Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
89., Nüzûl sıralamasına göre 10., Mufassal sûreler kısmının on ikinci grubunun
ilk sûresi olan Fecr sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
30’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1. Tanyerinin ağarmasına andolsun; 2.
Zilhicce ayının ilk on gecesine andolsun;
3. Her şeyin çiftine de, tekine de andolsun; 4-5. Gelip geçen geceye andolsun ki, bunların
her biri akıl sahibi için birer yemine değmez mi? 6-8. Ey Muhammed! Rabbinin, hiçbir memlekette
benzeri ortaya konmayan sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Âd milletine ne
ettiğini görmedin mi? 9-12. Vadide kayaları kesip yontan Semûd milletine,
memleketlerde aşırı gi-den, oralarda bozgunculuğu artıran, sarsılmaz bir
saltanat sahibi Firavun’a Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? 13. Rabbin onları
azap kırbacından geçirmiştir. 14. Doğrusu Rabbin hep gözetlemekteydi. 15. Rabbin
denemek için bir insana iyilik edip, nîmet verdiği zaman, o: “Rab-bim beni
şerefli kıldı” der. 16. Ama onu sınamak için rızkını daraltıp bir ölçüye göre
verdiği zaman: “Rabbim bana hor baktı” der. 17. Hayır; yetime karşı cömert
davran-mıyorsunuz. 18. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özenmiyorsunuz.
19. Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz. 20. Malı pek çok seviyorsunuz.
21. Ama yer, çarpılıp paralandığı zaman; 22. Melekler sıra sıra dizilip,
Rabbinin buyruğu gelince, 23. O gün, cehennem ortaya konur. O gün insan öğüt
almaya çalışır ama artık öğütten ona ne? 24. “Keşke bu hayatım için önceden bir
şey yapsaymışım” der. 25. O gün, hiç kimse, Allah’ın azap ettiği gibi azap
edemez. 26. Hiç kimse O’nun vurduğu bağ gibisini bağlayamaz. 27. Ey huzur içinde
olan can! 28. O, senden, sen de O’ndan hoşnut olarak Rabbine dön! 29. Ey can!
İyi kullarımın arasına gir. 30. Cennetime gir.”
Kur'an-ı
Kerîmin seksen dokuzuncu suresi. Mekke'de inmiştir. Otuz ayettir. İsmini, ilk
ayetindeki 'fecr' sözcüğünden almıştır. fâsılası Ra, Dal, Bâ, Nûn, Mim, Elif, Tâ
harfleridir.
Sûre yine öteki Mekkî sûreler gibi
yeminle başlıyor. Fecre, on geceye, çift ve teke, geçip gitmekte, sonu
yaklaşmakta olan geceye yemin edilir. Yemin edilen bütün bu varlıkların Allah’ın
âyetleri olduğu-na, bu varlıkları yaratan, onlar üzerinde egemen olan, onları
buyruğu altında tutanın sadece Allah olduğuna, bu varlıkların sadece Allah’a
boyun büküp O’nun emirlerini yerine getirdiklerine dikkat çekilir. İl-miyle,
hikmetiyle, gücüyle, kudretiyle bütün bu varlıkları yaratan, on-ları hareket
ettiren, onlara hükmeden Allah size hükmedemez mi? Tüm bu varlıkların hareket
yasalarını koyan Allah sizin hayatınızın ya-salarını bilmez mi? Sizin nasıl bir
hayat programı takip edeceğinizi bil-mez mi? Hayır hayır bütün bu varlıkları
yaratan Allah bunları eğlence olsun diye yaratmamıştır. Yarattığı bu varlıkların
her birerinin sizi de ilgilendiren
görevleri, fonksiyonları vardır. Onlar Rableri tarafından kendilerine
yüklenmiş olan bu görevlerini, fonksiyonlarını yerine getir-mediği zaman sizin
hayatınız biter. İşte varlıklar zincirinden birisi olan sizleri de başıboş
bırakmış değildir Allah. Elbette sizler için de bir ya-sa, bir hayat programı
belirlemiş ve yaşadığınız bu hayatın sonunda elbette sizleri de o programa uyup
uymadığınızdan hesaba çekecek-tir.
Allah sizin için belirleyip seçtiği bu
hayat programını sizden önceki toplumlara yaptığı gibi elçisi vasıtasıyla size
de bildirmiştir. Ve işte şu anda Rabbiniz dünyada da, ukba’da da mutlu ve
dengeli bir hayata ulaşmanız için sizi son elçisi aracılığıyla bu programı
yaşama-ya çağırıyor. Eğer Allah’ın bu dâvetini kabullenir ve Allah’ın istediği
bir hayatı yaşarsanız kurtulursunuz. Değilse siz bilirsiniz. Allah’ın sizden
istediği bu hayatı yaşayabilirsiniz, bunu bırakıp, Allah yasalarını terk edip
kendinizce bir hayat da yaşayabilirsiniz. Sonucuna kendiniz kat-lanmak kayd u
şartıyla dilediğinizi tercih edebilirsiniz. Ama bakın size bu konuda örnekler
vereyim. Bir yanlışa düşmemeniz için sizi önce-den uyarayım. Şu anda sizin Benim
dâvetime ve elçime karşı takındı-ğınız vurdumduymaz tavrı takınan insanlardan
örnekler vereyim de onların âkıbetlerine muttali olun. Böylece akıllarınızı
başlarınıza alın buyurarak Rahmeti bol olan Rabbimiz Âd toplumundan, Semûd
top-lumundan ve Firavun toplumundan örnekler verir. Kendi âyetleriyle, kendi
elçileriyle savaşa tutuşmuş toplumların âkıbetlerini gözler önü-ne
serer.
Müslümanların zor günlerinde, dar
günlerinde gelen bu sûre bir bakıma işkenceler altında bunalmış garibanlara bir
destek oluştu-rurken, onlara tepeden bakan müşriklere de bir tehdit
oluşturuyordu. Mekke’de dinlerinden döndürebilmek için kâfirler bütün güçleriyle
Müslümanların, garibanların üzerlerine çullanmışlardı. âdeta her yön-den yağan
işkenceler altında bunalmış, tazyik ve terör altında inleyen mus’tazaf’lara bu
sûre şöyle diyordu: Ey Müslümanlar! Ey Müslüman-lıkları en büyük suç kabul
edilmiş müslümanlar! Ey Rabbim Allah de-dikleri için suçlu görülmüş müslümanlar!
Ey Müslümanlıktan başka suçları olmayan Müslümanlar! Ey sadece Müslümanlıklarından ötürü işkenceye maruz
bırakılmış Müslümanlar! Sakın üzülmeyin! Sakın ümitlerinizi yitirmeyin!
Sabredin! Yakında, hem de pek yakında gece gibi karanlık günler, zulüm ve
işkence dolu günler geçecek ve zafer gelecektir. Kurtuluş gelecek ve fecir
doğacaktır. Fecre ulaşacak ve mutlaka bayramı soluklayacak, zaferi
kucaklayacaksınız.
Bir bakın gerinize! Âd kavmi, Semûd
kavmi, Firavunlar, Nem-rutlar ne oldu? Zalimleri, müstekbirleri, Allah yerin
dibine batırmadı mı? Onları kahredip inananları yeryüzüne varis bırakmadı mı?
Tüm despotları, tüm müstekbirleri imha edip cihanın şarkında garbında inananları
varis kılıp imâm yapmadı mı? Öyleyse siz de tıpkı sizden önceki mü’minler gibi
sabredin! Tıpkı selefleriniz gibi sizler de Rabbi-nizin istediği gibi olma,
Rabbinizin görmek istediği gibi olma konusun-da dayanın, direnin, sabredin ki
aynı neticeyi siz de kazanın diye on-lara müjdelerde bulunurken, onlara
zulmederek Âdlaşan, Semûdla-şan, Firavunlaşan Mekke müşriklerine de şöyle bir
tehditte bulunu-yordu: Ey kâfirler, ey zalimler sizler de seleflerinizin
âkıbetine hazır olun. Sizler de adım adım onların sonlarına yaklaşıyor
olduğunuzun farkına varın buyurarak mü’minlere bir destek, kâfirlere de bir
tehdit oluşturuyor Rabbimiz.
Daha sonra sûrede izzet ve şerefin
Allah’ta, Allah’a kullukta ol-duğu vurgulanır. İnsanın bu konudaki sapması
düzeltilir. İzzet ve şe-refi Allah dışında, Allah’a kulluk dışında, Allah
dininin dışında malda, makamda, servet ve samanda görerek mal mülk sahibi
olmayı, ma-kam mansıp sahibi olmayı izzet ve şeref sahibi olmak, imtihanı
kazanmış olmak zannedenlerin, bunlardan mahrum olmanın da şerefsizlik ve
imtihanı kaybetmişlik olduğunu zannedenlerin aldanmışlığı anlatılır. Bunların
her ikisinin de imtihan olduğu, Rabbimizin bazen ve-verek, bazen de alarak
imtihan ettiği ortaya konur. Daha sonra böyle vahiy bilgisinden mahrum oldukları
için yanlış kıstaslar kabullenmiş, yanlış değerlendirişler içine düşmüş insanların yarın hesap kitap dönemi pişman
olacakları, dizlerini döverek keşke dünyada Rabbim tarafından bana verilenleri
kendimin zannederek, kendimden zannederek onlara güvenmeseydim. Keşke onlarla
ilişkimi Rabbimin istediği biçimde ayarlayıp, onları Rabbimin istediği yerlerde
harcayıp da bugünüm için hazırlıkta bulunsaydım diye hasret ve pişmanlık
duyacakları anlatılır.
En sonunda da Rabbimiz razı olduklarını
ve razı edeceklerini anlatır. Kitap ve sünnetle kalpleri mutmain olmuş, Allah’ın
kendilerine gönderdiği hayat programına kalpleri yatışıp teslim olmuş kullarını
razı etmek üzere cennetine koyacağını ortaya koyuverir.
Sûrenin âyetleri üzerinde yapacağımız
kısa bir gezintiden son-ra inşallah âyetleri tanımaya
başlayalım.
Sûre,
üç ana konuyu kapsar: 1- Âd, Semûd,
Firavun kavimleri-nin akıbetleri, 2-
İnsanların mala aşırı düşkünlükleri, 3- Ahiret, ahirette rahmet ve hüsrana
uğrayacaklar. Sure, yemin ile başlamaktadır: "An-dolsun fecre (tan yerinin
ağarmasına), on geceye, çifte ve teke, yürü-yüp gitmeye yüz tutan geceye. Bunda
(bu anılan şeylerde) akıl sahibi için bir yemin var, değil mi? (1-5). Bu
ayetlerin tefsiri hakkında ve ö-zellikle "çift" ve "tek" kelimeleri için birçok
görüş ileri sürülmüştür. Üzerine yemin edilen dört şeyin, Mekkeli kâfirlerin
âhiretin ceza ve mükâfatını inkârlarıyla ilgisi vardır. "On''dan kastedilen,
ayın otuz ge-cesinin her on gecesi; "çift" ve "tek"ten murad ise, kâinatın bütün
un-surlarını kapsar. Günlerin devri, gece ile gündüz, aynı günlerinin tarihi
olabilir. "Fecr", tan yerinin ağarması; "geçen gece", güneşin çıkma-sıyla batmak
üzere olan karanlıktır. Bu dört şey, Kâdir-i Mutlak olan Allah'ın hikmetinin en
güzel delilleridir.
Allah,
bu ayetlerde fecr vaktine, ayın fârklı durumlar aldığı ge-celere yemin etmekte,
böylece bu vakitlere dikkat çekmektedir. Başka yerlerde de gündüze ve gündüzün
çeşitli kısımlarına-kuşluk vaktine, -ikinci vaktine- yemin etmektedir. Böylece
zaman dilimlerinin tamamına dikkat çekilmiş olmaktadır. Zaman, bütün olaylar
için kaçınılmaz bir unsurdur. Geçmiş olayların hepsi zaman içerisinde akıp
git-miştir. Geçen bir ânı geri getirmek, hiç bir yaratığın imkânı dahilinde
değildir. İnsânoğlu, olayların geçtiği mekân unsurunun farkındadır ama zamanın
akıp gidişini çoğu zaman hesaba katmamakta, onu ha-tırlamamaktadır. Oysa her
geçen an, insanın ömründen geçmektedir; ömrünü eksiltmektedir. Ve akıp giden
zaman içinde ne büyük olaylar gelip geçmiştir: "Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd '
(kavmin)'e? Yüksek sütunlarla dolu İrem 'e? Ki şehirler arasında onun eşi
yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd (kavmin)e? Ve kazıklar sahibi
Fi-ravun'a? (Kazıkları çakıp ordusuna çadırlar kurduğu veya insanları kazığa
vurarak, işkence ettiği için Firavun, bu sıfatları almıştır). Bunlar, ülkelerde
azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin, onların üzerine
azap kırbacını yağdırdı. Elbette Rabbin gözetleme yerindedir"
(6-14).
Gece
ve gündüzün nizâmı, ceza ve mükâfatın varlığına delil gösterildikten sonra, onun
muhakkak gerçekleşeceğini belirtmek için insanlık tarihinden delil
getirilmektedir. Âhirete iman etmeyenlerin akı-betine bir kaç
misa l
zikredilmektedir. Âd kavmi, Hûd peygamber'i ya-lanlamıştı. Âd Kavmi'ne İrem
denilir. Bunlar Sâmi ırkından Hz. Nuh'un oğlu İrem'den gelmişlerdi. Onların bir
kolu da Semûd'dur. Âd kavmi, yüksek binalar inşa eden bir kavimdi ve yeryüzünde
büyüklük tasla-yanlardandı. Dünyada eşi olmayan benzersiz, şanlı, güçlü bir
milletti. Dağları yontarak evler yapmışlardı. Firavun da muhteşem ehramlar
yaptırmıştı. Onlar, asırlardır yeryüzünde kazık gibi durmaktadır. Fira-vun da
haddi aşanlardan, defalarca ilâhı davet kendisine iletilmesine rağmen bile bile
büyüklenen, hattâ kendini tanrı ilân eden bir sapık ve azgındı. Ad kavmi ile
Firavun ve hanedanı insanlara çok kötülük ettik-leri ve hidayetten saptıkları
için Allah'ın azabı onlara hak olmuştu. Bu azapla helâk oldular. Onlar, Allah'ın
kâinatın hâkimi ve gözetleyicisi olduğunu bilmezlikten geliyorlardı, gâfildiler,
fesat ve fitne çıkarıyor-lardı kendi kendilerine zulmediyorlardı, bile bile
azabı çağırıyorlardı. Şımardılar, Allah'ı unuttular, ayetleri bile bile inkâr
ettiler: Helâkleri de onların bu azgınlığından kaynakladı.
Geçen
zaman, gece karanlığı gibi bu büyük olayları örtmüştür. Ama aklı olan, bunları
hatırlamalı ve onlardan ibret almalıdır. Gündüz işlenmiş olsun, gece işlenmiş
olsun, Rab Teâlâ yapılan şeylerin hep-sinden haberdardır. Zulmedip yeryüzünde
fesat çıkaranların uğraya-cağı âkıbet, yukarıdaki âyetlerde anlatılanların
âkıbeti gibi olacaktır. Ne var ki insanların çoğu bundan gaflet içindedir:
"Fakat insan böyle-dir; Rabbi, ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda
bulunursa, ona nimet verirse: 'Rabbim bana ikram etti' der. Ama Rabbi, onu
imti-han edip rızkını daraltırsa: 'Rabbim beni küçük düşürdü (perişan etti)'
der. Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeğe
(birbirinizi) teşvik etmiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsu-nuz"
(15-20)
Mal,
mülk insan için bir imtihandır. Şeref ve zilletin ölçüsü dai-ma mal, para, mülk
olmuştur. Oysa Allah, insanları şükürde veya nankörlükte, sabırda, isyanda,
masiyet ve itaatte dener. Asıl olan iyiliktir. Gözünü mal hırsı bürümüş kötü
ahlâklı kişiler, yetimin malını yerler, yoksulu doyurmazlar. Kendileri
yedirmedikleri gibi, başkalarını da teşvik etmezler. Mirası hakça değil,
zorbalıkla ele geçirirler; helâl-haram, hak-bâtıl olup olmadığına bakmazlar. Bu
ayetlerde insanların mala düşkünlüğü anlatılıyor. Aslında malın azlığı da,
çokluğu da insan için bir imtihan vesilesidir. Malı kullanma hususunda da
Allah'ın kendisini gözetlediğini insan bilmelidir. O halde akıl sahibine
yaraşan, mal ve dünyaya olan bu aşırı tutkudan vazgeçmektir. Çünkü bir gün
gelecek, malı kendisine fayda vermeyecektir: "Hayır, (bu yaptığınız doğru
değildir). Yer çarpılıp parçalandığı zaman, melekler sıra sıra ol-duğu halde,
Rabbin geldiği zaman. Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insanlar
anlar, ama artık anlamının kendilerine ne faydası var? (O zaman insan): 'Ah,
keşke ben, bu hayatım için (iyi işler yapıp) gönderseydim: ' der. O gün Allah'ın
(vereceği) azabı hiç kimse veremez. Onun (vuracağı) bağı kimse vuramaz; Ey,
huzura eren nefis! Razı edici ve râzı edilmîş olarak Rabbine dön! (iyi) kulların
arasına gir! Cennetime gir!"(21-30).
Mala
açgözlülüğünüz, dünya hayatına dalmışlığınız, size he-sap gününü unutturur.
Yaptıklarınız karşılıksız mı kalacak sanıyorsu-nuz? Hesap günü, yaptıklarınızdan
dolayı pişman olacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak. Resullere uymamakla ne
büyük hata ettiğinizi anlayacaksınız, ancak artık cehennem size hak olmuştur.
Oysa ba-kın, iyi kullarıma da ben cenneti va'detmiştim, Onlar, inanıp iyi
amel-lerde bulundular; hak dine iman edip, yalnız bana ibâdet ettiler; tam bir
kalp itminanıyla bana bağlandılar; benim rahmetimi umdular. İşte, onları
cennetime koymam haktır.
İşte bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini tek tek ta-nıyacağız inşallah. Rabbim iman etmek üzere, amele
dönüştürmek ü-zere anlatmayı, anlamayı ve dinlemeyi hepimize nasip etsin
inşallah.
1. “Tanyerinin ağarmasına andolsun
ki;”
Rabbimiz, fecre yeminle söze başlıyor.
Rabbimizin sonsuz ve sınırsız ilmini, hikmetini anlatmayı murad buyurduğu zaman,
isim ve sıfatlarına yemin ettiğini, gücünü, kudretini bize göstermek istediği
zaman da fiillerine ve yaratıklarına yemin ettiğini görüyoruz. Burada da
yarattığı âyetlerinden birisi üzerine yemin ediyor. Dikkatler daha bir çekilsin
diye, bu yeminlerden sonra anlatılacak konuları daha bir dikkatli dinleyelim
diye fecre yemin ediyor.
Sabah aydınlığının ilk
belirtisidir fecir. Kelime bizi farklı bir dünyaya götürüyor. Doğuda güneş
doğmadan önce dikine bir kırmızılık meydana gelir ki, bu fecr-i kazib, yalancı
fecirdir. Sabahın geleceğinin ilk habercisi, ilk müjdecisidir bu. Fakat henüz
güneş doğmamış, henüz sabah gelmemiştir. Bundan hemen sonra tümüyle ufku
kaplayan bir aydınlık başlar ki, işte bu fecr-i sâdıktır ve günün başlangıcıdır.
Artık gece bitmiş ve sabah başlamıştır.
İşte Allah ona yemin ediyor.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu fecir, zulmün, zulmetin, karanlığın ve işkencenin
bitmesinin beyanıdır. Sanki bu yeminle Rabbimiz biz mü’min kullarına şöyle
buyuruyor: “Ey Müslümanlar! Ey kullarım! Sakın endişe etmeyin! Sakın üzülmeyin!
Eğer Benim istediğim gibi kul olursanız, eğer sadece Beni dinler, sadece Benim
çektiğim yere gider, sadece Benim yolumda olursanız bilesiniz ki mutlaka fecre
ulaşacaksınız. Fecre yemin olsun ki fecre ulaşacaksınız. Fecre yemin olsun ki
bayrama ulaşacaksınız. Fecre yemin olsun ki zafere ve kurtuluşa ereceksiniz.
Yeter ki siz Benim is-tediğim gibi kul olun, gerisini düşünmeyin!” Bundan sonra
bakın Rab-bimiz bir yemin daha yapıyor, bir yemin daha
geliyor:
2. “Zilhicce ayının ilk on gecesine
andolsun;”
On geceye de yemin olsun ki! Rabbimiz
on geceye yemin ediyor. Bu on geceyle ilgili birçok şeyler söylenmiştir. Bunun,
itikafa girilen Ramazanın son on gecesi, Kurban bayramı arefesi olan Zilhiccenin
ilk on gecesi, Ramazan bayramı başlangıcı veya Muharremin son on gecesi, zafere
ulaşılmadan önceki son on gece, her ayın karanlık gibi geçen ilk on gecesi
olduğu söylenmiştir. Böylece diyebiliriz ki, bütün gecelere yemin
edilmektedir.
Bunun mânâsı şudur: Üzerimizde bulunan
geceler bunlardan hangisi olursa olsun, hangi gecede bulunursak bulunalım, biz
bunları Allah’ın istediği gibi değerlendireceğiz. Bu gecelerde hep kullukta,
kıyamda olacak, isyan etmeyeceğiz. Bu geceleri onların sahibinin is-tediği gibi
değerlendirecek ve sonunda fecre ulaşacağımızdan emin olacağız. Bu geceleri bize
lütfedenin arzularını gerçekleştirecek ve sonunda zafere, bayrama ulaşacağımızı
bileceğiz.
Üzerimizde taşıdığımız
karanlıklar, zulmetler, işkence, kötü hava ve terslikler on günler, on geceler
sürebilir. Ama bilelim ki fecir mutlaka doğacaktır. Uzun bir süre zulmet dönemi
yaşasak ta sabredeceğiz, imkânları değerlendireceğiz ve kesinlikle bir fecrin,
bir bayramın geleceğini bileceğiz. Ne olursa olsun unutmayacağız ki Allah’ın
gücü her şeye yeter.
On geceye yemin ediyor Allah, ama
miskin miskin yatılan, gafletle fevt edilen on gece değildir bu geceler. Sabahı
bekleme, fecri kucaklama, bayramı soluklama adına çabalanan, çırpınılan,
terlenilen, Allah’ın istediği gibi değerlendirilen, Allah’ın istediği biçimde
kendilerinde kıraatin gerçekleştirileceği bir on gece… Kitapla beraber
olu-nacak, kitapla diyalog kurulacak bir on gece. Allah kitabından Allah’ın
istediği gibi hayatı düzenlemek üzere mesaj alınacak bir on gece… Kıraatle
birlikte kıyamın gerçekleştirileceği bir on gece.
İşte böyle Allah’ın istediği
biçimde değerlendirilecek bir on geceden, kıyam ve kıraatin gerçekleştirildiği
bir on geceden sonra gelecek bir sabah, bir fecirden söz ediyor Rabbimiz. On
gecelik bir karanlıktan sonra gelen bir fecir, bir aydınlık. On gecelik bir
çileden, ıstıraptan, işkenceden, yoğun bir çaba ve çırpınıştan sonra erişilen
bir aydınlık.
Önce Hatice’de, sonra Ebu
Bekir’de, sonra Ali’de, sonra Zeyd-de sonra Bilal’da gerçekleşen bir aydınlık.
Hani duvarda, surda bir ge-dik açılır, ışık sızmaya başlar, sonra bir delik, bir
delik daha açılır ve nihâyet tüm duvarlar yıkılıp oda aydınlanır ya, işte bunun
gibi, önce bir evde, sonra evlerde, ardından mahallede, tüm şehirde, sonra tüm
ülkede ve dünyada güneşin doğacağı ve Allah’ın hâkimiyetinin gerçekleşeceği bir
fecir, bir bayram.
Güneşin doğuşu ve aydınlatışı da
böyledir değil mi? Önce en yüksek dağlar aydınlanır, sonra biraz daha alçak
tepeler, sonra dağlar, tepeler yırtılıverir de tüm şehir aydınlanıverir ya, işte
böyle yırtına yırtına, devire devire gelecek bir aydınlık ve
zafer…
3. “Her şeyin çiftine de, tekine de
andolsun;”
Sonra bir de çift ve teke yemin olsun
ki! Peki acaba nedir bu çift ve tek? Acaba bu çift ve teke yeminle neyi
kastediyor, neyi anlatıyor Rabbimiz bize? Bu konuda da 36 görüş vardır. Meselâ
tek Arafa günü, çift te bayram günüdür demişler. Arafa günü tek gündür ama
bayram günleri çifttir. Rabbimiz Bayrama ve bayram öncesi onun muştusu olan
arafe gününe yemin ediyor demişlerdir.
Veya burada kastedilen tek ve
çift rekatlı namazlardır. Kimi namazlar tek rekatlı, kimileri de çift
rekatlıdır. Öyleyse Rabbimiz tek ve çift rekatlı namazlara yemin ediyor. Yani
zafere, fecre ulaşmanın yolu namazdan geçer. Öyleyse aman ha namazlarınıza
dikkat edin ki fecre ulaşabilesiniz. Namaz kılarak tüm bedenlerinizde Allah’ı
söz sahibi kabul edin ki zafere ulaşabilesiniz. Namazla Allah’tan mesaj alıp
hayatınızı onunla düzenleyin ki kurtuluşa eresiniz.
Veya tek Allah’tır, çift de
mahlukâttır demişler. Rabbimiz hem kendi zâtına hem de mahlukâtına yemin ediyor
demişler. Veya tek 1,3,5,7,9 gibi tek sayılar, çift de 2,4,6,8 gibi çift
sayılardır demişler. Veya buradaki tek Safa’dır, çift de Merve’dir
demiş...
O halde diyeceğiz ki çift ve tek
özelliği taşıyan kâinatta ne varsa hepsi bu yeminin içindedir. O halde fecre
yemin olsun ki fecre ereceksiniz! Ama şu on geceyi iyi değerlendirin! Bu on
geceyi kıyamla, kıraatle Allah’ın istediği biçimde değerlendirin! Sonra teke ve
çifte iyi dikkat edin. Tek tek iş yapın, birlikte iş yapın! Tek tek okuyun,
birlikte okuyun! Tek tek anlatın, birlikte anlatın! Tek tek hareket edin,
birlikte hareket edin! Geceyi, gündüzü güzel değerlendirin! Tek olan Allah’ı
dinleyin, çift olan insanlara yönelin. Tek olan Allah’tan mesaj alıp mahlukâtı
düzenleyin! Tek olan Allah’tan mesaj alın, çift olan insanlara ulaştırın! Tek
olan Allah’la çift olan varlıklar arası ilişkiyi iyi
kurun.
Tek tek günleri, geceleri,
saniyeleri, dakikaları, imkânları iyi değerlendirin! Tek tek insanları, tek tek
âmirleri, müdürleri ele alıp yetiştirin! Yani tekle ve çiftle ilgili akla
gelebilecek her şeyi, her işi, her ameli Allah’ın istediği gibi düzenleyin ki
bayrama eresiniz, fecre ulaşasınız.
Tek tek günleri, insanları, âmirleri,
memurları, kuruşlarınızı, paralarınızı, imkânlarınızı, terlerinizi,
enerjilerinizi değerlendirirseniz mutlaka bayrama erecek, zafere ulaşacaksınız,
bundan şüpheniz olmasın diyor Rabbimiz. Sonra:
4-5. “Gelip geçen geceye andolsun ki,
bunların her biri akıl sahibi için birer yemine değmez
mi?”
Bir de geçip gitmeye yüz tutmuş, bitmek
üzere olan geceye yemin olsun ki! Bu gece, önceki ayette zikredilen on gecenin
son gecesidir. Rabbimizin kıyamda ve kıraatte değerlendirilmesini istediği on
gecenin son gecesi. Yani zulmetle geçirilen on gecenin bitmek üzere olduğu,
işkencenin sona ermek üzere olduğu son gece. Rabbimiz değerlendirilmesi gereken
bu on gecenin bitişini anlatan son gecesine yeminle bize şunu anlatıyor: “Ey
Müslümanlar! Ey kullarım! Ey on ge-celeri kıyamda ve kullukta değerlendiren ve
sonunda Benden zafer bekleyen, fecir uman kullarım! Aman ha! Dikkat edin! Bu son
geceyi iyi değerlendirin! Değerlendirdiğiniz on gecenin son gecesine dikkat
edin! Bu son gece çok önemlidir! Sakın u son geceyi kaybetmeyin!”
Yani neticeye varmadan bayram yapmaya
kalkmayın! Bayrama ulaşmadan ulaştık zannedip bayram yapmaya kalkmayın! Daha
zaferi kazanmadan zafer sarhoşluğuna girmeyin! Henüz zulmettesiniz. Henüz on
gece bitmedi. Henüz her şey bitmedi. Daha yapacağınız şeyler var. Üstelik bundan
sonra yapacağınız şeyler çok daha önemlidir. Çok daha dikkatli olmalısınız.
Sakın atalete, tembelliğe dü-şüp işi bırakıvermeyin. Sakın bayrama ulaştık,
zaferle tanıştık zannederek işi bırakıvermeyin. İş bitti diye sakın tembelliğe,
atalete düşmeyin. Böylece iş bitmeden işin sonunda kendinizi ele vermeyin. Zira
unutmayın ki zamansız öten horozun başı gider.
Uhut’ta böyle oldu. İş bitmeden bitti
zannetti mü’minler. Zafere ulaşmadan zafere ulaştık zannettiler. Son geceye, son
ana dikkat edemediler. Bayrama ulaşmadan ganîmet devşirmeye kalktılar. Her şey
bitmeden yerlerini, mevzilerini terk ettiler. Zafere ulaşmadan zafer
sarhoşluğuna kapıldılar. İşte Uhut böyle oldu, Hama, Afganistan, Cezayir de
böyle oldu. Müslümanlar kıyamlarının son gecesine, son dönemine dikkat
edemediler. Henüz iş bitmeden, henüz kesin zafere ulaşmadan bayram yapmaya
kalkıştılar.
Cezayir’de bağımsızlık kazanılma
dönemine gelindiğinde, neredeyse iş bitmek üzereyken Fransızlar bundan haberdar
oldu ve "Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi" adlı bir kitap yazıp, Cezayir’de
bolca dağıttılar. Bunun üzerine Müslümanlar hedefi kaybediyorlar. Havalara
giriyorlar. Vay be! Biz neymişiz be! Biz neler yapmışız, biz neler becermişiz
diyerek gereksiz bir tatmin olma duygusu içine girerek hedeflerini kaybettiler.
Yapacaklarını unutup gevşeyiverdiler. Tabi hemen işleri bitiverdi.
Dinleyicilerden “bayram dinimizde ne
anlama gelir” diye bir so-ru soruldu. Bu konuda bildiklerimi söyleyeyim
inşallah.
Bayram;
malın ve canın Allah’a izafesinin adıdır. Zaten bir kişinin hayatta sahip olduğu
iki şeyi vardır; malı ve canı. İşte kişi sahip olduğu bu iki değerini Allah’a
izafe ettiği an bayram yapmaya hak kazanmış demektir. Malı ve canı konusunda
Allah’ı söz sahibi bilen kişi bayram yapabilir. Ya Rabbi, malım da senindir,
canım da. Malım konusunda da, canım konusunda da yetki sana aittir. Bedenini
namazla bana hasret dedin, ediyorum, zekât ve infakla mal çıkar dedin,
çıkarıyorum. Şuralardan kazan, buralarda harca dedin, yapıyorum. Ye dedin,
yiyorum, yeme dedin, yermiyorum. Ramazanda yeme dedin, bak işte yemiyorum, ama
iftarda ye dedin işte yiyorum. Ben konusunda, bedenim ve sahip olduğum her şey
konusunda senin sözün geçer. Ben benliğimi, ben irademi sana teslim ettim. Kendi
adıma se-nin seçimini seçim kabul ettim. İşte bunu becerebilen kişi, malı ve
be-denini Allah’ın sözcülüğüne devredebilen kişi bayramı hak etmiş
demektir.
Bayram;
kişinin hanımını ve çocuklarını Allah’ın emâneti bilebilmesinin ifadesidir.
Ramazanda kişinin helâliyle cinsi münasebet yapması yasaktır. Yerine göre öpmesi
bile yasaktır. Hanımlarımız biz-lerle, bizler de hanımlarımızla Allah’ın
istediği konumda, O’nun meşru gördüğü alanda ilişki kurmalıyız. Onlar bizi, biz
de onları Allah sınırları içinde kullanmalıyız. Bu konuda yetki sahibi
Allah’tır. Değilse; o benimdir, o benim hanımımdır, o benim kocamdır, binan
aleyh istediğim şekilde ondan istifade edebilirim, kime ne? Demeye hiçbir
kimsenin hakkı yoktur. İşte Ramazan boyunca ve tüm hayat boyunca bunu
be-cerebilen mü’min bayram yapmaya hak kazanmış demektir. Bayram o kişinin
hakkıdır.
Bayram;
niyette ihlâs ve samimiyetin ifadesidir. Çünkü oruç baştan sona niyetten
ibarettir ve sadece Allah’a aittir. Bir mü’minin oruçlu olduğunu sadece Allah
bilebilir. Eğer orucunda ve Allah adına yaşadığı tüm hayatında Allah için bir
niyet taşıyabilmiş ve bu niyetinde de samimi olabilmişse kişi, yâni niyetini
Allah’a hâlis kılabilmişse işte o zaman bayramı hak etmiş demektir. Tüm hayatını
Allah için yaşa-mayanlar, tüm hayatlarında Allah adına niyet taşımayanlar,
niyetleri bozuk olanlar bayramı hak edemeyen kimselerdir.
Bayram;
nefse hakimiyetin ifadesidir. Nefse söz geçirmektir, nefse dizgin vurmanın
sonucudur bayram. Nefsinin arzu ve istekleri doğrultusunda, nefsinin hevâ ve
hevesleri istikametinde bir hayatı terk edip; ya yemeyi içmeyi terk etmek
türünde negatif, ya da oruç tutmak, kurban kesmek, namaz kılmak, infak etmek,
paylaşmadan yana olmak türünde pozitif eylemler ortaya koymanın neticesidir
bayram. Nefis yaratılışı gereği hiçbir zaman bunları istemez. Ne salih amelleri
icra etmeye, ne de gayri salih amelleri terk etmeye razı olmaz nefis. O, hiçbir
kayd altına girmeden, Allah’ın haram helâl yasalarını dinlemeden sorumsuzca
hareket etmek ister. İpini koparmış bir deve gibi sere serpe, özgürce bir hayat
yaşamak ister. İşte böylece nefsine hakim olup onu Allah’ın istediği şekilde
dizginlerini eline alabilen kişi bayramı hak etmiş demektir.
Öyleyse
ey nefislerine hakim olabilen müslümanlar. Ey şu uzun ve sıcak Ramazan
günlerinde Allah adına oruç tutacağız diye varlık içinde darlık çeken
müslümanlar. Ceplerinde paraları olduğu halde, ellerinin altında her türlü
yiyecek bulunduğu halde, buz dolaplarında soğuk suları olduğu halde, onlardan
istifade imkânları ellerinde olduğu halde sırf Allah sebebiyle, Allah hatırına
ellerini onlara uzatmayan ve varlık içinde yokluk çeken müslümanlar. İşte bayram
böylece nefse hakim olanların hakkıdır. Buyurun bayram edin. Mübarek olsun
bayramınız.
Çünkü
bayram; kurtuluş demektir. Dünyaya ve dünyalıklara kulluktan, mâsivaya,
Allah’tan gayriye kölelikten, mala mülke, makama mansıba, çoluğa çocuğa, babaya
anaya, ağaya patrona, yasalara yönetmeliklere, çevreye topluma, âdetlere
törelere, modaya topluma ve hasılı Allah’tan başka ger şeye ve herkese
kölelikten kurtuluşun ifadesidir. Herkese ve her şeye karşı hür, ama Allah’a kul
köle oluşun neticesidir bayram. Allah’tan başkalarına ait tüm ipleri, tüm
prangaları, tüm tasmaları, tüm bağları kırıp atabilmenin sonucudur bayram. Eğer
şu anda gözünüzde, gönlünüzde tüm mâsivanın değersizliği anlaşılabilmişse,
bayrama böyle bir ruh temizliği, böyle bir düşünce berraklığıyla çıkabilmişseniz
bayramınız mübarek olsun.
Evet,
bayram kurtuluş demektir dedim. İnsan kendisini ezen günahlarının yükünden
kurtulunca bayram yapmayı hak eder. Günahları terk edip rahatça Rabbine
yönelebilen kişinin hakkıdır bayram. Nitekim bir bayram hutbesinde Resûlullah
efendimizin üç kere âmin, âmin, âmin dediği rivâyet edilir. Sebebini soranlara
da sevgili efendimiz şöyle buyurmuşlardır: Cebrail; Ramazan gelip geçtiği halde
gü-nahlarını terk edip Rabbine kulluğa yönelemeyen, günahlarını affettiremeyen,
böyle bir fırsattan istifade edemeyen kimselere yazıklar ol-sun dedi, ben de
âmin dedim buyurmuşlardır. Demek ki Ramazan bü-yük bit fırsattır. Ramazanda
mü’min günahları terk edip Rabbine kulluğa koşacak ve kendisini, günahlarını
affettirecek ve sonunda da bu-nun bayramını yaşayacaktır. Bunu beceremeyenlerin
bayramı idrak etmiş olsalar da bayramları yoktur.
Bayram;
sabrın, sebatın sonucu demektir. Ya da zafere ulaş-manın sevincidir. Kulluk
yolunda sabredeceğiz. Haramlardan kaçın-ma gibi negatif, farzları yerine getirme
gibi pozitif bir sabır ortaya koyacağız. Allah’ın emirlerini icra ve
nehiylerinden uzak durma konusunda sabredeceğiz, bir daha sabredeceğiz, bir
daha, bir daha sabredeceğiz. Ramazanda sabır mektebinden geçeceğiz. Yeryüzü
kâfirlerinin doyumsuzca insanların ellerindekilere, ceplerindekilere
uzandıkları, müslümanların ağızlarındakileri bile alıp kendi doyumsuz ağızlarına
götürmek için çırpındıkları, bunun için savaşlar başlatıp kan dökmekten bile
çekinmedikleri bir dünyada bizler bırakın haramları helâl yiyeceklerimizden bile
vazgeçerek tüm dünyaya Allah için bir sabır dersi vereceğiz. Kendimizi Ramazanın
sabır mektebinde bileyeceğiz. İbadetlere devam konusunda sabredip dişimizi
sıkacağız. Her türlü dış zorlamalara karşı sabredip Allah’a kulluğumuzda geri
adım atmayı aklımızın ucundan bile geçirmeyeceğiz. Tüm yerli ve yabancı
kâfirlerin, tâğutların, zalimlerin baskılarına karşı sabredip Allah’ın istediği
bir hayattan vazgeçmeceğiz. Sabır budur zaten. Sabır her şart altında Allah’a
kulluğu sürdürmektir. İşte bunu becerenlerin hakkıdır bayram. Değilse her şart
altında değişik bir tavır takınan, geri adım atan, kulluğunu bozan kimselerin
bayramları yoktur.
Bayram;
hayatı düzenlemenin, yaşanacak hayatın Allah adına olması için Allah’a ahit
yenilemenin ifadesidir. Mü’min Ramazan mektebinde belli dönemlerde belli şeyleri
yapma alışkanlığını kazanacaktır. Meselâ iftar bekleyecek, sahur icra edecek,
Arafat’ta irfana ulaşmanın bilincine erecek, Meş’arde onu kuru bir bilgi yığını
olmaktan çı-karıp şuur haline getirecek, amele dönüştürecek, uygulamaya koyacak,
Mina’da da bu yolda karşısına çıkan tüm engelleri kurban edecek noktaya gelecek.
İşte hayatı böylece düzenleyeceğine dair Allah’a söz vermenin, O’nunla ahit
yenilemenin ifadesidir bayram.
Yine
bayram; işte bütün bunların neticesi olarak kulluğa kabulün ifadesidir,
teabbudün beyanıdır. Az evvel ifade ettiğim gibi Allah için orucunu yaşayabilen,
Allah’a kulluğunu Allah’ın istediği şekilde icra edebilen mü’min Rabbi
tarafından kulluğa kabul ediliyor. İşte Mevlâ beni kulluğuna kabul buyurduğu
için, kulluk şerefine eriştirdiği için ben bayram yapıyorum. Meselâ Hz. İbrahim
Allah’a O’nun istediği gibi kulluk icra etti. Allah’ın emrine teslim olup O’nun
adına oğlunu yatırıp kurban olarak boynunu kesmeye azmetti. Sen nasıl istersen ya Rabbi, dedi ve sonunda
bu teslimiyetiyle kulluğa kabul edildi de hemen bayram etti. Oğlu İsmail de yine
Allah’ın emrine teslim olarak babasının bıçağının altına yattı da o da sonunda
bayramı hak etti. Sizler de teslim olduysanız Allah’ın emirlerine, sizler de
teslim ettiyseniz çocuklarınızı Allah’ın emrine, sizler de bir şeylerinizi
kurban ettiyseniz Allah için, o zaman sizler de bayramı hak etmişsiniz
demektir.
Bayram;
kişinin Kadir gecesini yaşamasının, Kadir gecesinde inmeye başlayan Kur’an’ın
kadr u kıymetini bilmesinin ifadesidir. Kur’-an’ın kadr u kıymetini anlayan,
Kur’an’sız müslümanlık olmayacağının farkına varan, Kur’an’ı eline alan, onu
hayatına indiren, indirgeyen, tüm hayatını onunla düzenleme yoluna giren kişi
bayramı hak etmiştir. Unutmayalım ki Kur’an’ın kadr u kıymetini bilemeyen bir
kişinin ömründe hiç Kadir gecesi olmadığı gibi, bayramı da
yoktur.
Son
olarak bu sûrenin beyanıyla diyelim ki bayram; bir fecirdir. Zulmetten,
karanlıklardan sonra gelen bir aydınlıktır bayram. Çileden, ıstıraptan,
işkenceden, yoğun bir çaba ve çırpınıştan sonra erişilen bir aydınlıktır bayram.
Hakkın hakimiyetini gerçekleştirme ve zaferi kucaklama adına çalışılıp
çırpınılan bir on gecenin sonunda erişilen bir sevinç anıdır
bayram.
Evet, son geceye de yemin olsun
ki!
“Bunların her biri akıl sahibi için
birer yemine değ-mez mi?”
Bu yemin değmedi mi? Yemine değer değil
mi bu konu? Akıl sahipleri bu yeminden de mi ibret almayacaklar? Aklı olan
kimselere bu kadar yemin yetmez mi? Aklı başında olanlar için bu yeminler en
büyük yeminlerdir. Ya da bu yeminleri ancak akıl sahipleri anlar. Bundan sonra
örnekler verecek Rabbimiz. On geceyi yaşayanları, yaşamayanları, geceyi ve
gündüzü Allah’ın istediği biçimde değerlendirip değerlendirmeyenleri, eziyet
çekenleri, yakılanları, gömülenleri anlatacak. Bakın şöyle
buyuruyor:
6.
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine?”
7. “Sütunlar sahibi
İreme?”
8. “Ki ülkeler içinde onun benzeri
yaratılmamıştı.”
Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd'a, Âd
kavmine? Görmedin mi ne yaptı Rabbin yüksek sütunlarla dolu Âd-ı İreme. Âd
kavminin mesire yeri, bağlık-bahçelik yeri olan İrem yalancı dünyanın yalancı
cennetiydi. Meşhur Şeddad’ın meşhur cenneti de oradaymış. Âd toplumunu ve onlara
yaptığını anlatacak Rabbimiz.
Rabbimiz Âd milletine, elçi
olarak Hz. Hud’u (a.s) göndermişti. Âd kavmi Yemen, Yemame, Cidde, Hadramut
arasında yaşamış bir kavimdir. Kur’an’ın bize anlattığına göre Âd toplumu,
Arapların yakından tanıdıkları, bildikleri, şiirlerine konu ettikleri bir
toplumdur. 1970 lerde İngilizler bu bölgede Âd’ın helâk edildikleri bölgede bazı
araştırmalar yapmışlar, bazı bulgular elde etmeye çalışmışlar, ama azabın
indiği, azabın merkezi olan o bölgeye girmeleri mümkün olmamıştır.
İbni İshak’ın rivâyetine göre Âd kavmi
Umman’dan Yemen’e kadar uzanan geniş bir bölgede, Ahkâf denen bölgede yaşıyordu.
Bu bölgede meskun olan Âd toplumu tüm civar ülkelere de hakim bir du-rumdaydı.
Hâlâ şu anda bile Hadramut taraflarında bunların evlerinin, barklarının,
şehirlerinin, medeniyetlerinin izlerine, kalıntılarına
rastlanmaktadır.
Âd kavmi gibisi, memleketlerde bir daha
yaratılmamıştır. Çok güçlü, kuvvetli, otuz-kırk metre boyunda insanlar… Cenneti
dünyada arama sevdasına tutulmuş, cenneti dünyada kurma, ya da dünyayı
cennetleştirme cinnetine kapılmış bir kavimdi. Dünyayı kıble edinmiş, tüm plan
ve programlarını dünya adına yapan bir toplum, bir karakter... Bu karakterin, bu
kıblenin tezahürü olarak da İrem’i görüyoruz. Bağlar, bahçeler, eğlenceler,
köşkler, kafesler, kanaryalar, kâşâneler... Hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayat
yaşıyorlardı. Gündemlerinde Al-lah, Allah’a kulluk yoktu. Gündemlerinde âhiret,
ölüm, ölüm ötesi hayat yoktu. Canları ne istiyorsa onu yapıyor, keyifleri
istikâmetinde bir hayat yaşıyorlardı. Allah’ı da, O’nun elçisini de
dinlemiyorlardı.
Şuarâ sûresinde de Hz. Hud’un (a.s)
onlarla diyalogu şöyle anlatılır. Allah’ın elçisi onlara şöyle
diyordu:
“Siz her yüksek yere koca bir bina
kurup, boş şeylerle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar
mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah’tan sakının
ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının; davarları,
oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu hakkınızda büyük
günün azabından korkuyorum” dedi. İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma,
bizce birdir.”
(Şuarâ 128,
136)
Dünyayı cennetleştirme cinnetine
kapılmış olan bu toplum bu dünyada ne kadar oturacakları, ne kadar kalacakları
belli olduğu halde sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi her bir dağın başına villalar,
köşkler, eğlence yerleri yapıyorlardı. Oturamayacakları evler yapıyorlar,
yiyemeyecekleri, tüketemeyecekleri servetler topluyorlardı. Kendilerini
ebedîleştirsin diye, hiç ölmeyelim ve ebediyen yaşayalım diye evler, köşkler,
dükkanlar, fabrikalar, iş yerleri yapıyorlardı. Adamların öyle bir hayat
programları vardı ki, sanki hiç ölmeyeceklerdi. Dünyaya bu bağımlılıklarından,
âhireti unuttuklarından ötürü de tuttukları zaman cebbarların tuttuğu gibi
tutuyorlardı. Tuttukları insanları zorbaların tut-tuğu gibi tutuyorlardı.
Güçsüzleri, mazlumları, garibanları kötü yaka-lıyorlar ve onlara
zulmediyorlardı. Tuttuklarının canını çıkarıyor, yakaladıklarının kanını
emiyorlardı. Âhirette yaptıklarının hesabının sorulacağına inanmadıklarından
dolayı hak-hukuk tanımıyorlardı. Dünyaya bağımlılıkları, doyumsuzlukları
yüzünden insanlara zulmediyorlardı.
Onların bu bozuk düzen
hayatlarını gören Allah’ın elçisi kendilerine şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ey
toplumum! Böyle yapmayın! Allah’tan korkun! Allah’a karşı muttaki olun! Allah’la
yol bulun! Yolunuzu, hayatınızı Allah’a sorun! Hayatınızı Allah için yaşayın!
Yaptıklarınızı Allah’a lâyık yapın! Hep O’nun kontrolü altında olduğunuzu
unutmadan yaşayın! Allah’a kulluğunuzun bilincinde olun! Allah’ın koruması
altına girip O’nun istediği bir hayatı yaşayın! Rabbinize itaat edin! Hep O’nu
dinleyin! Hesabınızda hep Allah olsun!
Bunun için de bana tabi olun!
Rabbinizin sizden istediği kulluğu benden öğrenin! Ben sizin için Rabbimiz
tarafından seçilmiş ve görevlendirilmiş bir elçiyim. Ben kulluk örneğiyim. Allah
sizden istediği kulluğu benim şahsımda örneklemiştir. Ben bir kulluk modeliyim.
Bana bakın, beni izleyin, bana uyun ve benim gibi Rabbinize kul olun!” Bu
sözlere karşı müstekbirce bir tutum sergiliyorlar ve Allah’ın elçisine şöyle
diyorlardı:
“Ey peygamber! Boşuna uğraşma! Boşuna
yorma kendini! Vaaz etsen de etmesen de, uyarsan da uyarmasan da fark etmez,
çünkü kesinlikle biz değişmeyeceğiz Bizim için uyarının varlığıyla yokluğu
birdir. Bizi ha uyarmışsın, ha uyarmamışsın. Biz kesinlikle seni dinlemeyeceğiz,
yolumuzdan, hayatımızdan, hayat programımızdan vazgeçmeyeceğiz. Sen kendi işine
bak ey Hud, biz ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı biliyoruz.” Onlar,
hayatlarına Allah’ı da, Allah’ın elçisini de, Allah’ın gönderdiği mesajını da
karıştırmamaya çalışıyorlardı. Allah’ın âyetleriyle mücâdeleye tutuşuyorlar,
Allah’ın elçisini yok etmeye soyunuyorlardı. Bakın kendilerinin kurtuluşu için
gelmiş bir Allah elçisine şöyle diyorlardı:
“Bize yalnız Allah’a kulluk etmemizi,
babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru
sözlülerden isen haydi bizi tehdit ettiğin azaba uğrat”
dediler.”
(A’râf 70)
Diyorlar ki: “Ey Hud! Bizi yalnız
Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin? Bizi babalarımızın dinledikleri
tanrılarımızı terk edip yalnız Allah’ı dinlemeye çağırmaya mı geldin? Bizi öteki
tanrılarımızdan vaz-geçirip sadece Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin? Yani
şimdi bizler sadece Allah’ı mı dinleyeceğiz? Sadece O’na mı kulluk edeceğiz?
Pe-ki o zaman bizim öteki İlâhlarımız ne olacak? Öteki tanrılarımız ne olacak?
Nereye koyacağız onları?”
Bu âyetten anlıyoruz ki, Âd kavmi
Allah’ı bilmeyen, tanımayan bir toplum değildi. Allah’ın elçisine: “Ne yâni ey
Hud! Durup dururken bir Allah mı çıkardın? Durup dururken bize yeni bir Allah mı
bulup gel-din? Bu da nereden çıktı? Bugüne kadar hiç duymadığımız, hiç
bilmediğimiz bir Allah mı çıkardın?” demiyorlar da, şöyle diyorlardı: “Ey
peygamber! Bizi sadece O’na kulluğa mı çağırıyorsun? Öteki İlâhlarımızı terk
edip sadece O’nu dinlemeye, egemenlik hakkını sadece O’na vermeye, hayatımızda
söz sahibi olarak sadece O’nu kabule mi çağırmaya geldin?”
Yani Allah’ı biliyorlardı,
tanıyorlardı, hattâ zaman zaman O’na kulluk da ediyorlardı, ama hayatlarında
yetkili gördükleri başka Rableri, başka İlâhları da vardı da, onları da dinlemek
zorunda olduklarını söyleyerek sadece Allah’a kulluğa yanaşmıyorlardı. Tamam
İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah’ı da dinleyelim.
Hayatımızın ibadet bölümünde O’nu dinleyelim ama hayatımızın öteki bölümlerinde
söz sahibi olan öteki İlâhlarımızı da dinlemek zorundayız
diyorlardı.
Bakıyoruz, şimdikiler de aynı şeyleri
söylüyorlar. Tamam Allah yücedir, Allah büyüktür, ama yerinde dursun. O bizim
hayatımıza karışmasın, diyorlar. Tamam Allah’tır, Rabbtır, İlâhtır, yücedir,
severiz, sayarız ama hayatımıza karışmasın. Tamam hayatımızın belli bölümlerinde
Allah’ın yasaları geçerlidir. Namaz, oruç, abdest gibi konularda Allah’ı
dinleriz, ama hayatımızın öteki bölümlerinde bizim kendi ya-salarını uygulamak
zorunda olduğumuz başka Rablerimiz, başka İlâhlarımız vardır. Meselâ hukuk
konusunda başka Rablerimiz var, eğitim alanında başka tanrılarımız,
kılık-kıyafet konusunda başka Rablerimiz var, diyorlar. Tamam İlâhlardan bir
İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı o-larak Allah’ı da dinleyelim, Allah’a da
kulluk edelim, ama bizim hayatımıza karışan başkaları olduğu için sadece O’nu
dinlemeye, sadece O’na kulluk etmeye, sadece O’nun yasalarını uygulamaya hayır,
di-yorlar. Zaten tarih boyunca Allah konusunda hiç itiraz çıkmamıştır. Hattâ
hayatın bazı alanlarında O’nu dinleme, O’na itaat etme konusunda da pek itiraz
yoktur. Ama hayatın tümünde sadece Allah’ı dinleme, hayatın tümünde sadece
Allah’a kulluk dediniz mi, öteki sahte İlâhları, sahte tanrıları reddettiniz mi,
işte itiraz burada çıkmaktadır. Dün de, bugün de bu hep böyle olmuştur.
Âd kavmi işte böyle bir toplumdu. Peki
acaba Rabbimiz onları bize niye anlatıyor? Kur’an bize önceki kavimleri niye
anlatır? İbret alalım da onların yanlışlarına düşmeyelim diye. Zira bizim içinde
bulunduğumuz toplum bir yönüyle, ya da birden fazla yönüyle onların toplumuna
benzeyebilir. Eğer böyle bir toplum içinde bulunuyorsanız, siz de o toplumda
peygamberin yanında yer alın, peygamber gibi davranın, peygamberin misyonuna
sahip çıkın ki kurtulasınız. Değilse Allah’ı ve elçisini diskalifiye eden,
Allah’ı ve elçisini hayatlarına karıştırmayanlar gibi olursanız, kesinlikle
onların helâklerine siz de hazır olun deme adına Allah onları bize anlatır.
Meselâ içinde bulunduğumuz toplum
Nuh’un (a.s) toplumu gibi küfürde ısrarlı bir toplum olabilir. 950 sene
peygamberi uğraştıran ama yine de yola gelmeyen ve hattâ çocuğunun elinden tutup
ona: “Oğlum, yavrum, bu adam Nuh’tur! Peygamber olduğunu ve bizim ha-yatımızı
reddettiğini iddia ediyor. Bu bizim ezelî ve ebedî düşmanımızdır. Yarın, öbür
gün eğer ben ölürsem sana vasiyetimdir, benden sonra sakın bu adama iman
etmeyesin” diye çocuklarına küfrü vasiyet eden ve Peygamberin karşısına geçip:
“Bırak bizim yakamızı ey Nuh! Seni de, getirdiğin mesajı da duymak istemiyoruz!”
diyen bir top-lum olabilir. Veya işte burada olduğu gibi içinde yaşadığınız
toplum Âd kavmi gibi dünyayı kıble edinmiş, dünyayı Cennetleştirme cinnetine
kapılmış, tüm programını dünya adına yapan, âhireti, hesabı, kitabı gündeminden
çıkarmış, keyfine göre hayat yaşayan bir toplum olabilir. Hangi toplum içinde
olursanız olun o toplumun elçisi gibi olun, o toplumların düştükleri yanlışa
düşmeyin deme adına Rabbimiz bunları bize anlatıyor.
Âd kavminin en belirgin özelliği budur.
Günümüz Müslümanları açısından çok önemli olduğu için tekrar tekrar bu konuya
dönmek zorundayız. Âd kavmi, cenneti dünyada arama, kurma cinnetine kapılmış bir
kavimdi. Yahut dünyayı cennetleştirme sevdalısı bir topluluktu. Dünyaya kazık
çakma sevdalısı, tüm plan ve programları dünyaya yönelik bir toplumdu. Dünyada
mutlu olalım da, dünyada zevk içinde bir hayat yaşayalım da gerisi ne olursa
olsun. Varsa da, yoksa da işte bu hayat vardır. Bunun dışında başka bir hayatın
varlığına inanmıyoruz. Burada kâm almaya bakalım. Burada her arzumuzu do-yurmaya
bakalım” diyen ve sadece burada kalacak, âhirete intikal et-meyecek şeylerin
peşine takılmış, gece-gündüz şehvetleri peşinde solucanlar gibi kıvranan bir
toplumdu. Hayatları, evleri, barkları, zevkleri, eğlenceleri, bağları, bahçeleri
kıbleleştirdikleri dünyacılıklarına göre şekillenmiş bir toplumdu…
Bir sapıklıkları daha vardı, d da
levhaları, işaretleri değiştirip vurgunlar düzenlemekti. Yolların işaretlerini,
işaret levhalarını değiştirip, yol bilmeyen yolcuları sarp yerlere çekip
oralarda soyuyorlardı. Bizde de aynısı yok mu şimdi? Şu anda dünyayı kıble
edinenlerin ay-nı şeyleri yaptıklarını ve işaret levhalarını değiştirerek
insanları soyduklarını görüyoruz. Şu reklamlar, şu vitrinler, vitrinlere
yazılanlar, du-varlara yazılanlar, şu levhalar da aynı şeyler değil mi? Bunlar
da aynı hedefi gerçekleştirmek için çalışmıyorlar mı? Bunlar da levhaları
değiştirip insanları soymak için çırpınmıyorlar mı? Taktik aynı taktik değil mi?
Şunu mutlaka almak zorundasınız!
Şu her evin mutlak ihtiyacıdır! Bunsuz yaşanmaz! Bunlar yeni modellerimiz!
diyenler ne yapmaya çalışıyorlar? Adam diyor ki: “Hanımlar! yatağınızı mutlaka
değiştirin!” İşte ters yazılmış bir levha! Sana ne benim yatağımdan! Üç yıl daha
yatarım bu yatakta. Seni ne ilgilendirir benim yatağım? Hayır! Adam soyacak ya,
levhaları, işaretleri değiştirerek vurgun yapma niyetinde.
“Efendim her evin mutlak
ihtiyacıdır!” Sana ne benim evimden ya! Ev benim ya! Bir başka levhacı:
“Hanımlar! Sizleri düşünüyoruz!” diyor. Sana ne el âlemin hanımından!? Hayır,
levhalar, işaretler değişecek, yollar yazar kasalara çıkacak, insanları
yazarkasaların önüne uğratacaklar ve orada soyacaklar. Kadınlar yazarkasaların
önünde sağılacaklar. Sütlerini sağacaklar, ceplerindekini alacaklar, sonra da:
“Tamam abla! A! Ayıp ettin beyefendi! Sen cebindekileri ver, gerisine taksit
yaparız” diyecekler. Yani şimdi git biraz daha paralan, gel onu da sağalım
diyecekler. Borcu bitmek üzereyken de karşısına yeni ye-ni şeyler çıkarıp: “Bak
sizin için şunları da hazırladık, bunlar yeni model, bunları da almalısınız,
şunları da almalısınız.”
Bugün de insanlar levhaları,
tabelaları, vitrinleri değiştirip insanları aldatıyorlar. Âd’ın, Semûd’un
yaptığıyla şimdikilerin yaptığının ne farkı var sanki? Âdi insanlardı Âd
kavminin insanları. Âdi insanlar, haksız yere, haram yollarla insanların
mallarını yiyorlardı.
İşte şu anda da görüyoruz ki reklam
yollarıyla zorla insanlara mal satmak, insanların mallarını bâtıl yolla yemek
isteyenler var. Hem de Âd kavmini elli kere sollamış olarak. Biz sizi
düşünüyoruz diyerek insanların ceplerine el atıyorlar. Beni düşünmüyor adam
aslında da kendi cebini düşünüyor. Beni düşünüyorsan bırak el atma cebime! Sana
ne benim yatağımdan, yorganımdan? Sana ne benim cebimden? Sana ne benim
kasamdan, kesemden? İşte böyle reklam yoluyla aslında ihtiyaç olmadığı halde,
efendim her evin mutlak ihtiyacıdır, herkes almalıdır, her kola bir saat, her
duvara bir saat, her masaya, her eve bir saat, her eve bir araba, her koltuğa
bir insan, herkese bir konu, herkese bir koleksiyon, her kola bir nişane, her
sokağa, her caddeye, her mutfağa, her yatak odasına… diyerek insanların malları
haksızlıkla yenilmeye çalışılmaktadır. Efendim her yakaya lâzım, her geline, her
damada lâzım, her parmağa lâzım vs vs…
Düşünün Türkiye’de yetmiş milyon
insanın parmağındakiler bir anda sermayeye dönüşüverse, eminim ki pek çok
fakirin hayatını kurtaracaktır. Meselâ talebe kesiminin veya okur-yazar-çizer
kesiminin bir kere bile okumadan alıp kütüphanelerine attığı kitapları bir
dü-şünün. Bunları bir anda sermayeye dönüştürüverseniz kaç fakirin ge-çimidir?
Kaç fakirin kaç yıllık geçimi değil mi? Ya da çay bahçelerinden, çay
tarlalarından, çay fabrikalarından, çay demleme zamanların-dan, demlenme
zamanlarına, çay bardaklarını yıkama zamanlarına kadar gömülen zamanları,
emekleri bir düşünün.
Âd kavmi böyle Allah’la, Allah’ın
elçisiyle savaşa tutuşmuş, Allah’tan gelen hayat programını reddederek kendi pis
dünyalarından vazgeçmeyen bir toplumdu. Kendilerini ısrarlar uyararak hakka
dâvet eden Peygamberlerine dediler ki:
“Ey Hud! Haydi bize ne getireceksen
getir de görelim. Biz seni de, senin getirdiğin mesajı da reddediyoruz. Bu
tavrımıza, bu şirkimize karşılık haydi buyur ne getireceksen getir. Azap mı
getireceksin? Taş mı yağdıracaksın? Ateş mi göndereceksin? Azap mı edeceksin?
Haydi ne yapacaksan yap,” diyorlar. Cahiller Allah’tan istenmesi gere-ken,
Allah’tan beklenmesi gereken şeyleri de peygamberden bekli-yorlar. Allah’ı da,
peygamberi de bilmiyorlar. Bilselerdi zaten iman e-derlerdi. Tıpkı Hudeybiye’de
yapılan anlaşmanın başına: “Rasulul-lah Muhammed” ibaresinin
yazılmasına bozulup da: “Ey Muham-med! Eğer biz bunu kabul etmiş olsaydık zaten
burada bu anlaşmayı yapmazdık” dedikleri gibi. Onlar Peygamberden azap
isteyince, Hâkka
sûresinde anlatıldığı gibi:
“Allah o fırtınayı üzerlerine yedi gece
sekiz gündüz mûsâllat etmişti de, öyle ki, o kavmi içi boş hurma kütükleri gibi
orada yerlere serilmiş olarak görürdün.”
(Hakka
7)
Rabbimiz onların üzerlerine
sarsar denen şiddetli, çok soğuk bir fırtına, yahut taş yağdıran, azgın, atiye
bir fırtına gönderdi de taş taş üstünde kalmadı. Her şeyi büküp büküp atıverdi.
Allah o kahredici, helâk edici, mahvedici rüzgarı bu kavmin üzerine yedi gün,
sekiz gece mûsâllat kıldı, emretti de sürekli o rüzgar esip durdu onların
üzerinde. Yani salladı durdu orayı. Her şeyi birbirine vurdu, her şeyi birbirine
kattı, hepsi mahvoldular, hepsi tuş oldular. Öyle ki sanki orada insan
yaşamamıştı. İçi boş hurma kütükleri, hurma kovanları gibi yirmi-otuz metre
boyundaki insanlar yerlere yıkılıvermişlerdi. Güçleri, kuvvetleri, kolları,
pazıları, imkânları, malları, mülkleri, medeniyetleri, evleri, köşkleri hiçbir
işe yaramamıştı.
“Biz, rahmetimizle, Hud’u ve
beraberinde bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayarak inanmayanların
kökünü kestik.”
Allah diyor ki, biz O’nu, Hud’u
ve beraberindeki inananları kurtardık. Onu ve getirdiği mesajını
destekleyenleri, peygamber safında yer alanları rahmetimizle kurtardık. Ama beri
tarafta âyetlerimizi yalanlayanları, âyetlerimizi işlemez hale getirenleri,
âyetlerimizi boşa çı-karıp onlarla ilgilenmeyenleri helâk edip kökünü kazıdık.
Kendi sistemlerine, kendi putlarına, kendi hayat tarzlarına tutunarak Allah
sistemiyle savaşa tutuşanların da kökünü kestik, diyor Rabbimiz.
Kim iman edecek, kim iman
etmeyecek aslında bunu biliyordu Allah. Aslında bunları yaratmadan da biliyordu
Rabbimiz. Ama işte böylece hem bu adamları kendi vicdanlarıyla yüzleştirmek, hem
insanlara bunları göstermek üzere dünyaya getirip denedi onları ve sonra da
köklerini kesiverdi.
Kendimizden bir rahmetle, katımızdan
bir rahmetle inananları kurtardık, diyor Rabbimiz. Demek ki Rabbimizin rahmeti
olmadıkça kurtuluş kesinlikle mümkün değildir. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Rabbimizin rahmeti ve rızası, desteği olmadıkça ne bu dünyada,
ne de ukbâda kurtuluşumuz kesinlikle mümkün değildir. Yani bir dâvâ ki,
arkasında Allah yoksa o dâvânın galip gelmesi kesinlikle mümkün değildir.
Öyleyse tüm mücâdelelerimizde Allah yasalarına uygun hareket edelim ki Allah
bizimle beraber olsun. Tavizler vererek, Allah’ın hoşlanmayacağı yollara saparak
Allah desteğini kaybetmemeye çalışalım.
9. “Vadide kayaları kesip yontan Semûd
milletine ne yaptı Rabbin?”
Rabbimiz, Âd’ın başına gelenleri kısaca
anlattıktan sonra şimdi de Semûd kavmini anlatmaya başlıyor. Semûd kavmi, Âd
kavminden sonra gelmiş, onların halefi olarak Medine ile Kudüs arasında “Hicr” denilen bölgede yaşamış bir
kavimdir. Hattâ Allah’ın Resûlü, Tebûk taraflarına giderken yanındaki ashabına
şöyle buyuruyordu: “Buradan hızlı geçin, zira burası Semûd toplumunun
kendilerine elçi olarak gönderilmiş olan kardeşim Sâlih’in devesini
katlettikleri yerdir. Burası azabın indiği yerdir. Azap bölgesinde eğlenmeden
yürüyün.”
Semûd’un en büyük şehirlerinden
birisi, belki de merkezi “Medayin-i Sâlih”tir. Bu şehrin
harabeleri üzerinde yapılan incelemelerden anlaşıldığına göre bu şehrin nüfusu
beş yüz bin civarındaymış. Bu toplum muhtemelen helâk edilen üçüncü toplumdur.
Kendilerinden önce sırasıyla Nuh kavmi, Âd kavmi helâk edilmiş ve onların
arkasından da bu toplum gelmişti.
Semûd’un bir özelliği daha vardı, o da
tüm hayırları, tüm menfaatleri reddetmek. Hayırdan ve hayırlıdan hoşlanmayan bir
toplum. Meselâ adama diyorsunuz ki, “İşte şu ekmek temizdir, al götür ye bu-nu!”
Hayır, adam illa da pislik yiyecek. Tertemiz ekmeği değil de pisliği seviyor
adam. Hayırlıyı reddetmek, temizden nefret edip pisi sevmek gerçekten garip bir
özelliktir. İşte Semûd kavminin böyle bir karakteristik özelliği vardı. Allah,
Semûd kavmine bir deve gönderdi… Mûcize bir deve… Diğer develere benzemeyen,
onlardan farklı, Allah’ın gücünü, kudretini ortaya koyan bir deveydi bu. Toplum
için de hayırdı, hayırlıydı, bereketliydi. Hiçbir zararı yoktu bu devenin. Tek
suçu süt vermekti. Süt vererek tüm kavmi doyuracak özellikte bir deve. Üstelik
bakmayacaklar, beslemeyecekler, doyurmayacaklardı. Bir gün şehrin tüm sularını
bu deve içecek, ertesi gün de içtiği suyu süt diye kavme ikram edecek ve tüm
toplumu doyuracaktı. Söyleyin şimdi: Bu deve hayırlı mı, hayırsız mı? Bereketli
mi, bereketsiz mi? Böyle bir deve elbette hayırdan, bereketten
ibaretti.
Ama alçaklar bu hayra tahammül
edemediler de bu deveyi katlettiler. Allah’ın bu hayrına, Allah’ın bu ayetine
tahammül edemediler de bu deveyi öldürüverdiler. Bu deveyi öldürerek yeryüzünde
Allah’ın bir ayetini yok etmek, silmek istediler. Allah’ın varlığını, Allah’ın
gücünü, kudretini hatırlatan bir ayetin görüntüsüne tahammül edemediler. Tıpkı
şu anda yeryüzünde varlığı hayır olan,
varlığı tüm dünya insanlığı için bereket olan, tüm suçu süt verip dünyayı
beslemek olan Müslümanları katletme adına tüm dünya kâfirlerinin soyunduğu gibi.
Şu anda yeryüzü Müslümanlarının bir tek suçları var. O da süt vermek.
Ürettikleriyle tüm dünyayı doyurmak. Ama bakıyoruz kâfirler bugün de hayırdan,
hayırlıdan, bereketliden hoşlanmıyorlar. Kâfirler bugün yeryüzünde Müslümanların
varlığına tahammül edemiyorlar. Tıpkı dün Allah’ın kendilerine süt verip
beslemesi için gönderdiği deveye, yâni Allah’ın böyle bir âyetinin varlığına
dayanamayıp da onu yok etmeye teşebbüs eden Semûd kâfirleri gibi.
“Bu deve mûcize bir devedir.
Yaratılışı mûcizedir. Allah onu bir kayalıktan çıkarıp yaratmıştır. Öteki
develerden farklı bir ayettir. Onun içindir ki yaratılışıyla ve varlığıyla
sürekli bize Allah’ı hatırlatıyor. Sürekli bizi Allah’la yüz yüze getiriyor.
Halbuki biz O’nu unutarak rahat bir hayat yaşamak istiyoruz. Görüntüsüyle bize
sürekli Allah’ı, âhireti, hesabı, kitabı hatırlatıp bizim iştahlarımızı kaçıran
bu deveyi mutlaka öldürmeliyiz. Bu ayeti mutlaka insanların gözleri önünden
silmek zorundayız. Bunu unutmak ve insanlara unutturmak zorundayız,” diyerek
Allah’ın bir âyetini yok etmek üzere bu deveyi öldürdüler. İşte şu anda da
günümüz kâfirleri aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar. “Görüntüleri bize hep âhireti
hatırlatıyor. Varlıkları bize hep Allah’ı hatırlatıyor. Varlıkları, hayatları,
hayat programları, kılık-kıyafetleri, örtüleri, namazları, namusları, oruçları
hep bize sapıklığımızı hatırlatıyor. Müs-lümanca kimlikleri bizim küfrümüzü
açığa çıkarıyor. Programları, hayatları bizim programlarımızın uygulanmasına
izin vermiyor. Başka çaresi yok, bu Allah âyetlerini, bu Allah görüntülerini yok
etmek zorundayız.” diyorlar.
Sâlih’in (a.s) kavmi olan Semûd kavmi
hayırdan, hayırlıdan hoşlanmayan bir toplumdu. Allah’a, Allah’ın dinine,
Allah’ın elçisine ve onun Allah’ı hatırlatmasına tahammül edemeyen, Allah ve
elçisiyle savaşa tutuşan bir toplumdu. Halbuki bunlar da kendilerinden önceki
toplumların yok edilişlerini görmüşlerdi. Bu adamlar Âd kavminin torunlarıydı.
Ne gariptir ki bu adamlar kendilerinden önce Nuh kavminin suyla, Âd kavminin de
dondurucu bir fırtınayla helâk edildiklerini görmüşlerdi. Allah’ın gücünü,
kudretini, Allah ve elçisine kafa tutanların başlarına gelenleri biliyorlardı.
Gördükleri, bildikleri bu tecrübelerden dolayı bunlar kendilerinden öncekilerin
âkıbetine uğramamak için yüksek kayaları, kayalıkları yontarak yüksek yüksek
barınaklar yapmışlar, evlerini, şehirlerini yüksek kayalıkların arasında
yontarak oluşturmuşlardı. Sudan etkilenmemek, rüzgardan korunmak için böyle
yaptılar. Böylece güya kendilerini garantiye aldıklarını zannediyorlardı. Artık
Allah’la tutuştukları savaşta, peygambere karşı gerçekleştirdikleri mücâdelede
Âd kavmini yakalayan rüzgar onları yakalayamayacak, Nuh toplumunu helâk eden su
onlara bir şey yapamayacaktı. Onun için bu gerçekleri bildikleri halde yine de
kendilerinden önce helâk edilen toplumların yolundan gitmekten korkmuyorlardı.
“Biz onlar gibi tedbirsiz değiliz”
diyorlardı. “Onlar evlerini, şehirlerini düzlük arazilerde kurdular ve Allah’ın
deprem, sel ve diğer afetlerine yenik düştüler. Ama biz onların yanlışlarına
düşmeyeceğiz. Biz evlerimizi, yerleşim merkezlerimizi dağ gibi kayalıkları
yontup oralarda oluşturacağız ve böylece hiçbir şeyden etkilenmeyeceğiz.
Allah’la savaşımızda başarılı olacağız” diyorlardı. Dikkat ediyor musunuz?
Adamlar atalarının, dedelerinin başına gelenlerden böyle bir ders
çıkarıyorlardı. Onlar şöyle şöyle hata ettiler biz yapmayacağız… Şimdi de aynısı
değil mi? Onlar evlerini depreme dayanıklı yapmadıkları için yenik düştüler.
Bizler bundan ders çıkarıp evlerimizi şöyle şöyle yapıp Allah karşısında yenik
düşmeyeceğiz diyenlerin durumu da aynı değil mi? Halbuki atalarımızın başına
gelenlerden başka türlü dersler çıkarmalıydık. Onlar Rablerine kulluktan
çıktılar. Onlar Allah ve elçisiyle savaşa tutuştular, onlar dünyayı
kıbleleştirdiler, onlar âhireti gündemlerinden düşürdüler. Onlar Allah’ı ve
O’nun hayat programını unutup hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayata
yöneldiler de onun için bütün bunlar başlarına geldi. Bizler öyle yapmayalım.
Bizler bundan bir ders çıkarıp onların düştüğüne düşmeyelim demeleri
gerekirdi.
Geçmişlerini yanlış yorumladılar.
Atalarının başlarına gelenleri yanlış değerlendirdiler. Evlerini onlarınkinden
daha sağlam, daha güvenilir bir zeminde kurarak güya Allah’a ve O’ndan
gelebilecek bir helâke karşı kendilerini emniyete aldıklarını sandılar. Ama
Allah bir sesle, bir sayhayla onları yok ediverdi. Rabbimiz hepsini bir
rüzgarla, bir depremle, bir suyla yok edecek değil ya! Allah’ın orduları çoktur.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun ordusudur. Bir sayha ordusuyla da onları
yok ediverdi Rabbimiz.
Semûd kavmine de peygamberleri Sâlih
(a.s) vasıtasıyla Allah hidâyeti, kulluğu, doğru yolu göstermişti. Sanki
Rabbimiz suç Bizim değil, Biz onlara gereken hidâyeti gösterdik, diyor. Onlara
doğru yolu, hakkı, kulluğu, hidâyeti gösterdik. Yani durup dururken Biz onları
helâk etmedik. Onlar helâki hak ettiler de onun için helâk ettik, diyor
Rabbimiz. Allah onlara hidâyeti, basireti, basiret yollarını göstermiştir. Ama
onlar körlüğü basirete, dalâleti hidâyete, kendi hevâ ve heveslerini, kendi
hayat programlarını, kendi keyiflerini Allah yasalarına tercih ettiler.
Kendilerinden öncekiler gibi körlüğü hidâyete, küfrü imana, sapıklığı hidâyete
tercih ettiler. Sâlih’e (a.s) ve onunla beraber iman edenlere dediler ki: “Biz
sizin inandığınızı inkâr ettik. Biz sizin iman edip kutsadığınız her şeyi inkâr
ediyoruz.”
Bu inkârlarını, küfürlerini açığa
çıkarmak için de Allah’ın bir mûcize olarak Sâlih’e (a.s) verdiği deveyi
öldürdüler. Hud sûresinin 65. âyetinde anlatıldığına göre devenin
öldürülmesinden sonra Sâlih (a.s) onlara üç günlük bir süre tanıdı. Üç gün
yurtlarında istediklerini yapabileceklerini söyledi. Çünkü bu süre içinde
Allah’ın azabı gelip onları yakalamıştı. Azabın geleceği gece onlar da Hz.
Sâlih’e (a.s) saldırmayı ve onu öldürmeyi planlıyorlardı. Ama Allah onları da
başlarına gelen bir sayhayla, bir yıldırımla, bir racfeyle veya geberin
ge-beresiceler! diye bir sesle helâk ediverdi. Allah yerlerini, yurtlarını bir
sarstı ki, o kıyâmet kopsa da yıkılmaz zannettikleri mağaralarını, binalarını
yerle bir ediverdi. Allah’la ve Allah’ın âyetleriyle savaşa tutuşan bir toplum
daha yok olup giderken, Rabbimiz onların içinden inananları da kurtardık, diyor.
Rabbinle savaşa tutuşan Semûd’a
Rabbinin yaptıklarını görmedin mi? Gözünle görür gibi vahiyle buna muttali
olmadın mı Peygamberim? Semûd’un başına gelenleri sizler de görmediniz mi ey
insanlar? Ne oluyor size? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bütün bunları Ben size ne
için anlatıyorum? Sizler ne yapmaya çalışıyorsunuz? Yoksa sizler de onlar
güçsüzlerdi. Onlar dağınık toplumlardı. Allah onlarla baş edebilmiştir. Ama şu
anda bizim düzenli ordularımız var. Yer altı, yerüstü filolarımız, tanklarımız,
zırhlılarımız, füzelerimiz, atom reaktörlerimiz var. Bizler şimdi Birleşmiş
Milletleri oluşturduk, Nato’yu kurduk. Artık Allah bizimle başedemez diyerek
kendinizde güç-kuvvet görüyorsunuz da ondan mı Rabbinizle, Rabbinizin
yasalarıyla savaşa kalkışıyorsunuz? Kendinizi bir şey zannederek mi Rabbinizin
yasaları yerine kendi yasalarınızı hakim kılmaya çalışıyorsunuz? Rabbimiz, gerek
bu âyetlerin geldiği dönemin kâfirlerine, gerekse asrımız kâfirlerine
sesleniyor.
“Ey insanlar! Unutmayın ki tarih
boyunca helâke uğrayan toplumlar teknolojik ve ekonomik yönden zayıf oldukları
için helâke uğramış değillerdir. İşte size anlatıyorum ki, onların helâk sebebi
bu değildir. Aksine onların helâk sebebi Benimle ve elçilerimle çatışma içine
girmeleridir. Gündemlerinden Beni, dinimi düşürmeleri ve kendi keyiflerince bir
hayat yaşamaya yönelmeleridir. İnsanlar Benim tarafımdan kendilerine verilen
imkânlara, Benim tarafımdan ulaştırıldıkları dünya güçlerine dayanıp güvenerek
kendilerini Benim dinimden müstağnî sayarak, hayat programlarını kendileri
yapmaya kalkışarak dünyada dilediklerini yapabilecekleri zannına kapılıp,
kendilerini bir şey zannedip, gururlanıp gerçek güç kaynağı olan Bana kafa
tuttular. İşte helâk sebebi budur. Şimdi de öyle diyor değil mi bu müstekbirler?
Ar-tık insan çağ atlamıştır. Artık önceki dönemler kapanmış, insan, rüş-dünü
ispat etmiştir. Artık insan kendi kendine yeterli olduğu, kendi kendine ayakta
durabileceği, kendi sistemini kendisi yapabileceği bir bilince ulaşmıştır.
Binaenaleyh artık insanın Allah’a da, Allah’ın kitabına da, Allah’ın elçisine
de, Allah’ın hayat programına da ihtiyacı kalmamıştır, diyorlar. Kalmış mı,
kalmamış mı yakında göreceğiz?
10.
“Kazıklar sahibi Firavun’a ne yaptı?”
11. “Bunlar ülkelerde
azmışlardı.”
12. “Oralarda çok bozgunculuk
yapmışlardı.”
13. “Bu yüzden Rabbin de onların
üzerlerine azap kamçısını yağdırıverdi.”
14. “Doğrusu Rabbin hep
gözetlemekteydi.”
Bir de Firavun’a ne yaptı Rabbin
görmedin mi Peygamberim? buyurarak Rabbimiz şimdi de yeryüzünün en büyük
tâğutlarından birisi olan Firavun’a yaptıklarını anlatacak. Kur’an bize ne
Firavun’u, ne Nemrut’u, ne Ebu Leheb’i, ne de Ebu Cehil’i anlatmak için
gelmemiştir. Kur’an bize kulluğu anlatmak için gelmiştir. Biz nasıl kul olacağız
Allah’a, Allah bizden nasıl bir kulluk ister, işte Kur’an bize bunu anlatmak
için gelmiştir. Kur’an, kulluk kitabıdır. Bize kulluğumuzu an-latma adına gelen
bu kitap, zaman zaman bunlara da atıflarda bulunur. Hem kulluğun sapma
noktalarını göstermek, hem de kulluk yolunda karşımıza çıkan engeller karşısında
sabırlarımızı, cesaretlerimizi, imanlarımızı pekiştirmek üzere zaman zaman
bunları bize anlatır.
Düşünsenize, Rabbiniz kazıklar sahibi
Firavun’a ne yaptı? Ha-ni böyle zalim güçler karşısında insan biraz korkar,
bunların tehditleri karşısında insanın kalbine bir ürperti gelir ya, eğer bu
zalimlere karşı gelirsem, eğer bunların yasalarını terk ederek Rabbimin istediği
bir şekilde yaşarsam, eğer bu tâğutlara değil de Rabbime kul olursam, eğer bu
zalimlerin baskılarına, zulümlerine rağmen İslâm’ı yaşarsam bunlar bana
zulmederler, beni öldürürler, beni zindanlara atarlar veya eğer Rabbimin
istediği gibi giyinir, Rabbimin istediği biçimde bir hayat yaşarsam çevrem beni
dışlayıverir, ailem beni atıverir, ordular geliverir, Firavunlar üzerime
yürüyüverir gibi zaaflarımız gündeme gelir ya, işte böyle durumlarda onların
hiçbir değer ifade etmeyeceklerini, onların korkulacak hiçbir güçlerinin,
kuvvetlerinin olmadığını, onların da iplerinin kendi elinde olduğunu anlatmak
üzere bunları gündeme getiriyor Rabbimiz.
Firavun’u görmedin mi ne oldu?
Ona ne yaptı Rabbin? Hani Mûsâ’nın karşısında güçlüydü Firavun? Hani orduları
vardı? Hani askerleri, aveneleri vardı? Hani Müslümanlar bir avuçtu onun
karşısında? Hani mü’minler yardımcısız ve korumasızdı? Hani Mûsâ ve
beraberindeki mü’minler çok zayıftı, hani Firavun’un süper bir ordusu vardı?
Hani onun gücü, kuvveti, saltanatı vardı? Hani Firavun kazıklar sahibiydi! Hani
onun orduları bir yerde konakladıkları zaman tüm arz, çadır kazıklarıyla dolmuş
gibi azametli görünüyordu! Hani o Firavun dünyaya kazık çakma sevdasına
kapılmış, hiç ölmeyecekmiş gibi bir dünya kurmuştu. Ne oldu sonunda? Kim galip
geldi? Firavun mu, yoksa Allah mı? Firavun ve hempaları mı, yoksa Allah dostları
mı? Görmüyor musunuz, düşünmüyor musunuz? Anlamıyor musunuz? Bir düşünün de,
kulluk yolunda engel olarak tüm dünya sizin karşınıza çıksa bile zerre kadar
korkmayın, diyor Rabbimiz.
“Kazıklar sahibi” ifadesinden kastedilen, bu
dünyaya kazık gibi çakılmış piramitlerdir. Çünkü Firavunlar öldükten sonra da
hegemonyaları, egemenlikleri devam etsin, öldükten sonra da insanlar onu
yaşatıp, onun yasalarını uygulasınlar diye piramitler, anıt mezarlar
yaptırırlardı. İşte buradaki kazıklar sahibi ifadesiyle kastedilen budur. Tüm
sahte tanrıların böyle piramitleri, anıt kabirleri vardır. Öyle olmasa onlar
tanrılaşamazlar, öyle olmasa unutulup giderler. Öyle olmasa kulluğa layık
görülmezler. Kulları onları böylece insanların gözünde tanrılaştırabilmek için
mozoleler, anıt mezarlar, piramitler yapmak zo-rundadırlar. Onlar, kullarının
korumasına, kullarının kendilerini yücelt-melerine muhtaç zavallı tanrı
taslaklarıdır.
Firavun dünyaya kazık çakma
sevdalısıydı da Rabbimiz böyle buyurdu. Adam dünyaya kazık çakma sevdalısı
birisiydi. Hiç ölmeyecekmiş gibi plan program yapıyordu. Malı, mülkü, saltanatı
ile ölümsüzlüğü arıyor, ölümsüzlüğü hedefliyordu. Kendini dünyada ebedîleştirmek
istiyordu. Allah’a, âhirete, âhiretteki hesaba, kitaba inanmadığı için tüm
hedefi dünyaydı.
Yeryüzünde ölümsüzlüğü hedefleyen,
bunun için de dünyayı kıble edinip tüm plan ve programlarını dünyaya kazık çakma
sevdasına bina eden, âhireti, hesabı, kitabı gündemlerinden çıkaran bu hainler
tuğyan etmişler, arabalarını kuma kaptırıp yoldan sapmışlar. Tâ-ğutlaşmışlar,
şeytan adamı, şeytan taraftarı olmuşlar. Ya da Hakkın karşısında güç, bilgi
iddiasında bulunmuşlar. Allah karşısında tıpkı şeytan gibi güç iddiasında
bulunmuşlar. “Ne yani, Sen varsan ben de varım! Senin dediğin varsa benim
dediğim de var. Sen öyle diyorsan ben de böyle diyorum! Senin cehennemin varsa
bizim de hapishanelerimiz var! Senin meleklerin varsa bizim de askerlerimiz
var!” diyerek Allah’a kafa tutmuş, Allah yasalarını beğenmeyip kendi yasalarını
zorla insanlara dayatmış, Allah kullarını Allah’a kulluktan koparıp ken-dilerine
kul-köle edinmiş insanlardır bunlar.
Hz. Mûsâ’ya galip gelebilmek için
topladığı sihirbazlar sonunda Mûsâ’ya (a.s) ve Rablerine iman edince, Firavun
onlara şöyle diyordu:
“Firavun: “Ben size izin vermeden mi
O’na inandınız? Doğrusu bu halkı şehirden çıkarmak için düzdüğünüz bir hiledir,
fakat siz göreceksiniz.”
(A’râf 123)
Bakın Firavun diyor ki: “Ben size izin
vermeden ha! Ben-den izin almadan iman ettiniz ha! Bana danışmadan, benim
onayımı almadan Mûsâ’ya ve onun Rabbine secde ettiniz ha! Benden izin almadan
Allah safına geçtiniz ha! Benden izin almadan peygamberle birlik oldunuz ha!
Benden izin almadan beni ve benim yasalarımı terk edip, bana kulluğu terk edip
Allah’ın kulu oldunuz ha! Allah’ın yasalarını benimkilere tercih ettiniz ha!
Bana karşı baş kaldırıp Allah karşısında secdeye vardınız ha! Bana hayır dediniz
de Allah’a evet dediniz ha! Benden izin almadan Allah’ı bana tercih ettiniz ha!
Benden izin almadan peygamber Mûsâ’yı benim önüme geçirdiniz ha! Halbuki sizi
ben çağırmıştım. Sizler benim memurlarımdınız, benim kullarımdınız. Ben tayin
etmiştim sizleri. Mükâfatınızı, maaşınızı ben verecektim. Sizler benim ülkemde
yaşıyor, benim nîmetlerimden istifade ediyordunuz. Sizleri ben yetiştirmiş, ben
okutmuştum. Benim mekteplerimde okumuş, benim diplomamı almıştınız. Beni
desteklemeli, benden izin almalı, benden yana
olmalıydınız.”
Dikkat ediyor musunuz? Allah’a inanmak
için bile Firavunlardan izin almak gerekiyor. İnanan birisi olsanız bile
imanınızı gündeme getirme, imanınızın amelini hayatınızda görüntüleyip
sergileme, imanlarınızı yaşama, inandığınız Allah’ın emirlerini yerine getirme
konusunda Firavunlara danışmak zorundasınız. Müslümanca bir hayat yaşayabilir
miyiz, yaşayamaz mıyız? Allah’ın istediği biçimde örtünebilir miyiz, örtünemez
miyiz? Allah’ın istediği biçimde nikâhlanabilir miyiz, nikâhlanamaz mıyız?
Allah’ın istediği biçimde mirasımızı paylaşabilir miyiz, paylaşamaz mıyız? Allah
ve Resûlü’nün istediği biçimde çocuklarımızı eğitebilir miyiz, eğitemez miyiz?
Allah’ın istediği biçimde yaşayabilir miyiz, yaşayamaz mıyız? Tüm bu konuları
Firavunlara sormak zorundasınız. Adım atarken bile onların iznine muhtaçsınız.
Onların izin vermediklerini kesinlikle yapamazsınız.
Şimdi de çağdaş Firavunlar aynı şeyi
demiyorlar mı? Sizler bi-zim kullarımız, bizim vatandaşlarımızsınız. Nasıl
giyineceğinize, nasıl yaşayacağınıza, nerede ve nasıl okuyacağınıza, ne kadar
örtüneceğinize, dininizi hangi sınıra kadar yaşayacağınıza, ne kadarını
anlatabileceğinize, nasıl bir kisveye bürüneceğinize, nasıl bir hukuk
uygulayacağınıza, ekonominizin nasıl olacağına, bayramlarınızın, tatillerinizin
neler olacağına biz karar veririz. Tüm hayatınız konusunda bize danışmak, bizden
izin almak ve bizim yasalarımıza karşı gelmemek z-orundasınız,
diyorlar.
Meselâ Müslüman bir kızcağız
Rabbinin istediği biçimde örtü-nüverdi mi hemen Firavunlar harekete geçerler.
“Bizden izin almadan örtündün ha! Bizden izin almadan bizim yasalarımızı
çiğnedin ha! Rabbini bize tercih ettin ha! Rabbinin yasalarını bizimkilere
tercih ettin ha!” diyerek onu bundan vazgeçirebilmek için ellerinden ne gelirse
yaparlar.
Veya meselâ bir öğretmen okulda
talebelerine biraz fazlaca İslâm duyursa, tâğutların belirlediği ders programını
birazcık aşarak Allah’ın istediği biçimde bir din anlatımını gerçekleştirse veya
meselâ bir vaiz kürsüden cemaatine biraz açık din anlatsa, halkın anlayabileceği
bir şekilde Allah ayetlerini şerh etse hemen sorguya çekerler. “Bizden izin
almadan bunları bunları konuştun ha! Halbuki neleri anlatacağını, ne kadarını
anlatacağını biz belirleyecektik. Halbuki seni biz tayin etmiştik. Sen bizim
memurumuzdun. Senin maaşını biz veriyorduk. Seni özellikle bize kulluk etsin
diye, Mûsâ’nın karşısında, Mûsâ'ların karşısında bizi savunasın diye seni
okullarımızda eğitmiştik” diyerek onun hemen Firavunlar tarafından
sorgulandıklarını görürüz. Niye? Çünkü o tanrıydı. Egemen oydu. Şu âyetler
okunsun, şunlar okunmasın diye o izin verecekti. O belirleyecekti, şu kadarı
gündeme getirilebilir, şu kadarına gerek yoktur diye. Şunlar anlatılsın, şu
kadar anlatılsın, filânlar anlatsın, falanlar kesinlikle anlatmasınlar
diye…
Düzen bozmuşlardı, ifsad etmişlerdi,
fesadı çoğaltmışlardı orada. Yeryüzünde dengeyi bozmuşlardı. Aslında düzen
iddiasıyla yapıyorlardı bunu. Tüm yaptıklarını düzen adına yapıyorlardı ama
as-lında tüm yaptıkları bozmaydı. Tüm yaptıkları ifsattan ibaretti. Zira dü-zen
sahibi Allah’ın düzenini beğenmiyorlardı. Allah’ın düzenini bil-miyorlardı.
Allah’ın düzeninden habersiz kimselerin yaptıkları bozmadan başka bir şey
değildir. Ekonomi, ev tefrişi, kılık-kıyafet, eğitim, hukuk, şehir planlaması
adına yaptıkları her şey bozmaydı. Fıtratın dışında bir şeyler getiriyorlardı
ama hepsi bozmaydı.
Bu yüzden de Rabbin onların üzerine
kırbaç azabını, kamçı azabını döktü. Rabbin onların üzerlerine azabını
döküverdi. Azap gönderdi, azap indirdi değil, onların üzerine azabı döküverdi.
“Sab-be” bir şeyi tümüyle
kaplayacak, ihata edecek biçimde bir döküşü ifade eder. Bir madde, üzerine yağan
karın altında kalsa, her yerini kar kaplasa işte buna sabbe denir. Veya meselâ
bir küreğin üzerine bir kamyon kum dökülse ve kumun altında kürek kaybolsa, işte
buna sabbe denir. Biz bu kelimeyi Hz. Fatıma annemizin Resûl’ün vefatıyla
söylediği bir şiirle de tanıyoruz. Rasulullah’ı kaybetmenin üzüntüsüyle anamız
diyor ki: “Elemler beni sabbe edip örttü.”
Onların üzerlerine Rabbin kırbaç
azabını döküverdi. Yani bir kırbaç değil her taraftan kırbaç yağıyor. Allah
onların başlarına böyle bir azap yağdırıverdi. Çünkü:
Elbette ki Rabbin görüp gözetendir.
Elbette ki Rabbin gözetleme yerindedir. Kendiniz her an O’nu göremiyorsanız
bile, O sizi hep görmektedir. Yani hep O’nun murakabesi altındasınız. Onu
kandıramazsınız, atlatamazsınız. “Ya Rabbi ben değildim! Ben yapmamıştım! Ya
Rabbi ben öyle yapmak istememiştim! Ya Rabbi ben dünyada Âd peşinde değildim! Ya
Rabbi ben dünyada dünyayı kıble edinenlerden değildim! Ben yaşadığım dünya
hayatında tüm plan ve programımı dünyada bitecek şekilde yapmamıştım! Ya Rabbi
ben Semûd gibi de-ğildim! Semûd’u örnek almamıştım! Semûd peşinde değildim! Ben
dünyayı ebedîleştirme peşinde değildim! Ben hayırlıdan hoşlanmayan, senin hayat
programından hoşlanmayan, tâğutların yasalarına teslim olarak onlara kulluk
edenlerden değildim! Ya Rabbi ben çevreye, topluma, âdetlere, modaya kulluk
edenlerden değildim!” diyerek Allah’ı kandıramaz, Allah’ı atlatamazsınız.
Buraya kadar Rabbimiz Hak peşinde
olanları, Hakka tabi olanları ve de şeytan peşinde olanları anlattı. Bundan
sonra da ey kullarım! Olanlar oldu, gidenler gitti. Kimisi cehenneme, kimisi
cennete gitti. Sizden öncekiler iyi, ya da kötü, hak, ya da bâtıl yolda
ömürlerini tüketip Allah’ın huzuruna gittiler. Şimdi şu anda da sizler onların
yerinde bulunuyorsunuz. Unutmayın ki burada imtihan sebebiyle bulun-maktasınız.
İmtihanda olduğunuzu asla unutmayın diyerek, bize kulluğumuzu hatırlatarak
uyarılarda bulunacak.
15. “Rabbin denemek için bir insana
iyilik edip, nîmet verdiği zaman, o: “Rabbim beni şerefli kıldı”
der.”
Fakat gafil insan Allah’ın kendisine
imtihan vesilesi olarak verdiğini imtihanı başardı da öyle verildi zanneder.
Allah’ın kendisine verdiklerini iyi bir Müslüman olduğu için verildi zanneder.
Ben iyi bir kul olduğum için bunlar bana verildi, der. Ben Rabbimin imtihanını
kazandığım için Rabbim beni bunlarla mükafatlandırmıştır, der. Meselâ
insanlardan kimileri Allah’ın kendilerine ilim vermesinin bir imtihan gereği
olduğunu, onunla yeni bir imtihanın başladığını unutur da onunla insanlara hava
atmaya kalkar. “Bu, bana benim iyi bir kul oluşumdan ötürü verildi. Ben buna
layıktım da onun için verildi” diyerek ilmi kendisinden zanneder.
Veya Allah’ın sevgili bir kulu
olduğu için, yani imtihanı kazandığı için kendisine bu ilmin verildiğini
zanneder de ilmiyle insanlara karşı övünmeye kalkar. Halbuki bu işe yeni
başlamış genç bir talebeyle benim farkım, sadece o benden küçük, o dünyaya
benden sonra gelmiş o kadar. Ben bu ilim öğrenme işine ondan üç beş yıl önce
başlamışım o kadar. Bunun dışında talebeye karşı benim bir ruçhani-yetim yoktur.
Ya da benim bildiklerimi bilmeyenlere karşı bunları bilen birisi olarak benim
farkım, sadece Allah bana bildirmiş ona da bildirmemiştir, hepsi bu kadar.
Ama kimi zavallılar böyle
bilmiyorlar, böyle anlamıyorlar. Kendilerine verilenleri kendilerinden
zannediyorlar. Meselâ adamın erkek evlâdı olursa, akıllı olursa erkek adamın
erkek evlâdı olur diyerek bu-nu kendisinden bilir. Ama bunun tamamen aksine
adamın evladı ölmüşse, öldürmüşse Allah, o zaman da başkasını bulamadın da
benimkisini mi buldun? diye isyan etmeye kalkar. Yani düzeni bozuldu ya, hemen
Rabbine isyan etmeye kalkar. Düzeni hiç ölmemek üzereydi ya, bozulunca Rabbim
bana ihanet etti diye feryadı basıverir. Ama bir evlâdı varken bir tane daha
verince, Rabbim bana ikram etti diyerek sevinir.
Halbuki Allah’ın vermesi de, alması da
ayrı bir imtihandır. Rab-bimiz verirken de, alırken de imtihan etmektedir. Allah
size verdikleriyle sizi imtihan etmek için kiminizi zengin, kiminizi fakir,
kiminizi zayıf, kiminizi şişman, kiminizi daha güzel, kiminizi az güzel,
kiminizi ka-dın, kiminizi erkek yaratmaktadır. Bunlar üstünlük sebebi değil,
imtihan sebebidir. Ne olmuş yani çok güzel yaratılanlar mı üstün? Uzun boylular
mı? Malla imtihan edilenler mi? Malsız imtihan edilenler mi? Elli olanlar mı
üstün yoksa çolak yaratılanlar mı? Sesi güzel yaratılanlar mı üstün, yoksa sesi
iyi olmayanlar mı? Hangisi üstün, hangisi al-çak bunların? Hayır hayır, bunlar
üstünlük, alçaklık sebebi değil, imtihan sebebidir. Allah verdikleriyle imtihan
ediyor. Allah’ın vermesi de imtihandır, alması da. Ama nankör insan Rabbi
kendisine vererek im-tihan ettiği zaman sevinir, Rabbim bana ikram etti
der.
Meselâ bir dil yarışması olsa, en uzun
dilli kişiye mükâfat verilse, şimdi bu adama üstün mü diyeceğiz? Allah verdi
bunu, kendisi bulmadı ki! Peki kendisine güzel ses verilmeyenin suçu ne ki bu
ada-mı ondan üstün tutacağız? İnsanlar buna değer verdi diye biz de mi değer
verelim yani? Ya da kendisi öğünsün mü bununla? Veya satsın mı bu sesini?
Nîmetler verilmişse nankör insan der ki: “Rabbim bana ikram etti! Rabbim bana
değer verdi, ben buna lâyıktım zaten. Bu ik-rama ehildim ben. Veya kafamı
çalıştırdım da zengin oldum. Planım güzeldi, projem kuvvetliydi. Zamanında
aklımı çalıştırıp falan yeri kapatmasaydım bugün zengin olmayacaktım. Zamanında
tedbirimi alıp paramı dolara bağlamamış olsaydım kazanmayacaktım” diyerek
kendini ön plana çıkarmaya, Allah’ı diskalifiye etmeye kalkışır.
Ama:
16. “Ama onu sınamak için rızkını
daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: “Rabbim bana hor baktı”
der”.
Bu sefer Allah onu dener de rızkını
kesiverirse, yani öncekinden farklı olarak ona verdiklerini geri alarak imtihan
ederse, bu defa da: “Rabbim bana ihanet etti” diyerek cıyak cıyak ötmeye başlar.
“Bula bula beni bulup rezil etti. Benden kötü intikam aldı” diyerek Allah’a
isyan ediverir. Rabbimiz diyor ki, rızkı kesildiği, daraldığı, malı, mülkü
eksiltildiği zaman. Anlıyoruz ki adamın şeref, izzet, zafer ve başarı kıstası
paradır. İzzet ve şerefin ölçüsü paradır, maldır, mülktür. Yani hayata
materyalistçe bakıyor, hayatı materyalistçe değerlendiriyor. Her şeyi parayla,
servetle ölçüyor. Kendilerini ve insanları mal varsa şerefli, yoksa şerefsiz
görüyorlar.
Allah kendilerine bolca mal
verdiği zaman, büyük servetlere ulaştırıldıkları zaman diyorlar ki: “Rabbim bana
ikram etti, Rabbim be-ni kerim kıldı. Rabbim bana değer verdi, şereflendirdi.”
Malsız, parasız, fakir olarak imtihan edildikleri zaman da, “Rabbim beni zelil
etti, beni izzetsiz ve şerefsiz kıldı” diyerek isyana başlarlar. Allah korusun
bakıyoruz bugün de hacısı, hocası, kısacası herkes izzet ve şerefi pa-rada,
malda, mülkte gördükleri için paranın peşine takılmış. Herkes çoğalmanın,
şişmenin, büyümenin peşinde.
Rabbimiz diyor ki, “İnsan nankördür.”
Allah kendisinin önünü açıp ta bolca kazanınca, Allah kendisine ikram edince,
istediği servete ulaşınca kendisi kazanmış, kendisi bulmuş, kendisi buna
lâyıkmış ta onun için bunlar kendisine verilmiş zanneder. Yani kendisindendir
bütün bunlar. Kendisi buldu, kendisi buna lâyık olduğu için verildi. Ama bunun
tam tersi olup ta elindekiler alındığı, fakirlikle imtihan edildiği zaman da
suçlu Allah’tır. Allah ona ihanet etmiştir. İyilikleri ken-disinden, kötülükleri
de başkalarından bilen bir nankördür bu insan.
17. “Hayır; yetime karşı cömert
davranmıyorsunuz.”
Hayır hayır, bu büyük bir yanılgıdır!
Vazgeçin bu anlayışlarınızdan! Değiştirin bu bozuk düzen anlayışlarınızı! Sizler
üstelik yetime de ikram etmiyorsunuz. Yetimin hakkını da vermiyorsunuz. Yetimi
do-yurup yüzünü güldürmeye yanaşmıyorsunuz.
Yetim, babası olmayandır. Âkıl-bâliğ
olmadan babasını kaybe-denlerdir. Ama bazılarının babası hiç yok değil mi?
Kitapla, Peygamberle tanışamayan, kendilerine Kitap ve sünnet anlatılmayan,
Müslü-manca eğitilmeyen çocukların babası hiç yoktur değil mi? Babaları var ama
yok. Çünkü eve sarhoş girip çıkan, çocuklarının varlığından bile habersiz,
dükkan, tezgâh, para, pul, çek, senet, makam, koltuk sarhoşu tüm babaların
çocukları da yetimdir. Eğer sizler de böyley-seniz, eğer sizler de akşama kadar
satıldığınız dükkanı akşam eve taşırken koltuğunuzun altında evdekilere iki
âyet, iki hadis taşımıyor-sanız, eğer hanımlarınızı ve çocuklarınızı Kitap ve
sünnetle tanıştırmadıysanız, bilesiniz ki sizin evinizdekiler de yetimdir. Öyle
değil mi Allah aşkına? Oğlu veya kızı Kur’an’ı öğrenmek için gece lamba bile
yakamayıp sokak lambasından istifade etmeye çalışıyorsa, o çocuk-ların babası
hiç yoktur. Ya da sığındığı evin sahibi izin vermedi diye sokak lambasında ilim
öğrenmeye çalışan çocuklar yetimdir.
Yetim, aslında kulluk konusunda
sığındığı, sığınağı olmayan, bu konuda sahibi olmayan demektir. Öyleyse pek
çoğumuzun çocukları yetimdir. Niye onlara ikrama yanaşmıyoruz. Niye onları
doyurmayı ihmal ediyorsunuz? Onların Kur’an ferasetine ihtiyaçları vardır.
Peygamberle tanışmaya ihtiyaçları vardır. Niye onların bu ihtiyaçlarını
gi-dermeye yanaşmıyoruz? “Eh karnını doyurduk, elbise aldık, cebine de
harçlığını koyduk. Daha ne yapacağız?” Hayır hayır, bu yetimi do-yurmak
değildir. Yetime ikram bu değildir. Gerek kendi yetimlerimizin, gerekse babasız,
sahipsiz, ilgisiz kalmış başka sürülerin yetimlerinin şu üç bölgesini doyurmak
zorunda olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız:
1. Onların kalplerini Allah’a götürücü
imanla doyuracağız. Çünkü kalbin gıdası imandır. Allah’a, cennete götürücü
imandır.
2. Kafalarını Allah’a götürücü bilgiyle
doyuracağız. Kafanın gı-dası da bilgidir. Kişiyi Allah’ı tanımaya, Allah’ın
istediği şekilde kulluk yapmaya götürücü vahiy bilgisi ulaştırmak
zorundayız.
3. Midelerini de Allah’ın helâl
rızıklarıyla doyuracağız.
Rabbimiz burada buyuruyor ki: “Ey
insanlar, sizler böyle yap-mıyorsunuz. Yetime değer vermiyor, ikram
etmiyorsunuz. Yetimlerinizin kalplerini, kafalarını ve midelerini Benim
istediğim ölçülerde doyur-muyorsunuz.”
Bir de en güzel yetime,
yetimlerin en güzeline değer vermiyor-sunuz. Öyle bir yetim ki, kâinatın
efendisidir o. Doğmadan babasını kaybetmiş, anasının kucağında. Badiyeye gitmiş,
süt annesinin kucağında, şehir hayatının pisliğinden kurtulmuş. Burada iki yıl
kalacakken 4 yıl kalmış, sonra ana kucağına dönmüş. Ana kucağı onun her şeyi ama
orada da fazla kalamamış. Babasının mezarını ziyaretten dönüşünde onu da
kaybetmiş. Sonra dedesini kaybetmiş, amcasının kucağında. Sonra onu da
kaybetmiş, ama ne gam? Allah var ya! Mısır’-dan Hareket eden Hz. Mûsâ’nın kimi
vardı Medyen’e giderken? Belki de Rabbimiz kendisinden başka sığınacak kucağı
kalmasın da kendi kucağını bilsin diye böyle yapmıştır.
İşte sizler böyle kerîm bir
yetime de, yetimlerin en Kerîm’ine de değer vermiyorsunuz. Sizler yetimin
söylediklerine, yetimin hadislerine değer vermiyorsunuz. Yetimin sünnetini
öğrenmeye çalışmıyor, yetimin tavsiyelerini ciddiye almıyorsunuz. Yetimin sofra
anlayışına, mala bakışına, gece hayatına, eğitim anlayışına, kazanma, harcama,
ihtiyaç, kulluk anlayışına değer verip öğrenmeye çalışmıyorsunuz. Yetimin
hayatına değer vermiyorsunuz. Peki sizler kimin dediklerine değer veriyorsunuz?
Kiminkileri öğrenmeye, kimin dedikleri gibi yaşamaya çalışıyorsunuz? Bir de
üstelik:
18. “Yoksulu yedirmek konusunda
birbirinize özen-miyorsunuz.”
Üstelik bir de sizler miskini de
doyurmaya yanaşmıyorsunuz. Miskinlerin sizin mallarınız içindeki haklarını da
onlara vermiyorsunuz. Kendi haklarını, kendi yemeklerini onlardan
kıskanıyorsunuz. Halbuki sizin mallarınızın içinde onların da belli hakları
vardır. Onlara verilmek üzere Allah size fazladan bir şeyler vermektedir. Bu
onların tertemiz hakkıdır. Siz zaten onların olan o mallarını onlara vermemeye,
zaten onların olan o yemeklerini onlara yedirmemeye çalışıyorsunuz. Halbuki o
sizde hakları olan fakir kardeşlerinizi sizler arayıp bulmalı ve haklarını
vermeliydiniz. Siz gidip bulmadığınız halde kendiliklerinden size gelip
haklarını istedikleri zaman da onlara teşekkür etmeliydiniz. Hoş geldiniz! Hay
Allah sizden razı olsun! İyi ki geldiniz ve bizi bu sorumluluktan kurtardınız!
Alın şu bizdeki hakkınızı da güle güle gidiniz demeliydiniz. Siz bunu
yapmıyorsunuz. Onları onların yemeğiyle doyurmaya, onların hakkıyla güldürmeye
yanaşmıyorsunuz.
19. “Size kalan mirası hak gözetmeden
yiyorsunuz.”
Mirası da hak gözetmeden yiyorsunuz.
Hak-hukuk tanımadan, haram-helâl bilmeden doyumsuzca başkalarının haklarını
yemeye ça-lışıyorsunuz. Allah’ın size gösterdiği miras hukukunun ötesinde
haksızca, zalimce miras paylaşıp haram yiyorsunuz.
Bir de size intikal eden mirası da
çarçur ediyor, har vurup har-man savuruyor, hak gözetmeden yiyorsunuz. Hz.
Adem’den bu yana size bir miras sunuluyor. Şu elinizdeki kitapta da buraya kadar
size bir miras sunuldu. Rabbiniz size öncekilerin miraslarını anlattı. Dünyayı
cennetleştirme cinnetine kapılanları, dünyayı kıble edinip tüm plan ve
programlarını dünya adına yapanları, âhireti unutanları, Allah’la savaşa
tutuşanları, Allah’ın hayat programını beğenmeyerek kendi bildiklerince
burunlarının doğrusuna bir hayat yaşayanları anlattı. Bu tutumlarından dolayı
bunların başlarına gelenleri anlattı. Bir miras, bir ibret levhası olarak
bunların nasıl yerin dibine batırıldıkları sunuldu size. Ama sizler size sunulan
bu mirası değerlendiremiyor, ibret ala-mıyor ve çarçur ediyorsunuz. Mirası
değerlendiremiyor, har vurup harman savuruyorsunuz. Bunlardan ibret
alamıyorsunuz. İşte Âd'ın mirası, işte Semûd’un mirası ve işte onlara taş
çıkartan sizlerin hayatı. Halbuki onların hepsi yanlış yolda gittiler ve tamamı
mahvoldular. Sizler bundan ibret almalı değil miydiniz? Size sunulan bu mirası
değerlendirip onların düştüklerine karşı tedbir almalı değil miydiniz? Ama
heyhat ki bu mirası iyi değerlendiremiyorsunuz. Bu mirastan ib-ret çıkarıp
Allah’ın istediği bir hayata yönelmiyorsunuz.
Bize bir miras sunuluyor bu âyetlerde.
Öyleyse bizler de aynısını yapmayalım! İbret alalım! Onlar gibi olmayalım, onlar
gibi yapmayalım, onların yolundan gitmeyelim, onların düştükleri yanlışlara
düşmeyelim. Örneğin iki çocuk oynuyor olsa. Bunlara, “Bakın çocuklar şurada
elektrik var, aman buraya dokunmayın, yanarsınız” desek ve her on dakikada bir
bu uyarıyı tekrar etsek, bütün bu uyarılarımıza rağmen bu çocuklardan birisi
unutup oraya elini değip yansa, ne demek lâzım bu çocuğa? Haydi o yandı neyse.
Beriki çocuk gözleri önünde onun yandığını gördü, artık bu mirası değerlendirip,
ibret alıp oraya yaklaşmamalı değil mi? Bunu gördüğü halde ikinci çocuğun da
oraya el değerek yanmasına ne demeli? Bu olmaz değil mi? Olmamalı değil mi bu
yanılgı? Diğer çocuğun aynı hataya düşmemesi gerekir. Neden? Çünkü ona bir miras
sunuldu. Gözlerinin önünde bir ibret levhası yaşandı. İşte aynen bunun gibi bu
mirasa muttali olan, bu ibret levhalarına şahit olan bizlere de Allah diyor ki
siz hiç mi ibret almıyorsunuz?
Bu Âd babamızdan öğrenmeli değil miyiz?
Semûd babamızdan öğrenmeli değil miyiz? İbret almalı değil miyiz
geçmiştekilerden? İşte anlattı Rabbimiz onları bize. İşte gözlerimizin önüne
serdi bunların durumlarını. Adamlar dünyayı cennet yapmaya çalıştılar, Allah’ın
hayat programını reddettiler, Allah’ın elçisiyle ilgilenmediler, Allah’ın
kitabına tavır aldılar da yerin dibine batırılıverdiler. Öyleyse bizler de onlar
gibi olmamalıyız, mirası değerlendirmeliyiz, mirası har vurup harman
savurmamalıyız.
20. “Malı da yığmacasına pek çok
seviyorsunuz.”
Bir de malı çok seviyorsunuz. Malı
seviyorsunuz ama toplamacasına,
yığmacasına, biriktirmecesine seviyorsunuz onu. Kullanmak, Allah için harcamak,
infak etmek, dağıtmak için değil. Onu
ken-di ihtiyaçlarınıza, çoluk-çocuğunuzun ihtiyaçlarına, fakir fukaranın ve de
hayvanların ihtiyaçlarına harcamanız gerekirken sadece onunla hava atmak,
biriktirip çokluğuyla övünmek için seviyorsunuz mallarınızı. Öyle değil mi?
Kazanıyor kazanıyor adam, gecesini gündüzüne katarak kazanıyor, Allah’ın
kendisinden yirmi dört saat içinde beklediği öteki görevlerini görmezden gelerek
kazanıyor, ilmi terk edecek, namazı bile unutacak biçimde kazanıyor, ama
harcamıyor. Madem harcamayacaksın bu malı niye kazanıyorsun? İşte, “aman oğlumun
işini, aman kızımın işini bitireyim.” O bitince torunlarına başlıyor adam. Bari
kazandın, Allah için harca! Hayır, onu da yapamıyor. Siz bi-lirsiniz. İsterseniz
harcamayın, isterseniz öpün, tutun, saklayın. Ama şunu asla
unutmayın:
21. “Ama yer, çarpılıp paralandığı
zaman;”
Hayır hayır, olmaz bu gidiş, yanlış bu
anlayış. Arz bir kere sar-sıldı mı, yer bir kere çalkalandı mı, içindekileri
atacak, sinesindekileri kusacak, karnında ne varsa hepsini dışarı atacak biçimde
yeryüzü sallanacak! Hani bazı şeyleri gömüyoruz ya yerin altına. Emeklerimizi,
yiyeceklerimizi, alın terlerimizi, birilerine anlatmayarak kafalarınızda
toprağın altına gömdüklerimizi açığa çıkarmak üzere yeryüzü içindekileri kustuğu
zaman… Sizleri hesap, kitap dönemi dışarıya attığı, kı-yâmet gelip çattığı
zaman:
22. “Melekler sıra sıra dizilip,
Rabbinin buyruğu gelince,”
Hayatınızın, yaptıklarınızın hesabını
vermek üzere kendi huzurunda toplanmanız için meleklerin sıra sıra dizilip
Rabbinin emri geldiği zaman. İşte o zaman:
23. “O gün, cehennem ortaya konur. O
gün insan öğüt almaya çalışır ama artık öğütten ona
ne?”
İşte insan o gün bilir, o gün anlar, o
gün hatırlar. Neyi? Rab-bine karşı sorumluluklarını bilir, Rabbinin kendisinden
istediklerini an-lar, Rabbine karşı takınması gereken tavrını hatırlar. Dünyada
kulluğu gereği yapması gerekirken yapmadıklarını, yapmaması gerekirken
yaptıklarını, vermesi gerekirken vermeyip tuttuklarını, harcaması gerekirken
cimrilik edip harcamadıklarını, harcamaması gerekirken harcadıklarını, sevmesi
gerekirken sevmediklerini, sevmemesi gerekirken sevdiklerini, küsmesi gerekirken
küsmediklerini, küsmemesi gerekirken küstüklerini, okuması gerekirken
okumadıklarını, okumaması gerekirken okuduklarını, kulluk yapması gerekirken,
emirlerini dinlemesi gerekirken Rabbine kulluk yapmadığını, kulluk yapılmaya
değ-mezken kulluk yaptıklarını, hâsılı yaşamaması gereken bir hayatı yaşadığını,
yaşaması gereken hayatı yaşamadığını, hata ettiğini, yanlışa düştüğünü anlar.
Gerçeği anlayacak, ama ne fayda? Ne olacak ki o hatırlamadan? Ne mânâsı var ki
bu hatırlamanın? Anlamaz komaz olsunlar. İsterse unutsunlar. Ne kıymeti var bu
hatırlamanın? Bunu dünyada bilecek ve hatırlayacaktı. Dünyada düşünecek ve ona
göre bir kulluk hayatı yaşayacaktı. Geçmiş olsun!
Allah size böyle imtihan için bir
şeyler veriyor ama siz bunu unutuyorsunuz. Halbuki bu dünya boştur, bomboştur.
Eğer elektronla çekirdeği birleştirirseniz tüm kâinatı şu yüzüğün kaşına
sığdırabilirsiniz. Her şey bir noktadan ibarettir. Noktayı hareket ettirirseniz
çizgi, çizgiyi de hareket ettirirseniz işte insan ve dünya. O da bir
hiçtir.
“Yahu az evvel selâmlaşmıştık! Gitti
be! Az evvel yanımızdaydı adam, ölmüş be!” diyoruz ya, işte Rabbimiz burada
diyor ki, arz sallanacak, içindekileri dışarıya kusacak, melekler ve Allah’ın
hükmü gelecek, yani konum değişecek. Yeryüzündeki imtihan konumu bitecek ve
hesap konumu başlayacak. Şu anda dünya imtihan konumundadır. Bizim imtihanımız
için varlıklara, arza şekil almalarını emretmiş Rabbimiz, onlar da şu anda
imtihan konumu almışlar. Yarın Rabbimi-zin başka bir komutuyla tüm varlıklar,
semâ, arz, güneş, ay, yıldızlar, tüm kâinat hesap konumuna geçecek. İmtihan
salonunun kapanması ve imtihan sonuçlarının okunması, ilân edilmesi dönemi ya da
imtihan sorularına göre insanların yerleştirilme dönemine geçilecek. Hani burası
yemek masası, şurası hesap masası diyorlar ya. Burada yemek yenir, şurada da
hesap ödenir diyorlar ya, işte yemek masasından, amel masasından hesap masasına
geçiş dönemi. İşte o gün insan gerçeği anlayacak da:
24. “Keşke bu hayatım için önceden bir
şey yapsaymışım” der.”
Eyvah! Keşke beni bugün kurtaracak
amelleri önceden takdim etseydim! Keşke geleceğim için önceden salih ameller
gönderseydim! Keşke Rabbimi razı edecek salih ameller işleseydim! Keşke hayatımı
Allah için yaşayarak önceden kendim için takdimde bulunsaydım! Keşke malımı
Allah yolunda takdim etseydim! Keşke zamanlarımı Al-lah’ın istediği gibi
değerlendirip geleceğim için takdim etseydim! Keşke malımı Allah’ın istediği
yerlerde harcayıp yarınım için hazırlıkta bu-lunsaydım. Keşke çocuklarımı,
karımı, kızımı, kendimi Allah’a kulluğa yatırım yaparak kendim için önceden
takdimde bulunsaydım! Keşke tüm varlığımı Rabbimin yoluna adayıp bugünümü
garanti etseydim! Keşke namaz, zekât, cihad gibi Rabbime güzel karzlar sunup
bugün cennete girebilmek ve cehennemden kurtulabilmek için onlara en çok muhtaç
olduğum dönemimde Rabbimden geri alsaydım! Çünkü:
25. “O gün, hiç kimse, Allah’ın azap
ettiği gibi azap edemez.”
O gün Allah gibi kimse azap edemez. O
gün Allah’ın yakalaması gibi kimse yakalayamaz. Bir yakaladı mı tam yakalar
Allah. Polisten kurtulmaya benzemez bu. Hakimden, maliyeciden, düşmandan,
yılandan, çıyandan, akrepten, ölümden, veremden kurtulmaya benzemez bu.
26. “Hiç kimse O’nun vurduğu bağ
gibisini bağla-yamaz.”
Yine hiç kimse O’nun vurduğu bağ
gibisini vuramaz. Hiç kimse O’nun yakaladığı gibi yakalayamaz. Hiç kimse O’nun
azap ettiği gibi azap edemez.
27. “Ey Rabbinin vahyiyle, Rabbine
itaatiyle huzura eren insan!”
Ey imtihana, doyuma kavuşan nefis! Ey
huzur bulan, sükun bulan insan! Buradaki nefis, insan demektir. Hani her nefis
ölümü ta-dacaktır, buyuruyor ya Rabbimiz, yani her insan, her kişi ölecektir
de-mektir bunun mânâsı. Değilse bir ben var, bir de nefis, varsın o ölsün de ben
yaşayayım diyemeyeceğimize göre, nefis, insanın kendisi de-mektir. Öyleyse
mutmaine, nefsin bir makamı, bir merkezi değildir. Ruhla bedenin bileşkesine
nefis denir. Ruhla bedenden müteşekkil olan insanın bizzat kendisine nefis
denir.
Peki acaba insanın itminana ulaşmasını,
doyuma kavuşmasını, ya da sükûna ermesini nasıl anlayacağız? İnsanın
itminanının, insanın doyuma ve huzura kavuşmasının iki yolla olacağını anlatır
Kur’an. Bunlardan birinci yolun Kur’an olduğuna dikkat çekilir. İnsanın sükûnete
kavuşması birinci olarak Kur’an’la yâni metluv âyetlerle, okunan, kulağa hitap
eden şu kitabın ayetleriyle mümkündür. Zira Al-lah ona Kur’an vasıtasıyla güzel
şeyler söyleyecektir. Bakın Ra’d sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle
anlatır:
“Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur, doyuma ulaşır,
sükûnete erer.”
(Ra’d:
28)
İşte
bu âyet bu konuyu
anlatır. Kalpler ancak Allah’ın zikriyle itminana kavuşur, zikrullahla yatışır,
doyuma kavuşur, huzura erer. Âyet-i kerîmede anlatılan zikir, zikrullah
Kur’andır. Öyleyse kalpler an-cak Kur’an’la mutmain olur, ancak Kur’an’la
itminan bulur. Ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp, Allah’ın
âyetlerini duy-dukça, tanıdıkça, şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve
itminana ulaşacaktır.
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki
Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir.
Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır ve yalnız
Rablerine tevekkül ederler.”
(Enfal:
2)
Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça,
âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına
sığmaz hale gelir. Bu iki âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana
kavuşmasının birinci yolu elimizdeki şu Kur’an âyetleridir. Kitabın âyetleriyle
tanışan kişinin kalbindeki tüm şüpheler, tüm tereddütler dağılır, itminana,
doyuma, sükûnete ulaşır. Birinci yol budur. Kalbin sükûnete ve doyuma
ulaşmasının ikinci yolu da:
Bakara sûresi 260. âyetin anlattığına
göre kalplerin mutmain oluşunun ikinci yolu da Rabbimizin meşhud âyetleridir.
Yani Allah’ın tüm kâinatta serpiştirdiği ay, güneş, yıldızlar, bulutlar, dağlar,
denizler, bitkiler, hayvanlar gibi görsel âyetleridir. Göze hitap eden
âyetlerdir. Hani İbrahim (a.s): “Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl
dirilttiğini görmek istiyorum!” demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahim?”
buyurunca: “İnanıyorum ya Rabbi! Ancak:
“Kalbim tatmin olsun için”
(Bakara
260)
İnanıyorum ya Rabbi, ama kalbimin
yatışması, kalbimin doyuma ulaşması, itminana kavuşması için istiyorum bunu!”
demişti ya, işte kalplerin itminana kavuşmasının ikinci yolu da yeryüzündeki
Allah’ın görülen, müşahede edilen, göze hitap eden, görsel âyetlerini bizzat
görmektir. Semâvât ve arzda, çevresinde Allah’a delâlet eden meşhut âyetlerle
Allah’ın gücünü, kudretini, ilmini, hikmetini görerek itminana kavuşur kişi.
Âyetleriyle Rabbini, Rabbinin gücünü, kudretini tanıdıkça O’na karşı sevgisi,
saygısı, takvası ve teslimiyeti artacak ve tüm şüpheleri kaybolup
gidecektir.
Fakat buna rağmen yine de bir şüphe
içinde bulunabilir insan. Hangi konuda? Ya cennete gidemezsem! Ya cehenneme
gidersem! Ya Rabbimi razı edememişsem! Ya Allah’ın istediği hayatı
yaşayamamışsam! Ya Rabbimi darıltacak bir şey yapmışsam! Ya Cenneti
kaybetmişsem! diye insanın içinde her zaman bir korku, bir tereddüt bulunabilir.
Peki ne zaman biter bu? Ne zaman sona erer bu tereddüt? Ne zaman biter bu korku?
Cennete gidince. Cennete girdiği anda kişinin artık tüm bu şüpheleri,
tereddütleri, korkuları bitiverir ve tam emin olur kendisinden. Tam mutmain
olur. Öyleyse nefs-i mutmainne ancak Cennette belli olacaktır. Dünyada bir
nefsin itminana kavuştuğu, zafere ulaştığı nasıl bilinebilir ki? Efendim filân
zatın nefsi, nefs-i mutmainne makamına ulaşmıştır. Kesinlikle mümkün değildir
dünyada bu. Allah’ın kendilerini dünyada cennetle müjdelediği Sahâbe-i Kirâm
efendilerimiz bile dünyada asla kendilerinden emin olmamışlar, her an cehenneme
gitme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını dilleriyle, yaşantılarıyla itirafta
bulunmuşlar ve çok ciddi bir hassasiyet içinde son nefeslerine kadar tir tir
titremişler, Allah’a kulluktan ayrılmamışlardır.
Kişi ancak Rabbinin şu müjdesini alır
almaz tam itminana kavuşacak, raziye ve merziyye makamına
ulaşacaktır:
28-30. “O, senden, sende O’ndan hoşnut
olarak Rabbine dön! “Ey can! İyi kullarımın arasına gir, cennetime gir.”
İşte Rabbimizin yarın bu hitabıyla
karşı karşıya kaldığımız anda artık her şey bitmiş, tüm tereddütler, tüm
şüpheler gitmiş, insan kesin itminana kavuşmuş, kendisinden emin olmuştur.
Öyleyse bizden istenen yarın itminan kazananlardan olmaktır. Bizden istenen,
yarın Allah’ın razı olduklarından olmak ve Allah’tan razı olanlardan olmaktır.
Ama bunun için de metlûv ve meşhûd âyetlerle beraber olmalıyız. Bunun yolu
buradan geçmektedir. Sürekli âyetlerle iç içe bir hayat yaşamalıyız. Hayatımız
âyet kaynaklı olmalıdır. Allah’ın bizden razı olacağı şeyler peşinde koşmalı ve
bu dünya hayatında Allah’tan razı olmalıyız. Bu dünya hayatında Allah’tan razı
olmak ta Allah’ın-kilerden razı olmak demektir. Hep Allah’ınkilerden razı
olmalıyız. Hayat programı adına Allah’ınkinden razı olmalı, kılık-kıyafet,
eğitim, hu-kuk, kazanma- harcama, çocuk eğitimi, mala bakış, tüm hayat programı
adına Allah’tan ve Allah’ınkilerden razı olup, onlara uygun yaşamak zorundayız.
İşte o zaman biz Allah’tan razı olmuşuz, Allah ta bizden razı olmuş
olacaktır.
Bir düşünelim şimdi. Kendi
kendimizi bir yargılayalım. Acaba çoluk-çocuğumuzun eğitimi konusunda
kiminkinden razıyız? Allah’ın-kinden mi, yoksa Zerdüşt’ünkinden mi? Ev
tefrişinde, kazanma, harcama, ikram anlayışında, kılık-kıyafet, hukuk, siyasal
yapılanma konusunda kiminkinden razıyız? Kimlerinkini tercih ediyoruz? Eğer
Allah’ınkilerden razı isek, eğer Allah’ınkileri başkalarınınkilere tercih
e-derek bir hayat yaşıyorsak o zaman inşallah yarın Allah da bizden ra-zı olacak
ve bizi razı olacağımız bir hayata ulaştıracaktır. İnşallah Rabbimiz yarın bize:
“Ey nefis! Ey kulum! Haydi buyur iyi kullarımın arasına gir! Haydi buyur gir
cennetime! Er rahmetime ve rızama! Hesapta senden önce gelenlerin, senden önce
hesabı görülüp de cenneti hak eden peygamberlerin, salihlerin, şehitlerin,
sabikûn’un içine giriver ey kulum!” diyecek, bizden razı olduğunu ve bizi razı
etmek için, bizi ağırlamak için hazırladığı cennetini bize arz
edecek.
Hayatta en büyük isteğimiz, en büyük
duamız budur. Dünyada Rabbimizi razı etmek ve O’nun bizi razı edeceği bir cennet
hayatına ulaşmak. Allah bizden razı, biz O’ndan razı olarak Rabbimizin huzuruna
gidip bu müjdenin muhatabı olabilmek. En büyük derdimiz bu dünyada budur. Bundan
daha büyük bir derdimiz yoktur. Allah hepimize nasip buyursun. Rızasından, razı
olduğu hayattan ayırmasın. Velhamdü lillahi Rabbi’l
âlemin.
sayın hocam FECR suresinin tefsirini beğendim.teşekkür ederim verdiğiniz bilgilerden dolayı.saygılarımla.
YanıtlaSilEllerinize sağlık.Rabbim bu güzel ilimle amel edebilmeyi nasip etsin.Allah razı olsun ...
YanıtlaSil