Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
72., nüzûl sıralamasına göre 40., Mufassal sûreler kısmının altıncı grubunun
dördüncü sûresi olan Cin sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sa-yısı
28’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Kur'an-ı
Kerîm'in yetmiş ikinci sûresi. Mekke'de nazil olmuştur. Yirmi sekiz âyet, iki
yüz seksen beş kelime ve yedi yüz elli dokuz harften ibarettir. Fasılası
"elif"tir. Cinlerden bahsettiği için bu adı almıştır. Buna "Kul ûhiye" sûresi de
denir.
Sûrenin
ana konusu cinlerdir. Hemen ilk âyette şöyle denmektedir: " Ey Muhammed! de ki;
Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahy olundu;" Onlar şöyle
demişlerdir; "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an
dinledik de ona inandık; biz Rabbimiz'e hiç bir şeyi ortak
koşmayacağız."
Eskiden
beri insanlar cinlerin varlığı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Duygulara hitap
eden bir zâhiri kısımdan, sûrenin mevzuuna, manalarına, gösterdiği hedeflere
baktığımızda, birçok işaret ve il-hamlarla karşılaşırız. Önce; müşriklerin inkâr
ettikleri, bu hususta çe-tin mücadelelere giriştikleri, ellerinde hiç bir
delilleri olmaksızın ileri geri konuştukları ve bazen de Muhammed (s.a.s.)'in
onlara bahsettiği şeyleri cinlerden aldığına dair yaygın kanaatlerini içine alan
bilgiler ve çoğu öteki âlemle ilgili, akaide dair meseleler yer almaktadır.
İnkâr e-dip mücâdele ettikleri meselelerden birine bizzat cinlerin şehadet
edinceye ve bu olay Muhammed (s.a.s.)'den duyuluncaya kadar, Kur'-an'dan
haberleri yoktu. Kur'an'ı onlar işitince sarsılmış, hayrete ve dehşete
düşmüşlerdi. Gönülleri dolup taşmış; işittiklerini saklamayacak, bildiklerini
toparlayamayacak, hissettiklerini hülâsa edemeyecek duruma gelmişlerdi. Tesiri
altında kaldıkları bu büyük hadiseden bütün kâinatta izlerini ve neticelerini
bırakan olaydan korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Bu, bütün beşeriyetin
ruhunda derin izler bırakacak derecede, değerli bir şehadet
idi.
Kur’an
âyetleri karşısında cinlerin hayranlık ve şaşkınlıkları ve hemen bu kitaba iman
edişleri gündeme getirilerek, bu kitaba karşı kayıtsız bir tavır sergileyen
Mekke müşrikleri uyarılmaktadır. Üstelik onların inancına göre cinler öyle
sıradan varlıklar değildir. Çok defa tanrı yerine koydukları, tanrının gücüne eş
güç sahibi bildikleri ve bu özellikleri sebebiyle de kendilerine tapındıkları
varlıklardır. En’âm 100, Sâffât 158 âyetlerinin işaret ettiği gibi tanrı
sıfatlarına sahip çok yüce varlıklardır. Rabbimiz bu sûrede bir taraftan onların
tanrı makamına koydukları cinlerin kendisinin kulu olduklarını ortaya koyarken,
diğer taraftan da Mekke müşriklerini kendisine kulluğa
çağırmaktadır.
Sûrenin
muhtevası Allah’ın birliği, yüceliği, gizli âşikâr her şeyi hakkıyla bildiğini,
bilgisinin tam olduğunu, cinler hakkında abartılmış sıfatların yanlışlığı,
Kur’an vahyinin cinler üzerinde etkili olduğu ve âhiret hayatının kesin olduğu
gibi konular anlatılmaktadır. Cinlerin de tıpkı insanlar gibi mü’minlerinin ve
kâfirlerinin, iyilerinin ve kötülerinin olduğu çok açık bir şekilde ortaya
konur. Allah’a inanmayan cinlerin de tıpkı kâfir insanlar gibi kesinlikle
cehenneme gidecekleri anlatılır. Onların kâfirleri de insanların kâfirleri de
cehennemin yakıtı olmaktan kurtulamayacaklardır. Yine cinlerin güçleri ortaya
konarak, insanların asla onlardan çekinmemeleri gerektiği bildirilir. Çünkü
onlar, Allah’ın istediği gibi O’na sığınanlara zerre kadar bir zarar veremezler.
Alla-h’ın koruduklarına kimse bir şey yapamaz. Zaten Kur’an’ın gelişiyle
birlikte onların eski etkileri de kalmamıştır. Cinlerin gaybı bildikleri i-nancı
da yanlıştır. Çünkü gerek bu sûrede, gerekse başka sûrelerde peygamberleri hariç
olmak üzere kimseyi kendi gaybına muttali kılmamıştır. Âhirette azap görmek ve
mükâfata ulaşmak dahil olmak üzere Allah’ın vahiy yoluyla bildirdiği her şey
haktır, her şey gerçekleşecektir.
Sûrenin
ilk yarısında cinlerin diliyle ifade edilen dini gerçekler, ikinci yarısında ya
doğrudan ilâhî ifadeler şeklinde veya Hz. Peygam-bere söylettirilmek sûretiyle
tekrar dile getirilir. İlk bakışta aynı şeyleri tekrar edermiş gibi görünen bu
ikinci grup âyetlerin sûrede yer alışı bu bilgilerin sıradan bir bilgi değil,
çok yüce ve gerçek bilgiler olduğu vurgulanmak istenir. Nitekim ilk çağlardan
beri cinlerden bilgi toplama peşinde koşalar, bu uğurda ömür tüketip, sektörler
oluşturanlar ger-çek şu ki değil insanlığın bir tek insanın bile hidâyetine
yetecek en u-fak bir bilgi kırıntısına bile sahip olamamışlardır.
Evet,
bu sûre ile cinler âlemi hakkında, önce muhataplarının sonra da gelecek ve
geçmiş bütün insanların ruhlarındaki bir çok vehimler düzeltilmekte; bu
görünmeyen varlıkların hakikati ortaya konulmaktadır. Bu sûre Arap müşriklerinin
ve başkalarının bu kâinatta cinlerin kudreti ve hareket kabiliyetlerine dair
inançlarını da düzeltmeyi üstlenmektedir. Bu yaratıkların varlığını gelişigüzel
inkâr edenlerin durumuna gelince; bunların, bu derece katiyetle inkârlarını ve
cinlerin varlığına inanmayla alay etmelerini ve hurâfe diye isimlendirmelerini
hangi esasa dayandırdıkları konusuna burada eğilmek
gerekmektedir.
Acaba
bu inkârcılar kâinattaki bütün mahlûkatı biliyorlar da, aralarında cinleri
bulamadıklarından dolayı mı böyle söylüyorlar? Şüp-hesiz bugün dahi hiçbir âlim
bunu iddia edemez. Zira yeryüzünde var-lığı daha yeni keşfedilen canlılar pek
çoktur. Ve hiçbir kimse de iddia edemez ki bugün yeryüzündeki canlıların artık
keşif zincirinin halkaları kopmuştur veya yakında kopacaktır. Bu sûre-i celile
geçen sûrelere nispetle, ulûhiyet ve ubûdiyet'in hakikatini mevzu ederek İslâmî
tasavvurun inşâsına büyük yer verip, daha sonra da, kâinat ve mahluklardan ve
bunların arasındaki sıkı alâkadan bahseder. Cinlere ait sözlerde Allah'ın
vahdaniyetine, zevce ve evlât edinmesinin reddine, ahi-rette cezanın ispatına,
Allah'ın mahlûkâtından hiçbirinin O'nu yeryüzünde aciz bırakamayacağına, O'nun
elinden hiçbir kimsenin kurtulup kaçamayacağına ve adil cezasının erişemeyeceği
hiç kimsenin bulunmadığına delâlet ve şehadetler bulunmaktadır. Rasûlullah
(a.s.)'a hitaplarda bu hakikatlerin bazısının tekerrür ettiği görülmektedir! "Ey
Habibim! De ki; "Ben sadece Rabbime yalvarır ve O'na hiç kimseyi ortak koşmam."
De ki "Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim." De ki; "Beni
hiç kimse Allah'a karşı savunamaz ve ben O'ndan başka bir sığınak bulamam.
"
Bunlar,
cinlerin bu gerçekleri tam ve açık bir şekilde şehadetle kabul etmelerinden
sonra zikredilir. Nitekim bu şehadetler, ulûhiyetin sadece Allah'a mahsus
olduğunu, ubûdiyetin de beşerin erişebileceği en yüksek derece olduğu beyan
buyurulmaktadır: " Allah'ın kulu Muhammed, O'na ibadete kalkınca, neredeyse
çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi..."
Takip
eden âyette, Rasûlullah (s.a.s.)'a tevcih edilen hitapla, bu hakikat tekit
edilmektedir: De ki: "Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir
değilim." "Gayb sadece Allah'a bırakılmıştır. Cin tâ-ifesi onu bilmemektedir.
Yeryüzünde onlara kötülük mü murad edildi yahut Rableri onlara bir iyilik mi
dilemiş ki, doğrusu biz bilemeyiz... " Peygamberler de gaybı, ancak Allahu
Teâlâ'nın bir hikmete mebnî bil-dirdiği kadar bilebilirler: Ey Habibim! De ki;
"Size vaad olunan yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır ben
bilemem. Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden
bildirmek istediği müstesna. O, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler
salar".
Sûrede
işaret edilen olay, bir grup cinin Kur'an'ı dinlemeleri olayıdır. Bu husustaki
rivayetler farklılık göstermektedir. İmam Ebû Bekr el-Beyhâki
"Delâilü'n-Nübüvve" adlı kitabında şöyle der: Bize, Ebû Hasan Ali b. Ahmed b.
Abdan, Ahmed b. Abid, İsmail el-Kadı, Müsedded, Ebû Avane'nin Ebû Bişir'den,
Said bin Cubeyr İbn Abbas-tan naklettiklerine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir: Rasûlullah (a.s.) cinlere Kur'an okumadığı gibi onları da görmemiştir.
Rasûlullah, yanında bir kısım ashabı olduğu halde Ukaz çarşısına gitmek üzere
ayrılmışlardır. (Nahle denilen mevkide, sabah namazını kıldıkları sırada okuduğu
Kur'an'ı cinler dinlemişti). O sırada şeytanların gökyüzünden almaya
çalıştıkları haberler kesilmiş ve üzerlerine de şihablar (alev) gönderilmişti.
Bunun üzerine şeytanlar kavimlerine dönerek: "Size ne oluyor" demişlerdi. Onlar
da "gökyüzü haberi ile aramıza perde gerildi, ilahî haberi alamaz olduk. Ve
üzerimize de şihablar gönderildi..." Gökyüzü haberi ile aramıza giren mutlaka
yeni bir hadisedir. "Doğuya ve batıya gidip araştırın bakalım" demişler; doğuya
ve batıya giderek gökyüzü ile aralarına giren şeyin ne olduğunu aramaya
koyulmuşlardı. Tihâme tarafına gidenleri, Ukaz pazarına gitmekte olan
peygamberi, Nahle denilen yerde ashabıyla sabah namazını kı-larken buldular. Ve
okuduğu Kur'an'ı işitip dikkatlice dinlemeye koyuldular. "Allah'a yemin ederiz
ki işte gökyüzü haberi ile aramıza giren şey budur" dediler. Buradan da
kavimlerine dönünce şöyle dediler: "Ey kavmimiz biz şüphesiz, doğru yola
götüren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik de ona inandık. Biz Rabbimiz'e hiç
bir kimseyi ortak koşmayacağız... " Bu hadise üzerine de Allahu Teâlâ, Rasûlüne:
"De ki, cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahy olundu... " ve
Allah ona cinlerin sözlerini vahyetmiş oldu. (Buhârî, Tefsir Sûre,
72)
Diğer
rivayet ise şöyledir. Müslim Sahih'inde Âmir'den şöyle rivayet eder. Âmir dedi
ki: Alkame'ye sordum: "İbn-i Mes'ud cin gecesinde Rasûlullah (s.a.s.) ile
birlikte mi idi?" Bu soru üzerine Alkame şöyle cevap verdi!" Ben de İbn-i
Mes'ud'a "Cin gecesinde Rasûlullah ile birlikte sizden bir kimse var mıydı" diye
sordum. İbn Mes'ud "Hayır" dedi fakat biz Rasûlullah'la birlikte bir gece
bulunurken birdenbire yanımızdan kayboldu. Yolları ve vadileri aradığımızda;
"her halde ka-çırıldı "veya" öldürüldü" denildi. Böylece çok korkulu bir gece
geçirdik. Sabah olunca bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. İbn Mes'ud
devamla, biz "ya Rasûlallah! Seni aramızda göremeyince aradık bulamadık böylece
çok korkulu bir gece geçirdik" dedik. Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki: "Bana cin
davetçileri geldiler. Onlarla beraber gittim ve onlara Kur'an
okudum."
İbn
Mes'ud der ki: "Bizi de oraya götürdü, onlardan kalan bakiyeleri ve ateş
kalıntılarını gösterdi. Peygambere cinlerin yediklerini sordular o da "üzerine
Allah'ın ismi zikredilen ve sizin yiyip de üzerlerinde fazla miktar et
bıraktığınız bütün kemikler, bütün deve ve at gübreleri... Bundan sonra
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular. "Artık bu ikisi ile taharetlenmeyin, zira
onlar kardeşlerinizin yediği şeylerdir." (Müslim, Salat,
150)
"İbn
İshak'ın rivayetine göre, hadise, Rasûlullah (s.a.s.)'ın Sa-kif ileri
gelenlerinin üzerine musallat ettiği ayak takımından gördüğü eziyetlerle, gönlü
kırık olarak Taif'den dönüşünden sonra olmuştur. Onun Rabbi'ne karşı yapmış
olduğu bu hüzünlü ve sevgi dolu duadan sonra cinlerle karşılaşması hakikaten
düşündürücü ve ibret vericidir. Allah'ın cinlerden bir bölüğünü onunla
karşılaştırmasında ondan işittiklerini kavimlerine bildirmelerinde son derece
hikmetler vardır. Zamanı ve alâkası ne olursa olsun, bu büyük bir hadisedir.
Muhtevası ve işaretleri bakımından da büyüktür. Müteakiben cinlerin Kur'an'dan
ve dinden bahsedişleri de dikkati çekmektedir. Biz bütün bunlara Kur'an'ı
Kerîm'in bildirdiği gibi iman etmekteyiz. "Ey Habibim! De ki: "Cinlerden bir
topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahy olundu. Onlar Şöyle demişlerdi. Doğrusu
biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren, bir Kur'an dinledik de hemen O'na iman
ettik; biz Rabbimiz'e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız." (1-2) Doğrusu Rabbimiz'in
yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir. (3) Doğrusu
aramızdaki beyinsiz, Allah'a karşı yalanlar uyduruyordu. (4) Doğrusu insanların
ve cinlerin Allah a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık.
(5)
Gerçekten,
birtakım insanlar cinlerin birtakımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını
artırırlardı. (6) “Doğrusu onlar da sizin Allah'ın kimseyi yeniden
diriltmeyeceğini sandığınız gibi zanda bulunmuşlardı. "
(7)
"Nefer",
bilindiği gibi üçten dokuza kadar olan gruba denir. "Raht" da böyledir. Yedi
kişiye denildiği de rivayet edilmektedir.
Bu
başlangıcın, Rasûlullah (s.a.s.)'ı cinlerin kendisini dinlediklerini bildiğini
ve onlardan bir bölüğünün kendisinden Kur'an'ı işittikten sonra vaki olduğunu da
göstermektedir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın bu bilgisi, Allahu Teâlâ'nın vahyi ve
olanlardan haberdar etmesi ile mümkün olmuştur. Zira daha önce Rasûlullah
(s.a.s.) bundan haberdar değildi. Anlaşılan bu şekliyle bir defa vaki olmuş,
bilâhare aynı yerde onun bil-gisi ve istemesiyle Kur'an'ı cinlere okuması bir
veya birkaç defa gerçekleşmiştir. "Doğrusu biz hayrete düşüren bir Kur'an
dinledik." Onlarda bıraktığı ilk tesir, şimdiye kadar alışık olmadıkları
"hayrete düşüren" bir şey olmasıydı. O, kalplerinde bir ürperme meydana
getirmişti. İşte bu hal, onu açık bir kalple, incelmiş duyguyla, derin bir
zevkle dinleyip duyan kimselerde Kur'an'ın bıraktığı bir tesirdir. Evet hayrette
bırakır, zira ruhlara ve kalplerin derinliklerine işleyen güce, fevkalâde bir
cazibeye, büyük bir etkiye sahiptir. Hayrete düşürür. Bu, cin topluluğu üzerinde
bıraktığı tesirden fiilen de anlaşılmıştır ki, onlar hakikaten bundan zevk
almışlardır.
"Doğru
yola götüren." Bu da Kur'an'ın ikinci açık bir sıfatıdır. Ve Kur'an'da bu sır
mevcuttur. Bunu cinlerden bir topluluk, hakikatini kalplerinde buldukları anda
hissetmişlerdi. "Rüşd" kelimesi, geniş ma-nası olan bir kelimedir. Kur'an bu
sıfatıyla hidâyete, hakka ve doğruya götürmektedir. Rüşd kelimesi bunlardan
başka, şu mânâları da ihtiva etmektedir. Olgunluk, üstünlük; hidâyete, hakka ve
doğruya ileten bir bilgi ve bu hakikatleri kalp gözüyle görebilme idraki... İşte
bu vasıflarıyla kalpte öyle bir hal meydana getirir ki; bu hal, sahibini hayra
ve doğruya götürür.
