MUAVEZETEYN SÛRELERİ
FELÂK SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
113., Nüzûl sıralamasına göre 20., Mufassal sûreler kısmının on beşinci grubunun
on birinci sûresi olan Felâk sûresi, Mekke de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
5’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Kitabımıza birbirinden müstakil iki ayrı sûre gibi yerleştirilmiş olmakla
birlikte gerek geliş zamanları ve gerekse muhtevalarının aynı olması
münâsebetiyle bu iki sûreye “Muavezeteyn” yâni kendileriyle
Allah’a sığınılan sûreler, sığınma sûreleri ismi
verilmiştir.
İmâm
Beyhakî “Delailü’n-Nübüvve”de der ki, bu iki
sûre bir arada nâzil olmuştur. Ve isimleri de
“Muavezeteyn”dir.
Sûre ile
ilgili hadislerden bazıları şunlardır:
Müslim’in
rivayet ettiği bir hadislerinde Rasulullah efendimiz:
“Bu gece misli
görülmemiş âyetler indirildi bana,” der ve onların Felâk ve Nâs sûreleri
olduğunu söyler.”
Ukbe
bin Amir’in rivâyetinde de yine Allah Resûlü şöyle buyurur:
“Korunanların en
kıymetli korunağı olanı haber vereyim mi?” “Evet” dediler. O da, Felâk ve Nâs
sûrelerini okudu.”
Tirmizî’nin aktardığı bir başka rivayette de şu konu anlatılmaktadır:
“Rasulullah
her bir namazın arkasında bu iki sûrenin okunmasını emreder ve kendisi de
okurdu. Rasulullah her yatağına girişinde bu iki sûreyi ellerine okur sonra da
tüm vücuduna meshederdi. Hz. Ayşe’ye de bunu
emretti.”
(Buhârî, Fezailu’l Kur’an 14)
Sûrelerin
konusu Mekke’de dâveti gün geçtikçe çığ gibi büyü-yen Rasulullah efendimize ve
beraberindeki Müslümanlara karşı Mek-keli müşrik ve müstekbirlerin
muhalefetlerinin had safhaya ulaştığı, Kâfirûn sûresinin gelişiyle de artık
mü’minlerle uzlaşma ümitlerinin bit-tiğini anlayan müşriklerin bütün güçleriyle
Müslümanların üzerine çul-landıkları, Müslümanların adım adım takip edildikleri,
ben Müslüma-nım diyen birisinin âdeta işkenceye adaylığını koyduğu bir dönemde,
Kâfirûn sûresini tanımaya çalışırken de demeye çalışmıştım bu sûrey-le onların
taptıklarına tapınılmayacağı, onlardan kesin çizgilerle ayrılı-nacağı, küfrün
şirkin ve müşriklerin ve kâfirlerin kesinlikle reddedile-ceği ilân edilince her
ev Allah’ın Resûlüne düşman kesilmişti. Her ev-den, her aileden Rasulullah
efendimize ve beraberindeki mü’minlere beddualar yükseliyordu. Ölsün! Yansın!
Kahrolsun! Yok olsun! diye insanlar beddualara ve düşmanlığa başlamıştı. İşte
böyle bir dönemde, kendisine ve beraberindeki bir avuç Müslüman’a
düşmanlıkların, saldırılarının had safhaya ulaştığı Rasulullah efendimize ve
onun yolunun yolcularına Allah bu iki sûresiyle kendisine sığınmayı
emretti.
Gözden,
göz değmesinden korunması için Rabbimiz peygam-berimize bu sûreleri indirmiştir
diye de bir rivâyet vardır. Mekkeli müş-rikler Rasulullah’ın dâvetinin önünü
alamayınca çeşitli çareler araştır-dılar. Ona nasıl zarar verebileceklerini,
Onun önüne nasıl geçebile-ceklerini, nasıl susturabileceklerini düşünüp
araştırdılar. Bir süre riya-zata çekilip, gözlerin bakışını keskinleştirip göz
değmesiyle Rasulul-lah efendimizin işini bitirmeyi denediler. Hatta rivayetlere
göre böyle ehl-i riyazattan göz değmesi güçlü olduğuna inandıkları adamları
ge-tirtip nazarlarıyla peygamberin işini bitirmeyi bile denemişlerdir. İşte
onların bu tuzaklarına, bu hilelerine karşı Rabbimiz bu sûreleri indire-rek
peygamberinin bu sûrelerle kendisine sığınmasını emretti
denili-yor.
Kur'an-ı
Kerîm’in başka yerlerinde de görüyoruz ki böyle bir durumda Rabbimiz Hz. Mûsâ’ya
kendisine sığınmasını emretmekte-dir. Sihirbazlar karşısında peygamberinin
kendisine sığınmasını em-retmektedir Rabbimiz. Bundan anlıyoruz ki peygamberleri
böyle bir durumda kalınca Allah onlara taavvüzü (sığınma) emretmektedir. Bir
tehlike ile, bir düşmanlıkla, bir sihirle karşı karşıya kalan elçilerinden
kendisine istiaze (sığınma) istemektedir. Müslümanlar da aynı durum-da kalınca
elbette onlar da aynı şeyi yapacaklardır. Sûrelerin âyetle-rini tanımaya
başlayınca inşallah istiazenin ne demek olduğunu, nasıl gerçekleştirileceğini
demeye çalışacağım.
Sûrelerin
geliş zamanı konusunda Medenîdirler, Mekkî’dirler diye iki görüş vardır.
Kimileri Medenî, kimileri de Mekkî olduklarını söylemişlerdir. Detaya girmek
istemiyorum, âlimlerimizden bazıları sûrelerin geliş dönemi Medine’dir diyorlar.
Medine’de Rasulullah has-ta oldu da bunun üzerine geldi
deniyor.
Sahâbenin
büyük bir kısmı da Mekkî’dir diyor. Fakat biz biliyo-ruz ki daha önce inen bir
sûre bir başka ihtiyaç gereği sonradan bir daha inebilir. Ya da daha önce inmiş
olan bir sûreyle alâkalı daha sonra bir başka zaman, bir başka ihtiyaca binaen
bir daha okunma emri verilebilir. Böylece insanlardan kimileri bu okuma emrinden
do-layı bu sûrenin o anda indiği kanaatine kapılabilir. İşte Mekkî ve Me-denî
ihtilaflarında bu tür sebepler etkili olmaktadır.
Her ne kadar bu sûreler Medine’de Rasulullah’a yapılan
bir si-hir sonucu gelmiştir, sihre bağlı olarak inmiştir denmişse de, yâni
sû-relerin inişiyle sihir hadisesi arasında böyle bağ düşünülmüşse de ba-kıyoruz
ki burada, bu sûrelerde sihirle alâkalı sadece bir tek âyet var-dır. Sihrin
dışında başka konular da anlatılmaktadır.
Bu
sûrelerle gündeme getirilen Rasulullah efendimize sihir ya-pılıp yapılmadığı
konusuna gelince, bu konuda da kısaca bir kaç söz söyleyelim inşallah.
Rasulullah’ın başının şiddetle ağrıdığına, hanım-larının yanına gitmediğine dair
rivâyetler var. Rivâyetlere bakılırsa Ra-sulullah efendimize bir sihir
yapılmıştır. Nitekim A’râf sûresinin anlat-tığına göre Hz. Mûsâ (a.s)’a da
sihirbazların sihri tesir etmiştir. Yâni Allah’ın elçisi sihirbazların ortaya
attıkları sihir numaraları karşısında ipleri yılan gibi görmüş, etkilenmiş ve bu
yüzden de korkmuştur. Ra-sulullah da tıpkı onun gibi bir beşer ve elçidir,
binaenaleyh ona da sihir yapılmıştır. Lâkin o kendini kaybetmemiştir. Bu onun
Risâletini, peygamberlik yönünü etkileyecek bir noktaya gelmemiş, sadece bir can
sıkıntısı olmuştur o kadar. Mevdûdî bu konuyla alâkalı bu hadise onun beşerî
yönünü ilgilendiriyordu ama peygamberlik yönünü asla ilgilendirmiyordu diye bir
izah tarzı getirmiştir. Ama ben bunu anla-makta ve kabul etmekte gerçekten
güçlük çektim.
Çünkü peygamberin peygamberlik yönü, insani yönü diye
bir ayırım benim anladığım İslâm’a göre caiz değildir. Zira öyle olsaydı
hayatında onun peygamber olmadığı bir zaman ve dönem kabul et-memiz gerekecekti.
Meselâ bir işi beşerî yönüyle yapmıştır, binaen aleyh bu beni ilgilendirmez
demek lâzımdır. Yâni eğer peygambere iki şahsiyet, iki kimlik izafe edecek
olursak, onun bir beşerî yönü, insan-lık yönü, bir de Risâlet yönü, peygamberlik
yönü, örneklik yönü, yani bizi bağlayan yönü vardır diyecek olursak o zaman onun
hayatında bizi bağlamayan, bizi ilgilendirmeyen şeyler de var demek zorunda
kalacağız ki bu hiç de tutarlı değildir. Çünkü aynı anda bir beşer ve bir elçi
olan Rasulullah efendimizin hangi yaptıkları, hangi söyledikleri onun beşerî
yönüydü, hangileri Risâlet yönüydü? Bunu bilmemiz de asla mümkün değildir. Yâni
bir örnek olarak onun hangi sözlerini ve fiillerini bir beşer olarak
gerçekleştirmiştir ki bizi ilgilendirmez diyelim, hangilerini de bir peygamber
olarak yapıp söylemiştir ki bunlar bizim için bağlayıcıdır diyeceğiz? Kıstasımız
ne olacak bu konuda? Kim be-lirleyecek bunun sınırlarını?
Eğer Rasulullah efendimiz bir söz söylerken, bir amel
işlerken üzerine özel bir peygamberlik cübbesi giyip: Ey insanlar! Dikkat edin!
Şu anda bir peygamber olarak konuşuyorum! Şu anda bir peygamber olarak amel
işliyorum! Bunlar sizin için bağlayıcıdır. Biraz sonra üze-rindeki o cübbeyi
çıkarıp: Ey insanlar, şu anda da peygamberlikten beşerliğe döndüm! Şu anda bu
yapıp konuştuklarımı da bir insan ola-rak yapıp konuşuyorum! Dikkat edin bunlar
sizi ilgilendirmez! Bunlar din dışıdır! Bunlar kulluk dışıdır! Bu söylediklerimi
ve yaptıklarımı sa-kın ciddiye almayın! Diye bir açıklamada bulunsaydı, yâni
bunun sı-nırlarını tespit buyurmuş olsaydı o zaman hiçbir itirazımız olmazdı.
Ama yok öyle bir şey.
Bu biraz da insanların laiklik anlayışından
kaynaklanıyor gibi. Yâni bir insana iki şahsiyet, iki kimlik izafesi hiç de hoş
değil. Zaten o vahiy alırken de beşerdi, vahiy beklerken de beşerdi. Hayatının
her hali kontrol altındaydı. Yâni Rasulullah efendimiz vahiy alırken
insan-lıktan çıkıyor, ya da vahiy bittikten sonra peygamberliği terk ediyor
değildi. Sürekli Allah kontrolünde bir beşer ve aynı zamanda bir pey-gamberdi o.
Peki hiç yanlışı olmamış mı? Elbette bir beşer olarak yanlışı olmuşsa Allah onu
düzeltiyordu. Onun yaptıklarının tamamı bi-zim için din olduğundan, bizim için
bağlayıcı olduğundan Rabbimiz onların yanlış bir şekilde bize ulaşmasını
istemediği için hemen bir uyarı ayet göndererek yanlışını düzeltivermiştir. Eğer
onlar gerçekten bizim için başlayıcı bir din olmasaydı ne gerek vardı ki
Rabbimiz on-ları düzeltsin? Bunlar da öyle çok değildir. Tüm hayatında 8, 10 iş
var düzeltilmiş. İbni Übey’in cenaze namazını kıldırması, Ümmü Mektu-m’u
azarlaması, hanımlarına küserek onlara yaklaşmamaya yemin et-mesi, savaştan
kaçanların mâzeretlerini kabul etmesi gibi sayılı
me-seledir...
Evet
rivâyetlerin sıhhatine bakılırsa bu iki sûre Medine’de bir sihir hadisesi
üzerine değil, Mekke’de Rasulullah efendimizin sıkıntılı döneminde gelmişlerdir.
Ama demin de ifade ettiğim gibi Mekke’de inen bu iki sûreyi Medine’de de o
durumda kalan Allah’ın Resûlüne bir daha okuması emredilmiştir. Ve bu sihir
üzerine Allah’ın Resûlü bu sûrelerle Allah’a sığınmıştır.
Sahâbenin
âlimlerinden olan İbni Mes’ud efendimiz Felâk ve Nâs sûrelerinin Kur’an’dan
olmadığını, bunların kendileriyle Allah’a sığınılan birer dua olduklarını iddia
etmiştir. Hani "Allah’a sığınırım de!" diyorum
sana, sen de yine "Allah’a sığınırım de" di-yorsun ya
işte bundan ötürü İbni Mes’ud efendimiz bunlar âyet değildir, duadır demiştir.
Olabilir, İbni Mes’ud efendimiz yanılabilir, zira o bir insandır.
Veya Mekke’de onun olmadığı, duymadığı bir ortamda nâzil
olmuş olabilir bu sûreler. Zaten sahâbe tek tek bizim için örnek değildir.
Sahâbe toplum olarak bizim için örnektir. Böyle diyen bir sahâ-beye karşı sahâbe
toplumunun tavrı neyse bizim için bağlayıcı olan odur. Meselâ sahâbeden içki
içenler de olmuştur. Bu sahâbe tek başına bu haliyle bizim için örnek olamaz ama
içki içen bu Sahâbeye karşı öteki Sahâbe toplumunun tavrı bizim için örnektir.
Evet İbni Abbas efendimizin bu sözüne karşılık öteki
sahabe-ler bu iki sûrenin Allah’tan gelme birer sûre olduklarını ortaya
koymuşlar, Hz. Osman efendimizin mushafında da yer almış ve ittifak hâ-sıl
olmuştur tamam bizim için işte bu bağlayıcıdır diyoruz. İbni Mes’ud efendimizin
hareket noktası olan sûrelerin başındaki bu "Gul" Keli-melerinden bunların vahiy
olduğu, kelâmın Allah’a ait olduğu ve Al-lah’ın kelâmını gönderirken dilediği
biçimde gönderme yetkisine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu iki sûre üzerinde
icma vaki olmuş ve bu-güne kadar namazlarda hep okuna gelmiştir.
Buhârî
Nas sûresinin tefsirinde Zir Bin Hubeybin, Übey bin Kâb’a bu “Gul” ifadesinin mânâ ve hikmetini
sorunca onun şöyle de-diğini rivâyet eder: "Gul” mü diyeceğiz? Nasıl mı
diyeceğiz? Vallahi ben Rasulullah’a
sordum, o bana böyle dedi ben de öylece diyorum der. Burada "Gul" bir emir değil vahiydir. "İkra” demek gibidir. Oku! Ne
okuyayım? O anda oku emri değildir bu vahiyden bir parçadır.
Bir de
bundan şunu anlıyoruz: Demek ki sahâbe mâsum değil-dir. Sahâbe-i Kiram
efendilerimiz günahsız ve hatasız değildir. Yanıla-bilirler, hata edebilirler.
İşte İbni Abbas efendimiz bunun en güzel ör-neğidir. İkinci mesele olarak ta
Rasulullah’ın ağzıyla vahyin tebliğini görüyoruz. Üçüncü mesele böyle bir
durumda sahâbeyi putlaştırmaya gerek olmadığı gibi, tekfire de gerek yoktur
anlıyoruz. Kimse böyle dememiştir zaten İbni Abbas
efendimize.
Sûrenin
âyetleri üzerinde kısa bir gezinti yapalım. "De ki: Sığı-nırım
tanyerini ağartan Rabb'a " (1) "De" emri sadece Resulullah'a değil, bütün
mükelleflere şâmildir. Veya "ey Resulüm, kendine ve herkese şöyle dua etmelerini
söyle" demektir: "Tanyerini ağartan Rabb'a sığınırım." "Sığınma" fiili,
müminlerin bir şeyden korktuklarında bunların şerrinden ancak Allah'a
sığınmalarını ifade eder. Hz. Mer-yem, Hz. Nuh, Hz. Musa'nın da dualarında
Allah'a sığındıkları başka ayetlerde zikredilmiştir (Meryem,1 8; Hud,1,47;
Bakara,67).
Hadis-i şeriflerde de her
tehlike ve şerre karşı Allah'a sığınma-ya dair malûmat pek çoktur. Hz. Âişe'nin
rivayetiyle bunlardan en meşhuru şöyledir: "Allah'ım cehennemin fitnesinden,
zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım.'' Felâk'ın manası, yaygın
tefsire göre sabah demektir. Araplar, günün doğmasına "felakü's-subh" derler.
Yırtmak, yarmak en fazla kullanılan anlamlarıdır. Lügatlerde "felâk" kelimesinin
anlamları şöyle belirtilmektedir: Âdemden yarılıp çıkan bütün yaratıklar, tan,
sabah, aydınlık, fecr, iki tepe arasındaki düzlük, suçluların hapishanede
ayaklarına vurulan tomruk (falaka), cehennem veya cehennemde bir kuyunun ismi,
çanak dibinde kalan süt artığı, ekşiyip kesilmiş süt, subuh, enhar, mutlak
yaratma, bütün mahlukatın içinde bulunduğu şeyi yırtarak çıkması, eksik ve
muhtaç oluşuyla Rabb'e sığınma zorunluğu.
Bu birinci ayeti tefsir
eden ayet şudur: ''Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. Ölüden diriyi
ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz? Tanyerini
ağartan (Fâlikü'l Esbâh) geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü
kılandır. Bu, Azîz ve Alîm olanın nizâmıdır" (En'âm,95-96). "Rabb" Allah'ın
sıfat ismidir. Terbiye eden, yetiştiren anlamında kullanılması, sığınma olayının
uy-gun düşmesi içindir.
Müfessirlerin çoğunluğu
"felâk" kelimesine sabah manasını vererek âyeti şöyle tefsir etmişlerdir:
Felâk'da, zulmet sonrasında nur, darlıktan sonra genişlik, kapanmadan sonra
açılma manalarına işâret etmek üzere ancak Rabbe sığınarak O'nun bütün şerlerden
kurtarıp koruyacağına dair bir ilâhı va'di hatırlatarak havf ve recâyı takviye
ve Rabbe itaat ile ona iltica ettiren bir şevklendirme vardır. Felâkın zikri,
sabahın kıyamet gününden bir misa l olmasıdır ki, ölümün
kardeşi olan uykudan uyanılan kabir benzeri evlerden alelacele çıkarak rızık
için sabahları yeryüzüne dağılan insanların halini tasvir
etmektedir.
''Yaratıkların şerrinden''
(2) Bütün yaratıklar şer(kötülük) işle-yebilirler. Allah bütün yaratıkları
üzerinde galib olduğundan, bizim bil-mediklerimizi bildiğinden ancak O'na
sığınarak, hiçbir şeyin karşı çık-masına güç yetiremeyeceği yüce bir Hakîm'e
sığınılmış olmaktadır. Şer kelimesi, zarar, noksan, eziyet, keder için de
kullanılır. Hastalık, açlık, savaş ve ölüm, ateşte yanmak, evlâdın ölümü, gibi
somut ve âfâkî veya küfür, şirk, her çeşit günah ve zulüm gibi şerlerle her
çeşit ruhî ve nefsî olan enfüsî şerlerden Allah'a sığınırım demektir. Bu â-yette
genel olarak şerler zikredildikten sonra, en fazla sakınılacak ba-zı şerlere
geçilmektedir: "Ve ortalığı kaplayan karanlığın şerrinden,"
(3). "Gâsık" kelimesi de,
"felâk" kelimesi gibi birçok mana ile tefsir edilmiştir. Esas manası karanlık
demektir. Bunun masdarı olan "gâsak, gusûk, gâsekan" kelimeleri lügatta şiddetli
karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk, korkaklık manâlarında verilerek
dol-mak, akmak, dökülmek manalarına tekabül etmektedir. Bu suretle gecenin
zulmeti hücum edip dolarak pek karanlık olmaya masdar gâ-sak, gâsakan, gûsuk
denildiği gibi, ilk koyu karanlığa da isim olarak gâsak denilir ve gâsak felâka
tekabül ettirilerek gasaktan felâka, ge-cenin kararmasından sabahın aydınlığına
kadar anlamı çıkar. Vâkab kelimesi ise, yüksek yerlerden sellerin aktığı
çukurlar, dahil olmak, kaplamak demektir.
Suçlar genellikle gece
karanlığında işlenir, şeytan oynayacağı oyunları karanlıkta daha rahat oynar;
kuruntu, vesvese, korku ve tasa geceleri kaynaşır. Eziyet verici, zehirli,
yırtıcı hayvanlar da gece orta-ya çıkarlar. Anarşistler geceyi bekler,
cinayetler genelde geceleri işle-nir. Bu sebeple gecenin şerrinden Allah'a
sığınırım. Fecri getiren Al-lah'a. Güneş battıktan sonra her tarafa dağılan
şeytanlara karşı ka-ranlık bitinceye kadar çocukların eve toplanması,
hayvanların kapatıl-ması bir sünnettir.
Bazı tefsirlerde gâsak,
şiddetli zulmet, gecenin şerri olarak alınarak, gece ansızın gelip çatan arıza
ve hayalet gibi belâ ve musibetlere teşmil edilmiştir. Bazıları da "gasık"ı
kamer (ay) ve ayın tutulması ve kaybolması şeklinde almışlardır. Ay tutulması ve
mihak zamanını müneccimler zayıf bulur, sihirbazlar da sihirlerini o zaman icra
ederler. Bu manâda şerrin gecenin karanlığında ortaya çıkması
kastedilir.
Karanlığın bütün soyut ve
somut manalarıyla şerri barındır-ması anlamında, maddî ve manevî şer ve
zararların, gam ve kederin de kara talih ve karanlıkla vasıflandırılmasıyla
"gecenin şerrinden, yıl-dızların kaybolmasıyla gelen karanlığın şerrinden,
kamerin tutulma-sında ve kaybolmasında gelen şerden* Allah'â sığınırım"
demektir.
"Düğümlere üfürenlerin
şerrinden," (4). Burada "Neffâsâtı fi'l-ukad" ifadesindeki ukad, ukdenin
çoğuludur ve düğüm demektir. Nefese; üf-lemek çoğulu neffâse'dir.
Bunu "allâme" kalıbında
anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek", dişi siğada alırsak "çok üfleyen kadınlar"
demektir. Nefese'nin çoğulu "Nüfus ve cemaatler" demekte olabilir, çünkü Araplar
nüfus ve cemaat kelimesini dişil (müennes) kullanırlar. Burada düğüme üflemek
müfessirlerin çoğuna göre "sihir" demektir. Ayetin anlamı, "sihirbazların
şerrine karşı fecri getiren Rabbe sığınırım" olur. Zemahşerî'ye göre ise bunun
anlamı, kadınların kurnazlığı ve hileleridir.
Kur'an, sihri küfür
saymıştır (Bakara,102). Sihir haramdır ve yedi büyük günahtan (şirk, öldürmek,
fâiz, yetim malı yemek, zina ifti-rası, cihaddan kaçmak, sihir) biridir.
Neffâsât, üfleyici karılar anlamın-da cadılara veya kadınların hilelerine
şâmildir. Mana şudur: İpliklere düğümler atıp onlara üfleyen (tükrükleyen) rukye
ve efsun yapan ca-dıların veya nefislerin veya cemaatlerin şerrinden, fitneci
kadınlardan, nefsin hayvanî isteklerinden, şehvet ve gadabın şerrinden Allah'a
sı-ğınırım. Sihrin aslında bir gözbağcılık olduğu başka ayetlerde
açıklan-mıştır. Sihir, şeytânı bir oyun olarak insanları etkiler, korkutur.
Sihrin şerrinden Allah'a sığınırım demekle Felâk ve Nâs surelerini okumak sihre
karşı durmak demektir.
''Ve hased eden
hasetçilerin şerrinden'' (5). Hased, Allah'ın bazı kullarına lütfettiği nimetler
karşısında kıskançlık duygularına ka-pılarak o kulların bu nimetlerden mahrum
olmasını dilemektir. Bu şer bir niyet ve fiildir. Hasetçinin şerrinden Allah'a
sığınırım. Sahih ha-dislerde Hz. Peygamber'in yatarken İhlâs, Felâk ve Nâs
surelerini o-kuyarak ellerinin içine üflediği sonra başından ve yüzünden
başlaya-rak üç defa elinin eriştiği kadarıyla bütün vücudunu sıvazladığı
bil-dirilmiştir. Müslümanlar da onu her şeyde örnek aldıkları gibi bu sün-nete
uymuşlar, beş vakit namazlarda Muavvizeteyn okumuşlar ve Al-lah'a emrettiği
şekilde bütün şerlerden sığınmışlar ve Allah onları şer-lerin her çeşidinden
korumuştur.
Evet bu mukaddimeden sonra sûrelerin âyetlerini inşallah
tek tek tanımaya başlayalım.
Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla
1. “Ey Muhammed! De ki: Felâkın Rabbine
sığınırım. 2. Yaratıkların şerrinden. 3.“Bastırdığı zaman karanlığın şerrinden.
4. Düğümlere nefes edenlerin (büyücülerin) şerrinden. 5. Haset ettiği zaman
hasidin şerrinden.
Buradaki “gul” ifadesi ifade ettiğimiz
gibi:
a. Bir
emir değil, vahyin bir parçasıdır.
b.
Kur’an’ın Allah’tan geldiğinin beyanı ve tescilidir. Çünkü eğer bu âyetler
Allah’tan değil de Rasulullah’tan olsaydı, o zaman Ra-sulullah efendimizin kendi
kendine “De ki” demesinin anlamı
olmazdı.
c. Bu
“gul” ifadesi bir de kendisinden sonra gelecek mesajın duyurulma
emridir. Yani Allah’tan gelen mesajın, Allah âyetlerinin Rasulullah’ın bizzat
kendisine ve çevresindeki insanlara duyurma, tebliğ etme emridir. Allah’ın
Resûlü, Allah’tan aldığı bu âyetleri önce kendisine, sonra da en yakınlarından
başlamak sûretiyle çevresine duyurmak, tebliğ etmek, hem kendisini, hem de
çevresini bu âyetlerle diriltmek zorundaydı. Tabi bu emir, Rasulullah’ın
şahsında kıyâmete kadar Kur’an’ın muhatapları olan biz mü’minlere de bir
emirdir. Öyleyse biz de bu âyetleri kendimize ve ulaşabildiğimiz kadar çevremize
diyeceğiz, biz de duyuracağız.
Peki neyi
diyeceğiz kendimize? Neyi duyuracağız çevremize?
Felâkın Rabbine sığınırım. Avz, iyaz,
istiaze, sığınmak demektir. İstiaze, sığınmak, kendisinden korkulan, kendisine
karşı güç yetirilemeyen bir şeyden daha güçlü bir şeye dayanmak, yardım istemek
ve onun himayesi altına girmek demektir.
İstiaze
hadisesinde üç unsur vardır:
1.
Sığınan,
2. Kendisine sığınılan,
3. Kendisinden sığınılan.
Korunan, koruyan ve kendisinden korunulan. Korunan
güçsüzdür, korunmaya muhtaçtır, sığınmaya muhtaç olandır. Koruyan, yani
kendisine sığınılan, kendisinden korunma talep edilen varlık da güçlüdür.
Kendisinden korunulan, sığınılan varlık da şerrinden, zararından
korkulandır.
Korktuğu
şeyden bir varlığa sığınan, o varlıktan kendisini korumasını isteyen kişi,
sığındığı varlığın korunmak istediği varlığa karşı güç yetirebileceğine ve
kendisini onun şerrinden koruyabileceğine inanmıştır.
İslâm’da,
İslâm inancında kendisine sığınılan varlık, sığınan varlıktan güçlüdür. İslâm’da
sığınan mü’mindir, korunan mü’mindir, kuldur; kendisine sığınılan, koruyan da
Allah’tır. Çünkü Allah herkesten ve her şeyden güçlüdür. Allah mutlak güç ve
kudret sahibidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin boyunlarındaki kulluk
ipinin ucu elinde olandır Allah. Onun içindir ki mü’min ancak tüm varlıkların
sahibi olan Allah’a sığınır, O’na güvenip dayanır.
Şirk
inancında ve küfür mantığında ise korunan puttur, koruyan ise o puta tapan
insanlardır. Yani sığınan tanrıdır, tanrılardır, sığınılan da kullardır. Put
aslında kendisini koruyamayacak kadar güçsüzdür, onu kulları korumaktadır. İşte
görüyoruz put yapıyorlar ve onu koruma kanunları çıkarıyorlar.
Veya bir düzen koyuyorlar, tapınıyorlar ona, ama bu
düzeni kendi kendisini koruyamayacak kadar güçsüz gördükleri için de onu koruma
kanunları çıkarıyorlar. Onu korumayı kendi üzerlerine alıyorlar. Şirk mantığını,
küfür mantığını gerçekten anlamak mümkün değildir. Eğer bu put kendi kendini
korumaktan acizse niye ona tapınıyorsunuz? Niye onu tapınmaya lâyık
görüyorsunuz? Yok eğer gerçekten güçlü birisiyse neden onu korumaya
çalışıyorsunuz? Bırakın korusun kendi kendini. Bakıyoruz birileri bir yerlere
giderken etraflarında güçlü güçlü korumaları var. Koruduklarının yasalarına
tapınıyor adamlar. Bakın bu koruyanların da, korunanların da, tapınanların da
tapınılanların da durumlarını anlatırken Rabbimiz Hac sûresinde şöyle
buyurur:
“Ey İnsanlar! Bir misâl verilmektedir,
şimdi onu dinleyin: Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler,
bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu
kurtaramazlar; isteyen de, istenen de aciz!”
(Hac 73)
Bakın bu
âyet-i kerîmede anlatıldığına göre adamlar tapınmak için put yapıyorlar, onları
korumak için odalara koyup kapılarını sıkı sıkı kilitliyorlarmış. Sonra anahtar
deliğinden giren bir sinek putun burnundan bir bal parçası koparıp kaçıyormuş.
Allah diyor ki o putlar kendi vücutlarından bir sineğin parça koparmasına bile
engel olamı-yorlar. Koparan da aciz, koparılan da. Tapınan da aciz, tapınılan
da. İşte şirk mantığı. Kendini bile korumaktan aciz, kullarının korumasına
muhtaç bir puta tapınıyorlar zavallılar.
Yâsîn
sûresinde şöyle buyurur Rabbimiz:
“Allah'ı bırakıp da kendilerine yardımı
dokunur diye, başka tanrılar edindiler. Oysa onlar yardım edemezler, ancak
kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet
beklerler.”
(Yâsîn 74,75)
Evet
bırakın o putlarının, o tanrılarının kendilerini korumalarını aksine onlar
onlara gönüllü ordudurlar, diyor Rabbimiz. Aslında korunmaya muhtaç olanlar,
koruyanlardan daha zayıftır. Ama:
O Allah
ki tüm kullarını koruyandır, kendisi kulları tarafından korunmaya muhtaç
olmayandır. O Allah ki, tüm varlıkları, tüm kullarını doyurandır, kendisi
doyurulmaya muhtaç olmayandır. Çünkü Allah göklerde ve yerde tek Velî’dir. Tüm
varlıklar O’nun velâyeti altındadır. Tüm varlıklar O’nun hıfz u emanındadır.
Bakıyoruz
dünyada insanların velî kabul edip, kararlarına boyun büktükleri, kanunlarını
uygulamaya çalıştıkları, arzularını yerine getirmeye çalıştıkları insanlar
kendilerine bel bağladıkları varlıkları, velâyeti altındaki kullarını,
kölelerini, vatandaşlarını korumak, doyurmak ve beslemek şöyle dursun, onlardan
korunmak istemek durumundadırlar. Bırakın onları doyurup beslemelerini, bu yapay
tanrılar ve tanrıçalar hep kullarından beslenmek durumundadırlar. Kullarını
korumak şöyle dursun kullarının korumasına sığınmaktadırlar. Kullarından aman
beni koruyun! Aman beni yıkmak isteyenlere karşı beni koruyun! Beni yaşatın,
beni ihya edin, beni canlı tutun, beni gündemde tutun diye onlardan korunma
talep etmektedirler.
Öyle değil mi? Hiçbir Firavun kullarından, metbularından
vergi almadıkça ayakta duramaz. Hiçbir Firavun kullarından destek almadıkça
hayatta kalamaz. Hiçbir put kendisine tapınanlardan, kullarından kendisine bir
mozole istemedikçe, bir anıtkabir, bir piramit istemedikçe asla tapınılmaya
değer görülemez. Hiçbir sistem, bağlılarından oy istemedikçe, kullarından kabul
istemedikçe yaşayamaz. Hiçbir kanun, hiçbir yasa, hiçbir yönetmelik, hiçbir
âdet, hiçbir töre, hiçbir moda, bağlılarından talep görmedikçe yaşayamaz.
Evet tüm yapay tanrılar, tüm sahte veliler hayatlarını
sürdürebilmek için hizmetçilerine, kullarına, metbularına muhtaçtırlar.
Kullarına ihtiyacı olmayan, tüm kullarının kendisine muhtaç olduğu velî sadece
Allah’tır. O Allah ki kimsenin yardımına, kimsenin desteğine muhtaç
değildir.
Evet
koruyan Allah’tır. Mü’min sadece Allah’a sığınmalı, sadece O’na güvenmeli,
sadece O’ndan yardım dilemelidir. Çünkü
kendisine sığınılacak tek varlık Allah’tır.
Felâkın
Rabbine sığınırım de. Felâkın Rabbi ifadesinin pek çok manası
vardır:
1. Felâk,
yarıp çıkaran, çatlatıp ortaya çıkaran anlamınadır. En’âm sûresi bu manayı
anlatır:
“Taneyi ve çekirdeği yaran
şüphesiz Allah’tır; ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur,
nasıl yüz çevirirsiniz?”
(En’âm 95)
Bakın
sizin sadece kendisine sığınmanız gereken Allah taneyi, çekirdeği, tohumu yaran,
çatlatan ve ondan hayat fışkırtandır. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarandır
o Allah. Sizin toprağa attığınız ölü bir tohum, ölü bir çekirdek Rabbinizin emri
ve izniyle ölülüğünü kaybediyor ve ondan diri çıkarılıyor. Bu olay gerçekten
üzerinde düşünül-mezse çok önemsiz bir olay gibi değil mi? Ama Rabbimizin bu
âyeti üzerinde uzun uzun düşündüğümüz ve kafa yorduğumuz zaman bunun ne kadar
büyük bir hadise olduğunu anlarız.
Söyleyin bakalım Allah’tan başka bu küçücük çekirdekten,
hem de ölü bir çekirdekten böyle hayat fışkırtan başka birileri var mı?
Allah’tan başka hayat konusunda söz sahibi birileri var mı? Böyle küçücük bir
tohumun, küçücük ölü bir çekirdeğin içine koskoca bir ağacı sığdıran başka
birileri var mı? Bu ölüden dirilik ve canlılık çıkaracak başka birileri var mı?
Küçücük bir spermanın içine koskoca bir insan yerleştirebilecek Allah’tan başka
birileri var mı? Bir tek ölü çekirdeğin içine tonlarla meyveyi yerleştirebilecek
birileri var mı? Bunu düşününce insan gerçekten bunun çok büyük bir âyet
olduğunu ve Allah’tan başka bunu beceren hiç kimsenin olmadığını ve bunu beceren
Allah’ın gerçek Rabb ve İlâh olduğunu ve sadece kendisine sığınılması gereken
tek varlık, tek velî olduğunu, O’nun dışında her şeyin ve herkesin boş olduğunu
anlayabilecektir.
Vakıa
sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler
sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz? Dilesek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar
kalırsınız da şöyle dersiniz: “Doğrusu borç altına girdik, hattâ yoksun
kaldık.”
Evet Rabbimiz
soruyor. Söyleyin bakalım ektiklerinizi yerden siz mi bitiriyorsunuz? Söyleyin
bakalım toprağın altına attığınız tohum hakkında ne dersiniz? Onu çıkaran, onu
bitiren, onu canlı hale getiren siz misiniz? Onu toprağın altına atmaktan başka
ne gibi bir müdahaleniz var sizin? Ne yapabiliyorsunuz bunun dışında? O’nu
bitiren Biz değil miyiz? Ona hayat veren Biz değil miyiz? Dilesek Biz onu çerçöp
haline getiririz de sizler de üzüntüden ne yapacağınızı bilmez bir vaziyette
şaşırıp kalırsınız ve sonunda: “Eyvah! Yaptıklarımız masrafların tamamı boşa
gitti! Bir sürü borç altına girdik! Mahvolduk” diyerek avuç ovalamaktan başka
hiçbir şey yapamazsınız.
Evet
yararak, çatlatarak hayat veren, yaratan, ölüden diriyi, diriden de ölüyü
çıkaran Allah’tır. İndirdiği yağmurla ölü toprağı dirilten, ölü tohumu çatlatan
Allah, aynen bunun gibi indirdiği vahiyle de ölü kalpleri diriltir. İndirdiği
vahiyle Rabbimiz ölülerden diriler çıkarır, kâfirlerden mü'minler oluşturur. Ya
da öldükten sonra kıyâmet günü insanları, sizleri öylece diriltip yeniden hayat
verecektir. Şüphesiz ki o her şeye Kâdirdir. Yani iradesini her neye tevcih
buyurmuşsa o anında vücuda geliverir.
İşte
böyle ölüden diriyi çıkaran Allah’tır. Az evvel anlatılan çekirdek örneğinde
olduğu gibi ölüden diriyi çıkarır Allah. Veya ölü bir insandan diriyi çıkarır,
diri bir insandan da ölüyü çıkarır. Kâfirden mü’mini, mü’minden de kâfiri
çıkarır. Kâfir, Kur’an’ın ifadesiyle ölüdür. Allah’tan, Allah’ın rahmetinden,
kitaptan, peygamberden ve bunlar vasıtasıyla Allah’ın yeryüzünde açtığı rahmet
kapılarından istifade edemeyen kişi ölüdür. Kalbi çoraktır, kaskatıdır onun.
Tıpkı yağmurdan, rahmetten mahrum olan bir toprağın ölülüğü gibi. İşte böyle bir
ölüyü mü'min yaparak ondan diriyi çıkardığı gibi, diriden de bir kâfir
çıkarabilir Allah. Veya vahiyle tanışamamış bir toplum da ölüdür. Böyle bir
toplumu sahâbe toplumu gibi vahiyle tanıştırarak bu ölülerden melekleri bile
geride bırakacak diriler çıkarır Allah. Çünkü vahiy rahmettir, peygamber
rahmettir.
Veya meselâ Nuh (a.s)’un iman etmeyen oğlu gibi diri ve
mü'-min bir babadan ölü bir oğul çıkardığı gibi, Hz. İbrahim’in babası gibi ölü
bir kâfirden diri bir İbrahim çıkarabilir Allah. Ya da Zekeriya (a.s) gibi yüz
yaşını aşkın birinden üstelik de kısır bir hanımdan Yahya gibi bir diri çıkarır
Allah. Veya işte bir zamanlar yok iken var edilen bir mevcudat. Ölüyken, yok
iken yeryüzünde hayat sahnesine çıkarılıp var edilen tüm mevcudat. Yoktu varlık,
yoktu insanlar, yoktu semalar, yoktu arz, yoktu güneş, yoktu ay, yoktu yıldızlar
da yokları var etti Rabbimiz. Yokluktan bir varlılar âlemi çıkardı. Kupkuru
topraktan Âdem’i yaratan O’dur. Kupkuru topraktan varlıklara hayat veren O’dur.
Var olanları da sonunda öldürerek diriden de ölüyü çıkarıyor Rab-bimiz. Canlı,
cıvıl cıvıl, hayat dolu bir insan sonunda ölüyor. Hayat bitiyor. Dipdiri bir
güneş batıyor. Yemyeşil bir tabiat ölüm döşeğine yatıyor. Dipdiri hayat fışkıran
bir yıldız batıp, kaybolup gidiyor. Dipdiri bir gençlik bitiyor ve nihâyet bir
gün gelecek ki tüm hayat bitecek.
İşte
böyle bir Allah sizin kendisine sığınmanız gereken tek Rabbinizdir. İşte Rabb
olmaya lâyık olan, hayat programı belirlemeye, kullarının hayatına kanun koymaya
yetkili olan, sizin boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece
kendisini dinlemeniz gereken Rabbiniz O’dur. Hal böyleyken nasıl oluyor da O’nu
hayatınızda diskalifiye ederek başkalarına sığınabiliyorsunuz? Nasıl oluyor da
böyle bir Allah’a kulluk dururken başkalarına kulluk edebiliyorsunuz? Nasıl
oluyor da böyle bir Allah’ın kitabını, böyle bir Allah’ın yasalarını bir ke-nara
atarak başkalarının yasalarını uygulamaya kalkışıyorsunuz? Tüm dünya birleşse
kupkuru bir çekirdekten bir ağaç çıkarabilir mi? Tüm dünya birleşse ölü ve
kupkuru bir çöle hayat verebilir mi? Tüm dünya birleşse ayı, güneşi yıldızları
yaratabilir, yahut yok edebilir mi? İşte bütün bunları yaratan Allah’tır ve sözü
dinlenecek, hatırı kazanılacak, kendisine sığınılacak ve hayat programı
uygulanacak yegâne varlık O’dur. Böyle bir Rabbiniz varken ey insanlar neden
başka Rabler aramaya, bulmaya ve boyunlarınızdaki ipin ucunu onlara vermeye
çalışıyorsunuz?
Yine aynı
sûrenin bir sonraki âyetinde de Rabbimiz sabahı yarıp çıkaran olarak kendisini
anlatır:
“Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme
zamanı, güneş ve Ay’ı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin
nizamıdır.”
(En’âm 96)
Evet gece, gündüz, ay, güneş hepsi de Allah’ın
âyetleridir. Hepsinde de ölçülü bir yasa koymuştur Rableri. Bunların hiç birisi
tesadüfî değildir. Hiçbirisi oyun ve eğlence olarak var edilmiş değildir.
Bunların hepsi Allah’ın koyduğu yasalara boyun büküp teslim olmuşken siz kimin
yasalarına boyun büküp teslim oluyorsunuz? Siz kimi Rabb bilip sığınıyorsunuz?
Kimin koruması altına girmeye çalışıyorsunuz?
Bakmıyor
musunuz? Görmüyor musunuz? Gözlerinizin önünde her gün geceden söküp sıyırarak
sabahı yaratan O’dur. Sabahı geceden söküp çıkaran Allah’tır. Rabb ve İlâh
olmaya, kullarının hayat programını belirlemeye, kulları üzerinde egemen olmaya
lâyık olan Allah, görüyorsunuz ki geceden sıyırarak soyutlayarak sabahınızı
çıkarıyor. Toprağın altından toprağı yararak tohumu filizlendirdiği gibi. Ölüden
diriyi, diriden ölüyü çıkardığı gibi gecenin karanlıkları arasından aydınlığı
söküp çıkarıyor. Eğer Rabbiniz sizin için bunu yapmasaydı kim yapabilirdi bunu?
Kim kovabilirdi geceyi ve kim getirebilirdi gündüzü? Kimin gücü yetebilirdi
buna? Sizlerin şu anda sığınmaya ve teslim olmaya çalıştığınız yeryüzü tanrıları
becerebilir miydi bunu? Yeryüzünde tanrılığa soyunanlar, yeryüzünde egemenlik
hakkı bizdedir diyenler, bizim hayatımıza Allah karışmaz diyenler, hayatı biz
biliriz, hayatı biz düzenleriz diyerek kendi yasalarını Allah yasalarının önüne
geçirmeye çalışanlar üzerinde biraz düşünmemiz gerekmiyor mu?
Acaba bu insanlar doğru mu söylüyorlar? Acaba bu
insanların gerçekten yığınlar üzerinde egemenlik hakları var mıdır, yok mudur?
Bu konuda beş dakikalığına bir düşünelim. Allah için bir düşünelim. Acaba bu
yeryüzü tanrıları Allah’ın bu âyetlerine ne kadar müdahale edebiliyorlar?
Güneşe, aya, geceye, gündüze ne kadar etkililer? Güçleri, kuvvetleri, etkileri
nedir bu insanların? Acaba şu anda güneşe söz geçirebiliyorlar mı? Meselâ
mesaimiz henüz bitmedi diye beş dakikalığına güneşi durdurabiliyorlar mı? Veya
bir beş dakikalığına geceyi uzatabiliyorlar mı? Hani bunu becerebilen birileri
varsa onlara da minnet duyup, onlara da sığınıp kulluk yapalım. Eğer bunu
becerebilen birileri varsa tamam onların yasalarını da uygulayalım, onları Rabb
bilelim, onları da İlâh bilip onların da çektikleri yere de gidelim. Var mı
böyle Rabb olmaya, İlâh olmaya lâyık birileri? Yoksa, nasıl oluyor da bu adamlar
yeryüzünde insanlara karşı ulûhiyet iddiasında bulunabiliyorlar? Nasıl oluyor da
egemenlik bizdedir, hâkimiyet bizdedir demeye çalışıyorlar? Nasıl oluyor da
yeryüzü tanrılığına soyunuyor bu adamlar? Nasıl oluyor da Allah’ı hayata
karıştırmamaya çalışıyor bu adamlar?
De ki ey
peygamberim, sizler de deyin ey peygamber yolunun yolcuları, “biz Felâkın
Rabbine sığınırız.”
Adem’i
yokluktan, insanı ana rahminden, yağmuru bulutlardan yarıp çıkaran, dağları
yararak pınarları çıkaran, arzdan tohumları yarıp çıkaran, denizi yarıp ondan
kullarını, İsrâil oğullarını sağ salim karşı tarafa çıkaran, bizi
karanlıklardan, küfürden, şirkten İslam’ın aydınlığına çıkaran, Müslümanların
önüne konulan doğum kontrolü yut-turmacalarını yarıp tüm bu propaganda
denizlerine rağmen analarımızı koruyup rahîmlerde boğulmadan bizi sağ salim
çıkarıp dünyaya getiren, bizi dinden, imandan etmek için kâfirlerin
hazırladıkları tüm eğitim barikatlarını, tüm küfür filelerini yarıp bizi şu anda
Müslüman olarak sahil-i selâmete çıkaran, öldükten sonra toprak olup unutulup
gitme kahrından kabirleri yararak bizi kurtaran ve nihâyet sonunda da inşallah
sıratı yararak, cehennemdeki korkunç kuyulardan geçirerek bizi cennete
ulaştıracak olan Rabbimize sığınıyoruz. Hâsılı Felâk ile ne kastedilmişse
hepsinin Rabbi olan Allah’a sığınırız. Zaten bundan sonraki âyette gelecek O’nun
olan her şeyden O’na sığınırız.
2. “Yaratıkların şerrinden,”
Tüm yaratıkların, tüm varlıkların şerrinden Allah’a
sığınırız. Aslında yaratılmış varlıklardaki şerri yaratan, onlara bu konuda izin
veren, bunun yasasını koyan da Allah’tır. Ama Allah’ın yarattığı şerlerden
Allah’a sığınırız diyerek şerri Rabbimize izafe etmemizi Rabbimiz istemediği
için böyle diyoruz. Bu âyette mahlukâtın şerri genel olarak zikredilmiş ama
bundan sonraki âyetlerde ayrıca özellikle şunların, şunların şerrinden Allah’a
sığınırız diye bazı şerliler önemine binaen bir daha
vurgulanacaktır.
Bildiğimiz bilmediğimiz tüm yaratıkların şerlerinden o varlıkların sahibi
olan, onların tümü üzerinde egemen olan, söz sahibi olan, onların tümünün ipleri
elinde olan Allah’a sığınırız. Maddî, manevi, dünyevî, uhrevî, afakî, enfüsî,
ins, cin, şeytan, nefis, hayvanat, haşarat, mikrop, küfür, şirk, nifâk, günah,
zulüm, cehennem, ateş, üzüntü, keder, noksanlık, dert vs. gibi içimizden ve
dışımızdan gelebilecek her türlü şerden Allah’a sığınırız. Rabbimiz tüm
mahlukâtının şerrinden kendisine sığınmamızı, kendisinin koruması altına
girmemizi emrediyor.
Evet tüm
varlıkların şerrinden Allah’a sığınacağız. Peki varlıkların, yaratıkların bizim
için şer, ya da hayırlı oluşunu nasıl anlayacağız? Bu konuda önce şu genel
kaideyi bir söyleyelim. Bir varlığın bizimle ilgisi, bir şeyin bizim dünyamızda
oluşu eğer bizi cennete götürüyorsa, cennete götürücü bir özelliğe sahipse o
varlık bizim için hayırlıdır. Yok eğer bir varlıkla beraberliğimiz bizi
cehenneme götürüyor-sa o varlığın hayatımızda varlığı bizim için şerdir.
Kadının, erkeğin, babanın, ananın, evlâdın, arkadaşın, eşyanın, evin, arabanın,
dükkanın, servetin, paranın varlığı, bizimle beraberliği eğer bizi cennete sevk
ediyor, bizim cennetimize sebep oluyorsa, o bizim için hayırlıdır. Ama bunların
bizim hayatımızda varlığı bizim cennetimize engelse, o zaman, işte o zaman
bunlar bizim için şerdir, bunlardan uzaklaşıp Allah’a sığınacağız.
Böyle
genel bir sığınma emrinden sonra Rabbimiz sûrenin bundan sonraki âyetlerinde
özellikle de şunlardan, şunlardan bana sığının diyerek sığınmamız gerekenleri
anlatacak:
3. “Bastırdığı zaman karanlığın
şerrinden,”
Vegab olduğu zaman, kapladığı zaman, girip daldığı
zaman, bastırdığı veya battığı zaman karanlığın, gecenin şerrinden de Allah’a
sığınırım de. Çünkü gece her şeyi örttüğü için bütün kötülükler gece işlenir.
Düşmanlar gece harekete geçerler. Rasulullah efendimizin vü-cudunu ortadan
kaldırmayı planlayanlar da onu kimin öldürdüğü belli olmasın diye geceyi
seçmişlerdi. İnsanlara zarar verici tüm zararlı hayvanlar da gece harekete
geçerler. Onun içindir ki gecenin şerrinden, gece harekete geçen zararlı
varlıkların şerrinden kendisine sığınmamızı emretmektedir. Böylece bildiğimiz,
bilmediğimiz tüm şerlerden Rabbimize sığınmış oluyoruz.
Buradaki
“ğasıkın iza vekab”a insanın içini saran, kaplayan onu tahrik eden şehvettir
demişler. Veya insanın ruhuna gam, keder gibi herhangi bir şey ilka eden kara
şey, kara sevda demişler. İnsanların ruhlarını karartan, imanlarını yok etmeye
çalışan karanlık taraftarı, karanlıktan hoşlanan karanlık dünyanın insanları var
ya, onların şerlerinden de Allah’a sığınacağız. Allah’ın nûr olan, ışık olan,
aydınlık olan kitabının okunmasına, öğrenilmesine, eğitimine engeller koyarak
insanların dünyalarını karartmaya çalışan kara ruhluların şerlerinden de Allah’a
sığınacağız.
İşte
Rabbimiz bu ifadesiyle neyi kastetmişse, onların tümünün şerrinden de Felâkın
Rabbine sığınırız. Başka?
4. “Düğümlere nefes edenlerin
(büyücülerin) şerrinden,”
“Ukde” ip demektir, “ukad” da ipler demektir. “Nefese” de üfürmek, üflemek
demektir. Neffase de onun çoğuludur. Öyleyse iplere, düğümlere üfürenlerin,
üfleyenlerin şerrinden de Felâkın Rab-bine sığınırım de. Âyetin,
anlayabildiğimiz kadarıyla birkaç manası var:
1.
Âlimlerimiz buradaki ipler üzerine üfüren, düğümler üzerine üfleyenlerden kastın
sihirbazlar olduğunu söylemişler. Çünkü sihir unsurları ipler ve bu iplere
atılan düğümlerdir. Sihirbazlar iplere düğüm atarak üfürürler. Evet tüm
üfürükçülerin tüm sihirbazların şerlerinden kendisine sığınmamızı istiyor
Rabbimiz. Nitekim Buhari’nin rivâyet ettiği hadislerinde Rasulullah efendimiz
kendisine sihir yapıldığı zaman Cebrâil’in kendisine gelerek bu sûreyi okumasını
tavsiye ettiğini anlatmaktadır. Biz de onların şerlerinden Rabbimize
sığındığımız zaman onların bize yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Bakara
sûresinde, Cin sûresinde cinlerin Allah’a sığınan kişiye yapabilecekleri hiçbir
şeyin olmadığı anlatılır.
2.
Gönüllerdeki düğümlü azimler, tutkular, mefkureler, hedefler, kuruntular ki,
onların şerlerinden de Allah’a sığınacağız.
3.
Buradaki “Neffasat” kelimesi müennes bir kelime olduğu için
kadınların cinsel cazibelerinin, hile ve tuzaklarının yüreklere işleyen füsunkar
tesiri olduğu söylenmiştir. Öyleyse şu piyasada erkeklerin kalplerine şehvetler
üfürerek onları etkileri altına almaya çalışan, insanları baştan çıkarabilmek
için şeytanın oltasına solucan olmuş kadınların şerlerinden de Allah’a
sığınacağız. Tıpkı sihir gibi onların da erkeklerin azim ve iradelerini etkileme
güçlerinin olduğunu, binaenaleyh onların şerlerinden de kendisine sığınmamızı
istiyor Rabbimiz.
4. Nefese
kelimesinin çoğulu nüfus ve cemaatlerdir. Öyleyse insanlara kendi görüşlerini,
kendi gruplarını, kendi ideolojilerini üfleyen, onları Allah’ın kitabı ve
Resûlü’nün sünnetinden uzaklaştırarak kendi gruplarına, kendi kitaplarına, kendi
anlayışlarına çekmeye çalışan, onların iradelerine düğümler vuran, şunları
şunları okumayacaksınız, şunları şunları dinlemeyeceksiniz diyerek onların
düşüncelerine ipotekler koymaya çalışan cemaatlerin şerrinden de Allah’a
sığınmamız emrediliyor.
5. Veya
insanlara küfür ve şirk inançlarını üfürüp onları Allah’a kulluktan koparmaya,
kendilerine kul-köle edinmeye çalışan, küfrü ve şirki empoze etmeye, körpe
dimağlara pislik üfürerek onları etkilemeye çalışan materyalist eğitim
sistemlerinden de hem kendimizi, hem de çocuklarımızı koruyarak Allah’a
sığınmamız emredilmektedir.
6. Veya
insanlara Allah’ın diniyle uzaktan ve yakından hiçbir ilgisi olmayan resmî bir
din empoze etmeye çalışan zalim sistemlerin şerlerinden de Allah’a sığınmamız
emredilmektedir.
Önce
insanların dine girmemeleri için, insanların kitaplarıyla tanışmamaları için
engeller koyuyorlar. Her taraftan kapatıyorlar o yolu. Din eğitimini
yasaklıyorlar. İnsanların Kitap ve Sünnet duyma yollarını kapatıyorlar. Böylece
insanlara dini duyurmayarak onları Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar.
İnsanları kitaplarından uzaklaştırmaya çalışırlar. Eğer tüm bu yasaklamalara,
tüm bu engellemelere rağmen yine de insanlar Allah’ın diniyle, Allah’ın dininin
temel kaynakları olan Kitap ve Sünnetle tanışmaya yönelmişlerse, bu yönelişin
önüne geçemeyeceklerini anladıkları zaman da hemen onların karşısına resmî bir
din çıkarıp, resmî din dersi programları oluşturup, din dersi kitapları
hazırlatıp: “Din mi istiyorsunuz? Din eğitimi almak mı istiyorsunuz? Alın size
din! Alın size din eğitimi! Alın size din dersi kitapları!” Diyerek Allah’ın
diniyle uzak ve yakından hiçbir ilgisi olmayan din programları sunarlar.
Sundukları bu programlarla, empoze ettikleri bu din dışı dinlerle insanların
dengelerini bozarlar. İşte burada bunların şerlerinden de Allah’a sığınmamız emrediliyor. Bunlardan
da Allah’a sığınacağız inşallah.
Veya kendileri dinden habersiz kimi zavallı hoca
efendiler de Allah’ın kulları Kitap ve Sünnete yönelmesinler diye sanki ısrarla
Kitap ve Sünneti gündeme getirmeyerek, insanları Kitap ve Sünnete
yönlendirmeyerek, ölmüş bir takım salih kişileri öne sürerek, onların anma
törenlerini düzenleyerek, onları gündemde tutarak insanların dikkatlerini o
noktaya çekmeye çalışmaktadırlar.
Evet böylece insanlara üfürdükleri, empoze ettikleri bu
yanlış üfürüklerle insanların dinleriyle, dinlerinin temel kaynaklarıyla
tanışmalarını engellemektedirler. Bunların şerlerinden de Allah’a
sığınacağız.
Hâsılı
insanlara bir şeyler üfürerek, bir şeyler empoze ederek onların ruh ve beden
dengelerini bozmaya çalışan her şeyden Allah’a sığınacağız. Meselâ sokakta
gayr-i İslâmî kılık kıyafetiyle gençlere şehvet üfürüp onların dengelerini
bozmaya çalışanların şerrinden, veya karnı aç bir insana bir şeyler üfürerek
onların dengelerini bozmaya çalışan vitrinlerin şerrinden de Allah’a
sığınacağız. İhtiyacı olmadığı halde ihtiyacı olmayan ürünleri reklâmlarla
insanların beyinlerine sok-maya çalışanların, böylece insanların ruh-beden
dengelerini bozmaya çalışanların şerrinden de Allah’a sığınacağız. Onlar da
insanların ruh-beden dengesini bozarlar değil mi?
Meselâ şu anda insanlara küfür ve şirkten başka hiçbir
şey empoze etmeyen şeytan vahiylerinin, televizyon programlarının yaptığı bundan
başka bir şey değildir. İnsanları Allah’a kulluktan uzaklaştıran, insanlara
âhireti unutturan, insanları dinlerinin temel kaynakları Kitap ve Sünnetten
uzaklaştıran şeylerin tümünden uzaklaşacağız ve Allah’a sığınacağız.
Başka?
5. “Haset ettiği zaman hasetçilerin
şerrinden,”
Haset ettiği zaman, yani gönlündeki hasedini açığa
vurduğu, hasedini gündeme getirip uygulamaya koyduğu zaman, hasedinin gereğini
gerek fiilî, gerek kavlî icra etmek için harekete geçtiği zaman hasidin
şerrinden de Allah’a sığınacağız. Yani onu kalbinde saklayarak zararsız halde
tutmaktan vazgeçip eyleme geçirmeyi planladığı zaman hasidin şerrinden de
Felâkın Rabbine sığınırım de. Artık hasetle gözü dönmüş o kişinin karşısındakine
yapamayacağı yoktur. Onun içindir ki hasidin hasedinin gereğini yapmaya
yöneldiği anda bizim onun şerrinden kendisine sığınmamızı istiyor Rabbimiz.
Çünkü insanların gönüllerinde saklı olanları en iyi bilen Allah’tır ve
bilmediğimiz şeylerin şerlerinden kendisine sığınılmaya en lâyık olan da
O’dur.
Dikkat ediyor musunuz? Rabbimiz
kitabının son bölümünde biz kullarını hasetle uyarmaktadır. Anlıyoruz ki
Kur’an’ın tümünü yaşayan, Kur’an’da Allah’ın kendisinden istediği kulluğun
tümünü icra eden Müslüman yine son olarak hasetle karşı karşıyadır, hasetle
uyarılmaktadır. Yani Kur'an-ı Kerîm’i baştan sona anlayıp, iman edip Allah’ın
her bir âyetinde istediklerini uygulayarak tatbik etmeye muvaffak olsa da bir
Müslüman, Kur'an onu son olarak hasetle uyarır.
“Haset ettiği zaman hasidin şerrinden
Allah’a sığınırım de.”
Haset nedir acaba? Rabbimiz kitabının
en sonunda bizi onunla uyardığına göre, Rasulullah efendimiz de hadislerinde
ısrarla bizi ondan menettiğine göre acaba nedir haset?
Haset, dışımızdakinin taşıdığı
sıfatların tümünün veya bir kısmının onda olmamasını, ondan alınmasını veya onda
olmasını istemektir. İslâm, teslimiyet, din, kulluk, Müslümanlık, takva ve
teslimiyet adına onda olan şeylerin onda olmamasını istemek, yahut da günah,
isyan, ilhad adına onda olanların onda olmasını, onda devam etmesini istemektir
haset. Yani Allah’ın sevdiği ne kadar güzel haslet varsa onların tümünün o
kimseden alınmasını, Allah’ın sevmediği ne kadar kötü sıfat varsa onların da
onda devamını istemektir. Karşımızdakinin sahip olduğu güzel nîmetlerin zail
olmasını, telef olmasını istemektir haset.
Meselâ eğer karşımızdaki zenginse,
Allah kendisine bolca mal, mülk vermişse ve o kişi de malla ilişkisini Allah’ın
istediği gibi a-yarlıyor, kazanacağı ve harcayacağı yerleri Allah’a soruyor,
malını korkmadan Allah yolunda Allah kullarına harcamasını biliyorsa bunun ondan
alınmasını istemek hasettir. Onun fakirleşmesini ve dolayısıyla bu tür hayırlı
amellerden mahrum kalmasını istemek hasettir. Bunun tamamen zıddını istemek de
hasettir. Nasıl? Meselâ eğer karşıdaki fakirse bu durumdan kurtulmamasını,
sürekli onun fakr u zaruret içinde yaşamasını istemek de hasettir.
Tabi kardeşinde gördüğü bir
nîmetin ondan alınıp mahrum bırakılmasını istemekle birlikte o nîmetin sadece
kendisinin olmasını istemek de vardır. Bu gerçekten çok büyük bir hastalıktır ki
bundan kurtulanların sayısı çok azdır. Zira insanlar genellikle herhangi bir
hususta başkalarının kendisinden daha üstün bir konumda olmasını istemezler.
Kendilerinin herkesten üstün olmasını isterler.
Veya meselâ bir mü'minin ilmi var,
ahlâkı, güzel hitabeti var, tebliğ yapıyor, hizmet ediyor, cemaat oluşturuyor.
İnsanların imdadına koşuyor, hasta ziyareti yapıyor, zamanının büyük bir kısmını
Allah'ın dinine hizmete ayırıyor. Allah’ın dinine adam kazandırma kavgası
veriyor. Cennete aboneler yapmaya koşuyor. İnsanların cehennem yollarına
barikatlar koymaya çabalıyor. Bu uğurda malını ve canını fedâdan çekinmiyor.
İşte bir Müslüman, kardeşinde var olan bu sıfatları, bu güzel özellikleri
istemiyor, bu özelliklerin kendisinden alınmasını, bu sıfatlardan mahrum
bırakılmasını istiyor. İşte bu hasettir. Veya karşısındaki muhatabında tamamen
bunun zıddı varsa, meselâ cimrilik, korkaklık, miskinlik, dünyaya bağlılık,
rahatına düşkünlük gibi Allah’ın sevmediği bir kısım sıfatlar, bir kısım
özellikler varsa bunun devamını istemek, bu sıfatların kendisinde kalmasını
istemek de hasettir.
Bu şekilde kıskançlık caiz değildir,
haramdır. İşte bakın Rabbi-miz böylelerinin şerrinden kendisine sığınmamızı
istiyor. Rasulullah efendimiz de pek çok hadislerinde bunu menederek,
“Birbirinizi kıskanmayınız” buyurmaktadır. Müslüman kardeşini kıskanan bir
Müslüman açıkça Allah’a ve Allah’ın takdirine itiraz ediyor, karşı geliyor
demektir. Sanki nasıl oluyor da Allah ona verdiğini bana vermiyor? Nasıl oluyor
da Allah beni onun elindekilerden mahrum bırakıyor? Ey Allah’ım! Nasıl oluyor da
bana vermediklerini ona veriyorsun? diyerek Allah’ın takdirine isyan ediyor
demektir ki, bir mü’mine yakışacak bir şey değildir bu. Bakın Allah’ın Resûlü
bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Hasetten kaçının. Çünkü ateşin odunu
yakıp bitirdiği gibi haset de amel defterinizdeki iyiliklerinizi yiyip
bitirir.”
(Ebu Dâvûd, K. Edep
4/380
Yine kıskançlıkta Cenab-ı Hakk’a
hikmetsizlik izafesi söz konusudur. Bir mü’min kardeşine Allah tarafından
verilenleri kıskanan kimsede kendisine verilmeyen şeylerin ona verilmesi
sebebiyle Allah’ın hikmetsiz ve adâletsiz iş yaptığı ithamı vardır. O nîmetleri
hak eden, onlara layık olan kendisine vermemekle ve onları hak etmeyen kimseye
vermekle Allah’a cehalet iddiası yatmaktadır ki, kesinlikle haramdır
bu.
Evet mü’min kardeşlerini kıskanan ve bu
kıskançlığını gerek onlardaki güzel nîmetlerin onlardan alınıp telef olmasını
istemek biçiminde, gerekse onlardan alınıp kendisine verilmesi şeklinde içinde
taşıdığı bu kıskançlığı söz ve filleriyle ortaya koyan ve böylece kıskandığı
kardeşine zarar veren kişi haram işlemektedir. Ama içinde Müslüman kardeşine
karşı böyle bir kıskançlık taşımakla birlikte, bu kıskançlığı yenmeyi
becerememekle birlikte bunu söz ve davranışlarıyla ortaya koymayan, yani bu
içindeki kıskançlığın gereğini uygulamaya koymayan yani kıskandığı kimseye
herhangi bir zarar vermeyen kimse ise günahkâr sayılmaz. Ama böyle bir Müslümana
düşen elbette kendisini bu kıskançlıktan kurtarabilmek için çaba sarf etmektir.
Allah ve Resûlünün sevmediği bu kötü huydan kurtulabilmek için kendisini sürekli
hesaba çekmek zorundadır. Veya zaman zaman kıskandığı kişiye dua etmek
sûretiyle, kıskandığı kişinin faziletlerini in-sanlar önünde zikrederek ona
iyilik yapmaya çalışmalıdır.
Haset, kıskançlık yanında bir de gıpta
vardır. Gıpta, hasetten farklıdır. Onda karşısındakinin elindeki beğenilen
İslâmi özelliklerin yok olmasını, telef olmasını, onun elinden alınarak
bunlardan mahrum bırakılmasını istemek yerine, bunlar onda kalsın, ama onun
aynısının kendinde de olmasını, aynısının kendisine de verilmesini temenni
vardır.
Bakın Allah’ın Resûlü buyuruyor
ki:
“Birbirinize haset etmeyin. Çünkü haset,
kıskançlık İslâm ümmetini, İslâm cemaatını tıraş eden, Müslümanları parça parça
eden, birbirine düşman eden bir hastalıktır.”
İslâm cemaatını birbirine düşüren,
onları bölüp parçalayan çok tehlikeli
bir hastalıktır haset. Tarihte Kur’an’ın haber verdiği bazı haset örnekleri
vardır ve her biri de çok büyük kayıplarla sonuçlanmıştır. Bunlardan birisi
Mâide sûresinin 27-30. âyetlerinde haber verilen Hz. Âdem’in çocuklarından
Kabil’in kardeşi Habil’i kıskanması sonucunda öldürmesi olayıdır. Bir başka olay
da Yusuf sûresinde anlatılır. Hz. Yakub’un oğulları kardeşleri Yusuf’u kıskanıp
haset ederler. Sonra kardeşlerini kuyuya atarlar. Sonra başlarına nelerin
geldiğini, bu kıskançlıklarının cezasını nasıl ödediklerini anlatır Rabbimiz.
Yani insan kalbindeki haset duygusunun insana neleri yaptırdığını görebiliyor
musunuz? Kardeş kardeşi öldürebiliyor, kardeş kardeşi kuyuya atabiliyor. Birisi
kardeşine Allah tarafından verilmiş bir nîmeti çekemi-yordu. Allah kardeşinin
kurbanını kabul etmiş, kendisininkini ihlâsla yapılmadığı için kabul etmemişti.
Bunu kıskanarak kardeşini öldürüyordu. Ötekiler de kardeşlerine karşı
babalarının sevgisini kıskanmışlar ve bu hasetleri kardeşlerini yok etmeye kadar
götürmüştü onları. İşte haset budur. Bugün de bu yüzden Müslümanların
kardeşlerini yemeye çalıştıklarına şâhit oluyoruz.
Eğer bir toplumun üyeleri birbirlerine
haset etmeye başlarlarsa, Allah korusun topum ne kadar da güçlü olursa olsun o
toplum parça parça olmak zorunda kalacaktır. İnsanlar arasındaki en güçlü bağlar
bile çözülecektir. Onun içindir ki toplum halinde yaşamak zorunda olan bizlerden
Allah’ın Resûlü hasede karşı çok dikkatli olmamızı ve birbirimize haset
etmememizi tavsiye etmektedir.
Yine A’râf sûresinde anlatıldığına
göre İblisi bile baştan çıkaran hasetti. Âdem (a.s)’a karşı kıskançlığı, hasedi
onun rahmetten kovulmasına sebep oldu. Onun içindir ki yeryüzünde ilk işlenen
günahın sebebi de hasettir, gök yüzünde ilk işlenen günahın sebebi de bu haset
duygusudur. Öyleyse biz Müslümanların bu konuya çok dikkat etmemiz
gerekmektedir.
Eğer içimizdeki bir haset duygusunu
yenemeyerek bir Müslüman kardeşimize haset edecek olursak bile en azından onu
içimizde saklayalım, içimizdeki bu duyguyu eyleme dönüştürmek üzere ne sözle, ne
de amelle ona karşı bir zarar vermemeye çalışalım inşallah. Bakın Ahmet ibni
Hanbel’in Müsned’inde şöyle bir rivâyet var: Enes Bin Mâlik (r.a) den rivâyet
ediliyor. Diyor ki, “bir gün Rasulullah efendimizle birlikte otururken Allah’ın
Resûlü, “Şimdi yanımıza cennet ehlinden birisi gelecektir” buyurdu. Ve az sonra
ayakkabılarını sol elinde tutmuş, aldığı abdestten dolayı sakalından suların
damladığı ensâr-dan bir adam çıkageldi. Ertesi gün Allah’ın Resûlü yine aynı
sözü söyledi ve yine aynı adam geldi. Daha sonra Enes bin Mâlik efendimiz, ben
bu adamın evine gittim. Üç gün bu zatın evinde misa fir kalarak adamın amellerine muttali olmak istedim
diyor. Hz. Enes devamla diyor ki, ben onun hayırdan başka bir şey söylediğini
görmedim. Ama o zatın evinde üç gün kaldıktan sonra neredeyse onun amellerini
küçümseyecek hale gelmiştim.”
Yâni bu zatın hayatında normalin
ötesinde fevkalade bir şey göremedim. Ve kendisine sordum: “Ey Allah’ın kulu,
ben Rasulullah’ın senin hakkında üç defa cennetlik ifadesini kullandığını
duydum. Ve üç gece senin evinde kalarak senin amellerine muttali olmak istedim.
Böylelikle sana uyayım istedim. Fakat ben senin öyle fazla bir amel işlediğini
de görmedim. O zaman sen Rasulullah’ın bu müjdesine nasıl nail oldun?” dedim. O
zât bana dedi ki: “Gördüğünden başka bir amelim yok, ama şu kadar var ki ben
kalbimde Müslümanlardan herhangi birine karşı bir aldatma duygusu yahut da
Allah’ın herhangi bir kimseye karşı verdiği nîmetten dolayı ona bir kıskançlık
duygusu taşımıyorum. Hiçbir müslümana karşı bir kıskançlık duymuyorum.” Bunun
üzerine Abdullah ona şöyle dedi: “İşte seni bu mertebeye ulaştıran budur.” Evet
işte bu özellik sahibi bir Müslümana Rasulullah cennetlik müjdesi
veriyordu.
(Ahmet)
Kur’an’ın beyanına göre bu hastalık
ancak kitap ehline mahsus bir hastalıktır. Bu sadece kitap ehline yakışan bir
hastalıktır. Bakın Rabbimiz Bakara sûresindeki bir ayetinde şöyle
buyuruyor:
“Ehl-i Kitaptan pek çoğu gerçek
kendilerine açıklandıktan sonra nefislerindeki haset sebebiyle sizi imandan
sonra küfre çevirmek isterler.”
(Bakara 109)
Yani bir taraftan yeni gelen bir
kitapla, Allah’ın son elçisine gönderdiği son kitabıyla kendi kitaplarının
hükmünün kaldırıldığı haberi kendilerine ulaştırıldığı için bunun üzüntüsü, öbür
taraftan da Müslümanlara yeni bir kitap gönderilmesinin hasediyle yanıp tutuşan
bu ehl-i kitap, imandan sonra sizin de kendileri gibi küfre düşmenizi isterler.
İçleri Müslümanlara karşı hasetle doludur. Sizin dininizi, sizin kitabınızı,
sizin yolunuzu, Rabbiniz tarafından size gönderilen nîmetleri çekememektedirler
ve sizi dininizden uzaklaştırıp kendileri gibi dinsiz bir noktaya getirebilmek
için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Zira adamların kendi dinlerine
güvenleri, itimatları kalmamıştır. Şu anda Avrupalının yüzde doksanı ateisttir.
Dine inanan insan bulmak gerçekten zordur bu ehl-i kitabın içinde. Adamlar yine
Rabbimi-zin başka bir ayetinin beyanıyla kendilerinin kesin cehenneme
gittiklerinin farkındadırlar. Kendilerinin kesin cehenneme ve Müslümanların da
kesin cennete gittiklerinin şuurundadırlar. Onun için Müslümanlara karşı için
için hasetle kuduruyorlar.
Diyorlar ki, “yahu biz cehenneme doğru
giderken niye bu adamlar cennete gidiyorlar? Bizler cehenneme doğru giderken bu
Müslümanların cennete gidişine izin vermemeliyiz. Buna asla göz yummamalıyız. Ne
yapıp, yapıp bu Müslümanları cennet yolundan alıkoymalı ve onları kendi
cehennemimize çekmeliyiz. Onları inançlarından koparıp bizim pis dünyamızın
adamı yaparak cehenneme çağırmalıyız.” Yani adamlar bozdukları dinleriyle,
tahrif ettikleri kitaplarıyla, defterini dürüp hayattan dışladıkları
peygamberleriyle, yaşadıkları İslâm dışı hayatlarıyla kendilerinin kesin
cehenneme doğru gittiklerinin farkındalar. Kesin biliyorlar ki bu hayat
kendilerini cehenneme götürüyor. Kendilerinin cehenneme gidişlerini kesin
bildikleri kadar Müslümanların da kesin cennete gittiklerinin bilincindeler.
Kesin biliyorlar ki Müslümanlar da cennete gidiyorlar. Onun içindir ki
Müslümanlara karşı için için hasetle, kinle, kıskançlıkla dolup
taşmaktadırlar.
Ama dikkat ederseniz ne
kadar da ters bir mantık kullanıyorlar değil mi? Ne diyorlar? Niye bu
Müslümanlar cennete giderlerken biz cehenneme gidiyoruz? Niye göz yumalım buna?
Buna asla razı olamayız. Bizim cehenneme gittiğimiz bir dünyada bu Müslümanların
cennete gidişine asla razı olamayız. Ne yapıp yapıp bu Müslümanların da bizim
gibi bir hayat yaşayarak bizim gibi cehenneme gitmesini sağlamalıyız. Ne kadar
da bozuk bir anlayış değil mi? Halbuki adamlar böyle ters bir mantıkla hareket
edeceklerine şöyle deyiverseler kurtulacaklar: Yahu biz ne yapıyoruz? Biz nasıl
bir mantıkla hareket ediyoruz? Nasıl bir hayat yaşıyoruz? Bu adamlar müslümanca
bir hayat yaşayarak cennete giderlerken biz niye cehenneme gidiyoruz? Bizim de
onlar gibi, bizim de bozduğumuz kitabımızın orijinalinin dediği gibi, bizim de
hayattan dışladığımız peygamberlerimizin tarif buyurduğu gibi müslümanca bir
hayat yaşayarak cennete gitmemiz dururken niye cehenneme gidiyoruz? Bizler de
bizim elçilerimizin gönderildiği kaynaktan gelen son peygamberin yoluna tabi
olarak cennete gitmeliyiz deyiverseler haklarında çok hayırlı olacak ama adamlar
böyle yola girivermiyorlar da hasetlerinden ne yaptıklarını, ne yapacaklarını
bilemiyorlar. Allah bizleri, bu ümmeti bu en büyük hasitlerin şerlerinden de
korusun inşallah. Rabbimiz burada bizden onların şerlerinden de kendisine
sığınmamızı öğütlüyor.
Tek bir yerde hasedin yapılacağını
anlatıyor peygamberimiz. İbni Mes’ud’un rivâyetinde bakın Allah’ın Resûlü
efendimiz şöyle buyurur: “Haset ancak iki özellik sahibine yapılır. Birincisi
Allah tarafından kendisine ilim verilip, onunla amel eden ve onu Allah kullarına
ulaştıran, o ilmi ona muhtaç insanlara öğreten kişiye, ikincisi de Allah’ın
kendisine bolca mal verdiği, Allah tarafından kendisine lütfedilen bu malı Allah
yolunda harcayan kişiye. İşte bu iki kişiye haset edilir.” Başka yerlerden
öğrendiğimize göre adâletle hükmeden hakime, kari-i Kur’an’a, yani anlamak ve
amel etmek üzere Kur’an okuyan kişiye ve de cihad eden mücahide, namaz kılana,
oruç tutana gıpta edilecektir.
Felâk sûresinden öğrendiğimiz gibi tüm
bunların şerlerinden Allah’a sığınacağız. Elhamdülillah ki bildiğimiz
bilmediğimiz, farkında olduğumuz olmadığımız tüm düşmanlarımızdan kendisine
sığınmamızı bize gösteren ve her şeyden bizi koruyabilecek güçte bir Rabbi-miz
var. Bize gönderdiği Kitabıyla sığınma yasalarını gösteren, Kitabını tanıdıkça
düşmanlarımızı ve onlardan gelebilecek her türlü felâketleri önceden haber veren
bir Rabbimiz var. Kitabını tanıyanların, Kitabıyla hareket edenlerin, Kitabıyla
beraber olanların her an her türlü tehlikeden korunabileceği bir Rabbimiz var.
Bu sûreyi
de bitirdik. Rabbim gereği gibi iman edip amel eden kullarından eylesin.
Velhamdü lillahi Rabbi’l âlemîn.
allah hocamızdan razı olsun
YanıtlaSil