Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
75., Nüzûl sıralamasına göre 31., Mufassal sûreler kısmının yedinci grubunun ilk
sûresi olan Kıyamet sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
40’tır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla
1-2. “Kıyamet gününe ve nedâmet çeken
nefse yemin ederim (ki, insanlar öldükten sonra diriltileceklerdir). 3. İnsan,
kemiklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor? 4. Evet, Biz onu, parmak uçlarına
varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya Kâdiriz. 5-6. Ama,
insanoğlu gelecekte de suç işlemek isterde: “Kıyamet günü ne zamanmış!” der.
7-10. Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman
işte o gün insan: “Kaçacak yer nerede?”
der. 11. Hayır hayır; bir sığınak yoktur. 12. Ey insan! O gün, sen, Rabbinin
huzuruna varıp durursun. 13. O gün, insanoğluna önde ve sonda yaptığı ne varsa
bildirilir. 14-15. Özürlerini sayıp dökse de, insanoğlu, artık kendi kendinin
şahididir. 16. Ey Muhammed! Cebrâil sana Kur’an okurken, unutmamak için acele
edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. 17. Doğrusu o vahy olunanı kalbine
yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. 18. Biz onu Cebrâil’e
okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. 19. Sonra onu açıklamak Bize düşer. 20.
Hayır hayır; ey insanlar! Sizler, çabuk elde edeceğiniz dünya nîmetlerini
seversiniz. 21. Âhireti bı-rakırsınız. 22-23. O gün birtakım yüzler Rabblerine
bakıp parlayacaktır. 24. O gün birtakım yüzler de asıktır. 25. Kendisinin
belkemiğinin kırılacağını zanneder. 26-27. Dikkat edin; can boğaza gelip
köprücük kemiklerine dayandığı zaman:
“Çare bulan yok mudur?” denir. 28. Artık ayrılık vaktinin geldiğini sanır. 29. Bacaklar birbirine do-laşır. 30. O gün
sevk Rabbinin huzurunadır. 31-33. O, Peygamberi doğrulamamış, namaz kılmamış,
ama yalanlayıp yüz çevirmiş, sonra da salına salına kendinden yana olanlara
gitmişti. 34. Sana yazıklar olsun, yazıklar! 35. Daha ne olsun, sana yazıklar
olsun, yazıklar! 36. İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? 37.
O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? 38. Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra
Allah onu yaratıp şekil vermişti. 39. Ondan, erkek-dişi iki cins
yaratmıştı. 40. Bunları yapan Allah’ın
ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter.
Muhterem arkadaşlar, bu haftaki
dersimizde inşallah Kıyamet sûresi, ya da La ugsimu sûresi diye bilinen, tümü
Mekke’de nâzil olmuş 40 âyetlik bir sûre ile karşı karşıyayız. İnşallah bu
sûreyi tanımaya çalışacağız. Bu sûrede Rabbimizin bize ulaştırmayı murad
buyurduğu mesajlarını hep beraber tanımaya çalışacak ve hayatımızı onunla
düzenleme gayreti içine gireceğiz inşallah.
Mekke
döneminde Kâria sûresinden sonra nazil olmuştur. Adını ilk âyetinde geçen
ölümden sonra dirilmeyi, doğrulmayı ifade e-den kıyame kelimesinden almıştır.
Müşriklerden Adî b. Rebîa’nın Resûl-i Ekrem Efendimize gelerek kıyametten
sorması, Resûlullah Efendimizin anlatımını dinledikten sonra, gözleriyle görmüş
olsa bile inanmayacağını, zira çürümüş kemiklerin toplanıp yeniden bir beden
oluşturmasının imkânsız olduğunu söylemesi üzerine sûrenin ilk bölümlerinin
indiğine dair çeşitli rivâyetler bulunmaktadır.
Vahyin
okunması ve muhafazasıyla ilgili bir ara bahsin dışında sûrenin konusu ölümün
ardından yeniden dirilme olan muhtevasını dört bölümde ele almak mümkündür.
Birinci
bölüm (âyet 1-5), kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse yemin edildikten
sonra, kemiklerin yeniden toplanamayacağını sanan, insanların tekrar
dirilişlerinin imkânsızlığını iddia eden kâfirlere karşı Allah’ın bırakın o
kemikleri, insanın vücudunun en ufak parçası olan parmak uçlarını, parmak
izlerini bile bir araya getirip eski haline sokmaya kâdir olduğu belirtilir.
Sonra o gün fizikî âlemde meydana gelecek bir kısım değişiklerle insanların
yaşayacakları şaşkınlıklara temas edilmektedir. Bu bölümde “kendini kınayan
nefis” ifadesiyle reddettikleri o günle karşı karşıya gelen bu inkârcıların
büyük bir pişmanlık duymaları ile birlikte, bu dünyada daha iyi Müslümanlık
gerçekleştirememiş, daha güzel kulluklar yapamamış mü’minlerin de piş-manlık
duyacaklarına işaret edilmektedir. Sûrenin 4. âyetindeki parmak uçlarının
düzeltileceğine dair ifade, insanların parmak izlerinin bir birinden farklı
olduğu tespitine dayanan ve suçluların bulunmasında yaygın bir biçimde
kullanılan daktiloskopiye de işaret edilmektedir.
Sûrenin
bütünü içinde farklı bir konuya temas eden ikinci bölüm (âyet 16-19) Resûl-i
Ekrem efendimizin vahiy karşısında takınma-sı gereken tavır ve onun okunmasına
dair bir açıklamayı ihtiva eder. Resûlullah Efendimiz gelen vahyi ezberlemek,
onu unutmamak için Cebrâil’in okuyuşunu tamamlamadan dilini hareket ettirerek
acele a-cele okumaya çalıyor, okunanları tekrar ediyordu. Halbuki bu âyetlerde
vahyin toplanıp korunması, doğru olarak okunması ve açıklanmasının peygamber
sorumluluğunda değil, Allah güvencesi altında olduğu belirtilerek Hz. Peygamber
Efendimizin kaygılanmaması gerektiği bildirilmektedir. Nitekim bundan sonra
Resûl-i Ekrem efendimizin artık bir daha bu konuda kaygılanmadığı rivâyet
edilmektedir. (Buhârî, tefsiru’l Kur’an 75)
Üçüncü
bölümde (âyet 20-30), insanların dünya hayatına kapılıp, dünyayı kıble edinip
âhirete yönelik amelleri terk etmeleri kınandıktan sonra, o gün o güne inanmış
ve o günü kazanabilmenin derdiyle bir hayat yaşamış mü’minlerin bu
başarılarından ötürü parıl parıl parlayan yüzlerinin rablerine bakacakları, o
güne inanmayan ve o gü-nü kazanma adına plan ve program yapmayanların ise
başlarına gelecekleri fark ederek korkularının yüzlerine yansıyacağı, yüzlerinin
zillet ve horluk içinde simsiyah kesileceği haber verilir.
23.
âyetteki; “rablerine bakarlar” ifadesinin mü’minlerin âhiret-te Allah’ı
göreceklerine apaçık bir delil teşkil ettiğini anlayan çoğunluk âlimlerimiz
yanında, Allah’ın görülmesinin asla mümkün olmadığını id-dia eden Mu’tezile
ulemâsı da “Rablerinin nimetlerine bakarlar” şeklinde te’vil etmektedirler.
Sûrenin
dördüncü bölümünde (âyet 31-40) âhiret gününde azaba uğrayacak kimseler
anlatılır. Bunların Hz. Peygamber’in getirdiği mesajı yalanlayanlar, namaz
kılmayanlar, yeryüzünde gururlanıp çalımla yürüyenler, Allah’a boyun bükmeyip,
insanlara da tepeden bakanlar olduğu açıklanır.
Evet
Kıyâmet sûresinde İslâm’ın ulûhiyet, nübüvvet ve âhiret gibi temel imanî
konuları üzerinde durulmuştur. Allah’ın kudret ve ya-ratıcılından söz edilerek
ulûhiyete, vahyin Allah’ın koruması altında bulunduğu ortaya konularak nübüvvete
ve özellikle kıyâmetten söz edilerek âhirete dair önemli bilgiler verilmiştir.
Âyetler kıyâmetin mutlaka kopacağını, insanın mutlaka rabbinin huzuruna
götürülüp orada tüm yaptıklarından yargılanacağını, orada suçluların özür
dilemelerinin kendilerine hiçbir fayda vermeyeceğini çok açık bir şekilde ifade
ederek insanlar uyarılmaktadır. İnsanların parmak uçlarının bile düzeltileceğini
anlatan âyet, ölüm sonrası dirilişin hem ruhânî, hem de cismanî bir diriliş
olacağına delil teşkil etmektedir. Bu anlatım üslubuyla sûre âhirete imanın
sadece dille söylenen bir iman iddiası olmadığını, bu imana dayalı bir hayat
yaşamanın gerekli olduğunu ortaya koymaktadır.
Sûrenin
son kısmı, başlangıçla olduğu gibi, insanı ve diriltme günü (ba's günü) üzerinde
durulmaktadır. İnsanın başıboş bırakılamayacağını, kıyâmet gününde tekrar
diriltileceği açıklanmaktadır. Bu-nunla birlikte Yeryüzünde kibirlenen kimseler,
'kıyâmet günü de ne zamanmış ?" diyen kâfirlere önceki yani ilk yaratılışlar
hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatmanın gayesi; insanın o ilk yaratılışındaki
incelikleri dü-şünmesi ve kıyâmet gününde dirilme olayının tekrar vukû'
bulacağına inanmasıdır. Ayrıca kibirlenen müstekbirlere; insanın, neden
yaratıldığının, anmaya değer bir varlık oluncaya kadar geçirdiği merhaleleri
hatırlatılmaktadır. Allahu Teâlâ böyle buyurmaktadır: "O, akıtılan bir meni
damlası değil miydi? Sonra meniden kan pıhtısı oldu, sonra Allah onu yaratıp
şekil verdi. Ondan erkek dişi çiftler yarattı. Bunları ya-pan Allah'ın ölüleri
tekrar diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter" (37-40). Böylece, sûre başından
sonuna kadar kıyâmet konusunu son derece ibret verici bir üslûpla insanlara
sunmaktadır.
Bu kısa mukaddimeden sonar inşallah
sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayabiliriz. Rabbim yardımcımız olsun.
1. “Kıyamet gününe yemin ederim
ki”
Sûre başlangıcına göre Kur’an-ı
Kerîm’de böyle başlayan iki sûre var; birisi Beled sûresi, ötekisi de tanımaya
çalıştığımız Kıyâmet sûresidir. Tabii sûre başına, sûre başlangıcına göre bu
tasnifi yaptık. Değilse sûre ortasında da bu tür yeminlere
rastlarız:
Gibi sûre aralarında bu tür
yeminleri görmekteyiz. Bu konuda şunları söyleyelim: Eğer bu yeminler sûrenin
başında değil de böyle sûre ortasındaysa, bu kesin yemindir diyenler var. Ama
burada olduğu gibi eğer sûre başındaysa, kimilerine göre bu yemindir, kimilerine
göre bu ³ ya zâidedir, ya da te’kit için
gelmiştir veya tezyîn-i kelâm için gelmiştir. O zaman şöyle
diyeceğiz:
“Yemin etmiyorum ki! Ne gerek var
yemine? Yemine ne hacet? Başka söze ne hacet? Şimdi beni dinle!” anlamına
gelmektedir bu ifade. Veya, “Yoo! Hayır hayır! Yemin olsun ki!” anlamına bir
ifade-dir. Yani önceden bir konu tartışılıyordu da tartışmayı keserek Rabbi-miz:
“Hayır hayır! İş sizin bildiğiniz gibi değil! Siz yanlış düşünüyorsunuz! Yanlış
şeyler konuşuyorsunuz! Yemin olsun ki!” diye söze baş-lıyor. Çünkü müşrikler
kıyamet konusunu tartışıyorlardı. “Olmaz! Gel-mez!” diyerek Rasulullah
Efendimizi sıkıştırmaya çalışıyorlardı da, Rabbimiz: “Hayır hayır! Vazgeçin bu
tartışmalardan! Vazgeçin bu an-layışlarınızdan! Yemin olsun ki!” buyurarak söze
başlıyor.
Cenâb-ı Hak böylece yemin ediyor.
“Yemin etmiyorum ki! Yemine bile gerek duymuyorum ki!” diyerek yemin ediyor. Ya
da, “yemin ederim ki!” diye yemin ediyor. Çünkü bu bir yemin modelidir. Allah
böyle bir yemini tercih etmiştir diyor ve öylece îman ediyoruz.
Kıyamet gününe, kıyam gününe, kalkım
gününe yemin olsun ki! Acaba herkesin ölümüne, ölüm gününe mi kıyamet denir,
yoksa dirimine, kalkımına, kalkışına mı kıyamet denir? Burada kalkış günü, yani
ikincisine yemin ediliyor diyeceğiz. İnsanların ölüm gününe değil, kabirlerinden
kalkış gününe yemin ediliyor. Allah o güne yemin ettiğine göre, bugünün bizim
hayatımızda önemi çok büyüktür. O gün mutlaka hatırda tutulması, hayatımızda
sürekli iki kaşımızın arasında bulundurmamız gereken, bir an bile hatırımızdan
çıkarmamamız gereken bir gündür. İşte Allah o güne yemin ediyor.
Sonra:
2.
“Levvame nefse yemin olsun ki”
“Nefs-i Levvame’ye de yemin olsun ki!
Kasem ederim o nefs-i levvame’ye.”
Kimileri, “Efendim insanda bir can var,
bir beden var, bir nefis var, bir istek var, bir arzu var. Nefsi öldürmek lâzım”
filan diyorlar. Halbuki nefis, insanın bizzat kendisidir. Yani şu ruh ile beden
denilen iki varlığın bileşkesi olan insana, insanın bizzat kendisine aynı
zamanda nefis denir. Öyleyse Rabbimiz beden ve ruhtan meydana gelen insana yemin
ediyor. Ama Levvame olan insana, levvame özelliğine sahip olan insana yemin
ediyor. Ya da insanın levvame özelliğine dikkat çekiyor. Peki nedir levvame? Onu
bir tanıyalım:
Levvame: Kendi kendisini kınayan, kendi
kendini kötüleyen demektir. Demek ki insanın böyle bir özelliği
vardır.
Kimilerine göre bu mü’min kişi
demektir. Çünkü mü’min, her halükârda kendi yaptığına razı olmaz, kendini
yeterli bulmaz. Bir hayır işlemişse: “Keşke daha çok yapsaydım! Keşke daha çok
işleseydim!” derken, eğer bir şer işlemişse: “Keşke yapmasaydım! Keşke bunu
iş-lemeseydim!” talebinde bulunur. Yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyar, kendi
kendini kötüler.
Ya da bütün insanlar anlamına gelir bu
nefs-i levvame. Her in-sanda vardır bu levvame özelliği. Herkes, her insan
yaptığını az bulur. İnsanın fıtrî bir özelliğidir bu. Herkes yaptığından razı
olmaz, kendisini yeterli bulmaz. İşte keşke! Keşke! deme özelliğini taşıyan,
kendisini yeterli bulmayan, yaptıklarından pişmanlık duyan insana, ya da insanın
bu özelliğine Allah yemin ediyor. Yani potansiyel bir güç olarak pişman olma
özelliğiyle yaratılan nefse, insana Allah yemin ediyor.
Yani kıyamet gününe yemin ediyor
ve sonra deniyor ki: “Ey insan! Gözünü aç ve dikkat et! Bak, önceki bilgilerini
at bir kenara! Kafandakileri at bir kenara da dinle Beni! Kıyamet mutlaka
gelecektir! Kıyamet mutlaka kopacaktır! Bugün, bu güneş, bu zaman, bu mekân, bu
hayat bir gün bitecek ve yeniden dirilecek ve hesaba çekileceksin! Yaşadığın
hayatın hesabını vermek üzere Rabbinin huzuruna geleceksin! O gün pişman
olacaksın! O gün eyvah diyeceksin! Ama bilesin ki o gün iş işten geçmiş olacak!
Bilesin ki o gün eyvah demenin hiçbir manası kalmayacak! Öyleyse gel inat etme!
Gel bugünden pişman ol! Bugün aklını başına al!”
“Eh ben olamam ki! Ben pişmanlık nedir
bilmem ki! Geriye dö-nüş nasıl olur? Ben bunu beceremem ki! Nasıl pişman olunur?
Nasıl dönüş yapılır? Nasıl tevbe edilir? Ben bunları bilmem ki! Ben bunu
beceremem ki deme! Bak, Ben seni pişman olmaya hazır yarattım! Dönebilmeye,
vazgeçebilmeye, tevbe edebilmeye, pişmanlık duymaya, kendi kendini yargılayıp
sorgulayabilmeye hazır yarattım! Seni bu kapasitede yarattım! Gel sen bu
yaratılış özelliğini göz ardı etme de, bugünden pişman olmayı anla! Bak, Ben
sana kıyamet sahneleri sunacağım! Yarın mutlak olacakları, mutlak başına
gelecekleri bugünden anlatacağım! Gel sen bunları anla ve pişman olmayı becer!
Geriye dönmeyi, tevbe etmeyi becer!” diyor Rabbimiz.
Yaratılış, fıtrat gereği, bu nefs-i
levvameye vicdan da diyebiliriz. Yani her insanın içinde, vicdanında iyiliğin
de, kötülüğün de hissi vardır. Bu kişi ne kadar da vicdanen bozulmuş, tefessüh
etmiş olursa olsun, onun vicdanında mutlaka iyiliğin de, kötülüğün de hissi
vardır. Onun vicdanında kötülük yapmamasını ve iyilik yapmasını isteyen bir
dürtü vardır. Böyle birisinin belki iyilik ve kötülük ölçüsü, iyilik ve kötülük
kriteri yanlış olabilir. Ama yine de ona vicdanı yaptıkları konusunda itiraz
eder. İşte bu insanın salt bir hayvan olmadığını gösterir, iyilik ve kötülüğü
tefrik edebilme özelliğini gösterir. İnsanın kendisine bir başkası tarafından
bir kötülük yapılsa vicdanında onun cezalandırılması gerektiğine dair bir duygu
belirir. Kesinlikle onun cezalandırılması gerektiğine inanır. Aynen bunun gibi
kendisi başkasına kötülük ettiği zaman da vicdanı onu rahatsız eder. Bunu
yapmaması gerektiğini bilir ve pişmanlık duyar. Çünkü kendisine yapılmasını
istemediği, kendisine yapılmasına asla razı olmadığı bir davranışın bir
başkasına yapılmasına da razı olmayacaktır. İşte insanda böyle bir nefs-i
leva-me vardır ve bu nefs-i levvame de yarın kıyamet gününde insanın karşısına
bir şahit olarak getirilip dikilecektir. İşte kıyamete yeminden sonra, nefs-i
levvameye yeminin manasını böyle anlıyoruz.
Bundan sonra, bu iki yeminden sonra
Cenâb-ı Hakk bakın şöyle buyuruyor:
3-4. “İnsan, kemiklerini bir araya
toplayamayız mı sanıyor? Evet, Biz onu, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün
incelikleriyle yeniden yapmaya Kâdiriz.”
İnsan zannediyor mu ki onun kemiklerini
derleyemeyeceğiz? Öyle mi zannediyor? Onun kemiklerini cem edip bir araya
getiremeyeceğimizi, bunu beceremeyeceğimizi mi sanıyor
insan?
Buradaki insan kâfir insandır. Ebu
Cehil olduğu söylenmiştir. Ya da bu, kıyamet gününe kadar gelecek, kıyamet
olayını, kıyamet gerçeğini inkâr eden kâfir insandır. O dönem Mekke’nin kâfir
insanları sürekli olarak şunu sorup duruyorlardı: Binlerce sene önce ölmüş,
kimisi yakılmış, kimisi balıklara yem olmuş, kimisi aslanlara yem olmuş,
cesetleri toprak olmuş insanları yeniden parçalarını bir araya getirerek
diriltmek mümkün müdür? Böyle bir şeyin olmasına imkân var mıdır? Allah onların
bu sorularına cevap olarak buyurdu ki: “Evet onun parmak uçlarını bile derleyip
yeniden düzene koymaya güç yetirebiliriz! Değil bu kemiklerinizi bir araya
getirip iskeletinizi ortaya koymak, sizin en küçük, en hassas parçalarınızı
bile, hattâ parmak izlerinizi bile yeniden meydana getirmeye Kâdiriz.”
Ya parmak uçları veya parmak
izleri. Çünkü herkesin parmak izleri farklıdır. Buradaki “Benân” el demektir. Kudretin
temsilcisi olan el. Çünkü elin kıymeti parmaklarda, parmakların inceliği de
uçlarda olunca, öyleyse idare eden, imar eden, ortaya koyan, anlayabilen, fark
eden, yani kişinin sanki beyniyle, kalbiyle ilgili her şeyini ortaya çıkarabilen
özellik sahibi olan parmaktan söz edilmiş.
Aslında parmak uçları parmağı, parmak
eli, el de insanı anlatıyor da, burada bir insanı diriltmeye bizim gücümüz
yetmez mi? deniyor âyette.
Alet yapabilen, ya da alet bozabilen,
insanın benliğini ortaya koyabilen uzuv, insanda parmak ucudur. Bir doktor şöyle
diyor: “Doktorun şu parmağını kesiverin, bütün hayatı biter.” Yani onun
hayatının, becerilerinin yüzde doksanı biter. Çünkü adam onunla bakacak, onunla
dokunacak, onunla anlayacak. Gözü, kulağı, aklı, fikri, her şe-yi odur,
diyordu.
Âyeti konusunda cumhur şöyle
demiştir:
Biz insanın el ve ayak parmaklarını,
tırnaklarını birleştirebiliriz de at ve eşek tırnağı gibi oluverir onların eli.
Yani Biz buna da Kâdiriz. Biz istersek onları tırnaklıların, tek tırnaklıların
üyesi yapabiliriz, şeklinde Rabbimizin bir tehdidi olarak anlamışlardır.
Yâni onların ellerini tek tırnaklı
yaparız da, şu andaki ellerini tek tırnakta birleştirip tıpkı hayvanlarınki gibi
silme yaparız da tıpkı hayvanlar gibi ağızlarıyla yerler, ya da ellerini
ağızlarına götüremez hale gelirler. İş yapamaz hale gelirler. Yani ne oluyor ey
insan! Seni insan yaptık diye mi kafa tutuyorsun Bize? Seni hayvan yapmadık
di-ye mi Bize isyan ediyorsun! Seni insan yaptık diye mi suçluyorsun Bi-zi?
Unutma ki seni insan yaptık! Sen insansın! Sen hayvan değilsin! Senin insan olma
özelliğin var! Senin pişman olma özelliğin var! Gel insan ol! Gel pişman ol da
itiraz etme! İnkâr etme! Seni böyle yaratan Allah’ın gücünü kuvvetini anla da,
O’na kulluğa yönel! deniliyor. Yalnız Rabbine kulluk yap! deniliyor. Çünkü senin
O’ndan başkasına hiçbir minnetin yoktur! deniliyor.
Veya vücudunuzdaki küçücük kemikler de
olsa onları kıyamet günü şimdiki hale getirebilir, onları düzenleyebiliriz,
denilmektedir.
5-6. “Ama, insanoğlu gelecekte de suç
işlemek isterde: “Kıyamet günü ne zamanmış!” der.”
Fakat insan ister ki fücûru önünde
olsun. Yani önünde fücûr etmek ister. Önündeki geleceğini fısk-u fücûr içinde
sürdürmek ister. İster ki önünde günah programları olsun. Hani birine hakkı
anlatırsınız, anlar adam, ama hemen sizin kendisine gösterdiğiniz kulluk yoluna,
İslâm yoluna girivermez. Neden? Çünkü adamın önünde henüz bitiremediği günah
programları vardır. Daha şunlara şunlara doymadım! Daha şu şu işlere karşı arzum
var! Hele bunlardan da nasibimi alayım da ondan sonra der ya, işte Rabbimiz
burada buyuruyor ki, in-san önünde fısk-u fücûrun olmasını, fısk-u fücûr
programlarının devam etmesini ister.
Bunun bir başka manası da, insan
önündeki ba’s gününü, he-sap-kitap gününü ve o günde gerçekleşecek hesabı
yalanlar demektir. Eğer buradaki insan kâfirse mânâ böyle olacaktır: Kâfir
önündeki hesabı, kitabı, haşri, neşri, cenneti, cehennemi yalanlamaktadır.
Bunları hesap etmeden bir hayat yaşamaktadır. Hayat programını bunların
yokluğuna bina etmektedir. Yok eğer burada anlatılan insan mü’-minse, o zaman da
mânâ şöyle olacaktır: Bu insan günahı öne alır da, tevbeyi sona bırakır.
Önündeki bir kısım günah programlarını da icra edinceye kadar tevbeyi, Allah
yoluna dönüşü tehir eder.
Der ki: “Aceleye gerek yok,
sonra, daha sonra tevbe ederim. Henüz gencim. Önümde beni bekleyen upuzun bir
hayat var. Yarın tevbe ederim. Öbür gün dönerim. Allah Rahîmdir. Allah
Kerîmdir.” Ya ölüverirsem! Ya hayatım bir an bitiverirse! Ya tevbeye imkân
bulamazsam! demiyor da, hayatın devam edeceğine inanıyor. Hele bir gün gelir
tevbe ederim! diyor. Sanki hiç ölmeyecek, sanki bu dünya, bu hayat hiç
bitmeyecek. Bu yüzdendir ki günahı öne alır da, tevbeyi arkaya bırakır. Yani
ileriye dönük günah programları vardır adamın.
Peki bizler ne yapıyoruz? 30-40
yılı geride bıraktık. Geçmişimizi biliyoruz. Önceki hayatımızı Allah’ın istediği
biçimde değerlendiremediğimizi, yapmamız gereken nice şeyleri yapmadığımızı,
yapma-mamız gereken nice şeyleri yaptığımızı biliyoruz. Gençliğimizde şöyleydik,
evlendiğimizde böyleydik, geçen sene şöyleydik, evvelki sene böyleydik, bunu
biliyoruz. Öyleyse gelin hem kendi îmanımız kendimizi düzeltsin, hem de kendi
îmanımız karşımızdaki Müslüman kardeşlerimizi
düzeltsin. Tanıdığımız insanların, çoluk-çocuğumuzun î-manlarını da,
hayatlarını da düzeltsin.
Hayır önündeki günlerinde fücûruna
devam etmek ister bu insan. Böyle yaparken âhireti inkâr ettiğinden, öldükten
sonra dirilmeye inanmadığından yapmaz. O da bu yapıp ettiklerinin mutlaka bir
gün hesabı sorulacağını bilir. Bunu onlar da biliyorlar ama hayatlarını, hayat
programlarını bu îmana bina etmeye, buna göre bir hayat yaşamaya yanaşmıyorlar.
Çünkü o zaman sorumlulukları gündeme gelecek. Çünkü o zaman zevkleri ve
eğlencelerine bir sınır gelecek, hu-zurları kaçacak. Âhirete îman gündeme
gelince elbette iştahları kaçacak ve yedikleri şeyleri yiyemeyecekler, insanlara
zulmedemeyecekler. Önlerindeki bir kısım günah programlarını icra edemeyecekler.
Onun içindir ki, ipleri önlerinde olsun, ipleri ellerinde olsun da dilediklerini
yapabilmeyi isterler.
Yani onlar tıpkı ipini koparmış
dana gibi sorumsuzca yeryüzünde dolaşmak istemektedirler. İsterler ki ipleri
önlerinde olsun. İsterler ki boyunlarındaki ip ellerinde olsun ve dilediklerini
yapsınlar. İp-siz develer gibi, ipini koparmış hayvanlar gibi özgürce
davranabilsinler. Hiçbir kayd altına girmesinler, hiçbir sorumluluk
yüklenmesinler. İstedikleri gibi, keyiflerine geldiği gibi davranabilsinler.
Haram-helâl tanımadan, hak-hukuk bilmeden bir hayat yaşasınlar, Allah-peygam-ber
tanımadan bir dünya tüketsinler, Kitap-sünnet bilmeden bir ömür
doldursunlar.
Doğan her insan boynunda bir iple
dünyaya gelmektedir. Yani doğan her insan, kul olmaya müsait doğmaktadır.
Mü’minler doğuştan boyunlarında getirdikleri bu ipin ucunu Allah’a teslim
ederlerken, iradelerini Allah’a verip, Allah’ın hayat programını uygulamaya
yönelir, Allah’ın seçimini kendileri için seçim kabul ederlerken, bunlar buna
yanaşmayıp iplerini, iradelerini kendi ellerinde tutmak isteyen insanlardır.
Kendi güçlerine, kendi bilgilerine, kendi programlarına, kendi yasalarına
güvenerek Allah’a ve O’nun hayat programına karşı müstağnî ve müstekbir davranan
insanlardır bunlar. “Bizim Allah’a da, Al-lah’ın kitabına da ihtiyacımız yoktur!
Bizim aklımız var! Bizim bilgimiz var! Bizim keyfimiz var! Biz hayatımızı nasıl
düzenleyeceğimizi, nasıl giyineceğimizi, nasıl bir hukuk yapacağımızı, nasıl bir
ekonomiden ya-na olacağımızı, sosyal ve siyasal yapılanmalarımızın nasıl
olacağını, nerelerden kazanıp, nerelerde harcayacağımızı, neleri yiyip
içeceğimizi, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi biz de biliriz!” diyerek
boyunlarındaki ipi kendi ellerinde tutmaya çalışan, hayat programlarını
kendileri belirlemeye çalışan insanlardır bunlar. Bu insan ister ki ipleri
elinde olsun. Böyle ister ve:
Alay ederek, dalga geçerek, “O kıyamet
günü nerde kaldı ya?” der. “Hani niye gelmiyor ya? Bir kıyametten
bahsediyorsunuz. Öldükten sonra dirilmeden söz ediyorsunuz. Hesap-kitap var
diyorsunuz. Hani nerde kaldı bu ya? Niye gelmiyor ya?” diyerek alay ediyor,
dalga geçiyorlar. Bakın Rabbimiz buyurur ki:
7-10. “Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu,
güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman işte o gün insan: “Kaçacak yer
nerede?” der.
Göz kamaştığı zaman. Göz şimşek çaktığı
zaman. Gözün ö-nünde şimşek çakınca belerip kaldığı, fal taşı gibi açıldığı
zaman. “Beriga” gözün petlemesi, göz çukurundan fırlayıp çıkacak duruma gelmesi
anlamına gelmektedir.
Ölüm esnasında gözlerin böyle fal taşı
gibi açılarak belerip kalması anlatılıyor. İnkâr ettiği, reddettiği, gelmez
dediği ölüm pençesini insana attığı zaman işte böyle gözler yerinden fırlayacak,
belerip kalacak, donup kalacaktır. Bu iş insan ölürken
gerçekleşecektir.
Veya kıyamet kopunca, kıyamet
esnasında olacaktır bu. Reddettiği, yok saydığı, ummadığı, beklemediği kıyametin
kopuşu karşısında kâfirlerin gözleri şimşek çakacak veya çakan bir şimşek
karşısında kamaşıp kalması gibi olacak. Reddettiği gerçekle karşı karşıya
gelince insan bu hale gelecektir.
Gerçi bunun ikisi de kıyamettir. Birisi
bireysel kıyamet, ötekisi de evrensel, yani kevnî kıyamettir. İmam Taberî’nin
rivâyetine göre ölüm için de kıyamet ifadesi kullanılmaktadır. “Kıyametü külli nefsin mevtiha”
denilmiştir. Yani herkesin kıyameti onun ölümü demektir. Bir kişi öldü
mü, artık onun kıyameti kopmuş demektir. Değilse, “Babam, dedemin babasının
babası kıyamet mi gördü? Ben bakalım kıyameti görecek miyim?” demenin anlamı
yoktur. Buna göre herkesin, her insanın ölümü onun kıyameti demektir. Evvelki
gün dedelerimizin kıyameti koptu, dün babalarımızın kıyameti gerçekleşti,
bilelim ki yarın da bizim kıyametimiz kopacaktır.
Demek ki bu küçük kıyametin kopuşu
anında, yani ölüm anında da böyle gözler belerip kalacak, fal taşı gibi
açılacak, ne yapacağını bilemez hale gelecektir. İşte kâfir, kıyamet günü yalanladığı şeyleri
gözünün önünde gördükçe gözleri çakmak, çakmak açılacaktır. Gözler böyle çakmak,
çakmak olduğu zaman. Başka?
Bir de ay tutulduğu zaman. Ay
özelliğini kaybettiği, ışığını kaybedip karardığı zaman. Ay yok olduğu zaman ve
de ayla güneş cem edildiği, birleştiği zaman. Demek ki ay da, güneş de
özelliğini kaybedip bir araya gelecek, cem olacaklar.
Peki güneşle ay nasıl birleşir? Nasıl
bir araya gelecek bunlar? Bunu iki şekilde değerlendirmeye
çalışıyoruz:
Birincisi ay yok olmuş, güneş de yok
olmuştur. Ayın da defteri dürülmüş, güneşin de. Bunun mânâsı, ayla güneş
yoklukta, yok oluşta bir araya geldiğinde demektir. Yani ay hasefe olmuş, yok
olmuş, güneş de onun arkasından yokluğa gittiğinde, o da aynı sona gittiğinde
demektir. Ay yok olmaya gitti, güneş de onun arkasından yok olmaya gittiğinde,
ikisi de yoklukta, yok oluşta birleştiler anlamına
gelecektir.
Bunun bir ikinci manası da şöyledir:
Rabbimiz, Kur’an’ın başka bir yerinde, “Göklerle yer bitişikti de, Biz onları
ayırdık” buyurur. Güneş ve ay, sema ve arz bitişikti de, Biz onu ayırdık, işte
gün belki tüm bunları birleştiriverecek, önceki haline getiriverecek Allah.
İşte bütün bunlar olmaya
başlayınca:
Şu kıyameti yalan sayan insan var ya, o
gün diyecek ki, “Kaçış nereye? Ya da kaçma yeri neresi? Kaçış nereye? Nereye
kaçmalı acaba? Nereye kaçıp sığınsam acaba?” Kaçıp kurtulacak bir yer arayacak.
Sığınacak bir delik, bir mekân arayacak.
11. Hayır hayır; bir sığınak yoktur. Ey
insan! O gün sen, Rabbinin huzuruna varıp
durursun.”
Hayır hayır yanlış anladın, vezar
yoktur. “Vezar”, kaçılan, kendisine sığınılan dağ demektir. İnsanlar eskiden suç
işlediklerinde dağa kaçıp sığınıyorlardı. Allah diyor ki, “O gün sığınma
mekânizması olan dağ yoktur. O gün yeryüzü dümdüz olduğundan dağ da yoktur,
sığınacak bir yer de yoktur. O gün kaçılacak, sığınılacak hiçbir melce, hiçbir
sığınak, korunak, barınak yoktur.”
O gün Rabbinedir istikrar. Karar kılıma
yeri, istikrar mahalli o gün Allah’tır. Herkes Allah huzurunda karar kılacak. Ya
da burada münteha deniliyor ya, bu işin sonu, son karar yeri, son karar mahalli,
son istikrar makamı, son varış yeri Allah huzurudur. Son varış yeri, son durak
Allah’tır. Yani kaç kaçabildiğin kadar, saklan saklanabildiğin kadar, sığın
sığınabildiğin kadar, ama unutma ki sonunda Allah’ın huzuruna gideceksin, son
durak Allah’ın huzurudur. Varacağın yer orasıdır. Sen Allah’ın huzuruna
geleceksin.
Ya da bunun bir başka manası da,
istikrar makamını tespit Allah’a ait demektir. Allah Müstekar’dır. Allah karar
merciî, karar makamıdır. Yani yerleşim merkezlerinin tespiti Allah’a aittir.
Öbür tarafta iki yerleşim merkezi vardır. Birisi cennet, ötekisi de cehennem.
İşte bu âyetle anlıyoruz ki cennetlikleri, cehennemlikleri tespit Allah’a
aittir. Yarın bu konuda hükmü, kararı O verecektir. Sen cennete dedikleri
cennete, sen cehenneme dedikleri de cehenneme gitmek zorunda kalacaktır. Kimse
O’nun hükmüne itiraz edemeyecek, karşı gelemeyecektir.
“Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya
kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na
kavuşacaksın.”
(İnşikâk 6)
Öyleyse ey insan! Unutma ki sen Rabbine
doğru çabalıyorsun! Sen sonunda zaten Rabbine kavuşuyorsun. Ey insan! Sanki sen
hızla ölüme doğru koşmaktasın! Bir maraton gibi hızla Rabbine doğru gidiyorsun!
Ey insan! Senin dünyada tüm çaban, tüm gayretin, tüm uğraşın, gitmen, gelmen,
yürümen, durman, oturman, kalkman, yatman, uyuman, yemen, içmen hep Rabbine
doğrudur. Her şeyin Rabbine yöneliktir. Sonunda sen O’nunla karşı karşıya
geleceksin. İnsanlar dünyada bütün gayretlerini, bütün çabalarını Allah’ı
bulmaya, Allah’la karşı karşıya gelmeye harcarlar. Tüm gayretler buna
yöneliktir. Yani insan dünyada ne yaparsa yapsın, ister kulluk, ister küfür,
ister ibadet, ister isyan, ister itaat, ne yaparsa yapsın her yaptığıyla Allah’a
yaklaşıyor, her haliyle Allah’a doğru gidiyor demektir.
Kişi her nefesi yaşama adına alır
ve yine her nefesiyle Allah’a yaklaşır. İnsanoğlu yaşamak için nefes alır ama
her nefesi onu ölüme biraz daha yaklaştırmaktadır. Nefes almasa ölecek, ama
nefes alsa yine ölecek. Hani acele giden ecele gider, yavaş gidenin de ecel
arkasından yetişir ya, işte insanoğlu her adımda mezardan kaçar ama, her adımda
ona doğru biraz daha yaklaşır. Öyleyse unutmayalım ki bizim de tüm çabalarımız,
tüm uğraşlarımız mezara doğrudur. Biz şu anda mezar aramaya çıkmışız. İşte
burada da deniliyor ki, “Ey insan senin bütün çaban, çabalaman gayretin seni
Allah’la buluşturacaktır, ama Allah’la gerçekleşecek olan bu buluşma ya cennette
bir buluşma, ya da cehennemde bir buluşma olacaktır ve işte bunun tespiti de
Allah’a aittir.”
Allah karar makamıdır. Senin hakkında
son kararı verecek olan Allah’tır. Şimdi bu dünyada sen kendin hakkında bir
karar verebilir, kendin hakkında bir kıymet, bir değer biçebilirsin. Ama bunun
hiçbir değeri yoktur. Çünkü senin hakkında son kararı Allah verecektir. “Bu
cennetliktir! Ya da bunda hayır yoktur, atın bunu cehenneme!” diyecek olan
Allah’tır. Yani işin müntehası Allah’a aittir. Senin hakkında kararı verecek
olacak olan Allah’tır.
13. “O gün, insanoğluna önde ve sonda
yaptığı ne varsa bildirilir.”
İnsana o gün haber verilir, insan
ayıktırılır o gün. İnsan böyle hiç beklemediği, anlamadığı bir haber kendisine
ulaştırılınca ayıktırılır, uyandırılır. Peki neyle ayıktırılacakmış o gün
insan?
Yaptığı ve geriye bıraktığı şeylerle
ayıktırılır. Yani yapması ge-rekirken yapmadıkları, yapmaması gerekirken
yaptıkları, konuşması gerekirken konuşmadıkları, susması gerekirken
konuştukları, sevmesi gerekirken sevmedikleri, küsmesi gerekirken küsmedikleri,
bak-ması gerekip de bakmadıkları, bakmaması gerekirken baktıkları, ver-mesi
gerekirken vermeyip tuttukları, harcamaması gerekirken harcadıkları, yani kişi
yarın yaptıkları ve yapmadıkları kendisine haber veri-lerek
ayıktırılacak.
Ya da şerden takdim ettiği, hayırdan
tehir ettiği şeyleri anlar kişi. Veya farzlardan yaptıklarını, yapmadıklarını
anlar. Haramlardan yaptıklarını, yapmadıklarını, malından infak edip
verdiklerini, vermeyip varislerine bıraktıklarını anlar o gün. Tüm bu yaptıkları
ve yapmadıkları kendisine haber verilerek o gün ayıktırılacaktır
insan.
Amelinin evvelini ve ahirini anlar o
kişi. Amelinin başlangıcını ve sonunu anlar.
Bir de burada anlatılan şöyle
olacaktır: Bizzat kendi yaptığı şeyler ve sünnet olarak, yol olarak çığır olarak
kendinden sonrakilere bıraktığı şeyler ona bildirilecektir. Çünkü insan dünyada
bizzat kendi elleriyle yaptıklarını zaten bilmektedir. Ama kendisinden sonra
arkasına bıraktığı çığırlardan ne kadar insan gitmiş, kimler ne nispette
isti-fade etmişler, kimler hangi ölçüde zehirlenmiş, kimler hakkı bulmuş, kimler
sapmış? Bunlar da o gün kendisine haber verilerek ayıktırılır insan. Yani
arkasında bıraktığı eserlerinin tevlid ettiği neticelerle insan ayıktırılacak.
Bak senin arkaya bıraktığın çığır şunları şunları sağladı denilerek
ayıktırılacak. Yarın insana haber verilecek, gözünün önünde bulacak onları.
Öyleyse insan bugünden anlamalıydı bunu, bilmeli ve
anlamalıydı.
14-15. “Özürlerini sayıp dökse de,
insanoğlu, artık kendi kendinin şahididir.”
Yok yok insan bu işi bilerek yapıyor!
Bu bilgiyle yaratıldı o! Bu bilgiye sahiptir o aslında! Doğrusu insan kendisine
karşı basîrdir. Kendisine karşı basîret vardır insanda. Basîret, kendi
vicdanında, kendi kendine şahit demektir. Yani kendi kendini bilen, ne
yapacağını, ne yapmayacağını, neleri yapması gerektiğini, neleri de yapmaması
gerektiğini bilen olarak yaratılmıştır insan.
Hani “Nefs-i Nâtıka” deniyordu ya.
Kendini konuşan, kendi kendini konuşan nefis. İşte Nefs-i Bâsire de, kendi
kendini bilen, kendi kendini gözetleyen, basîretli insan demektir. Öyleyse
insanda kendi kendini gözetleyebilme, kendi kendine basîr olabilme özelliği
vardır. İnsan kendi kendine basir olan varlık demektir. Öyleyse insanda kendi
kendini kontrol edebilme özelliği vardır. İnsan bu özellikte yaratılmıştır.
Fıtratında, ruhunda bu bilgi vardır. Yapmadan önce bu bilgi var, ne yapacağını
biliyor. Yaparken bu bilgi var, düşünüyor, yapmaması gerektiğini biliyor.
Yaptıktan sonra bu bilgi var, ne yaptığını düşünebilecek bir özellikle
yaratılmıştır insan. Yaptığından pişmanlık du-yabilme özelliğinde
yaratılmıştır.
Bakın burada insanın bu özelliğinin
böylece gündeme getirilişini şöylece anlamaya çalışıyoruz: Rabbimiz buyuruyor
ki: “Ey kulum! Ey insan! Sen böyle yaratıldın! Senin fıtratında bunun bilgisi
vardır! Öyleyse bir kendine gel de, ne yaptığının bir farkında ol! Yarın, “Ya!
Demek ben öyle mi yapmıştım meğer? Tüh, ben bilmiyordum! Öyle olduğunun farkında
değildim! Öyle yaptığımın farkında değildim!” demenin anlamı yoktur. Çünkü Ben
seni ne yaptığını bilmeye, kendine basîr olmaya hazır yarattım! Seni bunun
şuurunda, bilincinde yarattım!”
Veya bunun bir başka manası da insanın
gözü, kulağı, eli, ayağı, tuttuğu, oturduğu, baktığı her şey kendisine şahit
olacaktır. Böyle anlayanlar da olmuştur. Yani onu görüp gözeten birileri vardır.
Yaptığı her şeye basîr olan şahitler vardır. Bu ya kendisidir, ya da onun
âzâları ve çevresidir. Kitabımızın başka âyetlerinde ve Rasulul-lah Efendimizin
pek çok hadislerinde bu şahitler uzun uzun
anlatılmaktadır.
İnsan kendi kendine basîrdir, kendi
kendini bilmektedir, velev ki:
Özürler beyan etse de. Veya “Velev erha meazîrah” diye de
okunmuş. Yani perdeleri uzatsa da. Perdeleri uzatıp, perdeleri çekip işleyeceği
günahları onun arkasında yapsa da, insanlardan, çevreden gizlemeyi becermiş olsa
da diye de okunmuştur. Yani yaptığı iş dıştan güzel görünse de! Veya çevreyi
atlatmayı, çerçeveyi ka-mufle etmeyi becerse de! Veya perdeleri, kapıları
kapatıp onun arkasında yapacaklarını yapsa da insan kendi kendini
bilmektedir.
Birinci manaya göre anlarsak, insan
kendi kendini bilmektedir, özürler beyan etse de, yığınlarla mâzeretlerin
arkasına saklanıp kendini gizlemeye çalışsa da, durumunu Cenab-ı Hakk’a anlatıp:
“Ya Rabbi ben bilmiyordum! Ben yaptıklarımın kötü şeyler olduğunu bil-miyordum!
Senin rızanın nerede olduğundan benim haberim yoktu!” diyerek özürler dilese de,
veya “ya Rabbi! İşte tevbe edecektim, yakında bırakacaktım, vazgeçecektim”
diyerek yığınlarla mâzeretler be-yan etse de, bilsin ki, bilesiniz ki böyle bir
ortamda onun bu itirafı, bu mâzeretleri onu kurtaramayacaktır.
Çünkü mâzeretlerle Allah kandırılamaz.
Allah kendisini bu tür mâzeretlerle kandırılamaz kıldığı gibi, insanın kendisini
de kendisi tarafından kandırılamaz olarak yaratmıştır. Allah insana öyle bir
fıtrat koymuş ki bu fıtratı gereği insan asla kendi kendisini de kandıramaz.
Rabbimizin koyduğu çok enteresan bir özelliktir bu. Bu özelliğinden dolayı
karşıdakinin suçu hemen kolayca açığa çıkarılıveriyor. Suçlunun suçluğunu açığa
çıkarmak çok kolay olmaktadır. Çünkü insan kendisini kandıramamaktadır. Yani
insan kendini bir kandırabilse, bir unutabilse yaptığını, tamam onu ortaya
çıkarmak çok zorlaşır, ama öyle bir vicdan vermiş ki Allah insana, vicdanını
kandıramıyor.
Lâkin kimi insan vicdanını da
öldürmüş, fıtratını da silmişse o zaman becerebiliyor bunu. O zaman kendini de,
başkalarını da kandırabiliyor. Zaten bu şekilde kendi karakterini, kendi
fıtratını bozan insan, insanlıktan çıkmış demektir. Değilse fıtratı bozulmamış,
insanlıktan çıkmamış bir insan kesinlikle ne kendisini, ne de başkalarını
kandırıp aldatamaz.
Bir adam işlediği bir cinâyetten ötürü,
cinâyet sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılır. Adam mahkeme huzurunda
kendisini öyle bir savunur, öyle deliller getirir ki, herkesi suçsuzluğu
konusunda ikna eder. Aldığı beraat kararıyla salondan ayrılır, birkaç metre
gider ve oradaki bir köprüden kendisini aşağıya atarak intihar eder. Neden?
Çünkü herkesi kandırdı, ama bir türlü kendisini kandıramadı. Suçlu olduğu için
vicdanını kandıramadı da onun için intihar etti.
16-19. “Ey Muhammed! Cebrâil sana
Kur’an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle.
Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer.
Biz onu Cebrâil’e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak
Bize düşer.”
“Peygamberim! Kur’an’ı acele olarak,
süratlice belleyip kavramak, unutmamak için dilini depretip durma! Dilini
hareket ettirip durma! Şüphesiz ki onu kalbinde toplamak ve onu sana okutmak
bize aittir! Şu halde biz onu okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşuna tabi olup,
onu izle! Sonra muhakkak onu açıklayıp beyan etmek bizim
işimizdir.”
Tefsirlerin çoğunda mânâ bu şekilde
hadislere göre verilmiş. Rasulullah efendimizin bu konudaki hadisine dayanılarak
bu bölüm böyle anlaşılmıştır. Ama Elmalı merhum, tefsiri Hak Dini Kur’an
Dili’nde âyetlerin meâllerini bu şekilde vermekle beraber, şerhinde hadislerin
dışındaki başka bir mananın, değişik bir anlayışın manaya daha muvafık olacağını
belirtmeye çalışmış, ama bunu tam belirtememiştir. Böyle bir edebi var
müfessirlerin. Mevdûdî merhum da öyle yapmış. Aslında bu âyet şöyle
anlaşılmalıdır, ama Rasulullah Efendimizin bu konuda böyle bir hadisi olduğu
için öyle de demek zorundayız demişlerdir.
Bu konuda her ne kadar da dil gereği,
yani Arapça’nın dili gereği şunlar da anlaşılır idiyse de, seleften böyle bir
anlayış bize intikal etmediği için o tür bir anlayıştan sarf-ı nazar ediyoruz
diyor, Elmalı. Burada da her ne kadar bu böyle değildir, diyecek kadar cesaret
etse de, sonunda diyor ki, hadiste denilenler doğrudur. Bize de düşen edep
budur. Resul-i Ekrem böyle dediğine göre, bu konu sûrenin anlatılan konusunun
kesilmesi ve farklı bir konunun araya girmesi manasınadır diyoruz.
Kıyamet, âhiret, kıyametin dehşeti,
insanın mâzeretler beyan etmesi veya işlediği suçlara kılıflar bulmaya
çalışması, kendinin kendine basîr olması, ya da kendisinin kendi aleyhinde delil
olması, organlarının konuşturulması, hesaba, kitaba çekilmesi dönemi yaşanırken,
birdenbire söz kesiliyor ve ayrı bir konuya geçiliyor. Diyor ki Allah:
“Hayır, Peygamberim! Öyle yapma! Dilini
depredip durma! Di-lini oynatıp durma! Yani sana gelen, sana okunan bu âyetleri
öğreneceğim, unutmayacağım, ezberleyeceğim diye dilini hareket ettirip, aceleye
getirip durma işi! Sen acele etmeye çalışıyorsun da ondan! Ne endişen var? Niye
acele ediyorsun? Değil mi ki biz onu toplamışız! Biz onu bir araya getirmişiz!
Biz onu cem etmişiz! Yani o harfleri, o kelimeleri, o âyetleri bir araya Biz
getirmişiz! Onu sana Biz okuyoruz! Onun Kur’an’ını da, onun okunuşunu da, onun
okunaklığını da Biz or-taya koymuşuz! Sana gereken, Biz onu okurken senin de
onun okunuşuna uyman! Ya da onun peşinde ol! Sonra da Biz hemen arkasından onu
sana beyan edeceğiz! Ya da Biz onu sana beyan edeceğiz de artık sen onu anlar
hale geleceksin!” İşte anlatılan budur.
Bu konuda pek çok rivâyet vardır.
Allah’ın Resûlü, bu sûre kendisine vahyedildiğinde, başlamış hızlı hızlı
kendisine vahyedilen-leri diliyle tekrar etmeye. Hızlı hızlı Cebrâil’in
okuduklarını tekrar etmek için dilini hareket ettirmeye başlar. Anlayabildiğimiz
kadarıyla iki sebeple yapıyordu bunu Allah’ın Resûlü:
Bir kere Allah’ın Resûlü onu kafasında
muhafaza etmek sorumluluğunda hissediyordu kendini. Gelen o Kur’an âyetlerinin,
Kur’-an sûrelerinin ezberlenme ve muhafaza edilme sorumluluğunun kendisinde
olduğunu zannediyordu. Çünkü Peygamberliğinin ilk zamanlarında Allah’ın Resûlü
vahyin ne olduğunu bilmiyordu. Allah sözüne alışık olmadığı için, vahyin
atmosferine giremiyordu. Bunun yanında, vahyi ezberleme, onu unutmama
sorumluluğunda hissediyordu kendisini. Bu durum, yani Rasulullah Efendimizin
vahye alışması bir süre devam etti.
Bunu Kur’an’ın başka yerlerinde
de görüyoruz. Alâk, Tâ-Hâ, Şûra sûresinde de görüyoruz. İşte burada da görüyoruz
ki, vahyin in-zâli esnasında Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri unutmamak,
bir an evvel bellemek, ezberlemek ve onu insanlara ulaştırmak için nötr halini
bozup, gelen âyetleri ezberlemek için dilini hareket ettirmeye çalışıyordu da
Rabbimiz onu uyarıverdi:
Bundan önce A’lâ sûresindeki şu âyet
geldi:
“Ey Muhammed! Sana Kur’an’ı Biz
okutacağız ve sen asla unutmayacaksın. Allah’ın dilediği bundan müstesnadır.
Doğrusu açığı da, gizliyi de bilen O’dur.”
(A’lâ 6,7)
“Biz sana okuyacağız ve sen asla
unutmayacaksın!” Bu aslında Kur’an’ın vahyedilmesi ve muhafazasının Rasulullah’a
bir görev ol-madığını, kendisinin böyle bir sorumluluğunun olmadığını, bu işi
Allah’ın bizzat kendi uhdesine aldığını haber veriyordu. Ama Allah’ın Resûlü
bilmiyordu.
Allah’ın Resûlü Kur’an-ı Kerîm
gelirken, bu Kur’an ne kadar sürede inecek? Kaç yıl gelecek? Ne kadar gelecek?
Kaç âyet, kaç sûre gelecek? Ne kadarı Kur’an bölümü olacak? Yani ne kadarı
okunan bölüm olacak? Unutulacak mı, unutulmayacak mı? Bu konuda, Kur’an’ın,
vahyin muhafazası konusunda bir gayreti, bir tedbiri olacak mıydı bunu
bilmiyordu. Ama sonradan bu anlatıldı. Bunun anlatıldığı yerlerden biri de Tâ-Hâ
sûresi 114. âyettir. Orada da şöyle deniyordu:
“Ey Muhammed! Kur’an sana
vahyedilirken, vahy bitmezden önce, unutmamak için, tekrarda acele edip
dur-ma, “Rabbim! İlmimi artır”
de.”
(Tâ-Hâ 114)
“Peygamberim! Sana vahyedilen vahiy
bitene kadar hiç hareket etme! Nötr kal! Sakin dur! Hiç uğraşma! Sen sadece
dinle, ondan sonra bakmışsın ki onu öğrenmişsin!” deniyordu burada
da.
Anlıyoruz ki Rasulullah Efendimizin
Kur’an kendisine gelirken onu ezberlemek, onu kafasında muhafaza etmek gibi bir
sorumluluğu yoktu. Bu konuda bir çabanın içine girmesine gerek yoktu. Ama tabii
Kur’an’ın muhafazasıyla ilgili ayrıca görevi vardı Rasulullah’ın. Vahiy
katiplerini çağırıyor, onlara yazdırıyordu, Kur’an’ın anlaşılır hale gelmesi
için çalışıyor, anlatıyor, duyuruyor, ezberletiyor, bunun için sa’y ediyordu.
Lâkin bunun dışında Kur’an gelirken onu ezberlemek için böyle bir çabası
olmayacaktı. Çünkü Allah ona diyor ki: “Peygamberim, Biz Kur’an’ı vahyederken
dilini oynatıp durma! Böyle bir hareketin içine girme! Sadece nötr olarak bekle
yeter!”
Ama Rasulullah bunun böyle olacağını
bilmediği için, Kur’an’ın öğrenilmesi için, bu göreve rağbetinden, iştahından
dolayı böyle bir çabada bulunuyordu.
Bunun bir başka manası da şöyle
olabilir: Bu sûrenin muhtevası Rasulullah Efendimize sık sık müracaat edilen,
sık sık sorulan bir konuyu ihtiva ediyordu. Dalga geçiliyordu, alay ediliyordu:
“Yeniden dirilmek mi? Âhiret mi? Hesap, kitap mı? Kim demiş onu? Nerdeymiş o?
Kim diriltecekmiş bizi? Nasıl olacakmış bu iş? Sen onu bizim külahımıza anlat ey
Muhammed!” deniliyor, Allah’ın Resûlü alay konusu ediliyordu. İşte böyle bir
atmosferde Rasulullah bu sûrenin ilk âyetleriyle karşı karşıya gelince dehşete
kapıldı. Çünkü gerçekten çok müthiş bir anlatımdı. Kıyametleri, gerçekleri
apaçık, ama korkunç derecede etkili anlatıyordu bu sûre. Akılları başlara
getiren müthiş ifadeler vardı sûrede. Daha başka ne söylenebilirdi bu insanlara?
Bundan da-ha etkili, bundan daha çarpıcı delil olur muydu? Sanki Rasulullah öyle
düşünüyor ve bunu hemen insanlara duyuruvermek, hemen ezberlemek, hemen
duyurmak, hemen ulaştırmak istiyordu da, onun için he-men ezberlemeye
çalışıyordu. Ama Cenâb-ı Hakk diyordu ki, "Acele etme! Dur bakalım! Ne senin
acelen? Onu sana biz gönderiyoruz! Biz sana okuyoruz! Biz okuyacağız, sen peşi
sıra gideceksin! Yani ona tabi ol, sen onu dinle! Sen onu anla! Sen ona ittiba
et! Sen onunla amel et!”
Âyet-i
kerîmedeki:
“Onun toplanması Bize aittir”
ifadesindeki Kur’an’ın toplanmasından kasıt, Kur’an’ın Rasulullah’ın göğsünde
toplanması demektir. Kur’an’ın Rasulullah Efendimizin göğsüne yerleştirilmesi
demektir. Yani, “Ey peygamberim, onu ezberleyeceğim, unutmayacağım diye senin
bir çaba içine girmene gerek yok, onu senin kalbine yerleştirecek olan Biziz,”
buyuruyor Rabbimiz. Ya da Kur’an’ın bir araya getirilmesidir ki (y«9@«š²I5«:) o
zaman onun te’kidi olur. Çünkü Kur’an ya harflerin bir araya toplanmasındaki “Karane” kökünden türemiştir veya
okumak anlamına gelen “Karae” kökünden türemiştir. Mânâ,
Biz onu topladığımız zaman, yani Biz onu senin göğsünde topladığımız, ya da onun
âyetlerini, harflerini bir araya getirip topladığımız zaman
olacaktır.
Toplayıp okuyunca da onun okunuşuna uy!
demektir. Yani Kur’an’ın tamamına, onun toplamına uy veya toplayıcısına, yani
Cebrâil’e ittiba et! Onu dinle veya sen de onunla amel et! Haramını, helâlini
ortaya koy, onu hayatında görüntüle ey peygamberim, manasına
gelecektir.
“Onu senin lisânında Biz beyan
ediyoruz. Biz onu sana senin dilinle beyan ediyoruz ki, sen de Cibril’in sana
okuduğu gibi okuyasın.”
Kur’an’daki ahkâmın beyanı Bize aittir.
Kur’an’daki haram ve helâllerin beyanı bize aittir. Kur’an’ı Arapça olarak
indirmek Bize aittir. Veya, Peygamberim, Biz onu sana da açıklarız. Eğer bir
karışıklık olur, eğer anlayamadığın bir husus olursa Biz onu sana açıklarız. Biz
onu sana açıklayıp beyan edeceğiz. Anlayamadığın bir bölümü daha sonra gelen
âyetlerle elbette izah ederiz, edeceğiz. Yani Kur’an’da bir âyeti
anlayamadığımız zaman Kur’an orada bitmedi ki, devam ederiz daha sonraki âyetler
onu bize beyan edecek ve açıklayacaktır.
Âyetinden şunu anlıyoruz: Rasulullah
Efendimize nâzil olan vahiy sadece Kur’an’da yazılı olan, Kur’an’da mevcut
olanlardan ibaret değildir. Kur’an’da olmayan vahiy birimleri de vardır.
Kur’an’a geç-meyen vahiyler, bilgiler de verilmiştir Rasulullah Efendimize.
Böylece Kur’an’da olmayan vahiy birimleri de verilerek Rasulullah Efendimize
Kur’an’ın emirleri, kelimeleri, hususî ıstılahları ve bunların manaları
anlatılmış, açıklanmıştır. Eğer vahyin tamamı bu Kur’an’dakilerden ibaret
olsaydı, bunun dışında Rasulullah Efendimize vahiy verilmeseydi, o zaman burada:
“Peygamberim! Biz bunların anlamlarını sana beyan edeceğiz, açıklayacağız” gibi
bir ifadeye gerek kalmazdı. “İşte sana indirdik ve açıkladık” denilir, olur
biterdi.
Sonra dikkat ederseniz bu ifade
Kur’an’dan, Kur’an kelimesinden ayrı olarak zikredilmektedir.
Önce:
denmiş, sonra da ayrı
olarak:
denmiştir. Kur’an’ın indirilişiyle,
Kur’an’ın cem edilişiyle, daha sonra bu inenlerin beyan edileceği ayrı ayrı
şeylerdir. Peki bu ikisinin arasında ne fark vardır ki birbirlerinden
ayrılmıştır? Yani her ikisi de Allah beyanı, Allah vahyi değil mi ki ayrı ayrı
gönderiliyor?
Anlayabildiğimiz kadarıyla şu
elimizdeki Kur’an’ın âyetlerinin, anlamının, emirlerinin Rasulullah Efendimize
Allah tarafından ayrıca bildirilmesinin sebebi, Rasulullah Efendimizin kendi söz
ve fiilleriyle onu insanlara anlatması ve onun pratiğe nasıl döküleceğini,
onunla nasıl amel edileceğini öğretmesi içindir. Çünkü Rasulullah Efendimizin
bizim sorumlu olduğumuz kulluktan başka bir de risâlet görevi, peygamberlik
görevi vardır. Bakın meselâ Nahl sûresinde bu husus şöyle
anlatılmaktadır:
“Sana da, insanlara gönderileni
açıklasın diye Kur’an’ı indirdik. Belki
düşünürler.”
(Nahl 44)
Ayrıca Kur’an-ı Kerîm’de dört yerde
Rasulullah efendimizin görevinin
yalnızca Allah’ın âyetlerini bize ulaştırmak, tebliğ etmek de-ğil, aynı zamanda
bu âyetleri açıklamak, tefsir etmek ve nasıl anlaşılıp, uygulanacağını öğretmek
olduğu anlatılmaktadır. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler, Bakara 129, Al-i
İmrân 164, Cum’a 2 âyetlerinin tefsirlerine bakabilirler.
İşte böyle. Kıyamet anlatılırken
birdenbire böyle değişik bir ko-nuya geçilmesi, kıyamet anlatılırken sözün bir
anda Peygamber’e (a.s) döndürülmesi biraz garip gibi olsa da, böyle bir
münâsebet kurulmuş. Yani kıyamet konusu anlatılırken birdenbire sözün kesilip
araya Peygamberimizin halinin sokuşturulması, cümle-i mutarıza dediğimiz bir
parantez cümlesi yapılması, hoca ile talebenin münâsebeti gibi yapılmıştır. Hani
dersine devam eden bir hoca talebelerinden birisinde gördüğü bir uygunsuzluğu
düzeltmek için sözünü keserek: "Ahmet uyuklama! Hasan başka yerde gezme, buraya
gel!” dedikten sonra yine konuya devam eder ya, işte aynen bunun gibi Rabbimiz
de bir anda vahyini keserek Peygamberinin hoş olmayan bir davranışını düzelterek
sözlerine devam etmiştir.
Bizde de olur değil mi bu? Yani
talebe bir şeylerle meşgul olurken hoca onu düzeltmek veya orada sükûneti
sağlamak için veya birisi gelip bir şey sorduysa ona cevap verivermek, veya o
anda izin isteyen birine izin verivermek, hocanın o anda ders halkası
içindekilere anlattığı konunun bir anlık dışına çıkması nasıl caiz ise, bu bir
öğretim metodu, anlatım üslûbuysa, işte burada da Allah vahiy indirirken,
Cebrâil vahiy aktarırken talebe durumunda olan Rasulullah’ın durumu düzeltiliyor
ki, kıyamete kadar talebelere yönelik eğitim programlarında böyle bir prensip
ortaya konmuş oluyor, diyoruz.
Öyleyse biz de Kur’an okunurken böyle
olacağız. Nötr olacağız Kur’an’ı dinlerken. Bizden de işte bu isteniyor burada.
Nötr olmak. Peki ne demektir nötr olmak? Kur’an’ı dinlerken kendimizi, aklımızı,
fikrimizi, benliğimizi, dikkatimizi ona teslim etmeliyiz. Öncelikli
bilgilerimizi terk etmeliyiz. Rasulullah’ın öncelikli bir fikri vardı. Neydi o?
O-nu ezberlemek. Hem de hemen o anda ezberlemesi gerektiğini zannediyordu.
Öyleyse öncelikli fikirlerimizi, Kur’an dışından öğrendiklerimizi kafamızdan
atacağız, aklımızdan başka bir şey geçirmeyeceğiz. Sırf kendimizi ona teslim
edeceğiz. Bütün dikkatimizle, bütün benliğimizle onu
dinleyeceğiz.
Bu bölümün şöyle anlaşılması da
mümkündür:
“Aceleye getirerek öyle dilini depretip
durma! Dilini hareket ettirip durma!” şeklindeki hitabın Peygamber Efendimize
değil de yukarıda anlatılan insana olduğu şeklinde ikinci bir görüş vardır.
Fah-reddin er-Râzî, Elmalılı Hamdi Yazır ve bazı müfessirler bu görüşte olmaya
çalışmışlar ama hadislerin diskalifiyesinin anlamsızlığını bildiklerinden dolayı
edepli, terbiyeli davranmışlar da birinci görüşü başa almışlardır. Onun için ben
de önce onu zikrettim. İkinci anlayışı da açıklamaya çalışalım:
Eğer buradaki hitap yukardan beri
anlatılan insanaysa, o zaman mânâ şöyle olacaktır:
İnsanoğlu o gün neler yaptı, neler
bıraktıysa o gün hepsinden haberdar edilecek. Yani insan o gün yapıp
ettiklerinin tümünden he-saba çekilecek.
Zaten insan kendi yaptıklarına
basîrdir, onlardan haberdardır. Ne yaptı, ne yapmadı, bunu kendisi bilmektedir.
Dünyada mâzeretler uydurmaya çalışsa, kamufle etmeye çalışsa, yani dünyada kendi
ken-dini aldatmaya çalışsa da ne yapıp ettiğini insanoğlu biliyor dendi.
Kı-yamet günü olacaklar, insanın başına gelecekler anlatıldı, ondan sonra
da:
“Hayır hayır! Dur bakalım acele etme!
Niye acele ediyorsun sen? Ne derdin var senin?” denilerek bir hitapta bulunuldu.
İkinci bir anlayışa göre eğer buradaki hitap insana râci ise, kıyamet günü
hesap-kitap konusunda acele etmemesi anlamına gelecektir. Yani mânâ, böyle işin
içinden kolayca sıyrılıvereceğini zannetme! Kolayca kurtulacağını sanma ey
insan! demek olacaktır.
İşte kıyamet günü, hesap-kitap dönemi
eline kitabını alan bu insana diyecek ki: “Ey insan! Acele ederek, dilini hemen
oynatma! Bu işi hemen bitirivermeden yana olma! Hemen acele geçiştirivermeden
yana olma! Hesap-kitap işinde acele ederek dilini oynatıp bu işi bitirivermeden
yana olma! Yani hemen acele bu işin, hesap-kitap işinin içinden çıkacağını,
sıyrılacağını sanma!”
“Oku Kitabını, bugün, hesap görücü olarak sen
kendine yetersin.”
(İsrâ 14)
Hesap-kitap için, amel defteri eline
verilen kimseleri anlatırken Kur’an şöyle diyordu:
“Kitabı sağından verilen, “Alın,
kitabımı okuyun! Doğrusu ben böyle bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı
umuyordum!” (der).”
(Hâkka 19,20)
“Ben
bugünün heyecanıyla dünyada bir hayat yaşıyordum” diye sevinç çığlıkları
atarken, etrafındakilere tertemiz defterini gösterirken, defteri eline
tutuşturulan kâfir de diyecek ki:
“Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl
olmuş da küçük-büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!”
(Kehf 49)
İşte o kâfir, günahkâr insan alelacele
o kitabı karıştırıverip okuyuvermeye, alelacele işin içinden sıyrılıp çıkmaya
çalışacak. Çabucak hesap-kitabın bitirilmesini isteyecek. Bir an evvel bu
sorgulama işinin bitirilivermesini isteyecek de, hızlıca defterini okumaya
çalışırken onun bu hareketini kınamak üzere, bu düşüncesine engel olmak üzere
şöyle denilecek:
“Ne oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsun ey
insan? Aceleye getirip durma işi! Öyle hızlı hızlı dilini hareket ettirip işin
içinden sıyrılmadan yana olma! Sen onu öyle alelacele okumadan yana olma! Çünkü
onu oraya Biz yazmışız ve Biz okuyacağız!”
Yani onun gündeme getirilişi de Bize
aittir, tek tek yazılışı da Bize aittir. Onu o kitapta biz topladık! Sen
kokladın, biz topladık! Sen yaptın, sen işledin, Biz yazdık! Şimdi ne oluyor
sana? Niye acele ediyorsun? Şimdi sus ve bekle! Sana onu Biz okuyacağız, bu
durumda artık sana düşen sadece onun peşi sıra gitmendir. Yani eğer Biz: “Bak
sen şunu da yapmışsın! Şu günahı da sen işlemişsin! Şu suçu da sen işlemişsin!”
dedikçe, yaptıkların sana okundukça, sen onlardan kurtulmadan yana olma! Artık
senin iraden bitmiştir. Biz neler de-diysek, sen ona uy! Artık burada Bizim
beyanımız, Bizim hükmümüz, bizim kararımız geçerlidir.
Çünkü:
“Sen okunanlar üzerinde Bizim
beyanımıza, Bizim kararımıza uymak zorundasın! Bugün beyan Bize aittir, karar
Bize aittir! Sakın Bizim beyanımıza itirazın olmasın!”
denilecek.
Âyetin bundan sonrasını da düşünürsek
bu mana, bu münasebet gerçekten çok uygun düşüyor. Bakın bu âyetin hemen
arkasından denilecek ki:
20-21. “Hayır hayır; ey insanlar!
Sizler, çabuk elde edeceğiniz dünya nîmetlerini seversiniz de âhireti
bırakırsınız.”
Hitabın hemen sonrasında buyuracak ki o
insana: “Hayır hayır, ey insanlar! Siz aceleden yanasınız! Siz aceleyi
seviyorsunuz! Sadece şimdi burada değil, dünyadayken de aynı durumdaydınız!
Dünyadayken de hep aceleden yanaydınız! Yok yok! İşin aslı şu! Siz aceleyi
seviyorsunuz! Yaratılıştan seviyorsunuz aceleyi! Çünkü siz aceleden
yaratıldınız!” İsrâ sûresinde “İnsan aceleden yaratıldı”
buyurulmaktadır. İşte Allah buyurur ki, siz aceleyi seviyorsunuz. Yani acele
elde edeceğinizi, peşini seviyorsunuz da, veresiye olan âhireti terk
ediyorsunuz.
Ama dikkat ederseniz önceki hitap
tekildi. “Dilini aceleden hareket ettirip durma!” denmişti. Yani hitap tek
kişiye, Peygambere idi. Sonra da: “Hayır hayır siz aceleyi seviyorsunuz da
âhireti terk ediyorsunuz” olunca, muhatabın çoğuluna geçti Rabbimiz.
Deniliyor ki, insanoğlu vahyi almada,
vahyi benimsemede, vahyi kendisine mal etmede, onunla insanları kurtarma
çabasında, yani Allah’ın kendisini peygamber kıldığı insan bile böyle aceleci
davranırsa, geri kalan konularda zaten aceleci davranacaktı. Rabbimiz sanki
burada şöyle diyor: “Dikkat edin, bu insanın aceleciliği fıtrî bir özelliktir.
Yani bundan, bu fıtrî özelliğinizden kurtulamazsınız ama, bunu hayra kanalize
edin!” Birinci sebebi işte budur ki, gerçekten de hoş bir insicamdır. İnsanın aceleciliğine bir örnek verilmiş,
sonra da aceleci olmaması gerektiği anlatılmıştır. Peygambere bile “acele etme!”
denilirken, bize haydi haydi acele etme, denilmektedir.
Her zaman acele ediyoruz değil mi?
Meselâ insanların hemen kurtulmasını istiyoruz. Tebliğimiz acele meyve versin,
anlattığımız in-sanlar acele ve kolayca değişsinler. Çevremizdekiler acele
Müslümanlaşıversinler. Veya dünyada yaptığımız kulluklar, iyilikler karşılığında
acele mükafat bulalım. Acele karşılık görelim, dünyada üstünlük buluverelim.
Dünyada hemen zafer elde edelim demelerimizin, aceleden yana olmamızın
anlamsızlığı anlatılıyor burada.
Yukarıdaki âyeti peygamberle ilişkili
düşününce, peygamber bile bakın hayır konuda acele ediyordu da biz engelledik.
“Öyleyse siz ey kullarım, dünya konusunda aceleci olmak, dünyada istediklerinize
veya mükafata acele ulaşmak, zaferi acele kucaklayıvermek konusunda da
yanlışlığa düşmeyin! Veya âhireti terk ettirici bir acelede bulunmayın! Halbuki
insanlar hemen yola geliverse siz nasıl ecir alacaksınız? Aceleden zafere
ulaşıverseniz âhiret mükafatına nasıl ulaşacaksınız? Öyleyse aceleden yana
olmayın, sabırdan yana olun” de-niyor.
Ama âhireti kazandıracak bir acele ise
tamam ona koşacağız. Kur’an da ve sünnette pek çok yerde hayırda, hayır
konularında acele etmemizin istendiğini biliyoruz. “Hayırda acele edin” diyor
Allah’ın Re-sûlü. Öyleyse bize âhireti kazandıracak bir hayırda acele edeceğiz.
Hani bir söz vardır: Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölüverecekmiş gibi de
âhiret için çalışın diye. Hadis değil bu, ama hoş bir sözdür. Bunu şöyle
anlıyoruz: Yapacağın iş dünya işi mi? Hiç ölmeyecekmişsin gibi davran o konuda.
Ama yapacağın iş âhiret işi mi? Yarın ölüverecekmişsin
gibi davran o konuda. Meselâ evini badana mı yapacaksın? Bir dünya işiyle
karşı karşıya mısın? Acele etmeye gerek yok, hiç ölmeyecekmişsin gibi davran.
Yarın yaparım, öbür gün yaparım, gelecek ay yaparım de ve acele etme o konuda.
Ama namaz mı kılacaksın? Bir âhiret işi mi yapacaksın? Hemen ölüverecekmişsin
gi-bi acele et o konuda. Hemen kılıver namazını, yarına bırakma onu.
Veya meselâ evde çocuklarınıza
onları daha iyi Müslümanlaştırmak ve cennete kazandırmak için ders mi
başlatacaksınız? Böyle bir şey mi düşünüyorsunuz? Aman acele edin. Aman yarına
bırakmayın, yarın ölecekmişsiniz gibi davranın. Çünkü belki yarın
dinlemeyebilirler sizi. Ağaç yaş iken eğilir, yarın tutmayabilirler sözünüzü.
Veya yarına çıkmayabilirsiniz de çocuklarınız arkanızda eğitimsiz kalabilirler.
Veya meselâ birilerine tebliğ mi yapacaksınız? Acele edin, yarın hayatta
olmayabilirsiniz, yahut da yarın bu imkân elinizden alınabilir. Yarın ağzınıza
bir bant yapıştırılıp kodese tıkabilirler sizi. Veya küs olduğunuz birileriyle
mi barışacaksınız? Aman yarınlara bırakmayın onu. Acele edin, yarın o küs
olduğunuz kişi de, siz de ölebilirsiniz çünkü. İnfakta mı bulunacaksınız
birilerine? Aman acele edin, zira ya-rın ölebilir, yahut da fakir
düşebilirsiniz. Kitabınızı mutlaka tanımak zorunda olduğunuzu mu anladınız?
Kitapsız Müslümanlık olmaz gerçeğini bugün mü anladınız? Aman hemen başlayın!
Yarına bırakmayın! yarın belki hayatta olmayabilir, imkân
bulamayabilirsiniz.
Evet hayır konuda, âhiret konusunda
acele edin. Ama:
Ama siz bunun tamamen aksine dünya
konusunda acele ediyorsunuz da âhireti arkaya alıyorsunuz. Peşini öne
alıyorsunuz da veresiyeyi geri bırakıyorsunuz. Peşinden yana, yani sonucunu
acele dünyada görebileceğiniz işlerden yana oluyorsunuz da, sonucunu âhirette
göreceğiniz veresiye işlere yanaşmıyorsunuz! diyor Allah.
Ama siz bilirsiniz! Sonucuna kendiniz
katlanmak üzere istediğiniz gibi hareket edin! Bildiğiniz gibi davranın, ama
bilesiniz ki:
22-25. “O gün birtakım yüzler
Rabblerine bakıp parlayacaktır. O gün birtakım yüzler de asıktır. Kendisinin
belkemiğinin kırılacağını zanneder.”
O gün insanlar iki gruptur. Amel
defterlerinin dağılımına göre insanlar iki gruptur. Vücuh, yüzler anlamına
geldiği gibi, insanlar anlamına da gelir. İşte o gün nice yüzler vardır ki onlar
“Nazırah” tır. Başarı neticesinde
sürûr içinde ışıldar durur, parlar durur o yüzler. Yani böyle neşeli, sürûrlu,
sevinçli, parlak yüzler, insanlar vardır o gün.
O yüzler Rabbine doğruda nazırdırlar.
Rabblerine doğru bakmaktadırlar. Allah rahmet etsin, ecdat bunun üzerinde
durmuş, yıllar yılı uğraşmış durmuş. Efendim bu âyeti nasıl anlayacağız? Allah
bizzat görülür mü? Yoksa görülmeyecek mi? Acaba Hz. Mûsâ’ya Allah’ın “Len
terani” demesi, beni ebedîyen göremezsin ey Mûsâ! demesi buraya da şamil
mi, değil mi? Acaba buradaki _«Z¬±"«* ´|«7Ë! dan kasıt, “İla
niami Rabbiha” manasına mı? Yani yarın cennette Allah’ın nîmetlerine
bakma, onları seyretme anlamına mı? Yoksa bizzat Cenab-ı Hakk’ın cemâline bakma
mı kast ediliyor? Ecdat burada durmuş ve yıllar yılı münakaşa etmiş. Meselâ
Mutezile fırkası bunu bayraklaştırmış, bu konuda kesin tavrını ortaya koymuş ve
demiş ki: Allah kesinlikle görülmez! Çünkü Hz. Mûsâ’ya eğer “Len
terani” diyorsa Allah, kesinlikle görülmez, görülmeyecektir. Sanki Allah
“Lenterani” yi diyendir, ama “İla
Rabbiha nazırah’ı demeyendir. Veya “Lenterani”yi diyen Allah’tır da,
bunu diyen başkasıdır sanki.
İki âyetten birini temel kabul edip
ötekini onunla yargılama âdeti pek yaygındır. İki âyet veya iki hadis. Bunlardan
birini temel ka-bul, doğru kabul edip ötekisini onunla yargılama âdeti bizde de
çok yaygındır. Veya dinin bir birimi temel kabul edilecek, diğeri onunla
yargılanacak. Böyle bir âdet var toplumda.
Meselâ benim hocam böyle dedi diyor
adam, onu temel din kabul ediyor. Veya benim imamım, benim şeyhim, benim
mezhebim böyle dedi diyor, bunu temel kabul ediyor, ötekileri buna göre
yargılı-yor. Temel kabul ettiği o hükme, o düşünceye, o anlayışa uyanları doğru,
uymayanları yanlış kabul ediyor. Meselâ kendi imamının, kendi hocasının, kendi
mezhebinin namazını temel kabul ediyor ve ötekilerin kıldığı namaza namaz mı
yahu bu? diyor. Veya Buhari’dekileri yanlış kabul ediyor, bu hadis-i şerif
yanlış veya bu iş bâtıl diyor.
Veya daha önceki öğrendiği dini temel
kabul edip, ondan sonra öğrendiklerini onunla yargılamaya kalkışıyor, bu da aynı
şey.
Bildiği kadar ki Kur’an’ı temel kabul
ediyor ve bu Kur’an’la hadisleri yargılamaya kalkışıyor, “efendim işte bu hadis
Kur’an’a aykırıdır” diyebiliyor. Kur’an’dan bildiği topu topu iki sûredir ve
bildiği bu iki sûreyle hadisi yargılamaya kalkıyor.
Veya bir âyet öğreniyor onu temel kabul
ediyor sonra karşısına çıkan bir hadis ona aykırı gibi gelince onu
reddediveriyor. Meselâ Nûr sûresinde Allah diyor ki:
“Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde bir
sorumluluk yoktur.”
(Nûr 61)
“Sizin beraber de, ayrı ayrı da
yemenizde bir beis yoktur” âyetini temel kabul etmiyor da, âyetle ilgili kendi
anlayışını temel kabul ediyor ve diyor ki: “Bak burada aynı tabakta da, ayrı
ayrı tabaklarda da, bir arada da, veya ayrı ayrı yemekte de bir beis yoktur”
denildi. “Öyleyse efendim bizler ayrı da yiyebiliriz beraber de yiyebiliriz!
Bunun hiçbir sakıncası yoktur! Kadın-erkek bir arada yiyebiliriz! Sonra yabancı
kadınmış, yerli erkekmiş ayrımı da yoktur üstelik, işte cümbür cemaat, eş-dost,
hısım, akraba, arkadaş, dost toplanırsın böyle yenebilir, bu âyete aykırı
değildir!” diyor. Halbuki bu âyet, bu âyeti anlatan, şerh eden hadislerle
anlaşılacakken, bunu anlatan hadisleri insanlar reddetmeye çalışıyorlar.
Gerçekten garip bir durumdur bu.
Âyet temeldir tamam, Kur’an temeldir
tamam. Âyete ters düşen reddedilsin tamam da, acaba o âyetten kasıt o mu, değil
mi? İşte orada farklı düşünüyorlar. Kim demiş o âyetin o anlama
geldiğini?!
Meselâ Nisâ sûresindeki: «š³@«K¬±X7!
vB²K«8¸ ²—Ï! âyetinin muhtevası
"Kadınlara mücerret dokunduğunuz zaman" da olabilir, "Kadınlarla münâsebet
ettiğiniz zaman abdest bozulur" da olabilir. Ama insanlardan kimileri mücerret
dokunmayı temel kabul edip, sanki âyet onu mutlak olarak anlatırmışçasına
diğerlerini reddederken, kimileri de cinsi münâsebet manasına gelir deyip, onu
temel kabul edip diğerlerini reddediyor. Kim dedi onun sadece bu manaya
geldiğini?
Öyleyse burada şunu söyleyelim: Bu
dinin temeli kitaptır, bunda kimsenin ihtilâfı yoktur. Her şeyi kitapla
ölçmeliyiz. Aslında kitap değil de vahiy demek en doğrusudur. Çünkü sünnet de
vahyin bir parçasıdır. Kitap temeldir, kitap asıldır ve ona uymayanlar
reddedilmelidir, ama kitaba aykırı olan sünneti reddedelim derken ihtiyatlı
davranmalıdır. Burada şu soruyu sormamız lâzım. Tamam kitap temeldir, kitaba
aykırı olan reddedilmelidir ama hangi kitaba aykırı olanlar reddedilecek? Benim
anladığım kadar ki kitaba mı? Yoksa Mutezilî kitaba mı? Yoksa Şia anlayışındaki
kitaba mı? Hangi kitaba aykırı olanları reddedeceğiz? Kimin kitabına aykırı
olanları reddedeceğiz? Kimileri de sünneti temel kabul edip kitabı onunla
yargılamadan yana bir tavır sergiliyorlar. Aynı soruyu onlara da sormak lâzım.
Sünnet te-meldir kitabı onunla anlayalım derken de hangi sünnetin temel olduğunu
bilelim! Sünnetten benim anladığım mı? Yani benim anlayışım mı? Yoksa
mukabilimin anlayışı mı? Bunu bilmeliyiz.
Öyle değil mi, kitap temeldir tamam da
kimin kitabı temeldir? Farz edin ki ben Kur’an’dan elli sûreyi tanıyabilmişim.
Elli sûrede anlatılanların da belki onda birini anlama imkânım olmuş. Kur’an’dan
benim nasibim işte bu kadardır. Yani benim kitabım işte budur. Kitaptan bana
yansıyan budur. Peki Kur’an’ın elli sûresini ancak tanıyabilmiş ve üstelik de bu
elli sûrede Rabbimin anlattıklarının sadece yirmide birini anlayabilmiş birisi
olarak, bu kadarcık Kur’an bilgisiyle bir hadisi nasıl yargılayacağım? Hakkım
var mı buna? Öyleyse kimin ki-tabına uymayanları reddedeceğiz? Meselâ aynı hadis
İmam Buhârî efendimizin kitabına ters gelmemiş ki o hadisi kitabına almış. Veya
İmam Müslim’in Kur’an’ına ters düşmediği için o hadisi kitabına almış. Veya İmam
Ebu Hanife efendimizin, İmam Şafiî efendimizin Kur’a-n’ına ters düşmemiş o
hadis. Şimdi ne diyeceğiz buna? Benim kitabı-ma, veya Yaşar Nuri efendinin
kitabına ters düşüyor bu hadis diye red mi edeceğiz? Hakkımız var mı buna? Bu
konuda çok cesur davrananları görüyorum ve korkuyorum, ihtiyatlı davranmadan
yanayım, Allah doğrudan saptırmasın inşallah.
Öyleyse buradaki _«Z¬±"«* ´|«7Ë!
âyetini söyleyen de Allah’tır. "Onlar o gün Rabblerine bakacaklar!" buyuran da
Allah’tır, ama Hz. Mûsâ: “Ya Rabbi! Ben seni görsem!” dediğinde: Ona: “Lenterani”yi, yani “kesinlikle beni
görmeyeceksin! Ebedîyen görmeyeceksin! hiç mümkün değil ey Mûsâ!” diyen de
Allah’tır. Bunun her ikisini buyuran da Allah’tır. Bunun birini temel kabul edip
ötekini onunla yargılamak, birini doğru kabul edip ötekisini reddetmek mümkün
olmadığı gibi, hâşâ ya Rabbi birinde görülmeyeceğini, birinde görüneceğini
dedin. Birisinde onlar Rabblerine bakarlar buyururken ötekisinde asla
görülemeyeceğini anlatıyorsun. Bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Diyemeyiz bunu
Allah’a! Peki ne diyeceğiz ya?
Bu âyetlerde farklı ortamlar kast
edilmektedir diyeceğiz. Birisinde âhiret ortamı, ötekisinde de dünya ortamı
anlatılmaktadır. Burada, bu okuduğumuz âyette âhiret ortamı anlatılmaktadır,
cennet ortamı anlatılmaktadır ve kesinlikle biliyor ve inanıyoruz ki Cenâb-ı Hak
âhirette, cennette görülecektir. Ama ötesinde Hz. Mûsâ gibi olma ortamı
anlatılmaktadır, yani dünya ortamı anlatılmaktadır ve kesinlikle biliyor ve
inanıyoruz ki kim de Hz. Mûsâ ortamındaysa, yani dünya ortamındaysa tamam o
kesin görmeyecektir, göremeyecektir diyoruz.
Peki Rasulullah Allah’ı Mirac’da
gördü mü? Eğer Rasulullah Mirac’da cennet ortamında bir bulunuşla bulunmuşsa
evet gördü, ama Hz. Mûsâ ortamında bir bulunuşla bulunmuşsa kesinlikle görmedi,
ikisinin de dışındaysa o zaman bilmiyoruz diyeceğiz.
Kaldı ki insanlar nedense kimi
konularda çok titiz davranırken kimi konularda yan çizmeye başlamışlar. Ya da
te’vili din kabul etmişler. Meselâ bakın şu konularda hassas davrandıklarından
hiç de problem çıkmamış. Allah görür mü? konusunda tüm ümmet ittifak et-miştir
ki Allah görür. Ama nasıl gördüğünü bilmeyiz demişler ve işi bi-tirmişler.
Allah’ça görür demişler ve hiç de ihtilâfa düşmemişler bu ko-nuda. Peki Allah’ın
eli var mı? Bu sefer bocalamışlar. Acaba el desek mi, demesek mi? Acaba mutlak
mı, değil mi? Halbuki önceki gibi deyiverseler iş bitecek. Ama kimi konularda
bunu, nasılını bilmeyiz derken kimilerinde akıllarına gelmiyor
galiba.
İşte burada da _«Z¬±"«* ´|«7Ë! insanlar
Rabbine nazır olacaklar. Peki nasıl bir şey? Allah nasıl görülecek? Îman
ediyoruz ama nasılını bilmeyiz deyiverseler iş bitecek. Peki peygamber bir şey
anlatmış mı bu konuda? Peygamber nezaretin olacağını anlatmış mı bu konuda?
Peygamber nezaretin olacağını anlatmış, bakmanın olacağını anlatmıştır. Yani
mehtaplı bir gecede ayın on dördü iken insanlar itişip ka-kışırlar mı ayı
görmeye? Hayır! Herkes bulunduğu yerden çok rahat seyreder değil mi? Allah’ın
Resûlü, “İşte aynen böylece insanlar da Allah’ı cennette görecekler” diyor. Ama
Allah ay gibi mi olacak? Hâşâ öyle değil. Allah’ça bir görülüşle görülecek.
Burada görüşün böyle iti-şip kakışmadan olacağı beyan edilmektedir. Değilse
bundan hâşâ Al-lah’ın ay gibi görüleceği, uzakta, ya da yakında görüleceği
anlaşılmaz.
Bir de bununla ilgili "Nâzır" kelimesi
var. Kimileri demiş ki işte mü’minler orada, cennette nezaret edecekler. Yani
bakanlık yapacaklar. Allah cennette kendilerine bir kısım görevler, bakanlıklar
verecek de onlar bu görevlere nezaret edecekler, Allah’tan kendilerine bir görev
düşüp onlar bu göreve bakıp nezaret edecekler demeye çalışmışlar. Bakan,
bakanlık, filan denir ya işte öyle bir şey.
Bir de görmekle bakmak ayrıdır
demişler. Yani Allah görülmez ama O’na bakılır demişler.
Evet:
“Kimi yüzler vardır ki o gün nazıradır
ama kimi yüzler de vardır ki o gün basiradır.” Yani abus bir çehre olarak
pusarır, asılıp durur. Adam suçundan, kaybından, ayıbından, ıstırabından,
üzüntüsünden dolayı suspus olmuş, yıkılmış, bitmiş, tükenmiştir Allah
korusun.
Bilir ki, anlar ki artık kendilerine
Fâkıra yapılacaktır. œ«I¬5@«4 bel kıran demektir. Artık o kişi anlar ki
kendisine bel kıran yapılacaktır. Bel kıran, adamın belini büken facia, belini
kıran belâ veya burnunu kıran bir belâdır. Fakıra, bir de Rabbinden, Rabbinin
rahmetinden mahrum oluş, Rabbine bakamama anlamına da gelir. Veya dahiye, yani
ateşe girmek anlamına bir manadır.
ÇwP«# Zanne burada îman, anlamak, bilmek
anlamak manasına kullanılır. Artık o kişi kendisine fakıra yapılacağını
anlamıştır.
26-30. “Dikkat edin; can boğaza gelip
köprücük kemiklerine dayandığı zaman: “Çare bulan yok mudur?” denir. Artık
ayrılık vaktinin geldiğini sanır. Bacaklar birbirine dolaşır. O gün sevk
Rabbinin huzurunadır.”
Hayır hayır! Yok yok! ³ŸÒ«6 İş öyle
değil! Burada ölmek üzere olan bir adamdan söz ediliyor. Rivâyete göre, can
çekilmeye ayaktan başlıyormuş. Yani önce ayaklar ölüyor, sonra diz kapakları,
sonra bel, göğüs, kafa. İşte can çıkmaya az kala, beş kala deniliyormuş
ki:
¯’!«* ²w«8 «u[¬5«: Kim okuyup üfleyip te beni
kurtaracak?! Yok mu beni okuyacak bir Raak? Yok mu bana yardım edecek ve beni
eski hâlime iade edecek birisi? Yok mu böyle biri? Bana eski sıhhatimi,
sağlığımı iade edecek birilerini bulun gelin! Bir okuyucu çağırın
bana!
Veya ¯’!«* ²w«8 Bunun böyle gerçek
olmadığını anlatacak biri yok mu? Yani bu büyüyü bozacak, yok edecek, bir büyücü
yok mu? Çünkü ona göre aslı yoktu bu işin. Gerçek değildi bu iş. Ölüme ve
hayatın biteceğine inanmıyordu. Ölüm ötesi hayata ve o hayatın hesabına,
kitabına inanmıyordu. Dirilme yok diyordu. İşte inkâr ettiği, reddettiği bir
gerçekle burun buruna gelince bunun gerçek olmadığını bana anlatacak bir Raak
yok mu? Bulun gelin de bu büyüyü bozsun, diyor.
Bir de bu ¯ alıp götürmek, yükseltmek
demektir. Öyleyse ¯ deniliyor. Yani
bu ruhu, ölen kişinin bu ruhunu kim götürecek? Kim alıp yükseltecek? anlamına
gelmektedir bu ifade. Kim götürecek bunu? Azap melekleri mi götürecek, yoksa
rahmet melekleri mi?
Ama sonunda bunun bir firak olduğunu
anlayacak. Anlayacak ki bu firak zamanı, ayrılık zamanıdır. Bunun bir ayrılık
zamanı olduğunun farkına varacaktır. Artık karısından, çocuklarından,
arkadaşlarından, eşinden, dostundan, dünyasından sökülüp koparılma, hayata veda
etme zamanı gelmiştir artık.
Ve o zaman sak, sak’a karışacaktır.
Yani eli ayağı birbirine do-laşacaktır. Hani ölüm esnasında ayaklar şöyle
bükülüverir ya, işte o anlatılıyor. Allah o demde ölüm azabından, şeytanın
afetinden cümle-mizi korusun inşallah. Ayaklar birbirine dolaşacak. Veya el ve
ayaklar olmaması gereken yerde olacaklar. Eller ayaklar birbirine
dolaşacak.
Bir de “sak” sev kedici demektir,
şoföre de Araplar, sürücü, sevk edici anlamına “saik” derler. Bir sonraki âyet
de bu manayı telmih ediyor zaten. “Sâk”, sevk edici demektir. Öyleyse anlıyoruz
ki sa-ikler, sevk ediciler, şoförler birbirlerine karışacaklar. Yâni saikler,
cen-nete götürücü, cehenneme götürücü melekler birbirlerine karışacaklar,
kavuşacaklar. Yani o gün trafik karışacak. Trafik birbirine girecek. Kimi
melekler mü’minlerin ruhlarını cennete yükseltir, kimileri de kâfirlerin
ruhlarını cehenneme taşırken böyle gelenler gidenler birbirlerine girecek,
trafik karışacak.
O gün sevk yalnızca Allah’adır. Herkes
Allah’a sevk olunmaktadır. Herkesin sevkıyatı Allah’adır. Herkes Allah huzurunda
toplanacaktır.
Bir de bu karışmadan ve sevkıyattan
şunu anlıyoruz ki, adam dünyada kendine bir değer veriyordu. “Ben şu çapta, şu
ağırlıkta bir kimseyim! Ben kesin cennetliğim! Allah beni koymayacak ta
cennetine sığırları mı koyacak?” diye kendi kendine bir kıymet biçiyordu.
Kendini cennetlik zannediyordu, ama bakacak ki cehenneme sevk olunuyor. Cennet
hayalleri içindeyken bir de bakmış ki azap melekleri kendisini cehenneme doğru
sürüklüyorlar Allah korusun. Veya tamamen zıddı gerçekleşiyor. Yani sevk
yolları, sevkıyat yolları karışacak.
31-33. “O, peygamberi doğrulamamış,
namaz kılmamış, ama yalanlayıp yüz çevirmiş, sonra da salına salına kendinden
yana olanlara gitmişti.”
Evet o ne tasdik etti, ne de namaz
kıldı.
1. O, ne sadaka verdi, ne de namaz
kıldı demektir. Ne namaz kıldı, ne de zekât verdi. Ne malî, ne de bedenî kulluk
yaptı. Ne malında, ne de bedeninde Allah’ı söz sahibi bilmedi. Ne malını, ne de
bedenini Allah’ın emrine vermedi. Ne namaz kılarak Allah’tan mesaj al-dı, ne de
zekât vererek bu mesajı Allah kullarına ulaştırma, Allah kullarıyla paylaşma
gibi bir derdi oldu. Yani ne namaz kılmak türünde bireysel bir kullukta bulundu,
ne de zekât gibi toplumsal bir kulluk yaptı.
2. Veya ne sadaka verdi, ne de salavat
getirdi.
3. Ne tasdik etti, yani ne îman etti,
ne de amel işledi. Tasdikle de, amelle de ilgilenmedi. Bu kişinin imanı da,
ameli de yok.
Bu âyet bize tasdik ile amelin, yani
îmanla amelin beraber gündeme getirilecek bir bütün olduğunu da anlatıyor. Îman
mücerret bir iddiadan ibaret değil, mutlaka amele dönüştürülecektir. Çünkü Allah
mücerret bir îmana razı değildir. Bu konuyu anlatan kitabımızda pek çok âyet
olduğu gibi, sünnet de böyle der.
"Her
şeyde doğru olma" anlamında Kur'anî bir kavram. "Sa.-Da.Ka" fiilinden masdar
olan "Sıdk", "konuşanın inancı itibariyle söz ve fiilinin birbirine uygun
olması"dır. Bir va'din yerine getirilmesi bakımından sözün doğru olması "sıdk"
olduğu gibi bir olayın haber verilmesi bakımından da sözün doğru olması "sıdk"
dır. "Sıdk" terimi, pey-gamberlerin en önemli özelliklerinden biridir.
Risa lete
ehil olabilmek için her peygamberin bu sıfatı üzerinde taşıması gerekir. Bir
pey-gamber için bu sıfat herhangi bir suretle yerinde olmazsa risâlet da-vası
temelinden sarsılmış olacaktır. Çünkü insanlar doğru söyleme-yen bir peygambere
güvenemez. Doğru olan peygamberin herhangi bir surette gerçeğe ters düşen bir
söz söylediği görülmemiştir.
Bir
peygamberin Allah namına davet ettiği şeyi kendi nefsinde yaşaması gerekir.
Çünkü risa letin
en büyük gayesi Cenab-ı Hakkın insanları mükellef kıldığı ahkâmı onlara tebliğ
etmektir. Çünkü Allah ile ilişkisi olan kimse herkesten daha çok O'nun azametine
müdriktir. Dolayısıyla O'nun hiç bir emrine karşı gelmez. Zira Ona karşı gelmek
ihanettir. Hain olan kimse de Allah'ın risa letinin
ehli olamaz.
Kur'an-ı
Kerim'de bir çok peygamber için doğruluk vasfı kul-la-nılmakta, bazılarına
"sıddîk" denilmektedir. "Kitap'ta İsmail'i de an. Çünkü o va'de sadık rasul bir
nebi idi" (Meryem,54).
"İşte onlar öyle kimselerdir ki,
amellerinin en güzelini onlardan kabul ederiz ve onların kötü amellerinden vaz
geçeriz: onlar Cennet ashabı arasındadırlar. Bu, onların va'd oluna geldikleri
sıdk (dosdoğru) bir va'ddır" (Ahkâf,16).
Doğruluğun
esası; bir şeyin meydana gelmesi, tamamlanması, kuvvetinin kemâle ermesi,
kısımlarının bir araya toplanmasıdır. Doğ-ruluk (sıdk; sadakat) niyet, söz ve
âmelde olur. Niyette doğruluk son derece azimli olmak ve Allah'a yönelmek için
iradeyi kuvvetlendirmek ve engelleri aşmaktır. Bu ise Allah'ın farz kıldığı
şeylere koşmakla el-de edilir. Bunun da başında Allah yolunda cihad gelir.
Cihadın bir türü de Allah'a davettir. Davete mani olan herkesten yüz çevirmek,
bunlar-dan uzaklaşıp nefret etmek gerekir. Çünkü onlar gaflet içinde yaşayan
insanlardır. Dünyada gördüklerinden başka bir şey bilmezler. Onların ulaştıkları
bilgi derecesi budur. Gerçekte ise, cehalet ve nefsanî arzunun kendisidir. Doğru
kimsenin kalbi çok hassas olur; da-vete mani olan kimselere karşı tahammül
edemez. Bunun için de onlardan sıkılır; onlarla komşuluk, arkadaşlık yapamaz;
onlarla düşüp kalkamaz, onlardan uzak kalmakla gönlü açılır; Allah'a seyr ve
sülû-kunda ve ona davet hususunda acele etmeye teşvik eden kimselerden
hoşlanır.
Sözde
sadakat, dilin hakkı ve doğruyu söylemesidir. Dil böyle alışınca, artık hiç bir
bâtıl konuşmaz.
Amelde
sadakat, şer'î yollara uyarak Rasulullah (s.a.s)'e tabi olmak suretiyle olur.
Müslüman sözde, niyette ve amelde sadakati gerçekleştirince, sıddıkiyet
derecesine ulaşır. Bu derece ise, Cenab-ı Hakkın mü'min kullarından istediği
Rasûlullah (s.a.s)'e hitap ile yö-nelttiği bir derecedir. "Ve şöyle de; Rabbim,
beni sıdk (ve selamet) girdirişiyle girdir; sıdk (ve selamet) çıkarışıyla çıkar
ve tarafından da hakkıyla yardım edici bir hüccet ver"
(İsrâ,
17/80).
"Sıdk
girdirişi ve çıkarılışı" demek, müslümanın herhangi bir şeye ve herhangi bir işe
girişip başlamasının, ondan çıkışı ve onu ter-kinin Allah için ve Allah ile
olmasıdır. Yani yaptıkları ve yapmadıkları Allah'ın rızasına bağlıdır. Kul
bunları eda ederken Allah'tan yardım di-leyerek yapar. Maksadı da Allah'ın
rızasıdır. Gayesi de yalnız Allah-dır. "De ki: Benim namazım da ibadetlerim de
hayatım ve ölümüm de, hiç bir ortağı olmayan alemlerin Rabbi olan Allah’ındır"
(En'âm,
6/162-163).
Müslüman
sıddıkiyetin bu derecesine erince, hayatta onun na-zarında rağbet edilecek başka
bir gaye kalmaz. Ancak bunun ayakta kalışı Allah'ın rızasına vesile olacaksa
ayakta kalmayı tercih eder. Şâ-yet bu gayeyi kaçırır veya elde edemeyeceğini
anlarsa, hayattan yüz çevirir ve ölümünü ister. Hz. Ömer (r.a)'ın şöyle dediği
rivâyet edilir: "Üç şey olmasaydı dünyada kalmayı istemezdim; 1- Allah yolunda
iyi cins atlar sırtında savaşmak; 2- Gece ibadetinin meşakkat ve zorlu-ğuna
katlanmak; 3- Sözün temizini hurmanın temizini seçer gibi se-çen kimselerle
düşüp kalkmak". Hz. Ömer (r.a)'ın arzu ettiği bütün bu sayılanlar Rabb'ı râzı
edecek şeylerdir.
Sadık
bir müslüman davetçinin sadakati yüzünden ve sesin-den belli olur. Rasûlullah’ı
tanımadan evvel onunla konuşan kimseler şöyle derlerdi: "Vallahi bu bir yalancı
yüzü ve bir yalancı sesi değildir".
Davetçinin
yüzünde ve sesinde doğruluk eserinin görülmesi, muhata-bına tesir eder; onun
sözünü kabule, ona saygı beslemeye sevk eder. Ancak, muhatapları son derece kör
kalpli kimselerse onlara tesir et-mez. Ne olursa olsun, beyan ettiğimiz manâda
sadakat müslüman için ve Allah'a davet eden herkes için zaruridir. Çünkü imanın
esası doğruluk; münafıklığın esası da yalandır. Davetçinin yalancı olması mümkün
olamaz. Peygamber (s.a.s)'in buyurdukları gibi, yalan ahlâk-sızlığa sevk eder.
Ahlâksız bir kimsenin ise davetçi olması mümkün değildir.
Yüce
Allah peygamberlerden ve inananlardan ahd olarak sa-dıkları ve kâzipleri
birbirinden ayırmıştır: "Biz nebilerden kuvvetle ahitlerini almıştık. Senden,
Nuh'tan İbrahim'den Musa'dan ve Meryem oğ-lu İsa'dan (evet) onlardan ağır bir
mîsak (söz) almıştık "; "Ki (Allah) o sadıklara sıdklarından sorsun, o kâfirlere
de acı bir azap hazırlamış-tır."
(Ahzâb,7-8)
"Mü'minlerden
öyle erler vardır ki Allah'a verdikleri ahitlerinde durdular; onlardan kimi
adağını yerine getirdi, kimi de beklemektedir; sözlerini asla
değiştirmemişlerdir"; Ki Allah sâdıkları sıdklarıyla müka-fatlandırsın,
münafıklara da dilerse azap etsin, dilerse tevbe edenlerin tevbelerini kabul
etsin. Şüphesiz Allah Gafur ve Rahimdir"
(Ahzab,23-24)
"İnsanlar
yalnız "inandık" demekle hiç sınanmadan bırakıla-caklarını mı sandılar? Andolsun
ki biz onlardan öncekilerini sınadık el-bette Allah (sınayıp) sadıkları bildirip
açığa çıkaracak, kâzipleri (ya-lancıları) bildirecektir"
(Ankebût,2-3)
İşte
yukarıdaki âyetlerde bahsedilen sadık erlere Cenab-ı Hak mükâfat olarak "sıdk",
mekânlarını "sıdk" bir va'd ile vadetmiştir: "İçle-rinden bir adama "insanları
uyar ve iman edenlere Rabbleri katında kendileri için bir kademe-i sıdk
(doğruluk makamı, kademesi) bulun-duğunu müjdele" diye vahyetmemiz insanlara
tuhaf mı geldi ki kâfir-ler; "bu apaçık bir sihirbazdır" dediler."
(Yunus,
10/2)
"Muhakkak
ki muttâkiler cennetlerde ve ırmaklar (ın kenarın) dadırlar". "Sıdk makamında
(doğruluk meclisinde) gâyet muktedir (güçlü) bir melikin yanındadırlar"
(Kamer,54-55)
4. Veya bu âyetin bir başka manası da
bu adam ne namaz kıl-dı, ne de namazla aldığı mesajı tasdik etti demektir. Buna
göre bu adam Ebu Cehildir, ya da Ebu Cehil gibi olanlardan biridir denmiş.
5. Ya da bu adam dışardan kabul edenler
safında görünse de, îman iddiasında bulummuş olsa da bu îmanını tasdik etmedi,
yani amele dönüştürmedi. Amelle îmanının sadâkatini ortaya koymadı de-mektir.
Tasdik, îmandan da öte bir şeydir. Tasdik, îmanın eylemidir. Sadaka da aynı
kökten gelir. Bir adamın cebindeki parasının Allah’a ait olduğunu kabul etmesi
îmandır, ayrı şeydir, ama onu Allah’ın istediği yerlere ulaştırıp sadaka
yapması, bu konudaki îmanının sadâkatini ortaya koyması ayrı şeydir. Onun
içindir ki Hz. Ebu Bekir efendimiz îman etmenin de ötesinde sıddîk idi. Yani
îmanın sadâkatini, eylemini ortaya koyan idi.
Öyleyse bir kişinin herhangi bir konuya
“İman ettim!” demesi yetmez. Aynı zamanda o kimsenin îman ettiği konuyu bizzat
amel ha-line getirmesi şarttır. Böylece îmanının eylemini, îmanının sadâkatini
ve ispatını ortaya koymuş olacaktır. İşte diyoruz ki bu adam ne îman etti, ne de
bu îmanının sadâkatini ortaya koymak üzere amel işledi, îmanını amelle
görüntüledi.
6. Ya da bu adamın malına bağımlılığı,
malına olan sevgisi, tutkusu onu namaza götürmedi. Mala bakışı bozuk olduğu için
namaz da kılmadı. Malı, mülkü, dükkanı, tezgahı onu bırakmadı ki namaza
gidebilsin demektir.
7. Veya bu adam ne kıyameti tasdik
etti, ne de onun için bir amel hazırladı. Böyle olunca ne yüzle çıkacak ki
Allah’ın huzuruna!
Bunları yapmadı
da:
Kezzebe yaptı ve tevella etti. Kezzebe,
kefera’dan farklıdır. Kezzebe yalan saymak, kefera da inkâr etmek demektir.
İnkâr etmekle yalan saymak, ayrı ayrı şeylerdir. Kefera inkâr etti, reddetti
kabul-lenmedi demektir. Ama kezzebe yalanladı, yalan saydı demektir. Peki nedir
yalan saymak? Yalan saymak, anlamakla, bilmekle, îman etmekle beraber gereğini
yerine getirmemek demektir. Kabullenmekle beraber gereğine yönelmemek demektir.
Dille inandığını iddia etmekle beraber hayatla yalanlamak demektir. Îmanla
amelin, iddiayla hayatın uyuşmaması demektir. Evet adam yalanladı, yalan saydı,
yok farz etti ve de yüz çevirdi.
Önce iki suç zikredildi, arkasından iki
suç daha geldi. Yani bı-rakın tasdik etmeyi, kezzebe yaptı. Bırakın namaz
kılmayı, yüz çevirip ilgisiz kaldı. Ya da inandım, îman ettim demediği gibi
kezzebe ve te-vellâ yaptı. Yalanladı ve yüz çevirdi. Madem inanmadı, bari
sussaydı veya karşı çıkmasaydı. Bari bir durup düşünseydi, dinleyip
araştırsaydı, onu da yapmadı. Yani ilgilenmedi bile, yönünü bile dönmedi. Sonra
da:
Sonra da gerile gerile, kasıla kasıla,
ehline, iline keyif çatmaya gitti. Yani ehline, karısının yanına veya dükkanına,
tezgahına, bürosuna keyif çatmaya gitti. Böyle kasıla kasıla, kurula kurula,
salına sa-lına ehline doğru gitti. Anlaşılıyor ki durumundan, hayatından
rahatsız olmadan bir gidiş anlatılıyor. Hem tasdikle ilgisi yok, hem namazla
il-gisi yok, hem âhiret derdi yok, rahat ve huzur içinde kendi dünyasına,
carkına curkuna gidiyor adam. Veya karısını kızını koluna takmış, hem millete
teşhir ediyor, hem de hiç çekinmeden kasıla kasıla gidiyor ya, öyle bir gidiş.
Ya da bu mesajı ehline, hanımına,
çocuklarına taşıması gerekirken, onlara başka şeylerle gidiyor adam. Akşam evine
çocuklarına koltuğunun altında iki âyet, iki hadis taşıması gerekirken dükkanı
taşıyor adam. “Şöyle aldım, böyle verdim, şöyle kazandım, şu kadar ka-zandım,
şunu yaptım bunu ettim” diyerek dükkanını, iş dünyasını evine taşıyıp anlatıyor
adam. Yani zavallı akşama kadar kendisini dükkânın, tezgâhın kulu, kölesi olduğu
gibi akşam eve varınca çoluk çocuğuna da onları anlatıp oyalıyor onları. İşte o
anlatılıyor sanki burada.
34-35. “Sana yazıklar olsun, yazıklar!
Daha ne olsun, sana yazıklar olsun, yazıklar!”
Oh olsun sana, oh olsun! Yazıklar olsun
sana yazıklar olsun! Veyl olsun sana veyl olsun! Gerektir sana bu gerektir!
Lâyıktır sana bu lâyıktır! Veyl üstüne veyl, beddua üstüne beddua, lânet üstüne
lânet. Elbette yaratıcısını, Rabbini tanımayan, O’nun kendisi için gönderdiği
vahiyden habersiz bir hayat yaşayan kimse bu lâneti hak edecektir. Dünyanın kulu
kölesi olmuş, o dünyanın da kendisinin de sahibi olan Allah’ın hayat programını
reddetmiş bir kişiye veyl üstüne veyl olsun.
Bunlardan biri «’ÅG«. Ÿ¸«4 için, biri
´|ÅV«. ¸«: için, biri «ÅH«6 için, biri
de ´|Å7«Y«#«: olmak üzere dört ´|«7²:Ï! kullanılmış, dört lânet
okunmuş.
Ya da bu adamın hayatında bu
sayılanların yanında sayılmayacak kadar daha evlâ var, hepsine veyl olsun,
hepsine veyl olsun! Ya veyl olsun anlamına, ya da gerektir sana bu belâ gerektir
anlamına. Oh olsun, bu belâ gerektir sana! Lâyıksın sen buna lâyıksın
anlamınadır.
Peki ya biz ne yapacağız? Kur’an oh
olsun dediğine göre elbette böylelerine biz de oh olsun! diyeceğiz. Yani adam
hem İslâm’a karşı geliyor, hem İslâm’ın engellenmesine çalışıyor, sonra da
başına bir belâ geldiğinde biz üzüleceğiz, öyle yok. Amma onun o hayattan
kurtuluşu için çabalayacağız, o ayrı konudur tabii.
Ya da başta Allah’ı inkâr eden sana
ancak böyle davranış yaraşır demektir bu evlâların manası. Senin gibi Rabbini
reddeden, Rabbinin yasalarını reddeden, Rabbinin kitabıyla ilgi kurmayan
birisinden ancak bunlar beklenir, başkası değil.
36-39. “İnsanoğlu kendisinin başıboş
bırakılacağını mı sanır? O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? Sonra kan
pıhtısı olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti. Ondan, erkek-dişi iki
cins yaratmıştı.”
Yani bu insan başıboş, mühmel
bırakıldığını mı zannediyor. İhmal edilecek, unutulacak mı zannediyor kendini?
Sümenaltı edilecek, hesap dışı bırakılacak, unutulacak mı zannediyor kendini?
Öyle mi hesap ediyor? Hesabını, kitabını, hayatını bu anlayışın üzerine mi bina
ediyor? Davranışlarını buna göre mi ayarlıyor? Hayat programını, yaptıklarının
hesabının sorulmayacağı anlayışına mı bina ediyor? Ankebût sûresinde de aynı
soru soruluyordu.
Süda, başı boş, ipsiz, yularsız, salık
demektir. İbilu’s süda, Arapça’da önüne ne gelirse yiyen yularsız deve için
kullanılır. Yularını koparmış, ipini koparmış ipsiz deve. Hiçbir kayıt altına
girmeyen, hiçbir sorumluluk taşımayan develer gibi mi zannediyor insan kendini?
Yani o insan kendini hayvan mı sanıyor? Hayvanla kendisi arasında hiçbir fark
göremiyor mu?
Bir insan düşünün ki dünyadayken îman
etmemiş, üstelik îman edenlere de engel olmuş, fesat tohumları ekmiş ve bu fesat
asırlarca gelecek nesillerin binlercesinin hayatını mahvetmiş. Şimdi böyle bir
insan sıradan bir böcek gibi ölsün, yok olsun, bir daha dirilmesin, hesap
sorulmasın, öyle mi? Adâlet mi bu? Olacak şey midir bu? Veya Allah’a inanmış,
Allah’a Allah’ın istediği kulluğu icra etmek için bir ö-mür boyu çırpınmış,
insanların saadet ve kurtuluşu için eziyetler çekmiş, kendi canını ortaya koymuş
bir insan da, bir karınca gibi ölüp git-sin, bu yaptıklarının karşılığını
görmeden yok olup gitsin öyle mi? Adâlet mi bu? Zâlimin, kan içenin zulmü yanına
kâr kalsın, mazlumun âhı yerde kalsın öyle mi? Böyle bir durumda zâlimin önüne
neyle geçilecek? Yaptıklarının yanına kâr kalacağına inanan, dirilip hesap
so-rulmayacağını düşünen bir zâlimin zulmüne neyle engel olacaksınız? Bununla
beraber insanları iyiliğe, hayır işlemeye, ıslahtan yana olmaya nasıl teşvik
edeceksiniz? İyilik yapanlar enayi olmayacak mı o zaman? Kimi ikna edebilirsiniz
iyilik yapmaya? Karşılığını göremeyeceği iyilikler yapmanın enayilik sayıldığı
bir ortamda kim iyiliğe yönelebilecek?
Nasıl da unutuyor bu nankör insan
atılmış bir damla sudan, bir nutfeden, meniden yaratıldığını? Ne çabuk unutuyor
insan? Aklı başında değilken, bebekken, acizken, güçsüzken, bilgiden, kendini
bile korumaktan acizken şimdi biz ona gücünü, bilgisini verirken bize karşı
gelsin diye mi veriyoruz ona bunu? Bütün bunları bize kafa tutup isyan etsin
diye mi veriyoruz? Bizim kendisine verdiklerimizi nankörce bize düşmanlıkta mı
kullanıyor bu nankör insan?
Sonra da onu alâka yapmışız ve insan
haline çevirmişiz. Üstelik tesviye de etmişiz onu. Gözünü, kulağını, elini,
ayağını, aklını, fikrini, ferasetini de vermişiz ona.
Sonra da onu erkek ve dişi yapmışız.
Tabi burada “Elem ne-kü” diye anlatılan insan Hz. Adem değil, Adem oğludur,
insan cinsidir. Ve bu cinse soruluyor şimdi:
40. “Bunları yapan Allah’ın ölüleri
diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter.”
Peki o insan oğlu yeniden diriltileceği konusunda neden hiç düşünmüyor?
Onu dirilten öldürmeye, öldüren diriltmeye kâdir değil mi? Yaratırken bir damla
sudan yaratmaya kâdir de, öldükten sonra onu yeniden yaratmaya kâdir değil mi?
Onu beceren bunu becere-mez mi? Hiç düşünmüyor musunuz? Hiç aklınız yok mu
sizin?
Rabbimizin bu sorusuna karşılık: “Allahümme Fe belâ” denilir, böyle
denmiş. Belâ Allah’ım! Evet Allah’ım! Doğru söylüyorsun ya Rabbi! Sen buna
kâdirsin ya Rabbi! Bizi yoktan var eden Sen, bizi bir damla sudan yaratan Sen,
bize şu anda sahip olduklarımızın tümünü veren Sen elbette ölümümüzden sonra
bizi tekrar yaratabilirsin! Buna Senin gücün yeter Allah’ım! Bu konuda en küçük
bir şüphemiz yoktur ya Rabbi! diyoruz.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle amel etmeyi hepimize nasip etsin, kolay getirsin
inşallah. Vel hamdü lillahi Rabbi’l âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder