Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
73., nüzûl sıralamasına göre 3., Mufassal sûreler kısmının altıncı grubunun
beşinci sûresi olan Müzzemmil sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin
sayısı 29’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1-4. Ey örtünüp bürünen Muhammed!
Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için
kalk ve ağır ağır Kur’an oku. 5. Doğrusu Biz, sana, taşıması ağır bir söz vahy
edeceğiz. 6. Şüphesiz, gece kalkışı daha tesirli ve o zaman okumak daha
elverişlidir. 7. Çünkü gündüz, seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır. 8.
Rabbinin adını an; her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel. 9. O, doğunun ve batının
Rabbidir; O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyse O’nu vekil tut. 10. Putperestlerin
söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl. 11. Varlık sahibi olup da
seni yalanlayanları Bana bırak; onlara az bir mehil ver. 12-13. Şüphesiz
katımızda onlar için ağır boyunduruklar, cehennem, boğazı tıkayan bir yiyecek ve
can yakan azap vardır. 14. Kıyametin koptuğu gün, yeryüzü ve dağlar sarsılır;
dağlar, yumuşak kum yığını haline gelir. 15. Firavun’a bir peygamber
gönderdiğimiz gibi, size de, hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik.
16. Ama Firavun o peygambere karşı gelmişti de onu çok ağır bir şekilde tutup
cezalandırmıştık. 17. Eğer inkar ederseniz, gençleri ihtiyarlatan günden nasıl
korunursunuz? 18. O günün şiddetiyle gök bile parçalanır. O’nun sözü yerine
gelir. 19. Doğrusu bu anlatılanlar birer öğüttür. Dileyen kimse, Rabbine doğru
giden bir yol tutar. 20. Ey Muham-med! Şüphesiz Rabbin, senin ve beraberinde
bulunanlardan bir topluluğun gecenin üçte ikisinden biraz az, yarısı ve üçte
biri kadar vakit içinde kalktığını bilir. Gece ve gündüzü Allah ölçer; sizin bu
vakitleri takdir edemeyeceğinizi bildiğinden tevbenizi kabul etmiştir. Artık,
Kur’an’-dan kolayınıza geleni okuyun; Allah, içinizden, hasta olanları, Allah’ın
lütfundan rızk aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseleri ve Allah yolunda
savaşacak olanları şüphesiz bilir. Kur’an’dan kolayınıza geleni oku-yun, namazı
kılın, zekâtı verin. Allah’a güzel ödünç takdi-minde bulunun. Kendiniz için
yaptığınız iyiliği daha iyi ve daha büyük ecir olarak Allah katında bulursunuz.
Allah-tan bağışlanma dileyin; Allah elbette bağışlar ve merhamet
eder.”
Alak sûresinin ilk âyetlerinden sonra
Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin ilk âyetleri gelmiştir. Alak sûresinin ilk
âyetlerinde Rabbi-miz, Resûlü’ne okuma amelini gerçekleştirme emrini verir. Ama
Alak sûresinin bu ilk gelen âyetlerinde neyin okunacağı, niçin okunacağı ve ne
zaman okunacağına dair geniş bir bilgi görülmez. Ama Alak’tan sonra gelen,
Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinde bu konularda geniş bilgi geldiğini görüyoruz.
Alak sûresiyle Allah’ın Resûlü Nebî
olmuştu. Müzzemmil ve Müddessir ile de bu nübüvvet risâlete dönüşecek ve bu
risâlet, Rasû-lullah’ın ömrünün sonuna kadar devam edecektir. Alak sûresinin ilk
âyetleri hayatın başlangıcıdır ama tamamı değildi. Bundan sonra âyet âyet, sûre
sûre yirmi üç yıl inmeye devam edecek olan diğer âyetlerle hayat devam edecekti.
Rabbimizin yeryüzündeki kullarına hayatbahş olarak gönderdiği bu âyetler, yerde
en büyük ve yegane örnek olan Rasûlullah Efendimizi terbiye edecek, o da
bunlarla kıyamete kadar tüm insanlığı terbiye edecekti.
Müzzemmil sûresinin âyetleri,
Rasûlullah’ın ömrünün sonuna kadar pratikte uyguladığı, uygulayacağı metodu
anlatır.
Sûrede anlatılan konuları şöylece
özetleyebiliriz: “Ey Müzem-mil olan!” diye Rasûlullah Efendimize bir hitap, bu
hitapla birlikte hitaba uygun olarak Rasûlullah Efendimizin bir tavır
belirlemesi, yani ken-di tavrını ortaya koyması, sonra karşısındaki insanların
durumları, muhataplarının hal ve ahvalleri ortaya konulur. Sonra tarihten
örnekler sunularak hem Peygamber Efendimiz teselli edilmekte, hem de kâfirlere
tehdit unsuru oluşturulmaktadır. Sonra da gündüzün düşmanlara karşı verilecek
savaşta gece yapılanmasına dikkat çekilmekte ve bu minval üzere sûrenin âyetleri
devam etmektedir.
Bu
sûre ile İslâm'a davette yeni bir safha açılmıştır. Allah Teâ-lâ, Resûlüne artık
yatıp uyumak zamânının geçtiğini, müşriklerin çıkaracakları büyük zorluklara
hazırlıklı olmak için bazı ruhi hazırlıkların yapılması gerektiğini bildirir;
"Ey elbisesine bürünen peygamber! Gecenin birazı hariç olmak üzere kalk, namaz
kıl" (1-2).
Gecenin
ibadetle geçirilmesi lâzımdır. Namaz kılınmalı, ağır ağır, tane tane Kur'an
okunmalıdır. Bunun gece yapılmasının sebebi, gecenin huşu içinde ibadet etmeye
elverişli olması yanında, artık gün-düz, için yoğun bir tebliğ faaliyetinin
bulunmasıdır. "Şüphesiz gece ibadete kalmak daha tesirli ve okumak daha
elverişlidir. Çünkü gündüz, senin uzun bir mesuliyetin var"
(6-7).
Bu
çetin mücadele esnasında, zorluklara karşı sabırla hareket edilmeli ve bir an
olsun Allah Teâlâ'da gafil olunmamalıdır. Ayrıca, Al-lah yolundan alıkoyan her
şey terk edilmeli ve O'na yönelinmelidir. O'nun rızası dışında yapılan her şey
batıldır: "Rabbinin ismini zikret ve her şeyi bırakarak yalnız O'na yönel" (8).
İnsanları dine çağırırken, yöneltilen tehditlere, çıkartılan zorluklara
aldırmadan Allah'a tevekkül edilmesi isteniyor: "O, doğunun da batının da
Rabbidir. O'ndan başka Allah yoktur. Yalnız O'nu vekil tut"
(9).
Daha
sonraki âyetlerde inkarcılara karşı takınılması gereken tavır zikredilir ve
müşriklerin karşılaşacakları korkunç azaptan söz e-dilir. İnkârcıları dehşete
düşürüp acılar içinde bırakacak olan kıyamet hali zikredilir. Firavun'un
yalanlamasına karşı gördüğü ceza örnek ve-rilerek onun durumuna düşmemeleri
hatırlatılır ve vadedilen azapla yüzleşmemeleri için bir yol gösterilir. O da,
anlayanlar için bir rehber olan Kur'an-ı Kerim'dir: "Bu bir öğüttür. Dileyen,
Rabbine varan bir yol tutar" (9).
Sûre,
teheccüd namazı ve Kur'an okuma müddetini yeniden düzenleyen ve bu konudaki
mükellefiyeti hafifleten ve sûrenin ikinci bölümünü oluşturan ayetle son
buluyor. Mü'minler gece Allah'ı çokça anacak, ibadet edecekler, gündüzleri ise,
hem İslam'ı tebliğ edecek, hem de geçimlerini temin için gayret sarf
edeceklerdir. Bütün bu zorluklara karşı koymak çetin bir iştir. Allah Teâlâ,
insanlara rahmet olsun diye, gece ibadeti ve Kur'an okumayı, insanların kolayına
gelecek şekilde hafifletmektedir. Ayrıca bu son âyet bütün bir hayat programının
nüvesini de bünyesinde taşımaktadır. "...O halde Kur'an'dan kolayınıza geleni
okuyun. Namazınızı kılın. Zekâtınızı verin. Yaptığınız iyi-liklerin mükâfatını
Allah nezdinde, hem yaptıklarınızdan daha hayırlı, hem de sevapça daha büyük
olarak bulacaksınız. Allah'tan mağfiret dileyin. Çünkü Allah "Gafûr'dur,
Rahim'dir" çok affeden ve çok bağışlayandır" (20).
Bu
kısa mukaddimeden sonra sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım
inşallah.
1-4. “Ey örtünüp bürünen Muhammed!
Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için
kalk ve ağır ağır Kur’an oku.”
Bu sûrenin anlaşılabilmesi için
yine tarihe, tarihî bilgilere intikal zarûrî olacaktır. Herhangi bir sûrenin
anlaşılabilmesi için o sûrenin zaman ve mekan boyutunun bilinmesi gerekir. Yani
sûrenin konumunun tespiti gerekir. Sûre ne zaman gelmiş ve Kur’an’da nereye
yerleştirmiş, bunun bilinmesi gerekir.
Geliş dönemine bakıyoruz. Rabbimiz Alak
sûresiyle “Oku!” dedi, sonra tekrar bir “Oku!” emri daha verildi. Allah’ın
Resûlü ne yapacağını, ne okuyacağını bilmez bir durumdaydı. Belki
peygamberliğini, peygamber olduğunu anladı ama ne yapacağını, nasıl yapacağını
bilmiyordu. Belki bu arada Müzzemmil gelmeden önce üç-beş âyet de Kâlem
sûresinden gelmişti. Okuması gerektiğini anlayan Allah’ın Resûlü, ne
okuyacağını, nasıl okuyacağını, ne zaman okuyacağını ve ne adına okuyacağını
bilmiyordu. İşte bu dönemde böylesine şaşkın ve sarsıntılı bir dönem yaşıyordu.
Böyle ne
yapacağını bilmez bir dönem yaşayan Allah’ın Resûlü, zaman zaman Cebrâil ile
karşılaşıyor, korkuyor, evine geliyordu. Çok sıkıldığı dönemlerinde Rabbimiz
Cebrâil’ini gönderiyor, semâda gördüğü melek kendisine: “Korkma ey Muhammed! Sen
Allah’ın Resûlüsün!” diyordu. Artık Rasûlullah Efendimizin yaşadığı bu dönem bir
hazırlık dönemi miydi, ruhen peygamberliğe bir hazırlık mıydı, yoksa Rabbimizin
murad ettiği başka hikmetleri mi vardı, bilmiyoruz. Çünkü Rasûlullah Efendimizin
ruhen bu işe hazırlığı ta doğumundan başlamıştı zaten. Doğuştan Allah’ın
Resûlü’nde ayrı bir beden, ayrı bir vücut, ayrı bir denge, ayrı bir bakış, ayrı
bir ruh hali, ayrı bir dayanma ve tahammül gücü, ayrı bir cesaret, ayrı bir
şefkat vardı. Yani bu sûre gelmeye başlamadan önce de Rasûlullah Efendimizde
böyle bir oluşum zaten devam etmekteydi.
Allah’ın Resûlü korkmuş, ürkmüş, evine
gelmiş ve bir kenara yatmıştı. Hanımı Hatice annemize üstünün örtülmesini de
emretmişti. Ama az sonra Cebrâil geldi ve: “Ey örtüsüne bürünüp yatan, kalk!”
dedi. İşte hadise zâhirde anlatıldığı şekliyle böyledir. Ama bu zâhirîn
arkasında Hz. Hatice annemizden intikal eden bir kıyam gerçeği vardır. Annemizin
rivâyetinde Rasûlullah Efendimiz buyurur ki: “Hatice annemiz: “Ey Allah’ın
Resûlü! Biraz dinlensen! Az biraz uyusan! Azıcık bir kenara çekilip istirahat
etsen! Tabiri caizse şöyle biraz köşene çekilsen! Kendi dünyanı yaşasan biraz!”
deyince Allah’ın Resûlü hanımına diyordu ki:
“Hayır ya Hatice! Yatma zamanı
geçti! Dinlenme zamanı geçti! Kıyam zamanıdır şimdi! Allah kıyam emrediyor!”
Buna göre İslâm’ın emrettiği ikinci
vazife bu kıyam olacaktı, ya da tekrar edilen ikinci vazife
buydu.
²v5 h¬±$ÅGW²7! _«ZÇ<Ï! ³_«< ve ¬v5
u¬±8ÅJW²7! _«ZÇ<Ï! ³_«< Ne anlayacağız bundan? İşte bu dıştan
anladığımız, az evvel ifade ettiğim zâhiren anladığımız mânânın dışında, onun
arkasında bir mânâ daha olacaktı. Peygamber Efendimize sanki Cebrâil diyordu ki:
“Ey Alak'la oku emrine muhatap olan, okuması gerektiğini anlayan, okumadan
olmayacağını kavrayan, okumasız din olmayacağının farkına varan peygamber! Ey
Rab-binden aldığı okuma emrine teslimiyet ortaya koyan ama ne okuyacağını, ne
zaman okuyacağını, nasıl okuyacağını, ne adına okuyacağını bilemeyen,
kestiremeyen peygamber! Ey işe nereden başlayacağını bilemeyen peygamber! Ey
kendi köşesinde, kendi dünyasında, kendi âleminde, kendi atmosferinde kendi
kendine bir hayat yaşamaya çalışan peygamber! Kendi kendine hayat programı
çizen, kendi hayatını yaşayan peygamber!
Gece kalk! Gece kıyam et!” Burada
istenen kalkma emri, sadece o geceye mahsus veya işte Rasûlullah Efendimizin
korkup, ürküp gelip yattığı evinde kalk emri verilmiyordu kendisine. Yani o anda
evinde bürünüp yatan peygambere kalkma emri verilmiyordu. Öyle değildir mânâ. Ya
ne? Bir kıyam emri veriliyordu Rasûlullah’a ki, bu sadece o anda bir kalkış
değil, hayatının sonuna kadar sürecek ve hiçbir zaman kesintisi olmayacak bir
kıyam emriydi. Zira ilk sûrede emredilen “Oku!” emri de böyleydi. Bu emir o
anda okuma emri değil, bir ömür boyu Rasûlullah’a, kıyamete kadar da ümmetine
okumayı gerektiren bir emirdi. Anlıyoruz ki hem kıraat emri, hem de kıyam emri
bir anlık bir emir değildir. Kıyam emri de böyledir. Rabbimiz peygamberine
diyordu ki:
“Ey köşesine çekilmiş yatan, kendi
dünyasına çekilmiş, kendi âlemini yaşayan, kendi kendine varlığını sürdürme
çabasında olan, ya da henüz vahiyle ilgisi gerçekleşmemiş, okumayı yürütmeyen
peygamber!” Bize yönelik söyleyecek olursak, “ey kendi köşesine çekilmiş,
rahatına yönelmiş, vahiyle diyalog kurmayan, okumaya inanmayan Müslümanlar!
Kendi dünyasına çekilmiş, carkını curkunu kurmuş, rahatına bürünmüş ve
Bakara’yla, Âl-i İmrân'la, Müddessir'le, Müzem-mil'le ilgi kurmadan yaşayan
Müslümanlar! Gece kalkın ve Rabbinizin kitabıyla diyalog kurun!”
İşte kıyam emrinin böyle bir özelliği
vardır. Kıyamın Rasûlul-lah’ın hayatında ve onun yolcularının hayatında böyle
bir önemi, böyle bir sürekliliği vardır. Kıyamı çok iyi anlamak zorundayız.
Kıyam, mü’-minin hayatında vazgeçilmez bir hadisedir.
Bakıyoruz bugün kıyamdan söz edenler
bununla hep ihtilali anlar, ihtilali kastederler. Yani “kıyama kalkalım, kıyam
edelim, kıyamı gerçekleştirelim” dendi mi, bugün insanlar nedense hep ihtilal
anlı-yorlar. Halbuki kıyamın mânâsı bundan çok daha farklı, bundan çok daha
şümullüdür. Meselâ bakın Mâide sûresinde Rabbimiz Kabe’yi insanlar için kıyam
sebebi, kıyam mahalli kıldığını anlatıyor.
Bundan da anlıyoruz ki, kıyam, ihtilal
mânâsına anlaşılamaz. Çünkü kıyam, tüm ihtilalleri, tüm inkılapları, tüm değişim
ve düzenlemeleri, tüm kullukları, kabulleri bağrında taşıyan Allah’la diyalogun
merkezidir.
Burada emredilen kıyamdan, hayatımızın
mihveri olan, hayatımızın maketi olarak bize tanıtılan ve sürekli örnek olarak
yapmamız istenilen namazla kıyamı anlamamız gerekecektir. Çünkü namazdaki kıyam,
hayattaki kıyamın maketidir. Sosyal hayatın kıyamını anlayabilmek için namazın
kıyamını anlamak zorundayız. Namazdaki kıyamı anlamadan hayattaki kıyamı anlamak
da, böyle bir kıyamı gerçekleştirmek de mümkün değildir.
Peki nedir namazdaki kıyam? Nasıl
anlayacağız namazın kıyamını? Namazın kıyamı kıraati gerçekleştirme makamıdır.
Yani namazdaki kıyamın hedefi kıraattir. Gücü yetiyorsa kişinin ayakta, beli
bükülmüş, takat getiremeyecek bir durumdaysa bir sandalyede, koltukta, ya da
oturarak, buna da gücü yetmiyorsa yatarak gerçekleştirdiği kıraat ortamıdır
kıyam. Kıraatin gerçekleştirildiği bir zemin, bir or-tamdır. Kıyam, kıraat
ortamı, kıraat atmosferidir. Kıyamın hedefi, kıraati gerçekleştirmektir. Kıyam
ne için yapılır? Kıraat için. Demek ki kıyamın hedefi kıraati, yani okumayı
gerçekleştirmektir. Peki o zaman buna göre şimdi şu anda biz kıyamda mıyız? Şu
anda kıyamı gerçekleştiriyor muyuz? Kıyama kalkmış mıyız? Kıraat ortamındaysak,
Allah’ın âyetlerini okuyorsak, Allah’tan mesaj alma makamındaysak,
evet.
Ama şurasını da unutmamalıyız ki,
kıyamın da, kıraatin de şartları vardır ve bunlar mutlaka yerine getirilmelidir.
Nedir o şartlar?
1- Hadesten
taharet,
2- Necasetten
taharet.
Evimizde, çevremizde,
dükkanımızda, çarşımızda, pazarımızda, okulumuzda yani kıyam ve kıraat
ortamımızda kıyam ve kıraatimizi ters yönde etkileyecek, engelleyecek,
lekeleyecek tüm maddî ve manevî pislikleri temizleyeceğiz. Maddî, yani gözle
görülen pislikleri, kendimizde, elbisemizde, evimizde, hanımlarımızda,
çocuklarımızda, akrabalarımızda görülen pislikleri temizleyeceğiz. Veya
metodumuzda pislikler varsa, onları da temizleyeceğiz. İslam’ı hakim kılmak için
seç-tiğimiz metodumuzda küfürden, şirkten kokular, karışımlar varsa onları terk
edecek, saflarımızı temizleyeceğiz. Saflarımızda küfürden, şirkten etkilenenler
varsa önce onları temizleyeceğiz.
Kan, irin, fâiz, kumar, içki,
kadın, put, şirk türünde ne kadar görünen maddî pislikler varsa onlar
temizlenecek. Bir de gözle görül-meyen manevî pislikler de temizlenecek. Küfür,
şirk, nifak, riya, tembellik ve atalet, dalga geçmek ve alaya almak, kıyamı ve
kıraati ciddiye almamak gibi tüm manevî pislikler de temizlenecek. Evet, böyle
isli paslı gidilmez! Temizlik yapılacak, hadesten ve necasetten taharet
gerçekleştirilecek.
3- Setr’ul avret. Açık saçık gidilmez
Allah’ın huzuruna, setru’l avret yapılacak. Silahsız, cephanesiz, hazırlıksız,
teçhizatsız, plansız, programsız, hesapsız, çırılçıplak ortaya çıkılmaz. Çünkü
sosyal hayatın kıyamları, namazın kıyamına özdeştir. Namazın kıyamının şartları
yerine getirilmeden nasıl ki kıyam gerçekleştirilemezse, sosyal hayatın kıyamı
da şartlar hazırlanmadan gerçekleştirilemez.
4- Kıble. Kıble, yani hedef iyi
belirlenecek. Yani kime yönelik kıyam? Neye yönelik kıyam? Kimin adına ve kimi
razı etmek için kıyam? Bunun belirlenmesi gerekmektedir. Hedefin belirlenmesi
gerekmektedir. Ne için gidiyorsun huzura? Şöhret için mi? Para için mi? Makam
için mi? Yoksa Allah dedi diye mi? Ne için gittiğini belirleye-ceksin.
5- Vakit. Yani zaman iyi
belirlenmelidir. Zaman iyi ayarlanacak. Vakitsiz kıyam gerçekleştirilmez. Kıyam
zamanı iyi belirlenecek. Ama eğer mü’minlerden birileri kıyama başlamışsa
onların kıyamına katılmayarak sanki onlardan ayrı olarak yeniden kıyam etme
çabasında olunmamalıdır. Hemen mesbûk olarak onlara uymalıdır. Ama yok sen
başlatacaksan kıyamı, o zaman zamanını çok iyi ayarlayacaksın.
Sonra “Allahu Ekber” diyerek, Allah’ı en
büyükleme, tekbir ile işe başlayacaksın. Allah’ı en büyük kabul edeceksin.
Kıraatin önünde, kıraatin sonunda, tazimin önünde, tazimin sonunda, her bir
ortamda, her bir stratejik konumda hep “Allahu Ekber” diyecek ve bunu
sürekli tekrarlayacağız. Bundan sonra da, “Elhamdülillah” diyecek ve sadece
Allah’ı hamde lâyık görecek, Allah’tan başkalarını hamde lâyık görmeyeceksin.
Allah’ı Rabb, hayata karışır bileceksin. Böylece hayatı düzenlemek üzere O’ndan
mesaj alacaksın. İşte bu ¬v5 emrinden benim anladığım
bunlardır.
Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin
hangisinin önce hangisinin sonra olduğunu bilemiyoruz. Yine “Zemmiluni” ile “Dessiru-ni” ifadelerinin farkının
ne olduğunu da bilmiyoruz. Ama ikisinin de bir tür örtünme ile ilgili olduğunu
biliyoruz. Ya böyle çepeçevre bir örtünme, ya mevziî bir örtünme, ya zorunlu, ya
ihtiyârî, ya kamuflaj, ya âdeten veya bir başka örtünme çeşidi biçiminde bir
Müzzemmil ve Müddessir gerçekleştirene hitap ediyor
Rabbimiz.
Bize yönelik söylersek eğer, insan
neyle örtünür? Neyle bürünür vahiyden? İnsan çevresiyle örtünür, karısı, kızıyla
örtünür, dükkanıyla, işiyle, aşıyla, mesleğiyle bürünür vahiyden değil mi? Yani
bütün bunlarla bürünerek, bütün bunları kalkan yaparak kendisini vahiyden saklar
değil mi? “Ne yapayım vakit bulamıyorum! Ne yapayım kör o-lası hanede
çoluk-çocuk var! Tamam ben de okumalıyım vahyi, ben de tanımak zorundayım
Kur’an’ı ama ne yapayım diplomam engel oluyor! Ne yapayım statüm, müdürlüğüm,
doktoram engel oluyor! Ne yapayım talebeliğim engel oluyor! Ne yapayım içinde
yaşadığım toplumum, çevrem izin vermiyor!” diyerek insan bir şeylerle bürünür,
bir şeylerle kendisini saklar ya vahiyden, işte böyle bir bürünme anlıyoruz
buradan.
Allah diyor ki bakın: “Ey örtünüp
bürünen! Ey Müzzemmil olan!
Kıyam et gece! Kalk gece!” Öyleyse
bizler de az önce tanımaya çalıştığımız anlamda geceleyin kıyam edeceğiz. Gece
kalkıp kıyam gerçekleştireceğiz. Peki gecenin tümünde mi kalkacağız?
Hayır:
Tüm gece mi kalkılacak? Gecenin tümü
mü? Hayır birazı müstesna.
Onun yarısı, gecenin yarısı olabilir.
Veya:
Veya ondan, geceden biraz
azaltabilirsin. Yani ya geceden birazını azalt ya da gecenin yarısından birazını
azalt.
Ya ona biraz artır veya yarısına biraz
artır. Anlıyoruz ki gecenin üçte biri, ikide biri ve ya üçte ikisi olarak ne
kadar kalkabilirsen. Peki yapılacak iş ne? Ne için
kalkılacak?
“Kıyamda Kur’an’ı yavaş yavaş, tertil
ile, mânâya nüfuz ederek, ağır ağır oku!” Tertil ile oku! Düşüne düşüne oku!
Tedebbürle oku! Tefekkürle oku! Ne dendiğini anlamak, denenleri yaşamak, yap-mak
üzere oku! Allah’ın dediklerini hayata hakim kılmak, hayatı onlarla düzenlemek
üzere oku! Ben sadece buna muhtacım diye oku! Hayatımı düzenlemek için ben buna
muhtacım! Bundan başkasına muhtaç değilim diye oku! Bütün bunlar tertilin
mânâsıdır. Yani ben bunsuz çare bulamıyorum diyerek, çaresizlikten kıvranarak,
çareyi sadece bunda görerek oku! Çare bu kitaptadır diyerek oku! Başka çarem
yok, mümkün değil ben bunsuz yol bulamıyorum diye oku!
Tertîl
kelimesi, Arapça "rtl" kökünden "tef'l" ölçüsünde bir mastardır. Sözlükte; sözü
güzel, yerinde ve düzenli söylemek, bir şeyi doğru yapmak, düzenlemek,
sıralamak, açık açık hakkını vererek a-çıklamak gibi anlamlara gelmektedir.
(Râgıb,
Müfredât, 273)
Bir
metni okurken yavaş yavaş, acele etmeksizin, tâne tâne, her bir harfin edâsının,
nazmının ve manasının hakkını vermek sure-tiyle okumaya da tertil denmektedir.
Kur'an okunuşuyla ilgili olarak, kelimeleri ağızdan kolaylıkla ve düzgün bir
biçimde çıkarmak anlamındadır. Kıraatte tertîl; yavaş yavaş, acele etmeden,
harfleri ve harekeleri dizilmiş inci taneleri gibi açık bir şekilde, mana ve
hikmeti dü-şünerek metni tâne tâne okumak anlamında
kullanılmaktadır.
Kur'an
tertîl üzere nâzil olmuştur. Hz. Peygamber; "Allah, Kur'-an'ı indirildiği
şekilde okuyanı sever" sözleriyle Kur'an'ı tertîl ile oku-mayı teşvik
etmişlerdir.
(İbnü'l-Cezerî,
en-Neşr, I, 207)
Nitekim
Kur'an-ı Kerîm'deki "Kur'an'ı açık açık, tâne tâne (tertîl ile) oku" buyuran bu
âyet de bu konuyu açık bir şekilde anlatmaktadır. Alimler bu âyetle ilgili
olarak bazı yorumlarda bulunmuşlardır.
Fahreddin
Râzî, "Kur'an'ı tertîl ile okumak; manasını anlaya-rak, âyetlerin içerdiği
gerçekleri iyice düşünerek okumaktır. Allah'ın azametini belirten âyetleri, bu
azameti gönlünde hissederek, tehdit ve müjdeyi içeren âyetleri de, ümit ve korku
duygularıyla dolup taşarak okumaktır" der.
Âlimler,
Kur'an-ı Kerîm'i süratlice okuyup, çok okumanın mı, yoksa ağır olarak okuyup az
okumanın mı daha üstün olduğu konu-sunu tartışmışlar, bir kısmı "Tertîl ve
tedebbür ile az okumak diğerin-den daha üstündür" demişlerdir. İbn Abbas ve İbn
Mes'ud bu görüşü savunmaktadırlar. Bu görüşün sahiplerine göre, kıraatten
maksat; Kur'an'ı anlamak, düşünmek, içindekileri bilmek ve onunla amel
et-mektir.
(İbn
Kayvim el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd, I, 88)
Buhârî,
Sahîh'inde Kur'an'ın tertîl ile okunmasının gerekliliğine ve süratli olarak
okumanın mekruh olduğuna dâir bir bap açmış ve bu şekilde okumanın hoş
olmadığını Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyet ettiği bir hadisle
açıklamıştır.
(Buhârî,
Sahîh, VI, 109)
İbn
Kayyim, İbn Mes'ud'dan şu rivâyeti nakleder: "Alkame, İbn Mes'ud'dan Kur'an
okurdu, sesi güzel bir kimse idi. İbn Mes'ud ona "Anam babam sana feda olsun,
Kur'an'ı tertil ile oku, çünkü tertîl onun süsüdür" dedi. Yine İbn Mes'ud: "Şiir
söyler gibi Kur'an okumayın, çürük hurma atar gibi dağıtmayın. O'nun incelikleri
üzerinde durun, kalbinizi onunla harekete geçirin"
(İbn
Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89)
Bu
konuda İbn Abbas'tan da şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: İbn Abbas'a Ebû
Hamze: "Ben süratli Kur'an okuyan bir kimseyim. Çoğu zaman bir gecede Kur'an'ı
bir veya iki defa okurum" deyince, İbn Abbas: "Benim ağır ağır bir sure okumam,
bana senin bu yaptı-ğından daha güzel geliyor. Eğer sen bu işi yapacaksan,
kulakların du-yacağı ve kalbin anlayacağı bir kıraatle oku"
demiştir.
(İbn
Kayyim, Zâdü'l-Meâd, I, 89)
Demek ki gece kalkacakmışız, ama kıraat
için kalkacakmışız. Ama bunu her gece yapacakmışız. Belki İslam’a ilk
girdiğimiz, Kur’-an’la ilk tanıştığımız, vahiysiz olmazı ilk kavradığımız dönem
hiç olmazsa birkaç yıl her gece veya en azından iki günde bir kalkmaya
zorlamalıyız kendimizi. Kalkalım ve vahiyle beraberliğimizi sürdürmeye çalışalım
inşallah. Allah burada bizden bunu istiyor. Bakın bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz bunun hedefini şöyle anlatıyor. Niye kalkılacak? Gece neden
kalkacakmışız?
5. “Doğrusu Biz, sana, taşıması ağır
bir söz vahye-deceğiz.”
Çünkü biz sana sakîl bir kavil
ilka edeceğiz peygamberim. Sa-na ağır bir söz ulaştıracağız, ağır bir söz
yükleyeceğiz.
Ağır bir söz. Peki ne anlıyoruz bu ağır
sözden? Nedir bunun mânâsı? Hani böyle hafifmeşrep insanlar vardır. Hafif hafif,
sulu sulu ya da cıvık cıvık konuşan insanlar vardır. Ya da değmez söz söyleyen
insanlar vardır. Değer var ya hani? Onun tersi de değmez. Değer söz, değmez söz.
İşte Allah’ın sözü değer sözdür, değeri olan sözdür. Allah’ın sözü ağır sözdür,
ağırlığı olan sözdür. Yani ağırlığı olan, etkinliği olan sözdür Allah’ın sözü.
Nasıl
etkin? Meselâ şurada iki çocuk oynuyor olsa. Onların yaşıtı üçüncü bir çocuk
onlara: “Oturun yerinize!” dese, onun sözünü dinlemeyebilirler değil mi? Bu
sözün onlar nazarında etkinliği olmadığı, ağırlığı olmadığı için
dinlemeyebilirler. Ama o çocukların babaları, “oturun yerinize!” dese,
ağırlığından ötürü dinlenir bu söz. İşte sözün ağırlığını böyle anlamaya
çalışıyoruz. Allah’ın sözü böyle ağırlığı olan, dinlenen, dinlenmesi gereken,
etkili olan sözdür. Rabbimizin “yapın! Yapmayın! Kılın! Tutun! Sakının! İcra
edin!” dediği sözlerinin tamamı ağırlıklı sözlerdir.
Yani bir değerli, değeri olan, bir de
ağırlığı olan söz olarak iki mânâsından söz ettik. Bir üçüncü mânâsı daha var
bunun, o da yarın ağırlığı karşımıza sunulacak, ağırlığı kıyamet günü karşımıza
çıkarılacak bir söz demektir. Öyle bir söz ki, karşılığı ağır. Öyle bir söz ki,
mizana konulunca ağır, öyle bir söz ki, tartıya gelmez ağır, öyle bir söz ki
sanki tüm ölçüleri, tüm ağırlıkları Allah buna göre yapmış. Bu söze uygun
olanlar ağırdır, bu söze uygun yapılan ameller ağırdır ve değerlidir. Yani yarın
mizana konulanlar ağır mı, değil mi, bununla ölçülecektir. Tüm amellerin, tüm
kavillerin ölçümünde kriter olan söz budur.
Dünyada bir
şeyler yaptınız, bir şeyler konuşup bir şeyler ortaya koydunuz. Bunların ne
değer ifade ettiği, ne kadar bir ağırlık taşıdığı, makbul olup olmadığı
konusunda kıstas olacak, kriter olacak söz işte Allah sözü olan kitaptır. Yarın
tıpkı granit bir levha olarak bu kitap ikame edilip ayağa kaldırılacak ve tüm
ameller bununla ölçülecektir. Buna uygun olanlar değerli, ağır, uymayanlar da
değersiz, ağırlıksız kabul edilecektir. Yani belki de bu söz, bu kitap ağırlık
ölçüm birimidir.
İşte bakın burada diyor ki Rabbimiz:
“Peygamberim! Sen gece kalk! Çünkü biz sana böyle ağırlığı olan, böyle değerli
olan bir söz vahy edeceğiz. Bunun için senin mutlaka gece kalkman lâzım.
Çünkü:
6. “Şüphesiz, gece kalkışı daha tesirli
ve o zaman okumak daha elverişlidir.”
Madem ki biz sana böyle ağır bir
söz nakledeceğiz, o halde sen de sana vahy edeceğimiz bu ağır sözü
hazmedebileceğin, kavrayabileceğin, özümseyebileceğin bir ortamda onunla
ilgilen. Böyle bir gece ortamında onunla ilgi kur, onu o ortamda okuyup
öğrenmeye çalış. Çünkü:
Çünkü gece kalkış, gece ayakta
oluş, gece neşesi, gece ne-şatı, ya da gece uyanıklılığı hem kişinin oturumu,
uykusuzluğu ya da uyanıklılığı, ya da dikkati için, hem de Ÿ»[¬5 •«Y²5Ï!«:
sözün kıyamı, sözün kıvamı için çok daha hoş, çok daha elverişli bir
ortamdır.
Yani eğer şu ağır sözü, vahyi, Kur’an’ı
anlamak, kavramak is-tiyorsan, -ki zaten buna mecburuz, bunsuz Müslümanlığı
yaşamamız mümkün değildir- öyleyse bunun için yapılacak iş, gece kalkıp
Kur’-an’la beraberlik kurmak, vahiyle ilgi kurmak, Allah’la diyalog kurmaktır.
Yatsı namazını kıldıktan sonra hemen
yatacağız, bir süre uyuduktan sonra kalkacağız, oturmalarımızı, dalga
geçmelerimizi de o zaman yapacağız. Kalkalım ve Rabbimizin kitabıyla diyalog
kuralım inşallah. Çünkü:
Gece anlamak, kavramak,
uyanıklılık için en hoş ortamdır. Sen buna baştan sona muhtaçsın ey peygamberim!
Siz buna baştan sona muhtaçsınız ey kullarım, diyor Rabbimiz.
İşte ölünceye kadar peygamberliği devam
edecek olan Rasû-lullah Efendimize inen ilk üç sûrenin bu metodu, hayatının
sonuna ka-dar devam etmiş, kendisinden sonrakilerin de kıyamete metodu hep bu
olmuştur. Günümüzde metot kavgası yapan Müslümanların bu sû-relerde Rabbimiz
tarafından elçisine sunulan metodu çok iyi anlamaları gerekecektir. Öyle değil
mi? Günümüzde Müslümanlar hep ne ya-palım? Ne edelim? Nereden başlayalım? diyor,
hep böyle bir metot arayışı içinde ömür tüketiyorlar.
Bakın Müzzemmil’in ilk emirleriyle
Allah’ın Resûlü gece kalkıp Kur’an okumaya başladı. Kur’an âyetlerini okuyor ve
bu âyetler onun gündemini oluşturuyordu. Hatice annemizin yatağını serip, “ey
Allah’ın Resûlü biraz yatsan! Biraz dinlensen!” şeklindeki teklifine karşılık,
“yatma zamanı geçti, ey Hatice!” diyordu. Hattâ annelerimizden bi-rinin yeğeni,
bir gün Rasûlullah Efendimizin yatağında, yanında yatar. Bazen gelip böyle
yatarlardı. Rasûlullah’ın böyle üzerinde oturduğu, yattığı kumaştan bir abayesi
vardı. Yeğeni o kumaşı biraz rahat olsun diye ikiye, üçe katlamış öyle yatmış.
Allah’ın Resûlü ona der ki, “hayır onu eski haline getir! Çünkü o, gece
kalkışına engeldir!” Galiba şimdi bizler kalkmamak üzere yatıyoruz.
Gece kalkma
diye bir niyetimiz, bir derdimiz yok bizim. Ama eğer şu kanalizasyonlardan
kurtulup ta, şu şeytan vahiylerinden yakamızı kurtarıp ta biraz erken yatıp gece
kalkabilseydik, kalkıp Rab-bimizin vahyiyle irtibata geçmeyi becerebilseydik
inanın hayatımız çok daha bereketli, işlerimiz çok daha verimli
olacaktı.
Eğer Kur’an’ı anlamak istiyorsan,
Kur’an’ın esrarının size açıl-masını istiyorsanız, Kur’an’dan mesaj almak
istiyorsanız, eğer Rabbi-nizle konuşmayı ve Rabbinizin size yol göstermesini
istiyorsanız, eğer neşem yerinde olsun, neşatım açık olsun, anlayışım,
kavrayışım açılsın diyorsanız, Allah’la beraberliğinizden zevk almak
istiyorsanız, baş-ka çaresi yok bunun, gece kalkacak ve Kur’an okuyacaksınız.
Anlıyoruz ki gecenin bizim için çok
büyük bir önemi vardır. Gü-neşin olmaması açısından önemi, ayın olması açısından
önemi çok büyüktür gecenin. Gece çok sakin bir ortamdır. Issız bir çölde
gündüzün sükûneti yanında gecenin sükûneti daha fazladır. Veya meselâ bir
ormanda yaz sıcağının bunaltıcı sıcağının altında sesin soluğun kesildiği bir
atmosferde, hayvanların bile kımıldanamadığı bir ortamdaki sessizlik bile
gecenin sükûneti yanında çok daha az kalır. Yani güneş varken insan hayatının
devinimi, organizmanın algılaması, hücrelerin, sinirlerin etkileşimi geceden
daha farklıdır. Med ve cezirin insan vücudundaki etkisi gibidir bu. Hani ay
çekilince sular şöyle, güneş çekilince böyle oluyor ya, işte sanki öyle geceye
mahsus bir özelliğin burada hatırlatılmasına şahit
oluyoruz.
Öyleyse gece kalkacak ve ağır ağır,
mânâya nüfuz ederek, tertil ile Kur’an okuyacaksınız. Peki bu işi gündüze
aktarma imkânı yok mu? Gündüz okusak olmaz mı bu kitabı? Hayır,
çünkü:
7. “Çünkü gündüz, seni uzun uzun
alıkoyacak işler vardır.”
Çünkü senin gündüz işin var.
Gündüz yapman gereken işin var. Gündüz sen upuzun bir yüzüşte olacaksın. Upuzun
yüzüp gideceksin. Sebhan tavîla. Uzun bir yüzüşten söz ediyor Rabbimiz. Ne
anlayacağız bu yüzmekten? Deriyi yüzmek, adamın yüzünü yüzmek, yüz vermek, yüz
verip astar istemek, denizde yüzmek, havada yüzmek, bunların hepsi var mı
burada? “Sebeha”, “Sebbeha” Bir de-nizde
yüzmek, havada yüzmek, bir de karada yüzmek anlamına geliyor. Enbiya sûresinde
ay, yıldızlar, güneş gibi ecram-ı semâviyenin yüzücülerinden söz
edilir.
“Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı
yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yürür.”
(Enbiyâ 33)
Bunlar havada yüzüyorlar, denizin
yüzücülerini biliyoruz, bir de işte bu âyet-i kerimesinde Rabbimizin haber
verdiğine göre peygamberinin karada böyle bir yüzüşünden söz ediliyor. Ne demek
bu? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı yeryüzünde kişiye tahsis edilen
programın devamının icrası demektir. Allah güneşe, aya, yıldızlara bir yol, bir
yörünge, bir program tahsis etmiştir ki, onlar Rabbleri ta-rafından kendilerine
tahsis edilen, çizilen bu programı icra edip yüzüp giderler. Yani tüm bu
varlıklar Rabblerinin kendileri için belirlediği yörüngenin içinde hareket
ederler. İşte tıpkı onlar gibi, insan da kendisine gece hazırlayacağı program
içinde gündüz yüzüp gidecektir. Gece okunan âyetler, gece ilgi kurulan vahiy ona
bir program çizecek ve gündüz o bu vahyin kendisi için çizdiği program dahilinde
yüzüp gidecek, yani bu programı icra edecektir.
Demek ki gündüz bizim bir yüzüşümüz
olacakmış. Ama bu yü-züşün rotasını, planını programını, hedefini, kıblesini kim
ayarlayacak? Kim belirleyecek? Elbette gece ilgi kurulan, kendisiyle beraber
olunan vahiy ayarlayacaktır bunu.
Gece kalkıp vahiyle beraberlik
kuracağız, çünkü gündüz işimiz var bizim. Ne işimiz var gündüz?
Kooperatiflerimiz var, dükkanlarımız, tezgahlarımız, araba işlerimiz var, senet,
çek işlerimiz var. Gündüz bi-zi meşgul edenler, bizi zorlayanlar vardır.
Dinimizi bozmak üzere zorlayanlar, hayatımızı bozmak üzere zorlayanlar, programı
bozmak ü-zere zorlayanlar vardır. Müdür var, âmir var...
Ama gece
öyle değildir. Gece Rabbimizle daha bir baş başa olabiliyoruz. Aceleye de gerek
yoktur gece, çünkü bizi bekleyen birileri de yoktur. Telefon yoktur, randevu
yoktur, beklediğimiz, bekleyenlerimiz yoktur. Meselâ gündüz kişi namaz kılarken,
zil çalacaktır, ders başlayacaktır, müşteri girecektir, tören vardır, iş vardır,
aş vardır, yemek vardır diye hızlıca işi bitirivermeden yanadır ya, işte gece
öyle değil, acele etmesine gerek yoktur. Sakin sakin Allah dedi diye yaptığı
hareketin şuurunda olacaktır kişi. Yani daha bir Allah’ı dinleme, Allah’la baş
başa olma imkânı bulacaktır kişi. Telefon, trafik, karmaşa, randevu yok, sadece
Allah’la beraberlik var. İşte gündüzün bozuk düzen programlarını hayra, hakka
çevirebilmek için gece kalkacak ve vahiyle beraber olacağız. Yani gündüzümüz iyi
olunca gecemizi Allah’a ayıralım değil, gündüzümüzün iyi olması için gecemizi
Allah’a ayırmak zorundayız. Gece kalkıp vahiyle beraber olabilirsek bilelim ki
gündüzümüz programsızlıktan kurtulacaktır.
Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında
hepimize diyor ki, “gece kalkıp vahiyle beraber olun, çünkü gündüz sizin işiniz
var. Gün-düz sizi bekleyen upuzun bir uğraş, upuzun bir görev vardır.” Rab-bimiz
burada gece kıyamını anlatıyor, Müddessir’de de gündüz kıyamını anlatacak.
Birisinde gece kıyamı, ötekisinde de gündüz kıyamı anlatılıyor. Gece kıyamı
olmadan gündüz kıyamını gerçekleştirmek kesinlikle mümkün değildir.
Çünkü biz
biliyoruz ki savaşlar, vuruşmalar genellikle gündüz olur. Geceyse hazırlık
dönemidir. Gündüz savaşan ordular plan, program, strateji tespiti için gece
karargahlarına çekilir. Gece planı gözden geçirme dönemidir. Gece, yaraları
sarma dönemidir. Gece, cephane hazırlama ve durumu gözden geçirme zamanıdır.
İşte Allah’ın Resûlü gündüzün bir savaşa başlıyordu. Bu öyle bir savaştı ki,
ölünceye kadar bitmeyecek, tükenmeyecek bir savaştı.
Gündüz
bir savaş ortamı vardı Rasûlullah için. Başka kimsecikleri de yoktu ki birlikte
plan ve program yapsınlar. Mekkelilere, Arabistan yarımadasına, İran’a, Roma’ya
ve tüm dünyaya karşı verilmesi gereken bir savaştı bu. Mal, mülk, makam, mevki,
riyaset için verilecek bir savaş değildi bu savaş. Allah’ın dininin yeryüzünde
ikamesi, yeryüzünde Allah’ın istediği kulluğun icrası adına verilecek bir
savaştı bu. Öyleyse aynı savaşın savaşçıları olan bizler de vereceğimiz bu
savaşta galip gelebilmek için gece kalkıp Rabbimizle istişare edeceğiz. “Yarın
ne yapalım ki galip gelelim ya Rabbi? Karşımızda tâğutlar var, karşımızda
kâfirler, ehl-i kitap, Siyonist ajanlar, münâfıklar, gafil Müslümanlar var.
Bunlara karşı senin dâvânı galip getirmek için ne yapalım ya Rabbi?” diye
Rabbimizle istişare edecek, bilgi alışverişinde
bulunacağız.
Tüm Mekkeli
kâfirlere, tüm dünyaya karşı verilecek bu savaşta Rasûlullah Efendimizin ayakta
kalabilmesinin, varlığını sürdürebilmesinin bir tek çaresi vardı, o da bu
hazırlığını sürdürebilmekti. Çünkü bu savaştan çekilmesi, vazgeçmesi onun için
ölüm demekti. Her gece kalkacak, Rabbiyle diyalog kuracak, Rabbinden destek
alacak, gündüzün verilecek mücadele için strateji belirlenecek, cephane
hazırlanacaktı ve gündüzün upuzun mücadelesine tutuşulacaktı. Şimdi şu anda
bizim de yapacağımız işte budur. Değilse böyle yapmazsak, geri çekilirsek,
dönersek, Allah korusun bu mürtetliktir ve hayat hakkımız
kalmayacaktır.
Rabbimiz gece kalkmamız gerektiğini,
ağır ağır anlayarak Kur’an okumamız, kendisiyle istişare etmemiz gerektiğini
anlattı. Çün-kü gündüz sizin işiniz var, dedi. Bundan sonra da gündüzün işini
anlatmaya başlayacak. Ne yapacakmışız gündüz? Veya gündüzün upuzun yüzüşü
neymiş? Sabahtan öğleye, öğleden akşama, akşamdan sabaha, veya doğumdan ölüme,
çocukluktan gençliğe, gençlikten ih-tiyarlığa, kocalıktan babalığa, babalıktan
dedeliğe gibi hayatın değişik isimleriyle karşımıza çıkan bu hayat programında
neler varmış? Ne yapacakmışız bu upuzun yüzüş içinde? En genel anlamıyla bakın
şunlar yapılacakmış:
8. “Rabbinin adını an; her şeyi bırakıp
yalnız O’na yönel.”
Yapılacak iş, onsuz olmaz program
bakın buymuş. Allah’ın adını an! Allah’ın adını zikret! Peki Rabbimizin zatını
ansak, kendini zikretsek olmaz mı? Kendini bilmem ki ben! Zatını bilemem ki ben!
Biz Rabbimizi ancak kendisini, zatını bize anlattığı isimleriyle, esmâsıyla ve
sıfatlarıyla tanıyoruz. Biz kendini bize tanıttığı isimleriyle Rah-mân, Rahîm,
Hannân, Mennân, Gaffâr, Rezzâk, Settâr, Tevvâb, ye-nilmez-yanılmaz biliriz. İşte
Rabbimizi O’nun kendisini tanıtırken bize haber verdiği bu isimleriyle
zikredeceğiz.
“Rabbinin adını an! Rabbinin
ismini zikret!” Peki nerede? Ne zaman? Rabbimizin adını sadece yemeğin başına
otururken değil, sadece eve girerken, para saymaya başlarken, dükkanın kapısını
ki-litlerken, ampulü sıkarken veya sökerken, gemi batarken, uçak sallanınca veya
sadece hastalanınca, kaybedince değil, sürekli anacağız, zikredeceğiz.
Hangi konuda bocaladık? Hangi konuyu
yaşıyorsak veya hangi ortamdaysak, hangi konunun ortamında bulunuyorsak, yani
neyin insanıysak o konudaki Rabbimizin ismini zikrederek Rabbimizden yardım
isteyeceğiz. Meselâ o anda rızık konusunu mu yaşıyoruz? Ya-ni rızık konusunda
bir çıkmazı mı yaşıyoruz? Rabbimizden rızık isteme makamında mıyız? O zaman ya
Rezzâk diyerek Rabbimizin adını zikredeceğiz. Veya sosyal ilişkilerin insanı
olarak mı zikredeceğiz Rabbimizi? Meselâ hanım karşısında mıyız? Ölüm
atmosferinde miyiz? Savaş ortamında mıyız? Günah ortamında mıyız? Hangi ortamı
yaşıyorsak o ortama uygun bir ismiyle Rabbimizi zikredecek ve O’n-dan yardım
bekleyeceğiz. Biz O’nu zikredip yardım isteyince de, O’-nun o isimleriyle ilgi
kurunca da, O bize bir şeyler söyleyecek o ko-nuda. Dur! diyecek meselâ, yürü!
diyecek, yat! diyecek, kalk! diyecek, yapma! diyecek ve biz de onun gereğini
yerine getireceğiz. Sadece O’nun isimlerini zikredecek, sadece O’nu imdadımıza
çağıracak ve sadece O’na kulluk edeceğiz. Çünkü:
“Betül ol!” diyor Rabbimiz. Sadece
O’nun ol! Sadece O’na ait ol! Sadece O’nu düşün ve asla O’ndan başkalarını
düşünme! Hep O’-nunla beraber ol! Kalbin, gönlün, aklın sadece O’na bağlansın!
Kalbin, dilin sakın O’ndan başkasını zikretmesin!
Tarihte bu “betül” kelimesiyle
hatırladığımız ilk kişi Meryem anamızdır. Meryem anamız hiç evlenmediği, yani
Allah’ın sev dediği için sevmesi gereken, gönül vermesi gereken bir kocası da
olmadığı için, hayatında bir erkek de olmadığı için sadece Allah’ı seviyordu.
Yani kalbi sadece Allah’a ait bir kadındı Meryem anamız. Meryem anamız dünyada
belki kadınlara verilebilecek imtihanların en zoruna tabi tutulmuştu da,
Allah’ın izniyle, Allah'la beraberliği sebebiyle Allah’a kulluğunu bozmamıştı.
İşte buna “betül” diyoruz.
Allah’ın
Resûlü de “betül”dü. Biz de betül olmak zorundayız. Sadece Allah’a ait olmak
zorundayız. Gönlümüzü, kalbimizi, aklımızı, fikrimizi, dilimizi O’nun
isimlerini, O’nun âyetlerini zikirde kullanmak ve sadece O’na kulluk etmek,
sadece O’nu razı etmek için çırpınmak zo-rundayız.
Hep O’nu zikredeceğiz, hep O’nun
istediklerini hatırımızda canlı tutmaya çalışacağız. Hani sofranın başında
yemeğe başlarken Allah’ı zikrederek, besmele çekerek Allah’ı hatırlıyorduk,
Allah’a soruyorduk da ama nasıl bir sofraya oturacağımızı hiç sormuyorduk ya,
öyle yapmayacağız. Onu da Rabbimize
soracağız. Veya elbise giyer-ken besmele çekerek Rabbimizi hatırlıyor da
ama nasıl bir elbise giy-memiz gerektiğini ona sormuyorduk ya, öyle değil. O
konuyu da Rab-bimize sorarak, yani bazı şeyleri yaparken Allah’a soruyor, ama
bazı şeyleri yaparken hiç sormuyorduk ya, öyle değil, her şeyimizi Allah’a
sorarak betül olacağız. Tüm hayatımızı O’nun adına ve O’nun belirlediği yasalar
istikâmetinde bir hayat yaşayarak her şeyimizle Rabbi-mize ait olacağız.
Hayatımızın bazı bölümlerinde O’nu, bazı bölümlerinde de başkalarını dinleyerek,
hem O’na hem de başkalarına hizmete giderek fahişe olmayacağız. Sadece O’na ait
olmaya çalışacağız.
Öyleyse zikir Allah’la beraber
olmaktır. Zaten her an Allah bi-zimle beraber de, bizim tarafımızdan bunun
zihinde canlı tutulmasının adına zikir diyoruz. Hayatınızın her bir konumunda
bizden istediği kul-luk birimleriyle Rabbimizi, Rabbimizin âyetlerini,
Rabbimizin kulluk maddelerini hatırlamamızı istiyor Allah. Bizden gündem istiyor
Allah. Kendisini gündeme almanızı istiyor. Başkalarını gündeme aldığımızdan çok
O’nu gündemimize almanızı, daha çok O’nu konuşmamızı, daha çok O’nu övmemizi,
daha çok O’nun âyetleriyle meşgul olmamızı istiyor. Siyasetimize Allah hakim
olsun, ekonomimize Allah hakim olsun, kılık-kıyafetimize, eğitimimize,
hukukumuza, evlenmemize boşanmamıza, ölümümüze, dirimimize ve tüm hayatımıza
Allah hakim olsun istiyor. Allah bizden kendisini gündeme almamızı, kitabını ve
el-çisini gündeme almamızı istiyor. Zikir budur zaten, Allah bizden zikir
istiyor ve betül olmamızı istiyor.
9. “O, doğunun ve batının Rabbidir;
O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyse O’nu vekil
tut.”
Hayatını düzenlemek, hayatına yön
vermek üzere hatırlaman gereken Rabbinin, doğunun ve batının Rabbi olduğunu,
kendisinden başka ilah olmadığını unutma.
Yani doğuya
gidin, oranın Rabbi Allah, batıya gidin, oranın Rabbi Allah’tır. Tüm doğuşların
ve batışların Rabbi Allah’tır. Şu doğan çocukları, şu batan yaşlıları doğurup
batıran Allah’tır. Fikirler, ideolojiler, gruplar, cemaatler, devletler,
milletler, liderler doğar ve batar ya, işte tüm bu doğan ve batanların Rabbi
Allah’tır. Tüm doğanların doğurucusu, tüm batanların da batırıcısı
Allah’tır.
İşte bu Allah kendisinden başka İlâh
olmayandır. Tüm varlıkların kulluk ipleri elinde olan, sadece kendisine ibadet
edilen, sadece kendisinin sözü dinlenen, sadece kendisinin hayat programı
program kabul edilen, göktekiler ve yerdekiler konusunda sadece kendisinin
kanunları geçerli olan, herkesin kendisine boyun büktüğü tek varlıktır.
Kendisine yönelinecek, kendisine kulluk edilecek tek varlık Allah’tır. O’ndan
başka İlâh yoktur. O’ndan başka sözü dinlenecek, ondan başka hatırı kazanılacak
varlık yoktur. İbadetin, duanın, tevekkülün sadece kendisine yapılacağı,
imdadın, yardımın sadece kendisinden isteneceği tek varlıktır.
Tüm varlıklar adına kanun
koymaya, onlara din ve şeriat belirlemeye, onlara hayat programı çizmeye yetkili
tek varlık Allah’tır. Çünkü onları yaratan O’dur. Onların sahip oldukları her
şeylerini onlara lütfeden O’dur, sonunda onları öldürecek ve hesaba çekecek olan
da O’dur. O’nun dışında hiçbir kimsenin bu konuda tek kelime bile söz söylemeye
hakkı yoktur. Allah’tan başka hiçbir kimsenin kanun yapmaya, Allah’tan başka
hiçbir kimsenin din belirlemeye, hayat tarzı koymaya, hayat programı belirlemeye
hakkı yoktur.
Din koyucusu sadece Allah’tır.
Hayat programını belirleyici sadece O’dur. Çünkü tüm varlıklar O’nundur, herkes
ve her şey O’-nun kuludur, O’nun mülküdür ve mülkünde söz hakkı da O’na aittir.
Bizler böylece inanarak ve Allah’tan başka İlâh olmadığına şehadette bulunarak
imanlarımızı ortaya koymak zorundayız.
Bunu yaparken de Allah dışındaki tüm
sahte İlâhları reddedeceğiz. “Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Eğer bizim
kanunlarımıza itaat etmezseniz sizi yok ederiz! Rızık bizdedir! Eğer bizim
dediklerimizi yapmazsanız rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi
çıkarır, sizi sürgün ederiz! Şifa bizdedir, eğer bizim arzularımıza kulluk
etmezseniz size türlü hastalıklar musallat ederiz! İlim bizdedir! Eğer bizim
dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil bırakırız! Size diploma vermeyiz! Sizi
doktor yapmayız! Size doçentlik pâyesi vermeyiz! Egemenlik bizdedir! Güç, kuvvet
bizdedir! Eğer bize kulluk etmezseniz dünyayı size haram ederiz! Eğer bizim
hâkimiyetimizi kabul etmezseniz sizi hapse atar, güneşi size haram ederiz!
Hayatı size zindan ederiz!” diyerek yeryüzünde ulûhiyet iddiasında bulunan tüm
yapay tanrıları, tüm sahte İlâhları reddetmek zorundayız. Allah dışında
rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında bulunan tüm acizleri reddederek diyeceğiz
ki:
“Ya Rabbi! Ben sadece sana kulluk
ederim. Benim Rabbim tektir. Benim hayat programımı tespit eden Rabbim bir
tanedir. Benim kendisine kulluk edeceğim İlâhım tek İlâhtır. Ben O’nunla beraber
kulluğa lâyık başka İlâhlar bilmiyorum. Ben O’nunla beraber program yapmada
ortaklar kabul etmiyorum. Benim O’nunla birlikte arzularına uyacağım, kendisine
kulluk edeceğim, rızasını kazanmaya çalışacağım, talimatlarını yerine
getireceğim başka Rabbim, başka İlâhlarım yoktur.
Hüküm O’nundur, hâkimiyet
O’nundur, yaratan O’dur, hayat veren O’dur, öldüren, rızık veren, doyuran, kanun
koyan, hüküm va’z eden O’dur. Ben O’nunla beraber başkalarını da dinleyerek şirk
koşmam. O’nunla birlikte başkalarına da kulluk ederek şirke düşmem. Ben Allah’la
birlikte başkalarını da İlâh kabul ederek onları da dinlemeye çalışan
müşriklerin anlayışlarından beriyim.”
Madem ki O’ndan başka sözü dinlenecek,
kendisine kulluk yapılacak İlâh yoktur, öyleyse böylece tanıdığın, böylece
inandığın Allah’ı vekil kabul et ey peygamberim! Rabbini vekil bilip, vekâletini
O’na verip, O’nun senin adına aldığı kararları aynen uygulayarak, sa-dece O’na
kulluk et peygamberim! Sadece O’nu dinle! Sadece O’na güvenip bağlan ve sadece
O’nun istediği hayatı yaşa!
Vekil, kişinin kendisine vekâletini
teslim ettiği varlık demektir. Mahkeme huzurunda kendimizi savunamayacağımızdan
endişe duyduğumuzda, bizi bizden daha iyi savunabileceğine inandığımız, hukuku
bizden daha iyi bilen bir avukata bizi savunmak üzere vekâlet veririz, değil mi?
Veya antika bir halı almak istiyorsak ve bu konuda da bilgimiz olmadığı için
birilerinin “bu antikadır” diye bizi kandırmasından korkuyorsak, o zaman elbette
bu konuda bizden daha fazla bilgi sahibi bir arkadaşımıza, “benim için şöyle bir
antika halı alıver” diye vekâlet veririz. Çünkü o antika konusunda bilgi
sahibidir.
İşte bizim adımıza, bizim hayat
programımız adına aldığı kararlar konusunda kendisine güvenebileceğimiz,
yasalarına teslim olabileceğimiz, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu eline
teslim edebileceğimiz ve çektiği yere gözü kapalı gidebileceğimiz bir tek varlık
biliyoruz O da bizi bizden daha iyi bilen, bizim hayatımızı, bizim hayat
programımızı herkesten daha iyi bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan
Rabbimizdir.
Çünkü O
bizim için bize en uygun, en faydalı, en yararlı, en güzel, en münâsip ve en
mütenasip kararları alandır. İşte böyle Velî bildiğimiz Rabbimize hayatımızı
düzenlemesi konusunda vekâletimizi veriyoruz. “Ya Rabbi! Beni yaratan sen
olduğuna göre, benim sahibim sen olduğuna göre, beni en iyi tanıyan da sensin!
Benim nasıl mutlu olacağımı, nasıl huzurlu olacağımı, nasıl bir hayat yaşarsam
dengede olacağımı bilen de sensin. Öyleyse ben bu konuda vekâletimi sana
veriyorum. Benim adıma, benim hayatıma ne karar alırsan ben onları aynen
uygulayacağım ya Rabbi!” diyoruz.
Ama madem ki bunu söylüyoruz, madem ki
boynumuzdaki kulluk iplerinin ucunu Allah’ın eline verip O’nun çektiği yere
gitmeye söz veriyor, sadece O’nun dediklerini dinleyeceğimize dair, sadece O’nun
bizim adımıza aldığı kararları uygulayacağımıza dair söz veriyoruz, o zaman
elbette vekâlet verenle vekâlet verilen arasında sıkı bir münâsebet olmalıdır
değil mi? Meselâ küfür sisteminde bile adam kendisini savunabilecek ve kendisi
adına karar verebilecek birisini ve-kil tayin ediyor, ona vekâletini veriyor da
ondan sonra dört kulağı, se-kiz gözü onun üstünde oluyor değil mi? Aman ne
yaptı? Ne etti? Benim adıma ne karar verdi? diye sürekli onunla diyalogunu
sürdürüyor değil mi? Ötekisi de vekâletini üzerine aldığı, vekili olarak hareket
et-tiği kişinin hesabına, “tamam ben bu konuda onun adına şu kadar pa-rayı
yatırmaya razıyım, şunu, şunu yapmayı taahhüt ediyorum, onun adına bu çeki
imzalamaya razıyım” dedi mi, o da daha o celseden ay-rılmadan, ya da o atmosferi
terk etmeden hemen müvekkilini buluyor değil mi? “Bak ben senin adına şunu şunu
taahhüt ediyorum! Aman şu kadar parayı temin edip şuraya hemen yatır! Hemen
şuraya git! Şunu hallet! Şunu yap! Bunu yapma! Çünkü ben senin adına bu
taahhütlerde bulundum!” diyerek hemen onunla ilgi kuruyor değil
mi?
Eğer bizler de Rabbimize vekâletimizi verdiysek, bizim adımıza hayat
programı alma konusunda O’nunla böyle bir sözleşmeye girdiysek, o zaman bizler
de vekâletimizi verdiğimiz Rabbimizle, vekilimizle diyalogumuzu kesmemeliyiz.
“Hasbünallah ve ni’me’l vekîl”
diyoruz. “Ya Rabbi sen bizim vekilimizsin, vekâletimizi sana verdik” diyor,
ondan sonra da kaçıyor, bir daha görünmüyoruz. Peki vekil tayin ettiğimiz,
vekâletimizi kendisine verdiğimiz, bizim adımıza ne karar aldıysan biz aynen onu
icra edeceğiz ya Rabbi dediğimiz Rabbimiz bizim adımıza ne ka-rarlar aldı? Ne
dedi, ne emretti, neleri yasakladı? Bütün bunları bilmi-yorsak, ilgilenmiyorsak,
ilgi kurmuyorsak ne anlamı var bu vekâletin?
Hani “Ya
Rabbi sen benim vekilimsin! Benim adıma ne karar verirsen kabulümdür! Sen
bilirsin ya Rabbi! Ne yapacağımı, nasıl yaşayacağımı, ne yiyip ne içeceğimi,
nasıl giyineceğimi, hayatımı nasıl düzenleyeceğimi sen bilirsin ya Rabbi! Sen
beni benden iyi bilirsin ya Rabbi! Beni de, çocuklarımı da, hanımımı da,
geçmişimi de, geleceğimi de, menfaatimi de, zararımı da, mutluluğumu da,
mutsuzluğumu da her şeyimi de sen bilirsin ya Rabbi! Benim hayatım konusunda en
bilen sensin, çünkü beni yaratan, beni programlayan sensin ya Rab-bi!”
demiştik...Vekâletimizi O’na vermiş, aldığın kararlar benim için bağlayıcıdır
demiştik ya, işte Rabbimiz bizim adımıza aldığı kararlarını bu kitabında
bildirmiştir. Ama ne gariptir ki biz bu kitapla ilgilenmiyoruz. Gerçekten bu çok
garip bir şeydir.
Eğer böyle Rabb, İlâh olarak Allah’a
iman eder, Allah’ı böyle güçlü kuvvetli bilir ve sadece O’nu hesaba katar, O’nun
istediği hayatı yaşar, O’nun dışında her şeyin hatırını ayaklarımızın altına
alabilirsek, o zaman bilelim ki Allah bizim her şeyimize vekildir. Bilesiniz ki
bizim arkamızda, önümüzde Allah vardır. Dayanacağımız, güveneceğimiz Allah’tır.
Bizi herkese ve her şeye karşı koruyacak olan Allah’tır. Bize yol gösterecek
olan Allah’tır. Tarih boyunca dostlarını tüm düşmanlarına karşı nasıl korumuş ve
galip getirmişse, bizi de koruyacaktır. Bu konuda en küçük bir şüpheniz
olmasın.
10. “Putperestlerin söylediklerine
sabret, yanlarından güzellikle ayrıl.”
İşte vekilimiz olarak, velîmiz
olarak biz kulları adına aldığı kulluk kararlarından birisi. Sanki Rabbimiz,
“Peygamberim! Unutma ki sen sadece Rabbini vekil kabul edip, Rabbinin aldığı
kararları uygulamaya çalışınca, hayatını Rabbin için yaşamaya karar verince seni
zorlayanlar olacak. Çevrenden sana düşman olanlar, senin yolunu kesmek
isteyenler olacak. İşte o zaman da sabredeceksin, direnip dayanacaksın. İt ürür
kervan yürür, sen aldırış etmeden yoluna devam et,” diyor.
Rabbini zikredince, Rabbinin âyetlerini
gündeme alınca, Rab-binin senin adına belirlediği hayat programını belirleyip
hayatını O’nun adına ve O’nun istediği biçimde yaşamaya karar verince, sadece
Rabbimize ait olup sadece O’nu Rab, Melik, İlâh, vekil kabul ettikçe bize neler
neler diyecekler.
“Bu güdük”
diyecekler. “Bu ebter” diyecekler. “Bu, bu gidişle müdür olamaz” diyecekler. “Bu
bakan olamaz” diyecekler. “Bu deli” diyecekler. “Bu üşütmüş” diyecekler. “Bu
kafayla bu adam olamaz”, “bu zengin olamaz, bu evlenemez” diyecekler. Ne
derlerse desinler, sen hiç aldırış etme peygamberim! Aldırış etmeyin ey
peygamber yo-lunun yolcuları!
Kesinlikle dinleme onları! Sen sabret!
Sen dayan ve diren! Sen yoluna devam et! Onlar için kulluk programını bozma! Sen
sakın kulluğundan vazgeçme peygamberim!
Sabır, direnç veya dayanmak demektir;
süreklilik ve devamlılık demektir. Kâfirlerin de, Müslümanların da
hareketlerinde bir sabır söz konusudur. Meselâ kâfirler, peygamberimiz
karşısında dayanabil-mek için birbirlerine “Yürüyün!” dediler. “Aman bu
peygamber karşısında pes etmeyin! Dayanın, dişinizi sıkın ve sabredin!” dediler.
Sâd sûresinde bu husus şöyle anlatılır:
“İlâhlarınıza sarılarak yürüyün!
Dayanın! Sabredin! Zaten sizden istenen de budur.”
(Sâd: 6)
“Eğer siz İlâhlarınıza sabreder,
İlâhlarınıza sıkı tutunursanız bu peygamberin size yapabileceği bir şey yoktur”
diyorlardı. Gerçekten de “Ben dedemi şu putun önünde secde ederken buldum. Ey
Muhammed ne yaparsan yap beni dedemin yolundan çeviremezsin!" diyerek putuna
sabredip sıkı tutunan Ebu Cehil’e Allah’ın Resûlü hiçbir şey
yapamıyordu.
Bugün de, “Aman İlâhlarınıza sahip
çıkın! Aman demokrasiye sahip olun! Aman laiklik elden gidiyor!” teraneleri
atanların niyetleri de galiba budur. Hocalarının yolunu takip ediyorlar. Onların
İlâhlarına sarılıp sabrettikleri kadar keşke bugün Müslümanlar da kendi
İlâhlarına, İlâhlarının kitabına sarılmayı becerselerdi. İşte o zaman tüm dünya
düşman olsa bile kimsenin yapabileceği bir şey
kalmayacaktı.
Sabır gerçekten çok önemlidir. Kur’an-ı
Kerîm’de sabır namazla birlikte anlatılmıştır. Ama her nedense namazla alakalı
ciltlerce kitaplar yazıldığı halde, sabır belki üç-beş cümleyle
geçiştirilmiştir. Halbuki sabır, peygamberlerin en büyük olmalarının sebebidir.
Çünkü sabır, namazdan, oruçtan, hacdan daha geneldir. Sabır bunları da içi-ne
alan bir kapsama sahiptir. Galiba peygamberleri en büyük yapan da onların
sabırlarıydı. Zira tüm yalanlamalara, tüm karşı gelişlere karşı onların
sığındıkları sabırdı. Tüm dünya düşman kesilse de veya tüm dünya alkışlasa da
onlar sabredip, değişmeyip Allah’a kulluklarına devam ediyorlardı. Biz de böyle
olalım, biz de böyle yapalım inşallah. Ama bunun için yapılması gereken ilk şey
şudur:
“Onları güzelce terk et peygamberim!
Veya onlardan güzel bir ayrılışla ayrıl peygamberim! Güzel bir hicretle hicret
et onlardan!”
Hicret, tavır ortaya koymaktır. Hicret,
konum değişikliğidir. İmanımızı, tavrımızı ortaya koymaya çalışırken, konumumuzu
değiştirmeye çalışırken, şehrin tüm kapıları yüzümüze kapanmış, çevremiz
inancımızı yaşamamıza imkân vermeyecek duruma gelmişse, kendi kafamızda
planladığımız, mekan değişikliği adına seçtiğimiz Habeşistan pek elverişli
olmamışsa, acaba mı diye gittiğimiz Taif’ten kan revân içinde dönmek zorunda
kalmışsak, o zaman da Allah’ın bize bir Medine lütfedeceğine inanacağız.
Hicret, İslam’ın yaşanmadığı bir
mekandan İslam’ın yaşandığı bir mekana göçtür. Tabii bütün Müslümanlardan
muhacir olmaları is-tenmez.
Hicret, kişinin bulunduğu konumdan,
bulunduğu makamdan ayrılmasıdır. Yaşadığınız şehir, oturduğunuz mahalle eğer
kulluğunuza engel oluyorsa, Allah’a kulluğu becerebileceğiniz başka bir
mahalleye gitmeniz hicrettir. İçinde bulunduğunuz arkadaş grubu sizin Allah’a
kulluğu icra etmenize engel oluyorsa, o arkadaş grubunu terk edip kulluğunuza
yardımcı olabilecek başka bir arkadaş grubuna gitmeniz hicrettir. Mesleğiniz
Allah’a kulluğunuza engelse, o mesleği terk edip başka bir meslek seçmeniz
hicrettir. Dükkânın, çoluk-çocu-ğun, okulun sebebiyle Allah’a kul olamadım
diyorsanız, Allah’ın arzı geniştir, o ortamdan başka bir ortama hicret edin.
Başta şirk olmak üzere tüm günahlardan,
tüm haramlardan, Allah’ın menettiği her şeyden kaçan ve iyiye, doğruya yönelen
herkes hicreti yaşamaktadır. Allah’ın Resulü bir hadis-i kudsîde bu hususu şöyle
anlatır:
“Fitne ve bozgun içinde ibadet, bana hicret
etmek demektir.”
(Müslim fiten 130)
Başka bir hadislerinde yine Allah’ın
Resûlü şöyle buyurur:
“Gerçek muhacir, kötülüklerden
iyiliklere hicret e-dendir.”
Hicretteki temel hedef İslam’ın
yaşanmasıdır. Bulunduğu yerde de aynı şeyi yapan kişi aynı amaç içinde demektir.
Haramları terk etmek, vatanı terk etmek kadar zordur. Günümüzde haramlara o
kadar alışılmıştır ki, onları terk etmek çok zordur. Özellikle kurumlaşmış
günahlar… Mü’min tüm bu günahlardan ve haramlardan hicret etmelidir. Haramlardan
helâllere, küfür ve şirkten Allah’ın istediği gerçek tevhide, isyandan itaate,
bâtıldan hakka, münkerden marufa, cehennemden cennete, müşrik toplumun
kendilerine empoze etmeye çalıştığı sahte İlâh ve yapay tanrılardan Allah’a,
düzenin önlerine çıkardığı sahte dinlerden ve sistemlerden Allah’ın hayat
programına hicret etmek zorundadırlar. Kalpleriyle yapay tanrılara sevgi ve
meyillerden arınıp, Allah ve Resûlü’nün sevgisine, müşrik sistemin tüm değer
yargılarından hicret etmelidirler. Allah yasalarının dışındaki tüm yasalardan,
Allah yasalarına hicret etmelidirler. Dini sadece Allah’a ait kılarak,
hayatlarını parçalamadan, hayatlarının her biriminde Allah’ın dediklerini
uygulayarak, hayatlarına karışmaya çalışan tüm sahte İlâhları reddederek Allah’a
hicret etmek zorundadırlar.
“Onlardan güzel bir şekilde hicret et
peygamberim! Onların hayat anlayışlarından, dinlerinden, kulluk, kılık-kıyafet,
kazanma ve harcama, eğitim
anlayışlarından, mala bakışlarından, kısacası şirkten kaynaklanan tüm
hayatlarından hicret edip onlardan ayrıl peygamberim!”
11. “Varlık sahibi olup da seni
yalanlayanları Bana bırak; onlara az bir mehil
ver.”
Bu âyete mensuh diyenler, âyeti
şöyle anlamaya çalışmışlardır: “Peygamberim! Sen hiç dokunma onlara! Sen şöyle
bir kenara geçip ilişme onlara! Onlar istedikleri gibi davransınlar. İstedikleri
gibi yaşasınlar. Sen bırakıver onları kendi hallerine, ben onlara ne yapacağımı
bilirim.”
Ama ayetin manası böyle değildir. Bu
âyetler Rasûlullah Efendimize ilk gelen âyetlerdir. Bir anlamda Rabbimiz bu
âyetlerde Rasû-lullah Efendimizden gelebilecek “ama”ların defterini dürmeyi
murad ediyor. “Sen şöyle şöyle yap ey peygamberim!” emirleri karşısında
Rasûlullah Efendimizin insan olarak: “Tamam, anladım, öyle yapacağım da, ama ya
Rabbi! Tamam da, ama şunlar olmasaydı ya Rabbi! Ama toplum yadırgamasaydı! Ama
akrabalarım karşı çıkmasaydı! Ama keşke bir desteğim olsaydı! Ama, ama, ama,
ama...” demesini engelliyor. Rabbimiz, tüm bu “ama”ları bir kenara alıveriyor
burada.
“Ya Rabbi
ama şu nimet verilenler var ya, şu malı-mülkü olanlar, şu topluma egemen güçler
var ya! Şu kendilerine senin tarafından güç, kuvvet verilenler, kendilerine
senin tarafından bir şeyler verilenler var ya! Şu anne özelliği taşıdığı için,
şu babam konumunda olduğu için karşı gelemediklerim, şu koca diye itiraz
edemediğim, şu âmir diye karşı gelemediğim, şu toplum, şu çevre diye
aşamadıklarım var ya! Şu kahrolası hanede evlatlarım var ya! Şu toplumda
kendilerine imkân verdiklerin, şu eli silâhlılar, şu siyasal dayanaklılar var
ya! Ah!! Onların karşı gelmeleri olmasaydı, ah!! Onların yalan saymaları
olmasaydı! Ah!! Onlar beni yadırgayıp, beni reddedip yakalamak üzere pe-şime
takılmaları olmasaydı! Ah onların şu hapisleri olmasaydı!” deme sakın
peygamberim! Sen onları bana bırak! Sen takma onları kafana! Onların ipleri
benim elimde! Onların sahibi benim peygamberim!
Kendisine imkân verdiğim için nimet
içinde yüzen, şu benim kendisine nimet, güç verdiğim için seni yalanlayan, senin
dâvânı, dinini yalanlayan, nankörlük eden, dalga geçen, anlamaya, dinlemeye
yanaşmayan yalancılar, yalan sayanlar var ya, sen onları bana bırak
peygamberim!”
Biraz izin ver sen onlara! “Sen onları
bana bırak” dedikten sonra, hemen iki-üç gün, bir ay, bir yıl sonra: “Hani ya
Rabbi sen onları bana bırak demiştin? Hani ne oldu? Hâlâ helâk etmedin bunları?
Hâlâ defterlerini dürmedin bu kâfirlerin?” deme sakın, sen biraz izin ver
onlara.
İşte bizim de mutlak yapmamız gereken
bir şeydir bu. Yani kendilerini diriltmek üzere gittiklerimizin adam olmayışları
karşısında bizler de zaman zaman bunu kendimize diyeceğiz. Tabii bu, peygamber
fonksiyonunu icra eden, peygamber misyonuna sahip çıkan birisi için geçerlidir.
Yani eğer bizler şu anda Peygamber (a.s) gibi insanları diriltme sevdalısıysak,
bunu kendi kendimize diyeceğiz. Az biraz izin ver onlara diyeceğiz. Değilse,
zaten yatan ve hiçbir şey yapmayan bi-risine, “bırak biraz dinlen!” demenin
anlamı yoktur. Bu tür bir kaygı ve endişe taşımayan kimseye bunu söylemenin
hiçbir anlamı yoktur. Bu, çalışan, çabalayan, yorulan birisine denir
bu.
Biz didinmiş, çalışmış, din duyurmuş,
uğraşmışız ve karşımızdaki de istenilen noktaya gelmemişse, tüm çabalarımıza
rağmen yine de karşımızdaki imanını gündeme getirmemişse, o zaman biz de kendi
kendimize diyeceğiz ki Ÿ»[¬V«5 ²vZ²V¬±Z«8«: Üzme kendini, az biraz izin ver,
olacak inşallah. Ya da aslında karşındakine izin ver değil de, mânâ esasen sen
kendine biraz izin ver olacaktır. Çünkü bu âyet-i kerimede Peygamberimizin kendi
kendisine izin vermesi isteniyordu.
Yani mânâ
tabii ki “Ey peygamberim! Ey habibim! Sen onların yola gelmemelerinden, hayat
programlarının değişmemesinden ötürü kahrolma! Mahvolma! Kendi kendini yiyip
bitirecek duruma gelme! Sen şöyle kendine biraz izin ver! Şöyle bir kenara
çekil! Görev yap-maktan vazgeç!” demek değil. “Onların varlığını kabullen! Öyle
de o-labileceklerini düşün! Cenab-ı Hakk’ın kanunu gereği, Allah’ın yasaları
gereği yeryüzünde kâfirler de olabilecekmiş” de ve kendini mahvetme! Kendini
yiyip bitirecek noktaya gelme!” deniliyordu.
“Yahu İmam-Hatip hocasıydı bunlar! Yahu
diyanet câmiasıydı bunlar! İlâhiyat mezunuydu bu adamlar! Medresede okumuşlardı,
filan fakülteyi bitirmişlerdi bunlar! Doçent olmuştu bunlar! Kırk yıldır Kur’an
okuyorlardı, neden değişmiyor bu adamlar? Neden yatmayı tercih ediyorlar? Neden
misyonlarına sahip çıkmıyor, neden susuyor bu adamlar?” diyerek kendini üzmekten
yana olma! Sabret biraz! Az biraz izin ver kendine! Biraz mühlet tanı! Kendi
kendine eziyet etme! Mahvetme kendini!” diyor Rabbimiz.
Çünkü ey peygamberim şu bölümü asla
unutup göz ardı etme! Ben sana bu görevi verirken, sana bu işi yap derken, bu
dâvâyı onlara duyur derken sana şunu da söylüyorum. Bunu da bil ve ona göre
hareket et! Çünkü:
12-13. “Şüphesiz katımızda onlar için
ağır boyun-duruklar, cehennem, boğazı tıkayan bir yiyecek ve can ya-kan azap
vardır.”
Allah bizi bütün belâlardan ve
ahiret azabından korusun. Bir önceki âyette işi biraz hafifletmiş gibiydi
Rabbimiz. “Ey peygamberim sen onlara biraz dokunma! Az biraz izin ver onlara!
Biraz mühlet tanı onlara çünkü sonunda onlar adam olacaklar demişti” Rabbimiz.
Yani bu kadar da üzerlerine gitme canım! Adamların ticaretine, ev tefrişlerine,
perdelerine, koltuklarına, lükslerine, dükkanlarına, tezgâhlarına, çocuklarının
eğitimine, kazançlarına, harcamalarına, okumalarına, yazmalarına karıştın!
Adamların hanımlarını sokağa salmalarına, pikniğe gitmelerine karıştın!
Adamların hayatına bu kadar da karışma! Onların hayatlarını sorgulayıp durma!
Bak, kimse namaz bile kılmaz-ken bu adamlar namaz kılıyorlar! Millet oruç
tutmazken bunlar oruç tutuyorlar! Millet Kur’an’ın aleyhindeyken bunlar Kur’an
okuyorlar!
Evet kimilerinin anlayışına göre biraz
biraz hafifletilmeden yana bir ifadede bulunulmuştu. İyi ama sadece o bölüm
olsaydı neyse, ama bakın onun hemen arkasından bu bölümde Rabbimiz ne
buyuruyor?
“Unutmayın ki bizim katımızda onlar
için çok ağır boyunduruklar vardır” diyor Rabbimiz. Gerçekten insanın tüylerini
diken diken eden bir tehdit. Ağır boyunduruklar var bizim katımızda onlar için.
Ya hemen şu anda yakalayıverseydi Rabbimiz, halimiz nice olurdu? An-lıyoruz ki,
yakalanmayı çoktan hak etmiş kâfirlere ve Müslümanlıklarının farkında olmadan
yaşayan Müslümanlara Rabbimiz mühlet veriyor, fırsat veriyor. Rabbimizin işleyen
bir rahmetinin eseridir bu. Ama kendisine tanınan bu imkânı değerlendiremezse
kişi, elbette azabı ve sorumluluğu artıyor demektir.
“Biz ona imkân veriyoruz” diyor
Rabbimiz. Ama unutmayın ki sonunda “Enkal” ve “Cahîm” var. Kur’an’da daha önce
anlatılmış Ca-hîm âyetlerini, cehennem âyetlerini getirin gözünüzün önüne, veya
çağırın sofranıza, artık kaşıkla mı yersiniz, çatalla mı yersiniz?
Bir de onlar için “Enkal” var diyor
Allah. Allah kimsenin elini ayağını bağlatmasın! Korkunç bir şey. Fecr sûresinde
şöyle buyrulu-yor:
“Hiç kimse O’nun vurduğu bağ gibisini
bağlaya-maz.”
(Fecr 26)
Hiç kimse O’nun vurduğu bağ gibisini
vuramaz! Hiç kimse O’nun yakaladığı gibi yakalayamaz. Hiç kimse O’nun azap
ettiği gibi azap edemez. Hani bazen dünyada suçlu bir adamın bileklerine kelepçe
vuruluyor, ama bir yolunu bulup adam bu kelepçelerden kurtulabiliyor değil mi?
Bir yolunu bulup kaçabiliyor değil mi dünyada? Adam sürttürür, kestirir,
bileğini kestirir, kolunu koparır yine de kurtulabilir. Ya da zaman yol verir
dünyada ona, üç sene, beş sene, yirmi se-ne sonra da olsa çıkabilir hapisten,
kurtulabilir ölümden. Veya adamını buluyor, tanıdık buluyor veya karşısında
kendisini mahkum edenin elini ayağını öpüyor, ya da tamam! Senin dediğini
dinledim! diyor ve kurtuluyor.
Dünyadakilerden kurtuluş
mümkündür ama Cenâb-ı Hakk’ın enkali, Cenâb-ı Hakk’ın yakalaması asla bunlara
benzemez. Allah’ın enkali, Allah’ın tutakları, Allah’ın kelepçeleri, bukağıları
çok daha fark-lıdır. Allah yakaladı mı tam yakalar.
Allah’ın boyundurukları vardır ki,
vurdukları ondan asla kurtulamazlar. Artık bunlar öküz boyundurukları mı, yoksa
şu anda Allah’a kulluktan kaçan, başkalarının kulu, kölesi zilletine düşen,
kendi yasalarını uygulamaktan kaçtıkları için başkalarının yasalarını uygulamak
zorunda kalmış, Allah’a kulluktan kaçarken yığınlarla varlığın kulu, kölesi
durumuna düşmüş şu andaki perişan yeryüzü Müslümanlarının boyunlarına vurulmuş
resmi boyunduruklar mı, bilmiyorum. Zalim tâ-ğutlar tarafından boyunlarına
vurulmuş vatandaşlık boyundurukları, resmî bağlar, resmî ipler mi, yoksa
A.B.D.’nin vurduğu kölelik ipleri mi? A.T.’nin, I.M.F’nin vurduğu boyunduruklar
mı?.. Ama keşke dünyadaki boyunduruklarla kalsaydı iş… Halbuki sadece
dünyadakilerle kalmayacak, bir de:
Bir de Allah’ın yanında onlar için
böyle boğazdan geçmez, kahredici, mahvedici, helâk edici, ne öldüren, ne de
dirilten ayrı bir tür azap veren bir yiyecek vardır. Allah onu onlara
yedirtecektir. Bir de elim bir azap, elem verici dayanılmaz bir azap vardır
onlar için.
Ğâşiye sûresinde buyrulduğu
gibi:
“Semirtmeyen, açlığı gidermeyen kötü
kokulu bir dikenden başka yiyecekleri yoktur.”
(Ğâşiye 6,7)
Orada, cehennemde cehennemliklerin
yiyecekleri de ‘Dari’dir. Dari dikenidir. Ne insanın ne de hayvanın boğazından
geçmeyecek bir diken. Ne besler, ne de açlığı giderir. Ne semirten ne de doyuran
bir yiyecektir bu. Hâkka sûresinde 35-36. âyetlerde bunun ‘Ğısliyn’ olduğu
anlatılır.
Ebu’d-Derda’nın rivâyet ettiği bir
hadiste Rasûlullah Efendimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Allah Teâlâ cehennemliklere cehennem
azabına denk bir açlık duygusu verir. Onlar da acıyla yardım isterler.
Kendilerine Dari ile yardım edilir. Onlar sonra tekrar yardım isterler ve
kendilerine boğazlarından geçmeyen bir yiyecekle yardım edilir. Dünyada iken bu
tür şeyleri boğazlarından su ile geçirdiklerini hatırlarlar ve su aramaya
başlarlar. Allah da onların susuzluğunu iyice şiddetlendirir, sonra onlara
kaynar sıcak sudan zorla ve sıkıntı ile içirilir. Suya yüzlerini
yaklaştırdıkları zaman yüz derileri soyulur. Pişer ve kızarır. Bu su karınlarına
gittiği zaman orayı paramparça eder.”
(Hazin Tefsiri
6/498)
Demek ki onlar kendilerini doyurup
açlıklarını gidermeyecek şeyler yiyeceklerdir. Yani bu cehennemliklerin
yiyecekleri insan yiyeceği değildir. Çünkü diken bir deve yiyeceğidir ve üstelik
devenin de yiyecek bir şey bulamadığı zaman yiyebileceği bir şeydir. Binaenaleyh
bu yiyeceğin insana gıda sağlaması da, açlığı gidermesi de mümkün değildir. O
zaman bu ifade onların orada yiyebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur anlamına
gelmektedir.
Peki hani şu anda nerede bu yiyecek?
Nerede bu diken? Kim görmüş? Kim duymuş bunu? Afrika’da mı?, Avrupa’da mı?
Senegal-de mi, Borneo’da mı? Nerede bu yiyecek, nerede bu diken? Hayır ha-yır!
Öyle değil! Yanlış anladınız! Yanlış değerlendirdiniz! Bu iş burada değil! Bu iş
bugün değil!
14. “Kıyametin koptuğu gün, yeryüzü ve
dağlar sarsılır; dağlar, yumuşak kum yığını haline
gelir.”
Bugün değil bu. Yarın olacak bu
iş. Onun için sen bu adamları salıver peygamberim! Yani bu adamlar bugün seni
dinlemiyorlar, senden ve senin dediklerinden kaçmaya çalışıyorlar diye kendini
üzme. Senin elinde bu dünyada bu tür ceza unsurları yok ki! Bugün onlara bu tür
cezalar veremezsin ki! Sen ancak onlara anlatmak, duyurmak zorundasın. Ama
sonunda onların üzerlerine öyle bir gün ge-lecek ki, o günün dehşetinden dağlar
çökecek, yer yerinden oynayacak. Dağlar dağlıktan çıkacak, kum yığını haline
gelecek, arz da arzlıktan çıkacak.
15. “Firavun’a bir peygamber
gönderdiğimiz gibi, size de, hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber
gönderdik.”
Biz size elçi gönderdik diyor
Rabbimiz. Yani istediklerimizi size duyuran, varlığımızdan sizi haberdar eden,
size gönderdiğimiz hayat programını size ulaştıran, bu programın icrası
noktasında, sizden is-tediklerimizin uygulanması noktasında üzerinize şahit olan
elçimizi size gönderdik. “Yani ya Rabbi! Ben buna hakkı anlattım! Ben bunlara
senden geleni duyurdum, senin istediklerini tebliğ ettim! Ben bunları senin
hayat programınla uyardım! Sadece şunlar şunlar kabul etti, tamam dedi, lâkin
bunlar, bunlar da kabul etmediler! Şunlar beni dinlediler, ama bunlar
dinlemediler! Halbuki muhtaç oldukları bilgileri eksiksiz olarak ben bunlara
duyurdum! Muhtaç oldukları kulluk programını ben bunlara uygulayarak gösterdim!”
diye yarın sizin üzerinize şahit olacak, sizin kabullerinize de, retlerinize de
şahitlik yapacak peygamber gönderdim, diyor Rabbimiz.
“Size şahîden olacak elçiler gönderdim.
Ya da size şehadeti anlatan, şehadeti gösteren elçiler gönderdim,” diyor
Rabbimiz. Dine nasıl şehadet edilir? İman, uğrunda candan ve maldan geçilerek
nasıl ispat edilir? Allah için nasıl şehid olunur? Bunu bizzat kendi şahsında,
kendi hayatında gösterecek, örnekleyecek peygamberler gönderdim, diyor
Allah.
Ama bu iş yeni değildir, bunu ilk
defa duyuyor değilsiniz. Niye bu kadar yadırgıyorsunuz? “Bu elçi işi de nereden
çıktı, bu peygamberlik de nereden çıktı?” demeyin. Tarihin derinliklerinden bu
yana si-zin de bildiğiniz nice örnekleri vardır bunun. İşte Firavun,
tanıyorsu-nuz onu. İnadını, küfrünü, tâğutluğunu biliyorsunuz. İşte biz bir
zamanlar ona da elçi göndermiştik. Niye unutuyorsunuz? Ne çabuk
unutuyorsunuz?
Kendilerinden öncekilere gönderilen
Allah elçisini ve o elçiye karşı tavır alan öncekilerin başlarına gelenleri
unutmamaları gerekirken hemen unutuyor insanlar. Belki de şeytan unutturuyor
onlara bu-nu. Meselâ bakıyoruz Mü’min sûresinde anlatıldığına göre Firavun’un
sarayında, Firavun’un hanedanından, yakınlarından bir adam imanını gizliyordu
da, iş tehlikeli bir boyuta ulaşınca, artık imanını gizlemenin mânâsının
kalmadığı bir ortamda imanını açığa çıkarıverdi.
Firavun ve
çevresindekiler Hazreti Mûsâ’yı öldürmeye karar verdikleri anda artık imanını
gizlemenin bir anlamının kalmadığını an-lar anlamaz, peygamberi müdafaa etme
adına imanını açığa vuruverdi. Firavun, avenesiyle konuşurken ileri atılıp şöyle
diyordu: “Siz! Hatırlasanıza, bir vakitler Allah size elçi olarak Yusuf’u (a.s.)
göndermişti de sizler onu
dinlememiştiniz! İtiraz etmiş, karşı gelmiştiniz! İhanet etmiş, reddetmiştiniz
de, Allah, onu sizin aranızdan çekip alınca da “Vah! Tüh! Ne büyük, ne mübârek
bir peygamberdi! Bizler gerçekten onun kıymetini bilemedik! Ona gereken değeri
veremedik! Fırsatı ka-çırdık!” diye üzülmüş, pişman olmuştunuz! Ne çabuk
unuttunuz o piş-manlıklarınızı! Vazgeçin bundan! Şimdi de aynı şeyleri Allah’ın
elçisi Mûsâ’ya yapmaya kalkışmayın! Siz ne akılsız insanlarsınız!” diyordu.
İşte bakın burada da buna benzer bir
hatırlatmada bulunuyor Rabbimiz. Hani sizler Mûsâ’yı biliyor, Firavun’u
tanıyordunuz. Rabbi-niz, Hazreti Mûsâ’yı peygamber olarak göndermişti. Ona karşı
gelen, onu kabule yanaşmayan Firavun ve avenesinin başına nelerin geldiğini de
biliyorsunuz. Şimdi şu anda sizlere de son elçimi gönderdim. Bütün bunları bilen
insanlar olarak sizler niye hakkı kabule yanaşmı-yorsunuz? Niye öncekilerin
düştüğüne düşüyorsunuz! deniyor. Biliyorsunuz ki Kur’an-ı Kerîm’de peygamber
anlatımlarının temel hedefi, fonksiyonu budur. Doğal olarak bu anlatılan bizim
peygamberimizse, doğrudan bize örnektir, yok eğer önceki peygamberin anlatımıysa
yine peygamberimizin şahsında dolaylı bir örnektir.
Allah, Firavun’a ve toplumuna Hazreti
Mûsâ’yı gönderdi de:
16. “Ama Firavun o peygambere karşı
gelmişti de, onu çok ağır bir şekilde tutup
cezalandırmıştık.”
Firavun kendisine ve toplumuna
gönderilen Allah’ın elçisi Hazreti Mûsâ’ya isyan edip karşı geldi de, biz de onu
çetin bir yakalayışla yakalayıverdik. Yakaladık, muâheze ettik, cezalandırdık ya
da ağzının payını veriverdik, diyor Rabbimiz.
Ne yaptı? Mûsâ (a.s) kimdi? Rabbimiz
adını bile anmadı bakın burada. Mûsâ (a.s) kimdi, nerede doğmuştu? Babası,
annesi kimdi? Çocukluğu, gençliği nasıl geçmişti? Hangi merhalelerden geçmişti?
Peygamberlik öncesi ne tür bir hazırlık dönemi yaşamıştı? Evliliği na-sıldı?
Hanımıyla ve çocuklarıyla ilişkisi neydi, nasıldı? Çalışması, çobanlığı,
çevresiyle ilişkisi nasıldı? Bakın burada hiçbirisi anlatılmıyor. Firavun’dan da
söz edilmiyor öyle uzun uzadıya. Avenesinden de, et-rafındakilerden de,
İsrailoğullarından da, Firavun oğullarından da söz
edilmiyor.
Sadece buraya kadar anlatılanların
merkezdeki ana konu, ana fikri hakkında bir değerlendirmesini görüyoruz:
Peygamber geliyordu, insanlar ona karşı geliyorlardı. Alaya alıyorlar,
reddediyorlardı ve Pey-gamberin de bu tavırlara karşı üzülmemesi, insanların da
ona karşı gelmekten vazgeçmeleri isteniyordu. İşte bu konuya burada bir örnek
sunuluyor. Peygambere karşı gelen Firavun’a yapılanlar
anlatılıyor.
İşte peygambere karşı gelen bir tâğut
örneği, bir Firavun olayı. Haydi nasıl örnek alacaksanız alın. Nasıl
değerlendirecekseniz değerlendirin. Firavun, peygambere karşı geldi de, Allah
onu öyle bir yakaladı ki tam bir yakalayış… Yukarıda ne demişti Rabbimiz? Bizim
tutaklarımız, kelepçelerimiz, yakalama aygıtlarımız vardır buyurmuştu ya, işte
burada da “onu yakalayıverdik” diyor Allah. Neyle yakaladı Fi-ravun’u? Tutulmaz
bir şeyle, suyla yakaladı. Su aslında tutulmaz bir şeydir. Allah, sıkışmaz,
tutulmaz bir şeyle yakalayıverdi Firavun’u. Al-lah yakaladı mı, tam yakalar.
Bazen bitle pireyle, bazen bir sinekle, bazen anayla babayla, bazen zalim
idarecilerle, bazen azgın tâğut-larla, bazen çekirgeyle, bazen kavurucu bir
rüzgarla, bazen bir sayhayla, bir titreşimle, bazen bir sarsıntı, bir
zelzeleyle, bazen ekonomik, sosyal veya ailevî hastalıklarla ya da işte böyle
suyla yakalayıverir.
17. “Eğer inkar ederseniz, gençleri
ihtiyarlatan günden nasıl korunursunuz?”
Ne diyorsunuz? Ne haber? Fikriniz
ne bu konuda? Anlayabildiniz mi meseleyi? Siz ne yapar, ne edersiniz? Nasıl
korunur, nasıl kurtulursunuz? Siz kime sığınır, kimden yardım istersiniz? Veya
yolunuzu nasıl bulursunuz? Size kim yol gösterecek? Eğer sizler küfrederseniz,
hakkı örter, örtbas ederseniz, Rabbinizin elçisine kafa tutar karşı gelirseniz,
öyle bir günde ki, o gün sanki gencecik körpe çocuklar ihtiyar olacaklar. O gün
kundaktaki çocukların sıkıntıdan, dehşetten başları ağarıverecektir. Kıyamet
günü zaten saçın başın ne önemi var ki? Herkes sıkıntılı, herkes dertli, herkes
perişan…
Öyle
dehşetli bir gün ki, o günün dehşeti kundaktaki bir çocuğun omuzlarına
yüklenince saçı başı ağarıverecek, ihtiyarlayıverecek. Dünyadaki altmış-yetmiş
seneye bölünmüş dertler, yükler, ıstıraplar, mesâibu’d-dünya dediğimiz dünyanın
yüklerinin insanı ne hale getirdiğini görüyor, biliyoruz. Adamın alnı kırışıyor,
beli bükülüyor, saçı dökülüyor, burnu akıyor, ağzı kokuyor hâle geliyor ya, işte
bu yüklerin bir anda bir çocuğun üzerine yüklendiğini düşünün ki o çocuk bir
anda yetmişlik oluverecek, Allah korusun.
18. “O günün şiddetiyle gök bile
parçalanır. O’nun sözü yerine gelir.”
O günün dehşetinden o çetin
bildiğiniz, cesîm bildiğiniz gök bile çatır çatır çatlayıp yarılmıştır,
paramparça olmuştur. Ya da önceki sûrelerle birlikte diyecek olursak, gökyüzü
yarılacak, kapı kapı olacak ve oradan Allah’ın melekleri ineceklerdir. Ellerinde
amel defterleri ol-duğu halde melekler inecekler, kaza makamı oluşacak, ya da
yeni bir arz, yeni bir semâ oluşacaktır.
Peki gerçekten bu olacak mı? Gerçekten
oluşacak mı bütün bunlar? Evet Allah vaat etti, bunlar olacaktır. Allah vaad
etti mi, O’nun sözü kesinlikle yerine gelecektir, kimse onun önüne
geçemeyecektir.
19. “Doğrusu bu anlatılanlar birer
öğüttür. Dileyen kimse, Rabbine doğru giden bir yol
tutar.”
Bütün bunlar, buraya kadar
anlatılanlar, işte bunlar birer tezkiredirler. İşte bütün bunlar birer öğüt,
birer uyarıdır. Sizin adam olmanız, sizin kul olmanız, gereken makamı anlamanız
ve O’na kul olmanız için birer zikrâ, birer hatırlatmadır bunlar. Sizin
Rabbinizi tanımanız, sadece Rabbinizi dinlemeniz, sadece O’nun hayat programına
sahip çıkmanız, sadece O’nu dinlemeniz ve O’ndan başkalarını dinlemekten
vazgeçmeniz için birer uyarıdır bunlar.
Veya sizi
yaşadığınız bu hayatın sonunda hesaba çekecek olan, hesabı kendisine
ödeyeceğiniz Rabbinizden bunu unutmamanız için kulaklarınıza birer küpedir
bunlar. Kulaklarınıza küpe olarak bunları takın. Yazın takvimlerinize! Yazın
kapılarınızın üzerine, kapı kollarının üstüne! Yazın anahtarlıklarınızın
üzerine! Veya aklınızın en üst köşesine yazın bunları! Sürekli akıllarınızda
canlı tutmanız gereken, sürekli hatırlamanız gereken tezkiredir, zikrâdır
bunlar.
Zikrâ, tezkire kişinin sürekli
hafızasında canlı tutması ve hiç unutmaması gereken şey demektir. Hani sürekli
aklınızda canlı tutmaya çalıştığınız şeyler var ya. Meselâ kendi adını hiçbir
zaman unut-maz insan. Veya hanımının, çocuklarının adlarını, telefon, vergi
numarasını, arabasının plaka, evinin kapı numarasını hiç unutmaz, sürekli
hatırında tutar ya insan, işte onlardan da öncelikli hatırında canlı tutması
gereken tezkiredir bu âyetler. Yani adam kendi adını unutabilir, hanımının adını
unutabilir ama bunları asla unutamaz. Bunlar, asla unutulmaması gereken
zikrâlardır. Çünkü bunlar hayatın kendileriyle düzenleneceği
zikrâlardır.
Dileyen Rabbine ancak böyle yol
bulabilir. Dileyen bunlarla Rabbine yol bulsun. Başka çaresi yoktur bunun.
Tezkiresiz yol bulmak mümkün değildir. Tezkiresiz Allah’a yol bulmak ve O’na
O’nun istediği biçimde kulluk yaparak O’nun rızasını kazanmak mümkün değildir.
Çünkü bu âyetler tezkiredir, haritadır, pusuladır, mihmandardır, yol
göstericidir. Öyle değil mi? Hem bu kitabın âyetleriyle beraber olmayacaksınız,
hem tezkireyle yol bulmaya çalışmayacaksınız, hem haritayı elinize
almayacaksınız, pusulaya müracaat etmeyeceksiniz, yani yol bilenin elinden
tutmayacak, yolu yol bilene sormayacak, hem de yol bulacaksınız. Mümkün mü bu?
Öyleyse
Rabbine yol bulmak isteyen bu kitapla sürekli beraber olmak zorundadır. Sürekli
tezkireyle hareket etmeye çalışmak zorundadır. Bunun başka çaresi de yoktur
diyor Rabbimiz.
20. “Ey Muhammed! Şüphesiz Rabbin,
senin ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun gecenin üçte ikisinden biraz
az, yarısı ve üçte biri kadar vakit içinde kalktığını bilir. Gece ve gündüzü
Allah ölçer; sizin bu vakitleri takdir edemeyeceğinizi bildiğinden tevbenizi
kabul etmiştir. Artık, Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun; Allah, içinizden
hasta olanları, Allah’ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan
kimseleri ve Allah yolunda savaşacak olanları şüphesiz bilir. Kur’an’dan
kolayınıza geleni okuyun; namazı kılın; zekâtı verin; Allah’a güzel ödünç
takdiminde bulunun; kendiniz için yaptığınız iyiliği daha iyi ve daha büyük ecir
olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan bağışlanma dileyin; Allah elbette
bağışlar ve merhamet eder.”
İslam’ın ilk dönemleri, bu
yeryüzündeki İslam’ın ilk dönemleri olabileceği gibi, kişinin kendi İslam’ının,
yani İslam’la tanışmasının ilk dönemleri olarak da anlaşılabilir. Allah’ın
Resûlü peygamber olarak ortaya çıkmış, Allah âyetlerinin duyurucusu olarak zuhur
etmiş ve Rabbimiz ona emrediyor: “Ey peygamberim! Gece kalk ve namazında ağır
ağır Kur’an oku! Vahiyle ilgi kur! Rabbinle istişare edip gündüz bunun savaşını
ver!” Rabbinden aldığı bu emirle Allah’ın Resûlü bir ömür boyu hiç bitmeyecek
bir kalkışla kalkıyor ve Allah’ın istediği biçimde bu kılmayı icra ediyordu.
Rasûlullah Efendimizle beraber inananlar da aynı şeyi bir süre icra ediyorlar.
Belli bir süre sonra Rabbi-mizin diğer Müslümanlar için bu işi hafiflettiğini
görüyoruz.
Müslim’de ve Ebu Dâvûd’da Hazreti Aişe
annemizden rivâyet edildiğine göre, bu ilk emirden takriben bir yıl sonra bu
hafifletme emri gelmiştir. Hattâ ilk dönem farz olan bu teheccüdün daha sonra
gelen bu tahfif âyetiyle diğer Müslümanlar için nafileye çevrildiği de
rivâyetler arasındadır.
İslam’ın ilk dönemlerinde tüm
Müslümanlar için böyle bir kıyam emri var. Ama ifade ettiğim gibi kişinin
İslam’ının ilk dönemleri olarak da anlaşılabilecektir bu. Yani her Müslüman
kişinin İslamiye-t’inde de biraz biraz bu dönem olmalıdır. Meselâ farz edin ki,
kişi İslam’la yeni tanıştı, yeni Müslüman oldu. Allah’tan, peygamberden,
Ki-taptan, sünnetten, tevhidden, kulluktan habersiz bir hayat yaşarken günün
birinde bunlardan haberdar oldu. Ya da önceden meyhanedeydi adam,
kumarhanedeydi, ticarethanedeydi, bir hanenin içindeydi de, İslam hanesinin
içine girdi. Müslümanlığından habersiz bir hanenin içinden İslam hanesine
girdiği andan itibaren bu kişinin ilk yapacağı iş, sûrenin birinci bölümünde
anlatılanları yaşamak olacaktır. Ya-ni atlamadan her gece kalkacak, vahiyle ilgi
kuracak, vahiyle yoğun bir beraberlik gerçekleştirecek, Kur’an okuyacak ve ondan
hiç olmazsa ilk etapta ibadet hayatını düzenleme bilgileri almaya çalışacak.
İnancını, itikadını ve amelî hayatını düzenleyecek bilgiler alacak. Ondan sonra,
belli bir yoğunluk kazandıktan ve belli bir süre geçtikten sonra işte bazen
yolcu, bazen hasta, bazen yolcu, bazen yorgunsa bu iş biraz hafifletilecektir.
İşte bu son bölümde bu konu
anlatılıyor. Bakın deniyor ki:
“Ey peygamberim! Şüphesiz senin Rabbin
her şeyi bilir; bunu da biliyor ki, sen ve seninle birlikte olan mü’minler
geceleyin kalkmaktasınız. Gecenin yarısında, yarısından azında, üçte birinde,
üçte ikisinde kıyamda olduğunuzu Allah bilmektedir. Yani ey peygamberim ve ey
peygamber yolunun yolcuları, sizler gerekeni yapıyorsunuz. Sizler benim
istediğim şekilde geceleri ayaktasınız. Kıyamdasınız, ikame ediyorsunuz, dini
ayağa kaldırmaya çalışıyorsunuz. Allah bunun böyle olduğunu bilmekte ve
görmektedir.
Niye yapıyordunuz bunu? Niye
kalkıyordunuz geceleri? Allah’ın takdiridir diye değil mi? Allah emrediyor,
Allah dedi diye değil mi? Tamam, Allah gecenin uzunluğunu veya gündüzün
kısalığını takdir edendir. Yani sizin takatinizi, direncinizi, dayanma gücünüzü,
uykunuzu ve ayakta durabilmenizi de takdir edendir. Yani bunu bilen ve takdir
eden de Allah’tır. Öyleyse dinleyin o güçlü Allah’ı. O her şeye güç yetiren, her
şeyi bilen ve takdir eden Rabbinizi dinleyin. O yanıl-maz ve yenilmez Rabbinizi,
O her şeyi ölçüp biçen, her konunun ölçüsünü takdir eden Rabbinizi dinleyin
ki:
Sizin onu sayıp tüketemeyeceğinizi
Allah kesin biliyor. Gücünüzün yetmeyeceğini, dayanamayacağınızı Rabbiniz kesin
bilmektedir. Yani haydi devam edin dese nasıl olsa beceremeyecek ve ara vermek
zorunda kalacaksınız. Her gece kalkmaya güç yetiremeyeceksiniz. Allah sizin bu
konudaki gücünüzü, takatinizi biliyor. O zaman sizler bu konuda Rabbinizi
dinleyin ki:
Tevbe edin! Ya da Allah size tevbe
etti! Allah sizin tevbele-rinize yöneldi. Yani Allah lütfunu size çevirdi, ya da
sizin için kolaylık murad etti. Çünkü Türkçe’deki ifadesiyle Allah tevbe etti
diyemiyoruz da siz tevbe edin, Allah sizin tevbelerinizi, dönüşlerinizi kabul
edecektir, diyoruz.
O halde artık sizler Kur’an’dan
kolayınıza geleni okuyun! Kur’an’dan kolayınıza gelen kadar okuyun! Gücünüz
yettiği kadar okuyun! Diliniz döndüğü kadar, becerebildiğiniz kadar okuyun. Ama
devamlı okuyun.
Çünkü sizden kimileri hasta olacak.
Allah biliyor bunu. Yani bazen hasta olacaksınız ve gücünüz okumaya yetmeyecek.
Bedenen hasta olacak, ruhen hasta olacak, ailevi hastalıklarınız olacak,
toplumsal hastalıklarınız olacak ve okuyamayacak duruma
geleceksiniz.
Allah’ın
gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyan-lar; hem dünya hayatını
düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarır-lar, hem de Allah’ın muttakî kullar
için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen
Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir ya-pıda yaratılmış insan için
tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve o-nun sırtındaki ağır yükleri
indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin
için zorluk (usr) istemez.”
(Bakara, 185)
İslâm’ın
amacı insanları ağır yüklerle zorluğa bırakmak değil, aksine her türlü kolaylığı
göstererek, onların iyi birer insan olup İlâhî mükâfatları hak etmelerini
sağlamaktır. “Allah (ağır yükleri) sizden
ha-fifletmek ister. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.”
(Nisâ,
28).
İslâm,
fıtrat (yaradılış) dinidir, yani insanın yaratılışına uygun, tabiî bir yaşama
biçimidir. İnsanı yaratan Rabbimiz, onun fıtratına uy-gun tekliflerini İslâm
adıyla ona göndermiştir. Bunu Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıklıyor: “Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim,
(kolay olan) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun
ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.”
(Buhârî,
İman 29)
İslâm’ın
prensibi her işte kolaylıktır; zorluk çıkarmak, insanları yokuşa sürmek, zor
tekliflerle onlara güçlük vermek, yapamayacakla-rını emredip de onları bunaltmak
değildir. Allah (c.c.) -hâşâ- kullarına
işkence etmez, onlardan intikam almaya kalkmaz. İslâm’ın bu kolaylık prensibini
birçok konuda görmemiz mümkündür. Allah (c.c.), Kur’an’ı, okunup anlaşılsın,
öğüt alınsın diye kolaylaştırmıştır
(Kamer,17,22,32,40).
Kur’an,
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dilinde de kolaylaştırılmıştır ki, takvâ sahiplerini
müjdelesin, inatçı toplulukları da uyarsın
(Duhân,
58).
Mü’minler
gerek namazda gerekse günlük hayatlarında Kur’-an’dan kolaylarına gelen kısmı
okurlar, bu konuda bir sınırlama yok-tur.
Mü’minler,
Allah’a ihlâslı bir şekilde ibâdet ettikleri, Allah’a hakkıyla teslim oldukları
için, Din’in tekliflerini kolaylıkla yerine getirir-ler, onlarda bir zorluk
görmezler. Diğer taraftan İslâm karşısında inat-çılık edip, Allah’a boyun
eğmeyen kibirliler, İslâm’ın emir ve yasakları karşısında sıkıntı duyarlar,
bocalarlar; deyim yerinde ise soğuk ter dö-kerler, zorluğundan bahsederler,
kendi statülerine ve zamana uyma-dığından dem vururlar ve onun hükümlerini tartışmaya açmaya yelte-nirler.
İnsan, Allah’tan hakkıya korkup sakınabilse, şüphesiz din’in emirleri ona çok
kolay ve çok sevimli gelir. Çünkü onları yerine getir-diği zaman ölçülemeyecek
kadar çok karşılığa kavuşacaktır.
Şurası
kesindir ki, İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın
gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hü-kümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler; kendi hevâlarına u-yan, Allah’ı
bırakıp tapacakları putları elleriyle icat edenler, ya da ken-di görüşünü
Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. Allah ve O’nun son
peygamberi, insanlara, altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir.
Din’in bütün emir ve yasakları (hüküm-leri), insanlara faydalı olan şeyleri
kazandırmak, zararlı olan şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.
Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık,
düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde
nass’la (ke-sin deliller ile) sâbit olan
şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Dinin kesin
hükümlerini sağa sola çek-mek, onları yerli yersiz tartışmalara konu etmek
insanı İslâm’ın sınır-larının dışına çıkarabilir. Ancak, hakkında hüküm olmayan,
yani mu-bah alan dediğimiz konularda en kolayı ve Dine uygun olanı tercih et-mek
Peygamberimizin tavrıdır. Müslümanlar da aynı şekilde hareket ederler. Hz. Âişe
şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha
kolay, biri daha zor iki tercih karşısında kaldığı zaman, mutlaka kolay olanı
seç-miştir.”
(Buhârî,
Menâkıb 23)
Nitekim
bazı ibâdetlerde yerine göre kolaylıklar gösterilmiştir. Bunun sebebi
ibâdetlerin her şart ve ortamda yerine getirilmesi, müs-lümanın kolaylıkla
kulluğunu yapabilmesidir. Oruç tutmaya gücü yet-meyenlerin oruçlarını
Ramazan’dan sonra kazâ etmeleri, ayakta na-maz kılamayanların namazlarını
oturarak kılmaları, su olmadığı veya suyu kullanma imkânı kalmadığı zaman
teyemmüm edilmesi, yolcu-lukta namazın kısaltılması; bilinen kolaylıklardandır.
İslâm’da
ruhbanlık olmadığı gibi, gevşeklik de yoktur. ‘Ne ya-parsam yapayım, Allah beni
affeder’ mantığı sakat bir mantıktır. Allah
dilerse bütün günahları affeder, doğrudur. Ancak hiç kimse tevbe
e-debilme ve tevbesinin kabul edilme garantisi veremez. Kul için Allah
rızâsından daha büyük kazanç var mıdır? Bize her türlü nimeti karşı-lıksız veren
Rabbimiz, şükredilmeye lâyık değil midir? Allah’ın katın-daki yüce makamları hak
etmek zararlı mıdır? Allah’ın azâbına lâyık olmaktan daha korkunç bir kayıp var
mıdır?
Dinimiz
her şeyde olduğu gibi ibâdette de dengeyi emrediyor. Ne gevşeklik ne de
ruhbanlar gibi dünyadan el etek çekme anlayışı; her iki tutum da İslâmî
değildir. Her konuda en büyük örnek
Peygam-berimizdir. Allah’a en güzel kulluğu O yapmıştı. O’nun ibâdet hayatı da
ölçülüydü, aşırı ve insan gücünün üzerinde değildi. Ne kadar gay-ret ederse
etsin, hiç kimse Peygamberden daha takvâ sahibi olamaz. O, ibâdetini insan
olmanın sınırları içerisinde yapardı, emredilenlerin dışında nâfile ibâdet de
ederdi. Ümmetine de az da olsa, devamlı ibâ-det etmeyi tavsiye ederdi. Öyleyse,
İslâm’ı her açıdan zorlaştırarak, yaşanamaz, uygulanamaz bir hale getirmek,
hayatın acı ve zor ger-çekleriyle karşı karşıya bırakmak doğru değildir.
Anlatılan ve götse-rilen İslâm, ‘yok, biz bunu yaşayamayız, çok zor, tahammül
edilmez bir şey’ dedirtiyorsa, anlatanların ve İslâm’ı öyle sunanların vebâli
var-dır. Dinde olmadığı halde, dinin emri gibi lanse edilen bir sürü forma-lite
ve zorlama şeyler, gerçekten insanları şüpheye düşürebilir, Al-lah’a ibâdetten
uzaklaştırabilir.
Evet,
din kolaydır; her devirde, her ülkede ve her iklimde yaşa-nabilir. Çünkü fıtrat
dinidir. Kimileri İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve müslümanları kendi sahte
tanrılarına tâbi kılmak için, İslâm’ın çok zor olduğu propagandasını yapsalar
da, bu böyledir. Ancak, Allah’ın dini Kur’an’da ve Peygamberin Sünnetinde tebliğ
edildiği gibidir. Hiçbir ki-şinin, rejimin ve ülkenin kalıbına göre şekil almaz.
İnsanların uydurdu-ğu ideolojilere göre şekillenmez. İnsanlar, gönülden, ihlâsla
Hak din’e bağlandıkları ve samimi bir şekilde yaşadıkları zaman, ne kadar kolay
olduğunu bizzat görürler. Dünya hayatında bile güzellikleri, mutluluk-ları ve
Cenneti tadarlar. Buyursun; insanlar bunu bir denesinler, ke-sinlikle kayıpları
olmayacaktır.
Yine sizden kimileri de yeryüzünde darp
edecek, gezip dolaşacak, sefere çıkacaktır. Allah’ın fazlından rızık aramak,
araştırmak niyetiyle yeryüzünde gezip dolaşanlarınız olacak. Sizin yaratıcınız,
si-zin programlayıcınız, sizi sizden çok daha iyi bilen Rabbiniz kesin
bil-mektedir ki, sefere çıkacak, yorulacak ve gece kalkamayacak duruma
geleceksiniz.
İçinizden kimileri de olacak ki, onlar
da yeryüzünde Allah’ın dininin ikamesi uğrunda savaşacak, sefere çıkacaktır.
İşte tüm bu durumlarda:
O zaman da hiç okumayın! Okumanıza
gerek yoktur! Artık Kur’an’la ilgisiz olabilirsiniz denmiyor da, bakın Rabbimiz
diyor ki: “O zaman da kolayınıza gelen kadar okuyun, ya da kolay gelecek hale
getirin okumanızı!”
Mü’min mutlaka gece namazı kılar. Vitir
gece namazıdır. Vitir, gece namazı demektir. Ama biz onu akşam kıldığımızdan,
yani yatsının arkasında kıldığımızdan veya yatmadan evvel kıldığımızdan iş
karışıyor.
Şimdi biliyoruz ki güneşin batımıyla
akşam girer. Batıdaki kızıllığın kaybolmasıyla yatsı namazı vakti girer, güneşin
doğmasıyla da gece biter. İşte güneşin batışıyla doğuşu arasındaki bu geceyi üçe
bölüyoruz. Son üçte birin adı seher vaktidir. Bunun tümünde yatsı na-mazı
kılınabilir, ama bazı rivâyetler onun gece yarısından sonraya bı-rakılmaması
gerektiğini emrediyor. Bu vakte kalmışsa tabi ki yine kı-lacağız. İşte ilk üçte
birde yatsı namazının, son üçte birinde de vitrin kılınması efdaldir. Çünkü
vitir namazıyla sabah namazının arasında başka bir namaz
yoktur.
Demek ki gecenin ilk üçte birinde
yatsıyı kılacağız, sonra biraz yatacağız, son üçte birde kalkacak ve gece namazı
dediğimiz vitir’i kılacağız. Yolculukta hiç olmazsa, bir rekat bari kılmaya
çalışacağız. Bu namazımızda da ağır ağır sûrenin başında Rabbimizin istediği
gibi Kur’an okuyacak, vahiyle beraberlik kuracağız. Peki ne olacak Kur’an
okuyunca?
Kur’an okuyunca da karşımıza iki kulluk
çıkacaktır. Kur’an biz-den iki kulluk türü isteyecektir. Birisi namaz, ötekisi
de zekât. Birisi bedenî, ötekisi de malî olmak üzere iki kulluk. Rabbimiz bizden
birisi bireysel, diğeri de toplumsal olmak üzere iki kulluk
istiyor.
Namaz, kişinin bedeninde Allah’ı söz
sahibi bilmesinin, zekât da malında Allah’ı yetkili bilmesinin ifadesidir. Diğer
bir deyişle namaz, Allah’tan mesaj alma makamı, zekât ta Allah’tan alınanı
insanlara ulaştırma, insanlarla paylaşma ameliyesidir. Demek ki kişi Kur’an
okuyunca malında ve canında Allah’ın söz sahibi olduğunu anlayacaktır. Yani
anlıyoruz ki Kur’an okurken insanlara hava atmak, çevre-mizdekilere kendimizi,
kendi düşüncelerimizi empoze etmek, bilir desinler, bunu anlamak ve
gerçekleştirmek için olacak. Tüm hayatımızı Allah için yaşamayı gerçekleştirmek
için okunacaktır Kur’an. Gece okuduğumuz Kur’an, gündüz bizde böylece açığa
çıkacaktır. Yani gündüz ki hayatımız, gündüz ki programımız, gece okuduğumuz
Kur’-an olacaktır.
Bir de Allah’a ‘karz’lar takdim edin.
Yani işte böyle namaz, ze-kât, okuma, gece kalkıp vahiyle diyalog kurma gibi
yapacağınız kulluklarla Rabbinize öyle borçlar sunun ki, güzel birer borç olarak
bunlar Allah’ın yanında emanette kalsın ve size en lâzım olacağında onları
ondan. Ne zaman lâzım oldu bunlar size? Cennete girmek için mi lâzım oldu veya
cehennemden kurtulmak için mi lâzım oldu? O zaman onları ondan fazlasıyla
alırsınız, diyor Allah.
Bir
de karz-ı hasen, hiçbir maddi çıkar düşüncesi gözetmeksizin sırf Allah'ın
rızasını kazanmak ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla karşılıksız
borç vermeye karz-ı hasen denir. "Hasen" sıfatıyla nitelenmesi amacındaki ruh
yüceliğinden ileri gelmektedir. Güzel ödünç. Dinin emirlerine uygun ödünç verme.
Bir kimsenin nakit para, ölçülebilir, tartılabilir ve sayılabilir bir malı,
benzerini (mislini) al-mak üzere bir sahsa vermesidir. Söz edilen bu mallardaki
ortak özellik misliyattan olmaları yani her zaman benzerlerinin bulunabilme
hu-susiyetine sahip olmalarıdır.
Ödünç
vermeğe "ikraz", ödünç verene "mukrız", ödünç alana "mustakriz" adı verilir.
Ödünç alma ya "istikraz" denir. Nakit para, al-tın, gümüş, arpa, buğday, yağ,
bal, yumurta ve ceviz gîbi tartılabilir, ölçülebilir ve piyasada benzeri
bulunabilir şeyler arasında karz mua-melesi yapılabilir. Bir kimse karzla elde
ettiği şeye malik olur, mukrıza bunun mislini vermekle mükellef bulunur. Karz
dışındaki her borcu ö-deme hususunda tecil (geciktirme) geçerlidir. Ancak karz
muamele-sinde geçerli değildir. Mukrız istediği an süresi dolmadan ikraz ettiği
şeyi geri isteyebilir. Mustakrizin hemen bunu iadesi gerekir. Ödünç a-lınan bir
malın ödenmesi misliyle olur. Kıyemîyat adı verilen ve piya-sada benzeri
bulunmayan veya bulunsa da ölçü ve değerce farklı olan mallar arasında karz
muamelesi yapılmaz.
Karzın
rüknü icâb ve kabul ile bu esnada malın tesliminden ibarettir. Karz akdinin
sıhhatli olabilmesi için, tarafların akıllı ve mü-meyyiz olması; piyasada misli
olan malın bulunması, karz muamelesi esnasında herhangi bir menfaatin şart
koşulmaması gereklidir. Ödünç veren kişinin, verdiği bu ödünç sebebiyle
müstakrizden bir menfaat talebi haramdır. Çünkü karzın karşılığında fazla bir
şey istemek faizdir. Ancak mustakriz dilerse mukrıza herhangi bir şarta dayalı
olmaksızın hediye verebilir, ikramda bulunabilir.
Kur'an-ı
Kerim'in muhtelif yerlerinde karz-ı hasenden bahse-dilmektedir. Ancak Kur'an-ı
Kerim'de karz-ı hasen ifadesini müfessir-ler Allah yolunda mal infakı şeklinde
açıklamışlardır.
Toplum
Şartları günden güne değişmektedir. Toplumu oluştu-ran fertler arasındaki sosyal
yardımlaşma duygu ve olgusu İslam'ın tavsiye ettiği en önemli konulardan
biridir. Müslümanlar, cemiyet ve fert olarak ekonomik modellerini muhafaza ve
yaşatmakla yükümlü-dürler. Bu itibarla, faiz batağına saplanmamak için fahri bir
yardımlaş-ma türü olan karz-ı hasen vb. sosyal ve ekonomik kurumlara işlerlik
kazandırmak gerekir.
Zarûrî
olmadıkça karz alınmamalıdır. Alındığı takdirde de muk-rızın hukukuna saygılı
davranılmalı ve bir an önce ödünç alınan para veya malı ödemeye gayret
edilmelidir. Darda kalan müslümanlara ödünç verme durumunda olan kişiler de bu
güzel geleneği sürdürmeli ve Allahu Teâlâ'nın bunu karşılıksız bırakmayacağını
düşünmelidirler. Sadaka vermek dinimizde övülmüş bir şeydir. Ancak ihtiyaçlının
inci-nebileceği düşünülerek ödünç olarak vermek daha iyidir. Çünkü
Pey-gamberimiz "Bir şeyi ödünç vermek, onu sadaka olarak vermekten hayırlıdır"
(Şerhu Câmi's-Sağîr, 57)
Bilin ki, bilesiniz ki Allah dedi,
Allah emretti, Allah istedi diye ne yaptıysanız, Allah rızası için ne hayır
işlediyseniz, onu mutlaka ve mutlaka Rabbinizin katında hazır bulacaksınız.
Üstelik yaptıklarınızdan
işlediklerinizden daha hayırlı olarak bulacaksınız onları. Daha güzel, daha çok,
daha fazla olarak bulacaksınız onları. Ama bunun için şımarmak yok. Bunu duyunca
şımarıp haddi aşmaya kalkışmayın.
İstiğfar ederek, estağfirullah diyerek
haddinizi bilin ve Rabbi-nize yönelin. Rabbinize yönelin ve O’ndan affınızı
isteyin. Kusurlarınızın, eksiklerinizin örtülmesini, affınızın tam kabul
edilmesini talep edin. Sizler bütün ciddiyetinizle mükemmeli yapma, mükemmeli
gerçekleştirme çabasında olun. Ama mükemmele yakını gerçekleştirme imkânınız
olmazsa bile unutmayın ki Rabbiniz Ğafûr ve Rahîm olandır. Ümitlerinizi
yitirmeyin.
Öyleyse ey bütün bunları anlayan ama
köşesine çekilmiş bekleyen Müddessir! Kalk ve dininle doğrul! Kalk ve hayatını
dininle doğrult! diye Rabbimiz sonraki sûrede bir daha seslenecek.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle amel etmeyi kolay kılsın. Vel hamdü lillahi Rabbi’l
âlemîn.
Merhaba,
YanıtlaSilEmial: (addisonfinancialorporation@gmail.com)
Finansal ihtiyaçlarınızı gidermek için acil bir krediye ihtiyacınız var mı? 5.000.00 - 10.000.000,00 arasında değişen bir krediyi sunuyoruz,% 100 garantili, güvenilir, verimli, hızlı ve dinamik, (Euro, Pound ve Dolar, Türk Lirası ve çok daha fazla para birimi) Tüm kredilere uygulanan faiz oranı (% 2) bize geri dönmek isterseniz.
E-posta: addisonfinancialorporation@gmail.com
addison finacia Kredi Şirketi.