"Ve
biz O'na inandık." Bu, Kur'an'ı dinledikten sonra sâlim bir idrakin gerektirdiği
şey; yaratılışa uygun dosdoğru bir kabulden ibarettir. âyette zikredilen cinler
ise, Kur'an'ı dinleyince hayrete düşmüşler, büyülenmişçesine tesir altında
kalmışlar; kendilerinden geçecek kadar ruhî sarsıntı içine düşmüşlerdi. Sonra da
bunlar Hakkı tanımış, kabul etmişler ve şuurlu bir şekilde "biz ona inandık"
diyerek imanlarını ilân etmişler; müşriklerin yaptığı gibi ona karşı, ruhlarına
tesiri se-bebiyle, inad ve inkâr yoluna sapmamışlardı. "Biz, Rabbimiz'e hiç bir
şeyi ortak koşmayacağız." İmanları açık, sağlam ve hâlisâne idi. Veh-me, şirke
ve hurafeye bulaşmış değildi. Kur'an'ın hakikatini idrakten fışkırmış bir imanın
da vasfı budur. Kur'an'ın davet ettiği hakikat; şirke bulaşmayan bir tarzda
Allahu Teâlâ'nın vahdaniyetinden ibarettir.
Bundan
sonra da cinler, Allah'ın hidâyeti karşısında kendi durumlarını izah etmeye
çalışmaktadırlar. Bundan onların da insanlar gibi hidâyet ve dalâlet olmak üzere
ikili kabiliyete sahip olduklarını an-lıyoruz. Bu topluluk, müminler olarak
Rableri hakkındaki inançların-dan ve hidâyete eren ve dalâlete düşenler hakkında
besledikleri kanaatlerden söz etmektedirler. "Doğrusu aramızda iyiler de vardır,
bundan aşağı bulunanlar da vardır. Bizler çeşitli yollarda olan topluluklardık.
Yeryüzünde kalsak da Allah'ı aciz bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da O'nu
aciz kılamayacağımız gerçeğini şüphesiz an-ladık. Şüphesiz, doğruluk rehberi
olan Kur'an'ı dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbi'ne inanırsa, o ecrinin
eksiltileceğinden ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz. İçimizde,
kendini Allah'a vermiş olanlar da yazık edenler de vardır. Kendini Allah'a veren
kimseler, işte onlar, doğru yolu arayanlar, ona lâyık olanlardır. Kendilerine
yazık edenlere gelince, onlar Cehennem'in odunları oldular."
(11-15)
Cinlerin
bu açıklaması gösteriyor ki, içlerinde sâlihler de var, sâlih olmayanlar da.
İtaatkârı da var, zalimi de. Bunlar, cinlerin çifte kabiliyette olduğunu; sırf
şer için yaratılan şeytan ve avenesini ayıracak olursak, insanlar gibi hayra ve
şerre kabiliyetleri bulunduğunu göstermektedir.
"Mabetler
şüphesiz Allah'a mahsustur. Öyleyse oralarda Allah'a yalvarırken başkasını
katmayın." (18). Her iki halde de secdelerin veya secde mahalli olan mescidlerin
sadece Allah'a mahsus olacağı beyan buyurulmaktadır. Böyle olursa gerçek tevhid
mümkün olabilir, herkesin müptela olduğu her alâka, her kıymet ve her meyil
geriye atılmış ve hâlis ibâdetin sadece Allahu Teâlâ'ya mahsus olduğu gerçeği
ortaya çıkmış olur. Allah'a ibadet ederken bazen insan, O'ndan başkasına iltica
ve kalbini açma durumuna girer. âyet, cinlerin sözü olduğu takdirde önceden
geçen şu sözlerini tekit etmiş olur: "Şüphesiz biz Rabbimiz'e hiçbir ortak
koşmayacağız... "Yani ibadet ve secde yerinde ortak koşmayacağız. Bu, doğrudan
doğruya Allah'ın kelâmı ise cinlerin sözleri, Rablerine yönelmeleri ve O'nu
tevhîd etmeleri münasebetiyledir. Bu da Kur'an üslûbuna göre yerinde
gelmiştir.
"Ey
Habibim! De ki: "Size söz verilen yakın mıdır, yoksa Rab-bim onu uzun süreli mi
kılmıştır, ben bilemem" Gaybı bilen Allah, gay-b'a kimseyi muttali kılmaz. Ancak
peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır. Rablerinin emirlerini
tebliğ etmelerinden haberdar olmak için, her peygamberin önünden ve ardından
gözcüler salar, on-ların yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar"
Böylece korkutucu ve ürpertici bir ifadeyle sûre son buluyor. Başlangıcı da
cinlerin uzun tafsilatlı ve büyük bir hayret ihtiva eden sözlerinde ifadesini
bulan korku, titreme, ürperme ve hayret vericilikte olmuştu. Yirmi sekiz âyeti
geçmeyen bu sûre şu gibi esas hakikatleri ortaya koymaktadır: Bir müslümanın
akidesini kuvvetlendirmeye yarayan şey; ona doğru, açık, ölçülü düşüncesini
hiçbir ifrat ve tefrite düşmeden, ruhunu bilgi ufuklarına kapamadan, efsanevi
vehimler peşinde koşmadan kendini inşa ve tespit etme fırsatını vermektir.
Kur'an'ı işitir işitmez iman eden ve şu sözleri söyleyen cinler topluluğu ne
kadar doğru söylemiştir: "Doğrusu biz. doğru yola götüren, hayrete düşüren bir
Kur'an dinledik de hemen ona inandık... "
Bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini okuyup tanımaya geçebiliriz.
1-2. “Ey Muhammed! De ki:
“Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahy olundu; onlar şöyle
demişlerdir. “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an
dinledik de ona inandık; biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” 3.
“Doğrusu Rabbimizin yüceli-ği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk
edinmemiştir.” 4. “Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah’a karşı yalanlar
uyduruyordu.” 5. “Doğrusu insanlar ve cinlerin Al-lah’a karşı yalan
uydurabileceklerini sanmazdık.”6. “Ger-çekten, birtakım insanlar, cinlerin
birtakımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.” 7. “Doğrusu,
onlar da sizin, Allah’ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğinizi sandığınız gibi
sanıda bulunmuşlardı.” 8. “Doğrusu biz
göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk.” 9.
“Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk; ama şimdi kim
dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş buluyor.” 10. “Yeryüzünde olanlara
kötülük mü murad edildi yahut Rabbleri onlara bir iyilik mi dilemiştir, doğrusu
biz bilemeyiz.” 11. Doğrusu aramızda
iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır. Biz, türlü türlü yolda olan
topluluklardık.” 12. “Yeryüzünde kalsak da Allah’ı aciz bırakamayacağımız, başka
yere kaçsak da, O’nu aciz kılamayacağımız gerçeğini şüp-hesiz anladık.” 13.
“Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kur-an’ı dinlediğimizde ona inandık; kim
Rabbine inanırsa, o, ecrinin eksiltileceğinden ve kendisine haksızlık
edileceğin-den korkmaz.” 14. İçimizde, kendini Allah’a vermiş olanlar da, yazık
edenler de vardır. Kendini Allah’a veren kim-seler, işte onlar, doğru yolu
arayanlar, ona lâyık olanlardır.” 15. “Kendilerine yazık edenlere gelince; onlar
cehen-nemin odunları oldular.” 16-17. Ama doğru yola girmiş olsalardı, onları bu
hususta denememiz için onlara bol su içirirdik; kim Rabbini anmaktan yüz
çevirirse, Rabbi onu gittikçe artan bir azaba uğratır. 18. Mescitler şüphesiz
Allah’ındır, öyleyse oralarda Allah’a yalvarırken başkasını katmayın. 19.
Allah’ın kulu Muhammed, O’na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, nerdeyse
çevresinde ke-çeleşirler, birbirlerine girerlerdi. 20. Ey Muhammed! De ki: “Ben
sadece Rabbime yalvarırım ve O’na kimseyi ortak koşmam.” 21. De ki: “Ben size
zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim.” 22. De ki: “Beni kimse
Allah’a karşı savunamaz ve ben O’ndan başka bir sığınak bulamam.” 23. “Benim
yaptığım yalnız, Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğdir. Allah’a
ve peygamberine kim karşı gelirse ona, içinde sonsuz ve temelli kalınacak
cehennem ateşi vardır.” 24. Sonunda, kendilerine söz verileni gördükleri zaman,
kimin yardımcısının daha güçsüz ve sayısının daha az olduğunu bileceklerdir. 25.
Ey Muhammed! De ki: “Size söz verilen yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli
mi kılmıştır ben bilmem.” 26. Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene kimseyi
muttali kılmaz. 27-28. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun
dışındadır. Rabblerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya koymak için her
peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını ilmiyle
kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.
Kur’an-ı Kerîm’de Resul-i Ekrem
efendimizin cinlerle münasebetini anlatan iki sûre vardır. Birisi "Ahkâf"
sûresi, diğeri de "Cin" sûresidir. Bunun dışında cinlerin varlığından,
etkilerinden, tepkilerinden, onlara verilecek cezalardan, ya da insanların
onlarla beraberliklerinden söz eden sûreler de mevcuttur. Meselâ En’âm, Rahmân,
Sâffât sûrelerinde bu konulardan söz edilir.
Ahkâf sûresinde Cenab-ı Hakk’ın
gönderdiği vahiyle tanışan cinlerden söz edilir. Cin sûresinde de aynı konu
gündeme getirilir. Ama her iki sûre de dikkatlice incelenirse konuların
ayrılığı, ifadenin farklılığı bu hadisenin iki defa vâki olduğu fikrini veriyor.
Cinlerin vahiyle tanışmalarının iki defa gerçekleştiği kanaatini
uyandırmaktadır. Zamanını, mekânını bilmemekle beraber cinlerin Resûl-i Ekrem’i
iki defa dinlediklerini söyleyebiliriz.
Bir de sûrenin başındaki ifadeden
anlıyoruz ki, bu iş vahiyle, yani bizzat Allah’ın bildirmesiyle peygambere
intikal ettirilmiş bir bilgidir. Allah bildirmiş ve Rasulullah Efendimiz de
cinlerin kendisini dinlediklerini bilmiştir. Değilse Peygamber (a.s) bizzat
cinlerle görüşmüş, onlarla konuşup onları dinlemiş ve böylece onların kendisinin
okuduğu Kur’an’ı dinlediklerine muttali olmuştu da bize bunu haber veriyor,
diyemiyoruz. Yani Peygamber Efendimiz de aslında bu işin farkında değildi. O da
cinlerin kendisini dinlediklerinin farkında değildi de, Allah bu sûresinde
böylece haber verince o da bu işin gerçekleştiğini anladı. Sûrenin başında: “De
ki, cinlerden bir grubun Kur’an’ı dinledikleri bana vahiy ediliyor”
buyurulmaktadır.
Cinler hakkında tarihte cinlere
tapanlar, şeytanlarla birlikte cinleri güçlü, kuvvetli varlık kabul edenler,
onları İlâh makamına oturtanlar, onlara ibadet edenler, veya Sâffât sûresinin
anlattığı gibi Allah’la cinler arasında böyle bir nesep bağı kurmaya çalışanlar,
Allah’la cinler arasında soy bağı iddia edenler veya hattâ cinler için Allah’ın
oğlu, kızı demeye çalışanlar, onlara haddinden fazla güç, kuvvet ve bilgi izâfe
etmeye çalışanlar hep olagelmiştir. Hattâ belki zamanımıza kadar bile intikal
eden kimi sözler hep cinlere kutsiyet izafesi çağrıştırmaktadır. “Cin fikirli”,
“Cin gibi” ,“Cingöz” gibi ifadeler sanki cinlere kutsiyet ifade eden sözlerdir.
Sanki bu ifadeler cinlerin böyle ele avuca sığmaz, güçlü-kuvvetli, istedikleri
her şeyi yapabilen, her şeyi bilen, her konuda bilgi sahibi olan, her şeye
muttali olan, her şeyi becerebilen, kendilerine karşı gelinmez varlıklar
olduklarını gösteriyor. Ta-rih boyunca insanlar cinleri hep böyle
değerlendirmişler, cinlerle alâkalı çok büyük yanlışlara
düşmüşlerdir.
İşte bu sûre tarih boyunca insanların
cinlerle alâkalı düştükleri yanlışları düzeltme adına gelmiş bir sûredir.
Cinlerin ne olduklarını, ne olmadıklarını anlatan bir sûredir. Cinlerin güç ve
bilgi problemlerini ele alan bir sûredir. Cinlerin güçlerinin ne olduğunu, n
kadar olduğunu, bilgilerinin ne olduğunu, ne kadar bildiklerini anlatıyor. Bir
de cinlerin insanlara, Müslümanlara ne dereceye kadar fayda ve zarar
sağlayabileceklerini anlatır. Yine sûrede cinlerin içinde mü’minlerinin olduğu
gibi, kâfirlerinin de olduğunu anlatır.
Cinlerin mükellef varlıklar olduğunu,
ateşten yaratıldıklarını, İblis’e kadar cin ve melek ikilisi varlıklarını
sürdürürlerken, İblis döneminde İblis’in Hz. Adem’in şahsında Rabbimizin secde
emrine isyanından sonra, İblis’ten sonrakilerin şeytan olarak, kesin şer
varlıklar olarak varlıklarını sürdürdüklerini biliyoruz. Varlık olarak melekler,
in-sanlar ve cinler vardır. Kur’an-ı Kerîm’in bize haber verdiğine göre ay-nen
insanlar gibi Kur’an-ı Kerîm’e muhatap olan, yani Kur’an’ı, Peygamberi dinleyip
kabul eden, iman eden cinlerin yanında, inkâr eden, reddeden, kâfir olan,
berikilere düşman olan cinler de vardır.
Cinlerin imanları ve mükellef oluşları
gündeme getirilince, san-ki her iş bitmiş de sıra buna gelmiş gibi günümüzde en
çok sorulan, üzerinde tartışma yoğunlaştırılan bir konu gündeme getiriliyor.
“Efendim, madem ki cinler de Kur’an-ı Kerîm’e inanmışlardır, o halde acaba
cinler de Kur’an’ın emirleriyle, Kur’an’daki tekâlif-i ilâhiyelerle muhatap, ya
da mükellef midirler? Onlar da bizim gibi evamiri İlâhiye ile sorumlu mudurlar?”
deniyor.
İster insan olsun, ister cin olsun bir
mükellefin, bir kişinin Kur’-an’ın emirleri ve tekliflerine muhatap olması ayrı
şeydir, mükellef olması ayrı şeydir. Yani bir Müslümanın Kur’an’ın emirlerine
muhatap olması ayrı şey, mükellef olması ayrı şeydir.
Meselâ tüm erkekler Kur’an’daki çocuk
emzirme âyetleriyle muhataptırlar, ama hiçbir erkek bu âyetlerle mükellef
değildir. Tüm erkekler de bu âyetlere iman etmek zorundadır ama konumları gereği
hiçbir erkek bununla mükellef değildir. Veya tüm fakirler de zekât âyetlerine
muhataptır, onlar da bu âyetlere iman etmek zorundadırlar, lâkin hiçbir fakir
zekât âyetleriyle mükellef değildir. Çünkü konumları gereği onların zekât
verecek malları yoktur. Demek ki kimi insanlar konumları gereği kimi âyetlerle
mükellef değillerdir. Çünkü kişi o anda, o konumda, o makamda değildir. Meselâ
şu anda hiç birimiz Ramazan orucuyla mükellef değiliz, çünkü vakti gelmedi. Veya
meselâ babası olmayan kişinin babaya itaat âyetleriyle, çocuğu olmayan kişinin
de çocuklarını eğitme sorumluluğuyla mükellef olmadığı
gibi.
Cinlerin muhatap ve mükellef oluşlarını
da böyle anlamaya çalışıyoruz. Müslüman olan tüm cinler Kur’an’ın tüm
teklifleriyle, tüm emir ve nehiyleriyle muhataptır, inanmak zorundadırlar, ama
konumları gereği, varlıkları gereği kimi emirlerle mükellef değildirler. Meselâ
içki içme yasağını ele alalım. Bilemiyoruz acaba vücutları gereği eğer cinlerin
de bizim gibi sıvı maddeleri içebilme özellikleri varsa, bu yasakla onlar da
mükelleftirler, değilse muhataptırlar ama mükellef değildirler diyoruz. Kumar,
fâiz, zina gibi haramları da böyle düşünüyoruz.
1. “Ey Muhammed! De ki: “Cinlerden bir
topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahy olundu; onlar şöyle demişlerdir:
“Doğrusu biz hayrete düşüren bir Kur’an dinledik.”
Kur’an-ı Kerîm’de böyle “Kul” ile başlayan beş sûre vardır.
İhlas, Felâk, Nâs, Kâfirûn ve Cin. Selef, Allah kendilerinden razı olsun,
Kur’an’ı enine boyuna “acaba bana ne dedi? Bize ne dedi?” diye didik didik
etmeye çalışmışlar, “Evailu’s-suver”, “Evahiru’s-suver”
gibi çalışmalar yapmışlar, farklı mânâlar bütünlüğü bulmaya
çalışmışlardır. Bu cümleden olarak burada da “Kul” ile başlayan bu sûre,
Peygamber Efendimizin mesaj taşıyıcılığı görevini, misyonunu göstermektedir.
Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştıran, beyan e-den, açıklayan, şerh eden,
insanları mesajla buluşturan, tanıştıran bir elçi olarak peygamber karşımıza
çıkmaktadır.
“gul” De ki: Demek ki bir şeyleri demeyi tahammül
eden, yüklenen, üstlenen birisidir Rasulullah. Ama kimilerinin iddia ettikleri
gibi sadece hoparlör değildir peygamber. Veya posta memuru değildir.
Bilinçlidir, aklı başındadır, ne diyeceğini bilendir, o sözü kendisi Rabbinden
ahz etmiş, telakki etmiş ve gereğini yerine getirme adına onu insanlara
ulaştırma çabası içinde olandır.
Yani Peygamber (a.s) din olarak
insanlara duyurduğu şeylerin hem heyecanını, sorumluluğunu, şerefini taşıyor ve
hem de bunu çok rahatlıkla söylüyordu.
Bana şu vahy olundu ki, cinlerden bir
grup, cinlerden bir nefer Kur’an’ı dinlediler de dediler ki, “biz “Kur’anen aceba” dinledik.” Yani
hayrete, dehşete, şaşkınlığa düşüren, şaşırtan, ne olduğunu bilemediğimiz bir
okunak, okunan bir şey dinledik. Sonra da bakın cinler dinledikleri Kur’an’ı
tarif ediyorlar:
“
2. “Rüşte, hidâyete ulaştıran bir Kur’an’dı ki,
biz de ona inandık; biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak
koşmayacağız.”
Cinler tanıştıkları, dinledikleri Kur’an’ı tarif
ediyorlar. Anlamaya çalıştıkları, kendilerine mesaj olarak sunulan Kur’an’ı
tarif ediyorlar. Ancak cinlerin o anda dinledikleri bu Kur’an bölümünün hangi
bölüm olduğunu bilmiyoruz. Kimilerine göre bu bölüm Rahmân sûresi olabileceği
gibi, kimilerine göre başka sûrelerdir.
Rüşte ulaştıran, rüşte hidâyet eden, rüşte
ileten bir okunak dinledik. Rüşt kelimesinin mânâsını anlamak için Mü’min
sûresinin baştan itibaren otuz âyetinin ve Bakara sûresinin 256. âyetinin
anlaşılması gerekir. Bakara’daki âyeti şöyledir:
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü hak bâtıldan
ayrılmıştır.”
(Bakara 256)
Bu âyet-i kerimede, rüşt, gayyin mukabili
olarak anlatılır. Kişinin imana, hidâyete sevk edilmesi için hak ve hakikatin
ifadesi olarak rüşt kullanılır. Raşit olmaktaki rüşttür belki. Hakkın ifadesi
olan rüşt. Mü’min sûresinde de Firavun’un hanedanından bir süre imanını gizleyen
bir mü’min kişi vardı ya, o hakkı, hakikati anlatmaya başlayınca Firavun diyordu
ki:
“Firavun: “Ben size kendi görüşümü söylüyorum
ve yine size ancak doğru yolu gösteriyorum” dedi.”
(Mü’min 29)
“Ben size gördüğümü göstermeye, bildiğimi
bildirmeye, söylemeye çalışıyorum. Ben sizi sadece rüşt yoluna, raşad yoluna
iletmek için böyle söylüyorum. O mü’min kişi Firavun’un bu palavralarına pabuç
bırakmadan sanki Firavun’un sözünü yokmuş gibi farz ederek sözünü kesiyor ve
yine hakkı anlatmaya, hakkı ortaya koymaya devam ederek aynı ifadeyi
kullanıyor.”
“O iman eden kimse: “Ey kavmim!” dedi, “siz
gelin bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim.”
(Mü’min 38)
Mü’min kişi daha önce Firavun’un
çevresindekilere dediğini diyordu. Firavun da aynı şeyleri demişti. Ben sizi
ancak doğru yola götürüyorum, diyordu. Allah’ın mü’min kulu ne gaddar Firavun’un
zul-münden, ne de Kârun ve Hâman gibi ona destek verenlerin gücünden,
kuvvetinden hiç korkmadan, hiç tınmadan kavmini Firavun’un dediklerine değil,
kendi dediklerine uymaya çağırıyor. “Ben sizi rüşte çağırıyorum. Eğer bana ve
benim dediklerime tabi olur, benim nasihatlerimi dinlerseniz kurtulursunuz,
değilse azaptan kurtulamayacaksınız,” diyordu.
İşte bu âyetle rüştü, Firavun karşısında onun
yolunun, onun anlayışının karşıtı ve mukabili olarak anlıyoruz. Burada anlatılan
ve sûrenin ileriki bölümlerinde birkaç kez tekrarlanacak olan rüşt için İslâm,
Kur’an’ın yönlendirmesinin adı, Kur’an’ın ortaya koyduğu hidâyetin adı
diyebiliyoruz.
Kur’an rüşte ulaştıran, hidâyete yol
gösterendir. İnsanın sosyal, ekonomik, siyasal, toplumsal ve bireysel hayatına
yol gösteridir Kur’an. İnsana tüm hayatında, tüm hayat problemlerinde yol
gösteren, hakka, doğruya ileten bir kitap dinledik de hemen ona inandık, iman
ettik diyorlar. Nereden anladık bunu? Bakın ifade şöyle:
“Dinledik ve hemen arkasından iman ettik,”
diyorlar. Demek ki hidâyet talebinden sonra ortaya konan hidâyete hemen iman
gerekir. Rüşt ortaya konunca, hidâyet ortaya konunca hemen iman etmek ge-rekir.
Duyar duymaz, dinler dinlemez hemen iman etmek gerekiyor. Âl-i İmrân sûresinde
anlatıldığı gibi:
“Rabbimiz! Doğrusu biz Rabbinize inanın diye
inanmaya çağıran bir çağırıcıyı işittik de iman ettik. Rab-bimiz! Günahlarımızı
bize bağışla, kötülüklerimizi ört, ca-nımızı iyilerle beraber
al.”
(Âl-i İmrân 193)
“Biz, bizi imana çağıran bir münâdi duyduk ta
hemen iman edip bu çağrıya uyduk” deniyordu ya, işte burada da deniyor ki, duyar
duymaz hemen iman ettik.
Şu anda cinlerin “duyduk ve iman ettik”
dedikleri Kur’an bize de hitap ediyor. Kendine özgü dinamizmiyle aynı Kur’an
bizi de rüşte çağırıyor, bizi de hidâyete çağırıyor. Bizi de hakka, hidâyete
ulaştırmak istiyor. Öyleyse bizler de tıpkı cinler gibi bizi hakka çağıran
Kur’-an’ı dinleyecek, Kur’an’ın dâvetine kulak verecek ve onunla rüşte
ula-şacağız. Tabi biz de önce duyacağız, dinleyeceğiz, işiteceğiz ve hemen duyar
duymaz iman edeceğiz. Değilse duymadan, dinlemeden, okumadan, tanımadan iman
edilmez. Halbuki bakıyoruz insanlar okumadan, tanımadan, duymadan, dinlemeden
iman etmeden yanalar. Bu nasıl bir iman? Duyacağız, hemen iman edeceğiz ama
ameli de gündeme getiren, ameli de ihtiva eden bir imanla iman edeceğiz.
Bakın cinler diyorlar ki, “bir okunak işittik
ve hemen iman ettik.” Demek ki önce Kur’an’ı duymamız, dinlememiz, kulak
vermemiz gerekecektir. Duymadan, dinlemeden iman olmaz. Bakın Bakara sûresinde
bu konu şöyle anlatılır:
“Ve (yine) dediler ki: (Ey Rabbimiz!) İşittik
ve itaat ettik! Bize mağfiret et ey Rabbimiz! Şüphesiz ki dönüş
sanadır.”
(Bakara 286)
“Ey Rabbimiz! Senin mesajın Peygamberlerin
tarafından bize gelince biz onları işittik ve itaat ettik. Senden gelene iyice
kulak verdik, dikkatlice dinledik, anlamaya çalıştık, kafa yorup anladık ve
itaat ettik. Kerhen değil, tav'an itaat ettik. İstemeyerek değil, isteyerek,
se-ve seve itaat ettik. İşittik ve hemen uyduk. İşittik ve hemen gereğini yerine
getirdik.”
Bakın burada dikkat etmemiz gereken husus
şudur: İşitmek, indirileni bilmeyi, tanımayı gerektirir. Bilmek ve tanımak da
okumayı ve ondan haberdar olmayı gerektirir. Şimdi söyleyin bakalım: Kitaplarını
tanımayan, kitaplarından habersiz bir hayat yaşayan Müslümanlar nasıl diyecekler
bunu? “Ya Rabbi! Biz kitabını işittik ve onunla amel ettik. Biz bize düşeni
yaptık, onun için sen de ya Rabbi bize mağfiret et! Bizim elimizde olmayarak
işlediklerimiz konusunda bize mağfiret buyur! Onları görmeyiver ya Rabbi! O
kusurlarımızı hesaba katmayıver ya Rabbi! Siliver Allah’ım! Yok farz ediver,
ciddiye almayıver, hesaba katmayıver Allah’ım!” diyebilecek miyiz? Yüzümüz var
mı bunu demeye? Nasıl diyeceğiz bunu? Bunu demeye hakkımız olacak mı?
Önce bir işiteceğiz kitabı. Önce bir
okuyacağız, tanıyacağız Allah’ın kitabını. Sonra itaat edeceğiz. Okuduğumuz o
kitabın âyetlerine itaat edeceğiz. Yani samimiyetle onları uygulamaya
çalışacağız. O âyetler ne demişse, bizden nasıl bir eylem, nasıl bir iman,
nasıl bir amel, nasıl bir düşünce ve tavır istemişse onu aynen yaparken eğer
ufak-tefek kusurlarımız olmuşsa o zaman da “aman ya Rabbi, sen bi-lirsin!”
diyeceğiz.
Rabbimiz bundan önce Bakara sûresinde bu
haklarını kaybedenleri anlattı. Kitaplarını bozanları, tahrif edenleri,
kitaplarının âyetlerini az bir paha karşılığında satanları, kitaplarının
âyetlerini insanlara anlatmayanları, kitaplarıyla diyaloglarını kesenleri,
kitaplarını arkalarına atanları ve böylece Allah’ın mağfiretini kaybedenleri,
Allah’ın affını kaybetmek bir tarafa Allah’ın gazabına ve lânetine maruz
kalanları anlattı.
Biz de kendimizi bu konuda hesaba çekmek
zorundayız. Acaba biz de bizden öncekiler gibi: “İşittik ve isyan ettik”
diyenlerden miyiz? Dilimizle inandığımızı söylüyor, ama hayatımızla
yalanlayanlardan mıyız? Yoksa kimileri gibi işitmeden inandığımızı mı iddia
ediyoruz? Yoksa kimileri gibi işittik ama unuttuk diyenlerden miyiz? Yoksa
işittik ama hayatımız değişmedi mi diyoruz?
Okuyacağız, dinleyeceğiz, işiteceğiz ve hemen
arkasından da itaat edeceğiz. Hemen arkasından da duyduklarımızı amele
dönüştürme savaşı vereceğiz. Yani imanlarımızı hemen amele dönüştüreceğiz. Çünkü
âyetin devamında bakın cinler diyor ki:
“Biz dinlediğimiz bu kitaba inandık ve bundan böyle
artık biz Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” İmanın hemen arkasından
şirk gündeme getirildiğine göre, anlıyoruz ki imanla birlikte amel olarak şirke
düşmemeleri ortaya konuluyor. Öyleyse biz bu kitabı duy-duk, dinledik, hemen ona
iman ettik. Ve sadece Rabbimizden gelen rüşte tabi olduk. Sadece Kur’an’ın
hidâyetine uyduk. Sadece Kur’-an’da Rabbimizin gösterdiği yola gidecek ve O’ndan
başkalarının çek-tikleri yere asla gitmeyeceğiz. Sadece Kur’an’ın istediği
hayatı yaşayacağımıza, O’ndan başka hiç kimsenin yasalarını uygulamayacağımıza
söz verdik” dediler.
Demek ki Kur’an’ı duyduktan, Kur’an’ı
okuduktan, Kur’an’ın rüştüne tabi olduktan, Kur’an’ın ortaya koyduğu hak ve
hakikati, Kur’-an’ın getirdiği hidâyeti tanıdıktan sonra hemen şirkten
uzaklaşmak gerekir. İşte Kur’an bize bunu anlatıyor. Çünkü Kur’an’la hidâyete
ula-şıp şirki terk eden cinler biraz sonra şunu da diyecekler: “Meğer biz ne
âdi, ne rezil adamları dinliyormuşuz bugüne kadar. Kur’an’ı dinlemeden, vahiyle
tanışmadan önce meğer üstat dediğimiz, efendi dediğimiz, hacı-hoca dediğimiz,
âlim, fazıl, reis, yazar, çizer dediğimiz ne takımları dinliyormuşuz ki onlar
bizi başka başka yerlere götürüyorlarmış.”
Cinler Allah’ın kitabını dinler dinlemez, Allah’ın
âyetlerini duyar duymaz hemen rüşte, hidâyete ulaşıyorlar. Demek ki Kur’an rüşte
gö-türendir. Hal böyle olunca bu âyetler çerçevesinde kendimizi yargılamak
zorundayız. Yıllar yılı Kur’an okuyanlar, Kur’an okuduklarını, Kur’an’la beraber
olduklarını iddia edenler, hattâ başkalarına Kur’an anlatanlar, hattâ tefsir
yazanlar, Kur’an’la alâkalı makaleler tertip edenler eğer Kur’an’la bu
beraberliklerinin sonunda hâlâ rüşte ulaşamamışlarsa o zaman ya okudukları
Kur’an’da bir değişiklik var, yani ya İsrailoğullarının Tevrat’ı gibi tahrif
edilmiş bir Kur’an okuyorlar, ya da okumalarında bir bozukluk vardır.
Burada Kur’an’la karşı karşıya gelen, Kur’an’ı dinleyen
cinlerin hemen rüşte ulaştıkları, hidâyete erdikleri, doğru yolu buldukları
anlatılıyor. Eğer şu anda bizler hem Kur’an okuyor, hem Kur’an’la beraber
oluyor, hem de doğruyu, hakkı, hidâyeti bulamadığımızdan dem vuruyorsak o zaman
ya okuduğumuz Kur’an değil, ya da okumamız Müslümanca değil. Ya Kur’an okumuyor,
başka şeyler okuyoruz, ya Allah’ın istediği şekilde okumuyoruz, yahut ta
okumadaki temel hedefimiz bozuk. Yani rüşte, hidâyete ulaşma, gerçeği bulma ve
kulluk a-dına değil de başka maksatlarla okuyoruz. Bu âyet çerçevesinde hepimiz
bunu bir daha düşünmek zorunda olduğumuzu unutmayalım.
3. “Doğrusu Rabbimizin yüceliği her yücelikten
üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir.”
Aslında ced, dede demek değil, şeref demektir. Öyleyse
bu ifade, Rabbimizin şerefi ne yüce oldu, anlamına gelmektedir. “Biz bu
Kur’an’la Rabbimizin şerefinin çok yüce olduğunu anladık,” diyorlar. O kadar
yüce, o kadar şerefli ki Rabbimiz, O’nun hiç kimseye, hiçbir şe-ye ihtiyacı
yoktur. Ne sahibesi vardır O’nun, ne de veledi. Kadına da, çoluk çocuğa da
ihtiyacı yoktur O’nun. Çünkü bütün bunlar bir ihtiyacın ifadesidir. Kadın,
çoluk-çocuk bütün bunlar tamamlanma ihtiyacı duyulan bir eksikliğin ifadesidir
ki, Rabbimizin böyle bir şeye asla ihtiyacı yoktur.
Bizler namazlarımızda okuduğumuz “Subhaneke”
duasıyla da aynı şeyi ortaya koyuyoruz.
4. “Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah’a karşı
yalanlar uyduruyordu.”
Meğer ki bizim sefihimiz, bizim o âdi, alçak reisimiz,
Allah hak-kında yalan şeyler, abuk sabuk şeyler söylüyor, bizi kandırıyormuş.
Meğer Allah’a olmadık şeyler isnat ediyormuş.
“Allah sizden şunları istiyor. Allah sizden
şöyle bir kulluk isti-yor. Allah şöyle bir kulluktan yanadır. Allah bu kadarına
da karışacak değildir canım! Düğünde bu kadar olur canım! Allah kılık-kıyafete
de karışacak değil ya! Allah, düğüne, derneğe de karışacak değil ya!” di-yerek
meğer o âdi İblis Allah’la alâkalı bizi bugüne kadar hep aldatıyormuş. Bizler
Kur’an’la tanışmadan önce meğer o alçak bizi ne kadar da aldatmış. Bizi Allah
konusunda Allah’la aldatıyormuş meğer. Meğer Allah hakkında ne yalan yanlış
şeyler söylüyormuş alçak İblis. Halbuki Kur’an’la tanışır tanışmaz anladık ki
Allah onun tanıttığı gibi değilmiş. Meğer Allah o alçak İblis’in dediği gibi
değilmiş. Meğer bunların hiç birisini istemiyormuş Rabbimiz bizden. Meğer
hayatın tümüne karışıyormuş Rabbimiz. Meğer hayatın tümünde bizden kulluk
isti-yormuş.
Cinler ne zaman anlamışlar bunu? Kur’an’la
tanıştıklarında anlamışlar. Kur’an’ı dinledikleri anda anlamışlar bu gerçeği.
Demek ki bizler de Kur’an’la yakından tanışır, Kur’an’la içli dışlı olabilir,
Kur’-an’ın rüştüne ulaşabilir, yolumuzu Kur’an’la bulabilecek duruma
gelebilirsek, o zaman biz de sefihlerin, sefihlerimizin din böyle dedi, Allah
böyle dedi, Allah böyle istiyor, Kur’an böyle diyor, peygamber böyle buyuruyor
diye söylediklerinin hak mı, bâtıl mı, doğru mu, yanlış mı olduğunu çok rahat
anlayıvereceğiz, sezivereceğiz. Demek ki bunun yolu birilerinin dediklerini
dinlemek değil, bizzat Allah’ın kitabıyla tanışmaktan, vahye kulak vermekten
geçmektedir.
Bugün de insanları Allah’la aldatan, Allah konusunda
aldatan yığınlarla iki ayaklı şeytanları görüyoruz. Rabbimiz Kur’an’ın başka bir
yerinde buyurur ki, “sakın ha ey kullarım! Aldatıcılar sizi Allah’la
aldatmasınlar!” Peki aldatıcılar Allah’la nasıl aldatırlar insanı? “Allah bir
şey indirmedi” diye aldatırlar. “Allah hayata karışmaz” diye aldatırlar. “Bu
kadar yüce bir Allah’ın işi yok da bizim pis işlerimizle mi ilgilenecek?” diye
aldatırlar. Allah dünyayı yaratmış ama onunla ilgilenmek istememiştir, öyleyse
hayatımızı biz belirleriz diye aldatırlar.
Allah’ı yanlış tanıtarak aldatırlar. Allah’ın
sıfatlarını Allah dışında birilerine vererek aldatırlar. “Allah kılık-kıyafete
karışmaz! Allah düğününüze, derneğinize karışmaz! Allah kazanmanıza, harcamanıza
karışmaz! Allah mesleklerinize karışmaz! Düğünde bu kadar olur canım! Allah bu
kadarına da karışacak değil ya! Evinizi nasıl döşeyeceğinize, çocuklarınızı
nasıl giydirip ne şekilde eğiteceğinize, hangi mekteplerde okuyacağınıza, sabah
kaçta kalkacağınıza, sofranızda nelerin bulunup nelerin bulunmayacağına da Allah
karışacak değil ya canım!” diyerek Allah’la aldatırlar.
Veya “Allah Kerim be!” derler. “Yığınlarla günah işlesen
de kendisine kulluk yapmasan da Allah Kerim be! Allah Ğafûru’r Rahîmdir! Elbet
affedecektir” diyerek aldatırlar.
Veya, “işte Allah’ın kitabı böyle okunur” diyerek
aldatırlar. “Anlamadan da okusan fark etmez” diyerek aldatırlar. Sırf affeden
ama hiç azap etmeyen, sırf cenneti olan ama asla cehennemi olmayan bir Allah
tanıtarak aldatırlar. Öyle bir Allah tanıtırlar ki, Kur’an’ın hiç bir yerinde
tanıtılmayan bir Allah’tır bu. Kendi kafalarından şekillendirip
biçimlendirdikleri bir Allah imajıyla insanları aldatırlar.
Başta şeytan olmak üzere Allah’la aldatan
piyasada pek çok iki ayaklı şeytanlar vardır. Onun içindir ki Rabbimiz Kur’an’ın
pek çok yerinde bizi bu konuda ısrarla uyarmaktadır. Aldatıcılar sizi Allah’la
aldatmasınlar, zira aldatılmanın en kötüsü ve en tehlikelisi budur. Onun içindir
ki bugün piyasada Allah’tan, Allah’ın dininden haberdar olup da Allah’ın dinini
kazanç metaı yapan, menfaatlerinden ötürü Allah’ın dinini yamultmaya çalışan,
Allah’ın dinini yanlış aktaranlar, kitaba dayalı din anlatmayanlar, efsaneleri
ve bir kısım kişileri kitabın önüne geçirerek din anlatmaya çalışanlar insanları
kandırmaktadırlar. Sanki bu toplum peygamberi tanımış da, sıra başkalarını
tanıtmaya gelmiş gibi. Sanki bu ümmet kitaplarını tanımış da başka kitaplara
sı-ra gelmiş gibi, anlatımlarında Kitaba ve sünnete yer veremeyecek ka-dar başka
şeyler anlatmaya çalışanlar bu ümmeti aldatmaktadırlar.
Ne yazık ki içinde biz de olmakla beraber bu toplumu
hocalar kandırmaktadır. Ya da dinden habersiz oldukları halde, Kitap ve sünnet
bilgisinden mahrum oldukları halde din bilirmiş gibi bu toplumun önüne geçen
insanlar kandırmaktadırlar. Ya böyle zır cahil yobazlar, ya da dini bildikleri
halde, din tahsili, medrese tahsili yaptıkları halde makam, mevki endişesiyle,
para, pul endişesiyle bildikleri dini anlatmayarak, ya da yanlış anlatarak
insanları aldatanlar ki, bunlara kitabımız “Bel’âm” diyor. Göz diktikleri
makamlara ulaşmak, hedefledikleri ulûfelere kavuşmak, ya da içine gömüldükleri
makamlarını, yapıştıkları koltuklarını muhafaza edebilmek için dini eğer
bükerler bunlar. Allah’ın dediklerine demedi, demediklerine dedi derler.
Allah’ın âyetlerine âmirlerinin, müdürlerinin, ağalarının, patronlarının,
tâğutlarının is-tediği gibi anlamlar vermeye çalışırlar. Allah’a baş kaldıran
resmî ideolojilerin istedikleri doğrultuda, onların hevâ ve hevesleri
doğrultusunda, onların sistemlerinin devamı doğrultusunda âyetleri yorumlayarak
onlar hatırına mü’minleri kandırırlar.
Tabii ki ilim ehli olduklarından, diploma
sahibi olduklarından, halkın gözünde kariyer sahibi bulunduklarından bunların
insanları kandırmaları da çok kolay olmaktadır. Öyleyse yapılacak şey, birinci
elden dinimizi öğrenmektir. Dinimizi ondan bundan değil, direk Allah’ın
kitabından ve Resûlü’nün sünnetinden öğrenmek zorundayız. Bize Allah’ın kitabını
anlatan, Resûlü’nün sünnetini bilen temiz selefimizin ağzından dinimizi öğrenmek
zorundayız. Değilse bakın atamız Âdem ve anamız Havva bile böyle Allah adına
kendilerine yaklaşan, Allah adına yeminler ederek kendilerine nasihat eden Allah
düşmanına aldanmaktan kurtulamıyorlardı. Onlar bile böyle olurlarsa, kesinlikle
bilelim ki bizler de bu tür aldanmalardan kurtulamayacağız demektir.
Ama eğer dinimizi, kitabımızı ve onun pratiği olan
peygamberimizin sünnetini iyi bilirsek, o zaman bize din duyurmaya çalışan ve
Allah adına yeminler söyleyerek bize yaklaşmaya çalışanlara aldanmayacağız
demektir. Böyle olunca onların sözlerini Kitaba, sünnete vururuz, eğer saf
altınsa, sahte para değilse, doğruysa, uygunsa alırız, değilse reddederiz olur
biter. Reddederiz ve dinimizi kurtarmış oluruz. Kim söylerse söylesin.
İnsanların en âlim bildikleri de söylese, o zaman hiç fark etmeyecektir bizim
için. Kitaba ve sünnete muvafıksa, can baş üstüne deriz, değilse vahye aykırıysa
reddederiz olur biter.
Kendilerini örnek alacağımız seleflerimizden
birisi bu konuda gerçekten bize örnek olacak çok hoş bir söz söyler.
Seleflerimizden İmâm Mâlik, Rasulullah Efendimizin mübarek kabrinin başında der
ki: “İşte şurada yatan zât var ya, bu zâtın dışındaki insanlardan her ne sadır
olmuşsa bunlar alınır da, atılır da. Kabul da edilir, ret de edilir. Ama sözleri
reddedilemeyecek bir tek zât var, o da işte burada yatandır.” Ne hoş bir söz
değil mi? İşte Kitap ve sünnet bilgisine sahip, gerçekten örnek alınacak bir
insanın sözü.
Öyleyse hiçbir zaman birileri Allah adına, din adına bir
şeyler söyledi diye, hem de bu sözünün doğruluğunu ispat sadedinde Allah adına
yemin de etti diye her söyleyenin sözünü din kabul etmeyeceğiz. Bunu bu zât
söylediğine göre öyleyse vardır bir hikmeti diyerek alıp onu kabul etmeyeceğiz.
Olur olmaz kitaplardan, meselâ takvim yapraklarından din öğrenmeye
kalkışmayacağız. Dinimizi menkıbelerden, menkıbe kitaplarından almaya
kalkışmayacağız. İnsanlara hiç bir sorumluluk yüklemeyen sadece hoş hikâyelerle,
filanların falanların sergüzeşt hayatlarıyla imanımızı, itikadımızı oluşturmaya
kalkışmayacağız. Çünkü bu tür şeylerle uğraşan insanların imanları, itikat-ları
bunlarla oluşmaya başlayıveriyor. Dinimizi, itikadımızı dinin temel
kaynaklarıyla oluşturmaya çalışacağız inşallah.
Demek ki cinler Kur’an’la tanışır tanışmaz
İblis’in Allah’la alâkalı, dinle alâkalı tüm sapık düşüncelerini
anlayıvermişler. Duydukları, dinleyip iman ettikleri Kur’an’la, Kur’an
âyetleriyle onun sözlerini yargılayıp gerçekle sahteyi tefrik edivermişler.
Bakın bundan sonra cinler ne diyorlar:
5. “Doğrusu insanlar ve cinlerin Allah’a karşı
yalan uydurabileceklerini sanmazdık.”
“Ne bilelim biz? Nereden bilebilirdik ki? Biz
zannediyorduk ki insanlar ve cinler Allah hakkında yalan söyleyemezler
biliyorduk. Cinler ve insanlar Allah’a yalan isnatta, yalan iftirada
bulunamazlar zannediyorduk. Böyle bir şey kesinlikle mümkün olmaz biliyorduk.
Allah konusunda kim yalan yanlış bir şey söylerse o hemen çarpılır
zannediyorduk. Zannediyorduk ki Allah kendisi, zâtı, sıfatları, yetkileri, dini,
kitapları ve elçileri hakkında yalan söyleyen insan ve cinlerin defterini derhal
dürüverir, işlerini bitiriverir. Yani hâşâ insanlar ya da cinlerden birisi Allah
hakkında yalan söylerse, gökten bir ateş iner ve çarpılırlar, işleri biter
zannediyorduk. Böyle olmadığına, çarpılmadıklarına göre ne bilelim, efendi
efendi söylüyorlar, doğru söylüyorlar diye biz de onları dinliyorduk.
Koca koca adamlar söylüyor bunu diye bizler de
doğru zannedip dinliyorduk. Diyanet işleri başkanı söyledi bunu yahu! Falan
şehrin Müftüsü söyledi bunu! Falan efendi, filan zât söyledi. Kocaman adam yahu.
Yalan söyleyecek değil ya? İftira edecek değil ya?” diye insanlar da, cinler de
insanların ve cinlerin Allah hakkında yalan söyleyemeyecekleri düşüncesinde
oldukları için dinliyorlar bunları. Bakın Kur’an’ı dinleyene kadar cinler de
aynı zan içindelermiş de, Kur’an’la tanışır tanışmaz bu gerçeği
anlayıvermişler.
Öyleyse bizler Kur’an’la tanışmaya başladıktan sonra
birilerinin Allah hakkında yalan söyleyip söylemediklerini anlama imkânını elde
etmiş olacağız. Bu âyetler her ne kadar cinlerin Kur’an’la, Kur’an sayesinde
anladıklarını, öğrendiklerini anlatıyorsa da, bu Kur’an bize geldiğinden, bu
konu onlardan önce bizi ilgilendirdiğinden bizim anlamamız gerekeni anlatıyor,
diyeceğiz. Yani onlardan önce bizim bunu anlamamız gerektiğini anlatıyor bu
âyetler. Şimdi bize gelmiş olan bu kitapla onlar bu gerçeği anlamışlar da bizler
anlamayacak mıyız? Onlar bizim kitabımız sayesinde bu rüşte ulaşmışlar da bizler
ulaşmayacak mıyız? Kur’an cinlere bu mesajı iletiyor da bize iletmiyor
mu?
Elbette bu kitap sayesinde insanların
sapıklıklarını biz de anlayacağız. Allah’ın dediklerini demedi, demediklerini de
dedi şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunanların sapıklıklarını biz de
anlayacağız. “Efendim zaten Allah da bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir”
diyerek Allah’ın istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunarak
Allah’a yalan iftirada bulunanların sapıklıklarını biz de anlayacağız. “Efendim,
Allah da demokrasiden yanadır. İslâm da lâikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da
kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu
devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz
çıkarma, kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir. Baş örtme de yoktur
efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur.
Kur’an bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim!
Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki!” diyerek, kimileri de bugün Allah’ın
dediklerini demedi, demediklerini de dedi demeye çalışıyor veya dedirtmeye
çalışıyorlar. İşte bu da Allah’a yalan iftiradır.
“Efendim ben Kur’an’ı başından
sonuna kadar taradım orada baş örtmeye dair bir tek emir bile bulamadım” diyen
kişinin iftirası. Veya “ben bu insanların kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o
da demokrasidir, bunun dışında başka sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum” diyen
adamın iftirası. Bütün bunlar Allah adına beyan ve Allah’a yalan iftiralardır.
Allah hakkında veya Allah adına bilmediği
şeyleri söylemeyi de Allah yasak kılmıştır. Adam Allah’tan söz eder, ama
Allah’ın Kitabını, Resûlü’nün sünnetini bilmediği için yalan yanlış şeyler
söyler. Adam dinden diyânetten bahseder, ama İslâm’ın “i” sinden bile haberi
yoktur. Anadan, babadan veya gazeteden, dergiden, takvim yaprağından duyduğunu
İslâm diye ortaya koymaya çalışır. Allah hakkında konuşurlar, ama Allah’ı
tanımadıklarından söylediklerinin tamamı iftiradır.
Allah’a yalan iftirada bulunmak demek, Allah’ın
zâtıyla, sıfatlarıyla alâkalı yalan söylemek, sıfatları konusunda O’nu eksik
tanımak, O’nun bu eksikliğini yerdekilerle tamamlama cihetine gitmek, O’nda olan
sıfatları başkalarına vermek, başkalarının da O’nun sıfatlarına sahip olduğunu
iddia etmek demektir. Yani yeryüzünde O’ndan başka program yapıcı, kanun koyucu
bir kısım Rablerin de olabileceğine inanmak ve bu kişilerin kanunlarına da
uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da yeryüzünde etkili, yetkili
varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait olan hakimiyet hakkını bu
varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka şifa dağıtıcıların da
varlığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık dağıtıcıların da varlığına
inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua edilecek, yardıma çağrılacak
Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia etmek… İşte bütün bunlar
Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir.
Veya Allah’ın zâtıyla alâkalı “Allah evlat
edindi,” işte “Îsâ Allah’ın oğludur,” “Üzeyr Allah’ın oğludur,” “melekler
Allah’ın kızlarıdır” biçiminde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Veya Aristo’nun
dediği gibi “Allah hayata karışmaz, Allah dünyayı yarattı ve işi bitti. Allah
bir şey indirmemiştir, Allah bize âyet göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla
ilgilenmez şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunmak.” Ya da hayatı il-gilendiren
konularda Allah ve Resûlü’ne, Allah ve Resûlü’nün buyruklarına rağmen veya
onlara binaen söylenen yalanlar da Allah’a yalan iftiradır. Yani Allah ve
Resûlü’nün sözlerini başka bir şekle getirerek söylenen yalanlar.
Öyleyse kesinlikle gerek şeytanları, gerekse
iki ayaklı şeytanları dinlememeliyiz. “Bana göre Allah böyle olmalı. Bana göre
Allah böyle demeli. Bana göre şöyle dememeli. Bana göre cihadı emretme-meli,
tesettürü istememeli, bu devirde kısası emretmemeli, namaz ol-mamalı” diyerek
bizim Allah hakkındaki düşüncelerimizi bozmaya ça-lışan şeytanları asla
dinlememeliyiz. Çünkü Allah korusun Allah karşısında bilgi iddiasına, Allah
karşısında güç iddiasına götürür onlar sizi. “Ne yani, Allah bilirse ben de
bilirim. Allah’ın gücü, kuvveti varsa benim de gücüm kuvvetim var,” demeye
götürür. Allah kanunlarına muhalif kanunlar yapmaya yönlendirir sizi. Allah
yasalarını dinlememeye, beğenmemeye götürür.
Öyleyse kesinlikle şeytan vahiylerini dinlemeyeceğiz.
Hep Allah’ın vahyini dinleyeceğiz. Ne şeytan vahiylerini, ne de yeryüzündeki iki
ayaklı şeytan vahiylerini dinlemeyecek, sadece Rabbimizin vahyine kulak
vereceğiz. Rabbimiz Kitabında ve Resûlü’nün sünnetinde kendisini bize nasıl
tanıtmışsa, hangi sıfatlarla muttasıf, hangi sıfatlardan münezzeh olarak
tanıtmışsa, o şekilde O’na iman edecek ve başkalarına kulak vermeyeceğiz. Allah
doğru söyler, Allah güzel söyler diyeceğiz ve şeytana uymayacağız inşallah.
6. “Gerçekten, birtakım insanlar, cinlerin
birtakımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını
artırırlardı.”
İnsanlardan kimileri cinlerden kimilerine sığınıyorlar
da, bu on-ların şımarıklıklarını, şirretliklerini artırıyordu. İnsanların
kendilerine sı-ğınmaları, cinlerin kendi kendilerini bir şey zannedip
şımarmalarına sebep oluyordu. Peki nasıl oluyordu bu iş? Yani nasıl
sığınıyorlardı in-sanlar bu cinlere? Anlayabildiğimiz kadarıyla bu iş iki
şekilde oluyordu.
1- Bunlardan birisi, devri cahiliyede öyle
zannediliyor ve inanılıyordu ki, her dağın, her vadinin, her tepenin, her
beldenin, her bölgenin, her alanın kendi çapında söz sahibi cinleri vardır.
