasıl geleceğini bile hesap edemeyeceğiniz bir kolaylık
gelecektir Allah’tan size. Belli değil, bir değil, birden çok, bilemeyeceğiniz,
hesap edemeyeceğiniz çapta kolaylıklar gönderecektir o konuda. Ne büyük bir
müjde değil mi? Problem tektir ama çözüm yolları hesap edemeyeceğiniz
boyuttadır. Dert birdir ama derman düşünemeyeceğiniz kadar
çoktur.
Meselâ bir derdiniz var, bir
probleminiz var. Yalan söyleme a-lışkanlığınız var ve
bundan kurtulmak istiyorsunuz. Çok yemin etmeye dilinizi alıştırmışsınız ve bu
durumunuzdan memnun değilsiniz. Veya televizyon alışkanlığınız var ve bu yüzden
günah işlediğiniz için huzursuzsunuz. Veya Allah’a kulluğunuzu icra etmeniz
konusunda, İslâm’ı yaşamanız konusunda bir zorluğunuz var. Meselâ bir yerlerden
sizi kulluktan koparacak bir teklif geldi. Güzel bir kadından bir teklif
aldınız. Veya sizi adâletten ayırmaya, mescitten
koparmaya çalıştılar. Unutmayın ki zorluk tektir, bellidir ama siz ondan Allah
için kurtulma yoluna girdiğiniz andan itibaren Allah’tan size o kadar büyük
çapta kolaylıklar ve yardımlar gelecek ki, buna siz bile şaşacaksınız.
Zorlukla beraber sınırsız kolaylıklar
vardır, sen Allah’ın gönderdiği kolaylıklarla o zorluğu aşacaksın, o zorluğu
yenecek ve başarıya, zafere ulaşacaksın ama o zorluğu Allah’ın izniyle yenince,
zafere ulaşınca da: Tamam bitti, kurtuldum, yendim, başardım diye sakın
miskinleşmeye kalkma. Sakın yatmaya kalkma. Veya o meşgalen sa-kın senin Allah’la münâsebetini kesmesin. O işinin
sıkıntısından dolayı sakın Allah’ı unutmayasın. Bunun da Allah’tan olduğunu asla
hatırından çıkarma.
Güçlük
bittikten sonra değil; güçlükle beraber kolaylık. Güç-lükle kolaylık net çizgilerle birbirinden ayrılmamış;
tersine geçişli, her ikisi de belirli bir oranda bir
arada bulunabilmektedir. Güçlüklerin, sı-kıntıların
arttığı dönemlerde, çözüm yolları yavaş yavaş açılır,
sıkıntı-lar süreç içinde azalırken, kolaylık da artar.
Yaşadığımız
sıkıntılar, hattâ mağlûbiyetler; moralimizi bozabi-lir, yıpranmamıza neden olabilir. Ama bunlar
kesinlikle trajedilere, ça-resizliklere dönüştürülmemeli. Ne zorluk, ne de kolaylık
mutlaktır. Zorlukların aşılması, ancak doğrular üzerindeki ısrar ve sabırla
mümkündür. Allah Teâlâ, bizi başardıklarımızla değil;
yapıp ettiklerimizle hesaba çekeceğine göre, zor zamanlarda üzerimize düşeni
yerine getirmeli, bütün gücümüzle cehdetmeli ve
Allah'a tevekkül etmeliyiz. Karanlığın en fazla koyulaştığı, ümitlerin
yitirilmeye başlandığı an, İlâ-hî yardımın yaklaştığı
andır. Zorlukları aşmada gösterdiğimiz çaba, kolaylıkta da sürmeli, dinamizm
süreklileştirilmelidir. İmtihan, her zaman belâ, sıkıntı ve zorlukla olmaz;
bazen de kolaylık ve nimetlerin bolluğu ile olur. Allah'a iman edenler için
ümitsizliğe yer yoktur.
Allah
Teâlâ, denemek için yarattığı insanoğlunun dünya imti-hanında başarılı olması için ona pek çok kolaylıklar
tanımış, sırtına taşıyamayacağı, altından kalkamayacağı ağır yükler
yüklememiştir (Bakara, 286). Dünyaya rahat bir şekilde gelebilmesi için doğum
yolu-nun kolaylaştırılması (rahmin açılıp doğum
kanalının genişletilmesi) (Abese, 20), bunlardan ilkidir. Zayıf bir yapıda
yaratılan insana ilahî rahmetin gereği olarak sunulan kolaylıklar, onun daha iyi
bir kul olabilmesini sağlamak içindir; Allah'ın muradı, insanlara zorluk
çıkarmak değil, kolaylık göstermektedir (Bakara, 185).
İnsan
yapısına en uygun bir din olan İslâm'ın bu özelliği Hz. Peygamber tarafından şöyle dile getirilmektedir:
"Şüphesiz ki bu din, kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa,
altında kalır. O-nun için orta bir yol tutun ve dini
takribî bir surette tatbik edin"
(Buhârî, İman, 29).
Allah
insanların, kendilerinden istenmeyen sorumlulukların (zorlukların), ibadet
niyetiyle de olsa altına girmemelerini istemekte ve buna Hıristiyanlıktaki
ruhbanlığı örnek vermektedir
(Hadid,
27)
Peygamberimiz de, devam ettiremeyecekleri
sıklık ve zorluk-taki nafile ibadetlere başlamamaları
için ashabını uyarmış, güçlerinin yeteceği kolaylıkta onlara başlayıp devam
ettirmelerini tavsiye etmiş-tir. İnce eleyip sık dokuyarak gereğinden fazla
zorlaştırma, özemecilik düşünceleri de Hz. Peygamber
tarafından yasaklanmış ve böyle ya-panların helak olacağı bildirmiştir
(Müslim,
İlim, 7)
Dinde
kolaylık demek, dinin emir ve yasaklarında hiç bir zorluk olmayacağı anlamına
gelmez. Bir dereceye kadar zorluk ve zorlanma, imtihanın yapısında vardır. Din
imtihan için vaz' edildiğine göre, onda da bazı
zorlukların bulunması tabiîdir. Fakat bu zorluklar hiç bir zaman insanın
başaramayacağı derecede değildir. Ondan istenen, dindeki makul bu zorluklara
katlanmak, ibadet kastıyla da olsa ilave zorluklar çıkarmamak ve dinin
kolaylaştırdığım zorlaştırmamaktadır. Hiç bir kimsenin buna yetkisi yoktur. Dini
insanlara öğretirken kolaylaştırmak, sevdirmek, Hz.
Peygamber'in emri; zorlaştırmak ve nefret ettirmek ise
yasağıdır.
Allah
Teâlâ bazı zorluklar anında ibadetlerin yapılmasını
daha da kolaylaştırmıştır. Meselâ, yolcu veya hasta olanların oruçlarını da-ha
sonra kaza etmeleri, su bulamayanların teyemmüm etmeleri, ayakta namaz
kılamayanların oturarak, oturarak kılamayanların yatarak, bunu da yapamayanların
işaretle namaz kılabilmeleri bunlardan bazılarıdır. Halk arasında "dinin
kurallarına uymak zordur, dinî davranışlar, ibadetler ne kadar zor olursa, o
kadar makbuldür...” gibi yanlış kanaatler vardır. Allah ve Rasûlü ısrarla dindeki kolaylıkları dile getirdiği halde, bu
tür kanaatler, pek çok kişiyi dinden uzaklaştırmaktadır. Bu kolaylıkları şöyle
sıralayabiliriz:
Öğüt
olsun diye geçmiş ümmetlerin kıssaları anlatılarak Kur'-ân'ın anlaşılmasının
kolaylaştırılması (Kamer,17,22); Ümmet-i Mu-hammed'in
daha kolay anlaması için, Hz. Peygamber'in diliyle
Kur’-an'ı kolaylaştırması (Meryem,97; Duhan, 58);
görevini yerine getirebilmesi için Allah'ın Peygamberine kolaylık göstermesi
(A'lâ,8); iyi ve muttakilerin işini Allah'ın
kolaylaştırması, kötülerinkini zorlaştırması (Leyl,
7-10; Talak, 4); "Ya Rabbi işimi kolaylaştır" duasının
insana tavsiye edilmesi (Nûr,24); namazda kolayımıza gelen âyetleri
okuyabilmemiz (Müzzemmil, 20); hacda kolayımıza gelen
hedy kurbanı kesmemiz (Bakara, 196); Allah'ın insana
her zorluktan sonra bir kolaylık vereceği (Talak,7;) mahşerde ameli iyi
olanların kolay, kötü olanları zor bir hesaba çekileceği (İnşikak, 8); ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık gösterme
tavsiyesi (Bakara, 280)
Hz.
Peygamber de; "Dininizin en hayırlı ameli, kolay olanıdır" demiş ve Hz. Âişe'nin belirttiğine göre,
günah olmamak şartıyla iki şeyden birini tercihte muhayyer bırakıldığında,
daima, kolay olanı ter-cih etmiştir. Bundan dolayıdır
ki, İslâm hukukunda, kolayı tercih (el-amel bil-eyser)
külli bir kaide olarak kabul edilmiştir. Ey Rabbîm! İşimi kolaylaştır,
zorlaştırma ve hayırla sonuçlandır." duası da, dindeki ko-laylığı çok güzel bir şekilde
dile getirmektedir.
'Yüsr' zorluğun karşıtıdır. Kolaylaştırma, kolay, hafif,
hafiflet-me, zorluğu giderme gibi anlamlara gelir.
Kur’an, bu mânâları ifâde etmek üzere ‘yüsr, yüsrâ, yesîr, meysûr ve tahfîf gibi
kelimeleri kullanmaktadır. Yüsr'ün karşıtı usr (zorluk)dür. “Yüsr”, işin
kolay olması demektir. “Yesîr”, az olan, kolay olan
şey, hakir (değersiz) anlamları-na gelir. “Yüsrâ”, kolay, kolaylık, sol taraf, sol el; “meysûr”, kolaylık, kolay kılınmış şey; “tahfîf”, hafifletme,
yükün ağırlığını giderme gibi mânâlara gelmektedirler.
İmtihan
için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak bir-takım yükümlülükleri
yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen,
sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Dünyada insan
nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis onlara sa-hip olmak ister. Hattâ onlara
sahip olmak uğruna yanlış yollara sapa-bilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir.
Nefis çoğu zaman din’in tek-liflerini ağır bulur, onları yerine getirme
noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da
azgınlaşması, din’in teklif-lerinden uzaklaşıp kendi
hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım
güçlüklerin olması doğaldır. As-lında din’in
teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı
hiçbir yük yüklemez (Bakara,286). Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının
sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı
seçmiş kimseler; din’in tekliflerini ağır bulur-lar.
Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet
edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler (Şûrâ,13).
Hadis-i
şeriflerde kolaylık-zorluk kavramı
şöylece gündeme getirilir:
“Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır.
Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir
yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.”
(Buhârî, İman 29)
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay
olanıdır.”
(Ahmed bin Hanbel,
III/479)
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin;
kolaylaştırın, zorlaştırmayın.”
(Buhârî, İlim 12, Müslim, Eşribe
70-71)
"Din
kolaylıktır."
(Buhârî, İman 30; Nesâî, İman
28)
"Amellerinizde îtidâli ve doğruyu
bulmaya çalışın."
(Müslim,
Birr 52; Tirmizî, Tefsîr
Nisâ Sûresi, hadis no: 3041)
“Allah, koyduğu yasaklara
uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da
sever.”
(Ahmed bin Hanbel,
II/108)
“Dinle yarışa giren her insan,
mutlaka yere serilir.”
(Buhârî, İman 69)
"Heleke'l-mütenattıûn
-Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi.
(Müslim,
İlim 7)
“Kul, Rabbinin affını nasıl
seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle sever.”
(et-Terğîb ve’t-Terhîb, II/135)
Hz. Âişe
(r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki
seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.”
(Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil
77-78)
"Amelin az da olsa devamlı olanı,
Allah yanında daha makbuldür."
(Buhârî, İman 16; Müslim, Salât
283)
7-8. “Öyleyse; bir işi bitirince
diğerine giriş; ve ümit edeceğini yalnızca Rabbinden
iste.”
Evet bir iş bitince, bir işi
bitirip sonuca ulaşınca, bir konuda başarıya ulaşınca yata gitme de hemen
doğrulup bir başka işe başla. Hemen onun arkasından bir başka uğraşa dikil, bir
başka göreve daha doğrul, bir daha yürü, bir daha yorul diyor Rabbimiz. Bir işi
bitirince bir başkasına yönel. Bir insana din anlatıp onu hakka ulaştırınca
“tamam artık, benim görevim bitti” deme, ikinci bir inanana koş diyor Rabbimiz.
Bir
savaştan döndüğü zaman ibadete yönelip cehd ve gayret
et. Veya dünya işlerinden boşaldığın vakit namaz kıl diyor.
Meselâ bir ada düşünün ki, o adada
yaşayan altmış beş milyon insan var. Bu adada bir kısım hain insanların
çıkardıkları bir yangın sonucunda bu altmış beş milyon insan yanmaya gidiyor.
Hepsi de farkında olmadan hızla cehenneme doğru gidiyor. Farz edin ki sizin de
bir kayığınız var ki ancak sizinle birlikte üç kişiyi alabiliyor. Ne
yapacaksınız? Hemen süratle o adaya gidecek ve yangın konusunda, ateşe
gittikleri konusunda ikna edebildiğiniz, kandırabildiğiniz, kurtulmaya razı
edebildiğiniz iki kişiyi alıp hemen karaya çıkaracaksınız. Sahil-i selâmete
çıkaracaksınız. Şu anda böyle kurtardıklarınızı götürebileceğiniz bir selâmet
yer var mı yok mu, onu da bilmiyorum. Tabii o iki kişiyi kayığa bindirirken
elbette öbürlerine de bir şeyler anlatacaksınız. Hazır olun az sonra gelip sizi
de alacağım gibi…
İki kişiyi karaya çıkardınız.
Bundan sonra tamam bitti, benim görevim bitti, ben görevimi yaptım. Ne yapayım,
kayığım iki kişiyi alabiliyordu, ben de onları alıp kurtardım deyip yan gelip
yatmayın. Hemen bir ikinciye, arkasından bir üçüncüye daha koşun, diyor
Rabbi-miz. İşte âyette anlatılan budur. Ama öyle bir
koşma, öyle bir koşturma ki sonunda ne rütbe olmalı ne de mal. Sadece Allah’a
rağbet etmeli, istediğimiz, umduğumuz, beklediğimiz, arzumuz, hedefimiz sadece
Allah’ın güzel rızası olmalıdır.
Evet, Allah için bir ömür koşturacağız.
İslâm bizden Allah için sürekli bir cehd ü gayret
istemektedir. Varlığımızı, zamanımızı imkânlarımızı Allah’a kullukta kullanarak
değerlendirmeye çalışacağız. Bakın, İbni Abbas efendimizin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“İki nimet vardır ki insanların
pek çoğu onların kadr u kıymetini bilme noktasında
aldanıyorlar; sağlık ve boş zaman”
(Buhâri Rikâk
1)
Sağlığın
kıymetini bilip onu satacak veya paraya tahvil edecek değiliz elbette. Boş
vaktin kıymetini bilip de onu da kiraya verecek halimiz yoktur. Bu ikisini
Allah’a kulluğa yatırım yapacağız. Allah adına cehd ü
gayrette değerlendireceğiz. Bunun için de ilk olarak elbette farzlara sarılarak,
sonra da arta kalan zamanı nafilelerle doldurarak Rabbimize yaklaşma imkânları
arayacağız. Tabi boş vakitten ve sıhhatten kasıt, kişinin mecburen yapmak
zorunda olduğu farzlardan arta kalan zamandır. Onun içindir ki Rabbimiz
burada:
Yâni
bir şeyi yaptıktan, bir işten boşaldıktan sonra buyurmuştur. Yoksa bunun mânâsı;
Allah bize boş zaman vermiştir de, bomboş bir hayat vermiştir de biz onu
dolduracağız değildir. Zor mu anlaşıldı? Bir daha söyleyelim inşallah: Biz
zamanı İslâm’a göre ayarlayacağız. Eğer bu konuda İslâm nazarı itibara
alınmazsa, zaten insanların za-manı hep doludur. Eğer kendi kendine dolan şu bizim hayat
programına göre düşünecek olursak, bir saniye bile boş vakit yoktur. Öyle değil
mi? Meselâ para kazanmak, kahvede oturmak, maç seyretmek, haberlere bir göz
atmak, bir dizi filimle beraber olmak… Eğer böyle İslâm’ın zaman anlayışından
uzak bir hayatın adamıysak, kesinlikle söyleyebilirim ki mümkün değil boş vakit
bulamazsınız. Öyleyse programımızı İslâm’a göre yapmak zorundayız. O programda
mecburen yapmak zorunda olduğumuz emirlerin dışında arta kalan zamanı da yine
Allah’a kullukta harcayacağız, işte bizden istenen budur.
Bu
sûre ile alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereğiyle amel edenlerden eylesin
bizi. Velhamdü lillahi Rabbil’âlemin.
Allah razı olsun
YanıtlaSil