Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
111., Nüzûl sıralamasına göre 6., Mufassal sûreler kısmının on beşinci grubunun
dokuzuncu sûresi olan Tebbet sûresi
Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 5’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
“1:
Ebu Leheb’in elleri kurusun; kurudu da. 2: Malı ve kazandığı kendisine fayda
vermedi. 3: Alevli ateşe yaslanacaktır. 4-5: Karısı da, boynunda bir ip olduğu
halde ona odun taşıyacaktır.”
Kulluk kitabımızın 111.
sırasına yerleştirilmiş, Mekke’de Rasû-lullah’ın gizli döneminden sonra gelmiş
bir sûreyle karşı karşıyayız. Sûrenin iniş zamanı kesinlikle bilinmemekle
beraber muhtevasından anlıyoruz ki Mekke müşriklerinin Rasûlullah efendimize ve
beraberindeki bir avuç Müslüman’a, ölsünler, yok olsunlar, aç kalsınlar ve
dağılıp gitsinler diye ekonomik ve siyasal boykota kalkıştıkları ve sûrede
helâki anlatılan Rasûlullah’ın amcası Ebu Leheb’in yeğenini terk ederek onun
düşmanlarının safında yer aldığı bir dönemde nâzil olmuştur.
Mekke’de gizlilik döneminin sona ermesi
ve kendisine gelen Şuara 214. inzar âyetinden sonra Allah’ın Resûlü getirdiği
hidâyet he-diyesini anlatmak üzere bir yemek hazırlayarak başta amcaları olmak
üzere akrabalarını dâvet etmişti. Bu ilk dâvetinde Allah’ın Resûlü dâvâsını
anlatmaya muvaffak olamayınca art arda bir kaç kez bu dâveti tekrarladı. Bu
dâvetlerden birisinde Allah’ın Resûlü tam dâvâsını anlatacakken Ebu Leheb sözü
Allah Resûlü’nün ağzından kaparak: “Sen ne diyorsun? Neden söz ediyorsun? Biz
Araplara nasıl karşı çıkarız? Bu toplumu nasıl karşımıza alırız?” diyerek
Rasûlullah’ın sözünü başından kesti ve derdini anlatmasına izin vermedi.
Hani İslâmî bir hizmet için
birisine yardım istemeye gidersiniz, adam diyeceğinizi önceden fark edip:
“Vallahi yarın şu kadar ödemem var! Borç, dert, sıkıntı, senet, çek filan”
diyerek sözü boğazınızda düğümler ya, işte aynen bunun gibi Ebu Leheb de
Rasûlullah’ın meramını hemen anlamış ve konuşmasına fırsat vermemişti. Ama
Allah’ın Resûlü bu tür engellemeler karşısında bıkıp usanıp vazgeçiverecek bir
konumda değildir. O bu görevi Allah’tan almıştır ve ne pahasına olursa olsun
Allah’ın emirlerine tam teslim bir peygamber olarak yılmadan, ümit
inkisa rına uğramadan görevini yapacaktı.
Bir daha toplar akrabalarını ve bu
defa meramını anlatmaya muvaffak olur. Bizler de o şerefli Peygamberin yolunun
yolcuları olarak ondan devraldığımız bu dini yılmadan, bıkmadan, usanmadan
insanlara duyurmak ve insanların kurtuluşu için, insanların cenneti için
çırpınmak zorundayız. Efendim imkân bulamadım, fırsat vermediler, beni
dinlemediler, bana laf düşürmediler ki anlatayım demeye hiçbir zaman hakkımız
yoktur. Bir keresinde fırsat bulamadıysak ikinci bir kez, o zaman da imkân
bulamadıysak üçüncü seferinde mutlaka insanları evimize dâvet ederek, onlara
ikramlarda, bulunarak, yemek yedirerek, hediye vererek, yardım ederek dâvâmızı
anlatmak zorundayız.
Meselâ gidiyorsunuz
kayınpederinizin evine, adam kırk yıl öncesini anlatmaya başlıyor. İşte
tarladan, tapandan, paradan, puldan, evden barktan dem vuruyor. Biz hemen bir
fırsatını bulup sözü Allah’a ve Resûlüne, Allah’ın kitabına, Resûlünün
sünnetine, âhirete, hesaba, kitaba çekeceğiz. Bir denedik olmadıysa, ikinci
defa, üçüncü defa deneyerek gündemi Allah’ın istediği kulluk konularına çekmeye
çalışacağız.
Allah’ın Resûlü evine dâvet ettiği
amcalarına dâvâsını, derdini anlatınca amcası Ebu Leheb karşı çıktı ve işte bu
hadise üzerine bu sûre inmiştir. Öyleyse bir yerlerde birileri din anlatırken,
âyet ve hadis anlatırken onun sözünü kesmemeye, onu engelleyip, susturup sözü
başka yerlere çekmemeye çok dikkat edelim. Çünkü bu davranış Ebu Leheb
karakteridir ve Allah korusun kişinin helâkine sebeptir. Din anlatan bir kişiyi
engellemek, lüzumsuz laflarla onun önüne geçmek, sözü zırvalara çekmek şöyle
dursun insanları susturup onun ortaya koyduklarını dinlemelerini sağlamak bizim
görevimizdir.
Yine İmam Buhârî’nin İbni Abbas
efendimizden rivâyetinden anlıyoruz ki üçüncü bir merhalede Allah’ın Resûlü
kavmini dâvet eder. Tüm Kureyş’i: “Ya Sababah! Ya Sabahah!” diye nida
ederek Safa tepesine topladı. Tüm Kureyş Safa tepesinde toplanmıştı. Allah’ın
Resûlü burada veciz bir konuşmayla çevresindekileri uyardı. “Ey kavmim!” dedi,
“ne dersiniz? Ben size şu dağın arkasından güçlü kuvvetli bir ordu geliyor.
Sizin hepinizi kılıçtan geçirecek, kadınlarınızı dul, çocuklarınızı yetim
bırakacak desem beni doğrular mısınız? Tasdik eder misiniz beni?” Oradakiler hep
bir ağızdan dediler ki: “Ey Muhammed! Sen Kerim oğlu Kerimsin! Biz senin
ağzından şu ana kadar yalan bir şey duymadık! Sen diyorsan doğrudur.” Bunun
üzerine Allah’ın Resûlü:
“Madem ki benim dediğimi tasdik
ediyorsunuz, o halde ben sizi bundan daha tehlikeli bir âkıbetle uyarıyorum. Ben
sizi önünüzde sizi bekleyen bir azapla uyarıyorum! Ben Allah’ın elçisiyim!
Rabbim bana vahyediyor! Rabbim bana en yakınlarımdan başlamak sûretiyle
akrabalarımı uyarmakla emrediyor! Benim en yakınlarım sizlersiniz! Sizler La
İlâhe İllallah diyerek Allah’a iman edip tüm putları, tüm sahte tanrıları, tüm
yapay tanrı ve tanrıçaları reddetmedikçe ben ne dünyada ne de ukbada sizi
Allah’ın azabından kurtaramam!” buyurarak Allah’ın mesajını, Allah’ın dinini,
Allah’ın hayat programını onlara tebliğ etti.
Orada bulunanlar içinde ona ilk
karşı çıkan amcası Ebu Leheb oldu. “Tebben leke ya Muhammed!” “Yuh olsun sana ey
Muhammed! Bizi buraya bunun için mi çağırdın”? diyerek ellerine aldığı taşları
Ra-sûlullah’ın üzerine atmaya teşebbüs etti. İşte bu hadise üzerine Teb-bet
sûresi nâzil oldu deniyor.
Yine rivâyet ediliyor ki, bir defasında
Rasûlullah efendimizin amcası Ebu Leheb, Rasûlullah efendimizin yanına gelerek:
“Ey Muhammed şimdi senin getirdiğin bu dine ben de iman etsem karşılığında bana
ne var?” diye sordu. Allah’ın Resûlü de cevap olarak, “bu dine inanan
Müslümanlara ne verilecekse sana da aynısı verilecektir” buyurdu. Ebu Leheb:
“Benim gibi soylu soplu birisine daha fazlası yok mu? Benim bu insanlardan bir
üstünlüğüm, bir ruçhaniyetim yok mu?” deyince Allah’ın Resûlü, “hayır, üstünlük
ancak takva iledir” buyurdu. Bunun üzerine sinirlenen Ebu Leheb: “Benimle şu
baldırı çıplakları bir tutan bu dine tebben olsun, yuh olsun” dedi ve işte bunun
üzerine bu sûre indi.
Sûre Rasûlullah’ın öz amcası Ebu Leheb
ve karısının helâkini anlatıyor. İslâm düşmanı bir adam ve din düşmanlığı
konusunda ona yardımcı olan bir kadının helâki anlatılıyor bu sûrede. Allah’ın
dinine karşı savaş açan bir adamın ve bu savaşta kendisine yardım eden karısının
helâki anlatılıyor. Allah düşmanı Ebu Leheb ve ona hizmet eden bir kadın
şahsında kıyamete kadar onların yollarının yolcularının, onların rollerini
oynayanların da âkıbetlerini anlatıyor Rabbimiz bu sûrede.
Allah’ın
kullarının dinini öğrenmesinin önüne engeller koyanlar, yani dine karşı savaş
açanlar, kendi görüşlerini Allah dininin yerine ikâme edebilmek için Allah’a ve
O’nun dinine karşı savaş açanlar, kendi kanunlarının yerleşmesi adına Allah
kanunlarıyla mücâdele verenler hem bu dünyada hem de âhirette helâkten
kurtulamayacaklardır. Bunlar dünyada helâk olmaktan, âhirette de elim bir azaba
uğramaktan kurtulamayacaklardır.
Bakıyoruz
Allah’ın insan hayatına karışması konusunda odak nokta seçerek arzularını
kendileri aracılığıyla insanlığa sunduğu peygamberlerine ilk karşı gelenler, ilk
savaş açanlar az evvel Ebu Lehe-b’in kendi diliyle itiraf ettiği gibi hep "Mele
ve Mütraf”lardır. Yani toplumun zengin, şımarık servet sahipleri, toplum içinde
sınırsız bir hayat yaşayan, zenginliklerinin, arsızlıklarının, servetlerinin
kendilerini azdırdığı topluma egemen olmuş kimselerdir. Servetlerinin, zevk ve
eğlencelerinin, lüks içinde sınırsızca yaşadıkları hayatlarının kendilerini
bırakmayıp hakkı kabullerine engel olduğu varlıklı kimseler. Bunlar her dönemde
ve her toplumda gönderilmiş hak elçilerine karşı ilk savaşı açan kimselerdir.
Hemen hemen her dönemde topluma egemen olan bu zenginler grubu peygamberlere
karşı tavır alıp, peygamberlerin yolunu kesmeye çalışıp halkı Allah elçilerine
karşı kışkırtmışlardır. Bunun sebebi de şudur:
Bunlar her toplumda mevcut statükonun
devamından yanadır-lar. Yani mevcut düzeni savunmaktadırlar. Çünkü kendilerini
servet sahibi yapan, kendilerini diğer insanlara egemen kılan, garibanların
kanlarını emmeye izin veren, toplumun fakir kesimi üzerinde kendilerini
rableştiren o düzenin kendisidir. Mevcut sistem sayesinde palazlanıp servet
sahibi oldukları için sistemin yıkılmasını asla
istemezler.
Şunu da kesinlikle bilmektedirler
ki, peygamber bu düzeni değiştirmek için gelmektedir. Peygamber, toplumda ezen
ve ezilenlerin, zalimlerin ve mazlumların, sahte rablerin rubûbiyetlerine ve
köleleştirilmiş Allah kullarının zoraki kulluklarına son verip toplumda Allah
hâkimiyetini gerçekleştirmek için gelmektedir. Peygamber, adâleti tesis etmek
için gelmektedir. Peygamberin mesajı gönüllerde yer edip o mesajın hayata hakim
olması, bu adamların elde ettikleri tüm gayri meşru servetlerinin ve toplum
içinde bu servetleri sayesinde sağladıkları tüm statülerinin ellerinden uçup
gitmesi söz konusudur.
İşte bunu çok iyi bilen bu servet
sahipleri, düzenlerinin bozulacağı korkusuyla Allah elçilerine ilk savaşı
açmaktadırlar. Halkın cahil kalmasını istemektedirler. Halkın bilinçlenmesini,
halkın peygamberle tanışmasını istememektedirler.
Hem kendileri hak dâvâyı reddediyorlar,
hem de insanları, kölelerini, çocuklarını menediyorlar o dinden. Aman duymayın, dinleme-yin diyerek insanları
ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Gürültü çıkararak engellemeye çalışıyorlardı.
El çırparak, müzikle engellemeye çalışıyorlardı. Bakıyoruz bugün de zalimler
insanları Allah’ın kitabından, Allah’ın dininden alıkoymak istiyorlar.
Din eğitimini yasaklamaya
çalışıyorlar. Allah’ın kullarının Allah kitabını duymalarına engel olmaya
çalışıyorlar. Aman bu insanlar dinle tanışmasınlar, aman bu insanlar Kur’an ile,
kitaplarıyla tanışmasınlar diye insanlarla kitapları arasına engeller
koyuyorlar. Allah’ın dininin açıkça ortaya konulmasına izin vermiyorlar.
Allah’ın dinini anlatanları susturmaya çalışıyorlar. O gün de, bugün de din
düşmanlarının yaptıkları şey budur.
İşte bu sûresiyle Rabbimiz kıyamete
kadar Kur’an-ı Kerîm’inde Ebu Leheb rolünü oynayarak dinin insanlara
duyurulmasının önüne engeller koyanların, dinin tebliğinin önüne barikatlar
koymaya çalışanların ve bu adamlara kadınlık edenlerin hem dünyada, hem de
âhi-rette helâk olacaklarını anlatıyor.
"Ona ne malı,
ne de kazandığı fayda vermedi (onu Allah'ın kahrından kurtaramadık"
(2).
Bazı âlimler bu âyette söz
konusu olan "malı"ndan gaye, ba-basından miras olarak kalan malı olduğunu,
"kazandığı" ise, kendi ça-lışıp elde ettiği malı olduğunu söylemişlerdir. Bazı
âlimler de, "ka-zandığı" tabirinden maksadın evlat olduğunu kabul etmişlerdir
(En-Nesefi, Medârikü't-Tenzîl ve Hakaiku't-Te'vil, fit-Tefsir, IV,
382),
"(O), Alevli
bir ateşe girecek" (3).
Bu âyette, Ebu Leheb'in
alevli bir ateşte alev alev yanacağı haber verilmektedir. İlk iki âyette, onun
dünya hayatındaki azap ve sı-kıntısı söz konusu idi. Bu ve bundan sonraki âyette
de, onun ahi-retteki azabı, Cehennem ateşindeki yanması
anlatılmaktadır:
"Karısı da,
odun hamalı olarak. Boynunda hurma lifinden (örülmüş) bir ip (bulunacaktır)"
(4-5).
Dördüncü âyette, hem Ebu
Leheb'in, hem hanımının ateşte yanması ifade edilmektedir. Çünkü hanımı da,
İslâm'a düşmanlıkta ondan geri kalmıyordu. Yukarıda ifade edildiği gibi,
dikenleri topla-yarak, ip ile bağlayıp Hz. Muhammed (s.a.s)'in geçtiği yola
taşıyor, o-raya döküyordu. Bazı müfessirler de, bu kadının odun taşımasını,
düşmanlık ateşini körükleme manasında kabul etmişlerdir. Bu fitne-sinden dolayı
onu, günahların hamalı olarak yorumlamaktadırlar.
Aynı zamanda bu surenin
üslubunda çok ince bir ahenk vardır. Bu ahenk, hem ifadede ve hem tasvirde
mevcuttur. Bu suredeki diğer bir ahenk çeşidi de, kelimelerin ses tonunda olan
ahenktir. Cümlelerin musiki ahengi ile, yapılan işin çıkardığı ses, birbirine
uymaktadır. Bu surede bulunan bir çok mesajı, şöyle sıralamamız müm-kündür:
Düşman ne kadar kötü, zalim ve gaddar olursa olsun, ümitsizliğe düşmemek
lâzımdır. İslâm düşmanları, her zaman küfürlerinin gereğini yapmışlar ve
yapacaklardır. Zaten onlardan bu beklenir. Kur'an, inanan insanlara hiç bir
zaman ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir. Bununla beraber, zalimlerin zulmü ne
kadar şiddetli, maddi güçleri ne kadar çok ve kuvvetli olursa olsun, Allah'ın
gücü ve kuvveti onların güç ve kuvvetinden üstündür. Bir an gelir, Allah onlara
Ebu Leheb'e verdiği gibi gereken cezayı verir; onları dünya ve ahi-rette perişan
eder. Onun için, üzülmeye ve sıkılmaya gerek yoktur. Allah, zalimlere
zulümlerinin cezasını, mazlumlara da, haklarını elbette
verecektir.
Bu surede işaret edilen
diğer bir husus da, şu veya bu millet-ten olmanın hiç bir üstünlük ifade
etmediğidir. Bu surede Allah, en çok sevdiği Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'in
amcasına lânet et-mekte ve onu kötülemektedir. İman ve inanç olmayınca,
Peygamber'in amcası olmak bile, hiç bir şeyi ifade
etmiyor.
Bu mukaddimeden sonra inşallah
sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçelim. Sûrenin ilk âyeti Ebu Leheb’e
beddua ve lânetle başlıyor.
1.
“Ebu Leheb'in elleri kurusun; kurudu da!”
Sûrenin ilk âyeti Allah düşmanı Ebu
Leheb’e beddua ile baş-lıyor. Bu âyetin neyi ortaya koyduğunu söylemeden önce
Allah’ın bed-duasına konu olan Ebu Leheb’in sosyal durumuyla alâkalı bir şeyler
söyleyelim. Böylece bu bedduanın sebebini de anlamış olalım. Çünkü Kur’an-ı
Kerîm’de sadece bu sûrede bir kâfirin bizzat adı, ya da künyesi zikredilerek
lânetlenmektedir. Kur’an’ın başka hiçbir yerinde böyle bir kâfirin isminin
zikredildiğine şahit olmuyoruz.
Halbuki Rasûlullah efendimize ve
onun getirdiği hidâyet hediyesine karşı çıkmada Ebu Leheb’den daha ileri gitmiş
pek çok kâfir vardı. Acaba neden sadece Ebu Leheb de başkaları değil? Bunun
se-bebini şöylece anlamaya çalışıyoruz:
Ebu Leheb ve karısının sosyal statüsü
şöyledir: Ebu Leheb Resul-i Ekrem’in öz amcasıdır. Malı çok, evlâdı çok, sözü
dinlenen, etine dolgun, kırmızı yüzlü, ateş suratlı bir kimse idi. Esas ismi
Abdü’l Uzza’dır. Ateş suratlı ve kırmızı yüzlü olduğu için kendisine Ebu Le-heb
denmiştir. En büyük özelliği her yerde ve her fırsatta İslâm’a ve Rasulullah’a
karşı gelmesiydi. Kıyamete kadar dinin ortaya konulmasına, dinin anlatılmasına
engel olan, istiğna sahibi, müstekbir, makamı, mansıbı, parası, pulu, tanıdığı,
çevresi, kredisi olan ve tüm bu imkânlarını İslâm’ın önünü kesmeye harcayan
kişileri temsil eden bir adamdır.
Karısı Ümmü Cemil Erva binti Harb’dır.
Dedikoducudur, laf getirip götürür. İslâm düşmanlığı konusunda kocasının en
büyük yardımcısıdır. Çok kıymetli bir gerdanlığı olup bunu İslâm düşmanlığına
vakfetmiştir. İslâm düşmanı tüm kadınların temsilcisidir, lideridir. Hani şimdi
kahrolsun şeriat diye ürenler var ya, işte onların akıl hocaları ve
liderleridir. Veya Türk kadınlarını güçsüz görerek onları güçlendirme vakıfları
filan kurarak onları dinsizleştirme kavgası verenler var ya, işte onların
lideridir bu kadın. Âdi ve bayağı işlerden zevk alır. Hatice annemizin
peygamberimize yedirmek üzere pişirdiği yemeğinin içine toprak atmak,
Rasûlullah’ın geçeceği yollara diken atmak, Allah kullarına eziyet etmek vs.
gibi pis işlerin kadını.
Niçin o dönemdeki pek çok İslâm düşmanı
içinden sadece bu adam seçilip lânetlenmiştir, bunun sebeplerini doğrusunu Allah
bilir diyerek bildiğimiz kadarıyla şöyle sıralayabiliriz:
1. Ebu Leheb, Rasûlullah’ın öz be öz
amcasıydı. O dönem Araplarında amca, baba yerinde sayılıyordu. Bugün de öyledir,
bir kimsenin babası ölmüşse ona en yakın akraba olarak amcanın yeğenine kendi öz
çocuğu gibi bakması, sahiplenmesi gerekiyordu. Cahiliye döneminde, cahiliye ve
şirk ahlâkına göre bile ilk defa yeğenine onun sahip çıkması, onun elinden
tutması gerekiyordu. Küfür anlayışında bile bu vardı. Halbuki Ebu Leheb yeğenine
sahip çıkması şöyle dursun, ona ilk karşı çıkan olmuştu. İşte bu yüzden Allah’ın
bu lânetini hak etmiştir.
2. Yine Ebu Leheb Rasûlullah
efendimizin komşusuydu. Akrabalık hukuku yanında, komşuluk hukuku da vardı. Bu
iki hukuku birden reddedip hem yeğeni hem de komşusu olan Rasûlullah efendimize
düşmanlığından ötürü bu lâneti hak ettiğini anlıyoruz. Karısı Üm-mü Cemil,
evinde Rasûlullah efendimize rahat yüzü göstermiyordu. Yemeğinin içine toz
toprak atar, evinin kapısının eşiğine, ayağına batıp da rahatsız etsin diye
dikenler kordu.
3. Ayrıca Resul-i Ekrem’in iki kızı
(Rukiyye ve Ümmü Gülsüm) Ebu Leheb’in iki oğlundaydı. Ebu Leheb, Rasûlullah
efendimizin dünürüydü. Getirdiği tevhid dini yüzünden Rasûlullah efendimizle
arası açılınca Ebu Leheb iki oğlunu çağırıp, “bu adamın kızlarını boşamadıkça,
bu adamla ilgiyi kesmedikçe sizlere hakkımı helâl etmeyeceğim” diyerek Utbe ve
Uteybe’ye, iki oğluna da Rasûlullah’ın kızlarını boşattırdı ve boşatırken de
kayınpederlerine hakaret ettirdi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü gerçekten çok
üzüldü ve Utbe’ye bedduada bulundu: “Allah’ım! Ona aç köpeklerden bir köpek
mûsâllat et de onu paramparça parçalasın!” Bunun üzerine çok geçmeden Utbe Şam
taraflarına ticaret için bir kervanın içinde gitti. Babası Ebu Leheb
Rasû-lullah’ın bedduasının gerçekleşeceğini kesin bildiği için endişelenip
kervandakilere aman benim oğluma göz kulak olun diye tembih etmişse de Rabbimiz,
Şam taraflarında bir aslan mûsâllat etti
ve onu parça parça edip gebertti. İşte bu sebeplerden ötürü
lânetlenmiştir diyoruz.
4. Yine Şi'bi Ebi Talib’de Müslümanlar
boykot altında aç susuz inlerken Rasulullah’a ve Müslümanlara karşı en
merhametsiz davranan O’ydu. Mekke’ye mal satmak için gelen satıcılara çok yüksek
fiyat vererek, onların mallarını bloke ederek Müslümanların bulunduğu Şi’bi Ebi
Talib’e erzak gitmesini önlüyor, Müslümanların açlıktan ölmelerini, ya da böyle
bir ekonomik ambargo sonucu peygamberin çevresinden dağılıp gitmelerini
istiyordu.
5. Yine bu Allah düşmanı, Rasûlullah’ın
oğlunun vefat ettiğini duyduğu zaman, “bunun nesli kesildi artık yakında ondan
kurtulacağız” diyerek herkese duyurup bayram ilân etmişti.
6. Yine Ebu Leheb, Rasûlullah
efendimizi Mekke’de bir gölge gibi adım adım takip ediyor ve onun tebliğini
engellemeye, insanlar üzerinde meydana getirdiği tesirini yok etmeye, boşa
çıkarmaya çalışıyordu. Allah’ın Resûlü
hak dâvetini ulaştırmak üzere nereye giderse o da bir gölge gibi onun peşinden
gidiyordu. Allah’ın Resûlünü dinlemek üzere etrafında toplananlara: “Sakın bu
adamı dinlemeyin! Bu benim Yeğenimdir! Bunun kendisine hayrı yok ki size hayrı
olsun! Sakın buna inanmayın! Bu babayla evlâdın arasını açandır! Bu karıyla
kocayı birbirine düşman edendir!” diyerek Rasûlullah’ın tebliğine engel olmaya
ve onun insanlar üzerinde meydana getirdiği etkiyi yok etmeye çalışıyordu.
Hattâ, bu alçağın özel eğitilmiş
fahişeleri de vardı. Allah’ın Resûlü’nün yaptığı tebliğ sonucu etkilenmiş,
gönülleri İslâm’a kaymış insanların yanına bu fahişelerini gönderiyor ve “ne
yapın, yapın, tüm cilvelerinizi kullanıp bu adamın kalbini İslâm’dan çevirin”
diyordu. Her-halde şimdi de şu kanalizasyonlarda sabahlara kadar göbek atan
fahişeler de insanların gönüllerini İslâm’dan çevirmek maksadıyla günümüz çağdaş
Ebu Leheb’lerin yetiştirip öne sürdükleri fahişelerdir.
Hâsılı bizim bilemeyip de Allah’ın
bildiği daha pek çok sebepten ötürü belki de Rabbimiz bu sûresinde bedduayla onu
zikretti diyoruz. İşte sûrenin ilk âyetinde böyle bir İslâm düşmanına bedduayla
başlayarak Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Ebu Leheb'in elleri kurusun; kurudu
da!”
Evet Ebu Leheb’in iki eli kurusun,
kurudu da. Bu ifadeyle, bu bedduayla sûrenin nüzûl sebebine atıf vardır. Hani
Safa tepesinde Rasûlullah efendimizin dâvetine karşılık “Tebben leke ya Muhammed” demişti
ya, işte Rabbimiz da sûrenin başında Ebu Le-heb’in ifadesine uygun olarak onun
sözünü kendisine iade etmiştir.
Tebbet; Habet, Zellet, Hasirat
mânâlarına gelmektedir. Teb-bet, helâk anlamınadır. Hüsrana uğrasın, kahrolsun,
tüm yaptıkları boşa gitsin anlamına bir kelimedir.
Ebu Leheb’in elleri kurusun ifadesinden
maksat bizzat şu bedendeki eller değildir. Zira biz biliyoruz ki bu âyetin
nüzûlünden sonra Ebu Leheb’in elleri kurumuş, felç olmuş değildir. Halbuki
ikinci Tebbet ile bu bedduanın gerçekleştiği anlatılmaktadır. Ebu Leheb’in iki
eli kurusun, nitekim kurudu da buyuruluyor. Öyleyse anlıyoruz ki burada iki eli
kurusun ifadesiyle kastedilen bizzat şu bedendeki eller değildir. Bunun mânâsı
elleriyle yaptığı işlerin tamamı kurusun, el attığı her şey boşa çıksın,
elleriyle yaptıkları sebebiyle hep zarar etsin, elleriyle yaptığı işlerin
hiçbirisi kendisine bir fayda sağlamasın anlamınadır. Çünkü bakıyoruz ki bu
bedduadan sonra Ebu Leheb’in elleriyle yaptıklarının tamamı hep kendi aleyhine
çıkmış, hiç birisinin kendisine hayrı olmamıştır.
Zaten bu bedduadan sonra adese, taun,
ya da püstül denen vebaya benzer bir hastalığa yakalanmış ve vücudundaki tüm
sular çekilmiş, çevresine yayılan pis kokudan ötürü karısı da dahil hiç kimse
yanına yaklaşamaz hale gelmiş. Son dönemlerinde Bedir savaşı çıkar. Bedir’den
kaçıp kurtulabilmek için kendisine olan fâiz borçlarını silme karşılığında kendi
yerine gebermek üzere As bin Hişam’ı Bedir’e göndererek savaştan kaçıp kurtulur.
Ama Bedir dönüşü bir duvarın kenarında hastalığının ıstırabına dayanamayarak
böğürürken onun bu acı feryatlarına ve böğürtüsüne sabır edemeyen Sudanîlerden
bir grup, üzerine duvarı yıkıverirler ve duvarın altında geberip
gider.
Alimlerimizden bazılarına göre birinci
tebbet Ebu Leheb’in dünyadaki hüsranını, ikinci tebbet de bu hüsranın âhirette
olacağını anlatır. Bu iki tebbet ifadesi onun hem dünyada hem de âhirette
helâkini ve kaybını anlatır. Yani İslâm’ı sabote etmeye soyunan Allah
düş-manları sadece dünyada helâk olmayacaklar, aynı zamanda âhirette de bu
helâkleri devam edecektir.
Acaba neden elleri kurusun dendi de
kalbi kurusun, ya da aklı kurusun, ya da başka bir yeri kurusun denmemiştir?
Zira bu alçak Rasûlullah efendimizin gündüz yaptıklarını geceleyin elleriyle
bozmaya çalışıyordu. “Veya Peygamber çok şey vaat ediyor! Hani nerede bu vaat
ettikleri? Hani nerede cennet? Nerede hûriler? Nerede gıl-manlar? Hani nerede
cehennem? Nerede azap?” diyerek ellerini üf-lüyordu da onun için Rabbimiz onun
iki eli kurusun buyuruyordu.
Veya Safa tepesinde ellerini kaldırarak
“tebben leke ya Muhammed diyerek” ellerine aldığı taşları Rasûlullah efendimizin
üzerine atmaya teşebbüs ettiği için elleri kurusun
denmiştir.
Veya dünya ve âhiretin tüm işleri
ellerle yapıldığı için, onun elinden sadır olanların tümü yok olsun, elleriyle
yaptıklarının tamamı boşa çıksın anlamına elleri kurusun denmiştir. Çünkü biz
biliyoruz ki menfaati celp ve mazarratı def dünyada elle olmaktadır. Tüm diğer
azaların işi de ele atfedilir. Nitekim Rum sûresinde de yapılan işler ko-nusunda
ellere dikkat çekilmiştir.
“İnsanların elleriyle işledikleri
yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye
yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine
tattırır.”
(Rum 41)
Bir de burada şunu düşünüyoruz: Bu
adamın asıl adı Abdü’l Uzza iken Uzza isimli putun kulu iken Acaba Kur’an’da
niçin ismiyle değil de künyesiyle Ebu Leheb diye zikredildi? Rabbimiz kitabında
onu puta izafeyle anılan ismiyle zikrederek puta izafeyi caiz görmedi, uygun
bulmadı. Abdü’l Uzza, Uzza’nın kulu demektir. Aslında putları temelinden
reddeden bir dinin kitabında puta izafeyle böyle birinin adını zikretmesi elbette yakışık almazdı,
almayacaktı. Öyle değil mi? Meselâ bir adama hem küfretmemesi gerektiğini
öğütleyeceğiz, hem de ardından şöyle demeyeceksin diye bir küfür örneği
getireceğiz, olmaz bu.
Yine belki de adamın künyesi isminden
daha meşhurdu da Rabbimiz ismiyle değil künyesiyle zikretti onu. Yani bu sûrenin
inişinden önce de onun meşhur künyesi Ebu Leheb idi.
Yine biliyoruz ki isim, künyeden daha
şereflidir, daha evlâdır. Onun içindir ki bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de
peygamberler hep isimleriyle zikredilmişlerdir. Bu yüzdendir ki Cenâb-ı Hak Ebu
Leheb için düşük olanı şerefli olana tercih buyurmuş, şerefli olan isim yerine
şerefsiz olan künyesiyle zikretmiştir onu. Şimdi bunun tam tersi yaygındır değil
mi? Gariptir bugün insanlar şerefli yerine şerefsize talip oluyorlar.
Kendilerinin isimleriyle çağrılmaları yerine işte doktor, doçent, hoca, hacı,
efendi, bey, beyefendi eklemekten ve künyeleriyle anılmaktan
hoşlanmaktadır.
Ama burada şunu da söyleyelim ki
kişinin konumu, bulunduğu durumu itibariyle kendisine verilen isim daha
şereflidir. Peygambere ümmet oluşumuzdan dolayı Rasûlullah dememiz veya kişinin
babalığından ötürü babasına babam demesi veya hocasına hocam demesi, kocasına
kocam demesi, ustasına ustam demesi gibi.
Ama Gerçekten de bu Alçak Ebu Leheb nisbet edilmesi
gerekene nisbet edilmiştir. Ebu Leheb, ateş babası, ateş suratlı. İşte onun iki
eli kurusun, kurudu da:
2. “Malı ve kazandığı kendisine fayda
vermedi.”
Ne malı, ne serveti, ne çevresi, kredisi, ne çoluk
çocuğu ona hiçbir fayda sağlamadı. Hiçbirisi Allah’ın lânetinden ve bu lânet
gereği helâkten onu kurtaramamıştır. Ne malı, ne kazancı, ne toplayıp
biriktirdikleri, ne kucakladıkları, ne arkasına attıkları, ne kredisi, ne
itibarı, ne koltuğu, ne makamı, ne ekonomik gücü ona bir fayda sağlamadı. Tüm
ekonomik ve sosyal güçlülüğü iflas ediyordu.
Halbuki çok zengin birisiydi. Tüm
bu malını mülkünü işaret ederek gururla şöyle diyordu: “Eğer Muhammed’in dini
maya tutar, dedikleri gerçekleşirse o zaman ben de tüm malımı ve oğullarımı
seferber eder, ne yapar yapar onun önüne geçerim! Tüm gücümü kullanarak onun
dâvetini boğarım!” Karısı Ümmü Cemil çıfıtı da, “vallahi eğer Muhammed’in dâvâsı
galip gelmeye başlarsa ben de şu kıymetli gerdanlığımı ona düşmanlık adına vakf
ederim!” diyordu Ama ne onun malı, mülkü, ne de berikisinin gerdanlığı bir işe
yaramadı.
Burada ne malı, ne de kazancı ona fayda
vermedi deniliyor. İbni Abbas efendimize göre malından kasıt servetidir,
kazandığından kasıt da evlâtlarıdır. Ne malı ne de çoluk çocuğu, onun başına
gelenlerden onu kurtaramadı.
3.
“Alevli ateşe yaslanacaktır.”
Yarın o öyle bir ateşe yaslanacak ki, o
ateş çok alevlidir. Sadece bedenleri, sadece cisimleri yakan bir ateş değil,
ruhları sarıp gönüllere nüfuz eden, insanı insanlıktan çıkaran, kahreden bir
azap. İşte böyle bir ateşe yaslanacak o. Ebu Leheb ve kıyamete kadar onun
yolunun yolcuları, onun misyonunu üstlenen kâfirler, kendilerini olmamaları
gereken yerde, bulunmamaları gereken yerde tuttukları için zalimdirler. Ya da
kendilerini ateşe götürenler, kendilerini cehennem yolunda tutanlar, aslında
kendi kendilerine bunlar kadar zulmeden başka birileri olamaz. Kâfirler inkâr
ettikleri için önce Hakk’a zulmetmişlerdir. Kendilerini uçuruma, yani cehenneme
sevk ettikleri için kendi nefislerine zulmetmişlerdir. Bir de kendileri
küfrettikleri gibi insanları Allah yolundan menede-rek, insanları fitnelere
düşürerek, dinlerinden döndürmeye çalışarak, din eğitimini engelleyerek
insanlığa zulmetmişlerdir. Yani kâfir hem kendisine, hem Rabbine, hem de tüm
insanlığa karşı zulmeden insandır. Onun için onun cezası cehennemdir,
ateştir.
Onlar
dünyada da, âhirette de hüsrana uğrayan, eli boşa çıkanlardır. Neden hüsrana
mahkum olmuştur bunlar? Neyi kaybetmiştir bunlar? Sermayelerini kaybettiler.
Allah’ın dünyada kendilerine ver-diği akıl, iman, zaman sermayesini kaybettiler.
Âhiretteki hayatlarını kaybettiler. Allah’ın kendilerine verdiği fıtratlarını
kaybettiler. Allah’ın kendilerine lütfettiği
gözlerini, kulaklarını, akıllarını kaybettiler. Güçlerini, imkânlarını
boşa harcadılar. Ömürlerini boşa harcadılar. Çünkü bunların tümünü Allah’ın
istemediği yerde kullandılar. Allah için harcanmayan, Allah için kullanılmayan
her şey boşa gitmiştir. İşte boşa giden bir hayatın sonunda âhirette de hüsran
onları kucaklayacaktır.
4-5.
“Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun
taşıyacaktır.”
Ebu Leheb Alevli bir ateşe
yaslanacaktır. Karısı da boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır. Ebu
Leheb, ateşin yaranı, ateşin dostu olurken onun karısı da kocasının kâfirliğine
hizmet eden, onunla birlikte İslâm düşmanlığına sa’y eden, gerdanlığını İslâm’a
düşmanlık yolunda vakf eden bu kadın da, kıyamette odun taşıyıcısı olacaktır.
Dünyada böyle bir kocaya yardım eden, kocasının küfrüne hizmet eden bir kadın
elbette cehennemde de onun hizmetçisi olacak, ya da cehennemde onunla birlikte
ateşi paylaşıcı olacaktır.
Öyleyse kadınlarımızı sâlihe yapalım.
Onları kitap ve sünnetle tanıştıralım. Onların cennet yollarını açalım. Onların
cehennem yollarına barikatlar koyalım. Bu uğurda her şeyimizi fedâ edecek duruma
gelelim. Hanım kardeşlerimiz de bu konuda çok dikkatli olsunlar. Has-bel kader
kocaları İslâm düşmanıysa, kocaları İslâm’ın ortaya konulmasına karşıysa,
kocaları Allah’la savaşa tutuşmuşlarsa, sakın ha sa-kın onların bu küfürlerine
yardımcı olmasınlar. Onları küfür ve şirklerinden arındırabilmek için, onları
cennete kazandırabilmek için ellerinden ne geliyorsa yapsınlar. Onlara etki
edemiyorlarsa bile en azından kendilerini kurtarmayı bilsinler. Ebu Leheb’in
karısı konumuna düşmemeye çalışsınlar.
İşte dinden imandan, Allah’tan,
peygamberden habersizce yaşanan bir hayatın sonu budur. Böyle bir hayatın sonu
hüsrandır, kayıptır, eli boşa çıkmadır. Bunun bir açılımını da En’âm sûresinde
şöyle anlatıyordu Rabbimiz:
“Allah’a kavuşmayı (Allah’la
karşılaşmayı) yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki kıyamet saati ansızın
onlara geldiği zaman ağırlıklarını arkalarına yüklenip: “Dünyada işlediğimiz
büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!” derler. Dikkat edin onların
yüklendikleri şeyler ne kötüdür!”
(En’âm 31)
Allah’la
karşı karşıya gelmeyi ummayanlar, Allah’a kavuşup onun sorgulamasıyla karşı
karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı
tatminkâr bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini
duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır, burada kâm almaya
bakalım diyenler, yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının kokusu bile
olmayanlar işte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar,
kaybedenler bunlardır. Hasret çekenler bunlardır. Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar
olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim
anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah
yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken
yapmadıklarımıza! diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü
hasret çekecekler onlar.
Dünya ile
aldanmışlardır bunlar. Onu kendilerinin sandılar, aldandılar. Onu ebedî
zannettiler, aldandılar. Sanki dünyayı hiç bitmeyecek, tükenmeyecek zannettiler,
aldandılar. Dünyanın içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları
aldattı, aldandılar. Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada
imtihan gereği içki içene de dokunmuyordu Allah, namaz kılana da dokunmuyordu.
Zina edene de dokunmuyordu, dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayanlara da
dokunmuyordu. Allah’a kulluk yapana da, âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın,
tâğutların, nefislerinin kulu kölesi olanlara da dokunmuyordu. İmtihan gereği
işledikleri günahlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı.
Bunlar
ağırlıklarını arkalarına yüklenecekler, günâhlarını sırtlarına yüklenecekler.
Hani bir söz vardır, herkes cehennemdeki kendi ateşini dünyadan kendisi getirir
diye. İşte bunlar kendi yüklerini, kendi ateşlerini kendileri yüklenip
gelecekler.
Diyecekler ki, “dünyada işlediklerimizden ötürü yazıklar olsun bize.
Dünyada kaçırdığımız fırsatlarımızdan ötürü yuh olsun bize. Eyvah, biz boşa
geçirmişiz günlerimizi.” Allah için şöyle bir düşünün. Beş yıllık ilk okul
hayatımız elli güne çok rahat sığacaktır. Bunlardan tutun para kazanmaya
ayırdığımız zamanları, rızık kazanmak için değil köşe dönmeye ayırdığımız
zamanlarımızı, televizyonun başında, akvaryumun kenarında öldürdüğümüz zamanları
bir düşünün. Ya da hanımlarımızla sadece cinsi münâsebete
inhisa r eden hayatımızı bir düşünün. Böyle boşa harcadığımız
bir ömre yazıklar olsun demeyecek miyiz acaba? Hesabımız yarın pişman olmak için
mi? Allah diyor ki, yarın yaşadıkları hayattan ötürü pişmanlık duyacaklar ve de
“Onların
sırtlarındaki yükleri ne kötüdür.”
Hangi yükler meselâ? Dinle tanıştırmadığı çocuklarının,
Kitap-sünnet tanıtmadığı hanımlarının, din duyurması gereken komşularının,
hikayelerle oyaladığı talebelerinin, dine şahadet, tebliğ ve tâlim, Kur’an, mal
ve can emânetinin, aklın, gözün, kulağın, bütün sermayelerin vebali. Tüm bu
veballeri yüklenecektir. Öyleyse birer birer bu yükleri şimdiden indirmeye
çalışalım da yarın bu yüklerin altında ezilmeyelim, Allah yardımcımız olsun
inşallah.
Bu kadın kendilerini lânetleyen bu
sûrenin gelişinden sonra çok sinirlenmiş, kendini kaybedecek kadar kahrolmuş
üzüntüsünden. Çünkü ifade gerçekten böyle soylu bir kadını aşağılayan, yerin
dibine batıran bir ifade. Ebu Leheb’in karısı da boynunda mesedden bükülmüş
kalın bir urganla odun taşıyıcısı, hamal olarak görev yapacak. Öyle bir urgan,
öyle bir hâlât ki kopmayacak düşmeyecek. O kadın, kendisini yakacak odunu
sırtında kendisi taşımaktadır. Yani sırtında odunuyla kendi kendini yakmaya
gidiyor.
Gerçekten çok müthiş bir manzara.
Hani kâfirler esirleri birbirlerine bağlarlar zincirlerle sonra da içlerinden
bazılarını öldürürler ve ötekiler bu ölüleri de sürümek, taşımak zorunda
kalırlar ya, işte sanki öyle bir manzara. İslâm düşmanlığında kocasına yardımcı
olan kadın kendi kendisini yakacak odunu sırtında taşıyor, ya da dünyada
hizmetinde bulunduğu kocasının cehennemde azabı çoğalsın diye ateşini biraz daha
körüklemek üzere kocasına odun taşıyıverecek.
Tabii burada boyundan, halattan söz
edilmesini daha önce gerdanındaki gerdanlığını İslâm düşmanlığına vakfetmesine
mütenasip bir cevap olarak verildiğini anlıyoruz.
Bu sûre de burada sona erdi. Rabbim
burada anlattıklarına kendisinin istediği gibi iman eden, razı olduğu biçimde
amel eden, bu Allah âyetlerini başkalarına da duyurma çabası içine giren
kullarından eylesin.
Sübhanekallahümme ve bihamdik. Eşhedü
en la ilahe illa en-te. Estağfiruke ve etûbü ileyk.
Allah razı olsun. Çok istifade ediyorum.
YanıtlaSilAllah hayır versin inşallah
YanıtlaSilRabbim ebeden razı olsun.bize evlatlarımıza ve ummeti muhammmede
YanıtlaSilkuran ahlaki nasip etsim