Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
74., Nüzûl sıralamasına göre 4., Mufassal sûreler kısmının altıncı grubunun
altıncı ve son sûresi olan Müd-dessir sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 56’dır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Rahmân ve Rahim olan Allah’ın
adıyla
1. Ey örtüye bürünen Muhammed! 2. Kalk
da uyar. 3. Rabbini yücelt. 4. Giydiklerini temiz tut. 5. Kötü şeyleri terke
devam et. 6. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. 7. Rabbin için sabret.
8-10. Sur’a üflendiği vakit, işte o gün, inkârcılara kolay olmayan bir gündür.
11-14. Ey Muhammed! Tek olarak yaratıp, kendisine bol bol mal, çevresinde
bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi Bana bırak.
15. Bir de verdiğim ni-metten artırmamı umar;
16. Hayır hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı son derece inatçıdır.
17. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. 18. Çünkü o, düşündü, ölçtü biçti. 19.
Canı çıkası, ne biçim ölçüp biçti! 20. Canı çıkası; sonra yine ne biçim ölçüp
biçti! 21. Sonra baktı. 22. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. 23. Sonra da
sırt çevirip büyüklük tasladı. 24-25. “Bu sadece öğretilegelen bir sihirdir. Bu
Kur’an yalnızca bir insan sözüdür” dedi. 26. İşte bu adamı yakıcı bir ateşe
yaslayacağım. 27. Yakıcı ateşin ne olduğunu sen nerden bilirsin? 28. O, ne geri
bırakır ne de azaptan vazgeçer. 29. İnsanın derisini kavurur. 30. Orada on dokuz
bekçi vardır. 31. Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır.
Sayılarını bildirmekle de, ancak inkâr edenlerin denenmesini ve kendilerine
kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve inananların da imanlarının
artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilenler ve inananlar şüpheye
düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkârcılar: “Allah bu
misa lle neyi mu-rad etti?” desinler.
İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir.
Rabbinin ordularını ken-disinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten
ibarettir. 32-37. Hayır hayır, öğüt almazlar. Ay’a, dönüp gelen geceye,
ağarmakta olan sabaha andolsun ki, içinizden öne geçmek veya geri kalmak isteyen
kimseye, insanoğlunu uyarıcı olarak anlatılan cehennem büyük olaylardan biridir.
38. Herkes kazancına bağlı bir rehindir. 39-42. Ancak, defteri sağdan verilenler
böyle değildir; onlar cennettedirler. Suçlulara: “Sizi bu yakıcı ateşe
sürükleyen nedir?” diye sorarlar. 43. Onlar derler ki: “Namaz kılan-lardan
değildik.” 44. “Düşkün kimseyi doyurmuyorduk.” 45. “Bâtıla dalanlarla biz de
dalardık.” 46. “Ceza gününü yalanlardık.” 47. “Ölüm bize o haldeyken geldi.” 48.
Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez. 49. Öyleyken, bunlara ne
oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? 50-51. Aslandan ürkerek kaçan yabanî
merkeplere benzerler. 52. Hayır; her biri önüne açılıvermiş sahifeler
verilmesini is-terler. 53. Hayır; daha doğrusu ahiretten korkmazlar. 54. Hayır;
şüphesiz bu Kur’an bir öğüttür. 55. Dileyen kimse öğüt alır. 56. Allah
dilemeksizin öğüt alamazlar. O, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır ve
bağışlanmaya daha ehildir.”
Alak
Sûresinin ilk âyetleri nâzil ol duktan sonra vahiy kesilmişti (fetretü'l-vahy)*
Rasûlullah (s.a.s), buna çok üzülmüş ve âdeta ne ya-pacağını şaşırmıştı. Cabir
İbn Abdullah (r.a.), vahyin gelmediği o dö-nemden söz ederken Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle söylediğini rivayet eder: "Bir gün yolda yürüyordum. Aniden
gökten bir ses işittim. Başımı kaldırdığımda, daha önce Hira mağarasında
gördüğüm o meleği, yerle gök arasını dolduran bir kürsüde oturur vaziyette
gördüm. Dehşete kapılarak, hemen eve döndüm. "Beni örtün, beni örtün" diye
bağırıyordum. Evdekiler beni örttüler. Bunun üzerine Allah tarafından bu; "Ey
örtünen" ayetiyle başlayan süre nâzil oldu."
Mekke
müşriklerinin Peygamber (s.a.s)'e karşı tavır koyarken içinde bulundukları
açmazı ilginç bir şekilde ortaya koyan diğer bir ri-vayet de şöyledir: Hac
günleri gelmiş, tüm Arap yarımadasından topluluklar Mekke'ye gelmeye başlamıştı.
Mekkeli müşrikler telaş içerisinde, insanları Hz. Peygamber (s.a.s)'den nasıl
uzak tutacaklarının yollarını arıyorlardı. Kendileri, Kur'an-ı Kerim'in çarpıcı
ilâhî üslubu karşısında çaresiz kaldıkları için, bu ilâhî mesajı duyan
insanların etkilenip Peygamber'e uyacaklarından endişe ediyorlardı. Bunun
üzerine Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden olan Ebu Leheb, Ebu Süfyan,
Velid İbn Muğire, Nadr İbn Haris vb. Daru'n Nedvede toplandılar. Aralarında şu
konuşma geçti. "Hac günleri geldi. Arap kabilelerinin elçileri gelmeye başladı.
Üstelik onlar, hakkında bir şeyler duydukları Muhammed'in söylediklerini
soruşturup duruyorlar. Siz ise, onun hakkında farklı farklı şeyler
söylüyorsunuz. Kimi deli, kimi kâhin, kimi de şa-irdir diyor. Ancak her Arap
bilir ki, bunların hepsinin bir tek kimsede bulunması mümkün değildir. Onun
için, herkesin kullanacağı tek bir kelime üzerinde karara varalım. Onlardan
birisi kalkıp; "şairdir diyelim" dedi. Velid buna itiraz ederek şöyle dedi: "Ben
bir çok şâir dinledim. Muhammed'in hiç bir sözü onlara benzemiyor" "Öyleyse
kâhin-dir diyelim" dediler. Velid; "kâhin bazen doğru söyler, bazen de yalan
söyler. Muhammed asla yalan konuşamaz" diyerek yine itiraz etti. Bu defa akıl
hastasıdır diyelim dediler. Velid tekrar itiraz ederek şöyle de-di: "Akıl
hastaları insanlara saldırır. Muhammed asla böyle bir şey
yap-madı".
Velid
ayrılarak evine gitti. Oradakiler Velid'in şirkten döndüğünü zannettiler. Bunun
üzerine Ebu Cehil, doğruca Velid'in evine giderek ona; "Abdu'ş-Şems! Sana neler
oluyor! Kureyş bir şeyde ittifak ediyor, sen karşı çıkıyorsun. Onlar da senin,
delil getirerek dininden döndüğünü zannettiler" dedi. Velid; "Benim bu iş için
de(ile ihtiyacım yoktur" dedi ve ekledi: "Ben iyice düşündüm, o neden bir
sihirbaz ol-masın? Çünkü onun, babayla oğlun, kardeşle kardeşin, karıyla kocanın
arasını açtığını, onları birbirinden ayırdığını duydum ve onun mutlaka bir
sihirbaz olduğuna karar verdim". Bu sözü Mekke'de yaydılar. Bunu duyan halk;
"Muhammed sihirbazdır" diye bağırmaya başladı. Rasulullah (s.a.s), bu
söylenenleri duyunca üzüntü içerisinde eve döndü ve elbisesinin içine büzülerek
yattı. Bunun üzerine; "Ey örtülere bürünen " ayeti nâzil
oldu.
Bu
olay, Mekke müşriklerinin ve sonraki çağlarda hayatlarını İslâm düşmanlığına
adamış inkârcıların içinde bulundukları çelişkili ruh yapılarını ortaya koyması
açısından ilginçtir. Görüldüğü gibi Velid b. Muğire; "Muhammed asla yalan
konuşmaz" dediğinde bunu, oradaki herkes susarak onaylamıştı. Bu aynı zamanda
Peygamber (s.a.s)in getirdiği ilâhî mesajın da tasdik edilmesi anlamını taşır.
Bir kimsenin yalan söylemesinin imkansızlığını kabul etmek, söylediklerine
inanmayı zorunlu kılar. O halde, müşriklerin inkarlarında ısrar etmelerinin
sebebi nedir? Bir kimse, zâhiren ne kadar katı bir şekilde in-karda bulunursa
bulunsun; Allah'ın takdir ettiği dünyevî ve uhrevî gerçeklerin somut olarak
kuşatması altında olduğu hissinden kendini as-la kutraramaz. Öyleyse o, Allah'a
karşı, bir ölçüde bilinçli bir başkaldırı içindedir. Kâfirlerin bir takım
dünyevi çıkarlardan dolayı inkar ederek isyanda bulunmaları, onların birer zalim
olmalarına sebep olmuş; bu da İslâm'la aralarına onu anlamalarını engelleyen bir
perde oluşturmuştur.
Onların,
küfürlerinde ısrar edişlerinin sebebi, İslâm'ın gerçekliği hakkındaki
şüphelerinden kaynaklanmıyordu. Riyaset ve zenginlikleri, böbürlenmelerine,
kendilerini diğer insanlardan üstün görmelerine sebep oluyordu. Toplumun
akıllarınca en şereflileri kendileri olduğuna göre, Allah Teâlâ'nın peygamberlik
gibi yüce bir görevi kendilerinden birine vermesi
gerekirdi.
Câhiliye
yaşamının pisliklerinin körelttiği akılları, Muhammed (s.a.s) gibi zenginliği ve
riyaset iddiası olmayan mütevâzı birine risâ-letin verilmesini idrak edemiyordu.
Ona karşı olan hased ve kıskançlıkları, sapıklıklarında inat etmelerine sebep
oluyordu. Bu, Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir: "Hayır! (Onların inanmaları
anlamadıklarından değil) her biri kendilerine ayrı ayrı sahifeler verilmesini
ister" (52).
Sûre
daha başlangıçta, insanları şirkin ve zulmün karanlığından, zorbaların
tahakkümünden kurtarıp hidayete ulaştırmak için Ce-nab-ı Allah'ın peygamber
olarak seçtiği o nezih kulun şahsında bütün mü'minlere sesleniyor: "Kalk ve
insanları uyar" (2). Bu hitap kıyamete kadar mü'minlerin kulağında
çınlayacaktır. Allah Teâlâ, müslümana daldığı derin uykudan, büründüğü örtüden
sıyrılıp, cehenneme doğru sürüklenen insanları Allah'ın dinine döndürmek için
cihada ve mücadeleye girişmeyi, bu yolda karşılaşılacak meşakkatlere hazır
olmayı emrediyor.
Bu
işe başlamadan önce, bedenî ve ruhî bir ön hazırlığın olması gereklidir. Allah
Teâlâ, bu terbiyeyi ihtiva eden emirleri verirken vurguladığı noktalar, bir
müslümanın cihad yolculuğunda yaşaması gereken hayatın üzerine bina edileceği
temel unsurları da bize sunmaktadır: "Rabbini yücelt! Elbiseni temizle! Azaba
götürecek şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin(in
rızası) için (müşriklerin eziyet ve sıkıntılarına şimdilik) sabret!"
(3-8).
Daha
sonra, inkarcıların Allah Teâlâ'nın verdiği nimetlere karşılık nankörlük
göstererek, açık delillere inatla direnmeleri zikredilip kâfirler için çok çetin
bir gün olan diriliş gününde yaptıkları her şeyin hesabının kendilerinden
sorulacağı haber veriliyor: "Ben onu sarp yo-kuşa (cehennemdeki saûd azabına)
sardıracağım" (17).
Bundan
sonra gelen ayetlerde, kafirler, Peygamber (s.a.s)'i yalanlarken yapmış
oldukları akıl dışı hesaplar kınanarak, ilâhi lânetle lânetlenmektedirler.
Onlar, Peygamber (s.a.s)'e akıllarınca bir sıfat yakıştırıp Kur'an-ı Kerim'i de
insan sözü olarak nitelediler. Bu tipler için öteki kâfirlerden farklı olarak
özel bir cehennem hazırlanmıştır: "Ben onu Sakar’a sokacağım"(26). Allah Teâlâ,
kasem ederek onun azabını kimsenin yalanlayamayacağını cehennemin, yaşayışında
geri kalan veya ileri gidip azgınlaşan kimseler için bir uyarı aracı olduğu
vurgulanarak, Âhirette cennetle ödüllendirilenlerin, cehennemliklere, bu duruma
düşmelerine neyin sebep olduğu yolundaki sorusuna verilen cevaplar gözler önüne
serilmek suretiyle gaflet içerisinde olanlar uyarılmak isteniyor. Onlar bu
soruya şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara bir şey
yedirmezdik" (Muhammed hakkında kötü sözler söylemeyi) dalanlarla birlikte
dalardık. Ta ki ölüm bize gelinceye kadar (bu halde
kaldık)"(43-47).
İnkarcıların
İslâm'a karşı cinneti andıran davranış biçimlerinin tutarsızlığı anlatılır ve
onlar için hiç bir kurtuluş ümidinin olmadığı belirtilerek, Kur'an'ın, aklını
kullanabilenler için bir öğüt olduğu ve insanların ondan öğüt alıp almamakta
serbest davranabilecekleri bildirilir: "Kim dilerse ondan öğüt alsın" (55).
Sûreyi, Allah Teâlâ, insanın kaderinin kendi elinde olduğunu, İslâm'a karşı
büyük cürümler işleyenlerin hidayet olunmayacakları; doğru yola iletilenlerin
ise buna layık oldukları için, İslâm'la nimetlendirildikleri gerçeğini bütün
çıplaklığı ile ortaya koyan şu ayet-i kerime ile bitiriyor: "Allah dilemedikçe
de öğüt alamazlar. İşte o (öğüt alan, Allah tarafından) korunmaya da layık
olandır" (56).
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tanımaya başlayabiliriz. Rabbim
gereği gibi anlayıp amel etmeyi hepimize nasip buyursun.
1. “Ey örtüye bürünen
Muhammed!”
Müzemmil’in başında söylenenler burada
da geçerlidir. Allah’ın Resûlü eve döndüğünde ya “Zemmilûnî” demiş, üstü örtülmüş,
veya “Dessirûnî” demiş ve üstü
örtülmüştü. “Ey örtüsüne bürünen! Ey başını yorganının altına çeken! Gizlenen,
saklanan, rahata meyleden” gibi kinaye mânâlara da muhtemel olan bir kelime
olarak Rasulullah anlatılıyor. Bu, “ey elbisesini giyip namaz için doğrulmaya
çalışan, namaza davranan! Ey Risa let elbisesini giyinen!
Risa let yükünü yüklenen!” mânâlarına
da gelmektedir.
Ey örtünen, bürünen peygamber! Kim
örtmüştü Rasulullah’ın üstünü? Hatice örtmüştü belki, çevresi örtmüştü, veya
arkadaşları, şehri örtmüştü. Halbuki mesaj alandı Rasulullah. Kur’an’la tanışan,
onun getirdiği hayatı kendisine din kabul eden birisi olarak ortaya çıkmıştı
Rasulullah, ama bunu sadece kendi hayatında uygulamış, ya da sadece kendi
şahsında, kendi hayatında sergilemişti bunu. İşte bu sûre bunun topluma
yansımasını emredecek, Rasulullah’ın kendi şahsında uyguladığını dışa
taşımasını, taşırmasını isteyecekti.
Öyleyse “Ey gece kıyam eden! Ey gece
Allah’tan mesaj alıp gündüz ne yapamayacağını bilemeyen Peygamber! Ey Müzemmille
Nebî olup, nübüvvet elbisesini giyip, şimdi de Müddessir’le de onu dışa taşıması
gereken Peygamber! Gece kıraat etmesi gerektiğini an-layan, bunu kendisine din
kabul eden, ama bunu sadece kendi dünyasında, kendi hayatında yapan
kişi!”
2. “Kalk da
uyar.”
Şöyle de anlaşılabilir bunun mânâsı:
“Ey bürünüp yatan! Ey bunun korkusunu çeken! Ey kendisine güvenemeyen! Ey ne
yapacağı konusunda atak davranamayan kişi! Ey köşesine çekilen kişi! Kalk ve
uyar! Kalk ve inzar et!”
Rasulullah öyleydi, bilemiyordu,
kıvranıyordu, korkuyordu. Ben bu işin üstesinden nasıl gelirim? Bunu insanlara
nasıl ulaştırırım? İn-sanlar beni dinlemez! diye korkuyordu. Hiç kimsesi yoktu,
yalnızdı, kimsesizdi, güçsüzdü, parasızdı, malsızdı. Ya da bilge değildi,
filozofluğu yoktu. Eski dilleri bilmezdi, okur-yazarlığı yoktu. Ne yapacağını,
nereden başlayacağını bilmiyor, köşesine çekilmiş üzerini örttürmüş bekliyordu.
Cenâb-ı Hakk diyor ki:
“Ey örtünüp bürünen! Kalk ve uyar! Veya
ey İslâm’ın görüntüsü, örnek şahıs olarak, insanlara İslâm’ın görüntüsü olarak
peygamberlik elbisesini giyen! Bu örnekliği üzerine kisve edinen peygamber!
Kalk, bu örneklik kisvenle görün! Onunla kıyam et! Azimle işine başla!”
Buna göre, Müddessir, Rasulullah’ın
önceden bilinen bir sıfatı değildir. Yani bu âyetler gelmeden önce ne
Rasulullah’ın "Müzemmil" olduğu biliniyor, ne de "Müddessir" olduğu biliniyor.
“Efendim onun â-detidir, sünnetidir, kenara bir müddet çekilmiştir, ormana
gitmiş, dağa, bayıra çekilmiştir. Binaenaleyh bizler de böyle bir süre bir
tenhaya, insanlardan uzak bir köşeye, inzivaya çekilmek zorundayız” sözleri
bâtıldır. Tarihen Rasulullah Efendimizin böyle bir durumu sabit değildir. Sadece
Peygamberliğe başladığı günlerde olmuştur, o kadar. Bizler de şu anda
peygamberlik beklemediğimize göre bizim için böyle bir şey söz konusu
değildir.
Ey Müddessir! Müzzemmil’le birlikte
söyleyecek olursak, ey gece kalkıp Kur’an okuyan, ama gündüz ne yapacağını
bilemeyen peygamber! Ey Müzzemmil’le "Gündüz senin için uzun bir uğraş var"
mesajını alan, ama bunun ne demek olduğunu, nasıl bir uğraş, nasıl bir yüzüş
olduğunu bilemeyen peygamber! “Kalk ve inzar et!" Kalk ve uyar! Kalk ve
insanların cennet, ya da Cehennem yolunda olduklarını onlara
duyur!
emriyle alâkalı Müzzemmil’de epey
bir şeyler demiştik. Müzzemmil’e “Ayağa kalk! Kıyam et! Muhatap olduğun dinle
beraber ayağa kalk! İnancınla ayağa kalkıp görün! Ya da dini ayağa kaldır! Kalk
ki uyarasın!” gibi mânâlar verilecektir.
“Peygamberim! Kalk ve uyar! Kalk ki
uyar! Kalk ki uyarasın! Kalk ki uyarabilesin!” İnzarın hem cennetle hem de
cehennemle alâkalı olduğunu biliyoruz. İnzarın iki boyutudur cennet ve cehennem.
Meselâ sadece cehennem boyutunu veya sadece cennet boyutunu söylemek eksiktir.
Bunun ikisini birden söylemek zorundayız. Meselâ “namaz kıl, cennete gidersin”
demek eksik bir uyarıdır. “Namaz kıl, cennete gidersin ama, cehennemden de
kurtulursun” demek lazımdır. Veya “içki içme, cehenneme gidersin!” demek
eksiktir. “İçki içme, ce-henneme gidersin, ama cenneti de kaybedersin” demek
doğrudur. Çünkü cennete gitmek ayrı bir nimet, cehennemden kurtulmak ta ayrı bir
nimettir. Veya cehenneme gitmek ayrı bir azap, ama cenneti kaybetmek de ayrı bir
azaptır. Bakın Âl-i İmrân sûresinde Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Onlara elîm bir azap müjdele!”
Elim azap müjdelenmez değil mi?
Elîm bir azap müjde konusu değildir. Anlıyoruz ki buradaki tebşîr, azap haberi
olmaktadır. Onlara elîm bir azabın haberini ver demektir bunun mânâsı. İnzarda
da aynı şeyi görüyoruz. Yani dış görünüşü itibariyle bir müjde gibi görünse de,
aslında o korkutma demektir. Meselâ Rasulullah Efendimiz Buhârî hadislerinden
birinde diyor ki:
“Cennette kamçı kadar bir yer
dünya ve içindekilerin tümünden daha hayırlıdır.”
Düşünebiliyor musunuz? Kamçı
kadar bir yer ne olur? Hem in-ceciktir, hem düzensizdir, hem de kullanım alanı
olmayandır. Ama cennette o kadarcık bir yer bile dünya ve içindekilerden çok
daha ha-yırlıdır, diyor Allah’ın Resûlü. Yine aynı hadisin devamında Rasulullah
diyor ki:
“Sizin akşam ve sabah Allah
yolunda cihad etmeniz (cehd-ü gayret için, İslâm’ın izzet ve şerefini,
Müslümanların namus, iffetlerini, neslini, aklını biraz gayret etmeniz) dünya ve
içindekilerinin size verilmesinden daha iyidir.”
İşte bu bir uyarıdır, bu bir
inzardır, ama müjde türünde bir inzardır aslında. Yani dikkat edin ha! Bak böyle
yaparsanız neleri kazanıyorsunuz, böyle yapmazsanız neleri kaybediyorsunuz! deme
adına bir inzardır bu.
Bir kıyam emridir. Ama bazen ayağa
kalkarak, bazen sürünerek, bazen yedirerek, bazen gizlenerek İslâm’ın emirleri
icra etme, ayağa kaldırma emridir.
Kalk ve azmet! Kalk ve işe başla! Kalk
ve inzar et! Kalk ki uyarabilesin! Anlıyoruz ki uyarının yolu, kalkmaktan
geçmektedir. Uyarabilmenin yolu, kıyamdan geçmektedir. Eğer biz kalkmamışsak,
kalka-mamışsak, yani kıyamı gerçekleştirememişsek, uyarının anlamı yoktur.
Kalkamamışsak uyarmamız da mümkün olmayacaktır. Kalkınca uyarılır. “Kalk!” ve
arkasından “uyar!” deniliyor.
Kıyam neydi? Kıyam gece kalkıp vahiyle
bütünleşmekti. Gece vahiyle beraber olmaktı, Allah’la diyalog içinde olmak,
Allah’ın dediklerini anlamaya çalışmaktı. Müzzemmil’de anlatıldığı gibi gece
kalkıp “Ve Rattili’l Kur’ane”yi
gerçekleştirmekti. İşte eğer bizler bu kı-yamı gerçekleştirebilirsek, gece
kalkıp Allah’la istişareyi, Allah’ın âyetleriyle birlikte olmayı
gerçekleştirebilirsek, işte o zaman insanları uyarabileceğiz demektir.
Unutmayalım ki gece kalkıp Allah vahyiyle diyalog kuramamışsak, gündüz insanları
uyarma imkânımız da olmayacaktır. Öyle değil mi, neyle uyaracağız bu insanları?
Ne duyuracağız o zaman bu insanlara?
Eğer Rasulullah peygamberlik yükünü
yüklendiği için insanları uyarmak zorundaysa, biz de eğer peygamberin ümmeti
olma yükünü, şerefini, izzetini, teklifini yüklenmişsek, işte bunu omuzumuzda
hissederek biz de kıyam edecek ve arkasından insanları uyaracağız. Nere-de?
Nişanda, düğünde, dernekte, dükkânda, okulda, çarşıda, pazarda, panayırda, yani
dış dünyamızda insanları uyaracağız. Bir de kendi iç dünyamızda, hanımımızla,
annemizle, babamızla, komşumuzla, kendi iç dünyamızda kendi kendimizi de
uyaracağız.
Sanki Müzzemmil ile ferdî planda kulluk
anlatılırken, Müddes-sir ile de sosyal kulluk anlatılıyor. “Ey Müslüman kişi,
sen kendin kıyam edip, kendi kendini inzar ettiğin gibi, başka insanların kıyamı
için de zemin hazırlamalısın! Onlara da hakkı, hakikati duyurmalısın! Sen kendin
cehennemden korunduğun gibi onların da cehennemden korunmalarını sağlamalısın!”
diyor Rabbimiz. Sonra uyarının şöyle olduğunu anlatır:
3-6. “Rabbini yücelt. Giydiklerini
temiz tut. Kötü şeyleri terke devam et. Yaptığın iyiliği çok görerek başa
kakma.”
Birincisi:
“Rabbini büyükle! Rabbini yücelt!
Büyüklüğün, yüceliğin ancak Rabbinin şanından olduğunu, küçüklüğün, horluğun,
hakirliğin Allah’tan başkalarına ait olduğunu ilân edip tüm dünyaya haykır! Ama
önce kendin kabul et bunu! Sadece buna iman değil, bunu amel, söz, fiil, tavır
olarak ortaya koy!” denilmektedir.
İşte İslâm’ın ortaya konulmasının bel
kemiği budur. Kıyamın şartı budur. Kıyamın hedefi budur. Dikkat ederseniz
namazın kıyamına kalkınca da: “Allahu Ekber” diye başlıyoruz.
Hattâ biliyoruz ki Allah-u Zül-Celâl kendi isimlerinin, kendi sıfatlarının
mahlukâtı üzerinde görülmesine sevinirmiş de, yalnız ‘kibriya’ sıfatına razı
olmazmış. Yani büyüklük ancak Allah’a aittir. Kibriya sadece Rabbimize aittir,
O’-nun dışında herkes küçüktür. Meselâ, Allah Hamîd’dir. Ben de Hamîd olmaya,
yani övülmeye, övgüye lâyık olmaya çalışabilirim. Veya Allah Rezzak’tır. Rızkı
veren sadece O’dur. Ben Rezzak olamam ama benim elimde olan rızkı birilerine
vermeye çalışırım. Allah Tevvâp’tır. Tevbeleri, dönüşleri kabul edip affedendir.
Ben Tevvab olamam ama ben de Rabbimin sıfatını üzerimde taşıyıp birilerini
affetmeye çalışabilirim. Allah Settar’dır. Ben de birilerinin ayıplarını,
kusurlarını örtmeden yana bir tavır sergileyebilirim. Allah Rahmândır, ben
Rahmân ol-mam, olamam ama ben de rahîm olarak merhametli olmaya, ya da merhamete
lâyık olmaya çalışırım. Ama Allah Ekberdir, Kebirdir, Kibriya sıfatı vardır
O’nun, ben bunu anladıkça, ben bunu kavradıkça küçücük olurum. Küçüldükçe
küçülür, âciz olduğumun farkına varırım. İşte Allah karşısında kişinin mutlak
takınması gereken tavır budur.
Ötekileri gücüm yettiğince
üzerimde taşımaya çalışacağım. Meselâ Allah "Ehad" mı? Ben de öyle olacak mıyım?
Evet, kimse ba-na yardımcı olmasa da, yeryüzünde kimse Allah’a kulluğa yönelmese
de tek başıma ben de Allah’a kulluk etmeye çalışacağım. Ya da Rab-bime, Rabbimin
istediği kulluğu icra etmede en önde olmaya, en önde gitmeye çalışacağım. Allah
Şâfî mi? Ben de şifayı Allah’tan bekleyen, ama birilerine dağıtan biri olacağım.
Lâkin Allah’ın büyüklüğü ko-nusunda küçücük olmaya
çalışacağım.
Hatta Allah’ın Resûlü’nün bu âyet
geldikten sonra hemen: “Allahu Ekber” Allah en büyüktür
dediği, Hz. Hatice annemizin de Rasulullah Efendimize uyarak “Allahu ekber” dediği ve ona ilk
desteği verdiği rivâyet edilir. Ama tabi ki bu, bunu sadece dille söylemek
anlamına gelmeyecektir. Diliyle “Allahu Ekber” deyip hayatıyla bunu
yalanlamak hiçbir değer ifade etmeyecektir. Diliyle her gün, her namazında “Allahu Ekber” dediği halde “Filan
spor en büyük, başka büyük yok!” diye bağıran kişi, Allah’ı büyüklemiyor
demektir.
Çünkü İlâhlaştırılanlar büyüktür. Kişi
neyi İlâh kabul etmişse onu kendinden büyük kabul ettiği için sözünü dinler.
Şehvetini mı İlâhlaştırdı? Annesini, babasını mı ilâhlaştırdı? Karısını mı?
Liderini, şeyhini, reisini mi İlâhlaştırdı? Onu, sözü dinlenecek varlık bildi de
ondan. Yani büyük kabul etti de ondan.
Öyleyse Allah büyüktür, başka büyük
yok! Hangi konuda? Her konuda. Ekonomik sorunların çözümünde mi? En büyük Allah!
Allah’a sorulacak, Allah’a baş vurulacak. Siyasal bakış açısı geliştirmede mi?
Allah en büyük. Sosyal ilişkilerde mi? Allah en büyük. Kılık-kıyafet konusunda
mı? Allah en büyük. Hukuk konusunda mı? Allah en büyük. Aklınıza ne geldiyse
Allah en büyük, Allah en büyük… Hayatın tüm problemlerinin çözümünde Allah en
büyük, başka büyük yok! Câsiye’de de şöyle buyuruyor
Rabbimiz:
“Göklerde ve yerde azamet O’nundur, O,
güçlüdür, Hakimdir.”
(Câsiye 37)
Göklerde ve yerlerde kibriyâ,
göklerde ve yerlerde büyüklük sadece O’na aittir. Allah en büyüktür. Allah tek
büyüktür, başka büyük yok. Hangi konuda? Her konuda. Her konuda en büyük
Allah’tır. Ekonomik sorunların çözümünde mi? En büyük Allah’tır. Eğitim
problemlerinin halledilmesinde mi? Allah en büyük. Hukuk belirleme konusun-da
mı? Allah en büyük. Siyasal bakış açısı geliştirmede mi? En büyük Allah. Aile
planlamasında mı? En büyük Allah. Sosyal yasaların belirlenmesinde mi? En büyük
Allah. İnsanla alâkalı, varlıklarla alâkalı ak-lınıza ne geldiyse her konuda
Allah en büyüktür. Çünkü Allah, kendisinden başka İlâh olmayandır, Allah tek
İlâhtır.
İnsanların hayatında
İlâhlaştırılanlar en büyüktür. Kişi neyi İlâh kabul etmişse onu kendisinden daha
büyük kabul ettiği için, sözü din-lenecek varlık, yasaları uygulanacak varlık
bildiği için onu İlâh kabul eder ve onun sözünü dinler. Meselâ kişi şehvetini mı
İlâhlaştırdı? Toplumunu mu İlâhlaştırdı? Çevreyi mi İlâhlaştırdı? Reisini,
ağasını, patronunu mu? Tağutlarını mı? Onu kendisinden büyük ve sözü dinlenecek
varlık bildiği için İlâhlaştırmıştır.
Allah en büyüktür, Allah tek büyüktür,
kibriya sadece O’na ait-tir. Çünkü kâinattaki tüm varlıkları yoktan yaratan
O’dur. Her şeyi meydana getiren O’dur. Hayatı yaratan O’dur.
Ama siz bilirsiniz, eğer yeryüzünde
Allah’tan başka büyükler kabul eder ve onlara itaat etmeye kalkarsanız, onları
Allah makamına koyarak onların kanunlarını uygulamaya çalışır, “Efendim bunlar
sanat büyükleri, bunlar ilim büyükleri, bunlar hukuk, bunlar siyaset
büyüklerimiz, bunlar devlet ve yönetim büyüklerimiz, bunlar hikmet, bunlar
tevbe, bunlar sığınma ve şefaat büyüklerimiz” diyerek Allah dışında kendinize
bir takım büyükler bulur da Allah’a yapılması gerekenleri onlara yapmaya
kalkışırsanız, bilesiniz ki o zaman Allah Azîz ve Hakîmdir, sizden intikam
almasını, sizi yerin dibine batırmasını da bilir.
En büyük Allah, tek büyük Allah’tır.
Şöyle biraz yükseğe çıkın. Meselâ şöyle bir uçağa binip 1000-2000 metre gökyüzüne yükselin, içinde
yaşadığınız şu şehrin ne kadar küçüldüğünü göreceksiniz. Biraz daha yükselin,
değil insanların, şehrin bile karınca kadar küçüldüğünü göreceksiniz. Aya gidin,
yıldızlara gidin, daha ötelere, gidebildiğiniz kadar gidin. Dünyanın bir nokta
bile kalmadığını hissedeceksiniz. Şimdi böyle minnacık bir dünyanın içinde,
minnacık bir şehrin içinde, minnacık bir evin içinde kendi yerinizi, kendi
varlığınızı bulmaya çalışın. Böyle küçüldükçe küçülen bir dünyanın içinde, bir
şehrin içinde, minnacık bir evin içinde ben kendimi bir şey zannedip
sinirlenmişim, ayaklarımla kapıları tekmeleyip camları kırmışım, ne ki bu? Ne
önemi var ki bu benim yaptıklarımın?
Unutmayın ki daha ötelerin de
sahibi, kürsînin de, arşın da sa-hibidir Allah. Ne kadar küçüldük değil mi? Bir
noktanın trilyonda biri bile kalmadı değil mi dünya? Öyleyse Allah büyük, başka
büyük yok! Allah büyük, alemler küçüktür. Allah büyük, dünya küçüktür. Allah
bü-yük, biz küçüğüz. Peki biz ne zaman büyürüz? O büyükle diyalog ku-runca, O
büyüğün büyüklüğü ile irtibata geçince, büyükler büyüğüne kulluğa yönelince,
büyükler büyüğünün desteğini kazanınca, büyükler büyüğünün safında olunca.
Öyleyse Allah’ı büyükleyelim ve Allah’la beraber olmaya
çalışalım.
Hayatın her alanında Allah’ı söz sahibi
kabul ederek Allah’ı büyükleyelim. Hayata Allah’ı karıştırmamaya çalışan tüm
şeytanları ve şeytan sistemlerini reddederek Allah’ı tekbir edelim. Hayatımızın
tümünde Allah’ı büyükleyelim. Malda ve canda Allah’ı söz sahibi kabul ederek,
Allah için maldan ve candan geçerek Allah’ı tekbir edelim. Hayatımızın tümünü
O’nun emrine vererek Allah’ı büyükleyelim. “Mal da, can da senindir Allah’ım!
İşte kes dedin kesiyorum! Ver dedin, malımı yoluna kurban ediyorum! Yarın
inşallah canımı da yoluna feda edeceğim! Sen şahit ol ki ben buna hazırım ya
Rabbi!” diyerek Allah’ı büyükleyelim. Kılık-kıyafet konusunda Allah’ın
istediğini tercih ederek Allah’ı büyükleyelim. Kazanma, harcama, çocuklarımızın
eğitimi, hukuk konusunda ve tüm konularda yeryüzünde büyüklenen tüm
müs-ekbirleri, tüm sahte tanrıları ve tanrıçaları küçülterek Allah’ı
büyükleyelim. Sonra:
4. “Giydiklerini temiz
tut.”
“Elbiseni de temizle! Elbiseni de
tertemiz eyle! Esvabını, elbiseni de artık temizle
peygamberim!”
Elbise kelimesi şu anlamlara
gelir:
1. Vücumuzu dış alemden koruyan,
saklayan giysidir. Burada anlatılan elbise acaba şu bizim üzerimizdekiler mi,
değil mi, onu bilmi-yoruz. Eğer bunlar da elbise sayılacak olursa, o zaman buna
göre meselâ mayo da elbise olacak veya tül perdeden giyilen de elbise
sa-yılacaktır. Nedir elbise öyleyse? Elbise, kişinin vücut hatlarını örtecek,
kişiyi örtücü olan şeydir. Allah diyor ki, “Peygamberim, elbiseni de
te-mizle.”
İşte bu âyetten dolayı diyorlar ki,
İslâm öncesi ne müşriklerde, ne ehl-i kitap arasında elbise temizliği diye bir
şey söz konusu değildi. İlk defa elbise temizliğini gündeme getiren İslâm’dır.
Bakıyoruz şimdi de öyledir. Namaz kılan Müslümanların dışında dünyanın hiçbir
yerinde elbise temizliği diye bir şey yoktur. Evet birinci mânâsıyla bizzat bu
âyetin şu üzerlerimizdeki elbiselerin temiz tutulması anlamında bir emir
olduğunu zikrettik.
2. Elbise, iffet ve namus mânâsına da
gelir. Meselâ Türkçe’de kullanılan, “Eteği kirli”, “Eteği temiz” veya “Uçkuruna
düşkün” gibi söz-ler, elbiseyle ilişkin ama namus ve iffeti çağrıştıran
ifadelerdir. “Öyley-se ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcusu
Müslümanlar! Elbiselerinizi temizleyin! Yani eteklerinizi temiz tutun!
Uçkurlarınıza sahip çıkın! Namuslarınıza, iffetlerinize sahip olun! Namussuz ve
iffetsizler olmayın!” anlamına gelecektir bu emir.
3. Elbise, kişinin ahlâk ve faziletini
anlatır. Elbiseyle ahlâk ve fazilet kastedilir. Hani "Üzerime bu güne kadar fısk
ve fücur elbisesi giymedim!" veya "Dalkavukluk, dangalaklık, kisvesine bürünme!"
diye bir laf kullanılır. İşte bu da elbise mânâsına gelmektedir ve bu konuda da
Rabbimiz bizden temizlik istemektedir. Ahlâk temizliği ve fazilet
örnekliliğinize dikkat edin denilmektedir.
Buna göre atalarımız, “elbiseni ne
zulmen ne de masiyet üzerine giyme! Elbiseni masiyet elbisesi olarak giyme,
zulüm elbisesi ola-rak ta giyme!” demişlerdir. Böylelikle bu, o elbisenin
altında bir zâlim olmasın, bir fâsık olmasın anlamına gelecektir.
a. Yani giyiniş modelin, giyiniş
hedefin masiyetten, isyandan kaynaklanmasın. Giyiniş modelin ve hedefin
takvadan, Allah için yap-maktan, Allah için yaşamaktan kaynaklansın. Filanların
yanında açmaktan, kocanın yanında kapatmaktan yana olmasın deniliyor ki, bu-nun
ikisi de masiyettir, ikisi de günâhtır.
b. Birde bu elbisenin içinde zulüm
yapma! Masiyet işleme! Ya-ni öyle bir elbiselen ki, öyle görüntüyle açığa çık
ki, o elbisenin içinde bir zâlim, bir asi bulunmasın, diyor
Rabbimiz.
c. Veya elbiseni helâl olan bir
kazançtan yapmaya çalış. Helâl ve temiz olmayan bir kazançtan olmasın elbisen.
Çünkü sen o elbisenin içinde Rabbine kulluk yapacaksın. Haramdan kazanılmış bir
elbiseyle yapılan ibadeti Allah kabul etmez. Anlıyoruz ki elbisenin temiz olması
demek, paranın, kazancın temiz olması demektir.
4. Elbise, siyab, bizzat kişinin
kendisi anlamına gelir. Yani kişinin dışı söylenir de, içi kast edilir. Elbiseni
temizle emri, kendini temizle anlamına gelir. Her türlü maddî ve manevî, görünür
ve görün-mez pisliklerden kendimizi temizlememiz, arındırmamız isteniyor
bizlerden.
5. Kişinin karısı, kızı için de elbise,
libas sözü kullanılır. Öyley-se elbiseni temizle, elbiseni temiz tut demek,
karının, kızının namusunu, iffetini koru, onları namuslu, iffetli hale getir
anlamına gelecektir. Çünkü bakıyoruz Bakara sûresinde kadınlarımız için Rabbimiz
“libas” kelimesini kullanıyor:
“Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz
de onlar için elbisesiniz.”
(Bakara
187)
a. Elbise kişiyi örter ve onu dış
etkenlerden korur. Kadınlarınız da sizi örtüp haramdan korumaktadırlar. Sizler
de kadınlarınızı örtüp onları haramlara düşmekten
korursunuz.
b. Kadınların kocaları, kocaların da
kadınları için elbise olmaları, temiz olmaları ve sahibine has olmaları anlamını
da ihtiva etmektedir. Elbise, temiz olmalıdır. Kadın temiz olmalıdır, kadın
afife, erkek de iffet sahibi olmalıdır. Kadın sadece kocasına, kocası da sadece
karısına ait olmalıdır. Kadının başkalarına gitmesi de, erkeğin başkalarına
uzanması da mümkün değildir.
c. Elbisenin insan vücuduna yakınlığı
neyse, karı-kocanın da birbirlerine yakınlığı da odur. Kadın kocasına, koca da
karısına tıpkı elbisenin vücuda yakınlığı gibidir. Libas, esasen onların bizi
haramdan korumaları, bizim de onları haramdan korumamız demektir. Onların bizi
Allah’a kulluğa yönlendirmeleri, bizim de onları kulluğa yönlendirmemiz
demektir. Müslümanlar dinlerini hanımlarıyla tamamlarlar. Hanımlar da
kocalarıyla tamamlarlar. Onlar onlara örtü, onlar da onlara örtüdür. Hayatı
birlikte yaşarlar ve birlikte Allah’a kulluğa har-carlar.
Eğer kadınlarımız bizim için örtü
olacaklarsa o zaman onları çok iyi eğitmek zorundayız. Bizi örtecek, bizi
koruyacak biçimde onları eğitmek zorundayız. Hem kendimizi eğitmeli, hem de
kadınlarımızı eğitmeliyiz. Yani verdiğimiz kararlarda, uygulamalarımızda, cennet
yolunda ne onlar bize ayak bağı olmalılar, ne de biz onlara ayak bağı olmalıyız.
Demek ki kadınlarımızı, kızlarımızı da
temizlemek zorundayız. Bu Müslüman olarak bizim yapmamız gereken en temel
görevlerimizden biridir. Bir hadisin beyanına göre yarın cennetin kapısında
şöyle bir yazı yazılacakmış: “Buradan deyyûslar giremez!” Ne
demektir deyyûs? Namusunu kıskanmayanların, karısına, kızına birinin yan gözle
bakmasına göz yumanların, karısına birisinin farklı bakmasına tahammül
edenlerin, Cennete giremeyeceklerini anlıyoruz. Öy-leyse Allah için evlenmek
üzere kızlarımızı verdiklerimize, eğitmek üzere onları kendilerine teslim
ettiklerimize biraz dikkat etmeliyiz. Aslında kendimiz eğitmemiz gerekirken
madem ki bunu yapmıyor, götürüp birilerine teslim ediyoruz, bu teslim
ettiklerimizin dinine, imanına, namusuna iffetine dikkat etmek
zorundayız.
Arkadaşımızın kadınların eğitimi ile
sorduğu soruyla alâkalı burada Hz.
Ayşe annemizden Nesâi’de nakledilen bir hadis okuyup üzerinde kısa
bir açıklama yapalım inşallah.
“Bir kadın Rasûlullah Efendimize
elinde tuttuğu bir mektubu uzattı, Allah Resûlü elini çekiverdi. Kadın; ey
Al-lah’ın Resûlü, size bir mektup uzattım almadınız dedi. Ra-sûlullah Efendimiz
bunun üzerine buyurdu ki; “Kadın eli mi yoksa erkek eli mi olduğunu anlayamadım”
Kadın dedi ki; elbette kadın eli. Rasûlullah buyurdu ki; “Peki sen kadın
olsaydın ama tırnaklarına kına yakardın”
Buyurdu.
Demek kadınların ellerine, tırnaklarına kına yakmaları gerekiyor, sanki
kadınlıklarının şiarı olsun diye. Peki o eller açıkta kalacak da insanlar o
kınalı parmakları mı seyredecekler? Onları seyredip zevk alacaklar anlamına bir
yanlışa mı kapı aralayacak bu? Öyle değil tabii. Demek ki Rasûlullah Nesâi’de
böyle bir beyanda bulunuyor bize. Peki erkek eli olsaydı ne yapacaktı? Belki
musafaha edecekti, ya da elinden alırken dokunabilecekti, ama kadın eli olunca
ona göre titiz davranacaktı, bunu karşıdakine uyarıyor.
Sâd
Bin Ebi Vakkas peygamber Efendimizle beraber Hz. Ömer efendimizin bir hatırasını
bize naklediyor. Hz. Ömer Efendimiz Rasûlullah Efendimizin yanına girmek için
izin istiyor. Onun yanında Kureyşten bir kısım kadınlar da vardır. Kendisiyle
yüksek sesle konuşup ondan bir şeyler istiyorlarmış. Hz. Ömer Efendimiz içeri
girmek için izin isteyince hemen kadınlar kalkarak perdeye doğru koşuyorlar.
Rasûlullah Efendimizde izin verip Ömer efendimiz içeri giriyor. Bu arada
Rasûlullah Efendimiz gülüyor. Ömer efendimiz; “Allah gülme günleri versin ey
Allah’ın Resûlü” diye bunun sebebini soruyor. Rasû-lullah Efendimiz buyuruyor
ki; “Şu benim yanımdakilerin durumlarına güldüm. Senin sesini duyunca hemen
perdeye koştular”. Ömer Efendimiz de; “Ey Allah’ın Resûlü, onların çekinmelerine
sen daha lâyıksın ama” deyince, dönüp kadınlara da şunu söylüyor: Ey kendi
canlarına düşman olanlar, Rasûlullah’tan çekinmiyorsunuz da benden mi
çekiniyorsunuz? Bunun üzerine oradan kadınlar şöyle cevap veriyorlar: Evet sen
Rasûlullah Efendimizden daha sert ve haşinsin. Rasûlullah aleyhisselâm; Canım
elinde olan Allah’a yemin olsun ki şeytan sana bir caddede rastlamış olsa
mutlaka yolunu değiştirirdi” buyurur.
Bu
hadis kadınların peygamber efendimizle ve Ömer efendimizle beraberliğini
anlatıyor. Rasûlullah Efendimiz ve Hz. Ömer kadınlarla beraberliğinde iki kıstas
çıkarıyorlar karşımıza, iki ölçü veriyorlar. Ya da erkekler olarak düşününce,
acaba bugünün erkekleri Hz. Ömer efendimiz gibi mi davransa, yoksa peygamber
aleyhisse-lâm gibi mi davransalar? Veya kadınlar erkeklerin yanında Hz. Öme-r’in
yanında durdukları gibi mi dursalar, yoksa Hz. Peygamber Efendimize karşı
aldıkları tavrı mı alsınlar? Böyle bir soru aklımıza geliyor bu hadisten dolayı.
Ne dersiniz ey kadınlar, erkeklerin yanında sanki o erkek peygamberimiz miş gibi
mi davransanız, yoksa Ömer miş gibi mi tavır alsanız? Galiba erkekleri de ikiye
ayırmanız gerekmez mi burada örnek kadınlar da olduğu gibi. Yâni eğer o kadınlar
peygamber efendimizin yanında da Ömer efendimizin yanında oldukları gibi
davransalar, bu defa o zaman peygamber efendimize bakışları yanlış olacaktı.
Peki Rasûlullah Efendimizin yanında davrandıkları gibi Hz. Ömer efendimizin
yanında davransalar bu defa da Ömer efendimiz adına kanaatleri yanlış olacaktı.
Öyleyse görüyoruz ki Resûl Efendimizin onaylamasıyla o kadınların her iki
davranışları da güzel ve yerindedir.
Ya
bize, yani size düşen ne ola ki? Babanızın, amca ve dayınızın, dede ve dedesinin
yanında, oğul ve torununuzun, erkek yeğeninizin yanında, erkek kardeşinizin
yanında, kayın pederinizin, süt babanızın, süt kardeşinizin yanında, süt oğlunuz
gibi size nikâhı düşmeyen erkeklerin yanında Rasûlullah Efendimiz gibi
davranabilirsiniz. Neden davranabilirsiniz? Şartlı, kayıtlı söyledim. Tabi
insanların her birinin babası, amcası, dayısı, dedesi, oğlu, torunu veya erkek
kardeşi hep İslâm’ın istediği biçimde şefkat ve merhametle kızına, kız
kardeşine, halasına, teyzesine o tür bir bakış açısına sahip olmayabilir. İmanı
bozuk, İslâm’ı bozuk, ihsanı bozuk, dini, inancı bozuk insanlar olabilir, ahlâk
ve namus anlayışları bozuk insanlar olabilirler. Onları saf dışı edip kenara
almak için böyle bir tabir kullanmayı hissettim. Ama hani genel geçer bir kural
olarak namus ve iffet duygusuna sahip, kızını kızı bilen, kardeşini kardeşi
bilen, onun namus ve iffetine sahip olmayı görev bilen birisinin yanında elbette
kadınlar sanki Resûl-i Ekrem Efendimizin yanındaki kadınlar gibi davranmalılar
ve rahat etmeliler. Ama onun dışında kendilerine nikâh düşen erkeklerin yanında
eğer bulunmak zorundalar ise ciddi olsunlar, ya da bulunmamaları gereken
noktadalar ise bulunmasınlar.
Peki
ya siz erkekler, kadınların yanında peygamber gibi mi davranacaksınız, yoksa
Ömer efendimiz gibi mi? Yâni peygamber Efendimizin yanındaki kadınların
rahatlığı sizin yanınızda da olsun mu kadınlara? Yoksa Hz Ömer gibi kadınlar
sizin geleceğiniz yerden kaçsınlar mı? Sokağa giriyorsunuz, bakıyorsunuz sokakta
hattâ bir başka erkekle konuşan kadınlar dağılıveriyorlarsa, bu sizin
kötülüğünüz an-lamına mı gelecek, yoksa Ömer Efendimize benzemenin şuuruyla
bi-raz rahatlayacak mısınız? Galiba İslâm dininin yanınızda rahat etme-lerine
dair hükmü bulunan kadınlar sizin yanınızda rahat etsinler, sizler Rasûlullah
Efendimizin rahatlatması unsurunu üzerinizde taşı-yın, onlar size rahat
davransınlar, soracaklarını sorsunlar, isteyecek-lerini rahat istesinler. Yâni
yeğenleriniz, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz veya anneleriniz,
nineleriniz yanınızda rahat edebilsinler. Onun dışındakilere karşı sizin biraz
haşin, biraz sert davranmanız bel-ki onların hayrına olacaktır.
Bu
hadis bana başka bir konu anlattı. Belki sizin de dikkatinizi çekmiştir. Yâni
bir müslüman peygamberin yaptığını da yapacak, ama izin verdiğini de
yapabilecektir. Peygamber efendimizin hayatında o-lan tüm hal ve hareketleri,
tavır ve davranışları, kavil ve fiilleri hepsini üç ana bölümde
değerlendiriyoruz.
1:
Rasûlullah Efendimizin söyledikleri, konuştukları, ifade ettikleri ki bunlara
kavli sünnet diyoruz.
2:
Rasûlullah Efendimizin yaptıkları, fiilleri, davranışları, eylemleri,
hareketleri ki bunlara fiili sünnet diyoruz.
3:
Bir de Rasûlullah efendimizin izinleri, kabulleri, takrirleri, yâ-ni karşı
çıkmadığına dair işaretler bulunan hareketleri ki buna da takriri sünnet
diyoruz.
İşte
sünnete uyma çabasında olan bir müslüman peygamberimizin fiili sünnetine uyduğu
zaman ne kadar sünnete uyduğu kabul edilirse, takriri sünnetine uyduğu zaman da
aynen o kadar sünnete uygun hareket etmiş olacaktır. Meselâ yaygın bir
ifadesiyle kertenkeleyi Rasûlullah efendimiz bizzat kendisi yememiş, yâni fiili
sünnete uyan birisi onu yemeyecektir. Ama Allah’ın Resûlünün sofrasında
yenmiştir ve peygamber onu yiyenlere laf etmemiştir, öyleyse onun takriri
sünnetine uyarak bir başkası da yemişse ona da âfiyet olsun, onun yaptığı da
sünnete uygundur diyoruz.
Buradan
hareketle şimdi de Rasûlullah efendimizle Hz. Ömer Efendimizin hareketlerine
bakıyoruz. Biri kadınlara farklı, diğeri farklı davranıyorlarsa ben acaba
kadınlara sünnete uygun nasıl davranmalıyım? Bu örnekten anladığım kadarıyla
eğer yanımdaki kadınlar pey-gamber
yanındaki kadınlar konumundalarsa ben onlara peygamber gibi davranacağım, yok
eğer Ömer yanındaki kadınlar durumundalar-sa o zaman da ben onlara Hz. Ömer gibi
davranacağım. Yâni benim yanımda bulunan kadınlar Rasûlullah Efendimizin yanında
bulunması konumunda olan kadınlarsa ve ben Hz Ömer gibi davranıyorsam, haksızlık
etmiş olacağım, tersiyse o da haksızlık ve zulüm olacaktır elbette.
Peki
insanlara din öğretme makamında olanlar, insanlara kitap ve sünnet, Allah ve
peygamber tanıtma konumunda olanlar hep peygamber makamında gibi mi saymalılar
kendilerini? Ben işte bu konuda sanki Hz. Ömer gibi davranılması gerektiğini
özel vurgulamak istiyorum. Şahsen kendi adıma söyleyeyim, eğer ben kadınlara da,
tanıdığım tanımadığım ümmetin kadınlarına din anlatmak, kitap ve sünnet duyurmak
makamında isem, akrabalar dahil, komşular dahil Hz. Ömer Efendimizin tavrını
sergilemek zorundayım. Çünkü töhmet makamından kaçmak zorundayız. Daha ciddi
olmak zorundayız. Ama bu ciddiyetin din anlatmaya engel olmaması gerektiğine de
inanıyorum. Yâni kadınlara da din anlatmak zorunda olduğuma inanıyorum. Ama
halama, ama teyzeme bir şeyler söyleyeceksem orada da peygamber efendimiz tavrı
makamında olmam gerektiğine inanıyorum.
Evet,
Allah’ın dinini anlatmak konumunda olan insanlar elbette kadınlara da erkeklere
de anlatsınlar, ama kadınlara anlatırken biraz daha ciddi, biraz daha dikkatli
olsunlar.
Evet, elbise dedik, elbiseni temiz tut
dedik ve söz buraya kadar uzadı. Kadınlarınızı temizleyin, kadınlarla
ilişkilerinizi temizleyin dedik. Bütün bunların dışında eğer burada kastedilen
başta dediğimiz gibi, bizzat üzerimizdeki elbiselerimizin temizliği ise, o zaman
bu elbiselerimizin temizliği iki anlama gelecektir:
a. Tip olarak, şekil olarak,
biçim ve model olarak temizliği,
b. Madde olarak
temizliği.
1. Avret yerlerini kapatmayan, ya da
belli eden, ya da şeffaf hale getiren veya işte şu bizimkiler gibi kemana kılıf
çeker gibi giyilen elbise, temiz değildir. Tip olarak vücut hatlarını tamamıyla
örten, saklayan elbiseler temizdir, diğerleri temiz değildir.
2. Madde olarak temizliği de elbisenin
maddesinin, madde-i aslîyesinin temiz oluşunu anlatır. Meselâ, domuz derisinden
yapılan bir elbise ne kadar da tip olarak uygun olsa da, temiz değildir. Ya da
idrarın, kanın, lekenin, pisliğin, domuz leşinin üzerinde taşındığı bir el-bise
temiz değildir. Elbise hem tip, şekil olarak avret yerlerini tümüyle örtücü
olacak, maddesi temiz olacak ve de satın alındığı para temiz
olacak.
İslâm’ın elbiseye de karıştığını
anlıyoruz buradan. Zaten İslâm’ın karışmadığı bir konu yoktur. Bizimle ilgili
her konuya karışır İslâm.
6. Elbise bir de kişinin onunla
büründüğü çevresi demektir. “Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcuları, çevrenizi temizleyin, etrafınızı temiz tutun,” diyor Rabbimiz.
“Ortamı temiz tutun, çevrenizde pisler, pislikler varsa, ahlâksızlar, hayâsızlar
varsa, hıyanet ve cinâyet şebekeleri, cehalet içinde olanlar varsa, işte
onlardan da kendinizi çekip çevirin şöyle, bulaşmayın onlara,” diyor Rabbi-miz.
Ey peygamberim! Amelini ıslah et!
Ahlâkını güzelleştir. Veya bir başka mânâsıyla, o ortamı düşünürsek elbiseni
kısalt, elbiseni sı-ğa ve topla, mânâsınadır. Yani, “kolları sıvayıp, etekleri
toplayıp işe giriş! İşe başla!” anlamına gelecektir. “Peygamberim! Eteklerin
sağa-sola dolaşıp durmasın. Çamur mu karacaksın? Defter mi düreceksin? Para mı
kazanacaksın? Din mi duyuracaksın? Tebliğ mi yapacaksın? Cihada mı gideceksin?
Hadi durma ne yapacaksan eteklerini topla! Kolları sıva ve işe başla! İşe koyul”
diyor Rabbimiz.
5. “Kötü şeyleri terke devam
et.”
Bakın burada bir hicret emri daha
geliyor. Müzzemmil’de de böyle bir hicret emri veriliyordu Rasulullah
Efendimize. Orada:
“Peygamberim onlardan güzel bir
ayrılışla ayrıl!” deniyordu, burada da bir hicret emri var. Demek ki ilk
dönemlerde İslâm’ın çift çift gelen ilk emirleriydi bunlar.
Bakıyoruz İslâm’ın ilk günlerinde nâzil
olan Alak sûresinde iki defa:
“Oku” emrinin geldiğini
görüyoruz.
Sonra hemen arkasından
bir
Daha geliyor.
Sonra:
İki kere de oku emri geliyor.
Yine bakıyoruz Müzzemmil’de bir
Emri, bir kıyam emri gelirken,
ikinci olarak burada da bir
Kıyam emri daha geliyor. Sonra
orada bir hicret emri
Gelirken, burada ikinci defa bir
hicret emri geliyor:
Yine çift emirlerden birisinin de
sabır konusunda verildiğini görüyoruz. Müzzemmil’de de sabret deniyordu, burada
da biraz sonra sabret peygamberim denilecek. Öyleyse anlıyoruz ki bunlar ısrarla
Rasulullah’a yol gösterici emirlerdir, İslâm’ın ilk rükünleridir ki çift çift
gelmişlerdir.
”Kötü şeyleri terke devam et
peygamberim!” diyor Rabbimiz. Ama dikkat ederseniz az evvel de demişti bunu
Rabbimiz:
Elbiseni temizle buyurmuştu.
Anlayabildiğimiz kadarıyla önceki âyet gözle görülen pislikleri, bu ikincisi de
gözle görülmeyen pislikleri anlatıyor. Rics kelimesinin birkaç mânâsı
vardır:
1. Rics, put, putlar demektir. “Ey
peygamberim, çevrendeki putları, ya da insanların putlaştırdıkları putları, aslı
put olan veya sonradan put özelliği olan tüm putları temizle! Hepsini ortadan
kaldır” demektir. Rics, esnâm veya evsân demektir. Öyleyse senin putla,
putçulukla ilgin alâkan olmasın, demektir.
2. Rics, günâh, şirk, zünûp ve azap
anlamına gelir. Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, sizler
bütün bunlardan, Allah’ın azabını ve gazabını gerektiren şeylerin tümünden
hic-ret edin! demektir bunun mânâsı.
3. Rics, şeytan anlamına gelir ki,
senin şeytanla ilgin kalmasın, demektir. İkisini birleştirince şöyle diyeceğiz:
Madde planında bulabildiğin, görebildiğin her tür pislikten ve de mânâ planında
anlayabildiğin put, şirk, küfür, nifak, günâh, şeytan gibi veya putların,
putçuluğun değişik biçimde görünümleri gibi her şeyden kendini uzak tut,
onlardan ayrıl.
Babalarımızın yanlışlarından,
annelerimizin huysuzluğundan, toplumun gayr-i İslâmî düşüncelerinden,
komşularımızın ahlâksızlığından veya bize empoze edilen İslâm dışı hayat
programının tümünden hicret edeceğiz, uzaklaşacağız. Bir de ricsten, putlardan,
putçuluklardan, şeytandan, şeytanetten uzaklaşacağız.
Eğer bütün bunları amel etmek, iman
etmek ve hayatlarımızı bunlarla düzenlemek üzere okuyor, laf olsun diye
okumuyorsak öyley-se biraz biraz taşınalım bulunduğumuz ortamlardan, alanlardan.
Biraz biraz hicret etmeye çalışalım bulunduğumuz alanlardan. Hangi alanlarda
bulunuyorduk? Mal-mülk alanında mıydık? Moda ortamında mıydık? Ekran alanında
mıydık? Nerdeydik? Nereye yerleştirmiştik kendimizi? O yerleşim alanlarımızı
İslâm’ın istediği yerleşim alanlarına biraz biraz değiştirelim, yani hicret
edelim.
Buraya kadar Rabbimiz dedi ki: “Ey
Peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Elbiseni temizle! Elbiseni,
bedenini temiz tut! Amelini temizle! Zira ameli temiz olana iyi elbiseli denir.
Yahut kal-bini tüm kötülüklerden ve isyanlardan temizle! Yahut nefsini tüm
haksızlıklardan temizle! Aileni, ehlini temizle! Vaaz ve irşad yoluyla onları
tertemiz ve iffetli hale getir! Kızlarına afif Müslümanları seçerek kızlarını
temizle! Oğlanlarına da afife kızları bularak onları onlarla evlendirerek
temizle! Yahut da kadınların temiz zamanlarında onların önlerinden faydalanarak
kadınlarını temizle! Yahut ahlâkını güzelleştir! Ya da dinini temizle! Yani
şirki, pisliği, putları terk et!” Zaten Allah’ı en bü-yük bilen kişi elbette en
büyük pislik olan putları ve tüm sahte Rableri ve İlâhlaşanları terk
edecektir.
6. “Yaptığın iyiliği çok görerek başa
kakma.”
Az verip çok şey bekleme! Yaptığın
iyiliği çok görüp iyilik yaptığın kimsenin başına kakma! Veya daha iyisini
beklediğinden dolayı sen insanlara iyilikte bulunayım deme! Yani “kaz gelecek
yerden tavuk esirgenmez” mantığıyla hareket etme! Ben bunu bir kere arabama
bindirirsem, bu bana araba hediye edecek, diye bir beklenti içine girme!
Hareketlerini bunun üzerine kurma peygamberim!
Yaptığın işi çok görerek başa kakma!
Veya sen çok iyiliğe lâ-yıksın zannederek hareketini öylece düzenleme! Yaptığın
iyiliklerden ötürü karşındakini minnet duygusu altında tutma! Az verip çok şey
bekleme! Hem toplumsal planda, hem de Allah’a karşı görevlerinde öyle davranma!
Meselâ namazımızı kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz, elbette Allah bizi cennete
koyacaktır değil mi, diyerek az yaptığın kulluğun karşılığında tam kulluğun
gereği olan cenneti garanti görme!
Bir böyle,
bir de sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattın diye iki çay
içirmesini bekleme! Ya da aferin demesini bekleme! Tebliğ ettim, duyurdum diye
hemen karşındakilerin hayatlarını değiştirmelerini bekleme! Çünkü o insanlar
senden başkalarını dinliyorlar, senin kitabından başkalarının kitaplarını
okuyorlar, başkalarının kitaplarından bilgileniyorlar. Bir anda senin
anlattıklarını kabule yanaşmalarını bekleme, sabırla anlat onlara, diyor
Rabbimiz.
Veya “ben, işte kırk yıldır namaza
devam eden, elli yıldır ab-destsiz yere basmayan, yirmi yıldır hacceden, otuz
yıldır kürsülerse vaaz eden, şu kadar yıldır hatimler eyleyen biriyim” falan
deme! Alimler, üç aylar orucunu tutmak yasak diyorlar. Çünkü İslâm’da olmayan
bir şeydir bu. Adam ben 12 yıldır üç aylar orucu tutuyorum diye övünüyor. Zaten
yapman gerekmezken yapmışsın, bari ağzını tutsaydın da öğünme vesilesi
yapmasaydın.
“Öyleyse amelinle nazlanma! Ya Rabbi,
senin için şöyle yaptım, böyle uğraştım diyerek yaptıkların konusunda öğünmeye
kalkışma. Bir de Allah’ın emirlerini, tekliflerini çoğumsayarak hayırda zaaf
gösterme!” mânâsına geliyor. Hayırda yarışacağız, hayır konusunda zaaf
göstermeyeceğiz. Malda hayır, eylemde hayır, amelde hayır peşinde olacağız.
Allah’ın bizden istediği bütün bu hayırları çok zannederek bu kadarını da nasıl
becerebilirim? diye zaafa düşmeyeceğiz. Rasûlullah’tan ve onun şahsında
bizlerden bunu istiyor Rabbimiz. Allah senden hayır istemişse, bilesin ki onlar
senin yapabileceğin cinsten hayırlardır. Senin gücünün yetmediği hayırları
istemez Allah. Senin gücünü, kuvvetini, takatini bilir Allah. Öyleyse içki
içmemedeki hayrın, zinaya yaklaşmamadaki hayrın, gayret etmedeki veya
sakınmadaki hayrın hep gücün nispetinde emredilen hayırlar olacaktır.
Bir de bu ifadenin Rasulullah’a özgü
bir mânâsı var: “Sakın nübüvvet konusunda ecir bekleme! Bu konuda bir beklentin
olmasın ha sakın!” demektir. Yani, “ben bu insanlara İslâm’ı duyuruyorum,
nü-büvvet ortaya koyuyorum, bana bunun karşılığında ücret vermeliler”
beklentisine girme! “Ben bu insanlara Müddessir anlatıyorum, Bakara sûresini
duyuruyorum, öyleyse bunlar bana bal yedirsinler, baklava ikram etsinler!”
demeyeceğiz. Maalesef ama maalesef, hoca efendiler burada çok yanarlar gibi.
Öyleyse bir şey yapıyorsak, karşılığını insanlardan değil sadece Rabbimizden
bekleyelim.
Bakın, burada aklıma bir örnek geldi,
onu da aktarayım da ko-nu biraz daha iyi anlaşılmış olsun
inşallah.
Dârimî’nin
Süneninden Kitabul ilim 653. sırada yer alan bir hadis. Halife Süleyman Bin
Abdil Melik Mekke’ye giderken Medine’ye uğramış ve orada günlerce kalmıştı.
Tabiin dönemi Emevî halifesi Sü-leyman Bin Abdil Melik Mekke’ye giderken
Medine’ye uğruyor ve orada uzunca kalıyor. Bir ara Medine’de Resûl-i Ekrem
efendimizin ashabıyla karşılaşmış biri var mı diye sorar. Yani tabiin dediğimiz
sahabeyi gören, onlarla oturup görüşen, onlardan ilim alan, irfan alan,
pey-gamberi onlardan doğrudan öğrenen, peygamber dönemine, peygamber bilgisine
yakın olan insanlardan birisi var mı diye sorar. Ya-nındakiler dediler ki Ebu
Hazim isimli biri var dediler. Bunun üzerine ona haber gönderdi. Ebu Hazim
halifenin huzuruna girince halife diyor ki; “ey Ebu Hazim, nedir bu eziyet?”
Birden bire karşıdakine suç-lar gibi soru soruveriyor halife. Ama karşısındaki
ilim ve irfanın sahibi, sahabe neslinin takipçisi, onlardan öğrendiği şahsiyetin
göstericisi, sanki şahsiyet âbidesi bu âlim zat diyor ki; “ya emiral mü’minîn,
ben-den ne eziyet gördün? Yani ne yaptım ben sana?” Halife Süleyman’ın kastı
şuymuş meğer: Medinelilerin ileri gelenleri hep yanıma geldiler, ama sen
gelmedin, keşke sen de gelseydin de görüşseydik, ille de haber mi göndermeliydik
şeklinde bir şikayette bulunur. Senin gelmemeni ben kendime eziyet kabul ettim
diyor. Bunun üzerine Ebu Hazim der ki; “Ey mü’minlerin emiri, doğru olmayan bir
şeyi söylemenden seni Allah’a sığındırırım. Allah’tan kork. Yani bu dediğin
doğru mu? Bugünden önce ne sen beni tanımıştın, ne de ben seni görmüştüm, niye
geleyim de? Yani öteki gelenler niye geldiler bilmem diyor, onları suçlamak için
filan değil, ama ben seni tanımıyorum, sen de beni tanımıyorsun. Ben seni ilk
defa görüyorum, sen de beni ilk defa görüyorsun. Bir dalkavukluk, bir yağcılık
için geleceksem Allah’a sığınacağım. Değilse böyle sana gelmek gibi bir görevim
mi vardı be-nim ki geleyim. Eğer sen benim yaşadığım toplumun emiri, halifesi
isen emredersin ve işte emrettin ben de geldim, değilse ne diye gelecektim?
Aralarında
uzunca bir konuşma geçer. Ebu Hazim halifenin sorduklarını zerre kadar
yamulmadan cevaplandırır. Çünkü ne ondan bir korkusu, ne de bir beklentisi
vardır. Nihayet halife ona bu bilgisinden ve kendisine anlattıklarından ötürü
dünyalıklar teklif eder, ama o bunu asla kabul etmez. Ama halife yine de ona
arkasından yüz dinar gönderdi. Yüz bin dolar mı? Takılı kalmayın miktarına. Ve
der ki; ey Ebu Hazim, bunu Allah rızası için harca. Senin için yanımda bunun
gibi daha çok var diye de bir pusula gönderir. Ebu Hazim onları şöyle bir
yazıyla halifeye geri çeviriyor. Ey emir senin benden isteyişinin cid-di
olmayışından, veya benim bu paraları sana geri çevirişimin onun ö-nemsizliği
sebebiyle olmasından Allah korusun. Yani benim bu geri çevirişim kesinlikle
senin ciddiyetsizliğinden değil, az diye değil, çünkü ben bu kadar paranın
peşinde olmaya senin için razı olmuyorum, kendim için nasıl razı olurum? Der ve
mektubunun sonuna Kasas sû-resinden Hz. Musa aleyhisselâmın örneğini de ilave
eder.
Bildiniz
değil mi Kasas’ta anlatılan hadiseyi. Hz. Musa Mısır’da istemeyerek ve elinde
olmayarak bir kıptiye tokat vurur ve onu öldürür. Bu hadisenin akabinde hemen
Mısır’ı terk eder. Kaçar Mısır’dan ve Firavundan. Uzun bir çöl yolculuğunun
ardından Medyen’e ulaşır. Orada bir su kuyusunun yanında hayvanlarını sulayan
insanlar ve iki kız görür. Kızlar Şuayb aleyhisselâm’ın kızlarıdır. Onların
hayvanlarını sulamalarına yardım eder. Sonra oracıkta bir gölgeye çekilir ve der
ki; Ya Rabbi ben senden gelecek her hayra muhtacım. Açtı, garipti, yalnızdı ama
yine de insanlardan değil Allah’tan istedi. Oradakiler anlayamadılar ama, kızlar
anlamışlardı. Babalarına anlattılar, o da ça-ğırttı onu.
Eve
geldiler. Akşam yemeği hazırdı. Haydi buyur dedi Şuayb as. Bunun üzerine Musa
a.s Allah’a sığınırım dedi. Şuayb as neden dedi, yoksa aç değil misin? Musa a.s
dedi ki; Evet açım ama, bu ha-zırlanan yemeğin şu kızların işine yardımımdan
dolayı olmasından korkarım. Böyle bir yardımın karşılığını tüm dünya dolusu
altınla de-ğişmeyen bir ailenin çocuğuyum ben dedi. Biz dinimiz gereği
yaptı-ğımız hiçbir şeyi yer dolusu altına mukabil bile olsa satmayan bir
ai-lenin üyesiyim. Dinim gereği bir şeyi sadece dinim gereği yaparım. Sadece
Rabbimi razı etmek için yaparım dedi. Bunun üzerine Hz. Şuayb da ona dedi ki;
“Hayır ey genç, bu onun karşılığı değildir, fakat bu benim ve atalarımın
âdetidir, biz yemek hazırlar ve misa firimizi
ağırlarız” dedi. O zaman Hz. Musa oturdu ve yedi.
Yani
eğer ben müslüman olarak yapacağım bir şeyin karşı-lığında dünyalık elde etmek
için sapar, sapıtırsam olmaz öyle şey di-yordu sanki değil mi? Böyle yazıyordu
Ebu Hazim. Eğer bu yüz dinar anlattığım şeylerin karşılığıysa, leş, kan ve domuz
eti çaresizlik halin-de bundan daha helaldir. Çünkü Allah izin veriyor onlara.
Yani benim durumumda olan herkese yüzer dinar gönderiyorsan ne âlâ değilse ben
bunu kabul edemem diyordu.
Din
bildiğinden dolayı, din anlattığından dolayı insanların kendilerine verecekleri
hediyelere göz dikenlerin kulakları çınlasın. Allah için bu tür beklentilerden
uzak bir hayat yaşayalım. İsteyeceklerimizi sadece Allah’tan isteyelim. O bizi
herkesten güzel doyurur, bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşallah.
7. “Rabbin için
sabret.”
İş karşıya intikal etti mi, durum
karşıya ulaştı mı o zaman da Rabbin için sabret peygamberim! Rabbin için dayan!
Rabbin için diren, sabret! Bıkma! Usanma peygamberim! Ama bunu da Rabbin için
yap! Sabretmen de Rabbin için olsun! Yani çaresizliğinden dolayı de-ğil,
insanlar hoş görsünler diye değil, “ne sabırlı adam!” desinler diye değil,
Rabbin öyle istediği için yap. En’âm sûresinin bir âyet-i kerimesinde de bakın
Rasulullah Efendimize şöyle deniyordu:
“Senden önce nice peygamberler
yalanlandı ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmalarına ve
sıkıştırılmalara katlandılar. Allah’ın sözlerini değiştirecek yoktur, andolsun
ki peygamberlerin haberi sana da geldi.”
(En’âm 34)
Peygamberim, yalanlanan sadece sen
değilsin! Senden önce de pek çok peygamberler yalanlanmıştır. Pek çok
peygamberler de işkencelere maruz kalmışlardır. Hal böyleyken sana ne oluyor ey
pey-gamberim, sen niye kendi kendini kahrediyorsun? Niye yalanladılar,
dinlemediler, alaya alıyorlar diye mahvoluyorsun? Ne oluyor sana? Düşün ki
senden önceki peygamberleri de yalanladılar, dalga geçtiler, ama onlar tüm
yalanlamalara, tüm inkâr edişlere karşı göğüs gerdiler, sabrettiler, direndiler,
dayandılar. Yani onlar hep öyle sabrettiler de bu sabırlarının sonunda onlara
bizim yardımımız geldi. Yardımımız gelene kadar onlar sabrettiler. Bu
peygamberler kendilerine yardımımız gelene kadar sabretmişler, dayanmışlar,
direnmişler, yılmamışlar, durmamışlar, dönmemişler, yollarına devam etmişlerdir.
Öyleyse Allah’ın sözlerini değiştirecek
yoktur. Yeryüzünde Al-lah’ın koyduğu yasalarını değiştirecek yoktur. Allah’ın
kelimelerinde değişme olmaz. Burada Allah’ın kelimelerinden ve bu kelimelerin
değişmeyeceğinden maksat, doğruyla yanlış, hakla bâtıl, imanla küfür, Allah yolu
taraftarlarıyla şeytan yolu taraftarları arasında süregelen savaşın kanunudur.
Hakla bâtıl arasındaki çatışma yasasıdır. Allah’ın yeryüzünde koyduğu bu yasa
hiç değişmeden devam etmektedir.
Bir de bu yasaya göre hak sahibi,
iman sahibi, takva sahibi kimselerin bu konudaki sabırları, sadâkatleri,
dirençleri ve Allah’a olan tevekkülleri ve güvenlerini ispat etmeleri için uzun
bir süre imtihana tabi tutulmaları, çeşitli eleklerden geçirilmeleri
gerekmektedir. Böylece bu denemelerden, bu potalardan geçirilirken hem
istenmeyen cürufları atılacak, hem yüce hasletleri geliştirilecek, hem de en
sonunda kazandıkları bu silâhlarla küfür cephesi karşısında dayanabilme ve
zaferi elde edebilme noktasına geleceklerdir. İşte bu değişmeyen bir yasadır.
Her dönemde Müslümanlar bu yasadan geçirileceklerdir. İşte bu yasa gereği
yardıma ehil hale gelen Müslümanlara Allah’ın yardımı gelecektir. Yine bu yasaya
göre Müslümanlar hiçbir zaman kendilerine düşeni yapmadıkları sürece kendilerine
Allah’ın yardımı gelmeyecektir. Mü’minler kendilerini değiştirmedikleri sürece
Allah onları asla değiştirmeyecektir. İşte Allah’ın kelimelerinde değişme olmaz
ifadesinin mânâsı, anlayabildiğimiz kadarıyla budur.
Kâfirler iman cephesine karşı hep savaş
açacaklar, kâfirler Müslümanlardan asla razı olmayacaklardır; bu bir yasadır.
Allah yolunun yolcuları bu kâfirlerin tutumlarına karşı, yalanlamalarına karşı
sabredecekler, yani her şeye rağmen Allah’ın dediğini yapmaya çalışacaklar,
kulluktan vazgeçmeyecekler, yollarında, dâvâlarında şüpheye düşmeyecekler,
yılgınlık göstermeyeceklerdir; bu da bir yasadır. Nihâyet onlara Allah’ın
yardımı gelecektir, bu da bir yasadır. Tarih bo-yunca bu hep böyle olagelmiştir.
Allah’ın yasalarını asla değiştirecek yoktur. Bu yasalara uygun hareket eden
kullarına Allah’ın vaadettiği yardımı değiştirecek yoktur.
Ey Resûlüm, “Peki acaba bugün ben de
Allah’ın istediği gibi sabretsem bana da gelir mi Allah’ın yardımı?” deme sakın.
Veya “bugün bizler de sabretsek acaba Allah bize de yardım eder mi?” demeyin ey
mü’minler! Elbette Allah’ın yardımı gelecektir. Çünkü Allah’ın kelimelerini,
kanununu, düzenini bozacak, değiştirecek kimse yoktur. Değişme olmaz bu konuda.
Dünküler sabredince nasıl Allah’ın yardımı gelmişse, sizler de sabrettiğiniz
takdirde size de gelecektir.
Ama bakın burada deniliyor ki:
²h¬A².@«4 «t¬±"«I¬7«: bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1. “Li
ecli Rabbik” anlamınadır bu. Yani Rabbinden dolayı, Rabbin dedi, Rabbin
istedi diye sabret peygamberim!
2. “Li
emri Rabbik” anlamınadır. Yani Rabbinin emri olarak, Rabbinin fermanı
olarak sabret!
3. “Li
sevâbi Rabbik” demektir. Rabbinden sevap beklemekten kaynaklanarak,
mükafatını, sonucunu sadece Rabbinden u-marak sabret
peygamberim!
4. “Li
Vaâdi Rabbik” Veya “Rabbinin vaadinden dolayı sabret!” mânâlarına
gelecektir.
Peki nedir Allah’ın vaadi ki onun için
sabredeceğiz? Allah’ın vaadi, bu dinin dünyada kemale erdirileceği,
Müslümanların yeryüzüne hakim olacağı ve Allah’ın nûrunu tamamlayacağı
konusundaki va-adidir. İşte bunun için sabredeceğiz. İşte bunun için her şart
altında Allah’a kulluğa devam edeceğiz. İşte bunun için Rabbimizin istediğini
icra konusunda direnecek, dayanacak ve döneklik
yapmayacağız.
5. “Alâ
taatihî ve ferâizihî fasbir.” Öyleyse ey peygamberim! Kesinlikle her
şart altında Allah’ın senden istediği itaate ve senden istediği farzlara,
vaciplere sabret. Onları yerine getirme konusunda asla yılgınlık
gösterme.
6. Bir de “Ale’l ezâ ve’t-tekzib fasbir.” Bu
ifade, eziyetlere ve yalanlamalara karşı sabret, dayan, diren mânâlarına
gelmektedir.
Zaten sabır, tüm dünya alkışlasa da,
tüm insanlar boyun büküp, emre âmâde olsalar da, ya da insanlar hep karşı gelip
taş yağdırsalar da, tüm dünya düşman kesilse de kişinin durumunda değişiklik
yapmamasıdır. Allah’a yaptığı kulluğun değişmemesidir. Her şeye rağmen kişinin
sabredip Allah’a kulluğuna devam etmesidir sabır. Çünkü biz insanlar için değil,
Allah için Müslümanız. Öyleyse insanlar için değil, Allah için kulluğumuza
sabredecek ve devam edeceğiz. İşte burada bize de öğütlenen budur. İnsanlar
toplansalar, onu tehdit etseler, veya ona kadın-kız verseler, onu paraya-pula,
ikrama boğsalar da sabreden, direnen, dayanandır peygamber. Biz de öyle olmaya
çalışacağız inşallah. Hiçbir tehdit, hiçbir satın alma taktiği bizi Rabbi-mizin
istediği gibi yaşamaktan vazgeçirmemelidir.
Sen Rabbin için sabret peygamberim!
Kâfirler bazen çok olacaklar, sabret! Müslümanlar meskenet içinde olabilirler,
sabret! Gardiyanların işkencesi altında olacaksın, sabret! Ekmekleriniz
ellerinizden alınacak, evlatlarınız öldürülecek, kızlarınız hayâsızlaştırılacak,
inkârcılar, kâfirler galip gelebilecekler, sabret! Kurulu düzene başkaları hakim
olabilecek, sabret! Bunların tamamı geçicidir unutma! Yani her şartta, her
konumda, en uygunsuz konumda bile, kişi Allah’ın de-diği kulluğu yapmaya devam
ederek sabredecektir.
İşte sabır budur. Değilse boyun
bükmek değildir sabır. “Ne ya-palım başka çaremiz yokmuş, kaderimiz böyleymiş”
demek sabır değildir. Her şarta uyum sağlamak sabır değildir. Baskı karşısında
yolundan dönüvermek sabır değil, zillettir. Sen sabret peygamberim,
çünkü:
8-10. “Sur’a üflendiği vakit, işte o
gün, inkârcılara kolay olmayan bir gündür.”
Boru çalındığı zaman, sura
üflendiğinde, yani birinci kıyamet koptuğunda, o gün gerçekten çok çetin, çok
zorlu bir gündür. İnsanların zorlanacağı bir gündür o gün. Kâfirler için de hiç
kolaylanmayacak bir zorluk vardır o gün için.
11-15. “Ey Muhammed! Tek olarak
yaratıp, kendisine bol bol mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri
yaydıkça yaydığım o kimseyi Bana bırak. Bir de verdiğim nimetten artırmamı
umar.”
“Öyleyse sen şu yalnız olarak
yarattığımı bana bırak peygamberim!” Bu ifade ilk gelen sûrelerde üç defa
geçiyor, Rabbimiz bunu üç yerde söylüyor. Birisi Kalem sûresinde, birisi
Müzzemmil sûresinde, ötekisi de işte burada geçiyor. “Şu yalnız olarak
yarattığımı sen bana bırak peygamberim! Yani sen onu bana bırak ey peygamberim!”
Rasulullah bu noktada zorlanıyordu.
Çünkü insanlar büyüktüler, insanlar müstekbirdiler, insanlar galiptiler.
Allah’ın Resûlü’nü dinlemiyorlardı. Kabullenmiyorlardı İslâm’ı…Yola
gelmiyorlardı… Onlara yaklaşılmıyordu bile, yanlarına varılamıyordu. Hatta bu
dönemde Rasulullah yakınlarını eve çağırmıştı da, Ebu Leheb konuşmasına bile
izin vermemişti. Derdini anlatmasına bile fırsat tanımamıştı. Allah diyor ki
bakın: “Sen, o ve benzerlerini bana bırak peygamberim! Tak-ma sen onları
kafana!”
Peki kim o? ~®G[¬&«: a²T«V«'
²w«8«: Şu yapayalnız yarattığımı, yapayalnız yaratılanı, yalnızca yarattığımı
sen bana bırak. Bu iki anlama gelir:
Birincisi, adamın kendisine yöneliktir
ve şöyledir: “Şu yapayalnız, hiçbir şeye mâlik olmayarak yarattığım kimseyi sen
bana bırak peygamberim. Yani ana karnındayken, malı, mülkü, çevresi, kredisi,
evi, barkı, hanımı, akrabası, çoluk-çocuğu, bilgisi, ilmi, irfanı, gücü, kuvveti
olmadan yapayalnız, kendi başına yarattığım kimseyi sen ba-na bırak
peygamberim.”
Öyle değil mi ama? Ana rahmindeki
durumunuzu bir düşünün. Basit bir kan pıhtısı, basit bir damla su. Eli yok,
ayağı yok, aklı yok, fikri yok, gücü yok, kuvveti yok… Varlığından bile haberdar
olmayan, kendisini bile korumaktan aciz bir varlık değil miydiniz? Veya dünyaya
geldiğiniz günü bir hatırlayın. Neyiniz vardı? Aklımız yoktu, bilgimiz yoktu,
malımız, gücümüz, çevremiz, kredimiz yoktu. Hatta baba evinde bize ait bir
odamız bile yoktu. Hiçbir şeysiz, yapayalnız, güçsüz, kuvvetsiz, bakışsız,
görüşsüz, konuşmasız aciz bir varlıktık. “İşte öyle yarattığımı sen bana bırak
peygamberim,” diyor Allah.
Diğer bir anlayışa göre bu Cenab-ı
Hakk’ın kendisine râci anlamına gelecektir. Yani “yapayalnız yarattığım, yaratma
konusunda kimseye ihtiyacım olmadan, kimseyi yardıma çağırmadan yarattığım o
kimseyi sen bana bırak peygamberim!” Allah bizi tek başına, kimseden yardım
almadan yaratmıştır.
Bu hepimizi ilgilendiren bir
tehdit unsurudur. Ne oluyor! Yapayalnızdık, kimsesizdik, hiçtik, bir şeyimiz
yoktu. Allah da bizi var etmek için kimseye sormamış, danışmamış, kimseden
yardım falan da almamış. Öyleyse ne bu hâlimiz, diyeceğiz. Kim tarafından
yaratıldık? Kimlere minnet duygusu içindeyiz? Kimin ekmeğini yiyor, kimin
kılıcını sallamaya çalışıyoruz? Kim var etti bizi? Kime kulluk ediyoruz? Ne bu
hâlimiz? diyeceğiz. Şair şöyle diyor:
Hatırımdan çıkmasın uryan cihana
geldiğin,
Nice kim geldin yine anın gibi gitmen
gerek.
Yani dünyaya çırılçıplak geldiğini
unutma! Ama nasıl geldiysen öyle git. Günâhsız geldin, aciz olduğunu bile bile
geldin, malın-mülkün yoktu geldin, yine aynen öyle gitmeye
çalış.
Allah, peygamber ve peygamber yolunun
yolcularına burada diyor ki: “Sen onu bana bırak!” Ne özellikleri varmış bu
kişinin? Neler vermiş Allah ona?
Mal-ı memdûdu varmış o kişinin.
Böyle uzun uzadıya malı, mülkü, arazisi, çiftliği ve daha neleri, neleri vardı
onun. Tüm bu sahip olduklarını ben verdim ona, diyor
Rabbimiz.
Peki kim bu adam? Kimi anlatıyor
Rabbimiz burada? İşte sen, ben, biz.... Tüm piyasadaki zenginler… Malları,
mülkleri, paraları, pul-ları, arazileri, çiftlikleri, yazlıkları, kışlıkları
bulunanlar. Uzun uzadıya mal-mülk sahipleri anlatılıyor. Bir düşünün 30 yıl önce
neyimiz vardı? Bir beş yıl daha gidin, neyimiz vardı? Biraz daha ileri gidin,
evimiz ol-madığı gibi evde bize ait bir bölümümüz bile yoktu. Neydik? Gücümüz
neydi? Fırsatımız, imkânımız neydi? Paramız, pulumuz neydi? Diplomamız, statümüz
neydi? Şimdi kendimizde ne görüyoruz? Yokluğu ne çabuk unutuyoruz?
Eğer şu anda sen adamsan ve bütün bu
imkânlara sahipsen, unutma ki bütün bunları sana Allah verdi ve seni adam eden
de Allah’tır. Şu anda aklım var diyorsan, onu sana veren Allah’tır. Şu anda
malım var, atım, arabam var diyorsan onu sana veren O’dur. Ekonomik gücüm,
siyasal gücüm, diplomam, doktoram var diyorsan bunları da sana veren O’dur.
Sahip olduğun, benim dediğin neyin varsa hepsini sana veren O’dur. Bağın,
bahçenin, evin, barkın, dükkânın, tezgâhın, paranın, pulun, çoluk-çocuğun sahibi
kendiniz zannetmeyin. Hocalığımızın, bilgimizin, tecrübemizin, çevremizin,
kredimizin sahibi biziz zannetmeyelim. Bunların tümünü bize veren Allah’tır,
bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
Kelimesi, “Kesîra” demektir. Yani daima, sürekli, kesintisiz, ay
be ay geliri gelen demektir. Yapayalnız yarattım, tuttum ona mal verdim, ben
verdim onu! Ay be ay gelen o gelirini takdir eden benim. Niye unutuyor bunu?
Niye unutuyor da bana kafa tutmaya kalkışıyor bu nankör
insan?
Sonra ortada gezip dolaşan evlatlar,
çocuklar verdim ona. Üç tane, beş tane, on üç tane çocuk verdim ona. Bunlar
söylenince bu kim? denecektir o zaman. Bu kimsenin Halid Bin Velid’in babası
Velid bin Muğire veya başka birisi olduğunu söylemişler. Ama bizler de öyle
değil miyiz? Allah bize de çoluk-çocuk vermedi mi? Bizim malımızı, mülkümüzü de
Allah vermedi mi? Bizi de Allah adam etmedi mi? Biz kendimiz mi bulduk bu sahip
olduklarımızı? Öyleyse burada anlatılan o dönemde onlar olabilir ama bu dönemde
de biziz. Başka ne vermiş Allah ona?
“Bir de ona döşedim de döşedim,” diyor
Rabbimiz. Yani ona fırsat, güç, kuvvet, akıl, şan, şeref, makam, mevki, riyaset,
saltanat verdim. Sahip olduğumuz tüm imkânlarımızı, tüm fırsatlarımızı veren
Allah’tır. Eğer şu anda bu sûreyi size ben anlatıyorsam bu fırsatı da bana veren
Allah’tır. Öyleyse bu ne benim üstünlüğüm, ne de sizin al-çaklığınız anlamına
gelmeyecektir. Allah’ın bana verdiği imkanla şu anda bunları size anlatıyorum.
Yine sizler de Allah’ın size lütfettiği im-kânlarla şu anda beni dinliyorsunuz.
Ben o kişiye fırsat ve imkân verdim de:
“Sonra da bu nankör insan tamah eder
ki, Allah ona daha da versin.” Bu verdiklerine daha da ziyâde edilsin ister.
Daha çok verilsin, daha fazla verilsin ister. Yâni öyle hırslı, öyle bencil ve
harîs ki, her şey kendisinin olsun ister. Her şey kendisine verilsin ister. Hep
ik-rama boğulan kendisi olsun, hep cennete gidecek olan kendisi olsun, ya da
daha çok malı mülkü, imkânı, fırsatının olmasını ister. 300’le yaşarken 500’e
doymaz, 500’le yaşarken 10.000’e doymaz. Yâni doyumsuzdur adam. Doyumsuz olduğu
için hep kendisine artırılmasından yanadır. Ama hayır hayır, mümkün
değil:
16. “Hayır; hayır; çünkü o, Bizim
âyetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu sarp bir yokuşa
sardıracağım.”
Onu sarp bir yokuşa sardıracağım, çünkü
o bizim âyetlerimize karşı pek inatkâr davranıyor. Arkadaşlar, buradaki “Âyâtinâ” dan
maksat:
a. Kur’an-ı Kerîm’idir. Yâni bizim
kendisine hayat programı olarak gönderdiğimiz kitabımızın âyetlerine karşı pek
inatçı davranıyor. Kitaba karşı eyvallahsız davranıyor, müstekbir
davranıyor.
b. Bir hak olan hakikat olan her
şeydir. Bizden gelen her hakka karşı vurdumduymaz
davranıyor.
c. Ya da burada anlatılan kulluk örneği
Rasulullah efendimizdir. Ona karşı da inatçı davranıyor. Peygamberin örnekliğini
reddediyor. Kullukta peygamber modeline yanaşmıyor. Peygamberi tanıma ve
peygamber gibi olma, peygamber gibi yaşama konusunda pek inatçı davranıyor.
Hakka istinat etmeyen imanın devamcısı anlamına inatçı davranıyor bu adam...Yâni
öyle bir tavır içinde ki adam, âyet ne derse desin, Kur’an ne derse desin, o
bildiğini okuyor. Kur’an ne derse desin, Rasulullah ne derse desin o bildiğini
yapmaya devam ediyor. Kitaba rağmen, Peygambere rağmen o kendi kendine yol
bulmaya çalışıyor. Kitabı ve peygamberi yok farz ediyor, gelmemiş sayıyor.
Kitaba ve peygambere müracaat etmeden de bir hayat yaşayabileceğine inanıyor.
Kitapsız ve peygambersiz hayatını düzenlemeden yana bir tavır sergiliyor. Kitabı
ve peygamberi tanımadan hayatını sürdürme konusunda inatkâr davranıyor. Ama
böyle kitabı ve peygamberi tanımadan da hayatını sürdürebileceğini zanneden
kişiye Allah diyor ki bakın:
Ama biz onu sarp bir yokuşa, dimdik bir
yokuşa sardıracağız! “Saûd”, zor bir yokuş, çetin bir geçit demektir veya
cehennemde bir dağ demektir.
Rabbimiz diyor ki onları zor bir yokuşa
süreceğim, yollarını zorlaştıracağım onların. Cennet yolunda yürümeyi, İslâm
yolunda yü-rümeyi, kulluk yolunda yürümeyi onlara zorlaştıracak, İslâm’dan ve
Müslümanca bir hayattan nefret ettirecek ve küfür yolunu ona kolay getirecektir.
Nitekim En’âm sûresinde de bu konu şöyle anlatılıyordu:
“Allah kimi doğru yola koymak isterse
onun kalbini İslâmiyet’e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş
gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür
bataklığında bırakır.”
(En’âm 125)
Kalpleri İslâm’a açılan, İslâm yolu
kolaylaştırılan müminlere karşılık kimilerinin kalbi de İslâm’a kapatılmaktadır.
Allah kimi de saptırmak, dalâlette bırakmak isterse, adam kendisi dalâleti
tercih eder Allah da onu dalâlette bırakmak isterse birinci insanın zıddına onu
göğsünü o kadar daraltır ki, o kadar sıkıntılara sokar ki sanki gökyüzüne
yükseliyormuş gibi içinde büyük darlık hisseder.
Sapıtmak isteyen, saptırmak
isteyen kimselerin kalplerinde de öyle bir darlık, öyle bir huzursuzluk yaratır
ki Allah, sanki bir ağaca değil dağa değil de gökyüzüne tırmanıyormuşçasına
sıkıntı ve isteksizlik hisseder. Gönlünü İslâm’dan ve kulluktan soğutuverir
Allah onun. Hoşlanmaz Allah’tan, hoşlanmaz peygamberden, nefret eder ki-taptan,
sevmez namazı, beğenmez tesettürü, rahat değildir İslâm’-dan, idama gidiş bilir
mescide gidişi. Ve bunlar zorlaştırılırken tüm gü-nâhlar, tüm kötülükler de
kolay hale getirilecektir onun için.
Demek ki yolun zorluğu o yolun fıtrata
ters olmasındandır. Al-lah fıtratına uygun olmayan zor bir yola giren kimseye bu
yolu kolaylaştırarak onun cehenneme yuvarlanmasına imkân
sağlıyor.
Yine burada zorlaştırılacak olan önceki
müminlerin zıddına ha-yatlarının, rızıklarının hayat programlarının
zorlaştırılmasıdır. Tâ-hâ sûresinde bu husus şöyle
anlatılır:
“Benim Kitabımdan yüz çeviren bilsin ki
onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşr
ederiz.”
(Tâ-hâ 124)
18-23. “Çünkü o, düşündü, ölçtü
biçti; Canı çıkası, ne biçim ölçüp
biçti! Canı çıkası; sonra yine ne biçim ölçüp biçti! Sonra baktı; Sonra
kaşlarını çattı, suratını astı; Sonra da sırt çevirip büyüklük
tasladı.”
Evet bak ki o, ölçtü, biçti. Düşünüp
taşındı, ölçüp biçti. Geberesi, kahrolası nasıl da ölçüp biçti! nasıl da becerdi bunu! Nasıl da taktir
etti?
Bu
«r²[«6 nin iki mânâsı var:
a. Bir taaccüp mânâsı var. Nasıl da
yaptı bunu, nasıl da ölçüp biçti böyle, anlamına.
b. Bir de inkâr mânâsı var. Keşke
yapmasaydı! Keşke böyle ölçüp biçmeseydi! gibi bir anlamı
var.
Evet inkârla birlikte bir şaşkınlık
ifadesi var. Peygamberin sözünün böyle olduğunu nereden buldu bu hain? Nasıl da
yakıştırdı bunu ona? Kur’an hakkında nasıl da böyle bir yakıştırmada bulundu?
Rasulullah’ın ağzından Kur’an’ı dinleyen bu alçak nasıl da düşündü Kur’an
hakkında bu sözü? Nasıl da yakıştırdı Kur’an’a bu
dediğini?
Müslümanlara da bugün insanlar
öyle acayip ithamlarda bulunuyorlar ki, bütün bunları nereden bulduklarına,
nasıl bulduklarına şaşıyoruz. İnsan bin yıl düşünse bulamaz bunları. Nereden
bulup ya-kıştırıyorlar, bunu anlamak gerçekten mümkün değil. Meselâ bir
Müs-lümana aynı anda hem Vahhabî, hem de İrancı diyorlar. Bunu söyleyebiliyorlar
bir Müslüman hakkında. Bunu nasıl diyebiliyorlar?! Nerden çıkarıyorlar bunu?
Halbuki yeryüzündeki bütün insanlar birleşse, bir adamı, aynı anda hem Vahhabî,
hem de İrancı yapamazlar. Bunlar birbirlerine zıt şeylerdir. Birbirine taban
tabana iki zıt fikirdir bunlar. Bir adamı bir kazana atsalar, kırk yıl
kaynatsalar yinede onu hem Vah-habî hem de İrancı yapamazsınız. Bunu nasıl
diyebiliyorlar? Nasıl ya-kıştırabiliyorlar? Nasıl ve nereden düşünüp
bulabiliyorlar? Gerçekten anlamak mümkün değildir.
Veya meselâ diyorlar ki bir Müslümana,
“bu adam Kur’an’cıdır ama fıkha karşıdır. Bu adam Kur’an’cıdır ama sünnete
karşıdır.” Veya, “bu adam Kur’an-sünnet diyor ama mezhebe karşıdır.” Bunu nasıl
diyebiliyorlar, anlamak mümkün değildir. Düşünebiliyor musunuz? Bir adam hem
Kur’an’cı olacak, Kur’an’ı savunacak, hem de sünneti inkârcı olacak, bu
kesinlikle mümkün değildir. Eşyanın tabiatına terstir bu. Çünkü Kur’an bizzat
sünneti emrederken veya sünnet bizzat Kur’-an’ı emrederken birine sahip olduğunu
iddia eden kişi diğerine ilgisiz kalacak. Veya bir adam hem Kur’an’cı olacak,
hem de İmam Ebu Ha-nife’yi ve fıkhını reddedecek, veya fıkıh peşinde giderken
Kur’an’a sırt çevirecek, mümkün değildir bu aslında. Eşyanın tabiatına aykırıdır
bu. Ama bakın bunu şeytan yaptırıyor. Şeytan düşündürüyor, bulduruyor bunu
insanlara ve insanlar bugün birileri hakkında bu tür iddialarda
bulunabiliyorlar. Allah diyor ki bakın:
“Kahrolası nasıl da becerebildi bunu?
Nasıl da düşünebildi bu-nu hain!” Meseleye bir açıdan bir baktı, döndü bir başka
açıdan bir daha baktı, döndü bir başka açıdan bir daha baktı. Bir öyle ölçtü
biçti, bir böyle ölçtü biçti, sonra «h«P«9 Åv$ baktı, bakındı. Çevresine şöyle bir göz attı,
ya da çevresinin tepkisini ayarladı, nezaret etti, sonra «h«K«"«: «j«A«2 Åv$
Sonra ekşidi, buruştu ve surat astı. Aslında hamlık yaptı demektir bu "basar"
kelimesi. Yani vaktinden evvel kokmuş ham koruk gibi ekşidi ve surat astı.
Sonra, «h«A²U«B²,!«: «h«"²(Ï! Åv$ Ardını, arkasını, sırtını, ensesini döndü ve
büyüklendi, müstekbir davrandı.
Anlıyoruz ki kibirlenmek imana en büyük
engeldir. Allah’a, Al-lah’ın dinine, Allah’ın elçilerine karşı Müstekbir
davrananlar asla iman edemezler. Her bir küfrün arkasında yatan en büyük sebep
kibirdir.
‘Kibir’,
büyüklenmek, ululuk ve büyüklük taslamak, böbürlen-mek, kendini ulaşılmaz görmek
anlamlarına gelir. Kendini başkaların-dan üstün görüp, onları aşağılamaya,
onlara hakaret etmeye de kibir denir. Yine, inanmayanların kendilerini büyük ve
üstün görerek, Al-lah’a ihtiyaçlarının olmadığını sanarak veya Allah’ın
karşısında boyun eğmeyi gururlarına yedirmeyerek inanmamaya da kibir
denilmektedir.
‘Kibir’,
Haktan yüz çevirmek, onu reddetmek; insanları hakir görmek-tir. O öyle bir
duygudur ki onunla kişi övünmeyi yalnızca kendine ya-kıştırır. Bunun için insan
kendini herkesten daha büyük görür. En bü-yük kibir, hakkı kabul etmekten yüz
çevirmek, Allah’a ibadeti kendine yakıştırmamaktır. Allah’a karşı kibir
göstermek küfürdür. Çünkü böyle biri Allah’a itaat etmemekte ve O’nun emrini
reddetmektedir. Allah’ın emrini alaylı bir şekilde reddeden kimse kâfir olur.
Bir kimse kibirlene-rek değil de nefsine aldanarak, ya da unutarak günah
işlerse ona da âsi denir. ‘Kibir’,
şeytaní bir anlayış ve sıfattır.
Kur’an-ı
Kerim, Rabbine karşı büyüklük taslayanların kibirlerini daha çok ‘istikbar
etme-büyüklük taslama’ kavramıyla anlatılmaktadır.
Küfür
ve inkârın en önemli sebebi kibirdir. İçerisinde kibir olan kimse, kendini çok
büyük gördüğünden, ne bir peygambere, ne de onun an-lattığı gerçeklere kulak
asmaz. O peygamberi ve getirdiği gerçekleri kendinden aşağı görür. Hatta
kimileri, Allah’tan bahsedildiği zaman, O’na karşı bile kibirlenir, O’na ve
tehditlerine aldırmaz, O’na ihtiyaç duymaz, O’nun önünde eğilmeyi; kendi hevası
(aşırı istekleri) durur-ken, Allah’ın emirlerine uymayı gururuna yedirmez ve
karşı çıkar. Bu tipik huy, bütün inkârcıların huyudur.
Peygamberimiz
(sav) mü’minleri bu hadis (kötü) huydan sakındırmıştır. Bu kötü huy, insanı
ibadetten alıkor. İyilik düşüncesini öl-dürür. Diğer insanlara karşı haksızlık
yapmaya sevk eder. İnsanlara ait hakların kaybolmasına sebep olur. Kardeşlik
duygularını öldürür. Adaleti yok eder. İnsanlar arasında düşmanlık ve hasımlık
duygularını artırır. En önemlisi, Allah’a teslimiyetin önünde en büyük engeldir.
Al-lah karşısında kendini kul ve zelil (en aşağı bir konumda) göre insan; O
Allah’ın büyüklüğüne teslim olur ve O’nun çizdiği sınırları
aşmaz.
Peygamberimiz
buyuruyor ki: “Kalbinde zerre kadar iman bu-lunan kimse cehenneme girmez.
Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse de cennete giremez.” (Ebu Davud,
Libas/Hadis no: 4091, 4/59. Müslim, İman/147, Hadis no: 91, 1/93. A. b. Hanbel,
1/399, 451. Nak. el-Kibru ve’l Mütekebbirûn, s: 20)
“Allah
(cc) bana; ‘Alçak gönüllü olun, öyle ki kimse kimseye zulmetmesin, kimse kimseye
karşı böbürlenmesin’, diye vahyetti.” (Ebu Davud, Edeb/Hadis no: 4895,
4/274)
Kişinin
güzel giyinmesi, İslâm’a uygun süslenmesi, çevresinin düzenli olması, hatta
pahalı eşya kullanması kibir değildir. Kibir, hakkı ortadan kaldırmak, halkı
aşağılamak ve kendini üstün görmektir. (Ebu Davud, Libas/Hadis no: 4092,
4/59)
Evet, aslında kavradı Rasulullah
Efendimizin okuduklarını da, anladığı haktan yüz çevirip iraz etti. Yani
meseleyi bildi, anladı ama etrafı izin vermedi. Peygamberin yanından çıktığı
zaman: “Ne oldu? Ne anladın? Nedir bu Muhammed’in okuduklarının aslı? Ne yapalım
bunun karşısında? Senin fikrin nedir?” diye sorduklarında Peygamberin okuduğu
Kur’an âyetlerinden etkilenen Velid bin Muğıre: “Salıverelim bu adamı!
Dokunmayalım, salıverelim kendi haline ve sonucunu bekleyelim. Bunu kendi haline
bir bırakalım, çünkü vallahi ben şiirin âlâsını tanırım, bu Muhammed’in
dedikleri şiir değil! İçinizde benim kadar şiirden anlayanınız yoktur, vallahi
bunun okuduklarının şiirle ilgisi yoktur. Ben sihiri, kehâneti de bilirim,
vallahi Muhammed’in okuduklarının bunlarla da ilgisi yoktur. Vallahi ben
görüyorum ki bu adam deli değil, aklı başında, ne dediğinin farkında. En iyisi
mi bana kalırsa salıverin onu kendi başına. Sonara bekleyip bakalım, eğer Arap
buna galip gelirse, tamam işi biter. Siz de kurtulmuş olursunuz. Yok eğer bu
Araba galip gelirse, o zaman şeref sizin olur” dedi.
Ebu Cehil, o cehlin, cehaletin
babası, Peygamberin okuduğu Kur’an âyetlerinden onun da etkilendiğini anladı.
Hemen ona hediyeler takdim ederek şeytanlık yaptı. “Hayır hayır, olmaz öyle şey!
Ona ve okuduğu şeye bir ad koyacaksın ve bunu çevreye ilân edeceksin! Bir şeyler
demen lâzım buna! Bir şeyler yakıştırman lazım” diyerek hediyelere boğdu onu, o
da düşünüp taşınıp ilân ediverdi. Ne diyelim buna? Kehanet desek olmaz. Şiir
desek tutmaz. Sihir desek hiç ilgisi yok. Şunu bunu desek olmaz. Bu akıllıydı
ya, düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Diyecek bir tek şey buldu, dediler ki, dedi
ki: Bu Kuran başka değil ancak:
24-25. “Bu sadece öğretile gelen bir
sihirdir. Bu Kur’an yalnızca bir insan sözüdür”
dedi.”
Öteden beri ehlinden ehline tâlim edile
gelen, öğretilegelen bir sihir, dediler. Ya da diğer şiirlere, diğer sihirlere
benzemeyen, onlardan ayrı, onlardan üstün bir sihirdir, dediler.
Hani Emperyalizmin sömürgeci uyduruğu
olarak anlatılır. Afrika’ya bir uçak düşmüş, toplanmışlar başına, ne olduğunu
düşünmüşler, taşınmışlar. Epey tartışmışlar, konuşmuşlar ve en sonunda demişler
ki: “Galiba bu iki yüz senelik kart bir sinektir. Başka olmaz demişler bu olsa
olsa yaşlanmış bir sinektir.”
Ya da bir merkep gelmiş köyün birine
de, bu ne ki acaba? diye düşünmüşler, tartışmışlar. Sonra görmüş geçirmiş bir
adamı çağırmışlar, demişler ki: “İçimizde en yaşlı, en tecrübeli sensin, bir bak
ba-kalım bu nedir?” Adam şöyle bakmış, bakmış ve: “Bu olsa olsa tavşanların kart
babasıdır. Galiba, kelle kulak fazlaca büyümüş, bu yaşlı bir tavşandır”
demiş.
Bunların Kur’an’a yakıştırdıkları da
bunlardan farksız. Allah’ın Resûlü’nden Kur’an dinliyorlar ve diyorlar ki: “Bu
insan sözünden başka bir şey değildir.” ¬h«L«A²7! ”²Y«5 ÒË! ³~«H´; ²–Ë!
diyorlar.
Evet burada böyle düşünen, taşınan,
ekşiyen, buruşan bir adamdan bahsediliyor. Bu Velid Bin Muğıre olabilir, Ebu
Cehil olabilir, Ebu Leheb de olabilir. Rivâyetlere göre bunlardan biri olabilir,
ama kıyamete kadar gelecek insanlar içinden Kur’an-ı Kerîm’e karşı aynı tavrı
sergileyenler olabilecektir. Yani bu kişinin adı önemli değil, yolu, tipi ve
karakteri önemlidir. Allah bu âyetleriyle bize şöyle buyurur: “Ey kullarım!
Bakın ki vahiy karşısında şöyle şöyle davrananlar var. Bir baksanıza malım,
mülküm, gücüm, kuvvetim, saltanatım, çoluk-ço-cuğum, işim, aşım var diye
Kur’an’a karşı şu adamın tutumuna bir ba-kın!”
Peygamber karşısında bir insan var.
Kur’an karşısında, Kur’an okuyan peygamber karşısında bir insan var. Kendisine
Kur’an arz edi-len, Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya gelmiş bir adam. Onu
duyuyor, onun okuduğu âyetleri işitiyor, anlıyor o adam. Duyduktan, dinledikten
ve anladıktan sonra kaşlarını çatıyor, suratını asıyor, ölçüp biçiyor.
Düşünüyor, taşınıyor, hakikat olduğunu anlıyor ama reddetmesi gerektiğine karar
veriyor. Çünkü müstekbir birisi bu adam. Allah’ın âyetlerine karşı kibirli
davranıyor. Allah yasalarına ihtiyacı yok. Çünkü a-damın tıkırı yerinde.
Mal-mülk, makam sahibi... Çoluk-çocuk sahibi, çevresi, kredisi vardı. Planlar
kuruyor, nasıl reddetsem acaba? diyor ve sonunda iftirayı
basıyor.
“Bu öteden beri tâlim edile gelen,
nesilden nesle aktarıla gelen bir sihirden başkası değildir. Bu, bir insan
sözünden başkası değildir” diyor.
Evet hainler dün de bugün de Allah’ın
âyetlerine sihir, insan sözü diyorlar, ama buna kendileri de inanmıyorlar. Bu
yalanlarına as-lında kendileri de inanmış değildir. Çünkü eğer bu sihirse, eğer
bu in-san sözüyse üstünde durmamaları gerekiyordu değil mi bu kadar? Eğer bu bir
insan sözüyse bırakıverselerdi, insanın biri de böyle konuşsaydı! Rasulullah’a
mecnun dediler, deli dediler; peki hangi deliden korkmuşlardı bu güne kadar?
Şimdiye kadar hangi deliye bu kadar tedbir almışlardı? Veya hangi delinin
arkasına bu kadar insan düşmüştü bu güne kadar? Bir adam çıkıyor, eline aldığı
Allah’ın kitabını göstererek “taşa tapınmayın, Allah’a tapının!” diye bağırıyor
ve hemen “meczup bu adam” diyorlar. Peki meczupsa niye bu kadar korkuyorsunuz
ondan? Niye bu kadar tedbir almaya çalışıyorsunuz? Bırakın bir deli de böyle
söylesin! Hayır, adamlar bu işin farkındalar. Deli diyorlar, mecnun diyorlar,
sihirbaz diyorlar ama dediklerine kendileri de inanmıyor.
Evet Allah’ın kitabına bir beşer sözü
dediler. Peki ya biz ne di-yoruz Kur’an’a? Birilerinin sözünü dinliyoruz, bu
anne diyoruz, bu baba diyoruz, bu âmir, bu müdür, bu bakan, bu başkan, efendi,
şeyh di-yoruz ve sevdiğimizden ötürü dinliyor ve ona itaat ediyoruz. Arzularını
yerine getiriyor, yasalarını uyguluyor, elimizden kitaplarını, tâlimatlarını
düşürmüyoruz. Peki ya Allah sözünü okumaya dinlemeye niye ya-naşmıyoruz? Bu
Allah korusun da bizim toplumun umumî bir belâsı. Bakın bu tavır içinde olanlara
Allah ne diyor:
26-30. “İşte bu adamı yakıcı bir ateşe
yaslayacağım. Yakıcı ateşin ne olduğunu sen nerden bilirsin? O, ne geri bırakır
ne de azaptan vazgeçer. İnsanın derisini kavurur; orada on dokuz bekçi
vardır.”
Rabbimiz, “bu alçak madem öyle dedi,
madem öyle anladı, madem ki Kur’an’a karşı öyle bir tavır takındı, ben de onu
Sakara yaslayacağım!” diyor. Sakarın ne olduğunu Allah söyleyeceği için biz
söylemiyoruz. Ama şu kadar söyleyelim, Sakar, Kur’an’da cehennemin isimlerinden
biridir. Nar, Cahîm, Hutame, Haviye gibi cehennemin isimlerinden biridir. Sen
Sakarın ne demek olduğunu nerden bileceksin? İfadesinin, dinleyin, size onu ben
anlatayım anlamına geldiğini biliyoruz. Dinleyin onun ne olduğunu ben anlatayım:
Neymiş o Sakar?
O öyle bir yer, öyle bir ateş ki, ne
geri bırakır ne de azabından vazgeçer. Yani o ateş ne öldürür, ne de diriltir.
Ne öldürür ne de bırakır. A’lâ sûresinde şöyle denir:
“O, orada ne ölecektir ne de
dirilecektir.”
(A’lâ 13)
Orada ne ölebilecekler ne de
yaşayabilecekler. Buna ne yaşamak denir, ne de ölmek. Ne ölüp kurtulacaklar, ne
de doğru dürüst insan gibi yaşayabilecekler. Ölümü temenni ettiren bir azabın
içinde, ama ölümü de bulamadan ebediyen kalmak ve unutulmak. Onlar için bu
azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek bu azabın
içinde kalacaklar.
Orada, ateşin içinde ölmek de yok,
insan gibi yaşamak ta yok. Ölmek olmadığı gibi yaşamak ta yok. Böyle ölümle
yaşamak arası kö-tü bir durum. Üstelik pislik taraftarları, dünyada da kolayı
değil zoru tercih etmişlerdi. Kâfirlik gerçekten çok zor. Hani “takıl bana ve
hayatını yaşa!” derler ya, işte böyle dünyada yaşadıkları pis bir hayatın
so-nunda takılacak azaba, ama yaşamak yok. Deniliyor ki adamın canı boğazına
gelecek, ne çıkacak, ne de geri gelecekmiş. Ne ölebiliyor, ne de kurtulabiliyor,
işte böyle bir şey. Zaten insan da günâh mahalli, günâh makamıdır.
O ateş bir şey bırakmaz, adamın
suyunu çıkarır ama işi bi-tirmez. İnsanı insanlıktan çıkarır ama tamamen de
öldürmez. Yandı, kül oldu, bitti tamam, onu salıvereyim demeyen bir ateştir o.
İnsanın derisini soyan, insanı
insanlıktan çıkaran, insana susamış, insana doymayan, insansamış bir ateş. Hani
susamak, veya çaysamak var ya, işte aynen onun gibi insansamış, insana susamış,
insana doymayan, “aman gelsin! aman gelsin!” diyen bir ateştir
o.
Bir de onun üzerinde on dokuz vardır.
Son dönemlerde insanlardan kimilerini şeytan saptırdı da, Allah korusun
peygamberlik iddiasında bile bulundular. Bunlar bu on dokuzun Kur’an’ın merkezi
bir makam olduğunu bulmaya çalıştılar. Her şeyi bu on dokuzla çözmeye
çalıştılar. 19 mûcizesi, 19 gerçeği filan diye her şeyi buna bina etmeye, her
şey işte buradadır demeye getirdiler. Efendim besmele 19 harfmiş, Kur’an’daki
bütün sûrelerin sayısı 19’un bilmem kaç katıymış, sûrelerdeki kelimelerin sayısı
19’un kaçta kaçıymış, âyetlerin sayısı şöyleymiş gibi bir 19’lamadan yana
oldular. Sanki Kur’an 19’u anlatmak için gelmiş, Kur’an sadece bir grafik ya da
işte logaritma kitabıymış gibi ısrarla bunu gündeme getirmeye çalıştılar.
Bu bâtıl, bunu anladık. Çünkü
Kur’an hiçbir zaman bir matematik, fizik, logaritma öğreten bir kitap değildir.
Kur’an, kulluk kitabıdır, bize kulluğumuzu anlatmak için
gelmiştir.
Tamam bunu anladık ta peki burada
anlatılan 19 ne? Ne anlatıyor Rabbimiz burada? Nasıl anlayacağız bu 19’u?
Hucurât sûresinde Allah şöyle buyurur:
“Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya
kadar sabretselerdi şüphesiz onlar için daha iyi
olurdu.”
(Hucurât 5)
Evet eğer onlar birazcık sabretselerdi
de sen onlara çıksaydın onlar için daha hayırlı olurdu. İnsanlar nedense
sabretmiyorlar ve ora-da duruyorlar. Sanki Kur’an bitti, sanki vahiy bitti.
Halbuki biraz devam ediverseler anlayacaklar. Biraz devam ediverseler anlatacak
Rabbimiz bunu ama öyle değil. Kafayı takıyorlar bir âyete ve onu onunla çözmeye,
onu sadece onunla anlamaya çalışıyorlar. Sanki Kur’an’da bir tek «h«L«2 «}«Q²K¬#
_«Z²[«V«2 âyeti var, başka âyet yok. Orada din, vahiy, Kur’an, mesaj bitti
zannediyorlar ve onu onunla çözmeye çalışıyorlar. Bu çok yanlıştır. Kur’an’ı
Kur’an’la anlamaya, sünnetle anlamaya çalışacağız. Bir âyeti öteki âyetlerle
anlamaya çalışacağız. Binaenaleyh buradaki 19’u on dokuzla anlamaya çalışmanın
anlamı yoktur. 19 mu dedi Allah? Buna aynen inanalım ve geçelim, bakalım Allah
bunu devamında nasıl anlatacak? Bir devam edelim okumaya, bakalım ne gelecek?
Bakın âyetin devamında Rabbimiz şöyle buyuruyor:
31. “Cehennemin bekçilerini yalnız
meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkâr edenlerin
denenmesini ve kendilerine kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve
inananların da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilenler ve
inananlar şüpheye düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkârcılar:
“Allah bu misa lle neyi murad etti?” desinler.
İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir.
Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten
ibarettir.”
Bir kere neymiş bu on dokuz? Bu, on
dokuz melekmiş, bunu anladık. Allah cehennem sohbetçilerini meleklerden
yapmıştır.
Sonra yine anlıyoruz ki, Rabbimiz bu on
dokuz sayısını bize fitne, yani imtihan vesilesi kıldı, fitne konusu yaptı.
Hangi konuda imtihan konusu kılınmış bu 19 sayısı? Az diye mi, çok diye mi? Bu
kadarcık melekle ne yapılabilir? Ne yapılamaz diye mi? İşte bunu, bu sayıyı
kâfirlere bir imtihan vesilesi yaptık, bir azap vesilesi yaptık deniyor. Nitekim
Tahrim sûresinde de şöyle deniyordu:
“O cehennemin üzerinde, Allah’ın
kendilerine ver-diği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyurulanları yerine
getiren pek şedit melekler vardır.”
(Tahrim 6)
İşte böyle şedit diye tarif olunan,
reisleri de Mâlik olan meleklerdir bunlar. Bunlar cehennemin görevlileridir.
Bunların iddetleri, sayıları, âdetleri «h«L«2 «}«Q²K¬# olduğu, on dokuz olduğu
da açıktır. İşte burada anlatılan budur. Cehennemin 19 görevlisi, ğılâz, şidât
meleği varmış. İşte mesele bu. İşte anlatılan bu. On dokuz Melek. Ama on dokuz
çift mi, tek mi? Yoksa on dokuz grup melek mi, on dokuz tip melek mi? Yoksa on dokuz görev mahalli
olan melek mi, onu bilmeyiz. Bilmemiz de mümkün değildir zaten. Böyle gaybî bir
konuda bunun dışında Rabbimizden bir açıklama gelmemişse, o zaman aynen
Rab-bimizin haber verdiği kadar iman eder ve teslimiyet
arzederiz.
Âyetin bundan sonraki bölümünde Allah
bunu niye kâfirlere imtihan vesilesi kıldığını anlatmaya devam edecek. İnsanlar
Rabblerinin haber verdiği bu sayıyı kabul ediverseler tamam, imtihanı
kaza-nacaklar ama kâfirler ve kalplerinde hastalık bulunanlar buna inan-mayarak
kaybettiler. Böylece Allah’ın haber verdiği gaybî bir konuya iman etmeyenlerin,
verdikleri haberler konusunda Allah’a itimat etme-yenlerin küfrü ve inkârı açığa
çıkarılırken, mü’minlerin de imanları ve teslimiyetleri açığa çıkarılıyor. Bakın
Rabbimiz diyor ki:
Rabbimiz, ehl-i kitap da böylece daha
bir yakîn kesb etsinler, daha bir yakîn kazansınlar ve Kur’an’a daha bir yakın
sarılsınlar diye bunu söyledik diyor. Peki acaba bununla ehl-i kitap nasıl bir
yakîn kazanacak?
1. Birincisi, çünkü biz Tevrat’ta da
bunu demiştik, İncil’de de bunun aynısını söylemiştik. İncili ve Tevrat’ı
tanıyan, İncil ve Tevrat’a inanan bu ehl-i kitabın bunu hemen bilmeleri, derhal
anlamaları ve derhal kendi ellerindekini gönderen kaynaktan gelen bu son kitaba
iman etmeleri gerekirdi. Bu kitap konusunda yakîn sahibi olmaları
gerekirdi.
2. Tevrat ve İncil onlara, Allah
dediyse tamam kesindir! Allah ne demişse tamam doğrudur! Allah’tan gelen
doğrudur! demeleri gerektiğini öğretiyordu. Çünkü Tevrat’a ve İncil’e iman
ettiklerini söyleyen bu insanların ehl-i kitap olarak Allah’ın vahiy
gönderdiğini, bilmedikleri şeyleri kendilerine Allah’ın öğrettiğini bilmeleri
gerekiyordu. Dün kendilerine dediklerime inandıklarını iddia eden bu insanlar,
şimdi de ben on dokuz dediysem yakînen anlayıversinler, diyor
Allah.
3. Ya da ehl-i kitap, kendi
kitaplarıyla yakîn tanışıklıklarından dolayı, böyle peygamberin kendi kendine
bilemeyeceği, bulamayacağı, söyleyemeyeceği şeyleri, ancak vahiyle Allah’tan
aldığını bilmeli ve hemen iman etmelidirler deniyor. Başka ne için böyle demiş
Rabbi-miz?
“Bir de iman edenlerin de imanları
artsın diye bunu dedik, veya bu âyeti indirdik” diyor Allah. Peki iman
edenlerin, mü’minlerin imanları nasıl artar bununla? Onu da şöyle
anlıyoruz:
1. Bu âyeti duyan mü’minler de
“Allah’ım sen ne büyüksün! Allah’ım sen ne kadar yücesin ki, sadece bir on
dokuzla bu işi hallediveriyorsun! Sadece on dokuz melekle bu koskoca cehennemi
hallediveriyorsun! Biz bunu bilmeyiz! Bilemeyiz! Anlayamayız ya Rabbi! Bizim
aklımızın bunu alması mümkün değildir ya Rabbi! Ama inanıyoruz ki sen Azîmsin!
Sen çok büyüksün ya Rabbi!” desinler, Allah’a karşı böyle bir tazim, böyle bir
teslimiyet duysunlar ve imanları artsın diye biz bunu söyledik diyor
Rabbimiz.
2. Veya Kur’an’da bir iman konusu daha
gündeme gelsin de böylece mü’minler buna da inansınlar da imanları, iman
konuları artıversin diye biz bunu indirdik, söyledik diyor Allah. Zira her bir
yeni âyeti tanıyıp inandıkça mü’minlerin imanları artmaktadır. Meselâ şu ana
kadar bu sûreyi bilmiyorsak şimdi bir
otuz âyet öğrendik, iman ettik ve otuz âyetlik bir iman artışımız oldu, ya da
otuz iman birimi da-ha kazandık demektir. Öyleyse her yeni âyete inandıkça bir
iman birimimiz daha oluyor demektir. O halde bizler de bugün Rabbimizin
âyetlerini tanıyarak iman birimlerimizi artırmak
zorundayız.
Ayrıca bir hikmeti daha varmış bu işin:
“Ehl-i kitap ve mü’min-ler bu konuda şüpheye düşmesinler diye ben böyle yaptım,”
diyor Allah. Yani onlar böyle olunca şüpheye düşmezler. Niye düşsünler ki? Allah
dediyse tamam! Allah ne demişse tamamdır ve doğrudur. Ama geriye kalanlar derler
ki:
Kalplerinde yamukluk olanlar,
kalplerinde şek hastalığı bulunanlar ve kâfirler şöyle derler: “Ne oluyor? Allah
bununla ne anlatmaya çalışıyor? Ne demek istiyor ki? Neyi darp etmeye çalışıyor
ki bununla Allah? Ya da bu darpla neyi kast ediyor ki? Ne bu? Neye yarar bu?
Allah’a yakışır mı bu?”
Açın gözünüzü ve iyi dinleyin! Allah
dilediklerini hidâyete ulaştırır, dilediklerini de dalâlette bırakır. Yani Allah
hidâyet dileyenleri hi-dâyete ulaştırır, delâlet isteyenleri de dalâlette
bırakır. Kur’an kimilerini hidâyete ulaştırırken kimilerini de dalâlette
bırakır. Kimileri Kur’an’la hidâyet bulur, kimileri de Kur’an’la, Kur’an
sayesinde sapıklıklarını, sapma noktalarını anlar. Konu ile ilgili Bakara sûresi
26. âyetinde şöyle diyordu Allah:
“Şüphesiz ki Allah sivrisineği ve ondan
üstününü misa l vermekten utanmaz. İman
edenlere gelince onlar Rabblerinden gelen bir hak olduğunu bilirler. Beri
taraftaki kâfirler de: “A! Ne oluyor? Allah bununla ne kast e-diyor acaba?”
derler. Bu misa l ile Allah pek çoklarını
saptırır.”
(Bakara 26)
Allah münafıklar için bu
misa li verince ya da Hac sûresi 73.
âyetindeki örnekten söz edince, münafıklar, “Allah bu tür
misa ller ver-mekten münezzehtir”
dediler de bunun üzerine Allah buyurdu ki: “Allah sivrisinekten ya da onun
üstündeki bir şeyden misa l vermekten çekinmez, utanmaz.”
Peki neymiş bu adamların dertleri?
Bütün dertleri Allah’ın sinekten söz etmesiymiş.
“Ey insanlar! Size bir
misa l verilmektedir, şimdi onu
dinleyin! Şüphe yok ki sizin Allah’ı
bırakıp da berisinde dua ettikleriniz bir sinek bile yaratamazlar. Velev
ki hepsi bunun için toplanıp yardımlaşsalar bile. Şâyet sinek onlardan bir parça
koparsa, o dua ettikleriniz onu sinekten kurtaramazlar. Talip de zayıf, matlûb
da! (Parça koparıp kaçan sinek de zayıf, kendisinden koparılan
da.)”
(Hac: 73)
“Allah berisinde velîler edinenlerin
hali örümcek gibidir ki, o bir ev yapmıştır. Ama bilseler evlerin en zayıfı
(çürüğü), hiç şüphesiz örümcek yuvasıdır.”
(Ankebût:
41)
Allah bu iki âyette örümcekten ve
sinekten misa l verince bunlar gariplerine
gidiyor insanların. “Olacak şey midir bu? Allah sinekten bahsediyor, örümcekten
söz ediyor, yakışır mı bu Allah’ın şanına?” di-ye yaygarayı basıyorlar. Allah da
onlara şöyle cevap veriyor: “Bana a-kıl vermeye, bana yol göstermeye kalkmayın!
Şunu şunu anlatmalıydın! Şundan, şundan bahsetmeliydin! Önce şunları
anlatmalıydın! Şu şu konulara hiç girmemeliydin!” diyerek bana yol göstermeyin!
Benim dediğimi ben dedim diye kabul edin! Ben ne demişsem, nasıl demişsem öylece
kabul edin!”
“Hak, Rabbindendir. O halde sakın şüphe
edenlerden olma!”
(Bakara: 147)
“Rabbinden gelen, gerçek hak ve hakikat
odur! O halde sakın siz şüphelenenlerden olmayın!” diyor Allah. Burada da aynen
benzerini söylüyor. Allah dediyse tamam! Demek ki bu konu ancak böyle
anlatılırmış. Demek ki bu konu en güzel sinekle veya örümcekle anlatılırmış.
Demek ki bu konu böyle on dokuzla anlatılırmış. Allah böyle anlatmış, başkasını
bilmeyiz. Efendim işte kadın konusunda biraz şöyle düşünsek. Niye? Ben kadını
Allah’tan daha mı iyi düşüneceğim yani? Allah’ın düşündüğü yetmiyor mu? Erkek
konusunda şöyle yapsak! Hayır, Allah en güzelini ortaya koyuyorsa aynen ona
teslim olacağız. Ne dediyse aklımızı, mantığımızı işin içine karıştırmadan aynen
kabul edeceğiz. O zaman bunun adına iman denecektir. İman edenler ne derlermiş
bakın:
“Hak, Allah’tan gelendir.
Hak, babamın bildiği, efendimin tasdik ettiği, hak toplumun öngördüğü,
insanların benimsediği, hocaların yazdıkları değil, Allah’tan gelen, yani vahye
mutabık olan gerçektir.” İşte mü’minler Allah’tan gelenlerin tamamının hak
olduğuna, gerçek olduğuna iman edip imanlarını artırırlarken, kâfirler ve
kalplerinde nifak hastalığı bulunanlar da:
“Acaba ne demek istiyor ki Allah
bununla? Ne yapmak, nereye varmak istiyor ki?” diye güya merak ediyor, ama asla
kulluğa yanaş-mıyor. İrdeliyorlar güya ama bu irdelemeleri kulluğa yönelik
değil. Çünkü Allah bunlar için:
“Kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne aramak ve te’viline gitmek için
Kur’an’ın müteşabih âyetlerinin peşine
düşerler....”
(Âl-i İmrân: 7)
buyuruyor. Onlar diyor
ki:
“Eh ne varda burada? Ne anlayacağız da
bundan? Bununla nereye kadar gidilebilir ki? Bu nereye götürebilir bizi?”
derler.
Bakıyoruz bugün de öyle diyor insanlar.
Bugün de kalplerinde nifak hastalığı bulunan insanları görüyoruz. Kur’an
karşısında aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. “Gelin ey Müslümanlar!
Kur’an okuyalım! Kulluk kitabımız ne diyor bir tanıyalım da onun istediği
biçimde Müslüman olalım!” dediğimiz zaman, aynı insanların bugün de Kur’an’a
karşı aynı ifadeleri kullandığına şahit oluyoruz: “Ne olacak ya Kur’an’ı okuyup
ta? Bu Kur’an ne anlatıyor? Bununla nereye kadar varılabilir? Bu nereye kadar
götürür insanları? Bununla hayat mı düzenlenir ya? Bununla şehir mi idare
edilir? Bununla belediyecilik mi yapılır? Bununla para mı kazanılır? Bununla
makam mı kazanılır? Bununla devlete mi gidilir? Tamam anladık Kur’an da, yani ne
olacak okuyunca? Bununla devlet mi kurulur? Bununla cemaat mı örgütlenir?
Bununla para mı kazanılır? Bununla iktidara mı gelinir?” dediklerine şahit
oluyoruz insanların. Aynen bugünkülerin de bunları dediklerine şahit oluyoruz.
Kur’an okuyalım, Kur’an okuyalım. “İyi, anladık da ne olacak okuyup da? Oku, oku
bununla nereye kadar gidilebilir? Ne işe yarayacak bu okuma? Bize başka şeyler
lazım. Bize örgütsel çalışmalardan söz et. Bize paradan, bize sanayileşmeden söz
et!” diyenleri bugün de görüyoruz.
Ama Allah diyor ki: “Biz bunu iman
edenlerin imanları artsın, küfredenlerin ve fâsıkların da fıskını artıralım,
açığa çıkaralım diye böylece anlattık.” O halde Kur’an kimilerinin hidâyetini
artırırken kimilerinin de dalâletini artırmaktadır. Yani kimileri Kur’an’la
hidâyet bulurken, kimileri de Kur’an’la, Kur’an sayesinde sapıklıklarını,
sapıklık noktalarını anlarlar.
Kur’an’la kimileri sapıtırken, kimileri
hidâyet bulur. Pek çoğu Kur’an’la sapıtırken, pek çoğu Kur’an’la yol bulur.
Onlar aslında bu âyet sebebiyle sapmış değildir, zaten sapıktı bunlar da, bu
âyetle sapıklıklarını izhâr ediyorlar. Yani bunlarda küfür ve nifak zaten vardı
da, âyet bunu açığa çıkarmıştır. Yani şimdi bunlar bu
misa llerde ne denilmek istendiğini
anladıkları zaman iman edecekler mi? Kesinlikle. Bunların derdi iman değil,
bunların derdi zaten imandan kaçmak. Buna delil arıyorlar!
“Allah’ın ordularını Allah’tan başkası
da bilmez zaten. Allah’ın ordularının, Allah’ın meleklerinin mahiyetini bilmeniz
de mümkün değildir. Öyleyse araştırıp, soruşturup, sorgulayıp durmaktansa
böylece teslim olun! Böylece iman edin! Bu on dokuzun ne olduğunu, nasıl
olduğunu düşünmeyin! Düşünmeniz de gerekmez zaten! Çünkü bu konu gaybî bir
konudur, evet dediniz mi tamam sizden istenen budur,” diyor Rabbimiz. Ben size
sizin en baş sıfatlarınızı sayarken ¬`²[«R²7@¬" «–YX¬8ÌY< «w<¬HÅ7!
demedim mi? Ben size gayb bilginin konusu değil, imanın konusudur demedim mi?
Gayb bilinmez inanılır demedim mi? Gaybı bilmeniz gerekmez ki! Nereden
çıkarıyorsunuz bunu? Niye uğraşıyorsunuz?
“Ve bu ancak bu bir öğüttür, beşer
düşünüp öğüt alsın diye bir ültimatom, bir muhtıradır; düşünmek, öğüt almak
isteyenler için bir tezkiradır.”
32-37. “Hayır hayır, öğüt almazlar.
Ay’a, dönüp gelen geceye, ağarmakta olan sabaha andolsun ki, içinizden öne
geçmek veya geri kalmak isteyen kimseye, insanoğlunu uyarıcı olarak anlatılan
cehennem büyük olaylardan biridir.”
Hayır hayır! Neye hayır? Bu on dokuzun
ne olduğu konusundaki telaşa hayır! Her şey bu on dokuzda saklıymış gibi ısrarla
anlamak için bu on dokuzun üzerine gitmeye hayır. Bu bozuk düzen anlayışa hayır.
Vahye karşı takındığınız bu bozuk tavırlarınıza hayır! Vahiyle kulluk ilişkisi
içine gireceğiniz yerde onu bir bilim kitabı yerine koymanıza hayır! Onu bir
logaritma kitabı zannetmenize hayır! Vahye karşı bu vurdumduymaz tavırlarınıza
hayır! Vahye karşı bu müstekbir halinize hayır! Kâfirlerden ve kalbi hasta
olanlardan olmanıza hayır! Üstünüzde taşıdığınız Velid bin Muğire sıfatlarına
hayır! İmana yanaşmamanıza, kalplerinizin yakîn kesb etmekten kaçınışınıza
hayır! ŸÒ«6 Hayır hayır! Öyle değil! İş sizin bildiğiniz gibi değil, niye
anlamaya yanaşmıyorsunuz?
Aya yemin olsun ki! Sırtını dönüp
giderken geceye yemin olsun ki! Sarardığı, ağardığı zaman sabaha yemin olsun ki:
Herhalde büyüklerden birisidir o
Sakar. Büyük belâlardan birisidir o Sakar. Yani kâfirlerin atılacağı,
girdirileceği, boylatılacağı bir konudur ki o Sakar, büyüklerden biridir. Büyük
haberlerden biridir. Hani daha önce:
demişti. Ya
da “Nezîran li’l-beşer” denmişti.
Sûrenin ta başına döneceğiz. Yani bu Sakar, bu cehennem insanlar için bir
uyarıcıdır. Cehennem olmasaydı uyarı olmazdı. Öyleyse biz de hem kendimiz, hem
de başkaları için cehennemi uyarı kabul edecek, uyaracağız, uyarılacağız onunla.
Ama
Ve
de:
olarak kıyam etmemiz gerekecek,
kıyamı gerçekleştirmemiz gerekecek tabii. Yani kıyamın bir konusu da burada
anlatılır diyeceğiz.
Peki herkes uyarılamıyor mu? Herkes
denileni anlamıyor mu? Herkes istenilen seviyeye gelmiyor mu? Evet:
Öne geçmek isteyenler de olacak, arkada
kalmak durumunda olanlar da olacaktır. Yani bu âyetleri, Allah’ın uyarılarını
duyar duy-maz kulluğa koşanlar da olacaktır, itaatten kaçanlar da olacaktır.
Öy-leyse bütün insanlar uyarılacaktır ama:
Olanlar da olacak, yani ha
uyarmışsın ha uyarmamışsın fark etmez olanlar, uyarıya karşı nötr davrananlar da
olacak:
Olarak uyarılanlar, uyarıya
müspet cevap verenler de olabilecektir. Çünkü:
38-42. “Herkes kazancına bağlı bir
rehindir; Ancak defteri sağdan verilenler böyle değildir; onlar cennettedirler.
Suçlulara: “Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?” diye
sorarlar.”
Evet herkes, bütün insanlar kendi
kazancına rehindir. Herkes kendi kazancına bağlıdır. Herkes kendi ne kazanmışsa
onunla rehindir. Yani Allah indinde borçlu olarak kazancına rehindir. İnsanın
saadet ya da felâketi kendi kazancına mütenasiptir. Ya çalışır, güzel ameller
işler, Allah’a borcunu ödeyerek kendini kurtarır ya da çalışmaz, rehin olarak
Allah’ın elinde kalır.
Bu âyeti şu üç şekilde anlamaya
çalışıyoruz:
1. Herkes ameliyle hesaba çekilmeye
rehindir. Buradaki ÒË! ile Müslümanların çocukları
kastedilmiştir. Yani bu hesaba çekilme sorumluluğundan Müslümanların çocukken
ölmüş çocukları müstesnadır, onların hesabının olmaması anlatılır. Herkes
ameliyle hesaba çekilecektir.
2. Herkes, her cehennemlik ateşe
rehindir ancak cennetlikler müstesna şeklinde anlayanlar da olmuştur
bunu.
3. Herkes ameliyle rehindir, ancak
Ashab’ul Yemin bundan müstesna denmiştir. “Yani herkes kendi gideceği yere
biletini kendisi almaktadır, kimseyi bu konuda zorlamam!” diyor Allah. Cehenneme
gidenler cehenneme kendilerini bağlıyorlar, kendilerini cehenneme rehin tutuyor.
Cehennemlikler amelleriyle, yaşadıkları hayatlarıyla kendi kendilerini cehenneme
ipotek ediyorlar ama Cennetlikler bundan müstesnadır.
Sağ ashabı, amel defterini sağlarından
alanlar bundan müstesnadır.
Sorup soruşturacaklar mücrimlere.
Sûrenin bu bölümü gerçekten insanın tüylerini ürpertiyor. Düşünün, yığınlarla
insan cehennemin kapısının ağzına gelmişler. İşin garibi bunların içinde dünyada
ben de Müslümandım diyenlerden de pek çok insan var. Müslümanlar bunları görünce
şaşıracak ve sorup soruşturacaklar: “Yahu bu adam dünyada Müslümandı, ne işi var
bunun burada acaba?” diyecekler. Soruşturacaklar: “Yahu ne oldu? Kim yaptı size
bunu? Kim getirdi sizi bu cehenneme?” diyecekler. Dünyada Müslüman gözüken bu
adamlardan dört cevap anlatılıyor âyette:
43-46. “Onlar derler ki: “Namaz
kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla biz de
dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Ölüm bize o haldeyken
geldi.”
Cennette Rabblerinin devlet ve
nimetlerine kavuşmuş olan mü’minler kendi aralarında cehennemlikleri, mücrimleri
sorup soruştururlar. Onlar bu konunun sözünü açınca cehennem ve cehennemlikler
de gözlerinin önüne kadar getirilmiştir. Mü’minler orada dünyada tanıdıkları,
bildikleri simâları görürler. Dünyada mü’min zannettikleri, Müslüman bildikleri
kimi insanları orada ateşin içinde görünce şaşkınlıklarını dile getirerek: “Ne
oluyor? Hayrola? Ne işiniz var sizin orada? Yoksa bir yanlışlık filan mı oldu?
Siz mü’min değil miydiniz dünyada? Hangi rüzgar attı sizi bu ateşin içine? Sizi
bu cehenneme sürükleyen, bu ateşe iten sebep nedir?” diyecekler ve sorup
soruşturacaklar.
Diyorlar ki, “biz namaz kılanlardan
değildik!” Namaz kılanlardan değildik biz? Bunun birkaç mânâsını açıklamaya
çalışalım:
1. Dikkat ederseniz “biz namaz
kılmıyorduk” demiyorlar da, “namaz kılanlardan değildik” diyorlar. Belki
kılıyorduk ama, ne dediğimizi, ne okuduğumuzu, ne yaptığımızı anlamadan yatıp
kalkıyorduk. Yani aslında biz namaz kılmıyorduk ta namaz gösterisinde
bulunuyorduk, diyorlar.
2. Ya da sadece namazla din kurtarma
çabasında oluyorduk. Bizden sadece namaz isteyen, hayatımızın öteki birimlerine
karışmayan bir Allah’a inanıyorduk. Sadece namazla kulluğun defterini
dürüyorduk. Namazda mesaj almadığımız gibi, yarım yamalak aldıklarımızı da namaz
sonrası hayatımıza taşıma diye bir derdimiz yoktu. Namazla hayatı düzenleme diye
bir endişemiz yoktu.
3. Ya da namaz kılanlar gibi namaz
kılmıyorduk. Kim o namaz kılanlar? Biz namazı kimden öğrendik? Allah’ın
Resûlü’nden. Rasulul-lah: “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece
kılın! diyordu ya, işte biz de öylece kılmaya çalışıyoruz. Öyleyse biz
namaz kılanlardan değildik sözü, namaz kılanlar gibi, Peygamber (a.s) gibi,
sahâbe gibi namaz kılmıyorduk, yani hayatın mihveri olan, hayatı düzenleyici
olan bir namaz kılmıyorduk demektir.
Hani Allah’ın Resûlü:
“Kimin namazı onu kötülüklerden
menetmiyorsa o namaz sahibini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir işe
yaramaz”
diyordu ya, işte böyle bir namaz
kılıyorlarmış bunlar. Eh adamın hayatında Peygamber yoksa, Peygamberi
tanımıyorsa elbette namazı da yoktur. Peygamberi olmayanın namazı olur mu?
Namazda “En büyük Allah!” dediğimiz halde
namazın dışındaki hayatımızda en büyük falan, en büyük filan diyerek bu
büyüklüğü dağıtmaya başlamışsa kişi, veya “Yalnız sana kulluk yaparım Allah’ım!”
dedikten sonra malın, dükkanın, müşterinin, makamın, âmirin, müdürün, çevrenin,
toplumun, âdetlerin, modanın kulu-kölesi olmaya kalkışmışsa, başkalarının
huzurunda eğilmekten sırtı kamburlaşmışsa nasıl namaz diyeceğiz
buna?
4. Başka bir mânâsı da, namaz
kılanlarla beraber değildik de-mektir. Adam namaz kılıyor ama çevresi, eşi,
dostu hep münafık, fâ-sık, facirse, oğlunu namaz kılanla evlendirmiyor, kızını
namaz kılana vermiyor, oğlunu, kızını eğitmek üzere namaz kaçkını insanlara
teslim ediyor, arkadaşlarını namaz kılanlardan seçmiyor, oğlunu, çevresini,
ticaret ettiği, borç alıp verdiği, görüşüp konuştuğu, düşüp kalktığı insanlar
namazcı değilse, ya da namaz kılanlar kendi aralarında böyle bir dayanışma içine
girmemişlerse, onlar da Allah korusun yarın bu duruma düşecekler ve bu sözü
söyleyenler arasında yer alacaklardır.
“Bir de bizler miskinleri doyuranlardan
değildik.” Malımızda çevremizdeki miskinlerin, fakir-fukaranın hakkı olduğunu
bilmiyorduk. Kazandıkça kazanıyor, yığdıkça yığıyor, ama bunu Allah yolunda
Allah’ın kullarına ulaştırma çabası içine girmiyorduk. Soframızı biraz daha
zenginleştirme, biraz daha çeşidi artırma, eşyalarımızı biraz da-ha
lüksleştirme, arabalarımızı bir model daha yenileme, çevreye biraz daha fazla
hava atma, insanların evlerinde, sofralarında bizi biraz da-ha fazla konuşup
gündemlerine almaları, biraz daha fazla takdir, biraz daha fazla alkış ve şöhret
adına çırpınıyorduk. Villalarımızı, köşklerimizi terk edip miskinlerin,
garibanların hayatlarına inmeyi, onların ev-lerine gitmeyi aklımızın ucundan
bile geçirmedik. Onları adam yerine koyup kendi hayat standartlarımıza çekmeyi,
kendi harcamalarımızı, israflarımızı da kısarak kendimizi onların hayat
standartlarına indirmeyi hiç düşünmedik. Yani onların kendi yiyeceklerini
vermedik onlara. Bizim mallarımızın içinde onlara verilmek üzere senin
verdiklerini kendimizin zannederek onlara vermedik”
diyorlar.
“Bir de biz bâtıla, bâtıl tutkulara,
boş şeylere, lüzumsuz şeylere dalanlarla birlikte dalıp gidiyorduk ki, ansızın
ölüm gelip bizi yakalayıverdi.”
“Evet, boş şeylere dalıp gidiyorduk.
Bizi ilgilendirmeyen, dünyamızı da, ahiretimizi de ilgilendirmeyen boş şeylere
daldıkça dalıyorduk.” Yarın mizana konulunca insanı cennete götürücü olmayan her
şey boştur. Mizana konunca isterse insanı cehenneme götürmesin ama cennete
götürücü olmayan her şey boştur.
Adam özel krem rengi takke ördürüyor,
rengini, desenini, modelini beğenmiyor, bozdurup bir daha ördürüyor, boş şey
bunlar. Veya arabasının renginde elbise giymeye çalışıyor. Veya tesbih illa da
oltu taşı olacak diye onun peşine takılıyor. Adam tesbih alacak 150 sene toprağın altında kalmış
olacak. Adam henüz evlenmemiş, boşanmayı tartışıyor. Kadın, kendisine farz
olmayan Cumayı tartışıyor, kocalarının cuma işlerini ayarlamaya çalışıyor. Ya da
Etiyopya’yı, Arjantin’i konuşuyorlar. Gerçekten bunları konuşmamızı Allah mı
istedi, bir düşünelim. Eğer yarın bunlar bizim mizanımıza konacak cinsten şeyler
değilse, yarın bizi cennete götürecek şeyler değilse, boş şeylerdir. Bir bakış,
bir düşünce, bir konuşma, bir okuma, bir davranış eğer cennetimize vesile
değilse, boştur.
Bugün sabahtan akşama kadar
konuştuklarınızı bir düşünün. Neler konuştuk? Dünyamızı da âhiretimizi de
ilgilendirmeyen boş şeyler miydi, yoksa mîzanımıza konulacak cinsten şeyler
miydi? Ya da bizi cennete götürücü şeyler miydi, yoksa cehennemin ta ortasına
dü-şürecek şeyler miydi? Nasıl yani, bir söz insanı cehenneme götürür mü? Evet,
bakın Allah’ın Resûlü Riyazu’s
Salihîn’de bize aktarılan bir
hadislerinde şöyle buyurur:
“Bir insan manasını düşünmeden
bir söz söyleyiverir ki, o söz nedeniyle cehennemin doğusu ile batısı arasındaki
mesafesinden daha uzak bir yerine düşüverir.”
Allah korusun. Kızdıktan sonra ağzınızdan bir
söz dökülecek, siz ne dediğinizin farkına bile varamayacaksınız, sonra onun
cezaya çarptırılacak bir söz olduğunu anlayacaksınız. Bunu sakinken bile
ya-pamazsınız. Bir sözün sonunda bakıyorsunuz ki insan cehennemin dibine
yuvarlanıp gidiyor.
Birisine
yanlışlarını hatırlatıyoruz, iyi bir müslüman olabilmesi için yapması gereken
şeyleri hatırlatıyoruz, adam sonunda öyle bir değerlendirme yapıyor ki, bizim
söylediklerimizin hepsini alıp götürüyor. Diyor ki adam; “hoca bana fırça
çekti”. Halbuki Rasûlullah Efendimiz dinin nasihat olduğunu beyan ediyor. Din
öylece nasihat olarak ikame edilsin, var kılınsın, onun hayatında benden
nasihat, benim ha-yatımda ondan nasihat olarak din yaşansın diye konuşuyorum,
adam sonunda diyor ki beni fırçaladı. Dilimizin döndüğünce bir saat Allah ve
Resûlünün dediklerini ortaya koymaya çalışıyoruz, ama sonunda içlerinden birisi
diyor ki; “hoca anlat, anlat dediklerin çok güzel ama bugün bunlar mümkün olmaz”
diyor. Onun ağzından çıkan bu söz dinleyenlerde ne iştah bırakıyor, ne ilgi
bırakmıyor. Bu sözün neye mal ol-duğunu bilmiyor adam.
Bir
de öğrendiği âyet ve hadislerin ne anlama geldiği, kendilerinden nasıl bir
kulluk istediğini düşünmüyor insanlar. Oturuyoruz bir ortamda; bir şeyler anlat
diyorlar. Ben de diyorum ki; haydi hepiniz bi-rer âyet, birer hadis söyleyin de
onlar üzerinde anlatmaya başlayayım. Başlıyor birisi; bir adam ölünce, onun
ameli, malı mülkü, karısı kızı, hısım akrabası onunla birlikte mezara kadar
gelir diyor peygamberimiz. Evet, sonra ikisi geri döner mezarda sadece ameli
kalır.” Ya öyle mi, nerede olurmuş bu iş diye ben sormaya başlıyorum. Çünkü daha
önce duydunuz mu bilmem? Ama ben tekrar duyurayım; karşımdakinin ifadesiyle bir
adam ölünce üç şey onunla birlikte mezara kadar gider. Malı, ehli ve ameli.
Bunlardan malı ve ehli geri döner, ameli onunla birlikte mezarda kalır.
Siz
hiç gördünüz mü diyorum, adamın yatağı, yorganı, masası, sandalyesi, atı,
arabası, bürosu, mağazası, köşkü, yalısı hepsi be-raber altına tekerlekler
takılarak mezara götürülsün, hiç gördünüz mü? Haydi akrabalarının hepsi değilse
de bir kısmının iyi kötü geldiğini görüyoruz da ötekilerin geldiğini görüyor
musunuz, gördünüz mü? Peki malı mülkü nasıl geliyor mezara diyorum. Nerde
görülmüş bunların mezara geldiği? Efendim kefeni gelmiyor mu? Eh geri gelmiyor
ama o orada kalıyor. Peki ya şekerleri? Hattâ o da onun değildir. Onu da orada
yiyip bitiriyorlar, o da orada kalıyor, geri gelmiyor. Peki söyleyin diyorum, bu
hadisi neden siz böyle üzerinde düşünme-den anladınız? Eh amel etmek
istemediniz, bu hadisi öğrenmeden önceki ben ile öğrenen ben nasıl
davranmalıydım, bunu bilediniz, bu-nun üzerinde kafa yormadınız dedim.
Birine dedim ki; bir hadis oku da
dinleyeyim. Bir hadis okudu bana: “Bir müslümanın bir başka müslümana üç günden
fazla küsmesi helal değildir” hadisi okudu. Ben dedim ki; peki ne anlayacağız
bundan? Ne dedi bu hadis bize? Valla orasını bilmem, ben bu kadar ezberledim
dedi. Bir dakika dedim, ben bir başka hadis biliyorum ki; Kâb Bin Malik ve iki
arkadaşına elli gün küsmüş sahabe. Nasıl olacak şimdi bu? Üstelik başlarındaki
peygamber Efendimiz de küstü. Hem üç gün diyor peygamber, hem elli gün diyor, bu
ne mennem şey? Ay-rıca mesela sahabe’den biri elinde sapanla taş atan bir başka
sahabeye diyor ki; eğer bunu bırakmazsan sana küserim. Küstü de nitekim. Ne
olacak şimdi bu? Diye onları öğrenilenlerle amel etmeye teş-vik edince,
içlerinden birisi dedi ki; yani bu yaptığına gıcıklık desek olmaz mı dedi. Yok,
ağzınızdan çıkan şeylere dikkat edin. Ne dediğinizi, neden dediğinizi ve bu
dediklerinizin neye mal olduğunu bilin.
Bir adamla anlaşmak istediniz,
didindiniz, uğraştınız, çabaladınız olmadı. Sonunda dediniz ki; yok olmadı be
arkadaş, onunla yıldızlarımız bir türlü barışmadı dediniz. Ne o? Yıldızlarınız
barışmadı. Hiç düşündünüz mü bu söz ne anlama geliyor? Tarihte nice toplumlar
varmış yıldızlara tapan. Onların inancına göre her insanın bir tanrı yıl-dızı
varmış gökyüzünde. O benim yıldızımla onun yıldızı, yani benim tanrımla onun
tanrısı gökyüzünde anlaşırlarsa ben de yeryüzünde onunla anlaşırmışım. Onlar
küser barışmazlarsa, ben de yeryüzünde çatlasam patlasam da onunla
anlaşamazmışım. Söyleyin peygamberin yıldızıyla bugünkülerin gökteki yıldızları
barışmadı da ondan mı görüşmek istemiyorlar peygamberle? Neden gitmiyorlar
peygamberin ziyaretine? Neden sormuyorlar ona problemlerini? Neden
yanaşmı-yorlar peygamberin hadislerine? Haşa neredeyse Allah’ın yıldızlarıyla
bizimkilerin de irtibatı yok galiba.
Öyleyse ağzımızdan çıkan bir sözü, biz
onu ne maksatla söylediğimizi düşünüp söyleyelim. Hattâ o sözün eninde sonunda
bizim mizanımıza konulacak olduğunu bilerek konuşalım. Mesela adam bir olayda
çok ciddi olduğunu anlatmak için yemin billah’ın da ötesinde diyor ki; “anam
avradım olsun ki” diyor. Bu ne mennem şey? Ya da; “dinimden döneyim ki” diyor
kimileri. Bunu nasıl söyleyebiliyor adam? Şakası bile olmaz ki bunun.
Veya meselâ iki kişi tartışırlarken
birisi; “la havle vela guvvete illa billah” diyor, berikisi hemen ileri atılıp;
“bırak la havleyi! La havle karın doyurmuyor! La havlene başlarım!” diyor. Nasıl
söyleyebilir bunu bir müslüman?
Meselâ adamın kalemine gösterdiği
titizliği bir düşünün. Her kalemle yazamaz adam, illa falan model ve filan marka
olacak. Veya adamın yemeğin tuzuna, biberine modeline gösterdiği titizliği bir
düşünün. Saatlerce akvaryum karşısında veya televizyon ekranı karşısında
öldürdüğü zamanları bir düşünün. Arabalarının üzerinde gördükleri ufacık bir
çizik karşısında, “aman eyvah ne oldu? Nasıl oldu?” diye abananları ve
üzüntülerinden deliye dönenleri bir düşünün. Halbuki adamların kendi inanç
dünyalarındaki veya çocuklarının itikat dünyalarındaki çatlaklıklara neredeyse
araba girecek ama onu gördükleri yok adamların. Hepsi boş şeydir
bunların!
Bir ömür boyu yaptıklarımızı bir
düşünelim. Ne kadarı dolu, ne kadarı boş
bir düşünelim. Meselâ bir ilkokul diyoruz beş yıl harcıyo-ruz, dönüp bir
bakıyoruz ki bomboş. Yani mübâlağa yapmıyorum inanın orada öğrendiklerimiz beş
haftaya sığabilecek şeyler. Ondan sonra yaptıklarımızı düşünelim. Hayatın tümünü
düşünelim. Acaba bu yaptıklarımızın yaptırıcısı kimdi de yaptık? Allah dedi diye
mi yaptık? Yoksa toplum öyle istedi diye mi? Çevremiz bundan razıdır diye mi? Ya
da âdetler veya Zerdüşt böyle buyurdu diye mi yaptık? Tüm yaptıklarımızı bir
düşünelim. Neyle geçti bizim ömrümüz? Oturamayacağımız evler, yiyemeyeceğimiz
paralar toplamakla mı geçti? Eğer
böy-leyse, tüm hayatımız boşa gitmiştir Allah korusun.
Neyle geçirdik ömrümüzü? Müzik
dinleyerek mi? Kaldırım çiğneyerek mi? Ekran başında, akvaryum önünde mi?
Aynanın önünde mi? Panayır veya piknikte mi? Oya için, boya için mi? Para-pul
peşinde mi? Yoksa kendisine kulluk yapmaya çalıştığımız çevrenin alkış tufanları
arasında mı? Veya kulluğa râci olmayarak, amele müstenit olmayarak gayr-ı dinî
ilimlerde tefekkuh adına mı çırpındık? Öyleyse eyvaaah bize! Vaah bize! Yuh
bize!!
Bakın öyle diyor cehennemdekiler.
Bizler boş şeylere, bizim dinimizi de, dünyamızı da ilgilendirmeyen, olsa da
olur, olmasa da olur şeylerin peşine takılıyorduk. Ya da bizden istenmeyen
şeylerin peşine veya kesinlikle haram olmayan ama bizden istenmeyen şeylerin
peşine takılıyorduk. “Elbisenin tipi, biçimi, rengi, modeli. Yemeğin modeli,
tadı, tuzu, servis biçiminden tutun da, çayın deminden, kahvenin rengine
varıncaya kadar, peynirin küflüsünden soğanın cücüğüne kadar her şeyi dert
ediniyorduk da, Kitabı, sünneti dert edin-miyorduk” diyenlerden birisi de biz
olmak istemiyorsak, yarın yaptıklarımıza dikkat etmek zorundayız. Yarın
mizanımıza konduğu zaman bizi perişan edecek boş şeylerin peşinde değil de, bizi
kesin cennete götürecek, Allah ve Resûlü’nün istediği şeylerin peşinde
olalım.
Bir de din gününü yalan sayıyorduk biz.
Ahiret endişemiz yoktu bizim. Yukarıdaki suçların temel sebebi, asıl sebebi
budur işte. Ya-ni bir adamın ahiret inancı bozulmuşsa, hesaba çekilme şuuru
pörsümüşse, o adamın tüm hayatı bozulmuş demektir. Ancak dikkat ederseniz burada
din gününü, ahiret gününü inkâr ediyorduk, reddediyorduk demiyorlar da, “yalan
sayıyorduk” diyorlar. İnkar etmekle yalan saymak ayrı ayrı
şeylerdir.
Yalan saymak, inanmakla beraber
gereğini yerine getirmemek demektir. Adam namaza inanıyor ama kılmıyor,
örtünmesi gerektiğine inanıyor ama örtünmüyor. Yani inanıyor ama inancının
gereğini yap-mıyor. Hani meselâ diyorsunuz adama: “Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun?
Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü
giymeden çıkma!” Adam kar nedir, soğuk nedir biliyor, pardösüsünü giymesi
gerektiğini biliyor, anlıyor ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa, işte bu
yalan saymaktır. Namazın farz olduğunu, kılınması gerektiğini biliyor ama yine
de kılmıyor. Bakın burada da aynısını görüyoruz:
“Biz din gününü yalan
sayardık.”
Bakın, “din gününü inkâr ederdik”
değil, “yalan sayardık.” Meselâ adama soruyorsunuz: “Arkadaş ölecek misin?”
“Tamam.” “Dirilecek misin?” “Tamam.” “Hesap-kitap var mı?” “Tamam.” “Peki
Allah Kâdir mi? Yapar mı bunu?” Tamam,
hepsine inanıyor adam. Ama ba-kıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara
aldırış etmeden yaşıyor adam. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu
bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki, adamın bu inancının
hiç mi hiç etkisi yok.
Yani imanının, inandım dediği şeyin
gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor adam. Çok korkunç bir suç
değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor ama kılmıyor. Örtünmesi
ge-rektiğine inanıyor ama örtünmüyor. Kur’an’ı, sünneti tanımadan Müslümanlık
olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor. Çoluk-çocuğunu eğitmesi gerektiğine
inanıyor ama yaklaşmıyor. İşte yalan saymak budur ve çok büyük bir suçtur.
Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri a-mele dönüştürmeye çalışalım
inşallah.
Bizler böyle dünyaya dalmış bir biçimde
yaşayıp giderken:
Eyvah! Eyvah ölüm gelip çatıverdi bize.
Tam yapacaktık, tam başlayacaktık ama ölüm geliverdi. Hanıma ders başlatacaktı
ama iki sene sonra. Küs olduğu bir Müslüman kardeşiyle barışacaktı, onu
affedebilecekti ama beş sene sonra. Kur’an’ı tanıyacaktı, anlayacaktı, ama
yarından sonra, diyordu. Çocuklarını eğitecekti ama emekli olduktan sonra.
Kur’an’ı ve sünneti tanıyacaktı ama evi bitirdikten sonra. Rahmetli tam
yapacaktı ama ölüm geliverdi. Ömrü kifâyet etmedi. Eyvah, hesapsız bir biçimde
ölüm gelip işini bitiriverdi.
Bizler ahireti gündemimizden
çıkarmıştık ta bu haldeyken ölüm geliverdi! İşte borç, dert, senet, kürek,
dükkan, tezgah, müşteri, kooperatif, diploma, doktora, makam, koltuk, bordro,
kademe, ödeme, akvaryum, çiçek, saksı, halı, mobilya derken hiç beklemediğimiz
bir anda ölüm geliverdi. İşte cehennemin kapısının önündekilerin söyleyecekleri
bunlar. Allah bizleri onlardan etmesin inşallah.
Anlıyoruz ki işte cehenneme gidecekler
bunlardır. Anlıyoruz ki bunlar bedenî kulluklarını, ya da bireysel kulluklarını
yapmıyorlarmış. Namaz gibi bireysel, miskinleri doyurmak gibi toplumsal
kulluklarından kaçıyorlardı. Veya namazla bedenlerinde Allah’ı söz sahibi
bil-miyorlar, ikramla da mallarında Allah’ı söz sahibi kabul etmiyorlardı. Ya da
namazla Allah’tan mesaj alıp infakla da bu mesajı Allah kullarına ulaştırma
dertleri yoktu bu adamların.
48-52. “Artık onlara, şefaatçilerin
şefaati fayda vermez. Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?
Aslandan ürkerek kaçan yabanî merkeplere benzerler. Hayır; her biri önüne
açılıvermiş sahifeler verilmesini isterler.”
Onlara hiçbir şefaatçinin şefaati
fayda vermez. Hal böyleyken bu adamlara ne oluyor da tezkiradan, haritadan,
mihmandardan, pusuladan, yol bilenden yüz çeviriyorlar? Ne oluyor bunlara ki
Allah’ın rahmeti gereği kendilerine açtığı rahmet kapılarından istifadeye
ya-naşmıyorlar? Nasıl oluyor? Neye güveniyorlar da kendilerine açılan şefkat
kucağından, aslandan ürken yaban merkepleri gibi ürküp kaçıyorlar? Kimden kime
kaçıyor bunlar?
Hayır hayır, bunların derdi her birinin
önüne açılmış sahifeleri, kitapları olsun isteğidir. Hepsi, kendilerine mahsus
kitapları olsun isterler. Yani bunların hepsi peygamber olmayı ister. Hepsine
ayrı ayrı birer kitap verilsin, hepsinin kendilerine mahsus kitapları olsun
isterler. Hepsi kendilerinin özel kitapları olsun ve hepsi de kendi kitaplarına
bakarak “Allah’ın istediği budur! Allah’ın muradı budur! Benim kitapta böyle
deniyor! Ben bunu kitabımdan böyle anladım!” demek ister. Dolayısıyla benim
anlayışım doğrudur! Benim düşüncem, benim metodum, benim dinim, benim yaşadığım
hayat doğrudur! Kesin doğrudur! diyecekler, hiç kimseye bağımlı olmayacaklar,
Allah’ın istediklerini istedikleri gibi yorumlayacaklar.
Galiba Peygamberi ve onun sünnetini
diskalifiye etmeye çalışanların çabası da bu gibi görünüyor değil mi? Yani
Kur’an’ı peygamberin kitabı, peygambere gelen kitap, peygamberin anlayıp
yaşadığı, peygamberin anlayıp uyguladığı, örneklediği bir kitap olmaktan çıkarıp
kendilerince anlamak istiyorlar. Çünkü Kur’an’ı peygamberin kitabı, peygamberin
anlayıp yorumladığı kitap olarak kabul edip peygambere bağımlı anlamaya
çalıştıkları zaman, düşüncelerine,
anlayışlarına peygamberî bir sınır gelecektir. O zaman hayatlarına yasaklar
ge-lecek, onun anlayışının dışına çıkamayacak ve daha bir Müslümanca yaşamak
zorunda kalacaklar. Ama peygamberi ve peygamberin sünnetini, peygamberin
anlayışını, peygamberin uygulamalarını diskalifiye ederek Kur’an’ı peygambere
bağımlı olmadan anlamaya çalıştılar mı, kendi istedikleri gibi âyetleri
yorumlama imkânları olacak, kendi arzularına göre onu yorumlama imkânı bulmuş
olacaklar. İşte peygamberi ve onun sünnetini silmek isteyenlerin tek derdi
budur. “Ben kitabımdan bunu anladım. Benim kitapta bunlar var. Ben böyle
anladım, beni başkası bağlamaz” diyecekler ve keyiflerine uygun bir hayat yaşama
imkânı bulabilecekler.
53. “Hayır; daha doğrusu ahiretten
korkmazlar.”
Hayır hayır! Onların yarın endişeleri
yok. Hesap-kitap dertleri yok onların. Ahiret endişeleri yok onların da ondan.
Peygamberi kenara aldılar mı, artık Kur’an’ı istedikleri gibi yorumlayacaklar.
Ama ahirette soracağız onlara bunun hesabını, diyor
Rabbimiz.
54-55. “Hayır şüphesiz bu Kur’an bir
öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır.”
İşte bunlar, bu âyetler, bu Kur’an
dileyip öğüt almak isteyenler için, bu kitapla yol bulmak isteyenler için bir
tezkiradır, zikradır. Tez-kira, kişinin sürekli hafızasında canlı tutması ve hiç
unutmaması gereken şey demektir. İşte Kur’an’la yol bulmak isteyenler için
öncelikli olarak hatırında canlı tutulması gereken tezkiradır bu âyetler. Yani
bu âyetler asla unutulmaması gereken zikralardır. Çünkü bu âyetler hayatın
kendileriyle düzenleneceği zikralardır. Ama öğüt almak isteyenler için bir değer
ifade eder bu âyetler. Dileyen Rabbine ancak bu âyetlerle yol bulabilir. Çünkü
tezkirasız yol bulmak mümkün değildir. Tezkirasız Allah’a yol bulmak ve O’na
istediği biçimde kulluk yaparak O’nun rızasını kazanmak mümkün değildir.
Çünkü bu
âyetler tezkiradır, haritadır, pusuladır, mihmandardır, yol göstericidir. Öyle
değil mi? Hem bu kitabı tanımayacaksınız, hem kitabın âyetleriyle beraber
olmayacaksınız, hem kitapsız bir hayat yaşayacaksınız, hem tezkirayla yol
bulmaya çalışmayacaksınız, hem haritayı elinize almayacaksınız, hem pusulaya
müracaat etmeyeceksiniz. Yani yol bilenin elinden tutmayacak, yolu yol bilene
sormayacaksınız hem de yol bulacaksınız. Mümkün mü bu? Öyleyse Rabbine yol
bulmak isteyen bu kitapla sürekli beraber olmak zorundadır. Sürekli tezkirayla
hareket etmeye çalışmak zorundadır. Bunun başka çaresi de yoktur diyor
Rabbimiz.
56. “Allah dilemeksizin öğüt alamazlar.
O, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır ve bağışlanmaya daha
ehildir.”
Allah ki, takva ehlidir. Allah ki,
kendisiyle yol bulunandır. Allah ki, kendisine sorulandır. Allah ki, koruması
altına girilen, hayatın kendisi adına ve kendisinin belirlediği biçimde
yaşanılandır. Allah ki, kullarının kulluğa yol bulmaları için kitap gönderendir.
Yolu tarif etmek üzere kitap gönderen ve kitabın nasıl anlaşılacağını, nasıl
hayata ge-çirileceğini, Allah’ın istediği kulluğun nasıl icra edileceğini
göstermek üzere örnek kul olarak peygamber gönderendir. Allah ki, mağfiret
et-meye ehil olandır. İyi niyetle kendisine kulluk yapmak isterken hataya
düşenlere mağfiret edendir.
Rabbim bize affın ve mağfiretinle
muamele buyur, çünkü sen mağfirete tek ehil olansın. Bu sûrenin de sonuna
geldik. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Vel hamdü lillahi
Rabbi’l âlemîn.
allah razı olsun
YanıtlaSilHAKKINIZI HELAL EDİN