Meselâ Bat-ha vadisi filan cinin, Akik vadisi, Ihlara vadisi falan cinnin,
Ankara yolu filan cinin gibi. Her vadinin, her bölgenin hakim bir cini olduğuna
inanılırdı. Kim ki o vadiden geçecek, kim ki o bölgede yatacak, kim ki orada
geceleyecekse o bölgenin cinine sığınması gerektiğine inanılırdı. “Aman efendim!
Burası senindir! Burada senin sözün geçer! Ben sana sığınır, senin büyüklüğünü
teslim ederim! Bu vadinin reisi olarak sen bana zarar vermediğin gibi,
başkalarının zararlarından da korursun! Beni koru efendim! Ben sana sığınarak
yatıyorum! Destur! Destur! Geri dur!” diyerek insanlar cinlere yalvarır
yakarırlar, onlara sığınırlarmış. İşte onların bu sığınmaları berikilerin
şımarıklılığını artırıyor-muş. Onlar sığındıkça berikiler de kendilerini bir şey
zannetmeye baş-lıyorlarmış. “Şu enayilere bakın, biz de bir şey var zannedip
bize sığınıyorlar” diye azgınlaşıyorlarmış. Bunu cinlerin bizzat kendileri
anlatıyor.
Bakıyoruz şimdi de her vadinin, her alanın, her
sektörün, her bölgenin ayrı cinleri, ayrı ecinnileri, yani söz sahibi reisleri
var. Ekono-mi dünyasının ayrı, buzdolabı, çamaşır makinesi, beyaz eşya vadisinin
ayrı cinleri var. Kitap dünyasının, araba piyasasının ayrı söz sahibi cinleri,
reisleri var. İç piyasanın, dış piyasanın, doktora piyasasının, doçentlik
piyasasının ayrı reisleri, cinleri var. Her vadinin, her bölgenin, her alanın,
her sektörün ayrı ayrı söz sahibi cinleri, ecinnileri var.
O vadiye girmek isteyenler, o sektöre dalmak, o sahada
oynamak isteyenler, o bölgede yer edinmek isteyenler de o alanın cinlerine,
reislerine sığınıyorlar: “Aman efendim! Haşmetlim! Şevketlim! Bu vadinin cini
sensin! Bu sektörün söz sahibi sensin! Zât-ı âlileriniz efendim! Münasip
görürseniz, izin verirseniz ben burada olmak, bu sahaya girmek, bu alanda
oynamak istiyorum! Ben bu sahaya girmek istiyorum! Ne olur bana zarar vermeyin!
Beni koruyup kollayın efendim!” diye karşılarında el ovuşturup, bel kırıp, boyun
büküyorlar. O takımın kaptanı da, o sahanın cini, o sektörün söz sahibi reisi de
ken-disini bir şey zannederek şımardıkça şımarmaya başlıyor.
Meselâ ilim adamı mı, filim adamı mı neyse işte
ondan olabilme vadisini bir düşünün. YÖK’ünden, Rektöründen, dekanından, bölüm
başkanlarına varıncaya kadar nice cinni ve ecinniler vardır orada değil mi?
Oraya mı gireceksin? O sahaya mı dalacaksın? Orada mı uyuyacaksın? O vadide mi
yatacaksın? Veya o sektörde mi bağdaş kurup yamuşacaksın? Veya orada mı demir
atıp sondaj yapacaksın? O takımda oynamayı mı kafaya koydun? O zaman o vadinin
cinlerine “efendim! Zât-ı âlileriniz eğer ferman buyururlar, destur verirlerse
ben gölgenizin altına girmek, emrinize sığınmak istiyorum. Aslında efendim
kesinlikle size karşı gelmek, sesimi yükseltmek, size karşı gelmek, hakkınızda
kötülük düşündüğüm için burada değilim! Sizin sahanızda sesimi sonuna kadar
kısacağım! Sizin vadinizde başımı kaldırmak şöyle dursun, devinmeyeceğim bile!
Yardımınız efendim! Lütfunuz efendim! Taltifiniz efendim!” filan diye ondan bir
kerecik destur aldıktan sonra artık korkmanıza gerek kalmamıştır. Yıllarca
yatabilirsiniz orada, kimse rahatsız etmeyecektir sizi.
Meselâ T.S.E’ciler vardır bir başka alanda.
Maliyeciler vardır bir başka vadide. Veya işte Koç vardır bir başka vadide,
Sabancı vardır. Veya tevbe ekolünde falan efendiler, infak alanında falan yol
bilenler, reisler vardır. Bunlara, bu sektörlerin reislerine, cinlerine
sığındıkça aynı yola çıkıyor Allah korusun. Hepsi de kendilerini bir şey
zannedip şımardıkça şımarıyorlar. Neredeyse tanrılıklarını ilân etmeye bile
vardırıyorlar işi. İşte cinlere sığınma şekillerinden biri budur.
Bir de şöyle sığınılır cinlere: İnsanlardan
kimileri cinleri her şe-yi bilen, her konuda bilgi sahibi, her şeye güç yetiren,
güçlü, kuvvetli, gaybı bilen, diledikleri her şeyi yapabilen varlıklar olarak
inandıklarından onların bilgilerinden, güçlerinden istifade edebilmek için
onlara müracaat ederler, cinlerden yardım isterler. “Amanın! Ey cinler! Ey
cinciler! Siz bilirsiniz! Siz bulursunuz! Biz eşyamızı kaybettik! Biz paramızı
kaybettik! Biz aklımızı kaybettik! Biz namusumuzu kaybettik! Nerede buluruz
acaba? Nasıl buluruz acaba?” diyerek cinlere, cincilere müracaat ediyorlar,
onlar da: “Gel ulan öyleyse!” diyorlar. “Gel! Ma-dem düştün, sana yol tarif
edeyim! Gel madem istiyorsun, madem ka-şınıyorsun cebindekini alalım!” diyorlar
ve kendilerini bir şey zannederek şımarmaya başlıyorlar. Berikiler şımartıyorlar
ama. Onlar gitmeyiverseler, onları adam yerine koymayıverseler şımarıp
azgınlaşmayacaklar ama gidiyorlar işte. Bakın bu konuyla yakın ilgi kurduğum bir
hadisi okuyayım burada:
Hafsa annemizden rivayet edilen bir hadislerinde
Allah’ın Resûlü şöyle buyuruyor:
“Bir kimse Arrafa giderek gayptan bir şey sorarsa, onu
bu işe layık gördü diye, gitti ve sordu diye kırk gecelik namazı kabul
olunmayacaktır.
Arraf; geçmiş olayları, mesela çalınan malları,
yerlerini, kimlerin çaldığını bildiğini iddia eden insanlardır. Ama kâhin bunun
tersinedir. Araf geçmişe ait bilgili idi, kâhin ise gelecekte, ilerde gelecek,
gerçekleşecek olayları bildiği iddiasında olan adamdır. Müneccim ise, gökteki
ay, güneş, yıldızlar gibi gök cisimlerine bakarak, onların hareketlerini takip
ederek onlardan kendince hayatla ilgili kurallar çıkaran kimsedir. Yani
yıldızlarla bizim hayatımızı yorumlamaya çalışan insanlar. İşte böyle insanlar
kadimden beri hep var olagelmiştir. Remilciler, arraflar, kâhinler,
müneccimler..
Bunlar hep yalancı mıdırlar? Arada bir bazen dedikleri
çıkar mı? Zekaları, hayat tecrübeleri sebebiyle bazen tesadüf edebilirler. Ama
adam bilir diyorsanız, geçmişi bilir, geleceği bilir, kimin başına ne gelecek
bilir, kim nerede ne yaptı bilir, şu anda insanlar nerede ne yapıyorlar bilir
diyerek giderse bir kimse bir arrafa ve ondan da hayatla ilgili program bilgisi
sorar, yani uygulayacağı bilgiler alırsa bilsin ki o kişinin kırk gecelik namazı
boşa gitmiştir.
Cinlerden birisi bilebilir. Şu anda melekler ve cinlerle
birlikte yaşıyoruz bu hayatı. Bizim kaybettiğimiz bir şeyi onlar bilebilirler.
Onlardan orada, yanınızda olan birileri sizin kaybettiğiniz, bulamadığınız bir
eşyayı bilebilirler. Peki birileri o cinlerle irtibat kurarak onlara sorsa bu
kaybolan şeyi. Gerçekten onu bilen bir cin de tamam onu bize buluverse ne olur?
Adam her şeyi bildi mi diyeceğiz? Ama insanlar öyle değiller mi? Her şeyi
bilmezler ve de bildiklerini söylerken yalan da katarlar. Ya cin de oynatmaya
başlasa, bir verip bin almaya başlasa. Çünkü Resul aleyhisselam öyle diyor. Bir
doğrunun yanına beş yalan katarlar ve sizi aldatırlar.
Öyleyse biz geçmişte olan bir şey için, gelecekte olacak
bir şey için, bir şeylerin çözümü için birilerini bu konuda tam ve tek
yetkilidir diye onlara müracaat etmeyecekmişiz, değilse kırk günlük namazlarımız
boşa gidiyormuş Allah korusun. Yani dinimizin direği yıkılırmış, yani Allah’la
diyalogumuz bozulur, Allah’tan aldığımız mesaja toz katmış, su katmış olurmuşuz.
Bir de hakkımız olmadığı halde âyetin beyanıyla bu tür insanları şımartmış
olurmuşuz. Bu tür insanları adam yerine koyup şımartmaya hiçbir zaman hakkımız
yoktur.
Meselâ, “Hanım sen bilirsin!” felsefesinde olan
nice beyefendileri bu tutumlarından dolayı hanımlarının şımarıklığı
mahvetmiştir. Çünkü hanım benim bildiğim idare edilmeye hazır, ruhen buna müsait
yaratılmıştır. Birileri adaletle idare edici olacak ama, bu nokta önemli tabii.
Birileri adaletle ona yön verici olunca mest olan, rahatlığa eren, kendinden
geçen, sükûn bulan bir varlıktır kadın. Böyle yaratılmıştır o. Ama öyle değil
de: “Hanım sultan! Zât-ı âliniz bilir! Siz bilirsiniz! Na-sıl isterseniz! Ne
alalım? Ne satalım? Nerede oturalım? Nerede oynayalım?” denilmeye başlandı mı
artık kadın, “ya ben herhalde bilirim, ben anlıyorum” demeye başlar ve ondan
sonra da şımarıklılığı tırmanıverir. Ben bilirim artık diye narayı bastı mı
artık ötekisi zaten kaçacak delik arayacaktır. Öyle yapıp onları gereksiz
şımartmayalım, adilce onları eğitip yönlendirmeden yana olalım inşallah.
7. “Doğrusu, onlar da sizin, Allah’ın kimseyi
yeniden diriltmeyeceğinizi sandığınız gibi sanıda
bulunmuşlardı.”
Biz bunun sebebini de öğrendik diyor cinler. Neyin
sebebini? Yani sefihimizin, o adi, alçak reisimizin, içimizdeki o beyinsiz
İblis’in Allah hakkında abuk sabuk, yalan yanlış şeyler söyleyebilmesinin
sebebini öğrendik. Ya da insanların ve cinlerin Allah hakkında yalan yanlış
şeyler söylemeye nereden cesaret aldıklarını öğrendik. Veya bu şımarık cinlerin
şımarma sebeplerini anladık biz. Neymiş mesele? Nedenmiş bunlar? Sebep şuymuş:
Siz insanlardan kimilerinin zannettikleri gibi onlar da dirilmeyeceklerini
zannediyorlar. Allah’ın, ölümünden sonra hiç kimseyi diriltmeyeceğine
inanıyorlar da ondan. Yaptıklarının hesabının sorulmayacağına, yaptıklarının
yanlarına kâr kalacağına inanıyorlar da ondan böyle davranıyorlar. Meğer âhiret
inançları bozukmuş da onun için böyle yamuk davranıyorlarmış. Âhiret dertleri,
hesap, kitap endişeleri yokmuş. Öldükten sonra hesaba çekilme dertleri yokmuş.
Demek ki gerek cinlerin, gerekse insanların
âhiret inançları bozulunca, hesap, kitap endişeleri kalmayınca Allah’a karşı,
kendilerine ve insanlara karşı da her türlü yalanı söyleyebileceklerdir.
Öyley-se insanların hayatlarını, yaşayışlarını, ticaretlerini, muamelatlarını,
münâsebetlerini düzeltmek için önce onların âhiret inançlarını düzeltmek
gerekmektedir. Âhiret inancı bozuk olan insanın tüm hayatı, tüm ilişkileri bozuk
olacaktır. Yarın yaptığı her şeyden hesaba çekileceğine inanmayan bir insan asla
bu dünyada hak, hukuk tanımayacak, sorumsuzca bir hayat yaşamaya devam edecek
demektir.
Tıpkı insanların zannettikleri gibi cinler de
zannediyorlarmış ki, Allah hiç kimseyi diriltmeyecek. Öldükten sonra diriltip
hiç kimseden hesap sormayacak zannediyorlarmış. Âyetin birinci mânâsı
böyledir.
Âyetin ikinci mânâsı da şöyledir:
Bir de onlar Allah hiç kimseyi peygamber olarak ba’s
etmeyecek, göndermeyecek zannediyorlardı. İşte İblis’in Allah hakkında abuk
sabuk şeyler söylemesinin sebebi, ya da cinlerin şımarmalarının sebebi buymuş.
Zannediyorlar ki, Allah bir peygamber, bir elçi göndermeyecek. Allah son elçisi
Hz. Muhammed’i (a.s) ba’s edip ona her şeyi ayan beyan ortaya koyacak bir kitap
göndermeyecek. Böylece son elçi ve son kitap gelmeyince de, kendi yalanları,
sapıklıkları ortaya konmayacak, açığa çıkarılmayacak zannediyorlardı. Allah ahir
za-man elçisini ve o elçiyle birlikte Furkân olan kitabını gönderince bunların
işi bitiverdi. Yalancıların mumları yatsıya kadar yandı ve sönüverdi. Allah
gerek kendisi hakkında, gerekse başka konularda tüm gerçekleri bu son kitabında
bütün açıklığıyla ortaya koyuverince, onların yalanları açığa çıkıverdi.
İnsanlardan kimileri de şu anda Allah böyle dedi, din
böyle dedi, peygamber ve kitap böyle dedi diye bol keseden atarlar. Allah’ın
demediklerini O diyormuş pozisyonunda insanlara sunarak, ya da Allah’ın
dediklerini demedi diyerek Allah’a iftira edenleri görürsünüz. Bunu niye yapar
bu adamlar? Yani bu cesareti nereden alıyorlar? İşte bu âyetin beyanıyla bu
adamlar zannederler ki, günün birinde Allah elçilerinden bir elçi, Kitap ve
sünnete dayalı olarak hakkı ortaya koymayacak. Zannederler ki bir mü’min
kendilerini sığaya çekmeyecek ve böylece yalanları sürüp gidecek. Halbuki bir
gün hak bir elçi tarafından Allah âyetleri ortaya konunca, onların tüm yalanları
açığa çıkacaktır.
8-9. “Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert
bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk. Doğrusu biz, göğün
dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk; ama şimdi kim dinleyecek olsa,
kendisini gözleyen bir ateş buluyor.”
Bu
husus Kur’an’ın başka yerlerinde de anlatılır. Cinler Levh-i Mahfuzun sırlarını
çalıp yerdeki dostlarına ulaştırıp insanların dinlerini bozmak istiyorlardı.
Bakın burada deniyor ki, “biz gökleri yoklamaya başladığımızda bir de ne
görelim? Böyle her tarafın şedit bekçilerle tutulduğunu gördük. Biz her ne zaman
dinleme konumunda bulunsak, semânın dinleme yerlerine geçiversek, dinlemek
istesek, bir kıvılcım onun başının belâsı oluveriyor, onun defterini
dürüveriyor.”
Ama her şeye rağmen eskiden kalma çalıntı bilgi
kırıntılarının bugüne intikali olabilecektir. Allah’ın Resûlü bu konuda şöyle
buyurur: “Duydukları, çaldıkları bir bilgiye beş yüz de kendileri katar ve işte
onunla insanları oyalamaya çalışırlar.” İşte bu konuyu açıklayan hadis
budur.
Evet önceleri kırıntı şeklinde de olsa bir
kısım çalıntı bilgilere muttali oldukları halde, bir de bakıyorlar ki semâların
kapıları tutulmuş, her yer şedit bekçilerle kuşatılmış. Eski manevra imkânları
kalmamış. İşte bu durumu görünce şaşırıyorlar ve araştırmaya başlı-yorlar.
Diyorlar ki:
10. “Yeryüzünde olanlara kötülük mü murad
edildi yahut Rabbleri onlara bir iyilik mi dilemiştir, doğrusu biz
bilemeyiz.”
Bu
durum karşısında şaşırıp kalıyorlar. Çünkü daha önce yapabildiklerini yapma
imkânları ellerinden alınmış. Şaşkın bir şekilde bunun sebebini araştırmaya
başlıyorlar. Bu yasağın kaynağı ne ki acaba? Nerden geldi bu? Neden şedit
bekçilerle tutulmuş gökyüzü? Acaba eski manevra kabiliyetleri niçin
kısıtlanmıştı? Bunun sebebini sorup soruşturuyorlar ve şöyle diyorlardı:
“Bilmeyiz ki! Nereden bilelim biz! Bizim idrakimizin konusu değil ki bu konu!
Kendi kendimize nasıl bilelim biz bunu? Acaba yerdekilere bir şer mi murad
edilmiş? Yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı murad etmiş? Bilmiyoruz,
bilemiyoruz.”
Dikkat ederseniz burada cinler vasıtasıyla bize
çok hoş bir edep tarif ediliyor. Kötülükler, şerler hep başkalarına, ama
hayırlar, güzellikler hep Allah’a izâfe ediliyor. Deniyor ki, yerdekilere bir
şer mi murad edilmiş, yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı murad etmiş? Halbuki
yerdekilere hayrı da, şerri de murad eden, hayrın da şerrin de yaratıcısı
Allah’tır. Ama şöyle demiyorlar: “Allah onlara bir şer mi mu-rad etmiş, yoksa
bir hayır mı dilemiş?” demiyorlar da, “Allah bir hayır mı dilemiş? Yoksa onlara
bir şer mi murad edilmiş?” diyorlar. Çünkü kötülüğü, şerri yaratan da Allah’tır
ama Allah’ın asla kötülüğe rızası yoktur. Burada işte böyle bir edep görüyoruz.
Hırsızlık yapan kendi yaptı da, namaz kılana Allah imkân verdi de öyle kıldı
gibi bir mânâ var burada.
Bunu bizim hayatımıza şöyle yansıtmaya
çalışıyoruz: Konuşurken, otururken iki kişiden birisi daha dûn, daha aşağı
olacaksa, daha zor durumda, daha kuru yerde, daha soğuk yerde olacak, daha kuru
ve yavan yiyecekse o biz olmalıyız. Karşımızdaki daha iyi konumda olacak, ona
nazaran biz daha aşağı konumda olacağız. Muhatabımızı daha iyi konumda
tutacağız. Meselâ konuşma esnasında bir örnek vereceksek, örnekte kendimizi daha
dûn noktada, karşımızdakini de daha üstün bir noktada örnekleyeceğiz.
Meselâ biri diğerine borç verdi gibi bir örneklemede
borç veren konumundaki karşımızdaki, borç alan konumundaki biz olmalıyız. Niye
borç veren konumuna kendimizi örnekleyerek kendimizi yüce bir duruma getirelim?
Veya meselâ birisi hastalandı da ötekisi onun ziyaretine gitti örneklemesinde
hasta olan biz, ziyarete gelen de karşımızdaki muhatabımız olsun. Yani devamlı
biz dûn noktada, karşımızdaki de daha üstün noktada olsun.
Meselâ karşımızdakilere sorarken: Bilmem anlatabildim
mi? Becerebildim mi? diyelim. Anladınız mı? Anlayabildiniz mi? demeyelim. Hele
hele: Anlamadın ki! Galiba anlayamadınız! filan asla demeyelim. Yani
anlattığımız konu anlaşılamamışsa biz kendimize yönelik yapalım bu işi.
Karşımızdakilerin anlayışlarının kıtlığını değil de bizim anlatışımızın
yetersizliğine yoralım. Herhalde anlatamadım, bir daha tekrar edelim
diyelim.
Bakın burada cinlerin üstünlükleri, cinlerin
bilgi problemleri de hallediliverdi. Bakın semânın Allah tarafından şedit
bekçilerle donatılması karşısında apışıp kalıyorlar. Bunun ne olduğunu,
sebebinin ne olduğunu bilmiyorlar, bilemiyorlar. Bilemediklerini itiraf için de
diyorlar ki: Biz bilmiyoruz, bilemiyoruz yerdekilere bir şer mi murad edilmiş,
yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı murad etmiş? Bu işin aslını, esasını
araştırmaya koyuluyorlar da nihâyet Allah’ın son elçisinin peygamber olarak
görevlendirildiğini ve kendisine Kur’an isimli bir kitabın verildiğini
anlıyorlar. Sonunda o kerim elçinin okuduğu Kur’an’la tanışıyorlar ve işin
aslını ancak o zaman öğrenebiliyorlar. İşte her şeyi bildiklerine inanılan
cinlerin gerçek bilgisi bu kadardır.
Hattâ bakın cinlerin bilgi probleminin Sâd
sûresinde şöyle anlatıldığını görüyoruz:
“Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun
buyruğu ile kolayca giden rüzgarı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları,
demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına
verdik.”
(Sâd 36-38)
Bu âyetlerde anlatıldığına göre Rabbimiz
cinleri Süleyman’ın (a.s) emrine vermişti. Süleyman (a.s), prangalara bağlanmış
olarak onları Mescid-i Aksâ’nın yapımında çalıştırıyordu. Rivâyetlere göre Hz.
Süleyman (a.s) gözlerinin önünde âsâsına yaslanarak vefat etmişti. Ama cinler
inşaat bitene kadar O’nun vefat ettiğini bilememişler, nihâyet inşaat
tamamlandıktan sonra âsâyı kurt yiyip de Süleyman’ın (a.s) vefat ettiğini anlar
anlamaz tüm cinler sağa sola dağılıvermişlerdi. Bakın gözlerinin önünde bir
peygamberin vefatını bile bilemiyor-lardı bu cinler. İşte cinlerin bilgisi bu
kadardır.
Bundan sonra cinler kendilerini tanıtmaya
başlıyorlar:
11. “Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan
aşağı bulunanlar da vardır. Biz, türlü türlü yolda olan
topluluklardık.”
Diyorlar ki, “bizim içimizde salihler de var, dûne
salihler de vardır.” Buradaki “dûne salihîn” ifadesinin iki mânası vardır:
Birincisi az salih, birazcık salih olanlar da var bizim içimizde. İkincisi de
salih olmayanlar da var demektir. Bizim içimizde salihler de, az salih olanlar
da, ya da salih olmayanlar da mevcuttur. Hepimiz böyle grup grup olmuşuz.
Kimimiz önde, kimimiz arkada bölük bölük olmuşuz
Salih olmak esastır, ama cennete gitmek için
sadece salih ol-manın da yetmeyeceğini, aynı zamanda “muslih” de olmamız
gerektiğini biliyoruz. Yani cennete gidebilmek için sadece salih olup kendimizi
kurtarmamız yetmeyecek, aynı zaman da başkalarını da cennete kazandırma, onları
da salihleştirme adına ciddi bir kavganın içine gir-mek zorundayız.
12. “Yeryüzünde kalsak da Allah’ı aciz
bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da, O’nu aciz kılamayacağımız gerçeğini
şüphesiz anladık.”
Bir de dinlediğimiz Kur’an’la, Kur’an sayesinde şunu da
anladık ki, “Allah’ı yeryüzünde mümkün değil aciz bırakamayız.” Biz kim, Allah’ı
aciz bırakmak kim? diyorlar. Cinler hakkındaki temel yanlışlardan birisi de bu
muydu? Öyle zannetmiyorlar mıydı insanlar? Cinler her şeyi beceren, her şeye güç
yetiren, güçlü kuvvetli varlıklardır. Sanki cinlerin gücü Allah gücüne eş.
Onları Allah makamına oturtmamışlar mıydı insanlar tarih içinde? Halbuki bakın
cinler diyorlar ki, ne üzerine giderek, ne de kaçarak Rabbimizden kurtulmamız
mümkün değildir. Bırakın O’na bir şeyler yaparak karşı gelmeyi, kaçarak,
saklanarak bile O’ndan kurtulmamız, O’nu aciz bırakmamız, O’na kar-şı gelmemiz
asla mümkün değildir.
İşte cinlerin gücü. Onların insanlara karşı
yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Yani ben Allah’a kulluğa karar vereceğim,
Rabbime O’-nun istediği kulluğu icraya koyulacağım, hayatımı Allah için
yaşayacağım, namaz kılacağım, oruç tutacağım, sonra da cinler de güçlü olacaklar
ve benim kulluğumu bitirecekler. Ellerindeki bir makasla Rabbimle benim aramdaki
kulluk ipini kesecekler ve benim kulluğumu engelleyecekler, bu asla mümkün
değildir. Böyle beni onların tasallutundan koruyamayacak kadar aciz bir Allah da
benden kulluk isteyecek, bu mümkün değildir. Onun içindir ki Allah’a kulluğa
karar veren bir Müslümana onların yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. İşte zaten
bakın burada onlar hadlerini bilerek bunu çok açık bir şekilde itiraf
ediyorlar.
13. “Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kur’an’ı
dinlediğimizde ona inandık; kim Rabbine inanırsa, o, ecrinin eksiltileceğinden
ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz.”
“Biz hidâyet rehberi olan Kur’an’ı dinleyince, duyar
duymaz hemen iman ettik.”
Kim de Rabbine iman ederse onun için ne cin
işinden, ne de şeytan işinden korkmasına gerek yoktur. Ya da Allah’a inanan kişi
ne hakkının eksiltilmesinden, amellerinin zayi olmasından, ne de kendisine
zulmedilmesinden korkmasına gerek yoktur. Çünkü Allah’ı dinleyen, Allah’ın
koruması altına giren bir kimseye ne cinlerin, ne de şeytanların yapabilecekleri
hiçbir şey yoktur. Ancak kişi eğer Allah’a kulluktan uzaklaşır, Allah’ın
korumasından çıkarsa artık cinler de, şeytanlar da ona istedikleri zararı
verebilirler.
14. “İçimizde, kendini Allah’a vermiş olanlar
da, yazık edenler de vardır. Kendini Allah’a veren kimseler, işte onlar, doğru
yolu arayanlar, ona lâyık olanlardır.”
Bizim Müslümanlarımız, Allah’a teslim olanlarımız da
var, ama huysuz, zulmeden, kötülük yapanlarımız da vardır. Müslüman olanlarımız
öyle yattıkları yerden Müslüman olmamışlar da “taharrav raşa-da” yapmışlardır.
Yâni rüştü aramışlar, taharri etmişler, araştırmışlar, soruşturmuşlar de öylece
hidâyete ulaşmışlardır. Bakmışlar ki gökyüzünde garip şeyler oluyor. Bakmışlar
ki semânın kapıları şedit bekçilerle donatılmış. Daha önceleri kendilerine
tanınan manevra imkânları ellerinden alınmış. Bir gariplik olduğunu anlayarak
bunun sebebini anlayabilmek için acaba bu nedir? Acaba bu neyin nesidir? diyerek
aramaya, araştırmaya koyulmuşlar ve nihâyet bu taharrinin sonucunda vahiyle
tanışmışlar. Aramalarının sonucunda vahye ulaşmışlar, kitapla
tanışmışlardır.
Öyleyse eğer bugün bizler de rüşte ulaşmak
istiyor, hakkı bul-mak, hidâyeti elde etmek istiyor, ya da iyi bir Müslüman,
vahiy Müslü-manı olmak istiyorsak başka çaresi yok yattığımız yerden buna
ulaşmamız mümkün değildir. Bizler de aynen Allah’ın mükellef kulları cinler gibi
hakkı taharri etmek, aramak, araştırmak ve bulmak zorundayız. Vahiyle tanışma
gayreti içine girmek zorundayız. Vahiyle tanışmak, vahyi dinlemek, vahye zaman
ayırmak zorundayız, bunun başka yolu yoktur.
Sırat-ı Müstakime ulaşmanın yolu; sırat-ı müstakimi
bulmayı, sırat-ı müstakimde olmayı arzu etmek, bu konuda yegâne hidâyet e-diciye
yönelmek gerekmektedir.
"De ki, doğrusu Allah dilediğini saptırır ve kendine
yöneleni doğru yola eriştirir."
(Ra'd, 27)
Bu yönelişin sadece yöneliş olarak kalmaması, bir
anlamda "mücahede" niteliğine ulaşması, yönelişte ısrar ve samimi davranıl-ması
da gereklidir.
"Bizim uğrumuzda cihad edenleri, elbette yollarımı-za
eriştireceğiz."
(Ankebût, 69).
Bu, bir anlamda da "Allah rızası peşinde olmak"
demektir. Böylesi, köklü bir niyet ve hareket içinde olanlar hakkında Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap
geldi. Onunla, Allah, rızâsının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve
onları, kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola
ulaştırıyor."
(Mâide,16)
15. “Kendilerine yazık edenlere gelince; onlar
ce-hennemin odunları oldular.”
Ama bizim zalimlerimize gelince onlar cehenneme
odundurlar, cehennemin yakıtıdırlar. Cinler bile isyan edip kulluktan çıkınca
cehenneme gideceklerse, onlara itaat eden, onlara kulluk yapanların, onları
dinleyenlerin durumlarını siz düşünün. Cinler böyle olunca onların çömezleri
durumundaki cincilerin durumlarını varın siz düşünün.
Arkadaşlar, böylece Rabbimizin bu sûrede bize
anlattığı vahiy birimlerinden birisi burada sona erdi. Sûrenin başında dedim mi,
demedim mi? bilmiyorum ama Rabbimiz bu sûrede bize dört bölüm, dört konu
anlatıyordu. Bunlardan birinci bölüm cinlerle alâkalı konunun anlatıldığı
bölümdü ve burada bu bölüm sona eriyor. Bundan sonra üç bölüm, üç konu daha
anlatılacak.
16-17. “Ama doğru yola girmiş olsalardı, onları bu
hususta denememiz için onlara bol su içirirdik; kim Rabbini an-maktan yüz
çevirirse, Rabbi onu gittikçe artan bir azaba uğratır.”
Gerçekten ister cinlerden olsun, isterse insanlardan
olsun, mükellef varlıklar, Allah’ın kulları, Kur’an’ın muhatabı olan varlıklar
eğer sırat-ı müstakimde, dosdoğru yol üzerinde olmaya çalışırlarsa, ya da yol
üzerinde dosdoğru gitmeye çalışırlarsa Biz onlara bol bol rızıklar verirdik,
diyor Rabbimiz. Öyle olsalardı, öyle yaşasalardı Biz bol bol sular verirdik
onlara. Ama bizim onlara böyle bol bol rızıklar yağdırmamız onları şımartmasın,
yani onlar imtihanı kazandılar da onun için verilmiyor bunlar7 Biz bu
verdiklerimizle insanları imtihan ediyoruz. İmtihan etmek, denemek için
veriyoruz bunları size.
Kim ki Allah’ın zikrinden, Allah’ı anmaktan,
Allah’ı ve Allah’ın hayatın her bir konumunda istediği kulluğu hatırda canlı
tutmaktan, Allah’ın dediklerini, Allah’ın âyetlerini hafızada hep canlı tutarak
gereğini yerine getirmekten, ona göre hayatını düzenlemekten iraz eder, yüz
çevirirse, onu çok çetin bir azaba sulûk ettiririz, buyuruyor Rab-bimiz. Onu
zorlarız, o azabın, o zorluğun içine sokuveririz, buyuruyor.
Allah iki türlü imtihan eder. Bazen vererek
imtihan eder, bazen de alarak imtihan eder. Bunun ikisi de imtihandır. İkisi de
denemedir, ama Rabbimizin alarak imtihan etmesi her zaman vererek imtihanından
daha kolaydır. Meselâ çocuk vererek imtihan etmesi, mal, sıhhat, makam, başarı
vererek imtihan etmesi bütün bunları alarak imtihan etmesinden bizim açımızdan
daha iyi, daha kolay gibidir. Ama aslında iyi düşünürsek kaybetme ihtimali daha
fazla olan imtihanlardır. Onun içindir ki bizler sürekli şöyle dua ederiz: “Aman
ya Rabbi! Kıtlıktan, yokluktan, fakirlikten, hastalıktan sana sığınırız!”
Meselenin öteki veç-hesiyle düşündüğümüz zaman aslında vererek imtihan kişinin
kaybının başlangıcıdır.
Bollukla yapılan imtihan ötekisinden çok daha
tehlikeli, çok daha zor bir imtihandır. Çünkü En’âm sûresinin de anlattığına
göre Rabbimizin darlıkla, sıkıntıyla yaptığı imtihan, insanın kalbini yumuşatıp
onu Allah’a çevirmesi açısından onu başarmak belki kolaydır, ama bu bollukla
yaptığı imtihan insanların şımarıklılığını, müstekbirliğini artırdığı için,
insanı eyvallahsız hale getirdiği için bunu başarmak gerçekten çok zordur.
Birinde sabır, diğerinde şükür gerekir. Allah, sıkıntıya sabır, bolluk
karşısında da verilen nîmetler cinsinden şükür ister.
En’âm’da şöyle buyrulur:
“Şüphesiz ki senden önce ümmetlere peygamberler
göndermiştik; onları yalvarsınlar diye darlık ve sıkıntılara sokmuştuk. Hiç
değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Lâkin
kalpleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel gösterdi.”
(En’âm 42, 43)
“Önceki peygamberlerin toplumları Allah’a ve
elçilerine küfrettiler de onlara merhametimizden dolayı akılları başlarına
gelsin de bize dönmeyi anlasınlar diye Biz onları fakirlik, kıtlık, açlık, geçim
darlığı, hastalıklar, çeşitli afetler ve zaruretlerle yakalayıverdik. Onları
ka-bukları yırtılsın da tevhid açığa çıksın diye türlü türlü sıkıntılara
sokuverdik ki. Küfürden şirkten vazgeçsinler de iman etsinler diye. Sığınacak
kapıları kalmasın da Bize sığınsınlar diye. Yalvaracak, başvuracak, dövecek
kapıları kalmasın da Bize yalvarıp yakarsınlar diye. A-ma şeytan onlara
amellerini süslü gösterdi de hayrı şer, şerri hayır, iyiliği kötülük, kötülüğü
iyilik gösterdi de onlar adam olma, uyanma istidatlarını kaybettiler.”
“Onlar ne zaman ki kendilerine hatırlatılanları
unuttular, biz de onlara her şeyin kapısını açıverdik. Onlar kendilerine
verilenlerle sevinip coşmaya başlayınca da ansızın onları yakaladık da umutsuz
kalıverdiler.”
(En’âm 44)
Allah önce birbiri ardından uyarıcılar, belâlar
ve musibetler gönderir, fırsatlar yaratır, tembihlerde bulunur. Eğer onlar
kendilerine gelen bu uyarılara aldırış etmez ve tüm bu şiddetler onların
kalplerini yumuşatmaz, o sıkıntılardan ibret alıp Rabblerine dönmezlerse, o
za-man da Allah onlara her şeyin kapılarını açıverir. Allah diyor ki, “onlara
her şeyin kapılarını açıveririz. Öyle bir bolluk, öyle bir refah, öyle bir
hürriyet veririz ki tüm engelleri, tüm sıkıntıları kaldırıveririz. Paralar,
mallar, mülkler, servetler, altınlar, gümüşler, atlar, arabalar, marklar,
dolarlar her taraftan üzerlerine yağmaya başlayıverir. Ne arzu ederlerse
önlerinde, ne ararlarsa bulabilecek, ne isterlerse yapabilecek hale gelirler.
Hastalık, dert, sıkıntı, açlık, fakirlik hiçbir dertleri, hiçbir sıkıntıları
kalmayıverir. İşleri açılır, ev alır, dükkan alırlar, milletvekili, bakan,
dekan, YÖK başkanı olurlar, dünya nîmetleri adına Cenâb-ı Hak bütün kapıları
açıverir. Ferahlanır, ne oldum delisi olurlar. Bütün bunları kendilerinin
yaptığını iddia ederek takdiri unutuverirler.
Bu da ayrı bir imtihan, bolluk da ayrı bir
imtihandır. Adam seyyar satıcı olarak, üç tekerlekliyle işe başlar, sonunda
Vehbi Koç, Sakıp Sabancı oluverir. Cenab-ı Hak’tan hayırlısını istemek
zorundayız. Çünkü Allah verir ama, bazen bu verdikleriyle kendisini
unutturuverir. Bu da ayrı bir imtihandır, bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Açılan her kapı, verilen her imkân eğer bize Allah’ı
unutturuyorsa, o zaman korkmak zorundayız.
“Onlara her şeyin kapılarını açıveririz de,
hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz olurlar. Her türlü nîmetlerin, refahın,
bolluğun içine gö-mülürler. Bütün bu nîmetleri kendilerine lütfedene şükretmeyi
akıllarının ucundan bile geçirmeden, kalpleri nîmet vereni anmadan, nîmet
vericiden korkmadan sanki her şey kendilerininmiş gibi keyif çatmaya başlarlar.
Gel keyfim gel demeye başlarlar. Zevklere dalarlar. Şehvetlerinin peşinde
solucanlar gibi kıvranmaya başlarlar. Sanki tüm bu nî-metler kendilerininmiş,
sanki ölüm gelmeyecekmiş, sanki âhiret, hesap, kitap yokmuş gibi coşar, taşarlar
da:
“Kendilerine verilenlerle sevinip coşmaya
başlayınca da ansızın onları yakalayıveririz de İblis gibi
oluverirler.”
Tüm ümitlerini yitirmiş, ümitsizlik ve
mahrumiyet içinde donakalırlar. Sonsuz bir acı, onulmaz bir hasret içine
gömülüverirler. İşte Nuh kavmi, işte Hûd kavmi, işte Lût kavmi, işte Sâlih’in
(as) toplumu, işte Roma, işte Firavunlar, işte Nemrutlar ve işte Amerika,
Almanya, Fransa… Allah her şeyin kapılarını açıvermiş ve işlerini bitirmiş
bunların.
Burada, Cin sûresinde anlatılan ikinci konu da
sona eriyor. Bundan sonra Rabbimiz üçüncü konuyu anlatacak:
18. “Mescitler şüphesiz Allah’ındır, öyleyse
oralarda Allah’a yalvarırken başkasını katmayın.”
Muhakkak ki Mescitler Allah’ındır. Mescitler Allah
sebebiyle vardır ve mescitlerin varlığı, fonksiyonu, sizin onlarla münasebetiniz
Allah sebebiyledir. Onlarla münasebetinizin ölçüsü Allah sebebiyledir. Hani
“İnna Lillah ve inna ileyhi raciun” vardı ya. Biz Allah’ınız, biz
Allah’a aidiz, biz Allah’tanız. Biz Allah’tan geldik, Allah’a dönüyoruz.
Varlığımız, varlığımızın sebebi Allah’tan dolayıdır, Allah sebebiyledir diyorduk
ya, işte buradaki ifadede sanki aynen böyledir. Mescitler Allah’ındır, Allah
sebebiyledir.
Dikkat ederseniz burada mescit değil, mescitler, çoğul
bir ifade kullanılmaktadır. Bu sûre Mekke’de İslâm’ın başlangıç yıllarında
geldiğine göre biliyoruz ki henüz Medine’deki mescit yoktur. Sadece Mekke’deki
Mescid-i Haram vardır. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın varlığını ve fonksiyonunu
henüz Müslümanlar bilmiyorlardı. Sonradan yeryüzünün çeşitli bölgelerinde
Müslümanların inşa edecekleri mescitlerin esemesi bile yoktu o dönem. Ama
kıyâmete kadar tüm insanlığın hayatını düzenleyecek bir düstur kitabı olan
kitabımızın bu âyeti «f¬%@«K«W²7! buyurarak çoğul bir ifade kullanmıştır. O
halde âyet-i kerime bize tüm arzı, tüm arz mescitlerini anlatmaktadır. Kıyâmete
kadar yer-yüzünde inşa edilecek tüm mescitleri anlatmaktadır.
Tüm yeryüzü mescittir bizim için. Tüm arz Allah’ın
secdegâ-hıdır. Tüm yeryüzü Allah’a secde etme makamıdır. Secde, Allah’a bo-yun
bükmek, Allah karşısında, Allah’ın emirleri karşısında boyun eğmek, Allah’ı
dinlemek, O’nun dediklerini kabul etmek anlamlarına gelince, o zaman tüm arzda,
hayatın her bir konumunda, hayatın her bir alanında yalnız Allah’ı dinleyecek,
sadece O’nun emirlerini uygulayacağız demektir.
“Öyleyse ey kullarım! Yeryüzünün hangi
bölgesinde, hangi mekânında, hangi makamında olursanız olun, evinizde,
çarşınızda, dükkanınızda, büronuzda, mektebinizde nerede olursanız olun tüm
secdelerinizi sadece Allah’a yapın! Sadece Allah’a secde edin! Tüm
kabullerinizi, tüm inkıyatlarınızı, tüm kulluklarınızı, tüm boyun büküşlerinizi
sadece Allah’a gerçekleştirin! Sadece Allah’ı dinleyin! Sadece O’nun emirlerine
boyun bükün ve sadece O’nun yasalarını uygulayın! Sadece O’nu razı etmeye
yönelin! Ama sakın ha sakın:
Allah’la beraber
başkalarına dua etmeyin! Allah’la beraber başkalarını, başka İlâhları
çağırmayın! Çağrıştırmayın!”
Duanın öz Türkçe’si çağırmak, çağrıştırmak
demektir. Tedaî yani çağrışım da buradan gelmektedir. Bir kişi sosyal, siyasal,
ekonomik, bireysel ya da toplumsal bütün dertlerinde, problemlerinde o
problemlerin çözümü konusunda ilk aklına getirdiği, kafasında ilk çağrıştırdığı
kimse, neyse kişi işte ona dua ediyor demektir.
Farz edin ki bir adamın bir problemi var, ya da bir
konuda bir karar vermesi gerekiyor. İşte bu probleminin çözümünde ya da vereceği
karar konusunda ilk defa kimi imdadına çağırıyor, ilk defa kimi ve neyi
hatırlıyor, kimin çözüm önerisi kafasında canlanıyor, kime ilk de-fa baş
vuruyorsa, kimi çağırıyor, çağrıştırıyorsa işte o kişi ona dua e-diyor demektir.
Neyi problem edindi adam? Meselâ karısıyla geçimsizliğini mi? Nereden kazanıp
nerelerde harcayacağını mı? Çocuklarını nasıl eğiteceğini mi? Hangi okulda
okuyacağını, hangi mesleği seçeceğini, evini nasıl tefriş edeceğini, nasıl bir
hukuktan yana olacağını, nasıl giyineceğini, sofrasında nelerin bulunup, nelerin
bulunmaması gerektiğini mi dert edindi adam? İşte dert edindiği bu probleminin
çözümü konusunda ilk defa neyi ve kimi aklına getirdi? Kimin çözüm önerisine baş
vurdu? Kimin çözüm önerisi kafasında canlandıysa, işte kişi ona dua ediyor, onu
çağırıyor, onu çağrıştırıyor demektir.
Dua, tedai, çağrışımı burada biraz daha tanımak
zorundayız. Çünkü bu gerçekten önemlidir. Kur’an-ı Kerîm’de insanlardan pek
ço-ğunun Allah’tan başkalarına dua ettikleri, Allah’tan başkalarını çağırıp
çağrıştırdıkları anlatılır ve ısrarla mü’minler bundan men edilir. Bunu anlatan
çok âyet vardır Kur’an’da.
Meselâ “Soba” dediğimizde, bu
ifade neler çağrıştırıyor? Neler geliyor aklınıza? Bu kelimeyi söyleyince işte
soğuk, kar, buz, kış günü, odun sobası, elektrik sobası, ateş, kestane filan
geliyor değil mi aklınıza? Veya işte sobanın etrafında oluşturduğunuz kış
sohbetleri, soba borusu, baca gibi şeyler geçiyor gözünüzün önünden değil mi?
Veya meselâ “Çay” denilince Rize’den başlıyoruz, çay tar-lalarına,
çay fabrikalarına, çay bardaklarına, çaydanlıklara kadar, kaşık, şeker, dem,
demlik, demlenme gibi şeyler geliyor değil mi hatırımıza?
Peki hidâyet, yol göstericiliği, hayat programı
denilince ne çağrıştırıyor kafanız? Kimi çağrıştırıyor? Veya bu konularda kimin
önerileri, kimin kıstasları geliyor aklınıza? Hastalık denilince kimin şifa
önerileri geliyor ilk defa aklınıza? Allah ve Resûlü’nün önerileri mi, yoksa
müşrik tıbbın önerileri mi geliyor? Hangisi canlı kafanızda? Veya meselâ rızık,
rızık verme, hayata hakim olmak, hakimiyet, hayata yön vermek, çocuğun eğitimi,
kazanmak, harcamak, kılık-kıyafet, giyim-kuşam denilince kimi hatırlıyorsunuz?
Kimlerin çözüm önerileri aklınıza geliyor? Eğer tüm bu problemlerin çözümü
noktasında ilk defa ak-lınıza Allah geliyorsa, ilk defa Allah’ın çözüm
önerileri, Allah’ın âyetleri, Allah’ın emirleri, Allah’ın o konudaki dediklerini
hatırlayabiliyorsanız siz Allah’a dua ediyor, Allah’ı çağırıyor,
çağrıştırıyorsunuz demektir.
O zaman dua edilen, dâvet edilen, dâvetiye çıkartılan
sadece Allah demektir. Ama eğer Allah’la beraber başkalarını da hatırlıyor,
başkalarının çözüm önerilerini de çağırıyor, ya da bazen Allah bazen de
başkaları çağrılıyor, veya meselâ bazı konularda Allah, bazı konularda da
başkaları çağrıştırılıyorsa bunun adına da şirk denir, Allah korusun. Meselâ
adam sabah namazının farzının kaç rekat olduğu konusunu Allah’a soruyor, o
konuda sadece Allah’ı çağırıyor, Allah’ı aklına getiriyor ama hukuku konusunda,
eğitimi, kılık-kıyafeti konusunda başkalarını çağırıyorsa işte bu şirktir.
19. “Allah'ın kulu Muhammed, O’na yalvarmak,
namaz kılmak için kalkınca, nerdeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine
girerlerdi.”
Abdullah kıyam edince. Rasulullah Efendimizin Kur’an-ı
Kerîm’de zikredilen beş isminden birisi de Abdullah’tır. Abdullah, Müzzemmil,
Müddessir, Ahmed ve Muhammed. Kimilerine göre Taha ve Yâsîn de Rasulullah
Efendimize hitap olduğuna göre bunlar da onun isimleridir.
Abdullah kıyam ettiğinde, Abdullah
doğrulduğunda, Abdullah dinle ayağa kalktığında, diniyle doğrulduğunda veya
dinini doğrulttuğunda. Ama ˜Y2²G«< dua etmeye yönelik doğrulduğunda,
Rabbine dâvetiye çıkarıp, Rabbinin arzularını çağırıp, çağrıştırıp O’nun dinini
ayağa kaldırmak, O’nun arzularını egemen kılmak için doğrulduğunda veya hayatını
düzenleyecek Rabbinden mesaj alacağı namaza doğrulduğunda, namaz için
doğrulduğunda yani kıyam ettiğinde, kıyamı gerçekleştirdiğinde, kıyama
kalktığında. Allah’ın Resûlü kıyama kalktığında:
Hemen neredeyse
onun etrafında keçelenivereceklerdi. Sanki onun etrafında böyle iç içe
giriverecekler, üst üste yığılıvereceklerdi. Sanki kıyam eden Allah Resûlü’nün
üzerine üşüşüvereceklerdi.
Bunun bir kaç mânâsı vardır:
1- Allah’ın Resûlü namaz kılmak için
doğrulduğunda onu dinleyen, onun okuduğu Kur’an’la tanışan cinler, “acaba ne
oluyor? Acaba ne yapıyor peygamber? Acaba ne okuyacak? Acaba bu kıyamın hedefi
ne? diye merak içinde Rasulullah Efendimizin yaptığını görebilmek, okuduğunu
duyabilmek için onun çevresinde âdeta keçeleşiverecekler, sanki onun üstünü
örtüverecekler, birbirlerinin üstüne bini-verecekler veya iç içe giriverecekler.
Cinlerin o andaki durumları anlatılıyor.
2- Kâfirlerin durumu anlatılmaktadır. Onlar da
bu işin peşindeydiler ya. Namaz imanın eylemiydi ya. Namaz imanın ispatı, namaz
imanın kıyamıydı ya. Namaz kişinin imanının dışa yansıyan bölümüydü ya. Namaz
imanın tezahürü ve görüntüsüydü ya. İşte Abdullah i-manını dışa taşımak,
taşırmak, imanını ilân etmek üzere namaza doğrulduğunda, tüm kâfirler bunun
mahiyetini öğrenmek için meraklarından onun etrafında
yığılıveriyorlardı.
3- Kâfirler, zalimler imanını açığa vuran,
imanının ilânı olan namazı gerçekleştiren Abdullah’ın bu imanını, bu dâvetini
yok edebilmek, boğabilmek için onun üzerine çullanıyorlardı. Çünkü kâfirler,
müşrikler o günlerde namazın peşindeydiler. Bir kişinin inanıp inanmadığını
namazla anlayabiliyorlardı. Öyle değil mi? Bir adamın mü’-min olup olmadığını
sadece bir namaz vakti içinde anlamak mümkündür. Çünkü kişi bu süre içinde
mutlaka namaz kılacak ve imanını dışa vuracaktır. Namaz mü’minin kimliğini okuma
makamıdır. Onun içindir ki o günlerde kâfirler namazın peşindeydiler ve Abdullah
namaza doğrulduğunda kâfirler onun çevresini sarıyorlar, onu bu işten
engelleyebilmek, onun kıyamını bitirebilmek için hileler, tuzaklar düşünüyor,
komplolar kurmaya çalışıyorlardı.
4- Abdullah sosyal hayattaki kıyamın maketi
olan namaza doğrulduğu, öteki kıyamın zeminini hazırlamak üzere namazın kıyamını
gerçekleştirdiği zaman çevresindeki mü’minler onun etrafında neredeyse
keçeleşivereceklerdi. Yani neredeyse önderlerini, liderlerini düşmanlarından
gelebilecek bir tehlikeye karşı koruyabilmek için onun etrafında etten kemikten
bir kale oluşturuveriyorlardı.
Kıyama inanan kişi, bu imanını eyleme
dönüştürmeyi becerince, tüm insan ve cin kâfirlerince hedef tahtası haline
gelirken, beri ta-rafta tüm insan ve cin mü’minlerinin desteğini de elde etmiş
olacaktır. Ama buna inanan kişi sadece inanmış, ama bu imanını eyleme
dönüştürmemişse, onun başı derde girmeyecek, silik şahsiyetli birisi o-larak
rahat bir hayat yaşayabilecektir.
5- Abdullah kıyama kalktığında, kıyamı
gerçekleştirdiğinde, etrafında yığınlarla gönüllü yiğit bulabiliyordu. Yani
kıyama inanan kişi bu imanının eylemini gerçekleştirmek üzere kıyama kalktığında
etrafında yığınlarla taraftar bulacaktır. İnsanlar etrafında keçeleşeceklerdir
onun. Bunun örneklerini yakın tarihimizde çok gördük. Uzağa gitmeye gerek yok,
koskoca Rus ordusuna karşı dört kişiyle başlayan bir Afgan kıyamının sonucunu
biliyoruz.
Demek ki bizler de imanlarımızın eylemini
gerçekleştirmek ü-zere kıyama yönelirsek, unutmamalıyız ki kimileri bizi
destekleyecek, kimileri de kösteklemeye çalışacaktır. Ama inanır ve imanın
eylemini gerçekleştirmezsek işte şu anda yaşadığımız gibi yaşar gideriz.
Destekçimiz de olmaz, köstekçimiz de.
Meselâ bir kadın örtünmeye inanıyor. İşte bu kadın bu
imanının eylemini gerçekleştirmek üzere kıyamı gerçekleştirip örtünüverdi mi,
elbette çevresinden kimileri destekleyecek, kimileri de köstekleyecektir. Ama
örtünmesi gerektiğine inanıp bu imanının eylemini, kıyamını gerçekleştirmese,
hiç de böyle şeyler olmayacaktır.
20. “Ey Muhammed! De ki: “Ben sadece Rabbime
yalvarırım ve O’na kimseyi ortak koşmam.”
“De ki ey peygamberim! Ben sadece Rabbime dua eder,
sadece Rabbime dâvetiye çıkarır, sadece Rabbimi çağırır, çağrıştırırım! Hasta
olup yatınca, beynim bulanıp karnım ağrıyınca, aç kalıp yorulunca, hanımlarımla,
çevremle bir problemim olunca hayatımın tüm problemlerinde ben sadece Rabbime
dua eder, Rabbimi çağırır, Rab-bimi çağrıştırırım!”
Meselâ bir kralın, bir devlet başkanının özel
bir berberi, özel bir doktoru, özel bir tamircisi, veya özel bir terzisi olsa.
Şimdi bu kralın bu konulardan herhangi birisiyle alâkalı bir problemi olsa ne
yapar? Kimi çağırır? Kimi çağrıştırır? İlk defa kimin çözümüne müracaat eder?
Elbette o konuyla alâkalı adamını çağırır değil mi sarayına? Meselâ giyim
problemi varsa, elbette kendi terzisini, yemek problemi var-sa kendi aşçısını
çağırır değil mi? İşte dua budur. İşte burada deniyor ki, “Peygamberim! De ki,
ben sadece Rabbime dua ederim. Problemlerimin çözümünde sadece Rabbimi
çağırırım, Rabbimin âyetlerini, Rabbimin çözüm önerilerini kafamda
çağrıştırırım.”
“Rabbimle beraber başkalarını da çağırarak asla
şirke düşmem. Rabbimin çözüm önerilerinin yanında başkalarının yasalarını da
çağırarak asla şirke düşmem de peygamberim. Ne Rabbimle birlikte başkalarını
çağırırım, ne de hayatımın bazı konularında Rabbimi, öteki konularında
başkalarını çağırarak şirke düşerim!”
Peki bu âyetler ışığında kendimizi bir
yargılayalım. Acaba şu anda bizler neyi ve kimi çağırıyoruz? Herhangi bir
problemle karşı karşıya kaldığımızda o problemin çözümüyle alâkalı kimlerin
çözüm önerilerini çağırıyoruz? İlk defa kimi hatırlıyoruz? Allah’ın âyetleri
hemen aklımıza gelecek kadar kafamızda canlı mı? Allah’ın çözüm önerisi olan
âyetleriyle ilgimiz ne kadar? Allah için bunu bir düşünelim. Bir de şunu de ki
peygamberim:
21. “De ki: “Ben size zarar vermeye de, iyilik
yapmaya da kadir değilim.”
“Yani ben ne bizzat sizi rüştte, hidâyette tutabilirim,
ne de size herhangi bir zarar verebilirim! Benim size zarar vermeye de, fayda
sağlamaya da gücüm yetmez. Bunun ikisi de Allah’a mahsus şeylerdir. Hidâyete
ulaştırma da, rüşte iletme de, zarar verme de sadece Rabbime aittir. Ne ben
yapabilirim bunu, ne de cinler. Allah’tan başkası yapamaz bunu.”
Sûrenin önceki bölümlerinde cinlerin güç
problemi anlatılmıştı, bakın burada da insanların en üstünü olan bir peygamberin
gücü ortaya konuyor. Zaten Kur’an’ın tüm hedefi budur. Kur’an, kulluğun sadece
Allah’a ait olduğunu, O’nun dışında ne cin, ne insan, ne peygamberin kulluğa
lâyık olmadığını anlatmak için gelmiştir. Kur’an’ın geliş sebebi de, peygamberin
geliş sebebi de işte budur.
“Sakın ha beni gözünüzde büyütüp Rabbime
yapmanız gerekenleri bana yapmaya kalkışmayın. Allah’la beni karıştırmayın. O’na
dua edecek yerde bana dua etmeyin. O’na sığınacak yerde, hidâyeti, rüştü ve
zararı sadece O’ndan bekleyecek yerde benden beklemeye kalkışmayın.”
Başka:
22. “De ki: “Beni kimse Allah’a karşı
savunamaz ve ben O’ndan başka bir sığınak bulamam.”
“Şunu da bilin ki beni Allah’tan hiç kimse kurtaramaz ve
ben Allah’tan başka sığınacak bir melce, bir kucak da bilmiyorum! Sizin gibi bir
insan, bir kul olarak ben Rabbimden başka ne bir sığınak, ne bir barınak
bilemiyorum, bulamıyorum. Ben böyle yaparken siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Beni
Rabbime ortak tutmaya, bana bende olmayan güç, kuvvet izafe etmeye mi
kalkışıyorsunuz? Yapmayın bu-nu.”
23. “Benim yaptığım yalnız Allah katından
olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğdir. Allah’a ve peygamberine kim karşı
gelirse ona, içinde sonsuz ve temelli kalınacak cehennem ateşi
vardır.”
Kur’an-ı Kerîm’de peygamberin fonksiyonunun ne olduğunu,
ne olmadığını en güzel bir biçimde anlatan bölümlerden birisi bu bölümdür.
“Ben sadece Rabbime dua ediyorum. Ben sadece
Rabbime kulluk ediyorum. Bir kul olarak benim işim Rabbimin bana ve size
u-laştırılmak üzere gönderdiği hayat programını, yaşam biçimini bizzat kendim
yaşamak ve size ulaştırmak, tebliğ etmek ve bu kulluğun nasıl uygulanacağını
bizzat size göstermek, örneklemektir.” İşte Allah’ın tüm kutlu elçilerinin
söylediği, yaptığı budur. Bunun içindir ki peygambere ya Nebi, ya da Resul
denir. Nebî haberci, Resul de elçi demektir. Allah’tan haber getirici olarak
peygamberin adı Nebi, ümmetine, toplumuna örnekliliği yönüyle de ona Resul
denir. Yani peygamberin Allah’la ilişkisinden, haberciliğinden ötürü adının
Nebi, insanlarla ilişkisinden dolayı da Resul olduğunu biliyoruz.
Kim ki Allah’a ve
Resûlü’ne isyan ederse onun yeri cehennemdir ve orada ebediyen kalacaktır.
Yazıklar olsun Peygamberi sadece bir posta memuru veya posta kutusu kabul
edenlere. Eyvahlar olsun Peygamberi sadece Nebi, yani haberci zannedip onun
Resullüğünü, elçiliğini görmezden gelenlere. Sormak lâzım bu adamlara: A-caba bu
âyette anlatılan peygambere karşı gelmek, peygambere isyan etmek ne anlama
gelecektir? Ne diyecekler bu âyete?
Bakın Rabbimiz diyor ki, “kim Allah’a ve
peygambere isyan e-derse. Yani Allah’ın dediklerini dinlemeyerek ve de
peygamberin sünnetine, uygulamalarına, örnekliliğine karşı gelirse o mutlaka
cehenneme gidecek ve ebediyen oranın konuğu olacaktır.”
24. “Sonunda, kendilerine söz verileni
gördükleri zaman, kimin yardımcısının daha güçsüz ve sayısının daha az olduğunu
bileceklerdir.”
Orada bu adamlar ateşi gördüklerinde, ateşi
boyladıklarında, cehenneme yuvarlandıklarında anlayacaklardır. Neyi
anlayacaklar? Kim daha azmış? Kim daha çokmuş? Kim daha güçlüymüş? Kim daha
güçsüz ve zayıfmış? Kimin sayısı azmış? Kimin sayısı daha çokmuş? işte o zaman
bunu görüp anlayacaklar.
Vah Müslümanlara! Sanki nüfus sayımcıları
olmuşlar. Çok şükür üç olduk, beş olduk, sekiz olduk hadi bakalım demeden
yanalar. Halbuki bir ülke, bir bölge düşünün. Meselâ New York. Kaç Müslüman var
orada? Sekiz kişi, on kişi. Peki bunlar çok mu azlar sizce? O yarın belli
olacak. Kim azmış, kim çokmuş? Bunu cehennemi görünce anlayacaklar. Kim daha
zayıfmış? Kim daha güçlüymüş? Kimin sayısı azmış? Kimin sayısı çokmuş? Kimin
yardımcısı güçlü, kimin yardımcısı zayıfmış? Bunu yarın anlayacaklar, diyor
Rabbimiz. Ama maalesef bunu anlayamayan Müslümanlar iman zaafına düştüklerinden,
cahilî güç anlayışlarına sarılmış nüfus sayımcıları olmuşlar. Sanki çoğalma,
azalma görevlileri. “Aziz efendim! Zayıfız! Güçsüzüz! Mustaz'afız ne yapalım?”
derdindeler. Çok mu, az mı olduklarını yarın anlayacaklar. Kim azmış, kim
çokmuş? Kimin yardımcısı güçlü, kimin yardımcısı güçsüzmüş, bunu yarın
anlayacaklar.
Allah’la beraber olan bir tek mü'min aslında tüm
dünyadan güçlüdür. Allah’a inanan bir tek mü'min aslında Âdem’le beraberdir,
Nuh’la beraberdir, tarihin derinliklerinde tüm peygamberlerle, tüm me-leklerle
ve tüm mü’minlerle beraberdir. Çünkü iman ehli asla yalnız değildir. Allah’a
inanmış bir tek mü'min karşısında bütün dünya dize gelecektir. Ama yeter ki o
mü'min kimlerle beraber olduğunun, kimin safında bulunduğunun farkında
olabilsin. Kimin safında olduğunu an-layan, yardımcısının Allah olduğunu bilen
ve buna iman eden bir mü’-min karşısında bütün dünya küçülecektir. Kendisinde
tüm dünyaya meydan okuma cesaretini bulabilecektir.
Öyleyse ey Müslümanlar! Sakın ha sakın
bulunduğumuz yerde, bulunduğumuz ülkede azdık, mustaz’aftık, güçsüzdük,
yapamıyorduk, beceremiyorduk demeyin. Azlığınızın ezikliği içine düşmeyin. Azlık
psikozu içine düşmeyin ve kimin safında olduğunuzu düşünün. Yardımınızda olan
Allah’ın gücünü, kuvvetini bir düşünün.
Bu âyetiyle Rabbimiz kendi safındaki mü’min
kullarına böylece bir destek, onların düşmanlarına da bir tehdit oluşturuyordu.
Müslümanlara, “kimin safında olduğunuzu bir düşünün” buyururken, kâfirlere de
sizler kiminle savaşa tutuştuğunuzu bir anlayın denilmektedir.
25. “Ey Muhammed! De ki: “Size söz verilen
yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır ben
bil-mem.”
Ne
bileyim ben? Nereden bilebilirim ki? Size vaad olunan gün yakın mı, uzak mı
nerden bileyim! Rabbinizin hayat programını yok farz ederek bir hayat
yaşamanızın, Rabbinize isyan etmenizin karşılığı olarak yakında belânızı
bulacaksınız! Yakında geberip Rabbinizin huzuruna gideceksiniz! Yakında
Rabbinizin imtihan için dünyada size tanıdığı süreleriniz bitecek! Bunu kesin
biliyorum, ama bu sürenin ne zaman biteceği konusunu ben bilemem. Bu sadece
Rabbimin bilebileceği gaybî bir konu olduğu için benim bunu bilmem mümkün
değildir, zaten bu bana gerekmez de.
Gerçekten peygamber adına hoş bir ifade. Dikkat
ederseniz sûrenin daha önceki bölümlerinde cinlerin güçlerinin, kuvvetlerinin ne
olup ne olmadığı anlatıldı. Biraz önceki âyetlerde de peygamberin gü-cünün ne
olduğu, ne olmadığı anlatıldı. Yine daha önceki âyetlerde cinlerin bilgileri
anlatıldı. Bakın burada da peygamberin bilgisi anlatılıyor. Cinlerin bir şey
bilmedikleri ortaya konurken, burada peygamberin de gaybı bilmediği, bu konunun
bilgisinin sadece Allah’a ait olduğu ortaya konuverdi.
26. “Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene
kimseyi muttali kılmaz.”
Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır ve gaybına da hiç
kimseyi müzahir kılmaz Allah. Hiç kimseyi gaybına muttali kılmaz. Onu hiç
kimseye öğretmez. Ancak:
27-28. “Ancak peygamberlerden, bildirmek
istediği bunun dışındadır. Rabblerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya
koymak için her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların
yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.”
Allah gaybını kimseye bildirmez, kimseye açmaz, kimseye
ez-dirip bozdurmaz; ancak Resuller, peygamberler işte onlar müstesna. Allah
onlardan razıdır ve onlara gaybını öğretir.
Arkadaşlar buradaki ¯”Y,«*²w¬8 deki
“min” min-i beyâniye’dir. Allah sadece razı olduğu elçilerine
gaybını ulaştırır, onlara gaybını zâhir kılar, onlar için gaybını açığa çıkarır.
Ama unutmayın ki, Allah, gaybını peygamberlerine öğretirken, bildirirken, bir
melek aracılığıyla peygamberlerine gaybî bilgilerini gönderirken, o meleğin de
etrafını çepeçevre gözetleyicilerle kuşattığını haber veriyor.
Bakın bu âyet-i
kerimede son derece açık bir şekilde Rabbimiz gaybını ancak seçtiği
peygamberlerine ulaştırdığını anlatıyor. Peygamberlerini gaybına muttali
kıldığını haber veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu
gaybî bilgilerin de melek vasıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu
haber veriyor. Bakın âyet-i kerime diyor ki, “unutmayın ki bu gaybını
peygamberlerine gönderirken, yani bu gaybî bilgileri melek vasıtasıyla
peygamberlerine gönderirken o meleğin etrafını da böyle çepeçevre
gözetleyicilerle kuşatır. Yani mümkün değil, yolda cinler, şeytanlar, hainler,
zalimler o meleğin önünü kessinler de, o elindeki Rabbinizin gönderdiği vahyi
alsınlar, kafasından, hafızasından onu söküp çıkarsınlar da başka bir bilgiyi
ona tutuşturup al şunu peygambere vahiy diye götür desinler. Bu mümkün değildir.
Bunu hiç kimse yapamaz. Çünkü:
Biz peygamberlere
vahiyle gönderdiğimiz meleğin önünü ve arkasını böyle gözetleyicilerle
kuşatırız, diyor Rabbimiz. Peki bunu ni-ye anlatıyor Rabbimiz? Niye bunu bize
kitabında haber verme gereği duymuş Rabbimiz? Ya da acaba neden gaybını kimseye
muttali kılmı-yormuş? Neden onu kimseye ezdirip bozdurmuyormuş Rabbimiz? Bakın
bundan sonraki âyetinde de onu şöyle açıklıyor:
Peygamberlerin
Rabblerinden aldıkları risâletleri tamamıyla tebliğ ettikleri bilinsin diye bunu
anlatıyoruz, diyor Rabbimiz. Ne anladık bundan?
Birincisi Peygamber bu konuda herhangi bir
şüpheye düşmesin diye. Yani acaba bu âyetler gerçekten Allah’tan mı geliyor,
yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en ufak bir şüpheleri, bir
tereddütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının kesinlikle Allah’tan
geldiğini bilsinler diye bunu böyle yaptık.
İkincisi, bir de peygambere ve onun kendilerine
duyurduğu âyetlere iman eden mü'minler acaba bunlar gerçekten Allah’tan mı,
yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük bir şüpheleri kalmasın diye biz bunu
böyle yaptık, diyor Rabbimiz. Âyetin son kısmı bunu da-ha net
anlatıyor:
Gerek peygambere gelenleri, gerekse ona vahiy
getiren meleğin yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmiş, tamamını saymışız,
diyor Rabbimiz. Yani mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy getiren melek
onların bir kısmını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir bölümünü size haber
versin de, işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun tamamını âyet âyet,
kelime kelime, harf harf saymışız, bilmişiz, diyor Rabbimiz.
Bu âyetten anlıyoruz ki Peygamberlere
bildirilen gayb, Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir. Demek ki
peygamberimize bildirilen gaybî bilgiler, Kur’an’da Rabbimizin ona bildirdiği
bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi? Hayır,
peygamberler de gaybı bilemezler. Peygamberler, Allah’ın kendilerine bu kitapta
bil-dirdiklerini bilir diyeceğiz.
Demek ki Allah, Cebrâil vasıtasıyla
peygamberine bir kısım gaybî bilgilerini bildirmiştir.
Meselâ Resûl-ü Ekrem önceden Yakup oğullarının
Mısır’a gi-diş hadisesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılışını,
Yu-suf’un Mısır’da satılışını, sonra zindana atılışını, sonra Allah’ın izniyle
devletin başına geçip babası ve kardeşlerinin, yani İsrailoğullarının Mısır’a
yerleşmesini bilmiyordu da Allah kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra buyurdu
ki:
“Ey Peygamberim! Bunlar sana vahy ettiğimiz gayb
haberlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit sen yanlarında
değildin.”
( Yusuf: 102 )
İşte Peygamberimizin bildiği gaybî haberler de
bu vahy edilen haberlerdir. Yani Allah’ın şu kitabında haber verdiği gaybî
bilgilerdir. Çünkü Allah’ın Resûlü kendisine bu kitap gelmeden önce bunların
hiçbirisini bilmiyordu da, Allah bu kitabı sayesinde ona bildiriverdi. Allah’ın
Resûlü daha önce namaz, abdest, cennet, cehennem, kıyâmet, hesap, kitap, haşır,
neşir nedir bilmiyordu da Allah tüm bunları kitabında bildiriverdi. Resul-i
Ekrem daha önce kendisi için gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın,
Resûlü’ne bildirdiği ve Rasulullah’ın da bildiği gayb birimleri bunlardır.
Bizler de şu anda onların tümüne iman ediyor, imanımızla biliyor ve teslim
oluyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder