Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
112., Nüzûl sıralamasına göre 22., Mufassal sûreler kısmının on beşinci grubunun
onuncu sûresi olan İhlâs sûresi Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 4’tür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
“1:
Ey Muhammed! De ki O Allah bir tektir. 2: Allah her şeyden müstağnî ve her şey
kendisine muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. 4: Hiçbir şey O’na denk
değildir.”
Halis tevhidin ortaya konduğu
Rabbimizin sıfatlarını en güzel anlatan bir sûreyle karşı karşıyayız. Tevhid sûresi, esas, tefrîd, vilâ-yet, necat ve mârifet gibi isimlerinin yanında en
yaygın ismi ihlâs sû-residir. Tıpkı Fâtiha sûresi gibi sûre içinde ihlâs kelimesi geçmediği halde
muhtevasından ötürü sûreye bu isim verilmiştir. İnşallah bu haf-taki dersimizde bu sûreyi, bu
sûrede Rabbimizin sıfatlarını ve bize ulaştırmak istediği mesajlarını tanımaya
çalışacağız.
Sûrenin
nüzul zamanı konusunda ihtilâf vardır. Kimileri sûre-nin Mekkî olduğunu kimileri de
Medineli olduğunu söylerler. Bu ihtilâf bu konudaki iki farklı rivâyetten
kaynaklanmaktadır. O rivâyetler şun-lardır: Enes Bin Mâlikin
rivâyetinde: Hayber Yahudileri Allah’ın Resû-lüne gelerek:
“Ey Ebul Kasım, Allah melekleri nûrdan, Ademi kokmuş çamurdan,
İblisi ateşten, göğü dumandan ve yeryüzünü de su köpüğünden yaratmıştır. Peki
Rabbinin ken-di mahiyeti nedir? Neden yaratmıştır?
Neden meydana gelmiştir? dediler. Allah’ın Resûlü henüz onlara cevap vermeden
Cebrâil gelerek: Ey Muhammed sen onara de ki, buyurarak bu sûreyi inzal
buyurmuştur.”
İşte bu rivâyete göre sûre
Medinelidir.
Bu konuda
yine Dahhak, Katade ve Mukatil’den intikal eden bir başka rivâyet de şöyledir:
“Mekke’de
Mekkeli müşrikler Rasulullah efendimi- ze gelerek: Ey Muhammed bizi kendisine çağırdığın Rab-binin
keyfiyetini bize bir anlat, belki inanırız. Neden yapılmıştır bu senin Rabbin?
Taştan mı? Tunçtan mı? Altın-dan mı? Gümüşten mi? Bakırdan, bronzdan mı? Neden
yapılmıştır bu senin Rabbin? Ne yiyor ne içiyor? Neyle besleniyor? Kimden
veraset almıştır? Varisi kimdir? Nesebi nedir? Yerine kim geçecektir? diye sordular da bu sûre nâzil oldu.”
Bu rivâyete göre de sûre Mekkî
dir. Mekke’de nâzil olmuştur.
Evet, müşrikler gelmişler Rasulullah’a: Bizi kime kulluğa ça-ğırıyorsun Ey Muhammed? Nedir,
kimdir bu senin Rabbin? Altından mı? Gümüşten, bronzdan mı? Nesebi nedir? Kimdir
bu Allah? Babası, anası, ceddi kim? Hayrola ey Muhammed, bizi Kâbe’nin içini
doldur-duğumuz 360 tane tanrı idare edemedi de sen
yeni bir Allah mı bul-dun? 360 putun yapamadığını dir
Allah’la mı idare edeceksin? Şimdi bütün bu tanrılarımızı bırakıp senin
Allah’ına mı inanacağız? İlâhlarımıza yeni bir İlâh daha mı ilâve edeceğiz? gibi
sorular soruyorlardı.
Ama
aslına bakılırsa çeşitli zamanlarda Allah’ın Resûlüne bu sualler sorulmuş ve
Rasulullah efendimiz de her defasında bu sûreyi
okuyarak cevap vermiştir. İşte Resûl-i Ekremin değişik
zamanlarda kendisine sorulan sorular karşısında bu sûreyi okumasından ötürü her
defasında yeniden nâzil oluyor sanılmıştır. Onun içindir ki kimileri sûrenin
Mekke’de kimileri de Medine’de indiği kanaatine varmışlardır. Sûrenin
muhtevasına bakılırsa Mekke döneminin başlarında indiği an-laşılacaktır. Çünkü o zamana kadar Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında Kur’an-ı Kerîm’de herhangi bir âyet inmemişti. Resulullah’ın Allah’a dâvetini dinleyenler onun çağırdığı
Allah’ın nasıl bir Allah olduğunu merak ediyorlardı. Onun içindir ki sûre
Mekke’de İslâm’ın ilk dönemle-rinde nâzil olmuştur diyoruz. Bu sûrenin Mekke’de
nâzil olduğunun bir başka delili de kızgın kumların üzerinde vücudu dağlanan
Hz. Bilâl’ın: “Ehad, Ehad” diyerek Allah’ı zikretmesidir. Demek ki daha o
dönem-lerde Hz. Bilal
efendimizin ve mü’minlerin sûrede geçen Rabbimizin bu
isminden haberdar oluşları sûrenin daha önce indiğini göstermek-tedir.
Evet sûre
Mekke’de nâzil olmuştur. Galip bir rivâyete göre de sûre iki kere nâzil
olmuştur. Sûrenin nüzulü hakkında şu arz ettiğimiz bilgilere bakılırsa Resulullah’ın insanları tevhide dâvet ettiği o dönem-de
insanların kafalarında Allah’la alâkalı nasıl bir düşüncenin bulun-duğunu, insanların nelere nasıl inandıklarını anlamak
mümkündür. Putperest müşriklerin taptıkları tanrıları ağaçtan, taştan, tunçtan,
al-tından ve gümüştendi. Bu İlâhlar şekil, cisim ve sûret sahibiydiler. Bu tanrı
ve tanrıçalardan üremeler vardı. Hiçbir tanrı karısız, hiçbir tanrı-ça da kocasız değildi. Nesepleri soyları, sopları vardı. Bunların ye-meye, içmeye ve kullarından
beslenmeye ve de yine kullarından ko-runmaya ihtiyaçları vardı. Bu yüzden bunlara tapınanlar
tanrılarına yi-yecek, içecek sunmak ve onları korumak
zorundaydılar.
Hıristiyanların inançları da bunlarınkinden farklı değildi. Onlar da her
ne kadar bir Allah’a inandıklarını iddia etseler de bunların inan-dıkları Allah’ın bir oğlu vardı. Yahudiler de böyleydi. Bir
grup Allah’ın Kerîm elçisi Îsâ (a.s) nın, ötekiler de
Hz. Üzeyr (a.s) in Allah’ın
oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Her iki grup da Allah’ın elçisi olan kullara
tapınıyorlardı. Bunların inandıkları İlâhlar da tıpkı müşriklerde olduğu gibi
maddî cismanilikten ve insani sıfatlardan uzak değildi. Meselâ yü-rürlerdi, insan şeklinde gelip
giderler, yerler içerler ve hattâ kendi kul-larıyla
güreş bile yaparlardı. İşte böyle
insanların ateşe, putlara, yıl-dızlara, aya, güneşe
tapındıkları, çeşitli varlıklar önünde secde ettik-leri bir atmosferde gelen bu sûre bu inanışların tümünü
reddederek gerçek Rabbi, gerçek İlâhı ve tevhidi ortaya koyuyordu.
Sûre hem
o günkü sapık inanışları reddederken hem de o günden bugüne Allah’la alâkalı tüm
sapık iddiaları, Allah’a izafe edilen tün noksan ve beşerî sıfatları, Allah’ın
yetkilerini başkalarına veren tüm şirk anlayışlarını, varlıkla Allah’ın aynı
olduğunu iddia eden, vücutta teklik iddiasında bulunan, vahdet-i vücuttan söz
eden Taoizm, Budizm, Brahmânizm, Panteizm gibi tüm
felsefi akımların sapıklıkla-rını, Allah hakkında
parçalanma, tecezzî iddiasında bulunan tüm sah-tekârlıklarını reddetmektedir. Sûrenin âyetlerini tanırken
inşallah de-meye çalışacağım.
Sûrenin
Allah ve Resûlü katında çok büyük değeri vardır. Sû-renin değerini insanlara idrak ettirebilmek için Allah’ın
Resûlü çok uğ-raşmıştır.
Çünkü sûrenin bir adına iman sûresidir. Zira kişi bu sûrede anlatıldığı
sıfatlarla Allah’a inanmadığı sürece mü’min
sayılmayacak-tır. Zira bu sûre mü’minin zihnine iyice
yerleşmeli ki Allah hakkındaki tüm sapık inanışlardan temizlenip gerçek tevhidi
anlayabilsin. Onun içindir ki Allah’ın Resûlü pek çok hadislerinde sûrenin
önemini vurgu-lamıştır.
Buhârî, Müslim ve diğer tüm Kütüb-i Sitte’in rivâyet ettikleri
bir hadislerinde Allah’ın Resûlü İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte birine mu-adil olduğunu anlatır:
“İhlas sûresini çokça okuyun, çünkü o sülüsül Kur’an’dır”
(Tecrid-i Sarîh Tercemesi,11,234).
buyurur. Bunu hadis ulemâsı şöyle açıklar: Kur’an’ın tamamı başından sonuna üç temel esas anlatır.
Bunlardan birincisi tevhid, ikincisi Risâlet, üçüncüsü de âhirettir.
Kur’an baştan sona işte bu üç temel gerçeği anlatır.
İşte bu sûre de Kur’an’ın ortaya koyduğu üç temel
esastan birisi olan tevhidi anlattığı için bu sûre Kuranın üçte birine muadildir
denmiştir diyoruz.
Değilse bunu şöyle anlamak mümkün değildir. Efendim,
madem ki İhlas sûresi Kur’an’ın üçte birine denktir. Öyleyse hatim inmek için
Kur’an’ın tümünü okumaya gerek yoktur. Üç İhlâs okuduk mu bir ha-tim sevabı alırız diyemeyiz.
Yine
Buhârî ve Müslim Ayşe annemizden şunu nakleder: Sa-hâbeden bir zât çıktığı bir
seferden dönünceye kadar tüm namaz-larının ilk
rekatlarında İhlâs sûresini okudu. Gelip bu durumu
Allah’ın Resûlüne haber verdiler. Rasulullah efendimiz
o zata niçin böyle yap-tığını sorunca adam: Ey Allah’ın Resûlü, bu sûrede
Rahmânın sıfat-ları zikredildiğinden ben bu sûreyi çok
seviyorum dedi. Rasulullah e-fendimiz de adama buyurdu
ki: Bilesin ki Allah da seni seviyor. (Bu-hârî, Fedâilu'l-Kur'an, 13)
İnşallah
sûrenin âyetleri üzerinde kısa bir gezinti yaptıktan sonra tek tek âyetlerini tanımaya geçelim.
Bu sûre İslâm'ın temel
ilkesi olan tevhîd inancını özlü bir şe-kilde tasvir eder. Allahu Teâlâ'yı herkesin anlayıp kavrayabileceği sa-de bir anlatımla tanıtır. İlk iki ayet Allahu Teâlâ'nın birliğini, her
türlü ihtiyaçtan uzaklığını ve her şeyin ona muhtaç olduğunu; son iki ayet de
Cenâb-ı Hakk'ın yüce
sıfatlarına aykırı beyanatta bulunan müşrik-lere cevap
olarak; Allahu Teâlâ'nın
doğurmadığını, doğmadığını ve hiçbir şeyin ona denk olmadığını beyan eder. Bu
sûre Hıristiyanlıktaki teslis ve yahudilikteki Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğu inançlarını redde-derek, tevhid inancını tarif ve
ispat eder.
Allah'ın birliği tevhîd inancının kendisidir. Varlıklar âleminde onun
hakikatinden başka bir hakikat olmadığı gibi, onun varlığından başka gerçek
varlık da yoktur. Diğer bütün varlıklar varlıklarını Allah-tan alırlar,
hakikatlerini Allah'ın hakikatinden alırlar. Varlıklar âleminde o ilâhi
varlıktan başka hakikat yoktur. Bir kalp, bu hakikatin dışındaki bağlantıları ve
bu hakikatin dışındaki şeylerin duygusunu ortadan kal-dırırsa, her türlü bağımlılıktan kurtulur, bütün menfi
bağlarını koparır ve birçok esaretin aslı olan ihtiraslardan
uzaklaşır.
Varlıklar âleminde Allah'ın
hakikatinden başka bir şeyi görme-yen bu düşünce zihinlerde ve gönüllerde yer
edince ondan kaynakla-nan diğer varlıklarla ilgili
birçok gerçekleri de görebilir. Bu mertebe öyle bir mertebedir ki orada kalp
gördüğü her şeyde Allah'ın kudretini fark eder. Bunun da ötesinde öyle bir
mertebe vardır ki orada kişi kâi-natta Allah'tan başka ezelî hiçbir şey göremez. Çünkü orada
Allah'ın hakikatinden başka hiçbir ezelî hakikat görülmez. Bu düşüncenin yer
etmesiyle birlikte sebeplerin etkinliği fikri de ortadan kalkar. Her şey, her
olay ve her hareket, doğduğu ilk sebebe havale edilir, onun etkisi altında
bulunduğu kabul edilir.
İşte Kur'an-ı Kerîm, imana dayalı tev-hîd düşüncesini yerleştirirken
buna çok önem verir. Bunun için zâhirî sebepleri bir kenara koyup bütün işleri
doğrudan Allah'ın iradesine bağlar. Bu zâhiri sebeplerin hepsini kenara atıp
meseleyi yalnız Al-lah'ın iradesine havale etmek kalbe
bir huzur verir.
İslâm insanların bu yola
gitmelerini ister. Ancak hayatın bütün özelliklerini taşıyarak beşer hayatının
bütün zorunluluklarını yerine getirmelerini, Allah'ın yeryüzündeki halifesi
oluşlarının bütün gerekle-rini ifâ etmelerini ve
bununla beraber Allah Teâlâ'dan başka bir haki-kat
bulunmadığını, onun mevcudiyetinden başka ezelî bir mevcudiyet olmadığını, onun
faaliyetinden başka bir faaliyet bulunmadığını ve ondan başka gidilecek bir yol
olmadığını bilip kavramalarını ister.
Evet
sûreyle alâkalı bu kadarlık bir mukaddimeden sonra
in-şallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım. Sûrenin ilk âyeti yine gul emriyle başlıyor.
1. “Ey Muhammed! De ki, O Allah bir
tektir.”
Önceki
sûrelerde de ifade ettiğimiz gibi bu hitap önce kendisine bu konuda sorular
sorulan Rasulullah efendimizedir. Çünkü söylesene ey
Muhammed, senin bu Rabbin nedir? Nasıldır? Nedendir? Kimdir? Hangi sıfatların
sahibidir? Sorusu Rasulullah efendimize soruluyordu.
Onun için bu “de ki” emri önce Rasulullah’a, sonra da
onun şahsında kıyâmete kadar hepimize ve tüm
Müslümanlaradır.
Sana, Rabbini soranlara de ki ey
peygamberim, onlara duyurup tebliğ et ki… Öyleyse biz de kendimize, çevremize,
ehlimize, çocuklarımıza, akrabalarımıza diyeceğiz, duyuracağız bunu. Duyurmak
zorundayız. Yine bu emir, Kur’an’ın Allah’tan
olduğunun ifadesidir. Kur’an Allah’tandır, peygamber
ancak Allah’tan geleni duyurur.
Ey
peygamberim onlara de ki… Peki neyi diyecekmiş Allah’ın Resûlü? Ya da bugün bizler neyi diyecekmişiz kendimize ve
çevremize?
O Allah’tır, Ehad’dır. İşte Rasulullah
efendimize sorulan suallerin cevabı. O Allah’tır, Ehad’dır. Yani benim Rabbim sizin İlâhlarınıza eklenecek
yeni bir İlâh değildir, Allah’tır.
Allah
ismi, Allah kelimesi ve mefhumu Araplar için yeni bir kelime, yabancı bir kelime
değildi. Yeni duydukları bir şey değildi bu. Araplar eskiden beri kâinatın
yaratıcısı olarak Allah’ı tanıyorlar ve inanıyorlardı. Bu ismi Allah’tan başka
herhangi bir mâbuda isim olarak da vermiyorlardı.
Daha önce
Fil sûresinin tefsirinde görmüştük, Ebrehe Kâbe’yi
yıkmak üzere güçlü kuvvetli bir orduyla Mekke’ye geldiği zaman Mekkeliler
Kâbe’nin içindeki sayısı 360 olan putlarını terk ederek sadece Allah’a sığınıp
ona yalvarmışlardı. Bir tehlike anında kabuk mahiyetinde olan şirkin kaybolup
asıl özün, öz cevherin, fıtratın ve tevhidin ortaya çıktığını görüyoruz.
Birdenbire tüm tanrılarını, tüm putlarını unutup Allah’a iltica ettiler. Ebrehe’ye karşı da: “Bu Beytin, bu Kâbe’nin bir Rabbi var, O
kendi beytini korumasını bilir, bizim yardımımıza ihtiyacı yoktur O’nun” diyerek
dağlara çekildiler. Bunlar çok iyi biliyorlardı ki bu nazik noktada kendilerine
yardım edecek Allah’tan başka hiçbir varlık yoktu. Kendilerine yardım edecek,
kendilerini koruyacak Allah-ın farkındaydılar. Hattâ
bütün putperestliklerine rağmen yine de Kâbe’ye Beytullah diyorlardı. Allah’ın evi diyorlardı. Kâbe’nin
içindeki putlardan birinin adını vermiyorlar veya putlara izafeten beyt’ül esnam filân demiyorlardı.
Bu
adamlar Allah’ı tanıyorlardı. Zaten tarihin her devrinde insanların genelinde
Allah inancı hep var olmuştur. Her dönemde madde ötesi, üstün güç ve kudret
sahibi, yaratıcı olan Allah inancının var olduğunu ve insanların bu yaratıcıya
iman ettiklerini biliyoruz. Ama aynı zamanda bu insanların genelinde şöyle bir
kanaat da söz konusu idi. Allah vardır, yaratıcıdır, tüm kâinatı O yaratmıştır,
kendilerini de O yaratmıştır. O yücedir, Âlidir ama bu yüce varlıkla insanların
doğrudan doğruya irtibat kurmaları mümkün değildir. Onun içindir ki bu yüce
varlıkla insanların irtibatlarını sağlayacak aracılara ihtiyaç vardır. İşte bu
durumda bazı aracıların bulunması kaçınılmazdır. Bu aracılar da put ismi verilen
bir kısım varlıklarla somutlaşır. İfade ettiğimiz gibi tapınılanlar aslında bu
putların kendileri değil, onların temsil ettikleri şeylerdir. Yani bu putların
bizzat kendi görüntülerinden ziyâde temsil ettikleri ve ifade ettikleri anlam
önemlidir.
Bu itibarla tabiatta hiçbir varlığa sırf kendisi için
tapınıldığı gö-rülmemiştir.
Ya Allah’a yaklaştırsınlar, ya bunlarla Allah’ın hatırı kaza-nılsın diye, ya da Allah katında
bu varlıkların saygınlığı olduğu düşün-cesinden dolayı
bunlara tapınılmıştır. Yani hem Allah’a hem de bu varlıklara tapınılmaya
çalışılmıştır. Allah reddedilmemiştir ama O’na şirk
koşulmuştur.
Zaten
tarih boyunca en büyük problem işte burada çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük
problem sadece Allah’a kulluk etmek, sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hakim
olarak sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse Allah’a da ibadet
konusunda hiç problem çıkmamıştır. Yani İlâhlardan bir İlâh olarak Allah’a da
kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki İlâhlar yanında Allah’a da kulluğa kimse
ses çıkarmamıştır. Göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı
olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren, yaratan, yaşatan bir İlâh olarak
herkes O’nu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu Allah kendisinden başka İlâh
olmayandır, bu Allah hayata karışan ve kendisinden başka hayata karışıcı
olmayandır, bu Allah insanların kulluk programlarını belirleyendir ve
kendisinden başka kanun koyucu olmayandır, bu Allah boyunlarınızdaki kulluk
ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi gerekendir.
Yani bu Allah kendisinden başka Rabb, Melik, İlâh olmayandır dendiği zaman, işte kavga
burada başlamıştır. Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri bu Allah’ı insanlar
hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. “İlâh olarak Allah’ı
kabul edelim ama tek İlâh olarak asla kabul etmeyiz. İlâhlardan birisi olarak
O’nu da dinleyelim, İlâhlardan birisi olarak O’na da kulluk yapalım ama tek İlâh
olarak sadece O’na kulluğa hayır” diyorlar. “Çünkü bizim hayatımıza karışacak
başka İlâhlarımız da var. Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka Rablerimiz de
var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız, eğitim, şifa, siyaset
tanrılarımız da var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim
ama öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız” diyorlar. Aslında bu iddiaların
altında Allah’tan, Allah’a kulluktan kurtulup kendi keyiflerince bildikleri gibi
bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır.
Ya da şöyle ifade edelim: Bunlar Allah’a kulluktan
kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine
tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve sınırsızca bir hayat
yaşamak istiyorlar.
Kur’an-ı Kerîm’e baktığımız zaman insanların bu şartlarda
Allah’ı ve O’na kulluğu kabul ettiklerini, yani Allah’ın varlığını
reddetmediklerini görüyoruz.
“Andolsun ki, onlara
kendilerini kimin yarattığını sorsan: “Allah” derler. Öyleyken nasıl da
aldatılıp döndürülüyorlar?”
(Zuhruf 87)
Başka âyetlerinde de Rabbimiz göklerin ve yerin
yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ettiklerini anlatır. Bakın burada da
kendilerinin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ettiklerini, ama yaratıcı olarak
kabul ettikleri bu Allah’ı hayatlarına karışıcı olarak reddettiklerini
anlatıyor.
Sorsanız
onlara sizi kim yarattı, sizi yoktan kim var etti? diye, diyecekler ki, Allah.
Peki o zaman nasıl çevriliyorsunuz? Nereye dönüyorsunuz? Kime kulluk etmeye
çalışıyorsunuz? Kimi razı etmeye çalışıyorsunuz? Kimin ekmeğini yiyip kimin
kılıcını sallamaya çalışıyorsunuz? Varlığınızı kime borçlusunuz? O varlığınızı,
hayatınızı kimlere adıyorsunuz? Kime muhtaçsınız, kime teşekkür ediyorsunuz? Ey
kâfirler, ey müşrikler, ey yaratıcı olarak Allah’ı kabul edip de yasa
belirleyici olarak başkalarını kabul eden beyinsizler, sizin her şeyiniz yanlış,
her şeyiniz yamuktur. Siz yaratıcı olarak vicdanlarınızda kabul ettiğiniz
Allah’ı hayatınıza karıştırmamakla, yaratmayla en ufak bir ilgisi olmayan, sizin
hayatınızda en ufak bir faydası olmayan kendiniz gibi acizleri Rabb ve İlâh kabul ederek sapıklığın âlâsını yaşıyorsunuz da
farkında değilsiniz, diyor Rabbimiz.
Bu
sûrenin indiği dönemde Mekkeli müşrikler Allah’ı tanıyor-lardı. Göklerin ve yerin, göktekilerin ve yerdekilerin
tümünün yaratıcısı olarak Allah’ı biliyorlar, tanıyorlardı. Ama bu Allah yere ve
yerdekilere karışmayan bir Allah’tı. Tıpkı Aristo’nun ve şu anda tüm demokratik
ülke insanlarının dedikleri gibi dünya işlerine karışmayan bir Allah. Sadece
yaratan, yarattıklarının hayatına karışmayan, yarattıklarını kendi haline
bırakan, nasıl isterseniz öylece yaşayın, canınız nasıl isterse, keyfinize nasıl
gelirse öylece bir hayat yaşayın. Benden bu kadar. Benden yaratması, gerisini
siz bilirsiniz diyen bir Allah. Yarattığı kullarından hiçbir sorumluluk
istemeyen bir Allah. Onların hayatlarını düzenlenmek üzere peygamber ve vahiy
göndermeyen, hayat programı göndermeyen bir Allah…
Kullarının hayatına karışmayan, kullarının nasıl bir
hayat yaşayacaklarını bilmeyen bir Allah. Hukuku bilmeyen, onu yerdeki hukuk
tanrılarına bırakan, eğitimden anlamayan, onu eğitim tanrılarına havale eden,
insanların kılık-kıyafetlerine, yemelerine, içmelerine, kazanmalarına
harcamalarına, birbirleriyle olan münâsebetlerine, evlen-melerine,
boşanmalarına, sosyal ve siyasal yapılanmalarına karışmayan bir Allah. Göklerin,
yerin sahibi, göktekilerin ve yerdekilerin mâliki, aya, güneşe egemen, dağlara
taşlara söz geçiren, kendileri de da-hil tüm
varlıkların yaratıcısı, mâliki, hakimi, müdebbiri, koruyucusu, doyurucusu ama
onların hayatlarına karışmayan bir Allah. O gökleriyle ve diğer varlıklarıyla
ilgilensin, zaten bu kadar büyük işlerinin yanında bizimle ilgilenecek vakti
yoktur diyerek kendi pis hayatlarına Allah’ı karıştırmak istemiyorlardı. Kendi
hayatlarını keyiflerine göre, nefislerine, şehvetlerine ve şehvetlerinin
arkasına diktikleri putlarına, şehvetlerine geçit verebilecek tâğutlarına göre ayarlıyorlardı. Bunun mantığını da şöyle
ortaya koyuyorlardı:
“Allah’ı bırakıp da onun berisinde
veliler edinenler: “Bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz”
derler....”
(Zümer 3)
“Evet biz
aslında bu putlara onları İlâh kabul ettiğimiz için tapınmıyoruz. Bunlar bizi
Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyerek putları arada vasıta kabul
ediyorlardı. “Bunlarsız Allah’a yaklaşmamız ve O’nun
rızasını kazanmamız mümkün değildir” diyorlardı.
Bugün de
öyle diyor müşrikler. “Efendim tamam Allah büyüktür, Allah yücedir. Ama Allah
hayata karışmamalıdır. Din mukaddes bir kurumdur ama dini siyasete alet etmemek
lâzımdır. Dini hayata karıştırmamak lâzımdır. Din bir vicdan işidir. Dinin
hayatta etkinliği ol-mamalıdır. İşlerimizi dine dayandıramayız. Bizler kendi
hayatımızı kendimiz belirlemeliyiz. Yasalarımızı kendimiz yapmalıyız. Veya işte
bugün bizim hayatımızı belirleyecek uzmanlarımız, büyüklerimiz düşünürlerimiz,
siyasîlerimiz vardır. Yani tüm bu konularda Allah’ın ortakları vardır.
Evet bütün bunlar Allah’ın yarattığı varlıklardır ama
işte bu konuda bize yetkiler vermiş, kendisinin işleri çok yoğun olduğundan
dolayı bizim işlerimizi, ekonomik, beşerî, sosyal işlerimizi bize bırakmıştır.
İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza döndüreceğiz diyerek Allahu Teâlâ’ya ortaklar bulmaya
çalışıyorlar.
Allah
korusun da gerek günümüz müşriklerinin bu sapık iddiaları, gerekse o günkü
müşriklerin putları aracı olarak kabul etmeleri, bunlarsız Allah’a yaklaşamayız, bunlarsız Allah’ın rızasını kazanmamız mümkün değildir
iddiaları, Allah’a akıl vermedir, Allah’a yol göstermedir. Ya Rabbi biz böyle münasip gördük, böyle uygun bulduk, sen
bunu böyle kabul et demektir ve Allah’a en büyük iftiradır bu.
Öyleyse
bugün bizler de hem Allah’a inandığımızı iddia edip hem de hayatımızın bazı
bölümlerinde Allah’tan başka Rabler, Allah’tan başka efendiler bulup, onları
dinler, onları hayatımızda söz sahibi kabul edersek biz de aynı duruma düşmüş
oluruz. O halde biz Allah inancımızı ve Allah’a kulluğumuzu ancak Allah’ın
belirlediği biçimde icra etmek zorundayız. Allah kitabında kendini bize nasıl
tanıtmışsa, kendisine nasıl inanmamızı, nasıl kulluk yapmamızı istemişse o
şekilde inanmak ve kulluk yapmak zorundayız. Kendiliğimizden buna ilâveler ya da çıkarmalar yapar, kendi anlayışımıza göre bir kulluk
anlayışı geliştirirsek bu bâtıldır.
Meselâ Allah’a sormadan kendiliğimizden üzerimize bir
elbise giyer ve işte bu senin razı olacağın bir elbisedir ya Rabbi, dersek, ya da işte biz
bunu münasip gördük, sen de bundan razı ol. Ya da
bizim beğenip razı olduğumuzdan sen de razı olmak zorundasın dersek Allah
korusun bu Allah’a akıl vermektir ve bâtıldır.
Veya kendiliğimizden bir hukuk, bir eğitim sistemi, bir
kazanma, harcama modeli, bir miras hukuku belirler ve, “ya Rabbi biz bunu münasip gördük, sen de münasip görmek
zorundasın” dersek bu Allah’a en büyük iftiradır.
“Ya Rabbi bizim ev, ticaret,
meslek anlayışımız, mala bakışımız, tahsil anlayışımız budur. Biz düşündük,
taşındık böyle münasip gördük, sen de bunu böylece kabul et! Zaten başka çaren
yok, bizim keyfimize göre kabul etmek de zorundasın” demek hâşâ küfürdür,
şirktir ve bidattir. Allah’a akıl vermektir, Allah’a yol göstermektir. Öyle
değil mi? Madem ki iş böyle olacaktı, madem ki bizim münasip gördü-ğümüzü Allah da münasip görecekti, madem ki Allah bizim
keyfimize tabi olacaktı da öyleyse niye geldi peygamber? Niçin geldi Kur’an? Ne gerek vardı bunlara? Şimdi düşünelim, peygamberin
ve Kur’an’ın bizim hayatımızda fonksiyonu nedir?
Çoğumuz Kitap ve Sünneti rehber değil merkep kabul ediyoruz. Zira gideceğimiz
yere bizi rehber de götürür, merkep de götürür. Ama birisine teslim olunur öyle
götürür, öbürü teslim alınır öyle götürür. Rehbere teslim olunur istediği gibi
bizi hedefe götürür, merkep de götürür ama o teslim alınır, kendi istediği gibi,
kendi istediği yere değil de bizim istediğimiz gibi ve bizim istediğimiz yere
götürür. Arada fark vardır.
Eğer biz Kur’an ve Sünnete
teslim olduysak, onları merkep değil de rehber kabul ettiysek, o zaman niye
onlara göre değil de kendimize göre bir kulluk ihdas edip, sonra da biz böylece
münasip gördük, sen de bunu böylece kabul et diyoruz?
Kureyş öyle diyordu. Biz bu putlara bizi Allah’a
yaklaştırsınlar diye tapmıyoruz. Halbuki Allah kendilerinden böyle bir kulluk
türü istememiştir. Allah onlara böyle bir şey dememiştir. Kendi kafalarından
uydurdukları bir kulluk türüydü bu. Bakıyoruz bugün de aynı şeyler yapılıyor.
Meselâ bir adam Allah’ın kendisine tahsis buyurduğu malı Allah’ın istediği
tarzda infak etmekle mükelleftir. Yani kişinin malla münâsebetini Allah
ayarlamalıdır. Ama kişi bunun dışında malla münasebetini Allah’a sormayarak,
kendisi ayarlamaya kalkar, mal sahibi oluşunu Allah’a yaklaşma vesilesi kabul
ederse, onu putlaştırmış demektir. “Malı, mülkü çok olan kişi Allah’a daha yakın
olan kişidir” diyen kişi malı putlaştırmış demektir.
Bir adam düşünün ki mal peşinde koşuyor. Gecesini,
gündüzünü, bugününü, yarınını tüm zaman ve mesaisini para kazanmaya harcıyor.
Parayı o kadar kıbleleştirmiş ki, ne ilim öğrenmeye, ne Kur’-an’ı, Sünneti
tanımaya ve ne de çevresine duyurmaya zamanı kalmıştır. Hanımını, çoluk çocuğunu
eğitme, Allah’ın dinini tebliğ etme adına bir derdi ve zamanı kalmamış. Tüm
hayatını, tüm zamanını, hep para kazanmanın peşine takmış. Böyle bir koşturmanın
içindeyken kendisine: “Yahu niye bu kadar?” dendiği zaman da: “İyi ama daha çok
para kazandığım zaman, daha çok belâm olduğu zaman Allah katında bu benin
derecemi artırmıyor mu? Daha çok zekât verecek konuma geldiğim zaman bu beni
Allah’a yaklaştırmıyor mu?” diyorsa, bilelim ki bu adam malı putlaştırmış
demektir. Tıpkı müşriklerin Allah’a yaklaşma adına kendi kafalarından putları
hedefledikleri, Allah’ın rızasını kazanma adına putları öne sürdükleri gibi. Bu
putlar vasıtasıyla biz Allah’a yaklaşacağız. Bunların hatırını kazandığımız
zaman bunlar bizi Allah’a yaklaştırmaktadırlar dedikleri gibi.
Halbuki kendisine yaklaşılması adına o putları onlara
Allah tayin etmemişti. Halbuki kendisine yaklaşılabilmesi için mal sahibi olmayı
da Allah dememiştir. Kitabının hiçbir yerinde malı, mülkü çok olanlar benim
katımda daha üstündürler. Mal, mülk sahipleri Bana daha çok yakındırlar diye bir
tek âyet, bir tek işaret yoktur. Aksine malın, mülkün çokluğu sebebiyle sapan
insanların sapışına dikkat çeken âyetler pek çoktur. Halbuki mal olmadan da
Allah’a yaklaşılabilir. Para olmadan da Allah’ın rızası kazanılabilir. Meselâ
ilimle, sabırla, tekbirle, tahmidle, emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münkerle de Allah’ın rızası kazanılabilir. Hayatımızı illa
da para kazanmaya göre ayarlayacağız, sonra da Allah’a akıl vermeye kalkacağız.
Bak ben böyle diyorum, sen de bundan razı ol diyeceğiz olmaz öyle
şey.
Allah
korusun da bugün müslümanlar sanki Allah’ın ne
dediğinden, ne istediğinden habersiz bir hayat programı yaşamaktadırlar.
Rabbimizin kitabında bize tarif ettiği kulluğu diskalifiye edercesine kâra,
kazanma, daha fazla büyüme, daha fazla şişme esasına dayalı bir hayat programı
gerçekleştirmenin hesabı içine düşmektedirler. Gerçekten hangi vahiy biriminin,
hangi âyet grubunun, hangi peygamber modelinin Müslümanlara bu hayat felsefesini
empoze ettiğini anlamak mümkün değildir. Bakıyoruz bugün hemen hemen Müslümanların hepsi, hacısı, hocası da dahil olmak
üzere geceli gündüzlü daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha büyük
ekonomik güce erişmenin hesabı içinde çırpınmaktadırlar.
İşin garibi ve anlaşılmaz yönü de müslümanlar bunu din adına yaptıklarını
söyleyebilmektedirler. “Efendim müslüman zengin
olmalıdır. Bugün bizlerin zengin olma hedefimiz, büyüme isteğimiz, daha fazla
ekonomik güce ulaşma programımız daha iyi, daha faziletli müslüman olmak içindir. Daha müslümanca bir hayata ulaşmak içindir. Zenginleşirsek daha
iyi müslüman olacağımıza inancımızdan ötürü, Allah’a
daha çok yaklaşacağımıza inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz” diyerek Allah’a akıl
vermeye, Allah’a yol göstermeye, Rasulul-lah’ı şartlandırmaya çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu münasip gördük, iyi bir Müslümanlık için
herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! Ya
Rasulallah herhalde sen de bizim keyfimize uygun
olarak sözlerini bir daha gözden geçirmek zorundasın, demeye
çalışıyorlar.
Halbuki
Allah indirdiği âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir yerinde ve Rasulullah efendimiz de hayatının hiçbir döneminde: “Ey
müslümanlar! Aman ha! Ne yapın, yapın daha fazla
zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün kafanızı, bütün kalbinizi, bütün
imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün zamanlarınızı mal mülk toplamaya harcayın!
Ne yapıp, yapıp kendinizi zekât verecek bir konuma getirin! Fark etmez, ben
zaten lüks olsun diye indirdim onu. Kitabımı tanımasanız da olur! Lâf olsun diye
gönderdim Peygamberi. Bırakın onunla diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın
bunları da aman para kazanmaya bakın! Zira zenginler benim katımda daha
üstündür!” diye bir âyet indirmedi Allah. Ben bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir âyet görmedim. Rasulullah efendimizin sözlerinin hiçbirisinde böyle bir
emir duymadım. Yok ki böyle bir emir müslümanlar
kendilerine böyle bir yol, böyle bir hayat programı, böyle bir hedef
çizsinler.
İşin bir
başka garip yönü de bugün müslümanlar Allah için
kazanıyoruz dedikleri halde kazandıklarını Allah için değil de hep kendileri
için harcıyorlar. Atlarını, arabalarını daha lüks hale getirmek, ev eşyalarını,
kılık-kıyafetlerini değiştirmek, yeme-içmelerini farklılaştırmak, sofralarını
zenginleştirmek için harcıyorlar.
Tıpkı
Mekkeli müşriklerin putları Allah’ın önüne dikip biz bunlarla sana yaklaşacağız
dedikleri gibi bugün müslümanlar da malı putlaştırarak
onunla Allah’a yaklaşacaklarını iddia ediyorlar. Adam makamı da öyle görüyor
şimdi. Makamı da putlaştırıp onun vasıtasıyla da Allah’a yaklaşabileceğini iddia
ediyor. Oturuyor bir makama halbuki o makam bir müslümanın oturmaması gereken bir makamdır ve ya-pıştığı o makamdan ayrılmamak
için elinden ne geliyorsa yapıyor ve sonunda diyor ki, “efendim ben burada
bulunmasam Müslümanlara kim hizmet edecek? Bak gelip gidenler oluyor ve ben
onlara yardımcı oluyorum” diyor. “Bu makama biz oturmayalım da şunlar şunlar mı otursun?” diyor. Sanki imtihanın şeklini kendisi
ayarlıyor ve arkasından da Allah’a akıl vermeye kalkıyor. “Ben parayla,
koltukla, makamla senin rızanı kazanacağım” diyor. Ne hakla diyorsun bunu? Yoksa
öyle bir şey, yani böyle bir kulluk istemiyorsa Allah, böyle bir şeyi niye O’na
onaylattırıp hedef gösterip akıl verme küstahlığında bulunuyoruz? Allah’a yalan
iftirada bulunandan daha zalim kim vardır, diyor Rabbimiz.
Kimileri
de kadını putlaştırarak onunla Allah’a yaklaşma zemini aramaktadır. Adam diyor
ki, “ben güzel bir kadınla evlenmek zorundayım.” Neden? Çünkü başka kadınlarda
gözüm olmayacak, günah işlemeyeceğim ve böylece Allah katındaki değerim artacak
diyorsa, bu adam da kadının güzelliğini putlaştırmış demektir. Zira biz hadisten
öğreniyoruz ki, kadın dış güzelliğiyle değil, imanı ve dini sebebiyle güzeldir.
Dinî yönüyle, ahlâkî güzelliğiyle bizim dinimizi koruyacaktır.
Allah’ı
böyle kendi olduğundan farklı tanıyan, Allah’a Allah’ın istediği biçimde değil
de kendi hevâ ve heveslerine göre kulluk yapmak
isteyen bizim şu andaki hayatımıza benzer bir hayatın içinde bocalayan Mekke
müşriklerinin bozuk düzen inanç manzumelerini düzeltme adına bu sûre geliyordu.
Yaratıcı olarak Allah’ı kabul eden, göklerde egemen olarak Allah’ı kabul eden,
göklerde ve yerde söz sahibi, güç kuvvet sahibi olarak Allah’ı kabul eden ama
hayatlarına karışıcı olarak, vahiy gönderici olarak, hayat programı belirleyici
olarak, peygamber gönderici ve kendilerinden kulluklar isteyici olarak Allah’ı
reddeden, sadece İlâhlardan bir İlâh olarak O’nu dinleyebileceklerini, ama tek
İlâh olarak sadece O’na kulluğa yanaşmayan Mekkelilere bu âyetiyle Rabbimiz
peygamberine ve peygamber yolunun yolcularına diyor ki:
°f«&Ï!
yÅV7! «x; ²u5
Onlara de ki ey peygamberim, sizler de
böyle düşünen müşriklere deyin ki ey peygamberimin yolunun yolcuları: O
Allah’tır, tektir. O Allah tektir. Bir değil, tek. “Ehad” kelimesi Arapça’da Kur’an’ın
inzalinden sonra hiçbir zaman bir şahıs ya da başka
bir şeye sıfat olarak verilmemiştir. Sadece Cenab-ı
Hakk’ın zâtı
için kullanılmıştır. Babasız, evlâtsız, nesepsiz, bölünmez, parçalanmaz,
karşı gelinmez, mağlup edilmez bir tektir. Yani ey müşrikler sizin İlâhlarınıza
eklenecek, sizin tanrılarınızın içine katılacak bir İlâh değildir O. O sizin şu
yapay tanrılarınız gibi sonradan yaratılmış değildir. Görevi birilerinden
devralmış değildir. O, ezeli ve ebedîdir. O’ndan önce ve sonra hiç kimse yoktur.
Göklerde ve yerde O’nun benzeri ve misli olmadığı için O tektir. Sizin
İlâhlarınız gibi O cisimle, zamanla ve mekânla da mukayyet değildir. O’nda
çokluk, O’nda parçalanma da mümkün değildir. O’nun yemeye içmeye, kulları
tarafından doyurulmaya ve korunmaya ihtiyacı yoktur. Yani O bir değil tektir.
Varlıklardan biri değil tanrılardan herhangi biri değil tektir.
Peki
acaba Allah’ın tekliğini nasıl anlayacağız? Allah Ehaddır, tektir. O’nun Ehadiyetini
bize tecelli eden tüm isimlerinde tüm sıfatlarında ve tüm fiillerinde görmekle
mükellefiz. Değilse şirkin başı ortaya çıkmış olur Allah korusun. Tevhid Allah’ın tüm tecelliyatında
tek kabul edilmesidir. O halde ihlâsta önce Allah’ın
tekliği anlatılır.
Allah
Ehad’dır, tektir. Allah’la ilgili düşünebileceğimiz,
Allah’ın bize bildirdiği her konuda Allah tektir.
Meselâ
sevgiye lâyık tek varlık Allah’tır. Sevilmeye lâyık tek Allah’tır. Korkuda tek,
Allah’tır. Korkulmaya lâyık tek varlık Allah’tır. Söz sahibi olmada tek,
Allah’tır. Hayatımızda sözü dinlenecek, çektiği yere gidilecek tek varlık
Allah’tır. Sözü dinlenmeye, çektiği yere gitmeye lâyık tek varlık Allah’tır.
Rubûbiyet de tek, kanun vazetmede, kulluk programı, hayat
programı belirlemede tek varlık Allah’tır. Allah’tan başka Rabb yoktur. Allah’tan başka yasa koymaya, hayat programı
belirlemeye yetkili varlık yoktur. Bu konuda Allah tek kabul edilmelidir.
Değilse Allah korusun yeryüzünde O’ndan başka kanun yapıcılar, yasa
belirleyiciler kabul edildi mi, şirk başlamış demektir
Ulûhiyette tek, güçte, kuvvette tek, otorite ve egemenlikte tek,
yaratmada tek, ilimde tek, hikmette tek, tüm sıfatlarında, tüm fiillerinde
tektir Allah. Bu tekliğin dışında bir düşünce ve inanış Allah korusun bizi
Allah’tan uzaklaştırıp şirke götürür. Bizi Allah’tan koparıp başka Rablere,
başka İlâhlara, başka tanrılara ve efendilere götürür.
Esasen
Allah, esmâsıyla bilinir. Rabbimiz kitabında kendisini bize hangi isimleri,
hangi sıfatlarıyla bildirmişse, biz O’nu, o isimleri ve sıfatlarıyla bilir,
tanır ve öylece inanırız. Rabbimizin kendisine izafe buyurduğu isimlerinden,
sıfatlarından ne kadarını biliyorsak Rabbimizi o kadar biliyor ve tanıyoruz
demektir. Rabbimizin isim ve sıfatlarından ne kadarına muttali olabilmişsek,
O’na imanımız da ancak o kadardır. Allah zâtına izafe buyurduğu ve bize
tanıttığı tüm bu esmâsıyla tektir. Bu esmâsı konusunda tekliğinin dışında bir
düşünce bizi O’ndan uzaklaştırır. Meselâ Allah kendisini bize Rezzak olarak
tanıtmıştır. İşte bu konuda, rezzakiyet konusunda O tektir. Ondan başkalarını Rezzak makamında
görmek, rızkı ondan başkalarına izafe edip onlardan rızık beklemek bizi şirke götürür. Çünkü Rabbimizin Ehadiyyeti, Rezzak oluşunda tecelli eder.
Yine Rabbimizin Rahmâniyetinin
tecellisini Ehad olarak anlı-yoruz. Yani Allah Ehad değil de
iki tane olsaydı, bu âlemde rahmet yerine gazap olacaktı ve bunlardan birisi
mahvolacaktı. Eğer Rez-zakiyette tek olmasaydı, o zaman başka rızık vericiler aramaya mecbur olurduk ki onlara da kulluk
borcumuz olurdu. Onlara da minnet borcumuz olurdu.
Öyleyse
unutmayalım ki Allah’ın tekliği sadece zâtına vücut sıfatına raci değildir. Eğer Allah’ı sadece zâtında tek kabul eder
ama esmâsında ve sıfatlarında O’nu tek kabul etmez, O’nun sıfatlarına sa-hip başka varlıklar kabul
edersek o zaman âtıl, tembel, işi bitmiş, mahlukâtıyla alâkasız bir Allah
karşımıza çıkar ki bu muhaldir.
Meselâ
Rubûbiyette Allah’ı tek kabul etmeyip, rubûbiyeti konusunda sadece Allah’a güvenmeyip yerde
Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular, program
yapıcılar arayan, bir kısım program yapıcıların varlığına da inanan ve bunların
kanunlarını da kanun bilen bir insan, Allah’ın bu konudaki tekliğini reddettiği
için şirke düşmüş demektir. Veya meselâ Allah’ı tek Rezzak kabul etmeyip rızık konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip, Allah berisinde
Rezzak makamında gördüğü ikinci, üçüncü derecedeki Rezzaklarının korkusundan
ötürü Allah’ın kendisinden istediği bir kısım kulluk görevlerini yapmaktan
çekinen kişinin hayatında şirkin ucu görünmüş demektir.
Veya ilimde Allah’ı tek kabul etmeyen, gaybın ve şehadetin bilgisi
konusunda Allah’a tam olarak güvenmeyip yerde onun eksikliğini tamamlamak üzere
bir takım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adam da
şirke düşmüş demektir.
Veya meselâ şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı
tek Şâfi bilmeyip yerde bir kısım şifa dağıtıcılar arayan ve kabullenen kişi de
müşriktir.
Öldürmede, diriltmede, ruh vermede Allah’ı tek kabul
etmeyen, veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte,
makamda, mansıpta arayan bir kimse Allah’a ait olan sıfatları, isimleri
başkalarına yüklemeye çalıştığı için şirke düşer.
Yine mağfirette, afta, tevbede
Allah’ın tekliğini reddeden, Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara
sığınmaya çalışan birinin veya kendi kendisini kontrol etmede, murakabe etmede
Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin
hayatında şirkin varlığı açığa çıkmış demektir.
İşte
Allah’ın tekliğini böyle anlayacağız. Zâtında nasıl tekse, yaratıcılığı
konusunda da tektir. Yaratıcılığı konusunda nasıl tekse, kanun koyuculuğu
konusunda da tektir. Kullarına egemenliği konusunda da tektir. Kullarını idare
konusunda da tektir. Hüküm koyucu olarak tek, kitap gönderici olarak tek,
peygamber gönderici olarak tek, insan hayatına karışıcı olarak tek hayatta söz
sahibi olarak tek, kulluğa lâyık olucu olarak tek, velî olarak tek… Hâsılı O’nunla alâkalı düşünebileceğimiz her konuda tektir
Allah.
2.
“Allah her şeyden müstağnî ve her şey O’na
muhtaçtır.”
İşte bu
tecelliyatıyla Ehad olan,
tek olan Allah bu Ehadiyyeti gereği Samed’dir de aynı zamanda. Samed,
başkasına muhtaç olmayan, kendi kendine var olup varlığını kendi kendine
sürdüren varlık demektir. Samed, kendisine sığınılan, kendisinden istenilen,
kendisine başvurulan varlık demektir. Kendisinde eksik, gedik, kusur ayıp
ol-mayan demektir. Fâni olmayan, bâki olan demektir. Ululuk kendisin-de son
bulan, her şeyin kendisine dayandığı tüm varlıkların maksudu ve mercii olan
varlık demektir.
Samed, dilediğine hükmeden, dilediğini yapan varlık demektir.
İşte Müslümanların yakından tanıdığı, sürekli namazlarında okuduğu ama tabi
manasını anlamadan okuduğu bir sûrenin ikinci âyeti. Dinin özünün, dinin üçte
birinin sunulduğu bir sûrenin ikinci âyetinde gündeme getirilen bir Allah
sıfatı, bir Allah ismi. Allah’ın yaratıklarından hiç birisinde bulunmayan yine
bir teklik özelliği.
Ama
maalesef biz Rabbimizi sıfatlarıyla tanıyamıyoruz. Sıfatlarıyla insanları
tanıdığımız kadar sıfatlarıyla Rabbimizi tanımıyoruz. Sıfatları ve isimleriyle
Allah tanınmayınca da pek çoğumuz çoğu kere birilerini Allah makamına oturtma,
birilerine Allah sıfatlarını yükleme şirkinden kurtulamıyoruz. Elbette
sıfatlarıyla Allah tanınmayınca, ya da sıfatları
konusunda Allah’ın tekliği bilinmeyince birileri Allah makamına oturtulacak,
birileri Allah gibi görülecek, birilerine Allah sıfatları verilmeye devam
edilecektir.
Sıfatlarıyla insanları tanıyoruz. Meselâ doktor desek hemen kafanızda
insan sağlığıyla ilgilenen bir insan canlanır değil mi? Doktor bir sıfattır.
Veya meselâ baytar desek hemen hayvan sağlığıyla ilgilenen birisini anlarsınız.
Mühendis, yüzbaşı, marangoz desek ne kastedildiğini hemen anlarsınız. Bunlar
insan sıfatıdır. Peki Samed denince ne anlıyorsunuz?
Samed deyince ne canlanıyor kafanızda? İnsan sıfatları
konusunda bilgi sahibi olan bizler, üstelik namazlarımızda sürekli okuduğumuz bu
âyette gündeme getirilen Rabbimizin bu ismi hakkında ne biliyoruz? Samed deyince ne canlanıyor kafamızda? Ya da bugüne kadar Samed konusunda
ne anlattık çocuklarımıza? Belki çevremizdekiler, çocuklarımız bugüne kadar
lisân-ı halleriyle yüzlerce kere bize bunu sordular da, bilmediğimiz için onlara
bir şey diyemedik bu konuda.
Rabbimiz
bir Hadis-i kutside kendisini bize şöyle tanıtır:
“Ben
Allah’ım, ben Samedim, ben doğmadım, doğurmadım ve
hiçbir şey de bana denk ve benzer olmadı.”
Samed; efendi manasına da gelir. O öyle bir efendidir ki
kendisinin üstünde başka bir efendi olmayandır. Kendisine kölelik yapılmaya lâyık olan ve kendisinden başkası
buna lâyık olmayan bir efendi. Kendisine kulluk yapılmaya lâyık ve kendisinden
başka kulluğa lâyık olmayan bir efendi. Demek ki biz bunu derken, Allah’ım, Sen
efendisin, bizler kulların, kölelerin olarak sadece seni efendi biliriz, sadece
Sana kulluk ederiz, sadece Seni dinleriz, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu
sadece Senin eline verir, sadece Senin çektiğin yere gider, iradelerimizi Sadece
sana teslim eder, tüm hayatımız konusunda sadece Senin programını uygular ve
asla Senden başkasına kulluk etmeyiz diyerek O’na kulluğumuzu, köleliğimizi
beyan ediyoruz. O’ndan başka Rabb, O’ndan başka İlâh,
O’ndan başka efendi kabul etmediğimizi, O’ndan başkalarının önünde
eğilmediğimizi, eğilmeyeceğimizi ortaya koyuyoruz.
O Allah
öyle bir Sameddir ki, muhtaç olanlar yalnız O’na muhtaçtır. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi gerek varlıkları, var edilmeleri konusunda, gerekse
varlıklarını sürdürebilmeleri konusunda sadece O’na muhtaçtır. Öyleyse Samed, insanların problemlerini halletmeleri konusunda
kendisine başvurdukları varlık demektir. Bu da sığınmak, ya da istemek, dua etmek şeklinde tezahür eder. Öyleyse
Samed, kendisine sığınılan varlık demektir. Kendisine
sığınanların tümünü koruyan demektir. Kendisinden talep edilen, istenen ve
isteyenlerin isteklerinin tümünü yerine getirme gücüne sahip olan varlık
demektir. Kur’an bunu muhtelif yerlerde ve şekillerde
anlatır. İnsanlar ne kadar da küfre ve şirke düşecek bir noktaya gelseler de, ne
kadar da dinlerini, imanlarını yitirse de yine de çaresiz kalıp başları dara
düşünce hep O’na sığınır ve O’ndan isterler isteyeceklerini. Bu konuda
Kur’-an’da pek çok âyet var.
Allah
Samed’dir, herkesin ve her şeyin kendisine muhtaç
olduğu, ama kendisi hiç kimseye muhtaç olmayan varlıktır. Samed, kendisine danışılmadan karara varılamayan efendi
demektir. Kendisinden izin alınmadan bir adım bile atılmayan efendi. Peki
hayatınız konusunda, hayat programınız konusunda sizin efendiniz kim? Siz kime
danışıyorsunuz? Yapacaklarınızı, yaptıklarınızı kime soruyorsunuz? Kime baş
vuruyorsunuz? Çocuklarımı nerede okutayım? Hanımımı nasıl giydireyim? Hangi
mesleği seçeyim? Nerelerden kazanıp nelerde harcayayım? Sofram nasıl olsun? Ev
tefrişim nasıl olsun? Misa firlerime neleri ikram edeyim? Şunlar şunlar benim için ihtiyaç mıdır değil midir? Nasıl bir
hukuktan yana olayım? Mirasımı nasıl paylaşayım? Siyasal yapılanmamız nasıl
olsun? Kimlere soruyorsunuz bütün bunları? Kimlerden onay alıyorsunuz? Yani
sizin Samed’iniz kim hayatınızda? Danışma merciiniz
kim?
Eğer tüm hayat problemlerimizde, tüm hayat
programlarımızda sadece Allah’a soruyor, sadece Allah’ın kitabına ve O’nun
Resûlünün Sünnetine müracaat ediyor, yapacağımız ve yapmayacağımız bir şey
konusunda, pozitif ve negatif bir tavır belirleme konusunda önce Allah ve
Resûlüne danışıyor, yani Allah’ın Kitabına ve Resûlünün Sünnetine müracaat
ediyor ve öylece yaşıyorsak, biz gerçek müslü-manız, değilse Allah korusun bizim hayatımız şirkle özdeş
bir hayattır. Buna göre bir daha düşünelim. Her gün namazlarımızda okuduğumuz bu
sûrenin bu ayetiyle kendimizi bir daha yargılayalım. Acaba gerçekten biz
Rabbimizi Samed bilebiliyor ve hayatımızı O’na soruyor
muyuz? Yoksa kendi keyfimiz istikâmetinde, kendi hevâ
ve heveslerimiz istikâmetinde bir hayat mı yaşıyoruz? Veya yoksa Allah dûnunda,
Allah berisinde kendimize, kendimiz gibilerden Samed’ler bulup onlara mı danışmaya, onlardan mı izin
almaya, onlar kaynaklı mı yaşamaya çalışıyoruz?
Hz Ali efendimize göre Samed,
aldığı kararları asla gözden geçirilemeyen efendi demektir. Öyle bir efendi ki,
kimse O’nun kararlarını gözden geçiremez. Kimse O’nun kararlarını yargılayamaz,
kimse O’nun kararlarını sorgulayamaz, kimse O’nun hükümlerini gözden geçiremez.
Göklerde ve yerde O’nun yasalarına itiraz edecek yoktur. Hiç kimse O’nun
sistemine itiraz edemez. Hiç kimse O’nun sistemini kaldırıp onun yerine bir
başka sistem ikâme edemez. Eğer bizler şu anda Allah’a böyle inanıyorsak müslümanız. Değilse eğer O’nun kararlarını, O’nun
yasalarını, O’nun hayat programını yargılar bir tavır sergiliyorsak, o zaman hiç
şüpheniz olmasın ki Allah korusun biz müşrikiz demektir, bu durumdan kendimizi
kurtarmak zorundayız.
3. “O doğurmamış ve
doğmamıştır.”
Allah
doğmamış, doğurmamıştır. Bununla sebeb-i nüzule cevap
verilmiştir. Müşriklerin “Ey Muhammed, kim bu Allah? Nesebi nedir? Babası,
anası, kimdir?” şeklindeki sorularına cevap sadedinde buyuruyor ki Rabbimiz,
Allah sizin yapay tanrılarınıza ve tanrıçalarınıza benzemez, O doğurmamıştır,
doğmamıştır.
Aslında
bugüne kadar hiçbir küfür müntesibinden Allah’ın doğ-ması, yahut doğurması konusunda bir itiraz vaki olmamıştır.
Tamam, Allah’ın oğlu var, kızı var denmiştir. Allah oğullar edinmiştir, kızlar
edinmiştir denmiştir ama, tarihin hiçbir döneminde Allah doğdu, doğurdu, Allah
bir oğul doğurdu, bir kız dünyaya getirdi şeklinde bir iddia hiçbir zaman söz
konusu olmamıştır. Hele hele Allah’ın babası, anası
vardır diye bir iddia hiç yok. Öyleyse acaba bu Allah doğmamıştır, do-ğurmamıştır ifadesini nasıl anlayacağız?
Bir kere
ehl-i kitap, Yahudi ve Hıristiyanlar Allah çocuk
doğurdu dememişlerdir, ama oğullar edindi demişlerdir. Ama Kur’an’ın beyanına bakıyoruz ki bu iddia onları kâfir ve
müşrik yapmıştır. Zira bu iddia Allah’a karşı en büyük bir iftiradır.
Göklerdekiler ve yerdekilerin tamamı zaten Allah’ın kulu iken bunlardan
birilerini evlât edinmeye ihtiyacı olmadığı halde Allah hakkında böyle bir şeyi
iddia, insanı müşrik yapar. Eğer erkek ve dişi iki İlâh varsa, bunlardan bir
çocuğun meydana gelebilmesi için aralarında cinsel bir birleşmenin vukuu gerekir
ki, bu hâşâ Allah’ı maddeleştirir. İşte İhlâs
sûresinin bu âyetiyle ehl-i kitabın bu yanılgısına
cevap verilmiştir. Nasıl diyebilirler bunu Allah’a? Halbuki göklerdekiler ve
yerdekilerin hepsi O’nundur. Hepsi O’nun kuludur, hepsi O’na boyun büküp itaat
etmektedir.
Oğullar O’nundur, babalar O’nundur, analar O’nundur,
kızlar O’nundur, gökler O’nundur, yerler O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar
O’nundur her şey O’nundur. Her şey Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken,
tüm yaratıklar O’nun kulu iken bunlardan birini veya birkaçını kendisine oğul
edinmesine ne gerek var?
İşte
böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı
yoktur. Yeryüzünde temsilcileri yoktur. Yeryüzünde yetkilileri yoktur.
Yardımcıları yoktur. Kimseye egemenlik haklarını devretmemiştir. Hiç kimseye
böyle bir yetki vermemiştir. Buna da ihtiyacı yoktur. Yani bu kâinatı, bu
mülkünü idare edip yönetmesi konusunda aciz kaldı da, güçsüz ve çaresiz kaldı da
birilerinden yardım istememiştir. Birilerine yetkilerinden bazılarını
devretmemiştir. Kimseye egemenlik yetkisini devretmemiştir. Ben yaratıcı olayım,
sen de Benim yaratıklarıma kanun yapıcı ol dememiştir kimseye. “Ey kullarım,
sizin yaratılışınız konusunda Ben yetkiliyim, Ben egemenim, ama hayatınızın
düzenlenmesi konusunda, hukukunuz, kılık-kıyafetiniz, sosyal ve siyasal
yasalarınız konusunda filanlara da yetki verdim. Bu konularda onlar da
egemendirler. Onlara da itaat etmek, onları da dinlemek zorundasınız”
dememiştir.
Kimileri
Allah’ın oğlu, kızı var derken, kimileri de Allah’ın yeryüzünde egemenlik
haklarını devrettiği, kendilerine bazı alanlarda yetki verdiği varlıklar vardır.
Tamam hayatımızın bazı alanlarında Allah’ı dinlemeliyiz, ama hayatımızın öteki
bölümlerinde söz sahibi başkaları da vardır, onları da dinlemek zorundayız.
İçimizde Allah yetkilerine sahip olanlar vardır. İçimizde egemenler vardır.
İçimizde dokunulmazlar var, siyasiler var, azizler var, imtiyazlılar var, para
babaları var, onlara ayrıca hak tanımak zorundayız. İçimizde güçlüler var, ege-menlik sahipleri var, onlara mallarımızdan belli bir
hisse ayırmak zorundayız. İçimizde etkili, yetkili
kimseler var, bizler zaman zaman onlara da dua yapmak
zorundayız. Dualarımıza onları da karıştırmak zorundayız. Onlara da sığınmak,
onlardan da yardım istemek zorundayız. Çünkü onlara da yetkiler verilmiştir.
Onlar da Allah yetkilerine sahiptirler demeye, Allah’a ortaklar, yetkililer
bulmaya çalışıyorlar. Ya-ni
daha bir açık ifadeyle Allah’a yetki sınırlaması getirmeye çalışıyorlar.
Allah’ın yetkilerinin bir kısmını yerdekilere dağıtarak onları Allah haklarına
ortak yapmaya çalışıyorlar ki, bu şirktir Allah korusun.
Yani sanki Allah’a: “Ya Rabbi
bizim böyle pis işlerimiz var! Bizim kirli işlerimiz var! Hukuk, kılık-kıyafet,
ekonomik ilişkiler, eğitim, sosyal ve siyasal yapılanmalar konusunda bizim ne
yapacağımız, nasıl dalavereler çevireceğimiz hiç belli olmaz. İyisi mi ya Rabbi, gel sen bizim bu işlerimize karışma. Gel sen bizim
hayatımıza karışma. Ya Rabbi sen yücesin! Seni böyle
pis işlere karıştırmak istemiyoruz! Sen göklerinle ilgilen! Diğer varlıklarınla
ilgilen! Veya yerinde dur! Bizim işimize karışma! Bırak bizi kendi halimize de,
ne halimiz varsa görelim!” diyerek Allah’a şirk koşmaya
çalışıyorlar.
Bugün de
öyle diyor müşrikler. “Efendim tamam Allah büyüktür. Allah yücedir. Din mukaddes
bir kurumdur, ama dini siyasete alet etmemek lâzımdır. Dini hayata karıştırmamak
lâzımdır. Din bir vicdan işidir. Dinin hayatta etkinliği olmamalıdır. İşlerimizi
dine dayandıramayız. Bizler kendi hayatımızı kendimiz belirlemeliyiz.
Yasalarımızı kendimiz yapmalıyız. Veya işte bugün bizim hayatımızı belirleyecek
uzmanlarımız, büyüklerimiz, düşünürlerimiz, siyasîlerimiz, siyasal ve ekonomik
tanrılarımız vardır. Yani tüm bu konularda Allah’ın ortakları vardır. Evet bütün
bunlar Allah’ın yarattığı varlıklardır amma, işte bu konuda bize yetkiler
vermiş, kendisinin işleri çok yoğun olduğundan dolayı bizim işlerimizi, siyasal,
ekonomik, beşerî, sosyal işlerimizi bize bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi
kendi tanrılarımıza döndüreceğiz” diyerek Allah-u Teâlâ’ya ortaklar bulmaya çalışıyorlar.
“Bizim
kendi kendimize kulluğu yasallaştırdığımız demokrasi isminde bir hayat tarzımız
var. Biz nasıl yaşayacağımızı Allah’tan daha iyi biliriz. Biz hukuku, eğitimi
O’ndan daha iyi biliriz. Bizim içimizde hayatı Allah’tan daha iyi bilen
tanrılarımız var. Hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz, arzularına itaat
ettiğimiz, yasalarını uyguladığımız bir kısım İlâhlarımız var. Bizim hukuk,
sağlık, şifa tanrılarımız, siyaset, sanat tanrılarımız var. Bizler onları da
dinlemek zorundayız. Onların hatırını da kazanmak, onların emir ve arzularını da
yerine getirmek zorundayız. Hayatımızda onları da etkili ve yetkili kabul etmek
zorundayız” diyorlar. Halbuki Allah diyor ki, hayır hayır, Ben kimseyi
vekil edinmedim, kimseye yetkilerimi devretmedim. Allah berisinde yeryüzünde
yetkili varlıklar yoktur.
“Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı
yoktur O’nun.”
(Kehf: 26)
Yine
Allah doğmamıştır, doğurmamıştır ifadesiyle şu gerçek ortaya konuluyor ki,
evveli ve âhiri yoktur O’nun. Ya da Allah ne var olurken, ne de var ederken kimseye muhtaç
değildir. Allah’ın var oluşu konusunda etkili birileri yoktur. Allah’ın
varlığını zorunlu kılan birileri olmadığı gibi, birilerini de zarûrî olarak
doğurmamıştır.
Yine bu
âyetle Rabbimiz ateistlerin iddia ettikleri gibi kendisinin doğma olmadığını
anlatıyor.
Bir de
Allah doğmamıştır doğurmamıştır ifadesiyle Allah’ın varlıklarla birleşme teorisi
veya vahdet-i vücutçuluk adıyla bilinen varlıkların Allah’la birleşme teorisi
reddedilmektedir. Varlıkların Allah’tan kopma, Allah’tan parçalanarak meydana
gelme anlayışını reddetmek üzere gelmiş bir ifadedir. Rabbimiz bu âyetiyle bu
sapık anlayışları da reddediyor. Çünkü bu düşünce, varlıkların Allah’tan kopma
düşüncesi, insanları, bu varlıkları Allah yerine koyma, Allah’tan bir parça farz
etme ve onları Allah sever gibi sevme küfrüne götürmüştür. Zaten Hz. Îsâ’ya yok Allah’tı, yok Allah’ın oğluydu denmesi
Mısır’dan, Roma’-dan, Hind’den, Yunan’dan gelen bu
varlıkların Allah’la birleşme, yani vahdet-i vücut teorisinin bir
tesiridir.
Bir dönem
batıda ve dünyanın değişik yerlerinde Allah hakkında böyle sapık bir düşünce
geliştirilmiş, böyle bir şirk mantığı yaygınlaştırılmıştır. Varlıkla Allah’ın
aynı olduğunu iddia ettiler. Taoizm’in, Budizm’in,
Brahmânizm’in temelini teşkil eden, oradan da Hıristiyanlığa Allah’ın oğlu
vardır şeklinde intikal eden ve daha sonra da Müslümanların arasına vahdet-i
vücutçuluk anlayışıyla sirâyet eden felsefi bir akımdır bu.
Felsefenin aslı şudur: Allah varlıklarla aynıdır. Allah
varlıklardan ayrı değildir. Allah kâinatta vücut bulmak istedi ve bunun için
âlemi yaratarak onunla vücut buldu. Varlık, Allah demektir. Varlık, Allah’ın
vücududur. Binaenaleyh Allah’tan başka vücut ve varlık yoktur. Tüm varlıklar
Allah’ın vücududur. Ben, sen, o yok, biz vardır diyerek en sonunda insanı ve
varlığı tanrılaştırmışlardır. Eşyayı ve insanı tanrıdan bir parça yapmışlardır.
Yaratıcıyla yaratılmışların aynı olduğunu iddia etmişlerdir. Elbette eğer bu
varlıklar tanrının vücuduysa, onlardan bir parça olan insan da tanrı olmalıydı.
Elbette eğer tüm bu varlıklar Allah’tan koparak parçalanarak meydana
gelmişlerse, insan da O’ndan bir parça olduğuna göre insan da bir tanrıydı. Onun
içindir ki Hallâc-ı Mansur
“ben Allah’ım” diyordu. Onun içindir ki bir başka filozof, “ben kendi kendimi
tesbih ederim çünkü şu cübbemin altında Allah var” diyordu.
İşte
Rabbimiz kâfirlerin ortaya atıp sonra da zavallı Müslümanların sahiplenmeye
çalıştıkları bu küfür, bu şirk anlayışlarını reddetmek üzere İhlâs sûresinin bu âyetinde buyurdu
ki:
Hayır hayır,
O Allah doğmamış ve doğurmamıştır. Allah bir şey doğurmamıştır. Allah’tan bir
şeyler çıkmamıştır. Varlıklar Allah’tan koparak meydana gelmemiştir. İnsan
Allah’tan bir parça değildir. Vücutta vahdet yoktur. Varlıkların vücuduyla
Allah’ın vücudu aynı değildir. Allah tüm varlıklardan ayrıdır. Varlıklar
Allah’tan koparak, parçalanarak meydana gelmemişlerdir. Allah “ol” demiş ve tüm
varlıklar oluvermiştir. Tüm varlıklar Allah tarafından yaratılmışlardır.
Yaratıcı ayrı, yaratılmışlar ayrıdır. Yaratıcıyla yaratıklarını karıştırmak
bâtıldır. Hadisle muhdesi bir kabul etmek bâtıldır.
Ezelî ve ebedî olan Allah ile sonlu ve ölümlü olan varlıklar asla denk değildir.
Allah yaratıklarından hiçbirisine benzemeyen bir tektir.
Vahid değil, Ehad’dır Allah. O
varlıklardan biri değil varlıkların hiç birisine benzemeyen bir tektir. Yani
Allah’ın varlığı, Allah’ın tekliği sayısal veya matematiksel bir teklik değil
veya kemiyet tekliği değil, keyfiyet tekliğidir. Bir başka varlık O’nun
varlığına sebep olmadığı gibi, hiçbir varlık da O’nun kendisine mahsus
tekliğinden çıkmamıştır. Çünkü Allah asla tecezzi, yani parçalanma kabul etmez.
Parçalanan varlık asla İlâh olamaz. Öyleyse varlıklar zillullah, yani Allah’ın görüntüsü ve gölgesi değildir. Tüm
varlıklar Allah’ın “kün” emriyle yaratılmışlardır.
4.
“Hiç bir şey O’na denk değildir.”
İhlâs
sûresinin son âyetinde Rabbimiz kendisini bize anlatırken buyurur ki, “hiçbir
şey O’na denk değildir. Yaratıklarından hiçbir şey O’nun dengi
değildir.”
Küfüv,
Arapça’da eşitlik, denklik demektir. Evlenecek kadın ve erkeğin denkliğinden söz
eder Allah’ın Resûlü. Kâinatta hiçbir şey, hiçbir varlık Allah’ın benzeri,
dengi, misli, menendi değildir.
Hiçbir
şeyi, hiçbir varlığı Allah’a denk, Allah’a benzer düşünmeyeceğiz. Allah’ı tüm
varlıklarından ayrı düşüneceğiz. Her şey O’n-dan kaynaklansa da, her şeyi O
yaratmış olsa da, Allah’la alâkalı düşüneceğimiz her konu ancak Kur’an’ın biz bildirdiği şekilde olmalıdır. Çünkü Allah’la
alâkalı başka hiçbir kaynaktan bilgilenme imkânımız yoktur. Bu konuda tek kaynak
Kitap ve Sünnettir. Çünkü bilelim ki Allah gaybın ve
imanın konusudur. Allah, laboratuarın konusu değildir. Allah bilinmez, sadece
iman edilir. Değilse bugünkü modernist kâfirlerin
yaptıkları gibi Allah’ı laboratuarda incelemeye kalkıştınız mı, şirkin berzahına
düşmüş olursunuz.
Öyleyse Allah kendisini nasıl tanıtmışsa, hangi
sıfatların sahibi olarak haber vermişse O’na öylece inanmak zorundayız. Meselâ
Rabbimiz buyurmuştur ki, Allah görür. Biz inanıyoruz ki Allah görür. Peki nasıl
görür? Görmek için bizim gibi göze, kana, kaslara, damarlara ihtiyacı var mıdır?
Hayır, Allah’ça görür. İnsanın milyar misli görür denemez. Çünkü o zaman milyar
insan bir araya geldi mi Allah’a gör-me konusunda denk
olma sonucu çıkar ki bu bâtıldır. Allah işitir mi? Evet Allah işitir. Peki
işitmesi için bizim gibi kulağa, kulak zarına, ses ihtizazlarına ihtiyacı var
mı? Hayır, O Allah’ça işitir. Milyar insan misli işitir demek milyar insanı
Allah’a denk tutmadır ve bâtıldır. Allah, Allah’ça konuşur, Allah’ça vahiy
gönderir diyeceğiz çünkü Allah’la ilgili bilgiler imanın konusudur. Bilginin
değil.
Ne
zâtında, ne sıfatlarında, ne esmâsında ne de fiillerinde Allah’a benzer, O’na
denk hiçbir varlık yoktur. Geçmişte olmadığı gibi, gelecekte de olmayacaktır.
Çünkü sonradan olacaklar hadis ve yaratılmış olacağından, O’na denk olmaları
mümkün değildir. Şûrâ sûresinde de Rabbimiz şöyle buyurur:
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O,
işitendir, görendir.”
(Şûrâ 11)
Allah’ın
benzeri hiçbir şey yoktur. Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde benzeri
yoktur. Zâtı , sıfatları ve fiilleri konusunda hiçbir şey Allah gibi değildir.
Âyet-i kerîmedeki misl kelimesinden anlıyoruz ki,
Allah’ın değil aynısını düşünmek, benzeri bile yoktur olacaktır mana. Zâtı konusunda bu böyle olduğu gibi, sıfatları
konusunda da böyledir. O’nun sıfatlarına sahip hiç kimse yoktur. Fiilleri
konusunda da O’na benzer olamaz. Yani O’nun yaptıklarını yapacak yoktur. O’na
ait olan isimleri, O’na ait olan sıfat ve fiilleri O’ndan başkalarına yüklemek
kesinlikle şirktir.
Rabbim
bizleri tüm şirk anlayışlarından korusun. Bu sûre de burada sona erdi. Rabbim
gereği gibi inanıp amel eden kullarından eylesin. Velhamdü lillahi Rabbi’l âlamîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder