Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
90., Nüzûl sıralamasına göre 35., Mufassal sûreler kısmının on ikinci grubunun
ikinci sûresi olan Beled sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sa-yısı
20’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-2. “Bu, Mekke şehrine
yemin ederim ki sen bu şehirde oturmuşsun. 3. Doğurana ve doğurduğuna andol-sun
ki: 4. İnsanoğlunu, zorluklara katlanacak şekilde ya-rattık. 5. İnsanoğlu,
kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? 6. Yığın yığın mal
tüketmişimdir diyor. 7. O, kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor? 8-9.
Biz onun için iki göz, bir dil ve iki dudak var etmedik mi? 10. Biz O’na eğri ve
doğru iki yolu da göstermedik mi? 11. Ama o, zor geçidi aşmaya girişemedi. 12. O
zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin? 13-16. O geçit, bir köle ve esir âzâd
etmek, yahut, açlık gününde, yakını olan bir öksüzü, yahut toprağa serilmiş bir
yoksulu doyurmaktır. 17. Sonra, inanıp birbirine sabır tavsiye edenlerden,
merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır. 18. İşte bunlar amel
defterleri sağdan verilenlerdir. 19. Âyetlerimizi inkar edenler, işte onlar amel
defterleri sollarından verilenlerdir. 20. Onlar her yönden ateşle
kapatılacaklardır.”
Kur'an-ı
Kerîm'in doksanıncı sûresi, yirmi ayet, altmış yedi ke-lime üç yüz yirmi altı
harftir. Sûre müşriklerin Resulullah'a düşman ke-silerek O'na karşı her türlü
zulüm ve haksızlığı revâ gördükleri bir dö-nemde Mekke'de nazil olmuştur.
Fasılası, "dâl, elif, fâ', hâ" harfleridir. İsmini, birinci ayetteki "beled"
kelimesinden almıştır. Bütün mekkî su-relerde olduğu gibi; bunda da itikad ve
ibadetin sağlamlaştırılması, ahirette hesap ve cezaya imanın perçinleştirilmesi
ve iyilerle kötülerin birbirinden ayrılması
hedeflenmiştir.
Evet, Mekke döneminin başlarında nâzil
olmuş Mekkî sûrelerin karakteristik özelliklerini taşıyan Beled sûresiyle karşı
karşıyayız. Ger-çi Mekkî ve Medenî sûreleri konu ve karakter açısından kesin
çizgiler-le birbirlerinden ayırmak mümkün değildir. Yâni Mekkî sûrelerin
ka-rakteri şudur, Mekkî sûreler şu konuları işler, Medenî sûreler de şun-ları
anlatır demek mümkün değildir. Ama bu sûreler genel hatlarıyla birbirlerinden
ayrılırlar diyoruz. İşte Mekkî’lerden birisi olan bu sûrede de îmanı, tevhidi
yerleştirip kökleştirmek, âhiret konusunu, hesap ve ceza gününe îmanı
perçinlemek, îman ve küfredenleri, itaat ve isyan edenleri birbirlerinden
ayırmak hedeflenmektedir.
Sûre yine yeminlerle başlamaktadır.
Emin bir beldeye, Harem-i şerif beldesine ve orada hıl olan, o beldede oturan, o
beldeyi şeref-lendiren kâinatın efendisine yeminden sonra insanın yaratılışına
dik-kat çekilir. Sonra güçlerine kuvvetlerine mağrur olarak, Allah’ın
kendi-lerine verdiği nîmetlere aldanarak, tüm bu nîmetleri kendisinden bile-rek
bu nîmetlerin vericisi olan Rabbine karşı müstağnî davranan, hak-kı kabule
yanaşmayan, Allah’ın elçisini ve onun getirdiği hidâyet hedi-yesini yalanlayan
şımarık ve nankör insan tiplerine dikkat çekilir. Ya-ratıcılarını anlamaları,
yaratıcıları karşısındaki sorumluluklarını anla-yıp O’na kulluğa yönelmeleri
için, Ona teşekkür etmeleri için kendile-rine verilen nîmetlere dikkat çekilir.
Dünyanın bir dinlenme yeri değil varlığın sebebi olan Allah’a kulluk yeri ve
âhireti kazanmak için çalışıp çabalanacak, meşakkat çekilecek, âhiret yurdu için
hazırlık yapılacak bir imtihan yeri olduğu anlatılır. İnsanın başıboş ve
sorumsuz olma-dığı anlatılarak onun önüne birisi hidâyet, diğeri dalâlet olmak
üzere, birisi hak, ötekisi bâtıl olmak üzere iki yol çıkarıldığı ve insanın bu
iki yoldan birisini seçme özelliğinde yaratıldığı gündeme getirilerek Allah
hakkındaki yanlış inanışlar düzeltilmektedir. Allah’ın sanki hayata
ka-rışmayacağını zanneden insanın bu yanlışlarından vazgeçip zor geçi-di aşmak,
Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmak zorunda ol-duğu anlatılmaktadır.
Mekke’de inançlarından ötürü kınanan,
dışlanan, enva-ı çeşit zulüm ve işkencelere maruz bırakılan bir avuç insanı
teselli adına, şu anda da aynı durumda olan mü’minlerin imdadına yetişme adına
gel-miş
bir sûre. Sûrenin genel muhtevasını bir daha özetledikten ve â-yetler üzerinde
hızlı bir gezinti yaptıktan sonra inşallah âyetlerini tanı-maya
geçebiliriz.
Evet,
bu sûrede bir önceki sûre olan Fecr suresine bir karşılık verilir. Orada zamanın
eşref saatlerine yemin edilip insanın refah ve-ya darlıkla imtihan edildiği: mal
hırsı, miras yiyiciliği, yetime ve fukara-ya bakmamak gibi kötü huyları ile
âkıbetinin kötülüğü hatırlatılarak; sureye en nihayet nefs-i mutmainne sahibinin
iyi kullar arasında cen-net'e gireceğinin bildirilmesiyle son verilmişti. Bir
önceki surede me-sajları izleyen bu surede ise mekânların en kutsalı olan
Mekke'ye ye-min ve onun fethine işaretle söze başlanılmış; insanın meşakkatlerle
içli dışlı yaratıldığı beyan buyurulmuş; köle azat etmenin, açlık zama-nında
yedirmenin İslâm'ın matlubu olduğu ve aynı zamanda bunun, yukarıda zikri geçen
nefs-i mutmainne'nin bu hayırlı sonuca varabil-mesi için gerekli olduğu
gösterilmek istenmiştir.
Surede
en önemli yer, sureye adını veren "Beled"' kelimesi ile onu kayıtlayan hill
kelimesidir. Sure kasemle başlıyor. Bu kasemde Kur'an insan hayatının değişmez
gerçeklerine temas ediyor: "Şu bel-deye yemin ederim ki, sen bu beldede
oturmuşsun." (1-2). Buradaki beldeden murat, Mekke'dir. Allah'ın haremgâhı,
yeryüzünde Allah için inşa edilen ilk ev. "Muhakkak ki, insanlar için kurulan
ilk ev, mübarek ve âlemlere yol gösteren (Kâbe)dir." (Ali İmrân, 3/96). Burası
bir em-niyet ve huzur sığınağı olmak için kurulmûştu. Bu mübarek evin ağacı da
kuşu da canlı olan her şeyi de haramdır; el sürülemez. Ayrıca bu ev Araplar'ın
atası ve bilcümle müslümanların manevi babası Hz. İs-mail'in babası Hz. İbrahim
(a.s.)'in evidir.
Yüce
Allah sevgili Peygamber'ine ikramda bulunarak onu ve oturduğu beldeyi
hatırlatıyor. Belde, bu özellikleriyle ayrı bir hürmet, ayrı bir şeref ve azamet
kazanıyor. Müşrikler ise bu mübarek evin hürmetini çiğniyor, orada Peygambere ve
müslümanlara işkence edi-yor ve onları öldürmek istiyorlardı. Halbuki bu ev
şerefli bir evdi. Hz. Peygamber'in orada ikamet etmesi de şerefine şeref
katmıştı. Onlar bu hürmeti ve azameti göstermek şöyle dursun; ayaklar altına
bile alıyorlardı. Böylelikle Hz. İbrahim (a.s.) dininin sahipleri olduklarını
id-dia eden müşriklerin iğrenç ve çirkin durumu ortaya
çıkıyordu.
Sonra,doğana
ve doğurulana kasem edilmesi, dikkatlerimizi bu varlığın merhalelerinden bir
merhalenin yüce değerine ve oradaki sonsuz hikmete yüce sanata çekmektedir. Bu
merhale doğup çoğal-ma merhalesidir. Annenin ve doğan yavrunun doğumun
başlangıcın-da katlandığı zahmetlere, gelişen varlığın büyüyüp mukadder olan
noktaya ulaşmasına dikkatler çekilmektedir. Bu kasem,insan denilen varlığın
hayatındaki değişmez bir gerçek üzerine yapılmaktadır; "Biz insanı gerçekten
meşakkat içinde yarattık." (4) Meşakkat ve zorluk, zahmet ve yorgunluk,savaş ve
mücadele içerisinde. Nitekim bir başka sûrede; "Ey insanoğlu, sen Rabbin için
çalışıp çabaladın. Artık mutla-ka O'na kavuşacaksın. " (İnşikâk,6)
buyurulmaktadır.
İlk
hücre, zorlayıp çabalamadan, çırpınıp yorulmadan hayatı ve beslenmesi için
Rabbi’nin izniyle gerekli şartları bulmadân ana rahminde karar kılamaz. Karanlık
dünyadan çıkıncaya kadar sürekli bir çırpınış içerisindedir. Annenin kanından
emebildiği kadarını emer. Annenin tattığı yemeklerin özünü alır. Rahim denilen
küçük âlemden çıkarken boğulurcasına baskı ve sıkıntılara maruz kalır. Ve bu
andan itibaren en büyük yorgunluk ve zahmet başlar. Dişlerinin çıkış anı bir
zahmettir. Boyunun uzayışı bir zahmettir. Sabit adımlarla ilerleme bir
zahmettir. Öğrenim bir zahmet, düşünce bir zahmet, kazanılan her tecrübe bir
zahmettir: Bilahare yollar ayrılır. Kimi akîdesi ve davası için zahmetlere
katlanır, kimisi de şehveti ve menfaati için... Birinin yorgunluğunun sonu
Cennet, diğerinin ise Cehennem... Ama hepsi yükünü omuzuna alır, taşır; Rabbi’ne
ulaşıncaya kadar basamak ba-samak merdivenleri tırmanır. Ama oraya varınca en
büyük acı müc-rimlerin; huzur ise müminlerin olur.
"Yoksa
kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? (5)" "Yığın yığın mal
tüketmişimdir, diyor. "(6) "O kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor. "(7)
İşte meşakkatler içerisinde yetişen insan, hesaba çekilmeyeceğini, tüm
yaptıklarının kendisine kâr kalacağını sanıyor. Azgınlık ve zalimlik ediyor.
Şunun bunun malını alıyor, çalı-yor; biriktiriyor; ahlâksızlık ediyor, haddi
aşıyor; korku nedir, çekinme nedir bilmiyor, infak'a çağrıldığı zaman " yığın
yığın mal tüketmişim-dir" diyor (6). Allah'ın murakabesinin üzerinde olduğunu
ilminin çepe-çevre kuşattığını unutuyor mu? (7)
Daha
sonra sure, kendisine bunca nimetler verilen insanın nankörlük ederek cimrice
davrandığını; Allah için infaka davet edildi-ğinde, kendisiyle Cennet arasındaki
engelleri kaldırmaya çağrıldığın-da ".. o sarp geçidi aşmaya girişemedi"ğini,
(11) malından fedakârlık ederek muhtaçlara vermediğini, Allah için köle azat
etmeye katılmadı-ğını ifade ediyor: "Bilir misin sen o sarp yokuşun ne olduğunu?
O ge-çit, bir kul azat etmektir. Yahut şiddetli bir açlık gününde yemek
yedir-mektir. "(12,13,14) "Sonra da iman edenlerden, birbirine sabır tavsiye,
merhameti tavsiye 'edenlerden olmaktır. " (17) diyerek, insanın mal ile nasıl
imtihan edildiğini veciz bir şekilde ifade etmektedir.
Neticede
Allah'ın ayetlerini tasdik edip iman edenler sıfatını kazananların amel
defterleri sağından verilenler olduğunu (18), aksi-ne Allah'ın ayetlerini inkâr
edenlerin kitaplarının sollarından verileceği ve onların, üzerlerine ateşin
kapılarının sımsıkı kapatılacak olan mut-suzlar olduğu ifade edilmektedir. (19,
20) Bu mukaddimeden sonra İnşallah sûrenin âyetlerini tek
tek tanımaya çalışalım.
1. “Bu beldeye, Mekke şehrine yemin ederim
ki;”
Kur’an’ın bu bölümünde Mevlâ Mukaddes
bir bölgeyi anlatır. Fecr sûresinde zamanın en mukaddes bölümüne yemin eden
Rab-bimiz burada da mekânın en mukaddes bölümüne yeminle söze başlar. Zaman ve
mekânın ilk döneminden, Hz. Adem’den bu yana insanlar karşısında İblis yoluyla
Adem yolunun her zaman durduğunu anlatır.
Cenab-ı Hakk, Fecr sûresinde zamanın
mübarek dönemine dikkat çekmiş, zaman boyutunu anlatmıştı. Burada ise mekân
boyutunu anlatıyor. Temel beldeyi, odak noktayı anlatıyor. Fecr’de sabahı,
fecri, bayramı, özgürlük dönemini anlatmıştı, burada da mekânın en mübarek
yerine yemin ederek, kutsal mekânı anlatır. Allah bir şey üzerine yemin etmişse
bundan o şeyin büyüklüğünü ve o yeminden sonra ortaya konan şeyin büyüklüğünü
anlıyoruz.
Hayır hayır, bu beldeye yemin
olsun ki! Yani önceden bir konu tartışılıyordu da Rabbimiz o tartışmaları
keserek ³ hayır hayır, durum öyle değil,
iş sizin bildiğiniz gibi değil, vazgeçin bu anlayışlarınızdan, değiştirin bu
inanışlarınızı buyurmaktadır. Ya da buradaki
³ yı lay-ı nafiye kabul ederek “Bu
beldeye yemin etmiyorum ki” şeklinde anlaşılacaktır. Yemine bile gerek duymuyorum ki,
yemine ne gerek var? Siz bu beldeyi biliyorsunuz zaten! demek gibi farklı bir
yemin türüyle yemin ediyor Rabbimiz.
Rabbimizin üzerine yeminle söze
başladığı bu belde Mekke şehridir. Kitabımızın başka bir âyetinin ifâdesiyle “Ümmü’l Kurâ” şehirlerin anası, ana
kent denen temel, asıl, esas olan, yani hepsinin, tüm şehirlerin anası olan bir
şehir… İnsanlığın ilk merkezi, şehirlerin ilk merkezi olan Mekke’ye yemin ediyor
Rabbimiz. Kâinatın efendisine doğum yeri, dâvetinin merkezi, vahyine iniş yeri
yaparak Rabbimiz şereflendirdiği Mekke şehrine ve kendisinin de Beytinin
bulunduğu Harem bölgesine yemin ediyor. Madem ki Rabbimiz mekânların en
şereflisi, en kutsalı olarak bu beldeye yemin ediyor, öyleyse bu beldenin bizim
hayatımızdaki önemi çok büyüktür. O halde biraz tanıyalım bu beldeyi.
Şehrin çok yakınında Arafat diye bir
merkez vardır. Arafat "Arafe" kökünden gelir. İrfanın merkezi, bilgi merkezi,
bilgiye ulaşma merkezidir burası. Hacca gidilince bir süre burada vakfe yapılır.
İrfana, bilgiye ulaşmak üzere burada bir süre durulur. Bunun mânâsı şudur:
Kulluk için önce mârifet, bilgi gerekir. Bilgisiz kulluk mümkün değildir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, mü’minin, Allah’a Allah’ın istediği kulluğu
icra edebilmesi için kulluk bilgisine ulaşması gerekmektedir. Onun içindir ki
mutlaka durup bir süre ilme zaman ayırmalıdır. İşte Arafat’taki vakfe bunu
anlatır. Mü’min irfana ulaşma, kulluk bilgisini elde etme makamındaysa o anda
Arafat’ta bulunmaktadır. Mü'min Kur’an’la, sünnetle, vahiyle beraber olarak
bilgi sahibi olacak. Bilgi nedir? Bilgi ya ilimdir, ya zandır. Hayatta
geçerliliği olan, hayata intibakı olan, amele dönüştürülen, yani insanı amele
sevk edene ilim, öbürüne de zan diyoruz.
Arafat’ta irfana ulaştık. Peki hep
bekleyecek miyiz burada? Yani hep ilim mi öğreneceğiz? Hayır, bir süre sonra
Arafat’tan Meş-ar’e hareket edilir. Peki Meş’ar nedir? Meş’ar, bilginin şuura
dönüştürüldüğü, bilginin amele döküldüğü merkezdir. Bilginin hiçbir işe
yaramayan kuru bir bilgi olmaktan çıkarılıp şuura ve amele dönüştürüldüğü
merkezdir. Arafat’ta elde edilen bu bilgiler sonra Meş’ar’de şuur haline
gelmeli, amele dönüşmeli, yani bu bilgiler bizim olmalıdır. Onun içindir ki
Arafat’ta uzunca durulmaz, uzun süre beklenilmez. Buradan hemen Meş'ar’e hareket
edilmelidir. Uzun süre ilim öğrenelim, ilimde şu noktaya ulaşalım da ondan sonra
amele başlayalım yok. Hemen Meş’ar’e hareket edilir. Zaten hep hareket halinde
değil miyiz mezara doğru?
Meş'ar’de şuurlandık, yani
öğrendiğimiz bilgiler amele dönüşerek bizde şuur haline geldi. Bir şey öğrendik,
onu hemen kendimize mal etmek, onu derhal uygulamaya koymaktır şuur. Meselâ
namazı öğrendik, o anda biz Arafat’tayız. Bu bilgimizle hemen amele koşarsak
Meş’ar’deyiz. Bundan sonra da Mina’ya hareket edilir. Mina, kurban kesme, kurban
etme mahallidir. Yani Arafat’ta öğrendiğimizi Meş-ar’de uygulamaya koyunca
karşımıza çıkabilecek tüm engelleri kurban edecek bir noktaya gelebilmişsek, biz
o anda Mina’dayız demektir. Ne tür engeller çıkabilir karşımıza? Dükkan, meslek,
okul, toplum, moda, âdetler, töreler, ağa, patron gibi kulluğumuzun karşısına ne
tür engeller çıkarsa çıksın onların tümünü kurban edebilecek bir noktaya
gelebilmişsek Mina’dayız demektir.
Meselâ tepeden tırnağa örtünmeniz
gerektiğini, Allah’ın sizden böyle bir kulluk istediğini öğrendiniz. Bu kulluk
bilgisine ulaştığınız makam sizin için Arafat’tır. Siz o anda Arafat’tasınız.
Hemen buradan Meş’ar’e hareket ettiniz. Yani öğrendiğiniz bu bilgiyi şuura
dönüştürüp hemen tepeden tırnağa örtündünüz. O anda siz Meş’ar’dasınız demektir.
Eğer icra ettiğiniz bu kulluğunuzun karşısına çıkacak baba, ana, koca, âdetler,
töreler, çevre, moda ve toplum, okul ve diploma gibi çıkabilecek engellerin
tümünü kurban edebiliyorsanız, o zaman siz Mina’dasınız demektir.
Veya meselâ Kur’an’ı, sünneti
tanımanız gerektiğini, onları tanımadan Allah’ın istediği gibi bir Müslümanlığın
gerçekleşmeyeceğini mi öğrendiniz? Birine İslâm’ı ulaştırmanız, Kur'an’ı
ulaştırmanız gerektiğini mi öğrendiniz? Bu bilgiye ulaştığınız yer, yurt, makam,
mekân sizin için Arafat’tır. Siz o anda Arafat’tasınız. Vahiyle öğrendiğiniz bu
kulluk bilgisini mutlaka yapmanız gerektiğine inanıp onu şuur haline getirin.
Onu kuru bir bilgi olmaktan çıkarıp gereğini yerine getirmeye, amele
dönüştürmeye çalışın. İşte bunu becerdiğiniz makam sizin için Meş’ar’dır. Bu
bilgiyi şuur haline, amel haline getirin ve bu uğurda her şeyinizi kurban etmeye
hazır hale gelin. Yani Mina’da, kurban kesme mahallinde, ya da kurban etme
makamında bulunun.
Eğer bunu becerdiyseniz o zaman buyurun Kâbe’ye. Hacda böyle Arafat’la
başlayan Mina ile son bulan bir yay çizildikten sonra farz olan tavafı yapmak
üzere Kâbe’ye gelinir. Bunu beceren kişi, Allah’ın Beytine girmeye hak kazanmış,
Allah’ın konuğu olma şerefine ermiş demektir.
Şimdi de bu mukaddes beldenin, Mekke
şehrinin içinde bulunan Beytullah’ın içindeyiz. Öyle bir Beyt ki, yeryüzünde ilk
inşa edilen oydu:
“Doğrusu insanlar için
ilk kurulan ev, Mekke'de, dünyalar için mübarek ve doğru yol gösteren
Kâbe’dir.”
(Âl-i İmrân
96)
“Biz beyti (Kâbe’yi)
insanlar için toplanma, sevap kazanma yeri ve emniyet
kıldık.”
(Bakara
125)
“Hatırlayın, İbrahim demişti ki:
“Rabbim burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve âhiret gününe îman
edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır” diye dua
etmişti.”
(Bakara 126)
Burası, atamız İbrahim’in, “Ya Rabbi bu
belde emin olsun! Emniyette olsun. Yerden ve gökten gelebilecek her türlü belâ
ve musîbetlerden emin olsun. İnsanların birbirlerini yediği, zulümlerle
haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak
tanımadığı bir dünyada yaşadıkları dönemlerde bile bu belde emin olsun,
emniyetin sembolü olsun. Bu beldede insanlar huzur içinde yaşasın!” diye dua
ettiği kıblemizdir.
“Orada apaçık deliller
vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur.”
(Âl-i İmrân 97)
Orada Makam-ı İbrahim vardır, siz
oradasınız ve emniyettesiniz. Peki ne demek Makam-ı İbrahim’de olmak? Makam-ı
İbrahim’de olmak, onun makamında, onun konumunda olmak demektir. Değilse İbrahim
makamı orada şöyle on, on beş kişinin ancak sığabileceği bir mekân değildir.
Çünkü kitabımızın bir başka âyetinin beyanıyla oraya girenler emniyettedir.
Şimdi orada o mekâna on, on beş kadar insanı sığdırıp onları emniyete aldık,
diğerleri için ne diyeceğiz? Onlar emniyette değiller mi diyeceğiz? Nasıl
anlayacağız bu İbrahim makamını?
Şu anda ben baba makamındayım, şu
anda ben koca makamındayım, emretme, nehy etme makamındayım gibi bir ifade
kullanılır. Babalığın, kocalığın mekânsal olarak bir makamı, koltuğu olmaz değil
mi? Ben şu anda baba olma sorumluluğundayım, ben şu anda koca olma sorumluluğunu
taşıyorum demektir bu. İşte İbrahim makamında olmak ta bu mânâdadır. Yani ben
İbrahim makamındayım, ben İbrahim’in yükünü yüklenme, O’nun sorumluluğunu
taşıma, O’-nun misyonuna sahip çıkma, O’nun gibi olma makamındayım demektir.
Eğer o makamdaysan onun yaptığını
yapacaksın. Ne yaptı İbrahim (a.s.)? Onun yaptıklarının tamamını şimdi burada
anlatma imkânımız yoktur. Kur’an’da Rabbimiz uzun uzun onu bize anlatır.
Kur’-an’ı okudukça onu öğreneceğiz inşallah. Ama sadece buraya ilişkin olarak
diyecek olursak: O, Allah’a kulluğuna engel olan oğlu bile olsa onu Allah adına
kesmeye yatırdı. Biz de Allah’a kulluğumuza engel olan her şeyi, baba, ana,
karı, koca, çevre, nefis, dükkan, okul, doktora, diploma, makam, mansıp neyse,
Allah’a kulluğumuza engel olan ne varsa hepsini kesme adına yatırabiliyor muyuz?
İşte biz Makam-ı İbrahim’deyiz demektir. Başka ne var
orada?
Sonra Hz. Adem’den bu yana hiç yalnız
kalmayan bir amele yürüyoruz: Tavaf. Tavaf, emre âmâde beklemek, kulluğa hazır
beklemek demektir. Rabden gelecek emir ve nehiy her neyse kabulüm demektir.
Rabbin kapısının eşiğinde: “Lebbeyk ya Rabbi! Lebbeyk ya Rabbi! Buyur ya Rabbi!
Bir arzun mu var ya Rabbi! Bir emrin mi var ya Rabbi! Ben buradayım! Ben senin
kapının eşiğindeyim! Ben senin emrine âmâdeyim ya Rabbi” diye emir mahallinde
hizmet mahallinde, kulluk makamında dolaşmak, beklemek demektir. Hani
bakanların, müdürlerin kapılarının önünde emre âmâde bekleyenler, zile basar
basmaz: “Buyurun efendim! Emredersiniz efendim! Bir arzunuz mu var efendim!”
diye hizmete koşarlar ya, işte onlardan daha büyük bir şevkle ve istekle
Rahmân’ın beytinin eşiğinde, O’nun rızasına koşmak demektir.
Tavafta sadece yürünür. Rahmân’ın
Beytinin etrafında yürünür. Öyleyse hac’ta üç şey yapılır: Birisi Arafat’ta
duruş, diğeri Müz-delife’de yatış, öbürü de Kâbe’nin avlusunda yürüyüş.
Arafat’ta duran, Müzdelife’de yatan kişi burada da yürüyecektir. Tavaf adına
yürüyecek. Zaten bizim tüm hayatımızda yaptığımız da bu üç şeydir. Tüm
hayatımızda biz bu üç şeyi yaparız. İşte bize maket bir hayat olarak sunulan
ömürlük bir ibadet olan haccda da Rabbimiz Arafat’ta durmamızı, Müzdelife’de
yatmamızı, Kâbe’de de yürümemizi emrederek tüm hayatımızın örneğini sunmaktadır.
“Ey kullarım! Tüm duruşlarınız Arafat’taki
gibi olsun! Tüm duruşlarınız bilgiye, irfana ulaşma adına olsun, sakın boş
oturmayın. Tüm yürüyüşleriniz Kâbe’nin avlusundaki, Rabbinizin huzurundaki
yürüyüşleriniz gibi olsun. Tüm yatışlarınız da günaha girmeden Müz-delife’deki
yatışlarınız gibi olsun. Her an Allah huzurunda olduğunuzun şuurunda olun. Hep
Allah kontrolünde bir hayat yaşadığınızın bilincine erin!”
Rabbinin huzurunda yürüyorsun. Allah
beytinin eşiğinde tavaf ediyorsun. Ama şunu hiçbir zaman unutmamalısın ki, sen
bu hareketi ne başlatansın ne de bitirensin. Yani sen bu konuda, kulluk
konusunda, tavaf konusunda ne ilksin, ne de sonsun. Bu hareket seninle
başlamamış ve seninle de bitmeyecektir. Başlatan başlatmış bu hareketi, sen de
bir yerinden katılıp devam edeceksin. Başka ne var o mübarek
beldede?
Kâbe’nin hemen yakınında Zemzem var.
Zemzem, rızık konusunu anlatır. Rızkın Allah’tan olduğunu, Rezzak’ın sadece
Allah olduğunu anlatır. Sonra Safa ile Merve ve bu ikisi arasında sa'y var.
Zemzem, aramak, rızık aramak için çalışma zemini, çalışma kuralı anlatılır
burada. Safa ile Merve arasında sa’y edecek, rızık arayacaksın. Ama sadece Safa
ile Merve’yle sınırlıdır bu arayış. Yani her yerde çalışmayacaksın, her yerden
kazanmayacaksın. Bu işin bir hududu, bu işin durulacak sınırları vardır. Safa’yı
öteye, Merve’yi de beriye aşmamak lâzımdır. Allah’ın belirlediği haram-helâl
sınırlarını aşmamak lâzımdır.
Sonra dönüp dolaşıp karşısında sürekli
beraber olacağımız, gözümüzü onunla sevindireceğimiz Kâbe var. Çünkü bu bina
hidâyet kaynağıdır insanlar için. O bizi hidâyete götürme özelliğine sahiptir.
Niye engellenir öyleyse insanlar oradan bilmiyorum. Kâfirler neyse, mü'minler
bile engelleniyor şimdi ondan. Kâbe yerde insanın Allah’la irtibatının ilk
merkezidir. Hz. Adem’le Havva’nın ilk buluşma yeridir. Hz. İbrahim, oğluyla
kaidelerini yükseltmiştir.
İşte Rabbimiz bu beldeye yemin ediyor.
Rabbimiz bu beldeyi göklerin ve yerin yaratılışından beri emin ve mübarek
kılmıştır. Allah’ın Resûlü bu hususu bir hadislerinde şöyle
anlatır:
“Allahu Teâlâ bu beldeyi, gökleri ve yeri
yarattığı gün haram kılmıştır. Kıyâmete kadar onun haramlığı Allah’ın haram
kıldığı şekilde devam edecektir.”
Bu beldeyi tanıyın ki o beldede Nebiler
Nebisi, Efendiler Efendisi doğmuş, büyümüş. Doğmadan babasını kaybetmiş,
doğduktan kısa bir süre sonra annesini kaybetmiş, orada Peygamber olmuş. Vahyin
ilk geldiği yerdir orası. İnançlarından dolayı insanların boyunlarına ip takılıp
sokaklarında sürükletildiği, kimilerinin kızgın kumların altında işkencelere
maruz bırakıldığı, evinden çıkamasın diye peygamberin evinin önüne dikenlerin
atıldığı, pazarlarında panayırlarında aman bunu dinlemeyin diye adım adım bir
gölge gibi Ebu Leheb ve benzerleri tarafından takip edildiği, Taif’ten kan revan
dönerken Mut’-im’in emanında ancak
girebildiği, Şi’bi Ebi Talib’de karantinaya alın-dıkları, boykotlara
maruz bırakıldıkları, her santiminde Rasulullah ve ashabının izlerinin,
eserlerinin bulunduğu bir şehir…
“Dişsiz mi biri, onu kardeşleri
yerdi” diyen
şairin anlattığı gibi insanların Kâbe’nin etrafında çırılçıplak tavaf ettikleri,
kapıları yok, kapı kolları yok, arabaları, garajları yok, çadırların, hurma
liflerinin ev diye insanlara hizmet verdiği bir Mekke. İşte Rabbimiz bu şehre
yemin ediyor. Bu beldeye yemin olsun ki:
2. “Yemin olsun ki sen
bu şehirde oturmaktasın.”
Bunun birkaç mânâsı
vardır:
1. Mekke şehrine yemin olsun ki sen bu
şehirde mahalsin! Senin mahallen burasıdır, burada oturmaktasın sen. Sen orada
iken, sen orada oturuyorken bu beldeye yemin olsun ki!
2. Ya da sen bu beldede
görülüyorsun. Helâl görülmektesin. Yani bu beldede, haremi emin olan bu beldede
hayvanlara bile dokunmak haram iken seni helâl kabul ediyorlar, senin hakkına
hürmet etmiyorlar, maalesef senin kanını helâl kabul ettiler. Senin hayat
hakkını ihlâl ettiler, senin ve sana inananların kanlarını helâl kabul
ediyorlar. Kureyş o beldeye şeref kazandıran, o beldenin şerefini artıran
Al-lah’ın Resûlü’nü azgınlıkları ve cehaletleri sebebiyle oradan atmak,
çıkarmak, susturmak, yok etmek istiyordu. Halbuki yeryüzünün en şe-refli insanı
orada oturuyor ve orayı şereflendiriyordu.
3. Ya da bu belde haram iken, sen bu
beldede bir müddet ola-caksın. Yani ileride sana bu haram beldede dilediğini
yapmak, kan dökmek helâl olacak Peygamberim. Mekke’nin fetih günü kısa bir
müddet Mekke’de kanı heder edilenlerin öldürülebilmesine Rabbin izin verecek, bu
hürmeti kısa bir süre için sana helâl kılacak. Gerçekten de Mekke’nin fethi
gününde Rabbimiz Peygamberimize bu konuda dilediklerini öldürme izni
vermiştir.
4. Ya da bununla
Peygamberin o beldeye hulûlü anlatılmış olabilir. “Şerafü’l mekân şerafü’l mekîn” yani
mekânın şerefi, mekînin şerefindendir. Mekânın şerefi o mekânda oturan ehlinin
şerefindendir. Mekke’nin şerefi, Rasulullah’ın şerefiyledir. Allah’ın Resûlü
şerefli olduğu için Mekke şereflidir. Yani Rabbimiz bu beldenin şerefinin orada
oturan Rasulullah’ın şerefiyle ilgili olduğunu göstermek için, bu Beyte saygının
Rasulullah’a saygı olduğuna dikkat çekmek için hemen orada oturan Rasulullah’a
sözü getirdi. Bu yemin aslında Rasulullah Efendimizin Allah katındaki değerinin
üstünlüğüne yemindir. Allah’ın Resûlü bu beldede ikâmet ederken ona ve onun
dâvâsına gönül vermiş bir avuç Müslüman’a eziyet etmenin Allah katında en büyük
cürüm oluşuna yemindir.
Müslümanlara eziyet vermek deyince
aklıma bir hadis geldi, inşallah burada onu da nakledelim. Hadisi Huzeyfe
bin Useyd bize naklediyor.
“Kim yollarında müslümanlara
eziyet verirse onların lânetleri o kişiye vacip
olur.”
Korkunç
bir şey. Müslümanların yaşadıkları beldelerin gidiş geliş yollarında kim ki
onlara eza verir, eziyet verecek şeyleri bulundurursa, fiiller, hareketler,
eşyalar, engeller, manialar koyarlarsa Müslümanların laneti, bedduası onlara
vacip olur.
Haydi
Müslümanlar beddua edin, haydi lanet edin onlara der gibi korkunç bir gerçek.
Ne
dersiniz? Var mı böyle birileri? Keşke olmasın. Yani benim gittiğim yolda, benim
yürümeme, benim gitmeme, benim rahatıma, benim huzuruma engel olacak yollarda
eza ve cefa var mı? Yok diyebilir misiniz? Böyle bir şehirde yaşamayı hepimiz
isteriz elbette. Ama bir bakın kaldırımlara. Engeller var mı dersiniz? Pek çok
değil mi?
Oraya
buraya tükürenler, süprüntü atanlar, benim geçmemi güçleştirecek bir şeylerini
bir yerlere koyanlar, arabalarını, eşyalarını, tezgahlarını, tezgahtarlıklarını.
Gözünüzün önüne geldi mi hemen. Peki ama yollara tekrar bakın, hattâ
köpekleriyle beni rahatsız edenler. Bir anlamda mesela hamile bir kadın için,
cebinde alacak parası olmayan gariban bir kişi için vitrinde görünenler, çeşit
çeşit meyvelerinden sebzelerine yiyecekler. Söyleyin rahatsız eder mi
yürüyenleri? Canım onlar da yürümesinler öyleyse. Herkes her sokakta yürümesin.
Kimse bir yerlere çıkmasın. Bakın sizin yürüyeceğiniz yerlere biri-leri bir
şeyler koymuştur. Sizi engellemek için değil de durdurmak için ama. Yani
yürümenize eziyet vermek için değil de orada durdurmak için. Siz onu görün
orada, gözünüzün içine girsin, sonra siz onu beğenin, imrenin, içiniz kaynasın,
cebinize bir el atın, kasanızı kesenizi bir yoklayın, olmazsa kağıt parçalarıyla
anlaşma yapabilirsiniz. Yani hemen para vermek zorunda değilsiniz. Şimdi alın,
sonra ödersiniz, hayat boyu zaten ödemek zorunda değilsiniz diyenler eziyet
vermiyor-lar mı insanlara?
Peki
benim ruhum ve hayatım darmadağın olmuyor mu böyle bir hayatın gereği? Benim
dimağım durmuyor mu, benim aklım şaşır-mıyor mu? Benim oğlum, kızım, benim
hanımım beni şaşırtmıyor mu? Nerdeyse insanlar engeller üretmişler. Aman benim
yanımda dur, a-man benim kasanın başında eğlen, lütfen bana sağıl, sonra nereye
gidersen git demiyorlar mı? O yollar hepimiz içinse neden engellenir gidip
gelişler? Yani oraya koyduğun eşyayı kaldırabilirsin. Yolları tümüyle kapatsanız
da, parçalansanız da, çatlasanız patlasanız da unutmayın ki size ayrılan
kadarına ulaşırsınız. Onun bir de bereket for-mu vardı hani. Gidiveriyor
kazandıklarınız bir anda unutmayın. Ey la-netten korkması gerekenler yapmayın
bunu.
Bir
başka hadislerinde de Allah’ın Resulü şöyle diyordu:
“Kim ki yoldan insanlara eziyet verecek
şeyleri kaldırırsa bu imandır”
Ama
bazen aklıma şöyle gelir. Bir Alaaddin caddesinde bir arkadaşla yürüyorduk.
Arkadaşım yolda gördüğü bir taşı alıp şöyle bir kenara koydu ve dedi ki; belki
bir müslümanın ayağına takılıp eziyet verir diye böyle yaptım. Ben de dedim ki;
yahu bırak, belki bir münafığın ayağına takılır. Çünkü bu toplumda müslümandan
çok münafık var dedim. Neyse orası dursun şimdi. Onun için bırakın taşları
kaldırmayı, hattâ barikatlar konması gerekir o ayrı. Orada yardımlaşma olmaz.
Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşinize yardım ediniz.
3. “Babaya ve oğula,
doğurana ve doğurduğuna ye-min olsun ki”
Rabbimiz babaya ve oğula yemin ediyor.
Bu konuda da değişik görüşler vardır. Baba Adem (a.s.), oğul da bizleriz, tüm
insanlık olabileceği gibi, baba bu mübarek Kâbe’yi inşa eden, bu mübarek Beytin
emniyeti için Cenab-ı Hakk’a dua eden, Rasulullah’ın atası, bizim de atamız
İbrahim (a.s.), oğul da bu Beytin inşasında onun yanı başında olan İsmail (a.s.)
olabilir. Babadan kasıt İsmail (a.s), oğuldan kasıt da Rasulullah Efendimiz
olabilir. Veya babayla Rasulullah efendimiz, oğulla da onun yolunun yolcusu olan
bizler kast edilmişizdir. Yani babayla kastedilen Allah’ın Resûlü, oğul da onun
ümmetidir. Ya da burada kastedilen, her baba ve her
oğuldur.
İşte dînin muhatabı bu üç gruptur.
Baba, ana ve oğul. Öyleyse biz bu dîni, bu mesajı bu üç grup insana ulaştırmak
zorundayız. Dînin muhatabı bu üç gruptur. “Efendim önce öğretmene anlatalım,
önce zengine anlatalım, önce elit tabakayı ele alalım.” Hayır, böyle bir
sıralamaya hakkımız yoktur. Zaten herkes bu üç sınıfın içindedir. Öğretmen de
olsa, talebe de olsa, zengin de, fakir de olsa insan ya babadır, ya oğuldur ya
da kadındır. Öyleyse bu dîni herkese ulaştırmak, herkesi bu mesajla tanıştırmak
ve diriltmek zorundayız.
4. “Muhakkak ki biz
insanoğlunu, zorluklara katlanacak meşakkat içinde
yarattık.”
İşte yeminlerin cevabı budur. Neymiş
konu? Niye bu kadar ye-min etmiş Rabbimiz? Bu yeminlerin sonunda söyleyeceği
önemli konu neymiş? Şunun içinmiş bu yeminler: Biz insanı meşakkat içinde
yarattık. İşte Rabbimizin bütün bu yeminlerle bizim dikkatimizi çektikten sonra
ortaya koyduğu önemli konu budur. Biz insanı meşakkat içinde yarattık. İnsanın
tüm hayatı meşakkattir. Babanın sulbünden ana rahmine atılışı meşakkat, ana
karnında bulunuşu, karanlıklar için-de kan emerek beslenişi meşakkat, doğarken
meşakkat, sonra emzik dönemi, bulûğu, geçim zamanı, kazanması, kazandığını
yemesi, yediğini hazmetmesi, hazmettiğini çıkarması, çıkardığını temizlemesi,
yazın sıcağında terlemesi, kışın soğuğunda üşümesi, kısacası hepsi meşakkattir.
Yanarken meşakkat, yananları
görürken meşakkat, cehenneme gidenleri seyrederken meşakkat, dinin emirlerini
yaşamıyorsa me-şakkat, kendisi yaşıyorsa bile yaşamayanları görürken meşakkat,
ih-tiyarlarken meşakkat, ölürken meşakkat, kabirde ölüm meleklerinin suali
meşakkat, kabir zulmeti meşakkat. Sonra dirilişi meşakkat, Mah-şer, hesap, kitap
meşakkat. Sonra istikrar mahalline varıncaya kadar insanın bu meşakkati devam
eder. Eğer Allah nasip eder de cennete girerse, hûrilere yaslandığı anda artık
tüm bu meşakkatler bitecek ve Allah’ın izniyle huzura kavuşacaktır. Ama Allah
korusun da yaşadığı bozuk düzen bir hayatın sonucu olarak eğer cehenneme
giderse, düşünülemeyecek boyutta daha büyük meşakkatler içinde bulacaktır
kendisini.
Evet insanın hayatı hep meşakkattir.
Madem ki yoruluyor insan, bari Allah için yorulsun, değil mi? O zaman
karşılığında bir şeyler bulacağız. Ama başka şeyler için yorulduğumuzda, bu
yorulmalarımız hepten boşa gidecektir.
Din işinde de hep meşakkat içindedir
insan. Bolluk, sıhhat ve meserret zamanında insan hep şükürle uğraşır, sıkıntı,
hastalık ve yokluk zamanlarında da hep sabırla meşguldür. Her an Rabbine karşı
ibadetlerini, kulluğunu, sorumluluğunu eda ile meşguldür insan. Allah’a karşı
kulluk mihneti ile meşguldür sürekli. Açlıkta açlıkla, toklukta toklukla,
sıcakta sıcakla, soğukta soğukla meşguldür her an. Aslında dünyada lezzet
yoktur. Dünyada lezzet zannedilen şeyler aslında lezzet değil, elemden
kurtuluştur.
Meselâ yemekten duyulan
zevk aslında zevk değil, açlık eleminden kurtuluştur. Veya giyimde duyulan zevk
aslında soğuk ve sı-cak eleminden kurtuluştur. Öyleyse dünyada insanın durumu ya
elemdir, ya da elemden kurtuluştur diyebiliriz. Aslında bu durum, bizi yaratanın
bizim üzerimizde işleyen yasalarını ve bizi başka bir âleme hazırladığını
gösterir. Bu durum bize başka bir âlemin varlığını ispat eder. Sınırsız arzular,
sınırlı tatmin yolları, bize bizim hayatımıza cevap verecek bir âhiretin
varlığını ispat etmektedir.
İnsan, hayatı itibariyle sürekli bir
meşakkat içindedir ve bunu hayra kanalize eden de yaratıcının bizim adımıza
gönderdiği hayat programı olan dindir. Bunu en güzel düzene koyan Allah’ın
dinidir. Meselâ şu anda, oturduğunuz mekânda eşyalar dağınık olsa ruhunuz
sıkılır değil mi? Ama her şey yerli yerinde ve düzenli olsa insan rahat eder.
İşte İslâm eşyayı, varlıkları bu hale getirir. Her şeyi yerli yerine
oturtur.
5. “İnsanoğlu,
kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?”
Bu zavallı, bu hor, hakir, güçsüz, aciz
insan, aczini, hiçliğini unutur da kendine Allah’ın güç yetiremeyeceğini mi
zanneder? Öyle mi hesap eder, öyle mi zanneder ki güçler gücüne kafa tutmaya
kalkar. Yani kâinat içinde çok küçük, çok basit bir varlık olmasına rağmen
kendisini bir şey zanneder de, kâinatın Rabbine, âlemlerin sahibine kafa tutup
isyan etmeye mi kalkar? Bu kâinatı ve kendisini yoktan var etmeye güç yetiren
Allah’ın kendisine güç yetiremeyeceğini, onun hakkından gelemeyeceğini mi
zanneder? Bu, Allah tarafından, Allah yasalarıyla kuşatılmışlığına, Allah
yasalarının dışına çıkma im-kânına sahip olmamasına rağmen Allah’a karşı
küstahlık yapmaya mı çalışır?
Haydi gücü yetiyorsa çıksın
bakalım Allah yasalarının dışına. Acıkmamayı, susamamayı, üşümemeyi, tuvalete
gitmemeyi, hastalanmamayı, ölmemeyi becersin bakalım gücü yetiyorsa. Bu, Allah
ya-salarına boyun bükmüş haliyle Allah’la savaşa tutuşmaya mı kalkışıyor bu
nankör insan? Allah’ın Müslüman kullarını yalnız ve korumasız zannedip onları
bir kaşık suda boğabileceğini, Allah’ın dinini kaldırabileceğini, Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın sistemini yok edebileceğini mi zannediyor bu nankör?
Allah’ın kendisinden intikam alamayacağını mı zannediyor? Allah’ın kendisine güç
yetiremeyeceğini mi zannediyor da:
6. “Yığın, yığın mal tüketmişimdir
diyor.”
”Muhammed’e, Muhammed’in (a.s.)
dinine, dâvâsına karşı ko-yabilmek için, ona düşmanlık yolunda, onun dinini yok
etmek uğrunda nice mallar harcadım diyor o bedbaht. İslâm’ın gelişip
yayılmaması, Müslümanların çoğalmaması, İslâmî hareketin önünü kesmek için ni-ce
yatırımlar yaptık. Bu iş için ne kanunlar çıkarıp bütçeden nice yatırımlar, nice
programlar yaptık” diyor o alçaklar. Allah’ın kendilerine güç yetiremeyeceğini,
Allah’ın dinini koruyamayacağını mı zannediyor bu hainler?
Kimi Allah düşmanları, paralarını bu
yola yatırırlar. İslâm’ın ge-lişmesini önleyebilmek için akıllarınca tedbir
aldıklarını zannederler. Aslında bu kuş beyinliler kiminle savaştıklarının
farkında değillerdir. Rasulullah ve daha önceki dönemlerde, bu tür kâfirlerin
nasıl bir âkıbete uğradıklarını da bilemeyecek kadar cahildir bunlar.
Kâfirler küfürleri istikâmetinde,
süfeha takımı da sefahet ve gösteriş için mal harcarlar. Allah yolunda harcanan
mallara infak, Al-lah’a düşmanlık ya da Allah’ın hoş görmediği yerlerde gösteriş
için harcananlara da ihlâk denir. Birincisi Allah katında değer kazanıp kat kat
artırılarak yarın ona en çok muhtaç olduğu bir günde insanın karşısına
çıkarılırken, öbürü de tümüyle helâk edilmiştir.
Öyleyse Allah için bir düşünün.
Allah’ın verdiklerini nerelerde harcıyorsunuz? Evinizdekileri, üstünüzdekileri,
bürolarınızdakileri, dükkanlarınızdakileri, midenize ve toprağa gömdüklerinizi
Allah mı istedi? Değilse niye gömdünüz onları? Nerelerde tüketiyorsunuz
mallarınızı? Çoğunun ağzı mutfakta, dübürü tuvalette. Birinin 200 kravatı var.
29 ayakkabısı, 40 çantası, 5 televizyonu, yazlık arabası, kışlık a-rabası,
bilmem nesi, nesi mevcut… Unutmayın ki bunları nerelerde tükettiği tek tek
sorulmadan bir adım bile atamayacak yarın insan.
Bu nankör insan öyle diyormuş: “Ne
paralar harcadım be! Ne paralar tükettim be! Ne yemekler yedim be! Bu eller ne
paralar gördü be! Bu mideden neler geçti bugüne kadar be! Ne âlemler gördü bu
gözler!” Süfeha takımı, bir fakirin karnını doyurmak için değil, bir muhtacın
yüzünü güldürmek için değil, sefahat ve gösteriş için mal sarf
eder.
Bir de böyle övündüğü, başkalarına
duyurduğu için, gösteriş yaptığı için din yolunda, Allah yolunda sarf ettiği
malların da boşa gittiğinin beyanıdır bu ifâde. Nitekim bakın bundan sonraki
âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:
7. “O, kimsenin kendisini
görmediğini mi zannediyor?
“Yani böyle diyen, gösteriş için mal
harcayan kişi kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor? Yoksa hesabını buna
göre mi yapıyor? Allah kendisini görmedi mi ki yaptıklarını başkalarına anlatıp
duruyor? Yani ne yapmaya çalışıyor bu adam? Yoksa mükâfatı başkaları mı verecek
ki onlara duyurmaya çalışıyor? Kimin adına yaptı bunları? Kime duyuruyor? Eğer
bütün bu yaptıklarını Allah için yapmışsa, zaten Allah onları gördü. Zaten bildi
ve onları yazdı Allah. Niye bir de başkalarına sayıp döküyor bu adam?” diyor
Rabbimiz. Veya bu nankör insan, kâfir insan Rabbinin kendisini görüp
gözettiğini, Rab-binin gücü ve kudretiyle kendisini kuşatıp, kendisine egemen
olduğunu bilmiyor mu ki, O’nun dinine, O’nun elçisine karşı amansız bir
düş-manlığa cüret edebiliyor?
Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil’in çok
kıymetli bir gerdanlığı varmış, “Bunu Muhammed’e düşmanlığa vakfettim” demişti.
“Bunu Peygamberin dinine düşmanlığa vakfediyorum, Onun dininin önüne geçilsin
diye bunu fedâ ediyorum” diyordu. Şimdi de aynı maksatla vakıflar kuranların
varlığına şâhit oluyoruz. Malını, servetini, hayatını, varlığını din
düşmanlığına vakfedenleri duyup görüyoruz. Seleflerinin âkıbetlerini bilmiyor
zavallılar da aynen onların yollarından gitmeye
çalışıyorlar.
Bir düşünün, bir bakın, gözünüz yok mu
sizin?
8-9. “Biz onun için iki
göz, bir dil ve iki dudak var etmedik mi?”
Size iki göz vermedik mi? Ona Allah’ın
kâinatta yerleştirdiği görsel âyetlerini görüp, değerlendirip, ibret alarak
Allah’ın gücünü, kudretini anlayabileceği iki göz vermedik mi? Onu görsel
âyetlere in-tibak edebilecek bir özellikte kılmadık mı? Sorumluluğunda odak
nokta olarak onu görür kılmadık mı? Burada kastedilen ya bedenimizdeki şu iki
gözdür, ya da biri kalp gözüdür, öbürü de şu gözdür. Allah iki göz verdiğini
anlatıyor. Peki acaba niye verdi Allah bu gözü bize? Kur'an okuyasınız diye.
Sonra ay, güneş, semâ, arz, insan, ağaç, dağ, taş gibi Allah’ın meşhud
âyetlerini okuyasınız, onlara intibak edesiniz diye. Allah onları size hakta
kullanasınız diye verdi. Peki nerelerde kullanıyoruz bu gözleri? Olmayan şeyler
okumakta, olmayan şeylere bakmakta mı? Bir düşünelim.
“Bir dil ve iki
dudak var etmedik mi?”
Bir de dil ve
iki dudak vermedi mi Allah O’na? Yani öteki varlıklardan farklı olarak meramını
anlatma, konuşabilme özelliği vermiştir Allah insana. İnsanın dışında hiçbir
varlıkta yoktur bu özellikler. Sair varlıklardan farklı olarak meramımızı
anlatabilecek, karşımızdakine beyan nakledebilecek bir dil ve iki dudak verdi
Allah bize. Gariptir ki Allah’ı inkar ederken bile, Allah’a kafa tutarken,
yukarıdaki böbürlenmeyi yaparken bile bu nankör insan Allah’ın kendisine verdiği
bu dille söylüyor bunu. Allah’ın verdiğini O’nun aleyhinde kullanıyor
utanmadan.
Allah, konuşsun, Allah’ın âyetlerini
gündeme getirsin, dilini vahyin sözcülüğünde ve kullukta kullansın diye dil ve
dudaklar verdi. Ama adama, “Niye kullanmıyorsun bu dilini kardeşim? Niye çoluk
ço-cuğuna âyet hadis anlatmıyorsun? Niye çevrendekilere din duyur-muyorsun?”
diye sorunca da diyor ki: “Yok ben anlatamam! Hocalar anlatsın efendim! Ben hoca
değilim ki? Ben âlim değilim, ben bu işin tahsilini yapmadım ki!” Yemek yemeye
gelince açılır o ağız, ama anlatmaya gelince onu Allah hocalara verdi olur.
Peynirin küflüsünü, tur-şunun modelini, balın güzelini anlamaya gelince ağız
var, ama âyet-hadis anlatmaya gelince ağız yok. Veya ticaretten, paradan,
puldan, attan, avrattan, marktan, dolardan, saptan, samandan, siyasetten,
seçimden, geçimden bahsetmeye gelince adam kimseye söz vermez, ama âyet
anlatmaya, dinden söz etmeye gelince ağız yok adamda sanki. Ayıp değil mi? Kimi
kandırıyorsunuz?
Öyleyse bunları nerede kullandığımızı
bir düşünelim. Nerelerde kullanacağımızı bilelim. Allah bütün bu nîmetleri ne
için verdi? Biz nerelerde kullanıyoruz, bir muhasebesini yapalım. Hepimize göz
vermiş, dil vermiş Allah. Her birimizi bu konuda eşit imkânlarla imtihan ediyor.
Evet biz insana iki göz, bir dil ve iki
dudak verdik ve:
10. “Biz O’na eğri ve
doğru iki yolu da göstermedik mi?”
Biz onun karşısına necdeyn çıkarmadık
mı? Onun karşısına iki tepecik çıkarmadık mı? Necd, necdeyn. İki tepe, iki
tepecik. İki tümsek, tümsekçiktir.
Bakın Rabbimiz önce göz dedi, sonra dil
dedi, sonra iki dudak dedi, sonra da iki tepeden, iki tepecikten söz etti.
Ağızdan, dudaklardan sonra anlatılan bu iki tepenin, ananın göğüsleri olduğu
belirtilmiştir. Çocuk kendisine verilen bu ağzı ve dudakları vasıtasıyla
annesinin göğüslerinden emecektir. Böyle açıklandığı gibi, bunun doğru yol, eğri
yol olduğu da söylenmiştir. Allah insanın karşısına hak ve bâtıl, hidâyet ve
dalâlet olarak iki yol çıkarmıştır Öyleyse Kur'an’ı Kur’an’la anlayacağız.
Kur’an’ı Kur’an mantığıyla anlamak zorundayız. Kur’an bitti mi burada? Sanki
başka âyet yok mu Kur’an’da? Öyleyse öteki âyetlere bakacak ve bu âyetin
mânâsını anlamaya çalışacağız. Bakın İnsan sûresi bize şunları
anlatır:
“İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey
olana kadar, şüphesiz, uzun bir zaman geçmemiş midir? Biz insanı katışık bir
nutfeden yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini
sağlamışızdır. Şüphesiz O’na yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de
nankörlük.”
(İnsân 1-3)
Bakın Rabbimiz burada buyuruyor ki,
“Biz insanı katışık bir meniden yarattık ve onu evire çevire deniyoruz, imtihan
ediyoruz. İm-tihan için onu gören ve duyan yaptık. Ve bir de biz onu yola
hidâyet ettik.” Bir yol ki, iki şekilde gidilir. Ya şükredilerek, ya da
küfredilerek. Ya Allah’ın yolunun yolcusu, ya da şeytanın yolunun yolcusu olarak
gidilebilen bir yol. Ya da aslında yol tektir de, iki tip gidiş vardır bu
yol-da. Meselâ bir trafik kurallarına göre gidiş var, bir de keyfine göre
gi-diş. Bir o yolun programını, yolu kuran, yolu koyan Allah’tan alarak,
Allah’ın istediği biçimde gidiş var; bir de kendi kendine hayat programı
yaparak, Allah’ın dinine karşı müstağnî davranarak gidiş
vardır.
Çünkü Allah’ın yolunda kurallar var. Bu
yolda yorgunluklar, inişler, yokuşlar var. Allah yolunda durulmaması gereken
yerler, durulması gereken yerler var. Meselâ öğlen molası verilecek, öğle namazı
kılınacak, Cuma molası, ikindi molası verilecek, Ramazanda ye-me içme molası
verilecek, fâiz kokusu gelen yerlerde durulacak, yetecek kadar rızka ulaşılınca
durulup başka işlere bakılacak, ilme zaman ayrılacak, Kitap-sünnete vakit
bırakılacak, içki sofrasında durulacak, haram bir ilişki karşısında durulacak,
cihad ortamında yürünecek, infak ortamında ileri gidilecek gibi… Bu yolda
çeşitli duraklarda, çeşitli konumlarda İslâm kişiden bir şeyler ister. Bazen mal
geliyor, orada şöyle davran diyor. Bazen malı kayboluyor, bazen çocuğu doğuyor,
bazen ölüyor, bazen hasta oluyor, bazen kurban geliyor, bazen kurban olma dönemi
geliyor. İslâm yolunun özelliğidir bu. Her yerde, her konumda Allah ondan bir
şeyler ister. İnsan hayatının her bir konumunda bu yolun kurallarına uymak,
Allah’ın kendisinden istediği gibi bir hayat yaşamak
zorundadır.
Öyleyse burada anlatılan iki tepecik,
iki yol demektir. Birisi hi-dâyet yolu, ötekisi de dalâlet yoludur. Birisi Allah
kurallarına göre gidilen hidâyet yolu, ötekisi de insanın kendi hevâ ve
hevesleri istikâmetinde, şeytanların vahiyleri, ya da bir kısım tâğutların, bir
kısım yapay tanrılar ve tanrıçaların yasaları istikâmetinde gidilen dalâlet
yollarıdır. Allah yarattığı bu insanın karşısına böyle iki yol çıkarmıştır:
Necdü’l hayr, necdü’ş şer. Ona bunlardan birisini seçme iradesi
vermiştir.
11. “Ama o, zor geçidi aşmaya
girişemedi.”
Evet demek ki bu nankör insana göz
verdik hakkı görsün diye, dil verdik hakkı anlatsın diye, ama şu nankör insana
bir bakın ki o Akabe’yi aşamadı. Akabe’nin hakkından gelemedi, üstesinden
gelemedi. Akabe’yi ikdiham edemedi. Akabe konusunda başarıya
ulaşamadı.
12. “O zor geçidin ne olduğunu sen bilir
misin?”
Akabe nedir bilir misin sen? Sen nerden
bileceksin bunu! Öy-leyse dinle onu sana anlatayım demektir bunun mânâsı. Bu
ifâdesiyle Allah, dinleyin anlatayım öyleyse size Akabe’nin ne demek olduğunu
diyor. Yani Rabbimiz burada insanın düştüğü noktayı, arabayı kuma kaptırıp
şarampole yuvarlandığı noktayı, bu yolun en tehlikeli yerini anlatacak. Akabe,
zor geçit, sarp yokuş demektir. Akabe, kulluk yolunun en zorlu, en zahmetli
yokuşudur. Akabe, Allah’ı, İslâm’ı, kitabı, sünneti, kulluğu bilmeyen insanın
nefsine zor gelen İslâm yoludur. Kâfirlere, zâlimlere, müşriklere, nankörlere
çok zor gelir İslâm yolu. Leyl sûresinde de anlatılacağı gibi, hüsnâyı
yalanlayan, tevhidi reddeden, kulluk yapanlara Allah’ın kıyâmet gününde
yaptıklarının karşılığını kat kat fazlasıyla vereceğine inanmayan, cenneti
reddeden, öl-dükten sonra dirilmeye inanmayan insanlara kulluk yolunun çok zor
geleceği anlatılacak. İşte burada da Rabbimiz bu nankör insanın kulluk yolundaki
en zor geçidi, en sarp geçidi aşamadığını anlatacak. Yani Akabe’yi anlatacak ve
sonra da bu Akabe’yi aşmanın yollarını gösterecek.
Neymiş Akabe? Neymiş o insanın yan
çizdiği, kaçtığı, yüklenmek istemediği, başaramadığı zor
geçit?
13-17. “O geçit, bir
köle ve esir âzâd etmek, yahut açlık gününde, yakını olan bir öksüzü, yahut
toprağa serilmiş bir yoksulu doyurmaktır. Sonra, inanıp birbirine sabır tavsiye
edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden
olmaktır.”
İşte o Akabe, o İslâm’da en zor geçit,
kulluğun en zor bölümü, rakabeyi fekk’dir. Rakabe, boğaz, boyun demektir. Fekk
de çözmek, gevşetmek, rahatlatmak demektir. Öyleyse rakabeyi fekk, boğazdaki
bağı, boyundaki ipi çözmektir. Yani köleleri, köleleşmiş, köleleştirilmiş
insanları hürleştirmek, boynu ipli insanların iplerini çözüp onları serbest hale
getirmek demektir.
Kelimenin Türkçe’deki ifâdesi birkaç
boyutludur: Adamın boynunda ip var ve biz bunu çözeceğiz. Peki ip ne? Boyun ne?
Nasıl an-layacağız bunu? Adam esirdir, köledir ve boynunda esaret ipleri, esaret
zincirleri vardır. Eskiden köle pazarları varmış. İnsanlar böyle boyunlarında
iplerle buralara getirilir ve hayvanlar gibi satılırlarmış. Şu andaki amele
pazarları, İşçi bulma kurumu, AET mi, yoksa İ.M.F gibi mi, bilmiyoruz. Onu
götüren, karın tokluğuna götürür, çalıştırır ve beslermiş.
Allah Resûlü buyurur ki
“Kim bir köleyi âzâd ederse her
bir âzâsına mukabil onun bir âzâsını Allah cehennemden âzâd edecektir. Eline el,
beline bel, diline dil, hattâ fercine ferc.”
Sahâbeden bir zât bunu duyar
duymaz en kıymetli kölesini çağırıp âzâd ediyor. Diyorlar ki, “Yahu bu bin
dirhem eder, niye böyle kıymetli bir köleyi bir çırpıda âzâd ettin?” O der ki,
“Ben kazanacağımı kazandım.”
Sûrenin bu bölümünde Rabbimiz köle
azadından söz ediyor ve kulluğun, İslâm yolunun en zor geçitlerden birisi
olduğunu anlatıyor. İnsanları hürleştirme, insanları başkalarına kulluk ve
kölelikten âzâd edip Allah’a kulluğa kazandırma adına mal harcamanın önemin-den
söz ediyor. Bu uğurda mal harcamanın nefislere zor geldiğini an-latıyor. Köle
âzâdının önemine dikkat çekiyor.
Kölelik müessesesi tarihe karışalı
yıllar oldu, diyorlar. Köle mi var sanki bu devirde? diyorlar. Yaşadığımız
hayatta binlerce, belki milyonlarca köle vardır. Bunu görebilmek için Kur’an,
Sünnet gözlüğüyle olayları ve toplumları değerlendirmek gerekir. Öyleyse
Kur’an’a göre kölelik nedir, hürriyet nedir, tanıyalım.
“Ancak sana kulluk eder ve ancak
yardımı senden dileriz.”
(Fâtiha 5)
Ya Rab ben köleyim sana! Biz köleyiz
sana! Ancak sanadır kulluğumuz, köleliğimiz! Ancak senin huzurunda eğilir
başlarımız! Halbuki İslâm köleliği kökünden kaldıran, köleliğin kökünü kazıyan
bir dindir. Ama başkalarına kulluğu, başkalarına köleliği kaldıran ve Allah’a
köleliği geliştiren bir dindir. Öyleyse kişi eğer Allah’ın dışında birilerinin,
Allah’tan başka bir şeylerin kölesiyse onu o kölelikten kurtarmak ve sadece
Allah’a kul, köle yapmak zorundayız. Meselâ Allah’tan başka nelerin kulu, kölesi
olur insanlar? Toplumun, paranın, modanın bordronun, kadının, güzelin, makamın,
çevrenin, âdetlerin, müdürün, amirin, ağanın, patronun kölesi olur. Yığınlarla
varlığın kölesi olabilir insan.
İbadet, kulluk, kölelik, genelde insan
hayatını, insanlığın hayatını kapsayan, özelde de bir insanın hayatının en küçük
birimi olan bir gününü ve bir gecesini kapsayan zaman dilimi içinde kişinin
Allah’ın istediği biçimde, Allah’ın belirlediği hayat programı çerçevesinde
hayat sürmesinin adıdır. Hayat sahibi olan insan mutlaka o bir gün ve geceyi
yaşayacaktır. Ama bu yaşayış biçimini Allah belirleyecek, yani yaratıcıyı memnun
etmek adına yaşayacak ve bu bir gece ve gündüz ibadet olacaktır. Yaratıcı
tarafından belirlenmemiş ve yaratıcıyı değil de başkalarını memnun etme adına,
başkalarının belirlediği program dahilinde geçirilen zaman da boşa geçirilen
zaman demektir. Demek ki ibadet tüm hayatın Allah için yaşanmasının adıdır. Kişi
o zamanı kimin adına ve kimi memnun etmek için yaşamışsa ona ibadet etmiş, onun
kulu, kölesi olmuş demektir.
Yani kişinin hayatına hakim olan unsur
Allah’sa, o, Allah’ın kö-lesidir, başkalarıysa başkalarının kölesidir. Kişinin
hayatında etkili var-lık kimse, hayatını kim belirliyorsa, hayatına kim program
çiziyorsa, kimin hatırına, kimin yasaları istikâmetinde hareket ediyorsa,
unutmayalım ki o kişi onun kulu ve kölesidir. Yani yaptıklarımızın yaptırıcısı
kimse, biz onun kulu ve kölesiyiz. Bir bakalım hayatımıza. Bir bakın
yaptıklarınıza. Kim dedi de yapıyorsunuz bunları? Elbise şöyle olmalıdır, ev
tefrişi şöyle olmalıdır, tül perde böyle olmalıdır, elbisenin yeni şöyle, yakası
böyle olmalıdır, ütüsü, paçası, yırtmacı şöyle olmalıdır.
Misa fire mutlaka şunlar
şunlar ikram edilmelidir, hukuk böyle olmalıdır, eğitim şöyle olmalıdır, siyasal
yapılanma böyle olmalıdır, tatil, takvim böyle olmalıdır. Ev tefrişi şöyle,
kazanma, harcama böyle olmalıdır. Peki kim dedi bunu? Kim dedi diye yapıyoruz
bunları?
Allah dedi diye mi yoksa
Zerdüşt böyle buyurdu diye mi? Çevre böyle istiyor diye mi? Âdetler, töreler,
yönetmelikler bunu emrediyor diye mi? Allah için bir düşünün. Allah için
vaziyetinize bir bakın. Acaba şu anda Müslümanların başı Allah’tan başkalarının
önünde eğilmiyor mu bugün? Acaba Müslümanlar Allah’tan başkalarına itaat
etmiyorlar mı bugün? Allah’tan başkalarından korkmuyorlar mı? Allah’tan
başkalarına güven bağlamıyorlar mı? Allah’tan başkalarını Rab, Melik, İlâh ve
hakim görmüyorlar mı? Allah’tan başkalarını Rezzak bilmiyorlar mı? İkinci,
üçüncü derecedeki Rezzaklarının gazabından emin olmak için Allah’ın arzularını
terk etmiyorlar mı? Birilerinin hatırına Allah’ın istediği kılık-kıyafeti terk
etmiyorlar mı? Birilerinin ha-tırına Allah’ın istediği alfabeyi terk edip
başkalarının alfabesini kul-lanmıyorlar mı?
Birileri hatırına
Allah’ın hukukunu, Allah’ın hayat programını terk edip başkalarının yasalarına
tabi olmuyorlar mı? Acaba Allah’tan başkalarının kapısında adâlet arayanlar
Allah’ın adâletini beğenmediklerinden, Allah’ın emirlerini dinlemediklerinden
gitmiyorlar mı? Şu anda Müslümanların camide ayrı bir İlâhları, caddede ayrı bir
İlâhları yok mu? Namaz konusunda sözünü dinledikleri ayrı bir İlâhları,
hukukları konusunda ayrı bir İlâhları
yok mu? Oruç konusunda ayrı bir İlâhları, kılık-kıyafetleri konusunda ayrı bir
İlâhları yok mu? Âhiret ko-nusunda bir İlâhları, dünya yasaları konusunda söz
sahibi ayrı bir İlâhları yok mu?
İşte kulluk, kölelik budur ve bugün
insanlar bir şeylerin kölesidirler. Kimileri yasalarını uygulamaya çalıştıkları
tâğutların kuludur, kimileri fısıltılarına, vesveselerine kulak verdikleri,
gösterdiği yoldan gittikleri şeytanın kuludur, kimileri aşırı derecede sevip
saydıkları dehâlârın, liderlerin kuludur, kimileri Allah yerine oturtup
putlaştırdıkları nefislerinin, hevâ ve heveslerinin kulu, kimileri Allah
yasaları yerine ikame ettikleri modanın kulu, kimileri Allah’ı darıltma pahasına
da olsa uymaya çalıştıkları âdetlerin kulu, kimileri asla karşı gelinmez
zannettikleri toplumun, çevrenin kulu, kimileri yönetmeliklerin kuludur. Gerek
itikadî anlamdaki, yani gerek teşrî anlamındaki kanun koyma konusundaki kulluk
olsun, gerekse bilinen mânâdaki ibadet şeklindeki kulluk olsun hepsi de birdir.
Bunların tamamı
kulluktur.
İşte görüyoruz nice Müslüman köleler,
düğünde topluma köle olma adına nice günahlara girerler. Kızını berbere
göndermeli, dünürü göndermeli, geline damada şu kadar elbise alınmalı, geline
gelinlik giydirilmeli vs, vs. Bunlar kölelik değil de nedir şimdi? Kölelik değil
mi bunlar? Köleler ordusu olmamış mı bu toplum? Bir de fikir dünyasına düşünce
yapısına bakın gelinin, yahut damadın. Ne giyinmişler düşünce adına? Neyle
örtünmüşler îman adına? Kaç âyetle örtülü gelin ve damat? Değilse Allah korusun,
çıplak bunlar. Öyleyse örtelim bunları, örtün onları, hürleştirin onları,
kurtarın âdetlerin, çevrenin, törelerin kulu, kölesi olmaktan. Kurtarın bu
insanları yönetmeliklere kulluktan. Kurtarın bu insanları Allah’la, Allah’ın
arzularıyla çatışan modaya kulluktan. İşte burada anlatılan köle âzâdı budur.
İşte burada anlatılan, insanların boyunlarındaki Allah’tan başkalarına kulluk ve
kölelik iplerini çözmek ve onları sadece Allah’a kul, köle haline
getirmektir.
Meselâ bakın şu bizim toplumda pijama
diye bir giysi var. İnsanların huzuruna çıkamazsınız onunla. Camiye gidemezsiniz
o kıyafetle. Ama gidip görenleriniz biliyorlar ki Allah’ın evinde, Kabe’de,
Allah’ın kulları istediği gibi giyiniyorlar. Orada şu sizin insanların karşısına
çıkamadığınız kılık-kıyafetle dolaşmaktadır insanlar. Allah’ın evinde böyledir
ama insanların evinde giyinemiyorlar insanlar bu kıyafeti. Sormak lâzım şimdi:
Neden giyinemiyoruz onu? Toplumun ayıplaması mı önemli, yoksa Allah’ın
ayıplaması mı? Toplumu mu hesap ediyoruz yoksa Allah’ı mı? Kime kulluk ediyoruz?
Topluma mı, Allah’a mı?
İşte âyet-i kerimede geçen
boyundaki ipleri çözmenin anlamı budur. Öyleyse ulaştıralım bu insanlara kulluk
bilgisini de onların boyunlarındaki çevreye, âdetlere, modaya, yönetmeliklere,
ağaya, patrona kulluk iplerini çözelim. Ulaştıralım bu insanlara vahyi de, bu
insanları Allah’tan başkalarına kulluktan, kölelikten kurtaralım. Biz onlara
gidip Allah’ı tanıttıkça, bu insanlar Allah’tan başkalarının Rabb
olamayacaklarını, Allah’tan başkalarının asla kulluğa, köleliğe lâyık
ol-madıklarını tanıyacaklar, bilecekler, kalplerindeki, kafalarındaki düğümler
çözülecek ve Allah’a giden yolları açılacak. Vücutlarındaki kü-für hücreleri
ölecek ve îman hücreleri kuvvetlenecek. İşte âyet-i kerimede Rabbimiz bunu
anlatıyor ve bizden bu zor geçidi aşmamızı, in-sanları hürleştirme yolunda
rahatlarımızı terk edip, zamanlarımızı fe-dâ edip, mallarımızı bu yolda harcayıp
îman iddiasında sadakatimizi ortaya koymamızı
istemektedir.
Ama bakıyoruz ki bugünkü zilli eğitim
ve bu eğitimin eğiticileri, öğretmenler, müdürler, babalar, analar bu körpe
dimağlara vahyi ulaştırarak onların kafalarındaki, boyunlarındaki Allah’tan
başkalarına kulluk düğümlerini çözmekten daha çok, düğüm vurma adına
uğraşıyorlar. Düğümleri çözme adına değil de düğüm vurma, düğümleri ço-ğaltma
adına eğitim veriyorlar. Öyle değil mi? Bizde, şu bizim eğitim sisteminde çocuğa
verilen her şey ona bir düğüm daha ekleme adınadır. Onun çevreye kulluk
düğümlerini çoğaltma adınadır.
Aman oğlum çevrene uyum sağla!
Aman oğlum sana öğretilenleri iyi belle! Aman oğlum topluma karşı gelme! Aman
oğlum şunları oku! Önce şunları şunları öğrenmelisin! Aman yavrum önce şunları
sevip saymalısın! Çevrene uyum sağla! Aman oğlum şu okulda oku! Aman oğlum daha
çok para getirecek okulları seç! Aman oğlum bilgisa yar öğren! Aman oğlum el âleme
muhtaç olma! Aman oğlum ileri gitme! Aman oğlum kendini tehlikeye atma! vs, vs…
Böylece sadece Allah’ı dinlemesi,
sadece Allah’ın dediklerini yapması, sadece Allah’ın çektiği yere gitmesi
öğütlenmesi gereken çocuklarımızın boyunlarındaki kulluk iplerini çoğaltmaya,
daha çok ki-şiyi dinlemeye teşvik ediyoruz.
Veya bir başka kölelikten söz edeyim
size. Bugün bir insan 300 milyonla geçinir değil mi? Eğer içkici, zinacı,
kumarcı, modacı de-ğilse. Pislikten hoşlanan birisi değilse geçinir değil mi?
İşte pek tabii geçinenleri görüyoruz. Şimdi farz edin ki bir adam 30 yaşında ve
bu adamın 40 sene daha yaşayacağını farz edip, adamın yaşayacağı her bir ayına
50 milyon, hattâ 100 milyon ayırıp bu parayı altına çevirip bir kenara koysak.
Desek ki, “Bak senin önünde yaşayacağın 40 yıllık paran burada hazır. Her ay
altına endeksli olarak gelip buradan ala-caksın.” Ne yapar bu adam? Bu adam yine
de rahat durmaz değil mi? Ne olur ne olmaz? Harp olur, darp olur aç kalırım, iki
günlük ömre dört günlük nafaka gerekir diyerek yine koşturmaz mı bu adam? Peki
kölelik değil de nedir bu? Şu anda insanların hepsi böyle değil mi?
Yani zengini de, fakiri de köle
gibi koşturmuyor mu? Hattâ na-mazlarını bile terk edercesine, ilmi terk
edercesine, çocuklarının, hanımlarının eğitimlerini terk edercesine herkes
yiyemeyecekleri paraları, oturamayacakları evleri toplamak peşinde değil mi şu
anda? Öy-leyse köle dolu bir toplum değil mi bu toplum? O halde bu toplumda köle
var mı yok mu tartışmasına girmeden, bu sûrenin bugün anlatılmasına gerek var mı
yok mu? Cehaletini, köleliğini açıkça ortaya koy-madan, içinde kendimiz de olmak
üzere bu insanlara vahyi sunarak, Kur'an ve sünneti ulaştırarak bu insanları
hürleştirmek zorundayız. Boyunlarındaki her şeye kölelik iplerini koparıp sadece
Allah’a kul, köle haline getirmek zorundayız. İşte bu dinin en zor geçitlerinden
birincisi budur. Başka?
Yahut
ihtiyaç zamanında, açlık gününde akrabalığı olan yetimi, bildiğin, tanıdığın,
haline muttali olduğun yetimi doyurmak.. En ya-kınındakini, bildiğin yetimi
gözetmek. Yahut da toprağa bulanmış, sı-fırı tüketmiş miskini doyurmaktır. Gerek
toplumda âkıl bâliğ olmadan babalarını kaybetmiş gerçek yetimleri, gerekse
babaları, anaları başlarında olduğu halde dükkana, tezgaha, paraya, pula
köleliklerinden dolayı eve sarhoş girip çıkan, çocuklarıyla ilgilenecek vakit
bulamayan, onlara hiçbir şey öğretmeyen, onları kitap, sünnetle tanıştırmayan
kimselerin çocukları, yani hükmen
yetimleri, piyasadaki sahipsizleri de doyurmak zorundayız. Bunların kalbini,
kafasını ve midesini doyurmak zorundayız. Kalplerini Allah’a götürücü îmanla,
kafalarını Allah’a götürücü bilgiyle, midelerini de Allah’ın helâl kıldığı
rızıkla doyuracağız.
Demek ki Akabe köle âzâd etmek, bu
uğurda mal infak etmek, yetimleri, fakirleri doyurmaktır. Bir
de:
“Îman edenlerden
olmak. Îman edenlerle beraber olmak, îmanlı olanların safına katılmak, sabrı
tavsiye etmek ve de sabredenlerle beraber olmak, merhamet etmek, merhamet
tavsiye edenlerle beraber olmaktır.”
Müslümanın şiarı inanmaktır, ama
cennete yalnız gitmek değildir. İnsanlarla birlik olmak için insanlar gerekir.
Öyleyse anlatarak, duyurarak, çırpınarak, sabrederek, sabrı tavsiye ederek
insanları inananlar yapmak, onları cennete gidenler yapmak zorundayız.
Hani Allah’ın Resûlü:
“İnsanlar cehenneme gidiyorlar, ben de
onların eteklerinden tutup çekiyorum.”
diyordu ya, işte biz de insanları
imana dâvet edeceğiz. Nasıl? Meselâ öğrendik Beled’i, hemen insanları buna îmana
çağıracağız. Yani tek biz gitmeyeceğiz cennete, beraber gideceklerimiz
olmalıdır. İnsanların cenneti ve hidayeti konusunda kendimizi sorumlu
tutmalıyız. İnsanları cennete abone yapma derdimiz olmalıdır. Bakın bir
hadislerinde Allah’ın Resûlü bu konuyu şöyle anlatır:
“Allah’a yemin ederim ki senin
vasıtanla, senin sebebinle bir tek kişinin hidayete ermesi senin için kızıl
develerden daha hayırlıdır”
Bu
söz bize sanki birilerinin hidayete ermesi konusundaki çabamızla, kırmızı
develerin bizim olması konusundaki çabamızın mu-kayesesini, karşılaştırmasını
yapıyor, anlatıyor, söylüyor. Farklı bir a-çıdan değerlendirince, yani sen diyor
peygamberimiz bu sözü dinleyene, anlatana değil mi ki, beni ilgilendirmez
anlamına demiyorum, yâni ben şimdi kendim dinliyorum, şimdi sizler de
dinliyorsanız hepimize diyor ki Allah’ın Resûlü; ey sizler, siz ne için
çabalıyorsunuz? Sa’yiniz, çabalamanız, gayretiniz, uğraşınız neye doğru?
Birilerinin hi-dayete ermesi için mi uğraşıyorsunuz, yoksa kırmızı develer sizin
ol-sun için mi? Tabi konunun birinci bölümünde hemen itirazların yükselmeye
başladığını siz de duyuyorsunuz. Ama itiraz eden biz olmayalım. Hidayet etmek
mi? Kimin elindedir hidayet? İyi ama Allah peygamberine bile; “Sen istediklerini
hidayete erdiremezsin, sen istediklerine hidayet veremezsin, sen istediklerini
müslüman edemezsin” Evet, biz de istediklerimize hidayet edemeyiz. Böyle bir
sorumluluğumuz yok zaten.
Yâni
Rasûlullah Efendimiz meselâ Ebu Talib’i çok sevdiği onun müslümanlığını çok
istediği halde ona hidayet edemedi. Veya meselâ yine Kur’an’dan öğreniyoruz ki
Hz Nuh aleyhisselâm o helâk olup giden oğlunun hidayetini elbette istiyordu. Ama
elbette onun istemesi ötekisinin hidayette olması anlamına gelmezdi. Peygamberin
bile istediklerini hidayete ulaştırma imkânına sahip olmadığı halde benim
sebebimle, benim vasıtamla bir kişinin hidayete ulaşması konusunda bana düşen ne
ola ki? Öyle şey olmaz demeye hakkımız yoktur. Çünkü madem ki peygamberimiz
böyle demiş, elbette bunun bir başka yönü olmalıdır.
Dahası,
acaba biz kızıl develer konusunda da aynı durumda değil miyiz? Ama neden o
konuda daha çok çaba içindeyiz? Söyleyin, o kırmızı develerden ne kadarının ne
zaman kendisinin olması konusunda uğraşan, didinen insanlar bilirsiniz. Onlar bu
kadar uğraştı diye daha çok uğraşana daha çok kızıl develerin verildiğini
gördünüz mü? Yâni bir adam ki gecesini gündüzüne katarak, oğlunu kızını
unutarak, karısını, namusunu, iffetini unutarak, dahası dinini, diyanetini,
Allah’ını peygamberini unutarak bütün bu unutmalarını o kırmızı develere ulaşmak
hatırına yaptığını kendisi de biliyor, ama bir deve ya buluyor, ya bulamıyor,
bazen onu da bulduğu gün kaybediveriyor. Öyleyse biz ne kırmızı develeri
kazanmak, ne de birilerinin hidayetine sebep olmak konusunda bir garantiye sahip
değiliz, ama bu konuda sa’y etmekle, çalışıp çabalamakla mükellef ve sorumluyuz.
Öyleyse bu hadiseyi, bu sorumluluğu bu açıdan değerlendirmeliyiz.
Şimdi
tekrar dönüyorum başa. Rasûlullah Efendimiz beni iki durumla karşı karşıya
bırakıp düşünmemi istiyor sanki. Diyor ki, söyle sen Adem oğlundan kadın ya da
erkek bir tek kişinin hidayete ermesi konusunda vasıta olabilir misin? İşte o,
senin kırmızı develere sahip olman konusundaki o çabalarından daha hayırlıdır.
Hattâ başka bir hadislerinde; “dünya ve içindekilerin tamamının senin olmasından
da-ha hayırlıdır” buyurmaktadır.
Öyleyse
bizim kafaya takıp aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçek şu olacak: Ben
birilerinin hidayete ermesi konusunda vasıta olsam, birisi olmadı, diğerine, o
da olmadı, bir diğerine şeklinde birilerinin daha iyi müslüman olması konusunda
gayret edersem, sonunu Allah’a bırakırsam kırmızı develerin, ya da tüm dünya ve
içindekilerin benim olması konusundaki gayretimden daha hayırlı olacaktır
bu.
Değilse
onu bırakıp da kırmızı develerin peşine düşersek, dünyalıklar kazanmaya
yönelirsek şunu kesin olarak bilelim ki, ne yaparsak yapalım sonunda yine bize
ayrılan kadar gelecektir. Yâni gecemizi gündüzümüze katarak dünya peşine düşsek,
çatlasak patlasak da Allah’ın bizim için ayırdığından daha fazlasına
ulaşamayacağız. Bizim için ayrılan ayrılmış ve o zaten bize gelecektir. Bizim
için ayırdığını yanlışlıkla başkalarına vermeyecek, başkalarına ayırdığını da
yanlışlıkla bize vermeyecek kadar âdil bir Allah’la karşı karşıya ol-duğumuzu
asla unutmamalıyız.
Acaba
bir tek kişinin hidayete ermesi konusunda çalışıp çabalayacak olan bizler,
karşımızdakinin illa kâfirdi de müslüman olması gerekir şeklinde bir çalışmaya
mı hazırlanmalıyız? Bir başka şekliyle söyleyelim, yani hidayet sadece kâfirin
müslüman olması mı? Yoksa müslüman da yeniden hidayet bulabilir mi? Bunu Fâtiha
sûresiyle söylersek daha bir anlaşılır hale gelecektir.
“İhdinessıratal
müstakim.” Aman Allah’ım bana hidayet lütfet. Öyle bir sırat ki ben o sıratta
olayım. Bu sırat senin nimetlerine nail olanların yolu olsun. Beni o yola ilet,
o yolda tut ya Rabbi. O yolun hidayetini bana lütfet ya Rabbi diye dua ediyoruz.
Aman ya Rabbi, senin hidayetini bulduktan sonra dalâlette, sapıklıkta, yolunu
şaşırıp gitmiş, dinini değiştirmiş olan Hıristiyan gibi olmayayım. Ya da
kendilerine azap ve gazap ettiğin Yahudiler gibi olmayayım diye bir hidayet
talebimiz var. Peki söyleyin bunu herhangi bir konumda okuyan müs-lüman
hidayette değil mi ki Allah’tan hidayet istiyor? Ya da namaz kılan ve namazında
bunu söyleyen bir müslüman namaz kılacak kadar Allah’ın huzurunda olma
bilincinde iken yine de bana hidayet et ya Rabbi diyorsa, söyleyin o hidayeti
nereden bulacak? Yâni kâfirliğe dönecek sonra tekrar müslüman mı olacak? Belki
de böyle bir çapraşık düşünce, böyle bir farklı düşünce insanları, kâfirken
müslüman olanlara sevgi konusunda farklı konuma getirmiş. Yâni bir adam önceden
kâfirse, dinsizse, Hıristiyan’sa, Yahudiyse sonra da müslüman olmuşsa
müslümanlar ona daha bir değer veriyorlar, daha bir el üstünde tutuyorlar. Ama
önceden beri müslüman olan, hattâ biraz daha iyi müslüman olsa bile kimse onu
dikkate almıyor. Ya da sonradan müslüman olan o kişi o önceki müslüman olanın
seviyesinde olmasa bile daha elde tutuluyor nedense. Galiba hidayet denilen
şeyin, küfürden dönmek şeklinde oluşuna daha bir özen gösteriyor, ya da özellik
arz ediyor müslümanlar. Herhalde o kadar değil.
Ben
anladığımı söyleyeyim. Benim sebebimle bir tek kişinin eğer kâfirse müslüman
olması, yok eğer müslüman ise daha iyi müs-lüman olması benim adıma kırmızı
develerin benim olmasından çok daha hayırlı olmalıdır. Bir kişinin müslüman iken
daha iyi müslüman olmasından kastım, kimi konularda müslümanlığı bilmiyorsa
onları öğrenmesi, kimi bildiklerini yapmıyorsa onları yapmaya başlaması,
İs-lâm’ın öğrenme ve yaşama seviyesinin alttan üste doğru çıkması şeklinde
anlaşılabilir. Yâni benim sebebimle birisi önceki Müslümanlığına göre daha iyi
müslüman oluyorsa, önceki cennet yolunda oluşuna nis-petle daha iyi gidiyorsa, öncekine göre cennetteki
derecesi daya yük-seğe çıkmışsa, ya da kâfir olup cehenneme giderken müslüman
olup cennete gitmeye başlamışsa işte ben buna sebep olmuşsam, benim sebebimle
dini, âhireti, cenneti, cehennemi tanımışsa kırmızı develerin benim olmasından
benim için çok daha hayırlıdır.
Peki
mademki kırmızı develerin hiç önemi yoksa, ben kırmızı develer konusunda hiç
sa’y etmeyecek miyim? Öyle değil, ben Safa ve Merve’yi, ikisi arasında su
aramak, rızık aramak üzere sa’y eden Hz. Hacer’i, ama sonunda kırmızı develerden
çok daha değerli, çöl ortasında, dağların yalçın kayalıkları arasında, susuz,
kimsesiz, insansız, evsiz, barksız bir ortamda ona lütfedilen Zemzem’i elbette
u-nutmamalıyım. Onun için sa’y edecek, ama Safa ve Merve’yi aşmadan. Safa’yı
öteye, Merve’yi beriye taşmadan sa’y edeceğim. Yâni Al-lah’ın haram-helâl
sınırlarını çiğnemeden sa’y edeceğim. Lâkin sa’yim ve gayretim develerden önce,
develerden daha çok birilerinin hidayeti üzerine olacaktır.
Şimdi
bir hadis okuyunca kendime soracaktım ya. Acaba bu hadis bana ne dedi? Acaba bu
hadis sebebiyle ben neredeydim? Ne-rede olmalıydım ve şimdi neredeyim? Yâni
acaba ben şu anda insanların hidayeti için uğraşıyor muyum, yoksa ben kırmızı
develerin mi peşindeyim? İnsanlardan, yâni sizin yaşadığını çevrenin çok
uzaklarındaki insanlardan söz etmiyorum. Ya da yeryüzünde farklı binlerce
İslâm’ın dışındaki insanlardan da söz etmiyorum. Yâni çok uzaklarda birileri var
mış, henüz ben onlarla tanışıp görüşmemişim, acaba onlarla nasıl görürümün
hesabını yapmıyorum. Çünkü onlarla tanışabilmek, onların dillerini öğrenebilmek
imkânı belki de hayatınız boyunca size hiç verilmeyecektir. Öyle değil mesele.
Ama mutlaka komşunuz vardır sizin gibi konuşan, arkadaşınız vardır konuşup
anlaşabileceğiniz, evinizde, dükkanınızda, okulunuzda, sofranızda birileri
vardır. Pe-ki onların hidayetleri konusunda çalıp çabalamanız gerekmez miydi bu
hadise göre? Ya da siz hâlâ kırmızı develerin mi peşindesiniz?
Sen
uğraş hele birilerinin hidayetine. Onlar hidâyete ermezler-se bile sen hidayette
kalmaya devam edersin böylece. Yâni biz birilerinin hidayeti için çırpınırken,
onlar hidayete ermezler miş, onlar hidayette kalmazlar mış, onlar hidayeti
bulmazlar mış ne fark eder bizim için? Çünkü nice peygamberler biliriz ki hiç
ümmeti olmamış, hiç inananı olmamış. Ya da üç beş kişiyle sınırlı kalmış. Olsun,
peygamberler hidayette kalmışlar ya.
Sabır, ibadetlere devamda sabır,
günahlardan kaçma konusunda sabır… Bir de başkalarına sabrı tavsiye edeceğiz.
Cemaat böyle yetişir zaten. “Sabret! Dayan kardeşim! Dişini sık! Olur bunlar!
Geçer bugünler! İmtihan dünyasındayız unutma! Allah’ın istediği gibi yaşa
kardeşim!” diyerek kulluk yolunda insanlara sabır tavsiyesinde
bulunacağız.
Sonra insanlara, Allah kullarına
merhamet edeceğiz ve merhameti tavsiye edeceğiz. Bizim dinimizde merhamet
esastır. Çünkü Rabbimizin kullarıyla ilişkisi merhamet esasına dayanır. Merhamet
ettiği için kullarını yaratmıştır, merhamet ettiği için kullarını doyurup
korumaktadır. Rabbimiz yerdekilere merhamet etmeyene de merhamet etmeyeceğini
öğütlemektedir. Hani çocuklarına acımayışını şikâyet eden birisine:
“Kalbinden merhamet alınmışsa ben
ne yapayım!”
diyordu ya Allah’ın Resûlü.
Öyleyse yerdekilere merhamet edeceğiz ki Rabbimiz da bize merhamet
etsin.
Peki nedir merhamet? Nasıl merhamet
edilir insanlara? İnsanlara merhametli olmak için onlara Allah’ın dediğini
ulaştırmalıyız. İnsanlara merhametli olabilmek için onları Allah’a kulluğa
kazandırıp onları cehennemden kurtarmak ve cennete ulaştırmak zorundayız. Meselâ
adam kitap ve sünnetten habersiz ateşe doğru gidiyorsa, onu bundan engelleyerek
cennete kazandırarak ona merhamet edelim. Veya adam fâizin içinde, işlerini buna
göre yoluna koymuşsa, alıkoyalım bundan onu da böylece O’na merhamet edelim.
Veya adam kıbleye yanlış dönmüş, dünyayı kıble edinmiş, bozuk bir hayat
programını yaşıyorsa onu bundan alıkoyarak merhamet edelim. Hani farkında
olmadan, şuursuzca bir çocuk sobaya gidiyorken ona acıdığımızdan alıkoymaya
çalışıyoruz ya, işte aynen onun gibi insanlar farkında olmadan günaha doğru,
ateşe doğru gidiyorlarsa merhamet edelim ve kurtaralım
onları.
Ama insanlara merhametimiz ters tecelli
etmemelidir. Başkaları için kendi kulluğumuzu bitirmemizin, onlar için kendimizi
yakmamızın anlamı yoktur. Veya meselâ bir anne çocuğuna merhametinden dolayı onu
sabah namazına kaldırmıyorsa, bu kadının merhameti ters tecelli etmiş demektir.
Veya gücendireceğim diye sevdiğimiz bir kişinin günahlarına dokunmamak, onu
uyarmamak, merhametin ters te-celli etmesi demektir. Burada rahmetimiz tutmasın.
Çünkü onun hayatını sorgulamamak, onun cehenneme gidişine göz yummak O’na karşı
en büyük merhametsizliktir bunu unutmayalım. Veya meselâ kurban keserken,
adâleti icra ederken merhametiniz tutmasın. Bunların Allah’ın istediği biçimde
icrası, gerçek merhamettir.
18. “İşte bunlar amel
defterleri sağdan verilen sağcılardır.”
İşte bunlar, böyle yapanlar,
böyle yaşayanlar yümn ashabıdırlar, bereketli, uğurlu, mübarek insanlardır.
Allah’ın hayatlarını, amellerini bereketlendirdiği insanlardır. Defterlerine
sağlarından girdirilen sağcılardır bunlar. İşte bunlar
cennetliklerdir.
19. “Âyetlerimizi küfredenler, işte
onlar amel defterleri sollarından verilenlerdir. Onlar her yönden ateşle
kapatılacaklardır.”
Lâkin kâfirler, âyetlerimizi örtenler,
fıtratı setredenler, Allah’ın kendilerine verdiği insanî melekelerini örterek
kullanmak istemeyenler, onlar da meş’eme ashabıdır, şom ağızlıdır, bed
talihlidir, defterlerine sollarından girdirilecek cehennemliklerdir.
Âyetleri örtmek bir kaç türlü
olur.
1. Âyetten muradın ne olduğunu
gizlerler. Âyeti okurlar ama muhtevayı örterler. Aman bu insanlar duyarlarsa
değişirler diyerek Allah’ın muradını duyurmamaya çalışırlar.
2. Âyetin bizimle ilgisini göz ardı
ederler. Âyetin kulluğa yönelik tarafını gündeme getirmeyip malumata boğarlar.
Arapça’nın alıştırma kitabı haline getirirler Kur’an’ı.
3. Bazılarını gizler, bazılarını
hatırlatırlar. İşlerine gelenleri açıklayıp işlerine gelmeyenleri es
geçerler.
4. Veya kimileri de tümüyle inkar edip
âyetleri örterler.
Namaz var tamam ama bir zamanlar
insanlar boşmuş, elleri boş, işleri yokmuş ve iş için namaz kılarlarmış, diyor
adam. Halbuki bugün dolmuş bekleme bile bir kıyamdır, hayatımızda bol kıyamlar
var ve artık bugün namaza gerek kalmamıştır, diyor. İşte namazdaki Allah’ın
muradını değiştirip bir çeşit âyeti küfretmedir, örtmedir. Veya efendim tamam
baş örtmek vardır ama yemeğe kıl düşme tehlikesiyle karşı karşıya bulunulduğu
zaman vardır. Bunun dışında baş örtmeye gerek yoktur, diyor adam. Bu da örtmedir
ve âyeti inkardır.
Âyetlerin toplumla ilgisini kurmamak,
onun bizimle ilgisini kurmamak, göz ardı etmek, tamam okunur edilir ama Kur'an
yarışması adına okunur Kur’an veya işte ölünün arkasından okunur, düğünlerde,
hatim merasimlerinde okunur. Bunu böyle yerlerde ve bu maksatlarla okuyan hiçbir
insana bu güne kadar laikliğe ters düştün, laikliğe ters olarak okudun sen! diye
bir sorgulama açılmaz. Neden? Çünkü böyle okuyan onun hayatla ilgisini kurmaz da
ondan.
Bakıyoruz insanlar hep aynı bölümleri
gündeme getirip öteki bölümleri örtüyorlar, gizliyorlar toplumdan. Allah’ın
âyetlerini gündeme getirmeye zaman bulamayanlar, Allah’ın âyetlerini örtüp
örtbas edenler unutmasınlar ki:
20. “Onlar her yönden
ateşle kapatılacaklardır.”
Cehenneme sorulacaklar, cehenneme
atılacaklar ve her yönden üzerlerine ateş kapatılacak onların. Onlarla
doldurulacak tüm cehennemin birimleri ve üzerlerinden sürgüler çekilecek Allah
korusun. İşte böyle yapanların âkıbeti budur. Velhamdü lillahi Rabbi’l
âlemin.
Tefsir eden kişi kimdir?
YanıtlaSilBesairul Kuran Tefsiri'nin yazarı Konya'lı Ali Küçük Hoca'dır.
Sil