ZÜMER
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 39,. nüzûl sıralamasına göre 59,.
Mesâni kısmı üçüncü sûreler grubunun ilk sûresi olan Zümer sûresi, Mekke’de
nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 75’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve onun pâk aile
halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
Adını içindeki
71,73 âyetlerindeki “Zümer” kelimesinden almış, Mekke’de Habeşistan’a hicret
öncesi nâzil olmuş, kitabımızın 39. sırasında yerini almış 75 âyetlik bir sûre
ile karşı karşıyayız. İnşallah bu sûre ile beraberlik kurarak, âyetleri üzerinde
düşünüp kafa yorarak Rabbimizin bize
ulaştırmayı dilediği bilgilerini, mesajlarını kavramaya, onlara iman etmeye ve
onlarla hayatımızı düzenlemeye çalışacağız. Rabbim fehmimizi, idrakimizi açsın
ve gereğiyle anlayıp iman etmeyi ve hayatımıza aktarmayı hepimize lütfetsin,
kolay getirsin.
Az evvel de ifade
ettiğim gibi sûre Mekke’de işkenceler altında bunalmış Müslümanların kendilerine
sığınacak bir coğrafya aradıkları ve Resûl-i Erken Efendimizin tavsiyesiyle
Habeşistan’a hicret etmeye hazırlandıkları bir dönemde nâzil olmuştur. Buna
işaret olarak sûrenin 10. âyetinde “Allah’ın arzı geniştir” ifadesini
görmekteyiz.
Sûrede Resûlullah
Efendimizin insanlığa yaptığı dâvetin esasları, ilkeleri çok net bir şekilde
ortaya konuyor. İnsanlar Allah’ın hak olarak, haklı olarak, hakkın ayağa
kaldırılıp, hakkın egemen olup bâtılın yok olması için indirdiği kitaba uymaya
dâvet ediliyor. Bu hak kitap rehberliğinde bir hayat yaşamaya çağrılıyor.
Kitabın mahza hak olduğu ve Allah tarafından indirildiği ortaya konuyor.
Kitap
konusunda, ki-tabın indirilişi konusunda peygamberin bile söz sahibi olmadığı,
peygamberin bile devre dışı bırakıldığı, peygamberin bile bir yetkisinin
ol-madığı vurgulanır. Yine aynı zamanda Allah’tan başka hiç kimsenin bu kitabı
peygambere indirmeye güç yetiremeyeceği, Nübüvvetin, peygamberliğin kesbî
olmadığı vurgulanır. Bu kitabı peygamberine in-diren Allah’tır. Bu kitapla
peygamberini, onun şahsında da bizleri şereflendiren, bilgilendiren, bu kitapla
kendi bilgisinden bize aktarımda bulunan Allah’tır.
Zira müşriklerden peygamber efendimize itirazlar yükseliyordu. Ey
Muhammed, bu kitap Allah’tan değil sendendir, bunu sen uyduruyor ve Allah’a
izafe etmeye çalışıyorsun diyorlardı. İşte Kâfirlerin bu itirazlarına cevap
sadedinde sûresinin başında Rabbimiz bu kitabın kendisinden olduğunu ortaya
koyuyordu. Muhataplarının akıllarını er-dirmek için de Rabbimiz bu kitabı
indirmeye liyakatini ortaya koymak üzere iki isminden söz ediverdi. Azîz ve
Hakîm. Bu kitap ancak Azîz ve Hakîm olan bir Allah yanındandır. Allah Azîzdir.
Allah mutlak güç ve kuvvet sahibidir, izzet ve şeref sahibidir. Allah mutlak
egemenlik sahibidir. Göklerde ve yerlerde tek hâkimiyet sahibi, tüm varlıkların
boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, mutlak tasarruf sahibi olandır
Allah. Hayata hakim olan, herkesin yasalarına boyun büktüğü yenilmez ve yanılmaz
olandır Allah. Sadece kendisine kulluk edilen, sadece kendisi dinlenilen, sadece
kendisinin yasaları uygulanan varlıktır Allah.
Aynı zamanda Hakîmdir de O Allah. Hikmet sahibidir, bilgi sahibidir. Her
şeyi bilen, bilgi kendisinden olandır Allah. Evet bu kitap bilginin, hikmetin
kaynağı olan Allah’tan gelmiş ve baştan sona hikmet dolu bir kitaptır. Bu kitap
Azîz ve Hakîm olan bir Allah’tan gelme bir kitaptır. Azîz olan bir Allah’ın,
Azîz olan bir elçisinin, Cebrail’in yeryüzünün en Azîzi olan bir peygambere
getirdiği Azîz ve Hakîm bir kitabıdır bu kitap. Evet kitabı indiren de Azîz ve
Hakîmdir, elçi de Azîz ve Hakîmdir, indirilen kitap ta Azîz ve Hakîmdir,
indirilen peygamber de Azîz ve Hakîmdir. Tabii yeryüzünde bu kitaba inanan, bu
kitabın izzet ve hikmetiyle şereflenen mü’minler de izzet ve hikmet
sahibidirler.
Evet
bu kitapla beraber olanlar yeryüzünde en büyük izzet ve şeref sahibi, hikmet
sahibi ve hâkimiyet sahibidir. Bu kitapla beraber olanlar şereflidir, bu kitapla
beraber olanlar güçlüdür, bu kitapla beraber olanlar, bu kitabı anlayanlar ve bu
kitabın istediği şekilde hareket edenler hikmet sahibidirler. Çünkü bu kitap
hikmet sahibinden gelmiş mahza hikmet olan bir kitaptır. Bu kitaptan habersiz
yaşayanlar, bu ki-tabın hikmetinden, izzet ve şerefinden istifade edemeyenler
hikmetsiz, izzetsiz ve şerefsizdirler.
Kitabın hak olarak indirilmesinin gündeminden sonra Rabbimiz peygamberine
ve tabii onun şahsında kıyamete kadar gelecek tüm Müslümanlara dini sadece
Allah’a halis kılarak, dini sadece Allah’a ait kılarak Ona kulluk yapma emri
gelmektedir. Kitaptan hiç bir eksiltmeden, artırma yapmadan halisane kitabın
ortaya koyduğu bir hayatı yaşamamız istenmektedir. İşte bu kitap size Rabbinizin
sizden istediği kulluğu öğretmek için gelmiştir. Haydi siz de dini sadece
Allah’a ait kı-larak, dinde Allah’a ortaklar bulmadan kulluk yapın
denilmektedir.
Çünkü din hayatın tümünü kapsayan bir hayat programıdır, din bir yaşam
biçimidir. Sadece namaz değildir din. Sadece Oruç, hac değildir, sadece anaya
babaya itaat değildir din. Bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir yıllık, bir
ömürlük hayatın tümünü içine alan bir ha-yat programıdır din. Ahlâkıyla,
imanıyla, ticaretiyle, ekonomisiyle, siyase-tiyle, eğitimiyle, yemesiyle,
içmesiyle, giyim kuşamıyla, evlenmesi bo-şanmasıyla bir gün, bir dünya yaşar ya
insan. İşte ana rahmine düştüğü andan itibaren başlayıp ölümüne kadar Allah’ın
istediği, bu kitabın ortaya koyduğu bir din hayatı yaşayacaktır insan. Allah bu
kita-bında bizden nasıl bir hayat istemişse, nasıl yememizi, nasıl içmemizi,
nasıl giyinmemizi, nasıl yatmamızı, nasıl bir ekonomik hayat yaşa-mamızı, nasıl
bir aile hayatı kurmamızı, nasıl baba olmamızı, nasıl ana olmamızı, nasıl evlât
olmamızı istemişse karıştırmadan, Allah’a ortaklar bulmadan, hayatı
parçalamadan, dini parçalamadan, zamanı parçalamadan, aileyi, toplumu
parçalamadan sadece ve sadece Allah’ı dinlemek, Allah’a kulluk yapmak
zorundayız.
Daha sonra İslâm dininin, teslimiyet dininin diğer bâtıl dinlerden farkı
ortaya konulmak üzere deniyor ki: “Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nu bırakıp
da putlardan dost edinenler: “Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsın diye kulluk
ediyoruz” derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm
verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola
eriştirmez.”
Dikkat edin halis din, saf din, katışıksız din Allah’ın dinidir.
İla-vesiz, eksiksiz din Allah’ın dinidir. Dinin katışıksız saf olanı Allah’a
ait-tir. Elbette başkalarının dinleri, başkalarının hayat programları,
başkalarının yaşam biçimleri de vardır ama onlarınki katışıklıdır. Hayatın
tümüne karışan, hayatın tümünü dolduran, hayatı parçalamadan onun tümünde söz
sahibi olan Allah’ın dinidir. Hayatın tümünde sadece Allah’a iman, sadece Ona
kulluk, sadece Onu dinlemek, sadece Onu razı etmeye çalışmak, sadece Onun hayat
programını uygulamak Al-lah’ın dinidir.
Ama
katışıklı din sahipleri, hem Allah’a hem de Allah’tan baş-kalarına kulluk
yapanlar, hem Allah’ı hem de başkalarını dinleyenler, hem Allah’ın dinini
uygulamaya hem de Allah’tan başkalarının dinlerini uygulamaya, Allah’tan
başkalarının sitemlerini uygulamaya çalışanlardır. Bir adamın hayatında, bir
toplumun hayatında hayat programı olarak sadece Allah’ın dini olmalıyken, her
konuda sadece Allah’ın di-ni söz sahibi olmalıyken, hayatın her bir kademesinde
sadece Allah’ın dini geçerli olmalıyken, bunu terk edip hem Allah’a hem de Allah
berisinde hayatlarında söz sahibi kabul ettikleri bir kısım varlıkları, bir
kı-sım insanları da dinleyenler katışıklı din sahipleridir. Hem Allah’ı razı
etmeye çalışıp, hem de öteki Rab’lerini, öteki İlâhlarını razı etmeye çalışanlar
katışıklı bir din takip ediyorlar demektir.
Hayatlarının
bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıp, hayatlarının ba-zı bölümlerinde Allah’ı
dinleyip, geri kalan bölümlerinde de öteki İlâhlarını söz sahibi kabul edenler.
Namaz gibi, oruç gibi, abdest gibi konularda Allah’ı söz sahibi bilip, Allah’ın
dediklerini uygulayıp, ama hu-kuk gibi, eğitim gibi, miras gibi, kılık kıyafet
gibi, ekonomi gibi, siyaset gibi, ceza kanunları gibi konularda da öteki
Rab’lerini söz sahibi kabul edenler, Allah’ın dışında, Allah’ın dûnunda
evliyalar, velîler kabul edip onların aldığı kararları da, onların yasalarını da
uygulamaya çalışanlar şirket içinde bir din kabul etmişler
demektir.
Yâni
hayatlarının din içerikli, âhiret içerikli bölümünde Allah’ın sistemini,
Allah’ın dinini, Allah’ın şeriatını uygulayıp, ama dünya içerikli bölümünde de
başkalarının dinlerini, başkalarının şeriatlarını, başkalarının sistemlerini
uygulayanlar dini Allah’a halis kılmaya yanaşmayanladır. Tamam Allah’a iman
edelim, Allah’ı kabul edelim, ha-yatımızın bir bölümünün düzenlemesi konusunda
Allah’ı da söz sahibi kabul edelim, ama hayatımızın öteki bölümlerini düzenlemek
üzere öteki ilâhlarımıza da söz hakkı verelim diyenler katışıklı din
sahipleridir.
Bu ana konuların
ısrarla gündeminden sonra Mekke’de müşriklerin zulüm ve işkenceleri altında
bunalmış, özgürce dinlerini yaşa-ma imkânları ellerinden alınmış Müslümanlara
hicret emri verilmektedir. “Allah’ın arzı geniştir” buyurularak özgürce
Müslümanlıklarını ya-şayabilecekleri ve tehlikede olan imanlarını
kurtarabilecekleri hicret vatanı aramaları emrediliyor.
Evet, gördüğümüz
gibi insanları Allah'a inanmaya ve ibadet etmeye çağıran sûrenin konusu
"Tevhid"dir. Sûre, baştan sona kadar insanın kalbine imanı yerleştirme, bu
husustaki şüpheleri giderme, izâle etme mesajlarını vermektedir. Nitekim sûrenin
başında, ilk önce Allah'ın varlığı, birliği ve hakimiyeti dile getirilmekte,
ondan sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'e hitab edilmekte ve ondan sonra da, tüm
insan-lığa seslenilmekte, mesajlar verilmektedir: Sûrenin âyetleri üzerinde kısa
bir gezinti yaparak tefsire geçelim inşallah:
"(Bu) Kitabın
indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah tarafındandır. Biz bu Kitabı sana hak
ile indirdik. Öyleyse sen de dini yalnız kendisine hâlis kılarak Allah'a kulluk
et. İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinerek:
"Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" diyenlere
gelince, şüphesiz ki, Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü
verecektir. Allah, yalancı, nankör olan kimseyi doğru yola iletmez" (3). Hemen
hemen sûrenin sonuna kadar aynı konu, "Tevhid" konusu işlenmiştir. Âhiret
inancı, tabii olaylar ve insanın yaratılışı hakkında bilgiler verilerek, İs-lâm
esaslarına uygun bir inanç ve bir hayat tarzı telkin edilmiştir.
Yüce Allah'ın
varlığı, birliği, hakimiyeti ve üstünlüğü hakkında çeşitli bilgilerle beraber,
bazen net ve açık bir şekilde "Tevhid" inan-cının mesajları verilmiştir: "Allah
her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeyin yöneticisidir"
(62).
Sûrede bir de,
Allah'ın yolundan sapan, çeşitli yanlış ve kötü hareketlerde bulunan insanlara,
tevbe ederek "Tevhid" yoluna dönmeleri ve tevbe ettikleri takdirde, hata, kusur
ve günâhlarının affedileceği haber verilmektedir: "(Tarafımdan onlara) de ki: Ey
nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Allah bütün günâhları bağışlar. Çünkü, O, çok esirgeyen, çok bağışlayan-dır"
(53).
İbn Abbas
(r.a)'dan nakledildiğine göre, şirke düşen ve çeşitli günâhları işleyen bazı
kişiler, Hz. Muhammed (s.a.s)'e gelmişler ve: "Senin anlattığın ve insanları ona
davet ettiğin yol (din), güzel bir şeydir. Yaptığımız çeşitli kötülükleri
affettirecek herhangi bir şey var mı-dır? Bize bu hususta bir bilgi verir
misin?" demişler. Bunun üzerine yukarıda meâli sunulan âyet nazil olmuştur
(Abdulfettah el-Kadi, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır, 194).
Sûrede dikkat
çeken bir diğer önemli nokta ise, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı
hususudur: "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak aklı selim
sahipleri öğüt alır"(9). Bu âyette, Yüce Allah'ın çeşitli eser ve nimetlerini
düşünen ve bunun neticesinde "Tevhid" inancında karar kılanların, gaflet ve
dalâlet içinde kalanlardan farklı olduğu
vurgulanmaktadır.
Sûrenin sonunda,
tekrar, cennet ve cehenneme gidecek olan zümre ve topluluklar konu edilmektedir:
"İnkâr edenler, bölük bölük cehenneme sürüldüler. Oraya geldikleri zaman,
cehennemin kapıları açıldı, cehennemin bekçileri onlara şöyle dedi: "Kendi
aranızdan, Rabb'inizin âyetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle
karşılaşaca-ğınız hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?" Evet, geldi, dediler. Ama
kâfirlere azap sözü hak oldu. "O halde içinde ebedi kalmak üzere ce-hennemin
kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş!" denilir. Rabb'lerinin
(azâbından) korunanlar da, bölük bölük cennete sevk edilirler. Oraya varıp da
(cennetin) kapıları açıldığında, bekçileri onlara: "Selam size, (ne) hoşsunuz.
Ebedi kalmak üzere buraya girin!" de-diler. (Cennetlikler) de: "Bize verdiği
sözü yerine getiren ve bizi dilediğimiz yerde oturacağımız bu cennet yurduna
vâris kılan Allah'a hamd olsun. (Allah için) çalışanların ücreti ne güzelmiş!"
dediler. Melekleri görürsün ki, arş'ın etrafını çevirmiş olarak Rabblerini övgü
ile anarlar. (O gün) aralarında hak ile hükmedilmiş ve: "Hamd âlemlerin Rabb'ine
mahsustur"denmiştir" (71-75).
İşte bu minval
üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek ta-nımaya başlayabiliriz
inşallah.
1. “Kitabın
indirilmesi, güçlü ve Hakîm olan Allah
katındandır.”
Kitabın
indirilişi Azîz ve Hakîm olan Allah’tandır. Bu Kur’an Allah’tandır. Bu kitabı
indiren Allah’tır. Kitap konusunda, kitabın indirilişi konusunda peygamberin
bile söz sahibi olmadığı, peygamberin bile devre dışı bırakıldığı, peygamberin
bile bir yetkisinin olmadığı vurgulanır. Aynı zamanda Allah’tan başka hiç
kimsenin bu kitabı peygambere indirmeye güç yetiremeyeceği, nübüvvetin,
peygamberliğin kesbî olmadığı vurgulanır. Bu kitabı peygamberine indiren
Allah’tır. Bu kitapla peygamberini, onun şahsında da bizleri şereflendiren,
bilgilendiren, bu kitapla kendi bilgisinden bize aktarımda bulunan
Allah’tır.
Müşriklerden peygamber efendimize itirazlar yükseliyordu: “Ey Muhammed,
bu kitap Allah’tan değil sendendir, bunu sen uyduruyor ve Allah’a izafe etmeye
çalışıyorsun,” diyorlardı. İşte kâfirlerin bu itirazlarına cevap sadedinde
sûrenin başında Rabbimiz bu kitabın kendisinden olduğunu ortaya koyuyor.
Muhataplarının akıllarını erdirmek için, Rabbimiz bu kitabı indirme liyâkatini
ortaya koymak üzere iki isminden söz ediyor: Azîz ve Hakîm. Bu kitap ancak Azîz
ve Hakîm olan bir Allah yanındandır. Allah Azîzdir, mutlak güç ve kuvvet, izzet
ve şeref sahibidir. Allah mutlak egemenlik sahibidir. Göklerde ve yerlerde tek
hâkimiyet sahibi, tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde
olan, mutlak tasarruf sahibi olandır Allah. Hayata hakim olan, herkesin
yasalarına boyun büktüğü, yenilmez ve yanılmaz olandır Allah. Sadece kendisine
kulluk edilen, kendisi dinlenilen, sadece kendisinin yasaları uygulanan
varlıktır Allah.
Aynı zamanda Hakîmdir de o Allah. Hikmet sahibidir, bilgi sahibidir. Her
şeyi bilen, bilgi kendisinden olandır. Bu kitap bilginin, hikmetin kaynağı olan
Allah’tan gelmiş ve baştan sona hikmet dolu bir kitaptır. Bu kitap Azîz ve Hakîm
olan Allah’tan gelme bir kitaptır. Azîz olan bir Allah’ın, Azîz olan bir
elçisinin, Cebrâil’in yeryüzünün en Azîzi olan bir peygambere getirdiği Azîz ve
Hakîm bir kitabıdır bu kitap. Kitabı indiren de Azîz ve Hakîmdir, elçi de Azîz
ve Hakîmdir, indirilen kitap da Azîz ve Hakîmdir, indirilen peygamber de Azîz ve
Hakîmdir. Tabii yeryüzünde bu kitaba inanan, bu kitabın izzet ve hikmetiyle
şereflenen mü’minler de izzet ve hikmet
sahibidirler.
Bu
kitapla beraber olanlar yeryüzünde en büyük izzet ve şeref sahibi, hikmet sahibi
ve hâkimiyet sahibidir. Bu kitapla beraber olanlar şereflidir, bu kitapla
beraber olanlar güçlüdür, bu kitapla beraber olanlar, bu kitabı anlayanlar ve bu
kitabın istediği şekilde hareket edenler hikmet sahibidirler. Çünkü bu kitap
hikmet sahibinden gelmiş hikmet olan bir kitaptır. Bu kitaptan habersiz
yaşayanlar, bu kitabın hikmetinden, izzet ve şerefinden istifade edemeyenler
hikmetsiz, izzetsiz ve şerefsizdirler.
Eğer bizler şu anda yeryüzünde izzet ve şerefe ulaşmak isti-yor, hikmet
ve bilgiye ulaşmak istiyorsak bu kitapla beraber olmak zo-rundayız. Eğer
Allah’ın izzet ve şerefine, Allah’ın hikmetine ortak ol-mak istiyorsak bu kitaba
sarılmak zorundayız. Çünkü Azîz olan Allah’ın indirdiği de Azîzdir, Hakîm olan
Allah’ın indirdiği de hakîmdir. Öyleyse bu kitabı okumak, anlamak üzere elimize
aldığımızda, kiminle diyalog halinde olduğumuzu, kimin kitabından bilgilenmeye
çalıştığımızı unutmayacağız. Rasgele bir kitapla değil, Azîz ve Hakîm olan
Allah’tan gelme Azîz ve Hakîm olan bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu
bileceğiz. Eğer izzet ve şerefe ihtiyacımız varsa, eğer bilgin ol-maya, hikmet
sahibi olmaya ihtiyacımız varsa, bu kitabı hiçbir zaman elimizden düşürmemeye
alışacağız.
Elimize
aldığımız bu kitabın âyetlerini anlayıp hayata onlarla bakabildiğimiz zaman,
hayatımızı bununla düzenleyebildiğimiz zaman yeryüzünde izzet ve şerefe
ulaşacağımızı, tüm düşmanlarımıza galip geleceğimizi, bundan ayrı kaldığımız, bu
kitapla ilgimizi kestiğimiz zaman da ebedîyen izzet ve şerefimizi kaybederek
şerefsizlerin elinde oyuncak olacağımızı, onların kulu kölesi olarak rezil bir
hayatı yaşamak zorunda kalacağımızı da
unutmayacağız.
Unutmayacağız ki, bu kitap geldiği kaynak gibi Azîz ve Hakîm bir
kitaptır. Hiç kimse bu kitaba karşı koyamaz. Hiçbir kitap bu kitabın karşısında
duramaz. Hiçbir kitap, hiçbir sistem, hiçbir ideoloji, hiçbir güç bu kitaba
karşı koymaya, bu kitabın mesajını boğmaya, bu kitabın âyetlerini susturup yok
etmeye cüret edemez. Hiçbir yasa bu kitabın yasalarının yerine geçemez, gölgede
bırakamaz. Çünkü bu kitap Azîz ve Hakîm olan Allah’tan gelmedir ve bu kitap
mutlak sûrette hayata hakim olacaktır. Hiçbir güç bu kitabın hâkimiyetini
engelleye-mez. Çünkü bu kitap, hayatın sahibi olan, tüm gökler ve yerlere egemen
olan Allah’tan gelme bir kitaptır.
Şunu
da asla unutmayalım ki, yeryüzünde Müslümanlar olarak bizim şeytan karşısında,
şeytanın emrinde hareket eden şeytan orduları karşısında, küfür karşısında
yenilmezliğe ulaşmamız bu kitap sayesinde olacaktır. Çünkü bu kitap Azîz olan,
alt edilmez, yenilmez, karşı gelinmez, itiraz edilmez, mutlak galip olan önünde
saygıyla eği-linmesi gereken, Allah’tan gelmiş Azîz bir kitaptır. Yeryüzünde bu
ki-tabı da, bu kitabın müntesiplerini de alt edebilecek hiçbir güç ve kuvvet
yoktur.
2. “Ey Muhammed! Biz sana Kitabı gerçekle
indirdik. Öyle ise dini Allah için halis kılarak O’na kulluk et.”
Ey
peygamberim, biz bu kitabı sana Hak’la indirdik. Biz bu kitabı sana Hak olarak
indirdik. Kitabın Hakla indirilmesi, Hak olarak indirilmesi şu anlamlara
gelmektedir: Birinci olarak bu kitabın içinde hak bilgiler vardır. Bu kitabın
içinde hakikat vardır, gerçek vardır. Bu kitabın içinde oyun ve eğlence olsun
diye söylenmiş sözler yoktur. Bu kitabın içinde Hakka istinat etmeyen küfür,
şirk, bâtıl, yalan, dolan, zulüm ve haksızlık
yoktur.
Bir
de Allah bu kitabını haklı olarak indirmiştir. Her konuda hak bu kitabın
dediğidir. Çünkü Rabbimiz kitabını hakkın ortaya çıkması, hakkın bâtıla galip
gelmesi için indirmiştir. Veya insanların üzerinde ihtilâf ettikleri, çözüme
kavuşturamadıkları, karar verip son sözü söyleyemedikleri her konuda son sözü
söyleyecek olan, son hükmü verecek olan, hak olan, hukuk olan bir kitaptır bu.
Hukuktur bu kitap. İnsanların tüm hayatlarında uygulamaları gereken hukuk bu
kitabın ortaya koyduğu hukuktur. Bu kitabın dışında hak ta yoktur, hukuk ta
yoktur.
Tüm
insanlık problemleri bu kitapla çözüme kavuşturulacaktır. Bulunduğunuz her bir
ortamda hangi hak gündeme gelirse gelsin, tüm hakları bu kitap belirleyecektir.
Kadın hakkı mı? Erkek hakkı mı? İşçi hakkı mı? İşveren hakkı mı? Öğretmen,
öğrenci hakkı mı? Ana-baba hakkı mı? Allah hakkı mı? Kulların hakkı mı? Bunu
ancak bu kitap çözecektir. Bunun dışında bunları çözeceğine inandığımız başka
bir hak kaynak bilmiyoruz.
Dikkat ederseniz “Biz bu kitabı sana Hak olarak indirdik,” diyor
Rabbimiz. Sana indirdik. Öyleyse bu kitabı tanıyan, bu kitabı eline alan kişi
toplum içinde tek başına, yapayalnız kalmış olsa bile, hiç kimse kendisinin
inandığı, duyurduğu bu kitaba iman etmese bile tek başına bu Hakka iman etmek ve
hayatını bu Hak kitapla düzenlemek zorundadır. Zira biz nice peygamber biliyoruz
ki, elinde kitapla toplumunu uyarmıştır ama kendisine iman eden üç-beş insan
bile bulamamıştır. Çevremizden hiç kimse inanmamış olsa bile biz bu kitaba
inanmak, bu kitabı yaşamak ve bu kitabın izzet ve şerefiyle şereflenmek
zorundayız.
Biz
bu kitabı sana Hak olarak indirdik, öyleyse haydi sen de dini sadece Allah’a
halis kılarak, dini sadece Allah’a ait kılarak Ona kulluk
yap.
Sen de bu kitaba göre kulluğunu ortaya koy.
Cebrâil’in (a.s) bu kitabı Rasulullah Efendimize getirmesiyle Rasulullah
Efendimizin onu bize ulaştırması farklıdır. Cebrâil (a.s) sadece bir elçidir.
Cebrâil (a.s) Allah’tan aldığı bu kitabın içine hiç bir şey karıştırmadan,
eklemeden, eksiltmeden onu Resulullah’a getirmekle mükellefken, Allah’ın Resûlü
onu okumakla, anlamakla, yaşamakla, uygulamakla, pratiğe intikal ettirmekle,
onun istediği bir kulluğu icrâ etmekle mükelleftir.
Ey
peygamberim sen de bu kitapta sana sunulan dini Allah’a halis kılarak Rabbine
ibadet et. Bu kitaba göre kulluğunu ortaya koy. Çünkü bu kitap okuma kitabı
değil, kulluk kitabıdır. Bu kitap bilgi kitabı, kültür kitabı değil, kulluk
kitabıdır. Bu kitabın istediği gibi kendi netliğinde, kendi berraklığında,
kitaptan hiçbir eksiltme, artırma yapmadan kitabın ortaya koyduğu bir hayatı
yaşa. İşte bu kitap sana Rabbinin senden istediği kulluğu öğretmek için
gelmiştir. Haydi sen de dini sadece Allah’a ait kılarak, dinde Allah’a ortaklar
bulmadan kulluk yap.
Din
bir hayat programıdır, din bir yaşam biçimidir. Sadece namaz değildir din.
Sadece oruç, hac, ana-babaya itaat değildir din. Bir günlük, bir haftalık, bir
aylık, bir yıllık, bir ömürlük hayatın tümünü içine alan bir hayat programıdır
din. Ahlâkıyla, imanıyla, ticaretiyle, ekonomisiyle, siyasetiyle, eğitimiyle,
yemesiyle, içmesiyle, giyim-ku-şamıyla, evlenmesi boşanmasıyla bir gün, bir
dünya yaşar ya insan, işte ana rahmine düştüğü andan itibaren başlayıp ölümüne
kadar Allah’ın istediği, bu kitabın ortaya koyduğu bir din hayatı yaşayacaktır
insan. Allah bu kitabında bizden nasıl bir hayat istemişse, nasıl yememizi,
nasıl içmemizi, nasıl giyinmemizi, nasıl yatmamızı, nasıl bir ekonomik hayat
yaşamamızı, nasıl bir aile hayatı kurmamızı, nasıl baba olmamızı, nasıl ana
olmamızı, nasıl evlât olmamızı istemişse karıştırmadan, Allah’a ortaklar
bulmadan, hayatı, dini, zamanı, aileyi, toplumu parçalamadan sadece ve sadece
Allah’ı dinlemek, Allah’a kulluk yapmak zorundayız.
3. “Dikkat edin, halis
din Allah’ındır; O’nu bırakıp da putlardan dost edinenler: “Onlara, bizi Allah’a
yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz” derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri
şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkârcı kimseyi
doğru yola eriştir-mez.”
Dikkat edin halis din, saf din, katışıksız din Allah’ın dinidir.
İlavesiz, eksiksiz din, Allah’ın dinidir. Dinin katışıksız, saf olanı Allah’a
aittir. Elbette başkalarının dinleri, başkalarının hayat programları,
başkalarının yaşam biçimleri de vardır, ama onlarınki katışıklıdır. Hayatın
tümüne karışan, hayatın tümünü dolduran, hayatı parçalamadan onun tümünde söz
sahibi olan Allah’ın dinidir. Hayatın tümünde sadece Allah’a iman, sadece O’na
kulluk, sadece O’nu dinlemek, sadece O’nu razı etmeye çalışmak, sadece O’nun
hayat programını uygulamak Allah’ın dinidir.
Ama
katışıklı din sahipleri, hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk
yapanlar, hem Allah’ı hem de başkalarını dinleyenler, hem Allah’ın dinini
uygulamaya hem de Allah’tan başkalarının dinlerini uygulamaya, Allah’tan
başkalarının sitemlerini uygulamaya çalışanlardır. Bir adamın hayatında, bir
toplumun hayatında hayat programı olarak sadece Allah’ın dini olmalıyken, her
konuda sadece Allah’ın dini söz sahibi olmalıyken, hayatın her bir kademesinde
sadece Allah’ın dini geçerli olmalıyken, bunu terk edip hem Allah’a hem de Allah
berisinde, hayatlarında söz sahibi kabul ettikleri bir kısım varlıkları, bir
kısım insanları da dinleyenler katışıklı din sahipleridir. Hem Allah’ı razı
etmeye çalışıp, hem de öteki Rabblerini, öteki İlâhlarını razı etmeye
çalışanlar, katışıklı bir din takip ediyorlar demektir.
Hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıp,
hayatlarının bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, geri kalan bölümlerinde de
öteki İlâhlarını söz sahibi kabul edenler, namaz, oruç, abdest gibi konularda
Allah’ı söz sahibi bilip, Allah’ın dediklerini uygulayıp, hukuk, eğitim, miras,
kılık-kıyafet, ekonomi, siyaset, ceza kanunları gibi konularda da öteki
Rabblerini söz sahibi kabul edenler, Allah’ın dışında, Allah’ın dûnunda
evliyalar, velîler kabul edip onların aldığı kararları da, onların yasalarını da
uygulamaya çalışanlar, şirket içinde bir din kabul etmişler
demektir.
Yâni
hayatlarının din içerikli, âhiret içerikli bölümünde Allah’ın sistemini,
Allah’ın dinini, Allah’ın şeriatını uygulayıp, dünya içerikli bölümünde de
başkalarının dinlerini, başkalarının şeriatlarını, başkalarının sistemlerini
uygulayanlar, dini Allah’a halis kılmaya yanaşmayanladır. “Tamam Allah’a iman
edelim, Allah’ı kabul edelim, hayatımızın bir bölümünün düzenlemesi konusunda
Allah’ı söz sahibi kabul edelim ama hayatımızın öteki bölümlerini düzenlemek
üzere öteki İlâhlarımıza da söz hakkı verelim,” diyenler katışıklı din
sahipleridir.
Allah’tan başka velîler edinenlere, Allah’ın dûnunda
bir takım karar merciî bulanlara, hayatlarında Allah berisinde bir takım program
yapıcısı, kanun koyucusu bulanlar, Allah’tan başka bir takım varlıkların da söz
sahibi olduğunu iddia edenlere, Allah’tan başkalarına da kulluk edenler,
Allah’tan başkalarına da dua edenlere, Allah’tan başkalarına da sığınanlara,
“niye böyle şirke düşüyorsunuz, niye böyle Allah’a şirket içinde, ortaklık
içinde bir kulluktan yanasınız,” denilince derler ki:
“Aslında
biz Allah’a iman ediyoruz. Biz Allah’ı kabul ediyoruz, aslında bunlara kulluk
etmiyoruz. Ama bizim Allah’ı bırakıp ta başkalarına yönelmemiz, başkalarını
dinlememiz, başkalarını razı etmeye çalışmamız onların Allah’la bizim aramızda
aracı, şefaatçi olmalarındandır. Biz bu varlıklarla Allah’a yaklaşabilmek için,
bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onları dinliyor, onları seviyor, onlara itaat
ediyor dua ediyor, ibadet ediyoruz. Biz onlara kendimizi beğendirelim ki, onlar
da bizi Allah’a beğendirsinler. Biz onların sevgilerini kazanalım ki onlar da
bizi Allah’a sevdirsinler. Biz onlara kulluk edelim ki, onlar da yarın Allah
huzurunda bize şefaatçi olsunlar. Aslında bu varlıklar Allah katında şerefli,
makbul varlıklardır. Bizim onlara kulluğumuz Allah’a kulluk, onları memnun
etmemiz Allah’ı memnun etmemiz anlamına geldiği için bizler Allah’la aramıza bu
insanları, bu müesseseleri, bu unsurları koyuyoruz, bunların eteğine
yapışıyoruz,” diyorlar. Yâni kendi kendilerine Allah’a yaklaşma yöntemleri
belirlemeye çalışıyorlar.
Bir hadis-i
kutside Rabbimiz şöyle buyurur:
“Benim kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha
sevgili hiçbir şey ile bana yaklaşamaz. Bir de nafilelerle kulum bana peyderpey
yaklaşa yaklaşa nihayet öyle bir hale gelir ki, ben onu severim. O zaman ben
onun işitmesine vasıta olan kulağı, görmesine vasıta olan gözü, tutan eli,
yürüyen ayağı, anlayan kalbi, söyleyen dili olurum. Böyle bir kulum benden bir
şey isterse, mutlaka veririm…”
Evet, bu hadis-i
kutsiden de anlıyoruz ki bir kul Allah’ın kendisine farz kıldığı farizalardan
daha fazla hiçbir şeyle Allah’a yakla-şamaz. Bir mü’min düşünün ki Allah’a
yaklaşmak istiyor. Kim istemez ki bunu? Tüm hedefimiz, arzumuz bu değil mi?
Öyleyse evvel emirde Allah’a yaklaşmanın yolu farzlardan geçmektedir. Farzlar
yerine getirilmedikçe bu iş olmaz. Bu, bu işin vazgeçilmez lâzımıdır. Ben
marifet ehliyim, ben Rabbimi biliyorum, ben O’nu çok seviyorum, ben O’nun için
ölürüm, benim kalbim temizdir, ben hacıyım, ben hoca çocuğu-yum, ben filan zâtın
müridiyim, ben falan cemaatin üyesiyim gibi iddiaların hiç bir kıymeti yoktur.
Çünkü bu konuda ölçüyü koyan Allah’tır. İş Allah’ça olmalıdır. Bir kişi şu
dediği şeyler konusunda samimi de olsa, bolca infak da etse, çokça nafile hacc
da yapsa, şalvar da giyse, sakal da bıraksa, geceleri şu kadar istiğfar da etse,
farzları ye-rine getirmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir.
Farzlar olmadan
tek başına nafileler bir değer ifade etmez. Halbuki şu anda halk arasında
farzlara riayet etmediği halde nafileler konusunda çok hassas davranan kimseler
yüce şahsiyet olarak algılanmaktadırlar. Farz olan namazı kılmazlar, farz olan
tesettüre riayet etmezler, farz olan zekâtlarını tastamam vermezler, farz olan
emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’münkeri terk edip yatarlar, Allah’ın dininin
hakimiyeti adına hiç bir gayretleri yoktur. Haktan yana olmak, hakkı ortaya
koymak farzdır, ama adamlar saflarını bile belirlemiş değillerdir. Cihad ve
tebliğ farzdır, ama bunu hiç dert edinmemişlerdir. Mugay-yebat-ı hamseye
Allah’ın istediği gibi iman farzdır, ama adamların buna bakışı terstir.
Amentünün esaslarına iman farzdır, ama adamların anlayışı bozuktur. Allah’ın
hayata karışı tek Rab ve İlâh oluşuna iman farzdır, ama Allah’tan başkalarının
yasalarını uygulama konusunda bir sıkıntıları yoktur. Her şeyi Allah’a irca
etmek farzdır, ama onlar işlerini başkalarına götürürler. Hayrın ve şerrin
Allah’tan olduğuna iman farzdır, ama onlar böyle düşünmezler. Mü’minleri kardeş
bilmek, onları sevmek farzdır, ama onların elleri kardeşlerinin boğazındadır.
Çocuklarını müslümanca eğitmek farzdır, ama onlar tutup onları birilerine teslim
etmektedirler. Yalnız Allah’ı Rezzâk bilmek farzdır, ama onlar kendilerine başka
Rezzâklar bulma sevdasındalar. Yâni farzları terk ediyorlar ve nafilelerle
Allah’a yaklaşabileceklerini zannediyorlar.
Şunu hiçbir zaman
unutmayalım ki Allah’a yaklaşanlar iki gruptur. Bir başka ifadeyle Allah’a iki
türlü yaklaşma usulü vardır:
1- Farzların,
vâciplerin îfası ve haramların terk edilmesiyle. Çünkü biliyoruz ki haramların
terk edilmesi de farzdır.
2- Farzları îfa
ve haramları terk etmekle beraber nafileleri de işleyerek. İşte Allah’a
yaklaşabilmenin yolu da, usulü de budur. Bunun dışında başka bir yol yoktur.
Allah’ın ve Resûlünün gösterdiği yolun dışında kişinin kendi kafasından koyduğu
usullerle Allah’a yaklaşması mümkün değildir. Çünkü farz ve nafileleri insanlar
kendileri tespit edemezler. Bunların tespiti Allah ve Resûlüne aittir. Bakın
kitabımızın Mâide sûresi Allah ve Resûlünün kıstaslarına göre öyle olmadıkları
halde kendi kıstaslarına göre Allah’a yakın olduklarını iddia eden yahudi ve
Hıristiyanların sapıklıklarını şöyle anlatıyordu:
“Yahudiler ve
hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler.
(Mâide
18)
Halbuki onlar ne
Allah’ın oğulları, ne sevgilileri, ne de dostlarıdır. Allah’a yakın da
değillerdir. Onlar Allah’ın dinini terk etmiş düşmanlarından başkası
değillerdir. Onlar böyle oldukları gibi, Allah’a yaklaşabilmek için putlara
tapınan şu müşrikler de Allah’a yakın değillerdir. Çünkü Allah’a ancak Allah’ın
belirlediği usullerle yaklaşılır.
Meselâ, efendim
Allah katında zenginler O’na daha yakındır. Öyleyse ben de çalışıp çırpınıp çok
para kazanayım da, böylece Allah yolunda hizmet ederek Allah’a yaklaşayım. Veya
millet vekili olayım da hizmetimle Allah’a yaklaşayım. Veya doktor olayım da
sağlığa hiz-met ederek Allah’a yaklaşayım. Veya kızımı şuralarda okutayım da,
dine hizmet etsin de Allah’a yaklaşayım. Hayır hayır, her kim ki Allah’ın
Resûlünden sadır olmayan bir yolla bir usulle Allah’a yaklaşmayı umarsa
bilesiniz ki onun sonu hüsrandır. Farzları yerine getiren, haramlardan kaçınan
ve de nafileleri işleyen kimseler ancak Allah’a yaklaşabilirler. Bakın hadis-i
kutsi o kadar açıktır.
“Kulum farzlardan
sonra işleyeceği nafilelerle bana öylesine yaklaşır ki ben onu severim.” Diyor
Rabbimiz. Allah’ın bizi sevmesi elbette hepimizin istediği şeydir. Resûl-i Ekrem
efendimiz; “Ya Rabbi, beni sevdiklerinin içinde kıl, zira sen sevdiklerini
mağfiret edersin.” Buyurur.
Yine Resûlullah
Efendimiz bir başka hadislerinde Allah’a yaklaşma usullerinden bir başkasını da
şöyle anlatır: “Kulun Allah’a yaklaşma vesilelerinin en büyüklerinden birisi de
düşünerek, kafa yorarak Kur’an okumasıdır. Bunun benzeri kişiyi Allah’a
yaklaştıracak başka bir şey yoktur.” Sahabeden Habbab Bin Eret efendimiz de der
ki; “Allah’a gücün yettiği kadar yaklaş, bil ki Allah’a kendi sözünden daha
yaklaştırıcı bir şey yoktur.” Evet, Allah’ın sözü Kur’an’dır. Nasıl ki bir
insana onun kendi sözünden daha yakın bir şey yoksa, Allah’a da O’nun kendi sözü
olan Kur’an’dan daha yakın bir şey olamaz. Öyle değil mi? Birisine mektup
yazıyorsunuz, uzaktır size. Telefon ediyorsunuz, yine uzaktır. Ama ne zaman ki
yanına varıp yüz yüze konuşursunuz, işte o zaman yakındır size. İşte bunun gibi
Kur’an’da Allah’ın kelâmıdır. Kur’an okurken bilesiniz ki O’nunla konuşuyorsunuz
demektir. Karşı karşıya yakınsınız demektir. Öyleyse bırakalım başka yollar,
başka usuller aramayı da elimizden bu kitabı düşürmeyerek Rabbimize yaklaşma
imkânları bulalım inşallah.
Yine bir başka
âyet-i kerimenin beyanıyla Allah’a yaklaşmanın ve Rabbimizin bizi sevmesinin bir
başka usulü de Resûl-i Ekrem Efendimize itaat esasına bağlanarak şöyle
anlatılıyordu:
“Ey
Muhammed, de ki: “Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve
günâhlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet
eder.”
(Âl-i İmrân 31)
Zaten yukarıda ifade etmeye çalıştığımız farzlardan sonra işlenmesi
tavsiye edilen nafileler Resûlullah efendimizin sünnetleridir. Öyleyse
Resûlullah efendimizin sünnetine sarılarak Allah’a yaklaşmaya çalışacağız
inşallah. Aynen peygamberimizin izini takip ederek, aynen onun gibi bir hayat
yaşayarak Allah’a yaklaşmaya çalışacağız. O nasıl otururdu, nasıl yemek yerdi,
nasıl giyinirdi, nasıl yatardı, bir yarayı kına ile nasıl tedavi ederdi, ishali
soğuk bal ile, kabızı sıcak bal ile nasıl iyileştirirdi, ağrıyan gözünü sürme
ile nasıl tedavi ederdi hasılı onun tüm hayatını, tüm eylemlerini taklit etmek
nafilelerdir. İşte biz onun sünneti dediğimiz nafileleri işleyince Allah’a
öylesine yaklaşır, öylesine yaklaşırız ki sonunda Rabbimiz bizi sever ve hadis-i
kutsinin beyanıyla bizim gören gözümüz, tutan elimiz, işiten kulağımız, anlayan
kalbimiz oluverir. Yâni gözümüz kulağımız, elimiz ayağımız Allah’ın izniyle
hakkı söylemeye, hakkı icra etmeye, hakka yönelmeye, hakkın rızasının nerede
olduğunu bilmeye başlayıverir.
Evet müşrikler böylece Allah’a yaklaşabileceklerini
iddia ediyorlar. Ama dikkat ediyor musunuz? Mü’min, kâfir, müşrik insanların
hepsinde Allah’ın koyduğu fıtratın böylece açığa çıktığına şahit oluyoruz. Bakın
kâfirler, müşrikler bile küfürlerini, şirklerini Allah’a izâfe et-meye, Allah’a
onaylattırmaya çalışıyorlar. İçine düştükleri şirk unsurlarıyla bile Allah’a
yaklaşmayı hedefliyorlar. Halbuki bu dünyada kendilerini Allah’tan, Allah’ın
kitabından, Allah’ın elçisinden uzak bir hayatın mahkûmu ettikleri için
zavallılar anlayamıyorlar. Bilmiyorlar ki Allah’a yaklaşmanın yolu Allah’ın
gönderdiği kitabından geçer. Bilmi-yorlar ki bu kitapta Allah şirki asla
onaylamıyor. Allah’ın onaylamadığı, Allah’ın istemediği, haram kıldığı,
yeryüzünde en büyük suç dediği şirke sarılarak, Allah’a en büyük iftirayı
yaptıklarının farkında değiller zavallılar.
Halbuki
Allah şu kitabında ve bu kitabın pratiği olan peygamberinin hayatında çok açık
bir şekilde ortaya koymuştur ki, kullarıyla kendisi arasında gerek dua
konusunda, gerek ibadet ve itaat konusunda hiç kimseyi görmek istemiyor.
Kendisiyle birlikte başkalarını da dinleme konusunda, kendisiyle birlikte
başkalarına da itaat konusunda kullarını soğanın dişisinden bile kıskandığını
söylüyor. Kullarından nerede, hangi zaman dilimi içinde, hangi şartlar altında
olursa olsun, sadece kendisine kulluk, sadece kendisine itaat istiyor. O, her
zaman ve zeminde bizim kendisine yapacağımız dualarımızı, kulluklarımızı,
isteklerimizi duyabilecek ve ânında icâbet edebilecek, kulluğumuzu kabul edip
mükâfat verecek, isyanlarımızdan ötürü de ceza verecek
güçtedir.
Biliyoruz ki tarihin her devrinde insanların genelinde Allah inancı hep
var olmuştur. Her dönemde madde ötesi, üstün güç ve kudret sahibi, yaratıcı olan
Allah inancının var olduğunu ve insanların bu yaratıcıya iman ettiklerini
biliyoruz. Ama işte burada da anlatıldığı gibi, aynı zamanda bu insanların
genelinde şöyle bir kanaat söz konusu idi: “Allah vardır, yaratıcıdır, tüm
kâinatı O yaratmıştır, kendilerini de O yaratmıştır, O yücedir ama bu yüce
varlıkla insanların doğrudan doğruya irtibat kurmaları mümkün değildir. Onun
içindir ki bu yüce varlıkla insanların irtibatlarını sağlayacak aracılara
ihtiyaç vardır. İşte bu durumda bazı aracıların bulunması kaçınılmazdır,”
demişler, bu yüce varlıkla bizim irtibatımızı sağlasın diye bir kısım varlıklar
geliştirmişler ve kendilerine kulluk yapmaya, emirlerini dinlemeye başlamışlar.
Veya
kendilerini yüce varlıklar bilip Allah’a karşı şefaatçi kabul etmeye kendilerini
Allah’a yaklaştıracaklarına inanıp kendilerine harikulâde sıfatlar yüklemeye
çalışmışlar. Bu varlıkları Allah sever gibi sevmeye, onların hatırına Allah
arzularını ayaklarının altına almaya, Allah’a yapmaları gerekenleri kendilerine
yapmaya, kendilerinde güç kuvvet görerek sıkıntılı anlarında dua edip
imdatlarına çağırmaya başlamışlar. Karşılarında mest olup secdelere kapanmış,
kalplerinin derinliklerinde kendilerine yer vermiş, Allah sever gibi onları
sevmişlerdir.
“Biz aslında Allah’a inanıyor, Allah’a kulluk ediyoruz ama eğer bunlara
da secde ediyor, bunların arzularını da yerine getirmeye çalışıyorsak, bunların
kanunlarını da uygulamaya, bunların hayat programlarını da gerçekleştirmeye
çalışıyorsak bu bizim onlara da secde ettiğimiz, onlara da kulluk yaptığımız
anlamına gelmez. Biz ancak bunları aracı kabul ediyoruz, bunları vesile kabul
ediyoruz. Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye bunlara ibadet ediyoruz,”
diyorlardı.
İster melekleri, peygamberleri, Allah’ın salih kullarını, isterse diğer
varlıkları putlaştırıp Allah yerine koysunlar, bunun hepsi birdir ve şirktir.
Allah kesinlikle kendisine bu şekilde yapılan bir kulluğu kabul etmez. Zira O,
kendisine şirk koşulmaya kesinlikle razı değildir. O’nun ortakları yoktur,
yardımcıları yoktur, vezirleri, yetkilileri, oğulları, kızları, hanımları
yoktur. O Allah tüm varlıklardan yüz çevirip sadece kendisine kulluk yapan,
sadece kendisini dinleyen kullarının kulluğunu kabul etmektedir. Sadece kendisi
önünde secde eden, başka hiç bir varlık önünde secde etmeyen, sadece kendisinin
kanunlarına itaat eden, başka hiç kimsenin kanunlarına itaat etmeyen, sadece
kendisinin hayat programını uygulayan, başkalarının hayat programlarını
uygulamaya yanaşmayan ve sadece kendisini razı etmeye çalışan, başkalarını razı
etme gereği duymayan kullarının kulluklarını kabul edecek, ötekilerin
kulluklarını asla kabul etmeyecektir.
Allah yakında hükmünü beyan edecektir. Muhakkak ki
Rab-bimiz insanların bu şekilde tartışıp ihtilâf ettikleri konularda hükmünü
verecektir. Şu anda işte bu kitabıyla, bu âyetleriyle hükmünü veriyor. Allah
yalancıyı, dinini yalan sayanı, kitabını yok farz ederek, peygamberini gelmemiş
kabul ederek yaşayan ve örtücü olan kimseyi asla hidâyete ulaştırmaz. Kitabını
yok farz edenleri, kitabını örtüp peygamberini devre dışı bırakanları asla
başarıya ulaştırmayacak, asla bu dünyada sahil-i selâmete çıkarmayacak, dünyada
çözümsüzlük içinde, bunalımlar içinde bir bocalamanın içinde bırakacaktır. Çünkü
onlar Allah’ı, Allah’ın kitabını, fıtratlarını örtüyorlar, Allah’ın beyanlarını
örtbas ediyorlar, gündemlerine almıyorlar. Şu anda hükmünü beyan eden Rabbimiz,
yakında ihtilâf ettikleri konularda onlara hükmünü be-yan edecektir.
İnsanlar din, iman, kulluk tevhid ve şirk, dinin temel esasları, dünya ve
âhiret, siyaset, hukuk, ahlâk konularında, tartıştıkları her ko-nuda kesinlikle
bunu Allah’a sormak zorundadırlar. Çünkü her şeyin en iyisini, en güzelini, en
doğrusunu bilen ve bildiren Allah’tır. Zaten bu kitapların ve bu peygamberlerin
geliş sebebi de budur. Yaşadığımız bu dünya hayatında neyin doğru, neyin yanlış,
neyin hak, neyin bâtıl olduğu konusunda bizi bilgilendiren tek kaynak vahiy yani
Allah ve Resûlünden gelen hak bilgilerdir.
Ama
ne yazık ki insanlardan kimileri ellerinde böyle bir kitap olduğu halde,
önlerinde böyle bir peygamber olduğu halde kitapla ihtilâf ediyor, kitapla ve
peygamberle tefrikalaşıyor, kitabı kendilerinden, kendilerini kitaptan
uzaklaştırıyorlar. Allah bir tür söylüyor, onlar bir tür söyleyerek ihtilâf
ediyorlar. Kitap ve peygamber bir tür söylü-yor, tâğutları, İlâhları bir tür
söylüyor ve onlar da Allah’ın dediklerine muhalefet ederek O’nun
berisindekilerin arkasından gidiyorlar. Hem Allah’ı hem de onları memnun
etmeden, hem Allah’a hem de onlara itaat etmeden yana bir tavır sergiliyorlar.
Hem Allah’a hem de onlara dua edip sığınıyorlar. Hem Allah’a hem de onlara
hizmet ediyorlar. Bizim işimizi hallediverin, bizim problemlerimizi çözüverin,
sıkıntılarımızı gideriverin diyorlar, medet diyorlar, imdat diyorlar, izzeti
onlarda görüyorlar, karşılarında eğilip bükülüyorlar, Allah’a rağmen onlara
gü-venip bel bağlıyorlar. İşte bu isyanlarının, bu tefrikalaşmalarının cezasını,
Allah yakında onlara beyan edecektir.
Tabii âyetin ortaya koyduğu gerçek şudur: Bu insanlar yalancıdırlar,
yalan söylüyorlar. İşte bu şekilde şirki şirin göstermeye çalışanlar, şirki
yasallaştırmaya çalışanlar yalancıdırlar. Ve de keffârdır onlar, örtücüdürler.
Fıtratlarının sesini örten, bastıran insanlardır onlar. İçlerindeki ses onlara
Allah’a yaklaşmaları gerektiğini söylediği halde, fıtratlarının bu sesini örtüp
örtbas eden kimselerdir onlar.
Bu
âyette ortaya konan, Allah’la kullar arasında aracı koyma konusunda insanlar
arasında en ileri gidenler, en aşırı olanlar hepimizin bildiği gibi Yahudi ve
Hıristiyanlardır. Allah’ın kutlu elçisi Musâ’nın (a.s) getirdiği mesajı
değiştirip, Îsâ’nın (a.s) getirdiği kitabı tahrif edip, kitaplarından ve
peygamberlerinden tamamıyla koparak kendilerince bir din oluşturan, böylece Hz.
Adem’den (a.s) bu yana tüm peygamberlerin, tüm mü’minlerin dini olan İslâm’dan
ayrılıp küfre ve şirke düşen Yahudi ve Hıristiyanlar, Allah’ın lânet ve gazabına
uğramışlardır. Bu iki toplum Allah’la kulları arasına Allah elçilerini aracı
olarak sokmuşlardır. Allah’la kulları arasına Allah’ın kulları olan Îsâ ve
Uzey-r’i (a.s) sokmuş, bu iki kutlu elçiyi Allah’ın oğlu makamına çıkararak hem
Allah’a, hem Allah’ın dinine, hem de Allah’ın elçilerine iftiraların en büyüğünü
yapmışlardır.
4. “Allah çocuk edinmek isteseydi,
yarattıklarından dilediğini seçerdi. O münezzehtir, O; gücü her şeye yeten tek
Allah’tır.”
Eğer
Allah bir oğul, bir evlât edinseydi elbette yine de o, O’nun yaratıklarından
olurdu. Yâni o yine de kul olurdu, Allah’ın kulu olurdu. O yine kul, Rabb da yine yalnız Allah olurdu. Yâni hâşâ
hâşâ eğer Allah dünyadaki, kâinattaki kullarının hayatını düzenleme, kullarının
hayatına program yapma konusunda âciz bir duruma düşüp, insanlar arasından
kendisine oğullar, yardımcılar edinmiş olsaydı veya gökyüzündeki işleri çok
yoğun olup ta yeryüzündeki kullarının problemlerini çözecek zamanı, imkânı
kalmadığı için kendisine içinizden, yerdekilerden bir oğul, ya da oğullar,
yardımcılar seçecek, yetkilerinden kimilerini onlara devredecek olsaydı, bunu
kendisi seçer, sizin seçiminize bırakmazdı. Ne oluyor? Sizin seçtiklerinizi mi
seçecek Allah? Sizin belirlediğinizi mi seçecek? Allah’a akıl vermeye, yol
göstermeye mi çalışıyorsunuz? Şunu seçmeliydin ya Rab! Bunu yetkili kılmalıydın!
Bizim canımız böyle istiyor demeye mi
çalışıyorsunuz?
Sübhanallah! Olacak şey mi bu? Nasıl da diyebiliyorsunuz Allah’a bunu?
Nasıl da oğullar izâfe edebiliyorsunuz Allah’a? Sübha-nallah! Hâşâ hâşâ tenzih
ederiz O Allah’ı. Allah’ın yeryüzünde ne böyle temsilcileri var, ne yetkilerini
devrettiği yetkilileri var, ne ortakları var, ne yardımcıları var, ne oğulları
ne de kızları var... Sadece gökler-de ve yerde kulları var. Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi O’nun kuludur. Yeryüzünde herkes ve her şey Allah’ın kuludur, başka
bir şey değildir. Öyleyse Allah bu kâfirlerin, bu zalimlerin, bu müşriklerin bu
tür iftiraların hepsinden münezzehtir, yücedir. Göklerde ve yerde hiç bir
varlığın, hiç bir kulun Allah’a şirk koşma hakkı yoktur. Kim ki böyle Allah’a,
Allah’ta olmayan sıfatları yükleyerek şirk koşarsa işte onlar zalimlerin ta
kendileridirler. Allah onların dediklerinin tümünden
uzaktır.
Tesbihin mânâsı da budur zaten. Sübhanallah demenin mânâsı budur. Tesbih,
Allah’ı Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini
kitabında nasıl vasfetmişse, elçisi O’nu bize nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla
muttasıf olarak bildirmişse işte öylece Allah’a inanmaktır. Rabbimizi bu şekilde
O’na ait sıfatlarıyla tanıdıkça, Rabbimizin tanıttıklarını Rabbimizin tanıttığı
gibi tanıdıkça da “süb-hanallah!” diyeceğiz. “Ya Rabbi seni tesbih ederiz, sen
ne büyüksün!” diyeceğiz. Bakın ki O Allah:
5. “Gökleri ve yeri gerçekten yaratan O’dur.
Geceyi gündüze dolar, gündüzü geceye dolar. Her biri belirli bir süreye kadar
yörüngelerinde yürüyen güneş ve ay’ı buyruk altında tutar. Dikkat edin, güçlü
olan, çok bağışlayan O’-dur.”
O
Allah gökleri ve yeri hakla yarattı, hak olarak yarattı. Sûrenin başında
kitabını da hak olarak indirdiğini söylemişti Rabbimiz. De-mek ki Rabbimizin tüm
işleri, tüm fiilleri haktır. Gökleri ve yeri hak ola-rak yaratmıştır, laf olsun,
eğlence olsun diye yaratmamıştır. Kullarının imtihanı, imtihan sahnesi olması
için yaratmıştır onları.
Veya Allah gökleri ve yeri haklı olarak, hakka istinat etmek ü-zere, hak
açığa çıksın için yaratmıştır. Hangi hak açığa çıksın diye? Bu kâinatta tek hak,
tek gerçek var. O da Allah’ın hayata karışıcı tek Rabb ve İlâh olması ve bizim
de O’na kul köle olmamız gerçeği. Göklerde ve yerde bundan daha büyük bir
gerçek, bundan daha önemli ve öncelikli bir hak, hakikat yoktur. İşte Allah bu
gerçeğin anlaşılıp ortaya çıkarılması için gökleri ve yeri
yaratmıştır.
Bu
âyetlerden anlıyoruz ki, kâinatta ne varsa hepsi hak üzerine, yâni sağlam
temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle yaratılmıştır. Yaratılan her şey
üzerinde belli bir kanun, belli bir hak yasa işlemektedir. Yâni tüm kâinatta hak
esastır, adalet esastır, zulüm ve haksızlık yoktur. Her şey hak üzerine bina
edilmiştir. Bâtıl ise ârızî ve geçicidir. Yâni Rabbimizin yarattığı bu evrende
tevhid esastır. Sadece zulüm ve haksızlık imtihan gereği kendilerine özgür bir
irade verilen insanlardan oluşan hareketlerdir.
Eğer
evrende kendilerine Allah tarafından irade verilen şu insanlar gökler ve yer
âlemine karışmasalar, bitkiler, hayvanlar ve ce-mâdât âlemine el atmasalar,
kâinatta haksız bir tek uygulama göremezsiniz. Tüm âlemde Allah hak bir denge
koymuş, onu bozabilme yetkisini, iradesini de sadece insana vermiştir. Diğer
varlıkların tümü hak olan tevhid esasına dayanmakta, hepsi de Allah’ın
emirlerine bo-yun bükmektedirler.
Kâinatta ne varsa onların tümünü Allah yarattığı için hepsinin üzerinde
söz sahibi, hak sahibi, hukuk sahibi, hâkimiyet ve hüküm sahibi sadece
Allah’tır. Allah’tan başka bu varlıklar üzerinde hâkimiyet ve otorite sahibi
yoktur. O bir şeye “ol” dediği zaman hemen oluverir. O’nun sözü haktır. O’nun
sözü hukuktur, O’nun sözü mutlak dinlenen sözdür.
Veya burada Allah tarafından yaratılmış olan göklerin ve yerin hakka ve
hakikate delâleti anlatılmaktadır. Yaratıcıları Allah olan bu gökler ve yerler,
hak olan Allah’ın varlığına ve gücüne delildir. Eser, müessirin varlığına
delildir, deniyor.
Gökleri ve yeri hakla yaratan Allah, geceyi gündüzün üzerine bürüyor,
gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. İşte gece ve gündüz ve işte insanın hayatı,
insanın imtihanı, insanın ömrü. Yaratıcının emrine boyun büküp teslim olmuş
Allah’ın bu iki âyeti, sürekli birbirini takip ediyor. Bunlar üzerinde işleyen
yasalar, Allah yasalarıdır. Bunların hiç birisi tesadüfî değildir. Hiç birisi
oyun ve eğlence olarak var edilmiş değildir. Bunların hepsi Allah’ın koyduğu
yasalara boyun büküp teslim olmuşken, siz kime
boyun büküp teslim oluyorsunuz? Rabb ve İlâh olmaya, kullarının hayat
programını belirlemeye, kulları üzerinde egemen olmaya lâyık olan Allah
görüyorsunuz ki geceden sıyırarak gündüzünüzü, gündüzden sıyırarak gecenizi
yaratıyor. Eğer Rabbiniz sizin için bunu yapmasaydı kim yapabilirdi bunu? Kim
yaratabilirdi geceyi? Kim getirebilirdi
gündüzü? Kimin gücü yetebilirdi buna? Allah berisinde şu kendilerine kulluk
ettiğiniz, kendilerine dua edip yalvardığınız, kendilerinde yetki gördüğünüz
yeryüzü tanrıları becerebilir miydi bunu?
Yeryüzünde
tanrılığa soyunanlar, yeryüzünde egemenlik hakkı bizdedir diyenler, bizim
hayatımıza Allah karışmaz diyenler, hayatı biz biliriz, hayatı biz düzenleriz
diyerek kendi yasalarını Allah yasalarının önüne geçirmeye çalışanlar
yapabilirler mi bunu? Acaba şu anda bu yeryüzü tanrıları Allah’ın bu âyetlerine
ne kadar müdahale edebiliyorlar? Güneşe, aya, geceye, gündüze ne kadar
etkililer? Güçleri, kuvvetleri, etkileri nedir bu insanların? Acaba şu anda
güneşe söz geçirebiliyorlar mı? Eğer bunu becerebilen birileri varsa tamam
onlara da kulluk yapalım, onların yasalarını da uygulayalım, onları da Rabb
bilelim, onları da İlâh bilelim.
Geceye ve gündüze egemen olan Allah’tır. Bakın Kasas sûresinde Rabbimiz
buyurur ki:
“Ey Muhammed! De ki: "Söyler misiniz? Eğer Allah
geceyi üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Allah’tan başka hangi tanrı size bir
ışık getirebilir? Dinlemez misiniz?” De ki: “Söyleyin: Eğer Allah gündüzü
üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Allah’tan başka hangi tanrı, içinde
istirahat edeceğiniz geceyi size getirebilir? Görmez misiniz?”
(Kasas
71,72)
Rabbiniz geceyi ve gündüzü kıyamete kadar uzatıverse, geceyi gündüzle
kovmayıp, gündüzü de geceyle boğmasaydı, ne yapardınız? Kim yardım edebilirdi
size bu konuda? Allah’tan başka tanrılarınız var mı bir düşünsenize! Şu gündüzün
size sunduğu bu güneş karşılığında, elektrik bedeli öder gibi sizden bir bedel
isteseydi nasıl öderdiniz? Rabbiniz tüm bu nîmetlerine karşılık kendisinin
değil, yine bizim ihtiyacımız olan bir kulluk istiyor. Ama unutmayalım ki bunlar
ebedî değildir, ölümsüz değildir.
Tüm bu varlıklar, gece, gündüz belirli bir süreye
kadar yörüngelerinde akıp gitmektedirler. Rabblerinin belirlediği bir ecele
kadar yörüngelerinde, Allah programında akıp gitmektedirler. Hepsi de Allah’ın
kendilerine takdir buyurduğu bir ölüme doğru koşuyorlar. Bir gün gelecek
Allah’ın takdiriyle hepsi de yok olacaktır. Bu hayat bir gün bitecektir. Ne gök,
ne yer, ne göktekiler, ne yerdekiler kalmayacaktır. O zaman, içinde bizler de
olduğumuz halde bu bitenlerin, bu biteceklerin fânîliğini anlatan bu âyetlerle
kendimizin de fânîliğini unutmadan, ebedî olan, hiç ölmeyen, fânî olmayan bir
Allah’a kulluk hesabı içine girmek zorundayız. Ölümsüz bir Allah’a kulluk
hesabıyla ölümsüz bir cennet kazanmaya bakmalıyız.
Dikkat
edin, Azîz olan, güçlü olan ve çok bağışlayan O’dur. Allah Azîzdir, O’na asla
karşı koyamazsınız. Allah Azîzdir, tüm izzet ve şeref O’na aittir. Sakın O’nun
size verdiği şerefin dışında kendinize şeref arayışı içine girmeyin. Böyle Azîz
ve Hakîm bir Allah’ın kitabının dışında kendinize kitap, din arayışı içine
girmeyin. Şurasını da asla unutmayın ki, her şeye rağmen, tüm günâhlarınıza, tüm
kusurlarınıza ve eksiklerinize rağmen Rabbiniz Gafûr’dur. Günâhlarınız sebebiyle
O’nun karşısında tüm kapılar yüzünüze kapandı zannetmeyin. Tevbe eder, O’na
yönelir, affınızı talep ederseniz, O’nun affına lâyık hale gelmeye çalışırsanız,
bilesiniz ki O kullarını çok çok bağışlayandır.
Göklerin ve yerin yaratılışından söz ettikten sonra Rabbimiz bundan sonra
bizim hayatımızdan, bizim yaratılışımızdan söz edecek. Bakın şöyle
buyuruyor:
6. “Sizi bir tek
nefisten yaratmış, sonra ondan eşini var etmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz
çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık
içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan
Allah’tır. Hükümranlık O’nundur, O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur
da O’nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?”
O
Allah sizi bir tek nefisten yarattı. Burada Darvin’in herzelerinin tenkidine
gerek görmüyorum. Zaten bitmiştir, iflas etmiştir günümüzde. Onun için adamlar
kendilerini popüler yaptılar diye her fırsatta bu tür âyetlerle onları gündeme
getirmenin anlamı yoktur. Evet Allah sizi bir tek nefisten yaratmıştır. Hepimizi
Adem atamızdan yaratmış ve ondan da zevcini, Havva anamızı yaratmıştır. Her
ikisi birden insan cinsinin bir bölümünü teşkil ederek bir bütünü tamamlamışlar
ve böylece Allah’ın dilemesiyle her ikisi de varlık dünyasına
çıkmışlardır.
Bu
nasıl oldu, Adem’den eşi Havva’yı nasıl çıkardı, demeye gerek yoktur. Şu anda
bir erkek ve kadından nasıl bir çocuk çıkarıyor-sa Rabbimiz işte öylece eşini
yarattı. Sebebini şeklini bilmek zorunda değiliz. Esasen burada Rabbimizin
yaratıcılığı, gücü ve kudreti gündeme getiriliyor.
Kadınınla, kadının yaratılışıyla ilgili arkadaşımızın sorduğu so-ru
üzerinde kısaca bilgi verelim inşallah. Hadis Riyazu’s Sâlihîn’de idi. Ebu
Hüreyre efendimizin bildirdiğine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyuruştur:
“Kadınlar hakkında birbirinize iyilik tavsiye
ediniz. Çünkü kadın cinsi kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en
eğri yeri üst tarafıdır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan kırarsın, kendi haline
bırakırsan da eğri kalır, öyleyse kadınlar hakkında birbirinize iyilikler
tavsiye ediniz.”
(Buhâri, Nikâh 80, Müslim,
Rada 60)
İkinci bir rivâyette Allah’ın Resûlü; kadını eğeyi kemiğine benzetir.
“Kadın kaburga kemiği gibidir. Onu doğrultmaya
kal-karsan kırarsın, eğer ondan faydalanmak istersen bu eğri haliyle
faydalanabilirsin.”
(Buhâri, nikâh 79, Müslim,
Rada 65)
Üçüncü bir rivâyette de; onu
memnun olacağın hale getiremezsin buyurur. Rabbimiz Nisâ
sûresinde:
“Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlan-mıyorsanız, sabredin,
hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış
olabilir.”
(Nisâ
19)
Evet, Rabbimiz buyuruyor ki; onlarla iyi geçinin, kadınlarınızla
güzellikle geçinin. Onlara sevgi gösterin. Onlara iyi davranın. Muhabbet edin
onlarla. Güzel söz söyleyerek onların gönüllerini hoş edip yüzlerini güldürün.
Sürekli onların yanlarında bulunmaya, onlarla sohbet etmeye, latife yapmaya,
ihtiyaçlarını en güzel biçimde temin etmeye çalışın. Onları insan görün.
Onların size nasıl davranmalarını istiyorsanız siz de onlara öylece davranmaya
çalışın. Kalplerini kırmayın. İzzet-i nefislerini incitmeyin, kırıp dökmeyin
onları. Hanımı Hz. Ayşe’yi memnun edebilmek için onunla koşu yapan
peygamberinizi örnek alın. Onlarla iyi geçinin, onlarla birlik olun, onların
nazlarına kat-lanın, onlarla hayatı paylaşın, hayatın çeşitli kademelerinde rol
almak gerekiyorsa onlara güzellikle muamelede bulunun, onlara marufla muamele
edin.
Anlıyoruz ki Rabbimiz âyetlerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz de
hadislerinde erkekten hanımına karşı bunu bilerek çok şefkatli ve merhametli
davranmasını istiyor. Yâni İslâm fıtrat dinidir, fıtrî bir dindir. Yâni insan
İslâm, ihsan ve imanı yaşayabilecek bir fıtratta dünyaya gelmiştir. İslâm
insandan bir şeyler isterken, bir şeyleri yasaklarken elbette onun fıtratını,
fıtrî yapısını göz ardı etmez.
Hadiste kadının eğeyi kemiğinden yaratılmış olduğu anlatılıyor.
Anladığımız kadarıyla bu ifade kadının yaratılışını, karakterini an-latan ve ona
nasıl yaklaşılması gerektiği ortaya koyan bir mecazdır. Yâni düzelteceğim derken
kırmamamız gerektiği anlatılıyor. Veya ka-dınların fıtratlarında bir eğrilik vardır bilgisini veriyor.
Tabii İslâm fıtratı olduğu gibi kabul etmekle birlikte onu düzeltmeyi hedefler.
Eğitimle, nasihatle onu düzeltmemizi ister. Bu mânâda fıtratı olduğu bırakmayı
hoş görmez. İşte hanımlarınızı düzelteceğiz derken kırılmamalarına dikkat
etmemizi öğütler. Sabırla, merhametle onlara yaklaşmamız ge-rektiği haber verir.
Hem dünya umuru konusunda, ev, yemek gibi ko-nularda hem de âhiret konularında
şefkatle davranmamızı emreder. Onu bir köle gibi dövmememiz gerektiğini
vurgular. Onları aynen bi-zim gibi insan görmemizi ister. Allah’ın Resûlü bir
müslümanın kadınına asla buğz etmemesini emreder. Yediğimizden yedirmemizi,
giydiğimizden giydirmemizi, kötü söz söylemememizi, şâyet hicret edilecekse
evde, aynı odada onlardan hicret etmemizi tavsiye eder. Yine hayırda ölçünün
kadınlara iyi davranmak olduğunu söyler.
Ademi, Havva’yı ve o ikisinden de sizleri yarattı. Sonra yeryüzünde
hayvanları da sizin için yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana
getirdi. Sizin hayatınızın vazgeçilmez unsuru olarak koyun, keçi, sığır ve
deveden erkek ve dişiler olarak sekiz çift var etti. Sürekli sizinle birlikte
olan, size huzur veren, istifade ettiğiniz hayvanları size lütfetti buyurduktan
sonra insanın yaratılış evreleri konu edilmektedir.
Sizi analarınızın karnında üç türlü karanlık içinde,
yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. Burada ana karnında
yaratılışımızın üç safhasının ne olduğu konusunda kesin bir bilgimiz olmamakla
birlikte şunları söyleyebiliriz:
1.
Burada kastedilen, kitabımızda nutfe, alâka, mudğa diye a-çıklanan oluşumlardır.
Bunun anlamı, ana karnında bu evrelerden ge-çirildikten sonra Rabbiniz sizi
yarattı, bu üç karanlık devreden sonra siz bu hale geldiniz,
demektir.
2.
Veya önce babalarınızın sulbündeydiniz, sonra analarınızın göğsünde bir
yerlerdeydiniz, sonra analarınızın rahminde son döneminizi yaşadınız ve işte bu
üç karanlık devreyi tamamlaya tamamlaya yeryüzüne bir insan olarak geldiniz
demektir.
3.
Ya da işte annenin karnı karanlık, o karanlık karın içinde Rahîm bir karanlık ve
Rahîm içinde çocuğu saran zar bir karanlıktır. İşte bu karanlıklar içinde
insanın teşekkülü gerçekleşmektedir. Yâni bu üst üste karanlıklar içinde bir
yaratıştan başka bir yaratışa geçirerek Allah sizi yaratmıştır. Yâni Rabbimizin
bu âyetleriyle anlıyoruz ki, insanın yaratılışıyla alâkalı insanların
erişemediği, ulaşamadığı, bilemediği bir takım dönemler vardır. Tüm bu
bilinmeyen dönemler üzerinde yegâne tasarruf, yegâne güç kuvvet sahibi
Allah’tır. İlmi tam o-lan, her şeyi en iyi bilen Rabbimiz hikmeti gereği her
şeyi belli bir yasaya, bir sünnete bağlamıştır. Allah’ın tabiattaki yasaları
diyoruz bunlara. Bir başka deyişle sünnetullah dediğimiz bu yasalar, hiç
değişmeden sürekli olarak işlerken, bazılarında da bir atlamanın söz konusu
olduğunu görüyoruz. Meselâ insan ana karnında önce erkek zannediliyor, sonra
bakıyorsunuz birdenbire bir cinsiyet değişikliği oluyor ve kız zannediliyor.
Daha sonradan neyse yaratılış tam olarak ortaya çıkıyor.
İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır. Hükümranlık,
egemenlik O’nun-dur, O’ndan başka İlâh yoktur. Öyleyken nasıl olur da O’nu
bırakıp başkasına yönelirsiniz?
İşte
gökleri ve yeri yaratan, sizi ana Rahîmlerinizde böylece şekillendiren,
hayatınızı, varlığınızı ve her şeyinizi kendisine borçlu ol-duğunuz Rabbiniz bu
Allah’tır. Okuduğunuz bu âyetlerin anlattığı, Kur’an’ın tümünün ortaya koyduğu,
tarih boyunca tüm peygamberlerin ortaya koyduğu bu Allah sizin Rabbinizdir. Rabb
makamında, ulû-hiyet makamında, hayatınızın kanunlarını düzenleme konusunda
Rabbiniz O’dur. Rabbiniz olan Allah, kendisinden başka İlâh olmayandır. O her
şeyin yaratıcısıdır. Varlığımızın sebebi O’dur. Hayatın kaynağı O’dur. Mülk
O’nundur. Göklerin, yerin, gecenin-gündüzün, meyvelerin, sebzelerin, malımızın,
mülkümüzün, evimizin, ailemizin, çocuklarımızın, paramızın, pulumuzun,
aklımızın, zekâmızın, bilgimizin her şeyimizin sahibi O’dur.
Yaratıcı,
Mâlik ve Rabb sadece O’dur. Sözü dinlenmeye, ham-dedilmeye, şükre ve itaate,
kendimizi beğendirmeye lâyık olan sade-ce O’dur. Sizin nasıl bir hayat yaşamanız
konusunda, kendisine nasıl kulluk edeceğiniz
konusunda bilgi sahibi olan O’dur. Bunun için size kitap gönderen, size
hayat programı sunan O’dur. Madem ki her şeyinizi yaratan, her şeyinizi veren
O’dur, o halde sizler sadece O’na kulluk edin, sadece O’nu dinleyin. İşte
problem buradadır. İnsanların büyük bir
kısmı, yaratıcı olarak Allah’ı kabul ediyor, ama Rabb olarak, hayata
karışıcı olarak Allah’ı kabule yanaşmıyorlar. Herkes Allah’ın yaratıcılığını
kabul ediyor, ama O’nu Rab ve İlâh olarak, kanun koyucu olarak kabul etmiyorlar.
Rızık verici olarak Allah’ı biliyorlar, inanıyorlar ama hayatı düzenleyici
olarak kabul etmiyorlar. İşte şu an-da insanları görüyoruz ki hayatlarında
yaratıcı olarak Allah var, ama hayata karışıcı olarak sanki yok.
Yâni
insanlar, “İlâhlardan bir İlâh olarak Allah’ı da kabul edelim, O’nu da
dinleyelim, O’na da kulluk edelim ama öteki İlâhlarımızı da dinlemek, onlara da
kulluk etmek zorundayız,” diyorlar. “Hayatımızın bazı alanlarında O’nu söz
sahibi kabul edelim, ama öteki alanlarında başkalarını da dinleyelim,” diyorlar.
“Şirk içinde, şirket içinde bir kulluktan yana olalım,” diyorlar. Hayır hayır,
göklerin ve yerin yaratıcısı olarak inandığınız bu Allah sizin Rabbinizdir ve
kendisinden başka İlâh olmayandır. Hayatınızın tümüne karışan, hayatınızın
tümünde sizden kendisine kulluk isteyen ve kendisinden başka hayatınıza karışıcı
olmayandır. Sizin kulluk programlarınızı belirleyendir ve kendisinden başka
kanun koyucu olmayandır. Boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve
sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi gerekendir. Yâni bu Allah kendisinden
başka Rabb, Melik, İlâh olmayandır.
Allah her şeyin yaratıcısıdır ve kendisinden başka İlâh, Rabb, otorite,
egemen, yetkili olmayandır. Çünkü İlâh olanın, Rabb olanın yaratıcı olması
gerekir. O’ndan başka yaratıcı da olmadığına göre Rabb sadece odur. Öyleyse
sadece O’na kulluk edin, sadece O’nu dinleyin, O’nu razı etmeye çalışın. Rabb
olarak, İlâh olarak O’na inan-dığınızı ortaya koymak üzere hayatınızı O’nun
adına yaşayın. Yirmi dört saatinizi O’nun belirlediği yasalar istikâmetinde
yaşayın. Allah’tan başka toplum, moda, baba-ana, amir-müdür, âdetler,
yönetmelikler gibi putları Allah makamına oturtup, onların istedikleri bir
hayatı yaşayıp Allah’a şirk koşmaya kalkışmayın. Yaşadığınız bu hayatın sonunda
O’nun huzuruna gideceğinizi ve hayatınızın hesabını sonunda O’na ödeyeceğinizi
asla unutmayın.
O
halde nasıl da ayrılıyorsunuz? Allah’ın bunca uyarılarını, bunca âyetlerini
bırakıp nasıl da başka dünyalara gidiyorsunuz? Size tüm bu âyetleriyle kendisini
tanıtan Rabbinize kulluğu bırakıp nasıl da kendi zavallı hevâ ve heveslerinizin
peşinde, ya da kendiniz gibi bir takım zavallı, aciz insanlara kulluğa
yöneliyor, onlara itaate meylediyorsunuz? Nasıl oluyor da Allah’ın bunca
nîmetini görmezden gelebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da yaratıcınızın kitabına
değil de başkalarının kitaplarına abone olmaya çalışıyorsunuz? Nasıl oluyor da
Allah’ın dini dururken aldatmaca şeylerin müdavimi, üyesi oluyorsunuz? Ama siz
bilirsiniz:
7. “Eğer inkâr ederseniz bilin ki Allah
sizden müstağnîdir. Kulların inkârından hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz sizden
hoşnut olur. Hiç bir günâhkâr diğerinin günâhını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz
Rabbinizedir; yaptıklarınızı o zaman size haber verir; çünkü O, kalplerde olanı
bilir.”
Eğer
küfrederseniz, eğer Rabbinizin rahmeti gereği size anlattığı bütün bu âyetleri,
bütün bu gerçekleri örtbas ederseniz, Rabbi-nizin sizden istediği bir kulluğu,
bir hayatı Allah’ın mülkünde yaşamaya yanaşmaz, keyfinize göre bir dünya
yaşamaya kalkışırsanız, bilesiniz ki Allah sizden müstağnîdir. Allah’ın ne
namazlarınıza, ne oruçlarınıza, ne secdelerinize, ne kıyamlarınıza, ne
kulluklarınıza, hiçbir şeyinize ihtiyacı yoktur. Allah size, sizin
yapacaklarınıza muhtaç değildir. Yeryüzündeki tüm kullar, melekler gibi,
peygamberler gibi Allah’a kulluk yapsalar bile bu Allah’ın mülküne bir şey ilave
etmeyeceği gibi, hepiniz, tüm insanlar Firavun gibi Rabbinize düşmanlık etseniz,
O’nunla savaşa tutuşsanız da bunun bir sineğin kanadı kadarı kadar Allah’a bir
zararı olmaz, olamaz. Tüm kâinatın bir sinek kanadı kadar Allah yanında bir
değeri yoktur. Allah’ın hiçbir zaman kullarından bir beklentisi, bir haceti
yoktur.
Rabbimiz burada benim size bir ihtiyacım yoktur, bir hacetim yoktur
buyururken, böylece bir tavır ortaya koyarken, aynı zamanda gönülleri kendisine
ısındırarak buyuruyor ki:
O
kulları için asla küfre razı değildir. Kullarının küfrüne asla rızası yoktur
O’nun. Bunu hiç bir zaman unutmasın insanlar. O sizin hidâyetinizden yanadır,
hidâyetinizden razıdır. Hepiniz O’nun kullarısınız ve sizin hakkınızda
hidâyetten hoşlanmaktadır. Mü’minleriniz, kâfirlerinizle top yekûn olarak bunu
unutmayın. Sizi sizden çok düşünen, sizi sizden çok seven, size sizden çok
merhamet edendir o Allah.
Eğer şükrederseniz şükürlerinizden razı olur.
Küfürlerinizden hoşnut olmaz, ama şükürlerinizden hoşnut olur. İşte sizin için
razı olduğu budur. Şükrünüzü kabul eder, şükrünüzden memnun olur, ama şükür
yerine küfrü tercih edenlerinizden de asla bir çekinme, bir eziklik, bir
mağlubiyet acısı tatmaz. Çünkü tüm âlemlerden müstağnîdir o Allah. Tüm âlemler,
tüm kullar O’na muhtaç, ama O kimseye muhtaç değildir. Çünkü bizim kulluğumuzun,
şükrümüzün menfaati kendimize, küfrümüzün, nankörlüğümüzün zararı da kendi
aleyhimizedir. Küfredip O’na karşı nankörlük yaptığımız zaman bunun bize iki
defa zararı olur. İki defa kaybetmiş oluruz. Birincisi, Rabbimizin gazabına
maruz oluruz, ikincisi de, dünyamızı da âhiretimizi de kaybetmiş oluruz. Ama
küfür yerine şükrü tercih ettiğimiz zaman yine iki defa kazanmış oluruz. Hem
yaratıcımıza karşı kendi kulluk görevimizi yap-mış oluruz, hem de karşılığında
Allah’ın rızasını kazanmış oluruz.
Buraya kadar kendisini ortaya koyan Rabbimiz buyuruyor ki, “ey kullarım
ne bu haliniz? Nereye döndürülüyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Benden başka kimi
bulmaya çalışıyorsunuz? Kimi razı et-meye, kime kulluk etmeye çalışıyorsunuz?
Kimin ekmeğini yiyip, kimin kılıcını sallamaya çalışıyorsunuz? Kimin arzında
yaşayıp kimi din-lemeye çalışıyorsunuz? Bu haliniz ne böyle? Kiminiz fenâ fil
para olmuş, kiminiz fenâ fi’d-dükkan olmuş, kiminiz fenâ fi’l-makam olmuş,
kiminiz fenâ fi’s-spor olmuş, kiminiz fenâ fi’l-moda, kiminiz fenâ fi’t-tâğut
olmuş. Ne bu vaziyetiniz böyle? Rabbiniz kim sizin? Hayat programı
belirleyiciniz, rızık vericiniz kim sizin?
Eğer
Rabbinizin size lütfettiği bunca nîmetlerini O’na küfürde, O’nu örtmede, O’nun
kitabını, O’nun âyetlerini örtbas etmede kullanırsanız, bilesiniz ki Allah
bundan hoşlanmayacak ve bunun faturası kendinize kesilecektir. Ama yok Allah’ın
size verdiği nîmetlerle o nîmetler cinsinden hareketlerde, hayırlı amellerde
bulunursanız, Rab-biniz sizden razı olacak ve bu tavrınızın mükâfatını kendiniz
alacaksınız.
Herkes kendi vizrini, kendi yükünü kendisi
yüklenecek. Herkes kendi vizrini kendisi ödeyecek. Herkes kendi yaptıklarının
karşılığını kendisi görecek. Kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecek. Kimsenin
hesabı kimseden sorulmayacak. Hiçbir günâh sahibi, hiçbir vizr sahibi bir
başkasının yükünü yüklenmeyecek. Ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne
kadının kocasına, ne kocanın hanımına bir hayrı, bir faydası olmayacak. Hiçbir
dostun hiçbir dosta sıcak bir kucak açması mümkün olmayacak. Şu anda
birbirlerine güvenenler, birbirlerini kurtarıcı görüp, birbirlerinin eteğinden
yapışmaya çalışanlar, yarın birbirlerinden kaçacak, birbirlerini tanımayacak.
Herkes kendi yükünün, kendi vizrinin karşılığıyla bir hesap vermenin
sıkıntısıyla Rab-binin huzuruna çıkacak. Öyleyse, “biz sizin yüklerinizi
yükleniriz, biz sizleri kurtarırız, siz bize güvenin, gerisini düşünmeyin,”
diyenlerin ta-mamı yalancıdır.
Tabii âyetin ifadesiyle bir insanın sadece kendisinden, kendi
yaptıklarından sorumlu olması, kendi yükünü sadece kendisinin çekmesi demek,
başkalarına karşı sorumluluğu sebebiyle hesaba çekilmemesi anlamına
gelmeyecektir. Rasulullah Efendimizin çığır açma hadisinden anlıyoruz ki, iyi ya
da kötü çığır açanlara, o çığırdan gidenlerin günâhları ve sevapları
eksilmeksizin bir misli yüklenecektir.
Meselâ
çocuklarımızın namazından, namazsızlığından, tesettüründen, tesettürsüzlüğünden,
içkisinden, kumarından sorumluyuz. Ben sadece benden sorumluyum ama, onlardan da
sorumluyum. On-lara namazı öğretip öğretmediğimden, namaz eğitimi verip
vermediğimden, namaz ortamı hazırlayıp hazırlamadığımdan da sorumlu tutulacağım.
Ama ben onlara karşı bu görevlerimi yerine getirmişsem, on-ların yaptıklarından
sorumlu tutulmayacağım.
Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. Rabbinize döneceksiniz ve yaptıklarınızın
tümünü O size haber verecektir. Gece yaptıklarınızı, gündüz yaptıklarınızı,
insanlardan gizli yaptıklarınızı, alenî yaptıklarınızı, kendinize
gizlediklerinizi, açıkladıklarınızı her şeyi her şeyi size haber verecek
Rabbinizdir. Yükünüzü yüklenip yüklenmediğinizi, sorumluluklarınızı yerine
getirip getirmediğinizi size haber verecek. Kitap yükünü yüklenip
yüklenmediğinizi, amellerinizle, gözünüzle, kulağınızla, kalbinizle Allah
âyetlerinin gereğini yerine getirip getirmediğinizi size haber verecek. Kitap
dilinizde mi, kalbinizde mi? Dünyanızda kitap var mı, yok mu? Hayatınızda
peygamber var mı, yok mu? Rab-biniz size haber verecek. Bırakın sadece yapıp
ettiklerinizi, O Allah sadırlarınızda olanları da bilmektedir. Ve sizi onlarla
da hesaba çekecektir.
Bundan sonra Rabbimiz karşımıza iki insan tipi
çıkaracak:
8. “İnsanın başına bir sıkıntı gelince
Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, katından bir nîmet verince önceden
kime yalvarmış olduğunu unutuverir; Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler
koşar. Ey Muhammed! De ki: “İnkârınla az bir müddet zevklen, şüphesiz sen
cehennemliksin.”
Birinci
insan tipi, kendisine bir zarar, bir felâket, beklenmeyen istenmeyen bir musîbet
geldiği zaman hemen Rabbine yönelerek dua eder. “Aman ya Rabbi! Zaman ya Rabbi!
Bundan beni kurtarsan kurtarsan sen kurtarırsın! Korursan sen korursun!” diye
yalvarıp yakarır. Sonra kendisine Rabbinden onun mukabili bir nîmet ulaşınca,
Allah sevilmeyeni sevilenle değiştirince, dükkanı yanmıştı ya, onun yerine iki
dükkan verince, çocuğu ölmüştü ya, onun yerine iki çocuk verince, yalvarıp
yakarmasına sebep olan o hastalık, o sıkıntı, o fakirlik, o musîbet gidince daha
önce dua ettiği Rabbini unutur da, Allah yolundan sapmak ve saptırmak için O’na
ortaklar bulmaya, O’na şirk koşmaya başlayıverir.
Bunu insanların hayatında çok rahat görebiliyoruz. Meselâ bir insan
düşünün ki çocuğu, hanımı hastadır. Anası, babası ameliyat masasındadır.
Ameliyathanenin kapısında ecel teri dökerken Rabbine yalvarıp yakarmaktadır:
“Aman ya Rabbi! Ne olur ya Rabbi! Yetiş imdadıma ya Rabbi! Sen kurtar ya Rabbi!
Yardım sendendir, şifa sendendir ya Rabbi!” Çünkü bilir ki onun bu derdine
Rabbinden başka çare bulacak hiç kimse yoktur.
Ama
bir de bakıyorsunuz ki, ani bir nîmetle gerek kendi hastalığı, gerek
yakınlarının hastalığı geçiyor, iyileşiyorlar. Allah derdine derman oluveriyor,
sıkıntılarını gideriveriyor. Bakıyorsunuz ki bu adam kendisini veya yakınlarını
hastalıktan kurtaran Rabbine hamd edecek yerde, O’na kulluğa yönelecek, On’u
gündeme getirip şükredecek, teşekkür edecek yerde, O’nu unutarak şirk koşmaya
başlayıveriyor. “Doktor gerçekten müthiş adammış be! İlaç tam etkiliymiş be!
İşte bunu filanlar, feşmekânlar kurtardı. Eğer onlar olmasaydı halim perişandı,”
diyerek Allah’a nidler, ortaklar bulmaya, onlara hamdet-meye başlayıveriyor.
Daha önce dua ettiği Allah’ı diskalifiye ederek, “işte kafamı çalıştırdım.
Aklımı kullandım. Falan müdür, filan efendi yetişti de beni kurtardı,” demeye
başlayıveriyor. Bu nîmetin kendisine Allah’tan geldiğini
unutuveriyor.
Ya
da adam daha önceleri köydedir, fakirdir, garibandır, yiyecek ekmeği yoktur,
sıkıntılı bir hayatın içindedir. Rabbine, “Aman ya Rabbi şu perişanlıktan kurtar
beni,” diye yalvarmaktadır. Sonra şehre geliyor, dükkan açıyor, ticarete
atılıyor veya bürokratik hayatın içine giriyor, ekonomik, siyasal güçlere
ulaşıyor, Allah kendisine tüm kapılarını açıyor, zengin oluyor, makamlar elde
ediyor, müdür oluyor, genel müdür oluyor, bakan oluyor, dekan oluyor, alkışlara
mazhar oluyor, ünü başka şehirlere, başka ülkelere yayılıyor. Bakıyorsunuz
köyünde yarım ekmeğe muhtaçken, “aman ya Rabbi, zaman ya Rabbi” diye yalvarıp
yakaran, Rabbine kulluğa yönelen bu adam, yavaş yavaş Allah’ın kendisine dünyada
bir imtihan sebebiyle verdiği bu nîmetlerle sevinmeye, şımarmaya başlıyor.
Namazı, niyazı terk ediyor, ör-tülüyse açılıp saçılmaya, Allah’a hamd edeceği
yerde, bu verdiklerinden ötürü daha çok O’na kulluğa koşacağı yerde O’na nidler,
ortaklar bulmaya, onlara hamd etmeye başlayıveriyor.
“Efendim,
beni bu noktalara falanlar, filanlar taşıdılar. Efendim ben bütün bunları
diplomamla kazandım. Bunları ben hak ettim,” demeye başlıyor. Rabbine karşı
secdesi, kulluğu, teslimiyeti, ibadeti, ita-ati bitiyor, cennet, cehennem,
âhiret, hesap, kitap unutuluyor ve bunların yerine sadece dünya yerleşmiş
oluveriyor.
Darlık anında, sıkıntı anında, yokluk anında gönülden yönelerek Rabbine
yalvaran, Rabbinin farkında olan insanlar sahil-i selâmete çıkınca da Allah’a
karşı yan çizmeye başlayıveriyor. İşi bitinceye kadar Allah’ı hatırlıyor ama işi
bitince O’nu unutuveriyor. Ve de kendisi saptığı gibi insanları da saptırmaya
başlıyor diyor Rabbimiz. “Efendim bize baksanıza. Biz bu noktalara şöyle şöyle
yaparak geldik. Bu işleri biz hallederiz. Hacet kapısı biziz. Bize bakın ve
bizim gibi olun” diyerek insanları saptırırlar. Darda kaldıkları zaman Allah’a
yalvarmaya, Allah’a kulluğa koşarlar ama Allah’la menfaat ilişkileri bittiği
zaman da dönüveriyorlar. Böylelerine şunu dememizi istiyor
Rabbimiz:
Haydi küfrünle, kâfirliğinle, nankörlüğünle bu
dünyada biraz oyalan, biraz faydalan bakalım. Haydi biraz yaşa, biraz ömür sür
bakalım. Haydi hakkı biraz gizle bakalım. Muhakkak ki sen cehennem ashabından,
ateşin sohbetçilerindesin.
Rabbimizin bu sözü kendisine söylememizi istediği kişi zengindir,
varlıklıdır, ekonomik güce sahiptir, siyasal gücü vardır, askerî gücü vardır,
bürokratik gücü vardır, çevresi, avenesi, devleti, askeri vardır. Hattâ bu adam
tüm dünyaya egemen olmuştur. İşte böyle bir adama, böyle bir topluma bir
Müslüman olarak diyeceğiz ki, “haydi biraz faydalan bakalım bu dünyada. Haydi
biraz yaşa, biraz eğlen ba-kalım.” Biraz. Niye? Eh dünya hayatı, dünya menfaati
çok az da ondan. Âhiretin yanında dünya ne ki? Âhiret nîmetlerinin yanında,
âhiret saltanatlarının yanında ne ifade eder dünya? Hattâ tüm dünya bir tek
insana verilse bile ne kadar hâkimiyeti olabilecektir bu adamın dünyada? Ölümlü
olan bir dünyada, sonlu olan bir dünyada, dünyanın egemenliği ne ki? Ölümlü olan
bir dünyada zenginlik ne ki?
Eğer
cennete yatırım yapılmamışsa, cennet kazanılmamışsa, kâfirler için milyar yıl
olsa da azdır dünya. İşte onlar için verilen hüküm: Sen cehennemliksin, sen
ateşin sohbetçisisin. Sonunda cehenneme götürecek bir dünya saltanatı, bir dünya
zenginliği neye yarar?
Birinci insan tipi böyledir. Allah bizi onlardan etmesin inşallah. İkinci
insan tipini de bakın nazarlarımıza şöylece arz ediyor
Rabbimiz:
9. “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak
boyun büken, âhiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden
kimse gibi olur mu? Ey Muhammed! De ki: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
“Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”
Bir
adam, bir mü’min düşünün ki kunutta, gece vakti ayaktadır. Geceleyin kıyamda,
secdede, rükûdadır. Hep Allah’a boyun büküyor, hep Allah’a teslim oluyor. El
pençe divan durmuş, Rabbinin emirlerine âmâde, kulluğa hazır bekliyor. Gece
gündüz Allah’ın emirlerini uygulamak üzere secdededir. “Ya Rabbi ben sana
teslimim! Ben sana bağlıyım! Ne istersen iste! Ne emredersen emret! Ben senin
emrini bekliyorum!” demektedir. Kulluğu sadece Allah’a hasretmekte, şirkten
kaçınmakta ve Allah’tan başkalarını kesinlikle dinlemeyeceğini ortaya
koymaktadır.
Gece gündüz Allah’ın dediğini yapmaya çalışıyor. Gece gündüz Allah’ın
razı olduğu bir hayatın, Allah’ın istediği bir kulluğun kavgasını veriyor. Allah’tan bitecek bir işi olsa da olmasa da,
darda kalmış olsa da, bolluk içinde olsa da Rabbine kulluğa koşuyor. Yâni
zen-ginlik ya da fakirlik, hastalık ya da sağlık, güç ya da güçsüzlük, açlık ya
da tokluk, sıkıntılı ya da neşeli dönemleri hiç fark etmiyor, her zaman, her
şart altında Rabbine kulluk ediyor, Rabbine dua ediyor, Rabbine teslimiyet
gösteriyor.
Sadece
işi düştüğünde değil, her zaman ve zeminde Allah’a koşuyor. Sonra âhiretten,
âhiretin hesabından da tir tir titriyor. Allah’ın huzuruna çıkmaktan, Mahkeme-i
Kübra’dan çekiniyor, sakınıyor, korunuyor. Rabbinin kitabından âhiret, ölüm,
hesaba çekilme, azap, ce-hennem âyetlerini duydukça tüyleri diken diken oluyor.
Azıcık kulluktan uzaklaşsa, Allah’ın gazabını celp etmekten korkuyor. Ama
Rab-binin rahmetini de umuyor, Rabbinin rahmetinden asla ümidini kemsi-yor.
İşte
bu tavrı, bu imanı onun sapmasına engel oluyor, yan çizmesine mâni oluyor. Yâni
Allah’ın onu denemek için az evvel demeye çalıştığım gibi farklı durumlara,
farklı konumlara geçirmesi, bazen
al-ması, bazen vermesi,
bazen hoşuna gidecek cinsten, bazen da
sev-mediği cinsten şeyler göndermesi asla onu Allah’a kulluktan, Allah’a duadan
uzaklaştırmıyor. Yaşadığı bu dünyada onun tek bir hedefi var, o da Allah’ın
rızası. Tek hedefi var, o da Rabbinin hoşnutluğu ve bunun sonunda kazanılacak
cennet ve cehennemden kurtulmak.
Evet işte ikinci insan da budur. Şimdi bu iki insan tipini gözümüzün
önüne getirdikten sonra bakın burada bir soru soruyor
Rab-bimiz:
“De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Peki
neyi bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Matematiği, fiziği, kimyayı,
astronomiyi, botaniği, logaritmayı, a kareyi, b kareyi, toplamayı, çıkarmayı
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Hep böyle anladılar, böyle anlattılar değil
mi bu âyeti bugüne kadar? Bunlara bilgi diyorlar, bunları aslanın ağzına
koyuyorlar ve kapana da diploma veriyorlar. Bunları bilenler bilgindir, âlimdir
diyorlar. Bu onların kriteridir, ama Allah’a göre ilmin, âli-min kriteri işte bu
âyette anlatıldığı gibi insanın Allah’a kulluğuna ilişkin lüzumlu kulluk
bilgilerini bilmektir.
Yâni
bilenler Allah’a kul olanlardır. Sadece Allah’ın rızası istikâmetinde bir hayat
yaşayanlar, gece-gündüz Rabblerini razı etmeyi hedefleyenler, Allah’ın istediği
kulluğun kavgasını verenler, kıyamda, rükûda, secdede olanlar, gece-gündüz
Allah’ın emirlerine boyun bükenler, kıyamet gününün hesap ve kitabıyla tir tir
titreyen ve onun için hazırlık yapanlar, ama Rabblerinin rahmetinden de asla
ümit kesmeyenler, hayatın, ölümün ve hayattaki tüm nîmetlerin sahibini bilen, bu
nîmetlerin ne için verildiğini, sonunda ne olacağını bilenler âlimdir.
Zenginlik
ya da fakirlik, hastalık ya da sağlık, güç ya da güçsüzlük, açlık ya da tokluk,
sıkıntılı ya da neşeli hangi dönemde olursa olsun her zaman ve mekânda, her şart
altında Rabbine kulluğa, duaya devam eden, teslimiyet gösteren kişi âlimdir.
Sadece işi düştüğünde değil, sadece başı daraldığında değil, her zaman ve
zeminde Allah’a kulluğa koşmasını bilen kişi bilgindir.
İşte
âyetin anlattığı budur: Bunu bilen kişi âlimdir ve kesinlikle bilelim ki, ilim
mü’min içindir. Dün de, bugün de, yarın da yeryüzünün en âlim insanları bu
kitabın bilgisine sahip olan Müslümanlardır. Bu kitabı bilenler âlimdir, bu
kitapla beraber olanlar bilgindir, bu kitabın kulluk bilincine erenler, bu
kitaptan haberdar olanlar hikmet sahibidirler. Kur’an-ı Kerîm’deki bu tür
âyetlerin anlamı budur. Yâni bunu bilenler âlimdir, bundan haberdar olanlar
fakîhtir, bununla beraber olanlar akıllıdır.
Allah’ın kitabından, Allah’ın yeryüzü için gönderdiği hayat programından
habersiz bir hayat yaşayanlar cahildirler. Bu kitaptan, bu kitabın kulluk
bilgisinden mahrum olan kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en cahil, en akılsız
insanlarıdırlar. Çünkü Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki, gerçek bilgi
vahiydir. Gerçek bilgi Allah’ın bil-dirdiği bilgidir. Allah bilgisine sahip
olan, vahiy bilgisinden haberdar olan kişi âlimdir. Unutmayalım ki insanlar bu
kitaptan haberdar oldukları kadar şeref sahibi, ilim ve izzet sahibidirler.
İnsanların bu kitabın istediği şekilde kulluğa yönelmeleri onların gerçekten
âlim oluşlarının tescilidir.
Âyet bunu anlatıyor. “Hiç bunu bilen, bu kulluk bilincine erenle, bunu
bilmeyen bir olur mu?” diyor Rabbimiz. Âyeti siyâk-sibâk ilişkisi içinde
anlamaya çalıştığımız zaman bunu bilenle bilmeyenin bir olmadığının
anlatıldığını anlarız. Ama tıpkı bizden önceki iki lânetlik toplumun, Yahudi ve
Hristiyanların yaptığı gibi Allah’ın âyetlerine tahrif mantığıyla yaklaşır,
âyetleri âdeta cımbızla söküp çıkarır gibi sûre bütünlüğünden koparır, âyetin
siyâk-sibâk ilişkisini bitirir, üstüyle altıyla irtibatını keser ve öylece
anlamaya kalkışacak olursak, o zaman Allah’ın âyetini tahrif edip, Allah’ın
muradını değiştirip istediğimiz mânâyı yüklememiz mümkün olacaktır.
İşte
görüyoruz âyetin üstünü altını hiç okumadan bir tahrif mantığıyla Müslümanlar ne
mânâlar kazandırmışlar âyete. Efendim matematik bilenle bilmeyen bir olur mu?
Fizik bilenle bilmeyen, botanik bilenle bilmeyen, mühendislik bilenle bilmeyen,
tarih bilenle bilmeyen bir olur mu? Halbuki âyetin kastı bu değildir. Vaz’
olunduğu maksat bu değildir. Hayatının sahibini tanıyan, Allah’ın üzerindeki
nîmetlerinin farkında olan, kendisine verilen nîmetlerle şımarmayan, sadece
Allah’a kulluk edip O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan mü’minle bunun şuûrunda
olmayan kâfir bir olur mu? Allah’ı bilenle bilmeyen bir olur mu? Allah’ın
sıfatlarını, Allah’ın Esmâsını, Allah’ın azâmetini, rubûbi-yet ve ulûhiyetini,
yaratıcılığını bilenle bilmeyen bir olur mu?
İşi
düştüğü zaman, başı daraldığı zaman Allah’ı bilenle, menfaati söz konusu olduğu
zaman Rabbini hatırlayanla, her zaman Rab-bini Rabb bilen bir olur mu? Ölüyle
diri bir olur mu? Görenle kör bir o-lur mu? Vahiyle âlim olan mü’min canlıdır,
diridir, kuldur. Ama kâfir ö-lüdür, cahildir, kördür, sağırdır. Hiç bu ikisi bir
olur mu?
Ama bunu da ancak akıl sahipleri anlayabilir. Bunu
ancak aklını kullanabilen kimseler anlayabilir. Bunu, bu gerçeği ancak öz
sahipleri, özünü, fıtratını yitirmemiş olanlar anlayabilir. Bu âyetlere ancak
akıl sahipleri kulak verirler. Ancak akıl sahipleri bu âyetleri zihnine yazıyor,
kafasına kazıyor, gündemine alıyor, düşünüyor ve anlamaya, yaşamaya
çalışıyor.
10. “Ey Muhammed! Şöyle de: “Ey inanan
kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının; bu dünyada iyilik yapanlara iyilik
vardır. Allah’ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere ecirleri sonsuz
olarak ödenecektir.”
De
ki ey iman eden kullarım, Rabbinizden ittikâ edin. Rabbinizi hesaba katarak,
Rabbinizin koruması altına girerek bir hayat yaşayın. Rabbinizin gösterdiği gibi
bir hayat yaşayın. Rabbiniz hep gündeminizde olsun. Bakın böyle yaşayan
kullarına Rabbimiz kullarım diye hitap ediyor. Bu ne büyük bir şeref? Kulları
içinde kendisine iman e-den, kendisi için hayat yaşayan kullarına gerçekten
Rabbimiz çok bü-yük bir değer veriyor. Kendisine karşı kulluk tavrı alan
kullarına, yeryüzünde şereflerin en büyüğünü lütfediyor, kazandırıyor.
“Ey
iman eden kullarım” diyerek hitap etmesi, bizi muhatap kabul etmesi gerçekten
şereflerin en büyüğüdür. Bizden istediği de takvâdır. Kendisinin belirlediği bir
hayatı yaşamamızı istiyor. O’nun için konuşmamızı, O’nun için susmamızı, O’nun
için sevmemizi, O’-nun için küsmemizi, O’nun için yaşamamızı istiyor. Gecemizi,
gündüzümüzü O’nun için ve O’nun belirlediği yasalarla yaşamamızı istiyor. İşte
takvâ budur.
Muhsinler için, ihsan edenler için, Allah’ı
görüyormuşçasına bir hayat yaşayanlar, sürekli Allah huzurunda, Allah
kontrolünde olduğunun şuurunda, sadece O’nu memnun etmenin sıkıntısı içinde,
O’nu razı edebilmek için her şeyini fedâ edecek bir tavır içine girenler için
Rabblerinden haseneler vardır. Bunlar için Allah’tan iyilikler, güzellikler,
başarılar, üstünlükler, izzetler, şerefler vardır.
Allah’ı görüyormuş gibi Allah’ın istediği güzel işler yapanlar, Allah’a
lâyık kulluklar yapanlar, Allah’ın kitabını okumayı Allah’ın istediği şekilde en
güzel yapanlar, dinlemeyi, anlamayı, uygulamayı en güzel yapanlar, infakı en
güzel yapanlar, Allah için ölürken, öldürürken en güzel yapanlar için dünyada
hasene vardır, dünyada güzel bir hayat vardır, dünyada güzel rızıklar, güzel
başarılar, mutluluklar vardır. Temiz bir hayat nasip edecektir Allah onlara,
gönüllerine huzur ve inşirâh verecektir Rabbimiz. Âhirette de cennet, cennette
de sıkıntısız, rahat bir hayat verecektir.
Bunu yapamadık, bunu beceremedik, Allah’ı
görüyormuşçasına Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya muvaffak olamadık mı
diyor-sunuz? Çevrem, toplumum, âmirim, devletim, dükkanım, işim, mesleğim,
çoluk-çocuğum, okulum, diplomam, doktoram sebebiyle Allah’a Allah’ın istediği
şekilde kul olamadım mı diyorsunuz? Unutmayın ki Allah’ın arzı geniştir.
Unutmayın ki Allah sizin için hadsiz hesapsız ecir hazırlamıştır. Kesintisiz
ecirler vardır sizin için.
Allah’ın arzı geniştir. Böyle olanların, Allah’a Allah’ın istediği
biçimde kulluğu daha iyi icra edebilecekleri bir arzı seçmeleri gerekmektedir.
Belki bu âyetlerin geldiği dönemde Mekke’de Rasulullah Efendimiz ve
beraberindeki bir avuç Müslüman sıkıntı içindeydiler. Bu sıkıntılı günlerde
görünüşte Rabbimizin mü’minlere müjdelediği bu hasene, bu dünya ve âhiret
güzelliği, dünya ve âhiret zaferi, başarısı, üstünlüğü, izzet ve şerefi hiç yok
gibiydi. Görünürde Müslümanlar bundan çok uzaktılar. Böyle bir durumda zulüm ve
işkence altında yaşayan bunalmış insanlara sizler için bu dünyada haseneler,
galibiyetler, zaferler, üstünlükler var demek acaba onları tatmin eder miydi?
Tek dertleri Rablerini hoşnut etmek olan bu insanları elbette Allah yolunda
çektikleri sıkıntılar çok fazla
üzmeyecektir. Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde sıkılmışlar ise Rabbimiz onlara
dün de, bugün de, yarın da başka mekânlar ve o mekânlarda bol bol rızıklar
verecek, nîmetler lütfedecek ve arzının genişliğinden onları istifade
ettirecektir.
Evet, eğer bulunduğunuz ortamda ihsanı gerçekleştiremiyor, eğer
yaşadığınız bu dünyada en güzel bir hayatı yaşayarak haseneyi elde
edemeyecekseniz, bilesiniz ki Allah’ın arzı geniştir. Müslümanlar için daima bu
kapı açıktır. Müslümanın dünya hasenesi tehlikeye girdiği anda, ırzı, namusu
tehlikeye düştüğü anda kendisine başka arzlar aramak üzerine vacip olacaktır.
Bulunduğu bölgede, bulunduğu mahallede karısına söz geçiremeyen, çocuklarını
Müslümanca eğitemeyen kimse Allah için o mahalleden hicret edecektir. Bir
arkadaş grubunun içinde oluşu Müslümanın Müslümanca tavırlar sergilemesine engel
oluyorsa, derhal o arkadaş grubunu terk edip Allah’a kulluğunu teşvik edecek bir
başka arkadaş grubuna hicret edecektir. Unutmayın
ki:
Sabredenlere hesapsız mükâfatlar vardır. Allah’ın rızasını kazanmak üzere
Müslümanca bir hayat yaşama kavgası verirlerken kendilerini fitnelere düşürerek,
kendilerini hedefledikleri Allah rızasından uzaklaştıracak tüm aleyhte şartlara
rağmen Müslümanca kalabilmenin, kullukta direnip geri adım atmamanın hesabını
yapan kimselere, sabredenlere hadde hesaba gelmeyecek mükâfatlar vardır, diyor
Rabbimiz. Sabır insanın kendisini tutması, kendisini hapsetmesi demektir.
Kişinin kendisini Allah’ın emirleri istikâmetinde tutması, haramdan korunma
konusunda kendisini tutması demektir. İmtihan konularına hoş bakmaktır sabır.
İşte
böyle Allah’ın emirlerine imtisal, Allah’ın nehiylerinden ictinâb noktasında
ayak direyip geri adım atmayı aklının ucundan bile geçirmeyen kimseler için çok
büyük mükâfatlar var, diyor Rabbimiz.
11, 12. “Ey Muhammed! De ki: “Dini Allah’a
ihlâs kılarak O’na kulluk etmekle emr olundum. Müslümanların ilki olmakla emr
olundum.”
De
ki, ben dini, hayat programımı sadece ve sadece Rabbime ait kılarak O’na kulluk
yapmakla emr olundum. Daha önceki âyette dini Allah’a hâlis kılmanın, katışıksız
din sahibi olmanın ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmıştık. Ben bana Rabbim
tarafından emânet edilmiş bir günün, bir gecenin, bir ömrün başından sonuna dek
Rabbimin istediği şekilde yaşamakla emr olundum. Hayatımın her bir da-kikasında
sadece Rabbimi dinlemek, sadece Rabbimi razı etmek, sa-dece Rabbimin yasalarını
uygulamakla emr olundum. İşte yaşanılan hayatın her bir kademesinde sadece
Allah’ı dinlemenin, sadece Al-lah’ı razı etmenin hesabını yapmanın, sadece
Allah’a kulluğun hede-fini gözetmenin adına, dinin Allah’a hâlis kılınması
denir. Kulluğun, itaatin, teslimiyetin sadece Allah’a ait oluşunun adına, dinin
Allah’a ait kılınması denir.
İşte
biz Müslümanlar böylece emr olunduk. Dün bu âyetlerin yol gösterisiyle Allah’ın
Resûlü tüm dünyaya bunu ilân etti. “Ben böylece emr olundum, ben buyum,” dedi.
Bugün Allah’ın bu kitabını okuyan, dinleyen bizler de bunu böylece ilân etmek
zorundayız. Biz sadece Rabbimize kullukla emr olunduk. Sadece Rabbimizi dinlemek
ve O’ndan başka hiç kimseyi dinlememekle emr olunduk. Hayatımızın tümünde
kulluğumuza, ibadetimize, itaatimize, duamıza Allah’tan başka hiç kimseyi, hiç
bir şeyi ortak kılmadan, saf, katışıksız hayat yaşamakla emr olunduk.
Hayatımızın bazı alanlarında Allah’ı, bazı alanlarında da başkalarını dinleyerek
şirke düşmemekle emr olunduk. Kulluğun yerini, zamanını, miktarını, oranını
sadece Rabbimizin belirlediği şekilde, ona hiç bir şey katıp karıştırmadan,
sâfiyetini bozmadan, bidatlere, aşırılıklara düşmeden dini Allah’a vererek, O
nasıl istediyse öylece yaşamakla emr olunduk.
Yâni
biz emir kulu değil, Allah kulu olmakla emr olunduk. Biz tâğutların, yasaların
kulu değil, Allah kulu olmakla emr olunduk. Bizim boyunlarımızdaki kulluk ipinin
ucu sadece Rabbimizin elindedir. O nereye çekmişse o tarafa gitmekle emr
olunduk. İşte biz Allah’a teslim olmuş, Allah’ın seçimini kendimiz için seçim
kabul etmiş Müslümanlarız. Tüm dünya bunu böylece bilsin demek
zorundayız.
Peygamberim, yine ben Müslümanların ilki olmakla da
emro-lundum de. Allah’a ilk teslim olan, Allah âyetlerine ilk teslim olan
olmakla emronundum ben. Allah’ın istediği kulluğu icrâ etme noktasında
sâbikûndan olmakla, başı çekmekle emr olundum. Allah’ın mü’-minlere yapılmasını
emrettiği bir işe ilk el atan olmakla emr olundum.
Rabbimiz peygamberine Müslümanların ilki olmasını, bu kitaba ilk iman
edenin kendisi olmasını emrediyor. Tabii peygamberimizin şahsında bize de
Müslümanların ilki olmamız emrediliyor. Her konuda Müslümanların ilki biz olmak
zorundayız. Allah’ın emirlerinden birisine teslim olmak söz konusu olduğu zaman,
Allah’ın emirlerinden birisinin ifası söz konusu olduğu zaman etrafımızda hiç
kimse olmasa bile hemen ben diyeceğiz.
Ama
bakıyoruz ki bugün bizler Allah’ın emirlerinden birisinin ifâsı söz konusu
olduğu zaman, “önce birileri başlasın, önce filanlar başlasın, arkasını biz
getiririz,” diyoruz değil mi? “Benden önce, bizden önce keşke bu konuda çığır
açan birileri olsaydı ben de çok rahat yapardım,” diyoruz değil mi? Hep
birilerinin başlamasını, birilerinin başlatmasını bekliyoruz. Halbuki fazilet
ilk başlayandadır, ilk başlatandadır. Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“Kim
dinde hayırlı bir çığır açarsa açtığı bu çığırın sevabı bu adama ait olduğu
gibi, kıyamete kadar açtığı o çığırdan gidenlerin sevaplarının bir misli
kendilerininki eksiltmeksizin onun defterine yazılacaktır. Kim de dinde kötü bir
çığır açarsa, o açtığı çığırın günâhı onun omu-zuna yazılacağı gibi, o çığırdan
kıyamet gününe kadar gi-denlerin günâhlarının bir misli onun sırtına
yazılacaktır.”
Meselâ insanların Kur’an’a yönelmesi, sünnetle ilgilenmeleri adına kim
bir adım atarsa, kim ilk adımı atarsa karşısındakilerde mey-dana gelecek İslâmî
değişikliklerin sevabının bir misli bu ilk adımı ata-na verilecektir. Öyleyse
her konuda Müslümanların ilki olmaya çalışacağız. Dünya üzerinde hiçbir kimse
Müslüman olmasa bile, biz tek başına Müslüman olmak zorunda olduğumuzu
unutmayacağız. Sağımıza solumuza, önümüze arkamıza bakmayacağız..
İnsanlar
Müslüman olsunlar da ondan sonra bizler de Müslüman olalım demeyeceğiz. “Ah,
benden önce bunu birileri yapsaydı,” demeyeceğiz. Onu ilk yapan biz olacağız.
Vallahi Hz. Hatice annemiz birazcık bekleseydi, Hz. Ebu Bekir Efendimiz biraz
bekleseydi, “hele birileri Müslüman olsun da ondan sonra Müslüman olalım,”
deselerdi, kıyamete kadar beklerlerdi de yine Müslüman olamazlardı.
Öyleyse
biz de beklemeyeceğiz. Önce birileri yapsın, önce birileri başlasın diye
beklemeyeceğiz ve herkesten önce biz Müslüman olmaya, herkesten önce o emri biz
uygulamaya başlayacağız. Hayırlı işlerde kesinlikle acele edeceğiz,
beklemeyeceğiz. Hele şu doktoram bir bitsin, hele şu işimi bir bitireyim, hele
şu askerlik bir bitsin, hele şu diplomayı bir alayım, hele bir evleneyim, hele
şu idare bir değişsin, hele işler yoluna bir girsin diye beklersek, sabah-ı
haşre kadar bekleriz de yine o konuda fırsat bulamayız Allah korusun.
Ben
Müslümanın ilki olmalıyım diyeceğiz. Yeryüzünde benden başka hiç kimse Müslüman
olmasa da, herkes bana düşman olarak kâfir olsa da, ben yine de hiç kimseyi
beklemeden Müslüman olmak zorundayım. Ya da bunun bir başka mânâsı da benim ilk
işim Müslümanlık olmalıdır. Benim ilk işim Müslümanlık olmalı. Müslümanlığımı ön
plana almalıyım, mesleğim ikinci üçüncü planda olmalı. Öğretmenliğim ikinci
üçüncü planda olmalı, talebeliğim öyle olmalı, hacılığım, hocalığım, babalığım,
evlâtlığım, zenginliğim fakirliğim, müdürlüğüm, âmirliğim, hizmetçiliğim,
memurluğum ikinci üçüncü planda olmalı. Ben önce Müslümanım, sonra öğretmenim.
Önce Müslümanım sonra tamirciyim. Önce Müslümanım sonra babayım, önce Müslümanım
sonra evlâdım.
Eğer böyle yapmaz da mesleğimizi, işimizi, aşımızı, erkekliğimizi,
kadınlığımızı birinci plana alır da Müslümanlığımızı ikinci üçüncü plana
alırsak, o zaman bozuk bir Müslümanlık çıkacaktır karşımıza. Eğer
Müslümanlığımızdan önce işimiz aşımızla ilgili, mesleğimiz meşrebimizle ilgili
problemleri gündeme getirir, önce bunları çözmeliyiz, önce bunları halletmeliyiz
diyerek Müslümanlığımızı ikinci üçüncü plana alırsak, o zaman sapıklıklar
başlayacaktır hayatımızda.
Meselâ
eğer Müslümanlığımızdan önce babalığımızı değerlen-direcek olursak, o zaman
belki kendimizi putlaştıran, kendimizi tanrı yerine koyan despot bir baba olarak
ortaya çıkabiliriz. Ama biz eğer babalığımızı değerlendirirken Müslüman
olduğumuzu unutmazsak, Müslümanlığımız hatırımızda olursa, o zaman Allah’ın
istediği biçimde bir baba olma imkânımız olacaktır. Müslümanlığınızdan önce
evlâtlığınızı gündeme getirirseniz o zaman babayı hiç takmayan despot ve
itaatsız bir evlât ya da babanın her dediğini dinleyen, babayı Rab yerinde gören
bir evlât olabiliriz. Evlât olarak önce Müslüman olduğu-muzu hatırlamaz,
hatırımızda canlı tutmaz ve babanın arzuları karşısında önce bir Müslüman
olduğumuzu unutur, yâni babanın arzularını İslâm süzgecinden geçirmeden, baba
karşısında oğlun, oğul karşısında babanın İslâm’da konumunu bilmeden babalık ve
oğulluk ortaya koyarsak elbette bu yanlış olacaktır.
Veya
meselâ eğer siz Müslümanlıktan önce siyasetçi olmayı denemeye kalkışırsanız, o
zaman belki kendinizi putlaştıran, kendinizi İlâh ve Rab makamında gören,
Allah’ı tanımadan kendi egemenliğinize dayalı bir sistem getirmeye
kalkışabilirsiniz. Eğer Müslümanlığımızdan önce ticareti gündeme getirir,
Müslümanlığımızdan önce ekonomiyi düzeltmeye kalkışırsak, çok bozuk bir mala
bakış, çok bozuk bir kazanma ve harcama anlayışı geliştirebilir, bunun adına da
İslâm diyebiliriz. Müslümanlığımızı birinci plana almadığımız, her şeyden önce
Müslüman olduğumuzu gündeme getirmediğimiz, Müslümanlığımız bu ticari hayatımıza
hakim olmadığı için mutlaka yanlışa düşeceğiz demektir. Ama unutmayalım ki ben
Müslümanım demek, ben bu kitapla amel ediyorum, ben tüm problemlerimi bu kitaba
arzediyo-rum, bu kitaptan ve bu kitabın pratik uygulaması olan Rasûlullah’ın
sünnetinden aldığım çözümlerle amel ediyorum demektir.
Bunu
diyebilmek için de Kitap ve Sünneti tanımak zorundayız. Bu kitabı tanımadan da
Müslümanlığı yaşamaya kalkarsam o zaman bilmediğim, tanımadığım bölümlerde hep
hata yapacağım demektir. Yâni demek istiyorum ki, biz her şeyden önce Müslümanız
dedik mi, tüm problemlerimizde Müslümanlığı gündeme getirecek ve o problemlerin
çözümü için ilk önce İslâm’a başvuracak, İslâm’ı öğrenecek ve hata etmemeye
çalışacağız demektir. İşte İslâm budur, teslimiyet budur.
13. “De ki: “Rabbime karşı gelirsem, doğrusu
büyük günün azabından korkarım.”
De
ki, eğer ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım,
korkuyorum. Eğer böyle Rabbim tarafından Müslümanların ilki olmakla, ilk teslim
olanlardan olmakla emr olunduğum halde, Rabbimin emri olan imanı, teslimiyeti,
kulluğu reddederek Rab-bime isyancı bir tavrın içine girerek, Rabbimle çatışma
içine girerek, O’nun istemediği, onaylamadığı bir hayatı yaşayarak O’na isyan
bayrağını çekersem, büyük bir günün azabından, bizi cehennemle karşı karşıya
getirtecek olan bir günün azabından korkarım. Böyle bir azapla burun buruna
geldiğimizde bizi kim kurtaracak o azaptan? Kim tutar elimizden böyle bir
durumda? Kim yardımcı olabilir bize? Bugün güvendiğiniz şu insanlar acaba o gün
imdadımıza yetişebilirler mi?
14. “De ki: “Ben, dinimi Allah’a ihlâs
kılarak O’na kulluk ederim.”
Öyleyse
görün bizi, duyun bizi ey insanlar. Ben dinimi, ben ha-yatımı, hayat programımı
sadece Allah’a ait kılarak, samimiyetle Allah’ı tek Rabbim bilerek, tüm
hayatımda O’ndan başka hiç kimseyi memnun etme gibi bir yamukluğun, O’ndan
başkalarının emirlerini uy-gulama gibi bir hesabın içine girmeden sadece Rabbime
kulluk yapıyorum. Sadece O’nu dinliyor, sadece O’nun çektiği yere gidiyorum.
Artık ben işte böyle bir inancın, böyle bir teslimiyetin, böyle kulluk
ha-yatının insanıyım. Sizler dilediğinize kulluk yapabilirsiniz. Ama beni
gördünüz işte. Ben buyum, ben Müslümanım. Ben Rabbime teslim olanım. Ben
tercihimi Rabbime teslimiyetten yana kullandım.
Eğer
sizler benim bu tercihimin aksini yapmaya kalkışır, Rab-bimden başkalarını Rab,
Melik, İlâh makamında görür, tercihlerinizi onlardan yana kullanır, onları razı
etmeye yönelir, hayatınızı onlar kaynaklı yaşamaya kalkışırsanız benimle hiç bir
ilginiz kalmamıştır.
Evet bizler dinde muhlisler olarak sadece kulluğumuzu, duamızı,
dâvetiyemizi, Allah’a yapacağız. Hâlis bir din sahibi, katışıksız bir din sahibi
olacağız. Daha önce de söyledim, din kişinin hayat programıdır. Din kişinin
yaşam biçimidir.
Hayatımızın
bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını dinleyerek,
hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını, bazı bölümlerinde de
başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı bir din içinde bir hayat
yaşamayız. Yirmi dört saatimizin tümünü Allah’a ait kılarak, sadece O’nu dinler
ve sadece O’na kulluk yaparız. Bundan sonra da her yerde, her konumda sadece
Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir birimini Allah’ın istediği şekilde
düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi,
düşüncemizi, benliğimizi Allah’a döndüreceğiz. Kazanırken, harcarken Allah’ın
istediklerine riâyet ederek secdemizi, kulluğumuzu Allah’a yapacak, severken,
küserken O’nu dinleyecek ve secdemizi Allah’a yapacağız. Tüm hayatımızda
yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek, O’nun istediklerini ön plana alacak,
O’nun rızasını tercih edecek, O’nu hesaba katacak ve O’nun istediği gibi inanıp
O’nun istediği gibi hareket edeceğiz. Her an O’nun huzurunda olduğumuzu ve her
an O’na hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayacağız. Camide Allah’ın
dediklerini, caminin dışında başkalarının dediklerini icrâ ederek asla şirke
düşmeyeceğiz. Gönlümüzde Allah korkusu gözümüzde başkalarının korkusu
olmayacak.
15. “Ey Allah’a eş koşanlar! Siz de O’ndan
başka dilediğinize kulluk edin. “De ki: “Kıyamet günü kendilerini ve ailelerini
hüsrana uğratanlar, elbette onlar hüsrandadırlar.” Dikkat edin, işte apaçık
hüsran budur.”
İşte
biz böyleyiz. Ama ey müşrikler, sizler de O’ndan başka di-lediğinize kulluk
edebilirsiniz. Bu dünyada ve âhirette sonucuna kendiniz katlanmak şartıyla
buyurun, Allah berisinde dilediğinize tabi olup onların dedikleri gibi yaşayın.
Dilediğinizin yasalarını uygulayın. Ama unutmayın ki hem bu dünyada hem de hesap
kitabın başladığı kıyamet gününde, kendilerini ve ehillerini ziyan edenler,
kendilerini ve ehillerini boşa harcayıp zarara sokanlar, iflâs edenler, sıfırı
tüketenler, kendilerine ve çevrelerine zarar verenler, kaybedenler sizler
olacaksınız. Kendisinin, akıllarının, gözlerinin, kulaklarının, kalplerinin
hakkını vermeyenler, hanımlarının, çoluk-çocuğunun, çevrelerinin hakkını
vermeyenler, kendilerini, âzâlarını ve çevresindekileri ateşe gönderenler sadece
kendilerine kıymakla kalmamışlar, başkalarına da kıymışlardır. Sadece
kendilerini değil, tüm etraflarını da harcamış kimselerdir bunlar. Birbirlerine
dalâlette etkili olmuş kimselerdir bunlar. İdeolojik olarak aynı şeyleri
paylaşmışlar. Bu dünyada Allah’ın kendilerine lütfettiği hayatı kötüye kullanıp,
hem kendilerini hem de ailelerini mahvetmişlerdir.
Tabii dünya kayıplarının hiç birisine benzemez bu kayıp. Dünyada bir
insanın tüm malını, mülkünü, tüm servetini, makamını, mansıbını yitirmesine
benzemez bu kayıp. Çünkü geçici olan dünyanın kayıpları da geçicidir. Ama ebedî
olan bir hayatın kayıpları da ebedîdir. İşte esas kayıp budur. İşte buna
ağlamak, buna yanmak gerekir. Öyle değil mi? Tüm dünyayı kazansanız, tüm dünyayı
kaybetseniz ne ifade eder ki bu? Asıl zarar yarın hem kendimiz, hem de ehlimiz,
ıya-lımız için âhiret zararına uğramaktır.
Öyleyse
gelin burada oğlumuz, kızımızla, hanımımız, eşimiz dostumuzla, çevremiz,
ailemizle Rabbimizin razı olacağı bir hayatı ya-şayalım ki, öbür tarafta zarara
uğramayalım, kaybedenlerden olmayalım inşallah. İşte sevinilecek şey budur.
Dikkat edin apaçık kayıp, apaçık hüsran budur, başkası
değil.
16. “Onlara üstlerinden kat kat ateş vardır;
altlarında da kat kattır. Allah kullarını bununla korkutur. Ey kullarım, Benden
sakının.”
Evet
o kaybedenlere, o zarara uğrayanlara, kendilerini ve ehillerini boşa
harcayanlara yarın kat kat ateş vardır. Ateş her taraflarını sarmıştır onların.
Altlarında ateşten bir gölge, üstlerinde ateşten bir gölge vardır. Yatakları da
ateştir onların, yorganları da. Yâni böyle alt-ları ateş, üstleri ateş,
gölgelikleri ateş olan bir cehennemi insan nasıl düşünebilir? Nasıl hayal
edebilir? Böyle bir cehenneme nasıl dayanabilir? Anlamak mümkün değil. Şu
dünyanın basit ateşlerine bile dayanamayan şu nazik vücutlar buna nasıl tahammül
edecek bilemiyorum. Buna nasıl razı oluyor bu insanlar gerçekten anlamak mümkün
değil.
İşte
Rabbimiz bu âyetleriyle, yarın mutlak gerçekleşecek bu azap haberleriyle bu
günden kullarını uyarıyor, kullarını korkutuyor, kullarını intibaha dâvet
ediyor. “Bakın ey kullarım, ben size karşı merhametliyim, sizi yakmaktan zevk
almam ben. Benim istediğim şekilde yaşamazsanız gideceğiniz yer böyle bir
yerdir. Yarın bizim bundan haberimiz yoktu, biz böyle bir cehennemin varlığından
gafildik demeyesiniz diye ben sizi şimdiden uyarıyor, korkutuyorum.” Rabbimiz bu
âyetlerini indirmekle, bu bilgilerini bize aktarmakla kullarının akıllarını
başlarına almalarını istemektedir.
Ey
kullarım, benden ittikâ edin. Benimle yol bulun, yolunuzu bana sorarak yaşayın.
Hayatınızda beni hesaba katın, Benim kitabımı hesaba katın. Benim istediğim
şekilde yaşayın, Benim istediğim bir tavrın içine girin. Unutmayın ki bir gün bu
hayat, bu dünya bitecektir. Güzelliğiniz, gücünüz, gençliğiniz, saltanatınız,
her şeyiniz bitecektir. Gelin akıllarınızı başlarınıza alın. Kesinlikle
bilesiniz ki bu dünyada beni hesaba katmayanlar, hem dünyada, hem de âhirette
hüsranların en büyüğünü yaşayacaklardır.
17,18. “Şeytana ve
putlara kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere, onlara müjde vardır. Ey
Muhammed! Dinleyip de, en güzel söze uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru
yola eriştirdiği onlardır. İşte onlar akıl
sahipleridir.”
Tâğuta
kulluktan ictinâb edenler, Allah dışında tanrılık iddiasında bulunan her türlü
varlığın istediği hayattan uzaklaşıp Allah’a yönelenler, Allah’ın istediği
hayata, Allah’ın rızasına yönelenlere müjdeler olsun. Kazançta olanlar
onlardır.
Tâğut, “tağa, tuğyan haddi aşmak, sınırı çiğnemek” demektir. Allah’a
karşı haddi aşan, sınırı çiğneyen, Allah’a isyan içinde bulunan, başkalarını da
Allah’a isyana çağıran ya da kendi arzularına, kendi yasalarına itaate çağıran
her şey tâğuttur. Allah ve Resûlü’nün belirlediği ölçülerin dışında kanun
koyarak, insanları Allah kanunlarını bırakıp kendi kanunlarına uymaya zorlayan,
insanları kendisine kulluğa zorlayan ve böylece haddini aşan gerek şeytan, gerek
insan, gerek put, gerek müessese ve kurumların hepsi tâğuttur. İnsanları Allah
yolundan uzaklaştırmak isteyen, insanları Allah dinini öğrenmekten men eden,
yâni din eğitimini yasaklayan her program, her sistem tâ-ğuttur. Allah’ın insan
hayatı için belirlediği kulluk yasalarından habersiz olarak, Kitap ve Sünnete
müracaat etmeyerek kendi hayatını belirlemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat
programı belirleyen herkes tâğuttur.
Allah
karşısında bilgi iddiasında bulunan, “Allah bilirse biz de biliriz! Bizim de
bilgimiz var! Bizim de aklımız var! Bizim de keyfimiz var! Biz de biliriz
kılık-kıyafetin nasıl olacağını! Biz de biliriz eğitimin nasıl olacağını! Biz de
biliriz nereden kazanıp nerelerde harcayacağımızı! Biz de biliriz nasıl bir
hukuk yapacağımızı, biz de biliriz nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi,”
diyerek Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan her insan tâğuttur.
Ya
da Allah karşısında güç iddiasında bulunanlar, “Allah varsa biz de varız!
Allah’ın gücü varsa bizim de gücümüz var! Allah’ın cehennemi varsa bizim de
kodeslerimiz var! Allah’ın melekleri varsa bizim de silahlılarımız var! Biz de
asar keseriz,” diyerek Allah karşısında güç ve kuvvet iddiasında bulunanlar da
tâğuttur.
Kendi
kendine uyup, kendi hevâsını, kendi düşüncesini, kendi aklını putlaştırıp, kendi
kendisini tanrılaştırmış kimse de tâğuttur. Allah’ın kitabından habersiz kendi
keyfi istikâmetinde bir hayat yaşayan herkes tâğuttur.
İşte böyle tüm tâğutluklardan, tüm tâğutlardan uzaklaşan, onlara
bulaşmayan, onlara itaat etmeyen, onlara kulluktan kaçan, hem onların
kendilerinden hem de onların bulundukları yerlerden uzak duran kimselere
kurtuluşu müjdele, diyor Rabbimiz. Peki nasıl bir müjdedir bu? Veya hangi
kullara bir müjdedir? Onu birlikte göreceğiz:
Onlar ki sözü işitenler, söze kulak verenler, sözü
dinleyenler, Kitaba kulak verenler, kendilerine ulaştırılan Allah’ın âyetlerini
duyup o âyetlerin bilincine erenler, Allah’ın âyetlerine karşı ilgisiz
kalmayanlar. Allah’ın âyetlerine karşı kulaklarını tıkayıp sağır kesilmeyenler,
gözlerini kapayıp kör kesilmeyenler. Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya gelince
de en güzel söze, en güzel bir şekilde tabi olanlara müjdeler olsun.
Allah’ın
en güzel sözlerini işitip onların istediği en güzel yola tabi olanlara müjdeler
olsun. Peygamberi işitip kendine en güzel kulluk örneği seçenlere, peygambere en
güzel bir şekilde uyanlara müjdeler olsun. İşte bunlardır Allah’ın kendilerini
hidâyete ulaştırdıkları. İşte bunlardır doğru yolda, hak yolda olanlar. Çünkü
elbette Allah’ın kitabını dinleyerek, Allah’ın âyetlerine kulak vererek, kitabın
pratiği olan Peygamber’e (a.s) müracaat ederek Rabblerinden hidâyet isteyen bu
insanlara Allah hidâyetini nasip edecektir. Elbette bu dünyada koyduğu yasaları
gereği Rabbimiz kendisinin rızasının nerede olduğunu, razı olacağı bir hayatı
nasıl yaşamaları gerektiğini onlara gösterecek, onlara bu konuda kolaylıklar
lütfedecek, hem dünyada hem de âhirette onları başarıya ulaştıracaktır. Çünkü
bunlar akıl sahipleridirler. Akıllarını kullanan kimselerdir bunlar. Rabbimiz
yeryüzünde aklı herkese vermiştir, herkesi bu nîmetiyle nîmetlendirmiştir.
İnsanlara o akılla vahyi anlama, kavrama ve diğer insanlara aktarma görevini de
yüklemiştir. Eğer insanlar Allah’ın kendilerine verdiği o akıllarını vahyi
anlamada kullanmaz, akıllarını vahyin emrine teslim etmezlerse, o akıl hiçbir
değer ifade etmeyecektir.
Demek ki müjdelenecek insanlar kimlermiş? Bir, sözü dinleyenler. Söz
Kur’an’dır. Bir çok söz işitiyoruz değil mi akşama kadar? Allah’ın sözleri,
insanların sözleri, Müslümanların, kâfirlerin, müşriklerin, ateistlerin sözleri.
Peki bunların en güzeli hangisidir? Ahsenü’l kelâm, ahsenü’l hadîs, ahsenü’l
kasâs hangisidir? Elbette Allah sözüdür değil mi?
Veya
Allah kendi sözleri içinde de şunlar iyidir, şunlar kötüdür, şunlar habistir,
şunlar tayyipdir diye, şunlar hayırlı, şunlar şerdir diye beyanlarda
bulunmuştur. İşte bizler Rabbimizin güzel dediği, hayır dediği, tayyip dediği,
hasene dediği şeylere tâbi olacağız. Ya da kişinin durumuna göre, konumuna göre
güzel olanlar vardır. Meselâ baş-kaları için cihada gitmek güzel iken, bakıma
muhtaç annesi, babası o-lan birine ise gitmemek güzel olacaktır. Onun annesine
bakmak güzel olacaktır. Veya cihada en başta gitmesi gereken birilerinin en sona
kalması güzel değildir.
19. “Ey Muhammed! Hakkında azap sözü
gerçekleşmiş kimseyi, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?”
Evet
ey peygamberim, hakkında Allah’ın azap sözü hak olmuş, hakkında Allah’ın azap
hükmü gerçekleşmiş bir kimseyi sen mi kurtaracaksın? Ateşin içinde olanı sen mi
kurtaracaksın? Allah’ın azabı sadece bir tek kelimedir. Rabbimiz bir kimseye
azap edeceğim dedi mi, artık iş bitmiştir. Birilerinin tasdik etmesi, çoğunluğun
onaylaması, insanların “tamam uygundur,” demesi gerekmez. Allah’ın dediği
dediktir. Allah söyledi mi artık o yasadır. Ey kullarım, eğer şöyle bir hayat
yaşarsanız ben azap edeceğim buyurdu mu, artık iş bitmiştir; o azaptır, azap
yasası onun için hak olmuştur.
Artık
böyle bir kimseyi Resul de (a.s) kurtaramaz. Çünkü artık dünya, hayat, imtihan,
kıyamet, hesap kitap bitmiş ve dünyada yaptıklarının karşılığı olarak
insanlardan kimileri cehenneme gitmiştir. Onları cehennemden kim kurtarabilir?
Öyleyse ey insanlar, ey kendileri için mutmain olup, biz kesin cennetliğiz,
cennete bizden başkası gitmeyecek diye güvenen zavallılar, gelin bencillikten
uzak fedâkar bir hayatı yaşamaya çalışın. Gelin cennete gidiş konusunda bir
gayretin içine girin. Değilse yarın hiç de beklemediğiniz bir şekilde kendinizi
cehennemde bulursanız sizi oradan kurtaracak hiç bir yardımcı bulamayacaksınız.
Ama şimdi burada kendinizi ve çevrenizi kurtarma imkânınız vardır. Gelin hem
kendinizi, hem de ehlinizi kurtarmaya bakın diyor Rabbimiz. Değilse yarın değil
başkalarının, peygamberin bile sizi kurtarma imkânı yoktur. Kendisini ateşe
atanı, fıtratını öldüreni hiç kimse kurtaramayacak.
20. “Fakat, Rablerinden sakınanlara, üst üste
bina edilmiş köşkler vardır; altlarından ırmaklar akar. Bu, Allah’ın verdiği
sözdür, Allah verdiği sözden caymaz.”
Ama
Rabblerinden ittikâ edenlere, Rabblerini hesaba katarak yaşayanlara, Rabblerine
saygı duyanlara, Allah için bir hayat yaşayanlara, Allah’ın beğendiklerini
beğenerek, beğenmediklerinden de uzak durarak Allah adına tavır alanlara
gelince, orada onlar için odalar, saraylar, köşkler vardır. Hem de üst üste, iç
içe bina edilmiş saraylar vardır. Dünya sarayları gibi fânî değildir bunlar,
ebedî, gamsız, kedersizdir bunlar. Bu sarayların yarısı iç kısmına, yarısı da
dış kısmına bakan balkonları vardır. Kurulmuş, mü’minler için hazır
bekletilmektedirler. Her mü’minin cenneti şu anda hazırdır. Tabi Allah’ın
sevgili kulları mü’minler yeni yeni salih ameller işledikçe yeni yeni
hazırlıklar da devam etmektedir. Rasulullah Efendimizin beyânıyla 100 mil eninde
olan saraylardır bunlar. Öyleyse haydi buyurun muttakî olun ki bunları
kazanasınız. Bu Allah’ın sözüdür, Allah’ın vaadidir. Benim, ya da bir başkasının
sözü değildir bu. Unutmayın ki Allah asla vaadinden dönmez. Haydi buyurun
altlarından, zeminlerinden ırmaklar akan, ya da o mü’minlerin taht-ı
tasarruflarında ırmaklar akıp giden cennetlere koşmaya. Haydi bu cennetler için
yarışmaya.
21. “Allah’ın gökten
bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli
renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen
de onları sapsarı görürsün sonrada çerçöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl
sahipleri için öğüt vardır.”
Görmedin
mi, bakmıyor musun, gözünü çevirsene! Allah gökyüzünden bir su indirdi de onunla
yeryüzünde membalar, ırmaklar oluşturdu, su birikintileri meydana getirdi. Sonra
onunla yeryüzünde muhtelif ekinler, muhtelif meyveler, sebzeler meydana getirdi.
Kış günü ölü olan bir toprak, ölü olan bir arz, ölü olan bir dünya baharda yeni
baştan diriliverdi. Hiç bakmaz mısınız? Hiç düşünmez misiniz? Nasıl oluyor bu
iş? Ölü bir dünya birdenbire nasıl canlanıyor? Elbette gökleri ve yeri,
göktekileri ve yerdekileri yoktan var eden Allah için bu çok kolaydır.
Evet
bu canlılıktan sonra ekinlerde bir heyecan, bir dalgalanma meydana geliyor.
Sonra bir sararma, bir solma, sonra da kırıp ge-çiriyor Allah onları. O güzelim
hayat, o yemyeşil hayat kurumaya, sol-maya başlıyor ve en sonunda Allah her şeyi
mahvedip ölüme mahkum ediyor. Sonra görürsün ki onlar kupkuru birer çerçöp
haline gelmiştir. İşte bunda akıl sahipleri için, akıllarını kullanan, üzerinde
düşünüp kafa yoranlar için bir zikra, bir uyarı, bir ders, bir hatırlatma, bir
gündem vardır diyor Rabbimiz. Nasıl? Eh biz de öyle değil miydik? Yoktuk,
ölüydük de ölümden geldik. Bundan yüz yıl önce şuradakilerden kim vardı? Aynen
bundan üç beş ay önce şu ağaçların, şu meyvelerin olmayıp ta şimdi şu anda
karşımıza çıktıkları gibi. Aynen bizler de onlar gibi dünyaya geldik, Allah’ın
lütuf ve nîmetleriyle adam olduk, olgunlaştık. Meyve olgunlaştığı zaman bitme
zamanı da yaklaşmış demektir. Aynen bunun gibi olgunlaşan insanlar da bir gün
düşüşe doğru gitmektedir. Gündönümleri gelmektedir.
Bir
de şöyle bir ders, bir gündem vardır bu hadisede. Bu ölen, bu yok olan
bitkilerin, meyvelerin özü, tohumu bir yerlere gidiyor. Nereye gidiyor öz?
İnsanların midelerine gidiyor öz. Ama sapları da çerçöp oluyor. Aynen bunun gibi
Allah’ın vahyi iniyor yeryüzüne, bu vahiyle nasiplenenlerin, bu rahmetten
istifâde edenlerin içinde, ruhunda dirilişler, hareketler, devinimler,
dalgalanmalar, davranışlar, ameller meydana geliyor. Biz mü’minlerde meydana
gelen bu diriliş insanlara faydalı oluyor. Sonra bir dalgalanma, bir sararma
dönemi oluyor. Bir ihtiyarlama bir solma, sonra da toprağa gömülme dönemi
geliyor. Gömülüp geldiğimiz toprağa dönüyoruz. Ama öz öbür tarafa gidiyor, ruh
öbür tarafa gidiyor, amellerimiz öbür tarafa gidiyor. İşte bunda akıl sahipleri
için böyle bir ibret vardır. Bir de bu olay bize ölümden sonraki tekrar dirilişi
hatırlatıyor. İşte bizler de ölümlerimizden sonra aynen böylece
diriltileceğiz.
22. “Allah kimin kalbini İslâm’a açmışsa, o,
Rabbi katından bir nûr üzere olmaz mı? Kalpleri Allah’ı anmak hususunda
katılaşmış olanlara yazıklar olsun; işte bunlar apaçık
sapıklıktadırlar.”
Rabbimiz
burada iki insan tipini ortaya koyarak karşılaştırma yapıyor. Allah o kişinin
sadrını, kalbini İslâm’a açtırmış ve de bu insan Rabbinden bir nûr üzeredir.
Aklı, kalbi, duyuları İslâm’la dolmuştur. İçi dışı nûrla, aydınlıkla dolmuş ve
Rabbinin istediği bir düşünceye, bir imana, bir hayata kavuşmuştur. Evet böyle
bir insan tipi var karşımızda: Allah’a yönelmiş, Allah’ın diniyle hoşnut olmuş,
Allah’ın dininden razı olmuş, gönlünde büyük bir ferahlık, büyük bir zevk var.
Sadr-ı İslâm’a açılmış, eline de nûr olan bir kitap almış, nûr olan kitaba
kanaat getirmiş, kitaba iman etmiş, kalbi onu benimsemiş, bu nûrla duyuyor, bu
nûrla düşünüyor, bu nûrla yürüyor, bu nûrla hareket ediyor.
Bir
ikinci insan tipi daha ortaya koyuyor Rabbimiz. Bu insan da kalbi katılaşmış,
İslâm’ı görmek, tanımak istememiş. Allah’ın âyetlerine gözlerini, kulaklarını,
kalbini kapamış, zikri duymak istememiş, kal-bi Allah’ın âyetlerine karşı
kasıldıkça kasılmış. Kalp aslında inkılâp e-den, değişen, iyiye doğru gidebilen
bir dönüşüm ve değişim özelliğine sahiptir.
Yâni
aslında bu adamların kalpleri Allah’ın şu metlûv âyetlerini duydukça, Allah’ın
meşhûd âyetlerini gördükçe değişmek istiyor, ama adamlar kalplerini kasıyorlar,
kalplerini katılaştırıyorlar, değişmesine, tavır almasına imkân vermiyorlar.
Yâni her insanın içinde, kalbinde Allah’a yakîn bir bilgi vardır. Ama bu
insanlar kendilerinde var olan Al-lah kendilerine hatırlatıldığı zaman, ister
istemez kalpleri bundan etkilenip tavır alıyor. İşte Allah’ın âyetlerinin
kalplerinde meydana getirdiği tesiri yok etmek için kasılıp geri çekiyorlar,
kasıyorlar. Gerçekten bir şeyler anladıkları halde karşı çıkanlara yazıklar
olsun! Kalplerindeki bu kasılmayı aslında dışarıdan da, gözlerinden de, burun
kıvırmalarından da anlamak, gözlemlemek mümkündür.
23. “Allah, âyetleri
birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitabı sözlerin en güzeli olarak
indirmiştir. Rabb-lerinden korkanların, bu Kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem
derileri ve hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitap
Allah’ın doğruluk rehberidir, onunla istediğini doğru yola eriştirir. Allah kimi
de saptırırsa artık ona yol gösteren
bulunmaz.”
Allah
sözün en güzelini peyderpey indirmiştir. Hadîs, yeni olan, yepyeni olan,
insanda, dinleyende herhangi bir alışkanlık, ya da bıkkınlık meydana getirmeyen,
daima yeni, daima taze olan sözdür. İşte Allah böyle sözlerin en güzelini
indirmiştir. Bir kitap olarak, birbirine benzer, birbirini okşar, birbirini
bütünler, birbirini destekler âyetlerle, sûrelerle ve mesânî, ikili bir
anlatımla, ya da tekrarlı bir anlatım olarak indirmiştir. Rabbimiz zatıyla,
melekleriyle, cennetiyle, cehenne-miyle ortaya koyduğu her konuyu insan zihnine
yerleştirip kazımak için tekrar tekrar anlatmıştır. İnsan Rabbimizin
anlatımlarını her duyduğu yerde yeni bir tesirle
sarsılmaktadır.
Demek ki sözlerin en güzeli Allah’ın indirdiği bu kitabın âyetleridir. Bu
kitapta âhenk var, bu kitabın âyetlerinde bir uyum ve insicâm, ikili bir anlatım
var. Cennet var, ama cehennem de var bu kitapta. Dünya var, ama âhiret de var bu
kitapta. İman var, ama ekonomi de var. Ahlâk var, ama siyaset de var. Namaz var,
ama aile, toplum da var. Ruh var, ama beden de var. İnsanlara lâzım olan her
şeyi anlatmıştır bu kitapta Rabbimiz. Fâtiha’dan Nâs’a kadar tüm âyetleri, tüm
sûreleri bir uyum ve insicâm içindedir bu kitabın.
Rabblerinden
haşyet duyanların, Rabblerini razı edememekten, Rabblerini küstürüp gazabına
maruz kalmaktan korkanların derileri ürperiyor. Rabblerinden korkanlar,
Rabblerinin kitabıyla karşı karşıya geldikleri zaman, Allah sözüyle karşı
karşıya olduklarının bilinciyle tüyleri diken diken oluyor. Kur’an’da böyle bir
etki vardır. Önceki âyetlerde kalplerin kasıldığından söz etmişti Rabbimiz,
burada da derilerin tepkisinden söz ediliyor.
Esasen
kalbimiz bizim içimizi, derimiz de dışımızı anlatır. Allah’ın razı olmadığı bir
hayatın kendilerine neleri kaybettireceğini ortaya koyan âyetleri, cehennem
âyetlerini, azap âyetlerini duydukça mü’minlerin derileri titriyor, kalpleri
ürperiyor, korkuları artıyor. Onların içleri ve dışları etkileniyor, tavır
alıyor. Ciltleri Allah’ın zikriyle yumu-şuyor. Ama tehdit âyetlerinden sonra
müjde âyetleriyle, cehennem âyetlerinden sonra cennet âyetleriyle, gazap
âyetlerinden sonra rıza âyetleriyle, ölüm âyetlerinden sonra diriliş
âyetleriyle, yokluk âyetlerinden sonra varlık âyetleriyle karşı karşıya
geldikleri zaman derileri yumuşuyor, güven içine giriyorlar. Kur’an onların
tüylerini diken diken ediyor. Kalpleri üzerinde derin etkiler meydana getiriyor.
Elbette
bunun meydana gelebilmesi için Rabbine inanması, saygılı olması gerekmektedir.
Rabbini tanımayan kimse elbette kalbinin bu etkilenmesine engel olmak, kalbinin,
vicdanının sesini bastırmaya çalışacaktır. Kur’an’la beraberlik işte böyle
mü’mini her tarafından kuşatacak, bürüyecek, içinde bir rahatlık, bir hoşnutluk
hissettirecek, bir mutluluk duyuracak, bir benimseme meydana
getirecektir.
İşte bu Allah’ın hidâyetidir ki, Allah onunla
dilediklerine hidâyet eder. Hidâyeti isteyenlere, seçimini hidâyetten yana
kullananlara tabii. Ama kim sapmak, dalâlette kalmak ister de Allah da onun bu
tercihini onaylayarak saptırmak isterse, onun için hiçbir yardımcı yoktur. Demek
ki Rabbe gidiş, Rabbin rızasına, Rabbin hidâyetine gidiş Kur’an iledir. Rabbe
gidiş Rabbin gösterdiği yolladır.
24. “Kıyamet günü kötü azaptan yüzünü
korumaya çalışan kimse, güven içinde olan kimse gibi midir? Zalimlere:
“Kazandıklarınızın karşılığını tadın” denir.”
Hiç
yüzünü kıyamet gününün kötü azabından korumaya çalışan kimse, Allah’ın
azabından, Allah’ın ateşinden emniyet içinde, güven içinde olan kimse gibi olur
mu? Böyle zalimlere dünyada kazandığınızın karşılığı olarak ateşi tadın
denilecek. Bir adam düşünün ki cehenneme yuvarlanmış ve yüzüyle ateşten
korunmaya çalışıyor. Bu dünyada Allah’tan ittikâ etmemiş, Allah’ı hesaba
katmamış, Allah’ın kitabına yönelmemiş, yolunu Allah’a sormamış, hayatını Allah
için ya-şamamış, Allah’ın azabını ciddiye almamış, kıyametin hesabını kitabını
gündem yapmamış, kendisini azaptan korumamış. Şimdi yaşadığı bu kötü hayatın
karşılığı olarak ateşe yuvarlanmış ve öyle düşkün, öyle perişan bir duruma
düşmüş ki, dünyada iken sürekli sakındığı yüzüyle azaptan korunmaya
çalışmaktadır.
Dikkat
ederseniz eliyle filan korunmaya çalışmıyor da yüzüyle çalışıyor. Tam bir
perişanlık hali, tam bir tükenişin ifadesi. Halbuki al-çaklara bu dünyada
yüzleriyle o ateşten korunma imkânı vermişti. Dünyadayken yüzüyle Rabbine
yönelişini gerçekleştirmemişti. Dünyada bu işi gerçekleştirmediği için şimdi
âdeta dünyada yapması gereken bu vazifesini yerine getiriyormuşçasına, haydi
tadın bakalım yüzünüzle dünyada korunmadığınız bu azabı denilecek kendilerine.
İşte böyle bu dünyada eline, ayağına, yüzüne, gözüne, azalarına, fıt-ratına,
Allah’ına, kitabına, peygamberine, çevresine zulmetmiş, yazık etmiş, Allah’ın
hakkını vermemiş kimseye denilecek olan budur.
25. “Onlardan öncekiler de Peygamberleri
yalanlamışlardı da, farkına varmadıkları yerden onlara bir azap
çatmıştı.”
Onlardan
öncekiler de yalanladılar. Öncekiler de peygamberi yok farz ettiler, gelmemiş
saydılar da, Allah hiç ummadıkları, hiç beklemedikleri yerlerden kendilerine
azabını gönderivermişti. Öyleyse ey kâfirler, sizden öncekilerin âkıbetlerinin
nasıl olduğuna hiç bakmıyor musunuz? Hiç düşünmüyor musunuz? Geçmişte hakkı
yalanlayanların, peygamberi yalanlayanların, peygamber aleyhine kıyam edenlerin
âkıbeti ne oldu?
Eyke’nin,
Ashab-ı Uhdûd’un, Ashab-ı Hûd’un, Lût kavminin, Firavunların, Nemrutların hali
nice oldu? Bizans’ın, Roma’nın hali ne oldu? Onlar peygamberleri yalanlamışlar,
dini reddetmişler, Allah’ı bırakıp kendileri rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında
bulunmuşlardı. Peygamber şöyle dediği halde öyle demedi diyerek, Allah’ın
dediklerini demedi diyerek, ya da Allah öyle demediği halde, Allah öyle
buyurmadığı halde Allah öyle dedi diyerek yalan söyleyenler, Allah dünyayı
yarattı ve işi bitti, yâni artık Allah hayata karışmıyor, Allah hayata ka-rışmaz
diyerek yalan söyleyenler, Allah dünyanın idaresini bize bıraktı diyerek yalan
söyleyenler, Peygamber hayat programı konusunda bil-gisizdir, peygamber bu
konuları bilmez diyerek yalan söyleyen bu ya-lancıların âkıbetleri nasıl olmuş
bir bakmaz mısınız, diyor Rabbimiz. Yeryüzü bunların enkazlarıyla
doludur.
Neye güveniyorlar bu insanlar? Hangi güçleriyle Rablerine ka-fa tutmaya
çalışıyorlar? Allah’tan hiç korkmuyorlar mı? Önceki toplumların başına
gelenlerden ibret almıyorlar mı bu adamlar? Tarihi hiç okumuyorlar mı?
Öncekilerden ne ayrıcalıkları var bunların? Daha önce Allah’la, Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşanların, Allah yerine Allah
kullarını tanrılaştıranların tamamı helâk oldu da bunlar mı kurtulacaklar?
Bunların torpilleri nereden geliyor? Kime güveniyor bu adamlar da bu bozuk
tavırlarını sürdürebiliyorlar?
26. “Allah onlara, dünya hayatında rezilliği
tattırdı; âhiret azabı daha büyüktür. Keşke bilseler!”
Allah
onlara bu dünyada rezilliği tattırmıştır. Bu dünya azabıdır, ama âhiret azabı
daha büyüktür. Çünkü dünyadaki azapların bir sonu vardır. Ölümle son bulur ama
âhiretteki azabın sonu yoktur. Âhiret azabı dünyadaki azaplardan çok daha
büyüktür. Keşke bunu insanlar bilseydi! Peki bu insanların bu dünyada bunu
bilmelerine, anlamalarına bir imkân yok muydu?
Hayır:
27. “Biz bu Kur’an’da insanlara her türlü
misali, belki öğüt alırlar diye, andolsun ki verdik.”
Bir
insan için, bir insanın anlayıp kavraması için bu Kur’an’da her türlü meselden,
her türlü misalden anlattık, diyor Rabbimiz. İnsanlar düşünsünler de gerçeği
anlasınlar diye her şeyi anlattık. Yanlış, doğru ne varsa hepsini bu kitapta
açık açık beyan etmiştir Rabbimiz. Hem de belki anlayamazlar, belki
kavrayamazlar diye örnekleriyle, misalleriyle her şeyin doğrusunu, yanlışını
anlatmış, örnekler vermiş, her tavrın, her amelin mükâfatını ve cezasını beyan
etmiştir.
28. “O, eğriliği olmayan, Arapça bir
Kur’an’dır. Belki sakınırlar.”
Bu
kitap eğri büğrülüğü olmayan Arapça bir kitaptır. Yâni bu kitapta herhangi bir
tenâkuz, herhangi bir çelişki, bir yamukluk, bir uyumsuzluk, bir tutarsızlık,
bir münâsebetsizlik yoktur. Ya da onda in-sanların anlayamayacağı, şaşkınlığa
düşerek bocalayacakları bir karışıklık, bir bulanıklık, bir kapalılık, bir
tutarsızlık yoktur. Bu kitap her sınıf ve her dönem insanlığının kendi
kapasitesine göre bir şeyler an-layabileceği doğrulukta, netlikte ve berraklıkta
bir kitaptır. Sadece bel-li sayıda ve belli sınıf insanların anlayabilecekleri,
diğerlerinin anlaya-mayarak bocalayacakları, içinden çıkamayarak sapıtacakları
bir kitap değildir bu kitap. Tüm diğer kitaplardan üstün, arınmış, insan eli
değ-memiş bir kitaptır bu. İnsanlar arınsınlar diye, muttakî olsunlar, bu
ki-tapla yol bulsunlar, bu kitapla ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini
anlasınlar, bilsinler diye, Rabblerine O’nun istediği kulluğu yaparak O’nun
azabından korunsunlar diye, Allah’ın istediği gibi olsunlar diye bu kitap
gönderilmiştir. Bakın bundan sonra hemen bir örnek
ve-rilecek:
29. “Allah, geçimsiz efendileri olan bir
adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit
midir? Övülmek Allah içindir fakat çoğu bilmezler.”
Bir
adam düşünün ki onun hayatında ortaklar var, şerikler var. Geçimsiz efendileri
olan bir adam düşünün. Sadece bir tek kimsenin kulu, kölesi değil, efendisi tek
değil. Hem de birbirine zıt, birbiriyle çe-kişen efendilerin hizmetkarı
durumunda. Onun hakkında, onun üzerinde birbirine ortak olan sahipler var ki,
onlar onu mütemadiyen çekiştirip duruyorlar.
Yine bir adam da düşünün ki, bir tek efendisi var. Bir tek efendiye
teslim olmuş, bir tek kişiyi memnun etmeye çalışıyor. Şimdi söyleyin bu iki kişi
durum olarak, konum olarak, örnek olarak hiç birbirine eşit olur mu? Bu iki tip
insanın hali birbirine benzer olabilir mi?
İşte aynen bunun gibi efendisi, Rabbi bir tek Allah olan, sadece Allah’a
kul-köle olan, sadece Allah’a teslim olan, sadece O’nu dinleyen, sadece O’nu
razı etmeye çalışan, sadece O’nun emirlerine bo-yun büken kimse, Rabbinin,
efendisinin kendisinden ne istediğini bilmekte ve sadece O’na hizmet etmektedir.
Sadece O’nu memnun et-meyi düşünmektedir. Rabbini razı ederken acaba başkalarını
da razı edemeyecek miyim gibi bir korkusu, bir endişesi yoktur. Çünkü onun
sorumlu olduğu efendisi, hesaba çekicisi tek bir Allah’tır. Ama kendisi
hakkında, hayatı hakkında söz sahibi birçok varlık, birçok efendisi bu-lunan bir
adam düşünün. Pek çok şürekâsı, pek çok rabbi olan ve her biri bir tarafa çeken,
her biri farklı şeyler isteyen, her biri farklı bir yerlere asılıp duran
İlâhların arasında kalmış ve onların hiçbirisini razı edemeyen, birini memnun
ederken ötekileri küstüren, kalbi, hayatı parça parça olmuş bir adam düşünün.
Bir
taraftan Rabbinin, diğer taraftan putların, tâğutların, modanın, çevrenin,
âdetlerin, törelerin, yönetmeliklerin, ağanın, paşanın, müdürün kulu-kölesi
olmuş bir adam… Hepsini razı edeceğim derken hiç birisini razı edemeyen bir
adam… Birinin istediğini yaparken öbürünü küstürecek, birinin nehy ettiğini
ötekisi emredecek, birinin güzel dediğini ötekisi kötü görecektir. Ne yapacağını
bilmez bir vaziyette baştan sona bir bocalama hayatı yaşayacaktır bu adam. Ne
kendisinin yapacağı işin ne olduğunu bilebilecek, ne onu yapabilecek, ne de
bunları yaptığı zaman bu İlâhlarından her hangi birini razı edebilecektir.
İşte
Rabbimiz böylece tevhid ve şirki herkesin anlayabileceği bir misalle anlatıyor.
Ama iş bu kadar net ve açıkken acaba bu insanlar niye şirki anlamıyorlar? Niye
anlamaya yanaşmıyorlar, bunu anlamak gerçekten mümkün değildir. Evde, camide,
caddede, okulda, dükkanda, hayatın her bir alanında sadece tek bir efendiyi razı
etmek, tek bir efendiyi dinlemek dururken pek çok efendiyi dinleyerek, pek çok
İlâhı razı etmeye çalışarak kalbini parça parça etmeye mahkûm olmanın ne anlamı
var? Öyle değil mi? Camide Allah’ı, sokakta başkalarını dinleyen kişi, namaz
konusunda Allah’ın dediğini yaparak, kılık-kıyafet konusunda başkalarının
dediğini uygulayarak, oruç konusunda Allah’ı razı edip, hukuk konusunda
başkalarını razı etmeye çalışarak ezilip büzülmeye ne gerek
var?
Elhamdülillah. Hamd tümüyle Allah’a aittir. Tüm
hamdler Allah’a mahsustur. Hamd olsun Rabbimize ki, O ne güzel anlatıyor bu
konuları? Kulluk, O’ndan başkasına asla yapılmamalıdır. Ama insanların pek çoğu
bunu bilmiyorlar. Şeytan onlara amellerini süslü gösteriyor ve kendi hevâ ve
heveslerini putlaştırarak körleşip gidiyorlar. Evet müşrikler, şirkin
propagandasını yapanlar, şirki yasallaştıranlar tevhidi bilmiyorlar,
bilemiyorlar. Ama bilsinler ki:
30. “Ey Muhammed! Şüphesiz sen de öleceksin,
onlar da ölecekler.”
Evet
ey peygamberim, muhakkak ki sen öleceksin, onlar da ölecekler. Hem peygamber
için hem de herkes için hesap kitap söz konusudur. Sevgili peygamberleri de
dahil Rabbimiz yeryüzünde hiçbir beşere ebedîlik vermemiştir. Her nefis ölümü
tadacaktır. Yeryüzünde Allah’ın genel bir yasasıdır bu. Mü’minler de ölecek,
kâfirler de. Peygamberler de, mü’minler de, müşrikler de ölecektir. Sadece
Allah’ın dinleyen, sadece Allah’a kulluk yapanlar da, bir çok İlâhlara kulluk
yapanlar da ölecektir. Allah’a, Allah’ın elçilerine, Allah’ın kitaplarına iman
edip bu imana bağlı bir hayat yaşayanlar da ölecek, iman etmeyip kendi
kendilerine bir hayat yaşayanlar da ölecektir. Kendilerini yeryüzü tanrısı
olarak ilân edenler de ölecektir, onların kulları da ölecektir. Hiç kimse
ölümden kaçıp kurtulamayacaktır. Peygamberlerin Allah gibi yetkileri yoktur.
Hayat ve ölüm peygamberin kendi elinde değildir. Peygamber Allah’ın yarattığı,
Allah yasalarına teslim bir kuldur.
Bu
Allah’ın yeryüzünde koyduğu değişmez bir yasadır. Herkes ölecektir. Ölüm herkes
için geçerlidir. Ölüm kişiyi Allah’la karşı karşıya getirecek bir sürecin ilk
adımıdır. Peki bu dünyada insan Allah’la karşı karşıya değil mi? Elbette, ama
dünyanın şu câri sünneti gösteriyor ki, insan bu dünyada Allah’la beraber olup
olmadığını bilemeyebilir. Ama ölümden sonraki hayat öyle değildir. Bir de
insanın bu dünyada gerçekleştirdiği kendi fiillerinde bizzat kendi iradesi
vardır. Yani bir zorlama ile onları yapmış değildir. Meselâ namaz kılmayı,
Kur’an öğrenmeyi kula Allah teklif eder ama zorlamaz onu. Ama kulun bu ira-dî
eylemlerinin yanında onun iradesinin dışında oluşanlar da vardır. Meselâ ateş
yakar, yukarıdan bırakılan bir cisim aşağıya düşer, rüzgâr eser, doğan ölür. Bu
mânâda ölüm Mülk sûresinin 2. âyetinin de beyanıyla Allah’ın sıfatlarının bir
tecellisidir. Hiçbir varlık yok ki ölüm yasasından kurtulabilmiş olsun. İşte bu
âyetten anlıyoruz ki peygamber bile bunun içindedir.
Öyleyse Rabbimizin hikmeti gereği koyduğu bu ölüm yasasını kerih görüp
ondan kaçıp kurtulmaya çalışmak yersizdir. Ama öyle bir hayat yaşayalım ki ölüm
sevgiliyle buluşma gecesi gibi bir anlama dö-nüşün. Sahabe-i Kirâm efendilerimiz
ölümü hep hayatın içinde kabul etmişlerdir. İnsan nasıl ki acıkır, susar ve
yerse, aynen bunun gibi do-ğar, büyür ve ölür. Yemek yemek nasıl ki bir Allah
yasasına boyun bükmüşse, ölümü de öylece kabul etmek zorundayız. Ölümü hayatın
içinde dışlamak, gündemden düşürmek, unutmaya çalışmak esasen şu yerleşik
hayatın en büyük zulmü felâketidir. Meselâ şu anda toplumun vazgeçilmezlerinden
birisi olan çeyiz, belli bir ekonomik kaygının sonucudur. Çeyiz böyle
gerçekleştirilince elbette ölüm de yok farz ettirilecektir. Toplumun ısrarla
gündemleştirdiği istikbal anlayışı, gelecek kaygısı, mal mülk derdi ölümü
gündemden düşüren en büyük faktörlerdir. Ebedî kalacak ya adam bu dünyada. Hiç
ölmeyecek ya. İşte hesabını ona göre yapıyor. Küstüğü bir adam ölüverse hemen
pişman olup ağlamaya başlıyor. Vay ben ne yaptım, bilseydim öleceğini
helâlleşmez miydim diye. Eh ne olacaktı? Ölmeyecek miydi o adam? Elbette
ölecekti, ama berikisinin gündeminde ölüm olmadığı için onu uzak zannediyordu.
Halbuki ölüm bize her şeyden daha yakındır, bunu bir an bile hatırımızdan
çıkarmayalım.
Her
şey ve herkes kuldur ve herkes için bir zaman, bir ecel belirlemiştir Rabbimiz.
Kendisinden başka her şey fânîdir. Her şey eceli geldiği zaman yok olmaya
mahkumdur. Bâkî olan sadece bu kâ-inatın yaratıcısı ve yarattığı varlıkların
yasalarının ve ecellerinin tayin edicisi olan Rabbimizdir. Evet hepiniz bir gün
öleceksiniz ve:
31. “Ey İnsanlar!
Sonra siz, kıyamet günü Rabbinizin huzurunda duruşmaya
çıkacaksınız.”
Kıyamet
gününde Rabbinizin huzurunda, Rabbinizin Mahkeme-i Kübrâsında birbirinize hasım
olacaksınız. Birbirinizin dâvâlısı, dâvâcısı olacaksınız. Rabbinizin âdil
mahkemesinde muhakeme olacak ve birbirlerinizle çekişeceksiniz. Sen şöyle
demiştin, ben böyle yapmıştım, sen şöyle yapmıştın, beni sen saptırmıştım, beni
sen yoldan çıkarmıştın, keşke seni dinlemeseydim, keşke sana destek olmasaydım
vs. vs…
Bu
tartışma Rabbimizin büyük mahkemesinde Rabbimiz huzurunda olacaktır. Herkes
birbirini suçlayacak, birbirine saldıracak, birbirini kötüleyecek. Ama Rabbimiz
insanlar arasında adaletle hükmünü verecek, çünkü Melik Allah’tır. Öyleyse ey
insanlar, gelin o Muhakeme-i Kübra’da, âdil olan Rabbimizin âdil mahkemesinde
yarın bu kitabın hükümlerine, bu kitabın yasalarına göre birbirimize karşı
dâvâlı ve dâvâcı olacağımızı ve bu kitabın âyetlerine göre hakkımızda hüküm
verileceğini unutmadan bugün bu kitaba göre bir hayat yaşamaya bakalım.
Eğer
bugün bu kitabın istediği bir hayatı yaşayabilir, birbirimize karşı
görevlerimizi, ilişkilerimizi bu kitabın istediği şekilde gerçekleştirebilirsek,
yarın o büyük mahkemede yüzü ak olarak çıkabileceğiz demektir. Çünkü O mahkemede
haktan, adaletten başka bir şey yoktur. Meselâ bu dünyada Yahudi’si de
Hıristiyan’ı da bir Müslümanla olan dâvâsını Rasulullah Efendimizin mahkemesinde
halletmek ister. Kesinlikle bilirler ki, Rasulullah Efendimizin mahkemesinde
adalet vardır. O sadece adaletle hüküm verecektir. Ama münâfıklar, kalplerinde
yamukluk bulunanlar ise adaleti gerçekleştirecek peygamberin mahkemesine değil
de parayla pulla satın alabilecekleri kimselerin mahkemelerine gitmektedirler.
İşte kıyamet gününün mahkemesinin sahibi, Mâliki Allah’tır.
Öyleyse
yarın kimin mahkemesine çıkacak, kimin huzurunda muhakeme olacak, kimin
yargısına boyun bükmek zorunda kalacaksak, burada ona göre hareket etmek
zorundayız. Yarın hüküm verecek Rabbimize kul-köle olmak zorundayız. Yaşadığımız
hayatta sadece O’na karşı sorumlu olmalı, başka hiç kimsenin üzerimizde hak
sahibi olmasına razı olmamak zorundayız.
32. “Allah’a karşı yalan uydurandan,
kendisine gelmiş olan gerçeği yalan sayandan daha zalim kimdir? İnkârcılar için
cehennemde bir durak olmaz olur mu?”
Allah’a
karşı yalan uydurandan, yalan iftira edenden ve kendisine gelmiş olan sıdkı,
hakkı, gerçeği yalan sayandan daha zalim kim vardır? Cehennemde böyle kâfirler
için bir sığınak, bir barınak yok mudur? Allah’a yalan uydurmak demek Allah’ın
zatıyla, sıfatlarıyla, yetkileriyle alâkalı yalan söylemek demektir. Allah
hayata karışmaz, Allah vahiy göndermez, Allah bizden kulluk istemez şeklindeki
yalanlardır bunlar. Allah’ın sıfatlarını, Allah’ın yetkilerini Allah’tan
başkalarına vermek türündeki yalanlardır.
Yeryüzünde
Allah’tan başka Rabblerin, İlâhların, tanrıların varlığını kabul etmek türündeki
yalanlar, Allah’ın yeryüzünde yetkilileri, oğulları, evlâtları vardır şeklindeki
yalanlardır.
Veya
Allah bir konuda öyle bir şey demediği halde Allah böyle buyuruyor, Allah böyle
istiyor şeklinde yapılan yalanlardır. İdeolojiler uyduruyorlar, sistemler
geliştiriyorlar ve bunları Allah’a isnat ederek, O’na onaylattırmaya, Allah ta
böyle istiyor demeye, Allah’a yalan iftira etmeye çalışıyorlar.
Yeryüzünde
Allah’ın asla istemediği bir hayatı yaşıyorlar ve işte şu bizim yaşadığımız
hayat Allah’ın istediği, Allah’ın razı olduğu bir hayattır diyerek küfürlerini,
şirklerini Allah adına yasallaştırmaya
çalışıyorlar.
Allah’tan kendilerine gelmiş doğruları, Allah âyetlerini yalan-lıyorlar.
Allah âyetlerini hayatlarında boşa çıkarmaya, işlemez hale getirmeye
çalışıyorlar. Sanki Rablerinden kendilerine hiçbir âyet gel-memiş, hiçbir doğru
gelmemiş gibi onları görmezden, duymazdan ge-liyorlar, yok farz ediyorlar.
Allah’tan gelen bu doğruları gündemlerinden düşürmeye çalışıyorlar. Tüm Allah
doğrularını boşa çıkarıyorlar. Bunlardan daha zalim kim vardır, diyor Rabbimiz.
Böyle
Allah’a karşı yalan iftiralarda bulunan, yalanlarını Allah’a izâfe eden ve bir
de Allah’tan gelen doğruları, Allah’ın âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim
vardır? Allah’ın âyetlerini yok farz ederek bir hayat yaşayandan daha zalim kim
vardır? Âyetlerin varlığını görmez-den gelerek, âyetleri örterek, örtbas ederek,
gündeme almayarak bir hayat yaşayan kişiden daha zalim kim vardır, diyor
Rabbimiz. Böyle yapan zalimleri Allah kesinlikle hidâyete ulaştırmayacaktır. Bu
tür insanlar kesinlikle saadeti bulamayacak, huzuru göremeyeceklerdir. Âhiret
gününde de cehennem onların barınağı, sığınağı olacaktır.
Ama:
33. “Gerçeği getiren ve onu doğrulayanlar,
işte onlar, Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.”
Sıdk
ile gelmiş, sadık olarak gelmiş, doğru ve doğrulayıcı olarak, tasdik edilmiş ve
tasdik edici olarak insanlara Rabbin tasdik ettiği doğruları gösterici olarak
gelmiş ve onları tasdik eden, doğrulayan ve bu doğrular istikâmetinde bir hayat
yaşayanların, bu doğruları hayatında eylem olarak görüntüleyenleri kesin hakta,
kesin doğruda olduğunu tasdik edici olarak gelen bu âyetleri doğrulayanlar,
Rabblerine karşı gelmekten, Rabblerine kafa tutmaktan sakınan mü’minlerdir. Bu
doğrularla yol bulan, bu doğrularla Allah için hayat yaşayan muttakîlerdir.
Gözleriyle, kulaklarıyla, kalpleriyle, içleriyle, dışlarıyla, geceleriyle,
gündüzleriyle Allah’tan gelen bu doğruları tasdik ederek, eyleme dökerek, amele
dönüştürerek, hayatlarında görüntüleyen insanlardır onlar. Kendileri bu
doğruları tasdik ettikleri ve hayatlarını onlarla düzenledikleri gibi,
insanlara, Allah kullarına da bu doğrularla giden, on-lara bu doğruları götüren
kimselerdir onlar. Bu doğrulara uygun ameller, tavırlar sergileyen muttakîlerdir
onlar. Peki ne varmış onlar için? Ne hazırlamış onlar için yarın
Rabbimiz?
34. “Onlara, Rablerinin katında diledikleri
şeyler vardır, bu, iyilerin mükâfatıdır.”
Onlar
için Rabbleri katında diledikleri her şey vardır. Orada onlar için diledikleri,
arzu ettikleri, gönüllerinin çektiği her şey vardır. Çünkü o cennet Allah’ın
ağırlamasıdır. Böyle bir nîmet ortamında acaba şu da var mı, bu da var mı,
demenin hiçbir anlamı yoktur. Allah’ın şanına lâyık bir cennettir orası. Orada
hiçbir şeyin yokluğu, mahrumiyeti yoktur. Orada huzur kaçırıcı, üzüntü verici
hiçbir şey yoktur. Orada bu muttakîler öyle bir mutluluk içindedirler ki, cennet
nîmetleri onların yüzlerine, gözlerine,
gönüllerine, benliklerine sinmiş âdeta nîmetlerle iç içe olmuşlardır. Allah’ın
nîmetlerinin eseri o muttakîlerin yüzünde, gözünde benliğinde hissedilecektir.
Sevinçleri, memnuniyetleri, yüzlerinde, gözlerinde, hallerinde ve tavırlarında
etrafa ta-şacaktır.
35. “Zira Allah,
onların yaptıkları kötülükleri örter, onlara, işledikleri şeylerin en güzel
karşılıklarını verir.”
Çünkü
Allah onların yaptıklarının en kötüsünü örtecektir. Dünyada onların işledikleri
kötülükleri örtecek ve yaptıkları şeylerin en güzel karşılığını verecek, ya da
yaptıkları amellerin en güzeliyle onlara karşılık
verecektir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla Rabbimiz mü’minlerin, muttakîlerin orada
amellerinin katsayısının böyle olacağını haber veriyor. Yâni mü’minlerin dünyada
işledikleri tüm ameller, o amellerin en iyisiyle, en güzeliyle, en
ihlâslısıyla çarpılacak. Yâni bütün
amelleri o en güzel a-melle çarpılıverecek, tüm amelleri o en güzel amel gibi
kabul ediliverecek. Ne büyük bir rahmet değil mi?
Meselâ
dünyada kıldığınız tüm namazlarınız, en güzel bir namaz gibi kabul edilecek.
Veya gerçekten çok ihlâsla yaptığınız bir infak gibi kabul edilecek tüm
infaklarınız. Mü’minler en güzel amelleri karşılığında mükâfat alırlarken,
kâfirler de en kötü amelleriyle cezalandırılacaklardır.
Kim
yapabilir bunu Allah’tan başka? Her türlü kötülüğü, her türlü suçları işlemiş,
kötülük peşinde koşarken birdenbire tevbe edip Rabbine kulluğa yönelen kişiyi
birdenbire affedeceğini, tüm kötülüklerini örteceğini haber veriyor Rabbimiz.
Hem de tüm bu kötülükleri ör-tülmekle, tüm bu suçları affedilmekle kalmayıp
üstelik yaptığı en iyi iş-leri esas alınarak mukâbelede bulunulacak kendisine.
Kim bu kadar merhametli olabilir insana? Allah’tan başka hangi efendi yapabilir
bunu hizmetçisine? Kim mahiyetindekinin kötülüklerini iyilikleri karşılığında
silip ona göre değerlendirebilir? Bugünkü yapay tanrılar, yaptığı kötülüklerle
sabıkalı hâle getirip her zaman onun yaptıklarını karşısına getirmeden yana
değil mi? Bugünkü sahte tanrıların hukuku bunun üzerine bina edilmiş değil
midir?
36. “Allah, kuluna yetmez mi? Ey Muhammed!
Seni O’ndan başka şeylerle korkutuyorlar. Allah’ın saptırdığını doğru yola
koyacak yoktur.”
Allah
kuluna kâfi değil mi? Allah kuluna yeterli değil mi? Her zaman, her yerde, her
konuda ve hususta Allah kuluna yeterlidir. Kula Allah’tan başkası lâzım
değildir. Allah var, başkasına gerek yoktur. Korku merciî olarak, saygı ve güven
merciî olarak Allah’ı bilmeyenler, Allah’ı tanımayanlar herkesten ve her şeyden
korkarlar. Başkalarına karşı korkusuz, eyvallahsız, hür ve özgür olabilmenin
yolu korku merciîni bilmeden geçer. İşte bakın onu soruyor Rabbimiz. Mutlak güç
ve kudret sahibi olan Allah size yetmiyor mu ki, O’ndan başkalarına
yöneliyorsunuz? Güç kaynağınızın farkında değil misiniz ki başkalarına güvenip
sığınmaya kalkışıyorsunuz? Sizin bu güç kaynağınızın farkında olmayışınızı,
Rabbinize güvenmeyişinizi, sizlerde olmaması ge-reken bu tür zaafları gören
kâfirler de cesaret bulup sizi Allah’tan baş-ka şeylerle, paralarıyla, ekonomik
ve siyasal güçleriyle, askerî kuvvetleriyle korkutmaya ve sizleri kendi
egemenlikleri altına almayı deniyorlar.
Yapmayın bunu. Korkulmaya lâyık olan, güç ve kudret sahibi olan benim ve
ben kuluma kâfiyim. Sizi benden başkalarıyla korkutmaya çalışanlara kulak
asmayın. Ama Allah kimi saptırmışsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.
Hidâyette olmayı, hidâyette kalmayı dileyip de Allah’ın kendilerine hidâyetini
gösterdiği mü’minler sadece Allah’tan korkarlar, sadece Allah’a güvenip
bağlanırlar. Çünkü her ko-nuda Allah kuluna kâfidir. Rızık verme konusunda
kuluna Allah kâfidir de hüküm koymada, yasa belirlemede kâfi değil mi? Her
konuda yasaları, hayat programı, ef’ali, fiilleri, isimleri ve tüm tasarrufları
konusunda kul Allah’ın kendisine kâfi olduğuna inanmalı ve bu inancı bizzat
hayatında yaşamalıdır. Bizler kesinlikle biliyor ve inanıyoruz ki, âlîm olarak
Rabbimiz bize kâfidir, Habîr olarak, Rezzâk olarak, Rabb olarak, İlâh olarak
kâfidir.
Alîm
olan Allah’ın kitabı bizim için yeterlidir, bir başkasına ihtiyacımız yoktur.
Örnek olarak peygamberi yeterlidir, bir başkasına ih-tiyacımız yoktur. Hakim
olarak Allah’ın âyetleri bize yeterlidir başka yerlerde hikmet aramaya,
başkalarının bilgisiyle bilgilenmeye ihtiyacımız yoktur. Rezzâk olarak, rızkın
vericisi olarak, rızkın tüm sebeplerinin yaratıcısı olarak Allah bize kâfidir,
başka rızık vericilere ihtiyacımız yoktur. Azîz olarak Allah bize yeter, izzeti
ve şerefi sadece O’nda görür, O’ndan, O’na kulluktan bekler, başka hiçbir yerde
izzet ve şeref aramayız. Müheymin olarak, murâkıb ve gözetleyici olarak Allah
bize yeterlidir, başkalarının denetleyiciliğine ihtiyacımız yoktur. Bizi hiç
kimse görmese de Rabbimizin gördüğü şuuru içinde O’nun haramlarını işlemekten
sakınırız. Rahmân olarak, Rahîm olarak, Rabb olarak, İlâh olarak O bize kâfidir,
kendimizi başkalarına değil, sadece O’na beğendirmeye çalışırız, O’nun beğenisi
bizim için yeterlidir.
Ama
kâfirler, müşrikler, Allah tanımazlar Allah’tan başkalarını size saygın
gösterecekler, size güçlü, kuvvetli, egemen gösterecekler. Başkalarını Allah’a
alternatif olarak gösterecekler. Başkalarının yasalarını, başkalarının
sistemlerini Allah’ın yasalarına alternatif olarak sunacaklar. Başkalarının
siyasal ve askerî güçlerini Allah’a alternatif olarak gösterecekler. “Allah
güçlüdür ama falanlar da güçlüdür, onlardan da korkulmalıdır, onlar da
dinlenmelidir diyecekler. Allah Rahmân ve Rahîmdir ama filanların, filan
tâğutların rahmeti de bizi kuşatmıştır,” diyecekler. “Allah Alîmdir, ilmi tamdır
ama falanlar da şu şu konuları bilmektedir. Aslında günümüzde Allah bilgisine
ihtiyaç kal-mamıştır, asrımız bilim asrıdır, bugün bilim her şeyi çözecek güce
u-laşmıştır,” diyerek Allah bilgisine karşılık laboratuarı, vahye karşılık
bilimi alternatif olarak koymaya çalışacaklar. Allah’tan başkalarına saygı
göstermeye çalışacaklar. Allah’tan başka Allah’a muadiller, denkler, şerikler,
nidler bulup onları sizin karşınıza dikecekler, insanların gündemlerine
sokacaklar, insanların gözlerinde büyük, saygın, muhteşem hale
getirecekler.
“Efendim bunlar egemenler, bunlar siyasîler, bunlar hukuk uz-manları,
bunlar eğitim otoriteleri,” diyerek hacet kapısı olarak Allah’ı değil de,
bunları gösterecekler. Her konuda Allah’ı değil de başkalarını referans
gösterecekler. Allah’tan başka gayb biliciler, Allah’tan baş-ka şifa vericiler
gösterecekler. Allah’tan başka kanun koyucu Rabbler gösterecekler. Yaratıcı
olarak Allah’tan başkalarını, egemen
olarak başkalarını gösterecekler. “A.B.D oturduğu yerden bir düğmeye bastığı
zaman her şeyi yapar,” diyecekler. Sizin gündeminize Allah’tan başkalarını
getirip koyacaklar. Allah’tan başkalarını dinlemenizi, Allah’tan başkalarına
itaat etmenizi, başkalarının yasalarını uygulamanızı ve Allah’tan başkalarına
saygılı olup, onlardan korkmanız gerektiğini söyleyecekler. Halbuki Allah kuluna
kâfidir, Allah’tan başkalarından asla korkmayın. Eğer Allah’tan korkmazsanız,
kesinlikle bilesiniz ki herkesten ve her şeyden korkutur Allah
sizi.
37. “Allah’ın doğru yola eriştirdiğini de
saptıracak yoktur. Allah, güçlü olan, öç alabilen değil midir?”
Allah kime bilgisini ulaştırarak hidâyet etmişse artık onu saptıracak
yoktur. Allah’ı tanımış, Allah’ın hidâyetini bilmiş bir mü’mini yolundan kim
saptırabilir? Bakın peygamberiniz, önderiniz sadece Allah’tan korkup başka
hiçbir şeyden korkmadığı için döneminin müşriklerinin tehditlerinin hiçbirisi
onu saptıramamıştır. Çünkü onun koruyucusu Allah’tı. Hâfızı Allah’tı. Şimdi
söyleyin Allah aşkına, koruyucu Allah, hadîsi Allah olan bir mü’mini hangi
saptırıcı saptırabilir? Allah Azîz ve intikam sahibi değil mi? Allah’ın
koruduğuna kim zarar verebilir?
Unutmayalım
ki şu anda yeryüzünde sapanlarıyla, sapıtanlarıyla, mü’minleriyle, kâfir ve
müşrikleriyle, sadece Allah’a inanıp, sadece O’na güvenip, sadece O’ndan
korkanlarıyla, Allah’tan başkalarından korkan ve korkutanlarıyla bir savaş devam
etmektedir. Biraz daha kısa söyleyecek olursak, kâfirlerin her cinsiyle Allah
arasında bir savaş cereyan etmektedir. Kesinlikle bilelim ve inanalım ki,
kâfirlerle Allah ordusu, Allah taraftarları arasında süren bu savaşı Allah
taraftarları kazanacaktır. Çünkü gerek burada, gerekse kitabımızın başka
yerlerinde görüyoruz ki Allah Azîzdir, Allah düşmanlarına karşı intikam
sahibidir. Allah kitabında bir yasa olarak şunu yazmıştır: “Ben ve elçilerim
mutlak sûrette galip geleceğiz.”
Dünyada Allah dostları Kâfirlere karşı mutlak galip geleceklerdir.
Âhirette bu kâfirlerin zaten savaşacak bir güçleri olmayacaktır. Ama bu dünyada
şuursuzca Allah’a silâh çekiyorlar. Allah’a ve O’nun ordularına akılsızca kafa
tutuyorlar. Lâkin bu yaptıklarının karşılığı olarak yakında nasıl bir yenilgiyle
yenileceklerini göreceğiz. Bu yenilgileri dünyayla sınırlı kalmayacak, önceki
âyetlerde ifade edildiği gibi alçaklar ateşe yuvarlanacaklar ve yüzleriyle
Allah’ın ateşinden korunmaya çalışacaklar. Dünyada kendilerine itaat edenler
yarın onların azaplarının kat kat artırılmasını isteyecekler. İşte bu ve benzeri
âyetleri duyan, bunları onlara duyuracak mü’minler çıkarsa kâfirler Müslümanlar
karşısında daima yenik olduklarını, daima hezimete mahkum olduklarını
soluklayacaklardır bu dünyada. Çünkü Azîz olan, mutlak galip olan ve kendisiyle
savaşa tutuşanlardan mutlak intikam alacak olan Allah ve O’nun
ordularıdır.
38. “Ey Muhammed!
Andolsun ki, “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorsan: “Allah’tır” derler.
De ki: “Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı
bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir
rahmet dilerse, O’nun rah-metini önleyebilir mi?” De ki: “Allah bana yeter;
güvenenler O’na güvenir.”
Onlara,
o müşriklere gökleri ve yeri kim yarattı diye soracak olursak, derler ki,
diyecekler ki “Allah.” Yaratıcı olarak Allah’ı kabul edecekler. De ki, öyleyse
yaratıcı olan Allah’ı bırakıp ta şu kendilerine kulluk ettiğiniz şerikleriniz
doğru mu? Allah bana bir zarar vermek is-terse, Allah’ı bırakıp ta kendilerine
tapındığınız, kendilerine sığındığınız, kendilerine dua ettiğiniz bu
tanrılarınız o zararı giderebilirler mi? Yahut Rabbim bana bir rahmet dilese bir
rahmet ulaştırmayı murad etse, onlar bu rahmeti engelleyebilirler mi? Rahmet
olarak Rabbim bana bir kitap gönderse, bana bir rahmet kapısı açsa, bana bir
cennet kapısı açsa buna engel olabilirler mi bu tanrılarınız? Hayır hayır,
hiçbir şey mü’mini Allah’ın rahmetinden de gazabından da alıkoyamaz.
Allah’ın kullarına açtığı bir rahmetin önüne geçecek, engelleyecek hiçbir
kimse, hiçbir güç olmadığı gibi, O her neyi de tutarsa, onu da O’ndan başka
salacak yoktur. Yâni O kullarına bir rahmeti tu-tacak, engelleyecek olursa onu
da yine O’ndan başka kullara ulaştırabilecek kimse de yoktur. Kullarına fayda ve
zarar verme sadece O’na aittir. Hüküm O’na aittir, takdir O’na aittir, O’nun
hükmüne, O’-nun takdirine karşı gelecek yoktur. Kimse O’nu mağlup edemez. Mutlak
güç ve kudret sahibi O’dur ve O’nun yaptığı tüm işleri mutlak bir
hikmetledir.
Yaratıcı
olarak Allah’ı kabul eden ama Allah’ın hayata karışmasına, ulûhiyet ve
rubûbiyetine karşı çıkan bu insanlar Allah’ı bırakıp da kendilerine cevap
veremeyecek, dualarına ve çağrılarına icâbet edemeyecek âciz varlıklara kulluk
yapmaktadırlar. Yeryüzünde hiçbir şey yaratmaya ve yapmaya güç yetiremeyen,
hiçbir şeye mâlik olmayan, kendi varlıkları konusunda bile Allah’a muhtaç olan,
yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve zararı def etmeye kâdir
olmayan bir kısım âciz varlıklara kulluk eden, onlara dua eden, onları yardıma
çağıran kimselerden daha akılsız yoktur.
Sen o akılsızları bırak peygamberim ve de ki, Allah
bana yeter. Tevekkül edecekler, Allah’a tevekkül etsinler; güvenecekler, Allah’a
güvensinler. Allah bize yeter, biz sadece O’na teslimiz. Çünkü bizim adımıza
karar veren, bizim adımıza kulluk programı belirleyen, bizim yapamadıklarımızı
yapıveren, bize imkân sağlayan, fırsat veren O’dur.
39,40. “De ki: “Ey milletim!
Durumunuzun gerektirdiğini yapın; doğrusu ben de yapacağım. Kendisini rezil
edecek azap kime gelecek, kime sürekli azap inecek bileceksiniz.”
De
ki ey kavmim, durumunuzun, konumunuzun gereği neyse onu yapın, ben de bana
düşeni yapacağım. Belirlediğiniz statüko içinde, şeytan yasaları çerçevesinde
elinizden ne geliyorsa onu geriye koymayın. Ne yapacaksanız yapın bakalım. Ben
de benim vekilim olan, bana yasa belirleyen Rabbim adına, Rabbimin belirlediği
emirler doğrultusunda hareket edeceğim. Er geç bir gün azabın kime geleceğini,
kimin galip, kimin mağlup olacağını göreceksiniz, bileceksiniz. Kim güçlü, kim
güçsüz, yakında anlayacaksınız. Adamlar kendi hevâ ve hevesleriyle, kendilerine
göre konum belirlemişler. Zengin olanlar güçlüdür, ekonomik güce sahip olanlar
güçlüdür, üstündür diyorlar. Allah buyurur ki çok yakında bilecekler onlar mı
güçlüymüş, onlar mı Azîz ve şerefliymiş yoksa gariban Müslümanlar mı? Bunu çok
yakında siz de göreceksiniz, biz de göreceğiz.
Evet böyle dememizi istiyor Rabbimiz bizden. Ey Kâfirler! Ey müşrikler!
Ey zalimler! Ey Allah düşmanları! Haydi buyurun ne yapacaksanız yapın! Sizler
elinizden ne geliyorsa, ne yapabilecekseniz yapın! Küfrünüzün, şirkinizin gereği
olarak, putlarınızın, put sistemlerinizin gereği olarak Allah’la savaş yolunda,
Allah’a kafa tutma yolunda gücünüz neye yetiyorsa, elinizden ne geliyorsa yapın!
Bizler de Allah’a imanımızın gereği olarak yapacağımızı yapıyoruz! Pek yakında
göreceksiniz azap kiminmiş? Pek yakında göreceksiniz zafer kime ait olduğunu?
Gelecekte kâfirler mi galip gelecek, yoksa Allah dostları mı? Arkasında Allah’ın
bulunduğu dâvâ mı galip gelecek, yoksa arkasında şeytanların bulunduğu küfür mü,
bunu çok yakında göreceksiniz. Âkıbet kime aitmiş, sonuç kiminmiş, gelecek
kiminmiş? Gelecekte kim egemen olacak yeryüzünde? Hangi dâvâ egemen olacak?
Yahut da yaşadığımız bu dünyanın sonunda cennete kim gidecek? Âhiret
yurdu kimin olacak? Kim kaybedecek, kim kazanacak? Bunu yakında siz de
göreceksiniz biz de göreceğiz. Bizler yolumuzdan asla şüphede değiliz. Biz
dâvâmızdan, yaşadığımız hayattan asla kuşkuda değiliz. Siz yapacağınızı yapın,
biz de bizim yapmamız gerekenleri yapacağız. Sizler inandığınız yolun
gereklerini, inandığınız küfür ve şirk dinlerinin amellerini pratikte gösterin,
biz de inandığımız tevhid dininin amellerini hayatımızda sergilemeye devam
edeceğiz. Siz imanlarınızı yaşayın ben de imanımı yaşamaya devam edeceğim. Siz
bildiğinizi ortaya koyun, ben de bildiğimi ortaya koyacağım.
Ama
ben şunu şimdiden size haber vereyim ki zalimler asla iflah olmazlar. Zalimler
hiç bir zaman egemen olamayacaklar. Zalimlerin ne dünyada ne de âhirette asla
kurtulmaları mümkün değildir. Dünyada da ukbâda da kurtuluşa erenler ancak
mü’minler olacaktır. Allah’a şirk koşan, Allah’a isyan eden, Allah’ın sistemini
reddedip baş-kalarının sistemlerini yasallaştıran zalim bir toplum ne dünyada,
ne de ukbâda kesinlikle kurtuluşa eremeyecektir. Geçmişte bu böyle olduğu gibi
yarın da böyle olmaya devam edecektir. Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir
yasadır ve kıyamete kadar da bu yasa devam
edecektir.
41.
“Ey Muhammed! Doğrusu Biz, insanlar için Kitabı gerçekle sana indirdik; kim
doğru yolda ise bu kendi lehinedir; sapıtan da kendi aleyhine sapıtmış olur. Sen
onlara vekil değilsin.”
Ey peygamberim, biz kitabı insanlar için sana hakla indirdik. Bu kitabın
içinde hak var, hukuk var; bâtıl yok, yalan dolan yoktur. Ki-tabın indirilişi
haktır, kitap hak olarak, hukuk olarak, tüm hakları, hukukları belirleyici
olarak indirilmiştir ve de haklı olarak indirilmiştir. Hak Allah’ın
indirdiğidir, hak Allah’tan gelendir. Allah’tan gelen bu hakka istinat etmeyen
her şey bâtıldır, her şey zulümdür. İnsanlar arasındaki hak değer yargıları bu
kitabın değer yargılarıdır. Kim doğrudur, kim yanlıştır, kim üstündür, kim
alçaktır, kim Azîzdir, kim zelildir, kim şereflidir, kim şerefsizdir, kim
iyidir, kim kötüdür, bunun ölçüsü, kriteri bu kitaptır.
İnsanlar
arasındaki tüm ihtilâflar bu kitapla çözümlenecek, tüm hakları bu kitap
belirleyecektir. Kimin mü’min, kimin kâfir olduğunu, kimin Allah, kimin şirk
yolunda olduğunu bu kitap belirleyecektir. İnsan kendi tavırlarını da bu kitaba
göre değerlendirecektir. Her konuda kitap ölçü olacaktır.
Peygamber ve onun yolunun yolcuları bu kitapla hükmedecekler, bu kitaba
sarılacaklar, hayatlarının her bir biriminde kitapsız bir hayat sürmeleri,
kitabı ellerine almadan bir hayat yaşamaları, kitaptan habersiz hüküm vermeleri,
kitabın ortaya koyduğu hakların dışında herhangi bir hak belirlemesine gitmeleri
kesinlikle mümkün olmayacaktır. Peygamber ve Müslümanlar kitapla hükmedecekler,
kitapla ka-rar verecekler. Kitapsız Müslümanların başarıya ulaşmaları, huzur
i-çinde bir hayat yaşamaları asla mümkün değildir. Kitapsız problemlerin çözümü
mümkün değildir. İşte Allah bu kitabı peygambere bunun için göndermiştir.
Peygamber ve Müslümanlar yaşadıkları hayatın hangi problemiyle karşı karşıya
bulunurlarsa bulunsunlar, ister ekonomik bir kavganın, ekonomik bir problemin
çözümüyle, ister eğitim problemi, ister hukuk problemi, ister siyasal bir
problem hangi ortamda, hangi problemin çözümüyle karşı karşıya olurlarsa
olsunlar, problemlerini ancak Allah’ın kitabıyla çözecekler, Allah’ın kitabıyla
hükmedecekler ve başarıya ulaşacaklardır. Allah bu kitabı işte bunun için
göndermiştir.
Kim ihtidâ etmişse, küfürden, şirkten geçiş
ihtidâsıyla, yanlıştan doğruya, bâtıldan hakka, günâhtan sevaba doğru gidiş
ihtidâsıyla ihtidâ etmişse, yönelmişse… İhtidâ, yollanmak, yola girmek, yola
koyulmak ve yol üzerinde devam etmek anlamlarına gelmektedir. Kim ki Allah’ın
gösterdiği, kitabın tarif ettiği hidâyet yoluna girmiş, Allah’a kulluk yolunu
tercih etmişse bu tercihi onun kendi lehinedir. Ama kim de sapmış, sapıklığı
tercih etmiş, Allah yolunu terk etmişse, bu da onun kendi aleyhinedir. Allah’ın
belirlediği yolun, sınırların dışına çıkan kişi yoldan sapmış demektir. Ama
çiğnediği Allah sınırlarının çokluğuna göre o kadar dalâleti yoğunlaşmış, o
kadar artmıştır. İtikat noktasında, inanç noktasında dalâlete düşen kişi
kâfirdir. Amel noktasında dalâlete düşenler de bid’atçı ve
günâhkârdırlar.
Bu
âyetlerde insanlar için iki konum belirleniyor. Bunlardan birincisi hidâyette
olmak, ikincisi de dalâlet, sapıklık. Mühtedî olup hi-dâyeti tercih eden kendisi
için mühtedî olmuş, dalâleti tercih eden de kendi aleyhine sapmıştır. Ey
peygamberim, sen onlar üzerinde vekil değilsin. Senin böyle bir görevin ve
sorumluluğun yoktur. Onları zorlamaya, onları hidâyete ulaştırmaya, hidâyette
tutmaya, onların kalplerine hükmetmeye, tasarrufta bulunmaya senin yetkin
yoktur.
Veya
sen onların özgür iradeleriyle seçtikleri, Rabbinin de onayladığı
hidâyetlerinden de dalâletlerinden de sorumlu değilsin. Onların dalâleti tercih
edip cehenneme yuvarlanışlarının hesabı sana sorulmayacak. Senin görevin sadece
Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini tebliğdir. Sen onları Allah âyetleriyle
uyardığın zaman vazifen bitmiştir. Dileyen hidâyeti, dileyen de dalâleti tercih
edebilir, sonucuna kendileri katlanmak şartıyla. Çünkü hidâyetin de dalâletin de
sahibi Allah’tır.
42. “Allah, öleceklerin ölümleri
anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine
hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu
bunda düşünen kimseler için dersler vardır.”
Nefisleri,
canları ölüm esnasında vefat ettiren Allah’tır. Uyurken, uykusu esnasında henüz
ölmemiş olanları da vefat ettiren O’dur. Uyku ölümün yarısıdır, yarı ölümdür.
İnsan uyku esnasında Rabbimi-zin koyduğu bir yasa gereği neredeyse yarı ölü
gibidir. Uyku esnasında insanların ruhları belli ölçüde kabzedilmektedir. İşte
bu âyetin beyanıyla uyku esnasında kısmen bir ölüm hadisesi gerçekleşmektedir.
Öyleyse vefat bu anlama geliyor. Yâni vefat kişinin ölümü esnasında gerçekleşen
hadisedir. Bir de kişi uyku esnasında ölmemiş bir kimsenin vefat halini
yaşamaktadır.
Buradaki teveffa, yâni ölüm, ruhun bedenle ilişkisinin kesilmesi anlamına
gelmektedir. Uykudaki teveffâ ile ölümdeki teveffâ arasında şu fark vardır.
Ölümde ruhun bedenle hem içten hem de dıştan ilgisi kesilirken, uykuda sadece
dıştan ilgisi kesilmekte ama içten ilgisi devam etmektedir.
Yâni
uyku esnasında Rabbimiz kişinin akıl, his, şuur, idrak ve temyiz gücünü
alıvermektedir. Öyleyse unutmayalım ki ölümle hayat iç içe bir bütündür ve hiç
kimsenin, hiç birimizin uyuduktan sonra tekrar kalkacağımıza dair bir garantimiz
yoktur. Tutan da, alan da, salıveren de Allah’tır. Tüm nefisler Allah’ın
tasarrufu altındadır. Hiç kimsenin O’ndan saklanması, kaçıp kurtulması mümkün
değildir.
İşte Rabbimiz haklarında ölümü hükmettiği kimseleri uykusu esnasında
tutar. Ama Rabbimiz haklarında ölüm fermanını, ölüm hük-münü vermediği, eceli
gelmemiş kimseleri de geri gönderir. Tekrar hayata gönderir. Ne zamana kadar?
Adı konmuş, Allah tarafından be-lirlenmiş bir ecele kadar. Demek ki her gece
Allah bizi öldürüyor ve ecelimizin dolacağı güne kadar da her sabah bizi bir
daha kaldırıyor. Gece bizi öldürmüşken Rabbimiz sabahleyin yeni bir fırsatla,
yepyeni bir imkânla bizi bir daha kaldırıyor. Sebep ne? Belki bugün aklını
başına alır, belki bugün Allah’a kulluğa döner, belki bugün fırsatı
değerlendirir diye. Belki de yarın kıyamet gününde Rabbimize karşı bir itiraz
hakkımız kalmasın, bir mâzeretimiz olmasın diye böyle yapıyor. İşte bütün
bunlarda düşünecek, tefekkür edecek, düşünüp değerlendirecek bir toplum için
âyetler vardır, ibretler vardır.
Canlar üzerinde yegâne tasarruf sahibi, yegâne hüküm sahibi Allah’tır.
Geceleyin herkesi uyutan, vefat ettiren, eceli dolanların ruhlarını tutup
öldüren, ama vakti gelmemiş olanları tekrar diriltip uyandıran O’dur. Hayat ve
ölüm üzerinde yegâne Mâlik, yegâne söz sahibi O’dur. Uyku esnasında da, ölüm
esnasında da kulları üzerinde yegâne tasarrufunu, hükümranlığını yürüten O’dur.
Yaşamamız gerekiyorsa hayat konumumuzu, ölmemiz gerekiyorsa ölüm konumumuzu
belirleyen, takdir eden, uygulayan O’dur. Yeryüzünde en çok sevdiği, yeryüzünün
en şereflisi elçisine bile bu konuda bir yetki vermemiştir. Her konuda, hayat ve
ölüm konusunda, hidâyet ve dalâlet konusunda yetki sadece kendisine aittir.
O’nun hidâyette dedikleri hidâyettedir, dalâlette dedikleri de
dalâlettedir.
43, 44. “Yoksa
putperestler Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Onlar bir şeye
sahip olmadıkları akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?” De ki: “Bütün
şefaat Allah’ın iznine bağlıdır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra
O’na döneceksiniz.”
Yoksa
onlar, o müşrikler Allah’tan başka, Allah berisinde bir takım şefaatçiler mi
edindiler? Bir kısım aracılar mı buldular kendilerine? De ki, onlar hiç bir şeye
mâlik değiller, hiç bir güç ve yetkiye sahip değiller. Akılsız, aciz varlıklar
iseler de mi onlara bu yetkiyi vereceksiniz? Böyle olsalar da mı kendilerini güç
kuvvet sahibi kabul edeceksiniz? Hayır hayır, ne sizlerin Allah berisinde
yetkili kabul ettiklerinizin ellerinde bu yetkiye dair size gösterebilecekleri
bir yetki belgeleri vardır, ne de sizin kendilerini şefaatçi kabul ederken
elinizde bu konuda bir deliliniz vardır.
Allah’a kulluğu bırakıp ta O’nun berisinde şefaatçi kabul ettikleri, İlâh
kabul ettikleri, Rab kabul ettikleri bu yapay tanrıların ve tanrıçaların hiç
birisi hiçbir şeye mâlik değillerdir. Hiç birisi gerçek mülkiyete sahip
değillerdir. Ne onların yaratılışları üzerinde, ne uykuları üzerinde, ne uykudan
uyanmaları, ne de ölümleri üzerinde hiçbir yetki ve tasarrufları yoktur. Onların
hayatları ve ölümleri üzerinde hiçbir söz hakları yoktur. Onların hidâyet ve
dalâletleri üzerinde zerre kadar bir selâhiyetleri olmadığı gibi, Allah katında
bu konularda şefaate sahip değillerdir onlar.
O
Allah berisinde büyük bildikleri, kendilerinde yetki gördükleri, adlarını
andıkları, kendilerine dua edip yardım bekledikleri, daraldıkları zaman “yetiş
ey filan, kurtar ey falan” diye imdada çağırdıkları, kendilerine sığınıp
kurtarıcı bildikleri varlıkların hiçbirisinin Allah katında en ufak bir
yetkileri yoktur. Allah berisinde Allah’a oğullar, kızlar izâfe ederek, Allah’a
velîahtlar bularak şefaatini umdukları hiçbir varlığın onlara yapabilecekleri
bir şeyleri yoktur. Kur’an’ın değişik yerlerinde görüyoruz ki insanlar kimi
varlıkların kendileri hakkında Allah huzurunda şefaatte bulunabileceklerine
inanarak sapmışlardır.
Müşrikler Allah katındaki şefaatin insanlar arasında cereyan eden şefaat
gibi olduğunu zannediyorlardı. Onlar Allah katındaki şefaatin, kral katındaki
oğlunun, kızının, vezirlerinin, yardımcılarının ve ona denk veya ondan daha
üstün kralların şefaat etmesi gibi düşünüyorlardı. Halbuki her şey ve herkes
Allah’ın kulu, Allah’ın mülkü iken ve Allah karşısında hiçbir kulun hiç bir gücü
yokken kimin böyle bir şeye cesareti olabilir ki? Kim böyle bir şeye teşebbüs
edebilir? Allah’ı kim etkisi altına alabilir? Allah karşısında kim söz sahibi
olabilir? Allah’a etki etmek, Allah’a bir şey yaptırmak şöyle dursun, en çok
sevdiği peygamberler ve melekler bile O’nun huzurunda ağızlarını bile açmaya
cesaret edemezler.
De
ki, bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır, şefaatin tümü Allah’a aittir. Şefaat
yetkisi sadece Allah’ın elindedir, şefaat edeceklere de, şefaat edileceklere de
izin verecek olan, belirleyecek olan Allah’tır. Bu konuda daha önceki sûrelerde
epey bir şeyler söylemiştik. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra O’na
döneceksiniz.
45. “Allah tek olarak
anıldığı zaman, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle çarpar, ama Allah’tan
başka putlar anıldığı zaman hemen yüzleri
güler.”
Allah
tek başına zikredildiği zaman, “Rahmân ve Rahîm olan Allah’tır, yaratıcı olan,
yarattıklarına egemen olan, ölüme ve hayata etkin olan Allah’tır, kullarının tek
hacet kapısı Allah’tır, Allah’tan başka hacet kapısı yoktur, bilen Allah’tır,
Allah’tan başka bilen yoktur, şifa Allah’tandır, Allah’tan başka şifa merciî
yoktur, hüküm, hâkimiyet Allah’a aittir, O’ndan başka hiç kimsede hâkimiyet
yetkisi yoktur” dendiği zaman, her konuda yetkili sadece Allah zikredildiği
zaman, ahire-te inanmayanların kalpleri nefretle çarpar. Kalplerinde bir öfke,
yüzlerinde bir ekşime meydana gelir. Sadece Allah’tan bahsettiniz mi, sadece
Allah dendi mi, böyle olurlar ama O’nun berisinde bir şeylerden söz ettiniz mi,
yâni bir konuda etkin ve yetkin olarak Allah’tan başkalarından da, meselâ bir
kısım tâğutlardan da, putlardan da, bilimden de, büyütülmüş varlıklardan da,
yıldızlardan, uzmanlardan da söz etmeye başladınız mı gülüp sevinmeye başlarlar,
yüzleri açılır.
Çünkü
bu müşriklere Allah’tan başkalarından bahsetmek onların hevâ ve heveslerini
onaylamaktadır. Aslında bu adamlar kendi hevâlarını tatmin ettiklerinden dolayı
onları kabul ediyorlar. Yâni eğer o büyük kabul ettikleriyle kendi aralarındaki
menfaat bağları kesiliverse, derhal onları bırakıp başkalarını bulurlar. Onların
bunlarla bağlantısı sadece menfaat ilişkisine
dayanmaktadır.
Sadece Allah dediniz mi içleri burkulur, kalpleri kabarır. Meselâ
yağmurun yağması konusunda sadece Allah dediniz mi yüzleri ekşir, ama bu konuda
Allah’tan başka şeylerden, işte rüzgardan, buluttan, hava hareketlerinden
bahsettiniz mi yüzleri gülmeye başlar. Veya çocuğu dünyaya getiren sadece
Allah’tır dediniz mi bundan hoşlanmazlar ama Allah berisinde bir şeylerden, işte
spermden, hücreden, hücrenin döllenmesinden filân bahsettiniz mi adamların
yüzleri gülmeye başlayıverir.
Veya bir mecliste sadece Allah’tan söz ettiniz mi çatlar, patlar adamlar.
Ama öyle değil de Allah’ın berisinde bir şeylerden meselâ senetten, çekten,
geçimden, seçimden, arabadan, piyasadan, ölenden, öldürenden, yemeden, içmeden
bir şeylerden söz edince adamların yüzleri gülmeye başlar. Coşarlar, gülerler,
tabak tabak açılırlar. Niye? “Hep Allah, hep Allah bıktık yahu! Yeter! Bu kadarı
da olmaz ki!” derler.
Yâni her zaman Allah dendi mi, her konuda Allah dendi mi mahvoluyorlar.
Ama bazen Allah dendi mi bundan razı oluyorlar. Meselâ namaz deyin razı adam,
veya oruç deyin razı adam. Zekattan bahsedin, isterseniz malınızın tamamını
dağıtın onu hiç ilgilendirmez. Ama her konuda sadece Allah dediniz mi, işte o
zaman patlıyor, çat-lıyor, kahroluyor, mahvoluyor adam. Yemede, içmede, giyimde,
kuşamda, eğitimde, hukukta her şeyde sadece Allah dendi mi pili bitiyor adamın.
Meselâ çocuk eğitiminden söz ederken İslâm’ın çocuk eğitimi konusundaki
görüşlerinden de bahsetseniz, fark etmez, bundan razıdır adam. Ama bunu sadece
Allah’a izâfe ediverdiniz mi, bu konuda sadece Allah’ın emirlerini
söyleyiverdiniz mi, işte bundan razı değildir adam. Ama işte insan haklarından
dolayı filan diye anlatsanız razıdır adam. Meselâ okulda dersin filan konusunun
gündemi diye İslâm’ı anlatsan bundan razıdır adam. Ama yeter ki gündemi İslâm
değil, ders konusu tespit etsin. Yeter ki gündemi Allah değil de başka şeyler
tespit etsin. Veya meselâ İslâm’ın zekatından, İslâm’ın infâkından, hayırdan,
yardımlaşmadan bahsedelim, İslâm’ın kurallarından söz edelim ama programı
başkaları yapsın. Kandil için program yapsın, florans programları yapsın, mevlit
programları yapsın, o programı o yapsın. Programı Allah yapmasın yeter
ki.
46. “De ki: “ Ey
göklerin, yerin yaratanı, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah! Kullarının
ayrılığa düştükleri şeyler hakkında aralarında Sen
hükmedeceksin.”
De
ki onlara, gökleri ve yeri yaratan Allah’tır. Görüleni ve görülmeyeni bilen
Allah’tır. Kaybı da şehadeti de bilen O’dur. Kullarının ihtilâf ettikleri
konularda aralarında hüküm verecek olan sensin. Bu dünyada, yaşadığımız bu
hayatta insanlara hükümler, yasalar, hayat programları konusunda hükmü verecek
olan Allah’tır. Allah’tan başka bu konuda hüküm verecek yoktur, yasa
belirleyecek yoktur. Yine yaşadığımız bu dünyada kâfirler, müşrikler biz
haklıyız, biz doğru yoldayız, siz yanlışsınız diyorlar. Kendi hayatlarının
doğruluğunu iddia ederek bizleri yanlışlıkla itham ediyorlar. Kendilerini haklı,
mü’minleri suçlu görüyorlar.
Biz
de diyoruz ki, ey gaybın ve şehadetin bilicisi olan Rabbi-miz, ey göklerin ve
yerin yaratıcısı olan Rabbimiz, muhakkak ki kullarının arasında hükmü sen
vereceksin. Ya da aramızda hükmünü sen ver ya Rabbi, şeklinde bir niyazda
bulunuyoruz. Bu kâfirlerle, bu zalimlerle aramızda hükmünü veriver ya Rabbi!
Haklıları haksızları, doğruları yanlışları ortaya çıkarıver ya Rabbi! Haklıları
koruyup, galip getirip haksızların belâlarını veriver ya Rabbi
diyoruz.
Ama
Allah bu konudaki hükmünü kıyamet gününe tehir ettiğini buyuruyor. Eğer insanlar
arasındaki hükmünü bu dünyada veriverseydi, yeryüzünde bir tek kâfir ve müşrik
kalmayacaktı. Kâfirler mü’-minlere gerici diyorlar. Halbuki gerici kimmiş
ilerici kimmiş bu yarın belli olacak. Sıratı geçemeyen, cennetten geri kalan
gericidir. Öyley-se gelin ey kâfirler, ey müşrikler kendi kendinize, kendi hevâ
ve heveslerinizle kendi kafanızdan hükümler koymaya kalkışmayın. Gelin hayatınız
konusunda Rabbinizin verdiği hükme göre kendinizi ayarlayın.
47. “Yeryüzünde
onların hepsi ve bir misli daha zalimlerin olsa, kıyamet günündeki kötü azap
için fidye verseler kabul edilemez. Allah katından olanlara, hiç
hesaplamadıkları şeyler beliriverir.”
Allah’ın
hakkını, kitabın hakkını, peygamberin hakkını, fıtratının hakkını, insan
oluşunun hakkını vermeyen zalimlerin, kâfirlerin, Allah’ın hakkını gasp eden,
Allah bu işi bilmez, hukuktan anlamaz, ekonomiyi bilmez, hayata karışmaz diyerek
Allah yasaları yerine kendi zulüm yasalarını ikâme edenler, Allah’ın hakkını,
Allah’ın yetkilerini kendilerinde görenler, yeryüzünün en büyük zalimleridir.
Yeryüzünde Allah yasalarını diskalifiye ederek çeşitli ideolojiler, çeşitli
devletler kurmuşlar ve o devletler içinde hemcinslerine zulmetmişler, insanlara
kan kusturmuşlar. Tüm dünyada kendi egemenliklerini kurmuşlar; zulmün, küfrün,
şirkin kavgasını vermişlerdir. Meselâ şu anda A.B.D., yeryüzünün tümünde zulmünü
geçerli kılma kavgası vermektedir.
İşte böyle zalim olanların, yeryüzünde olanların tümü, tüm dünya onların
olsa, bir misli daha onların olsa kötü azaba karşı, kötü azaptan kendilerini
kurtarabilmek için hepsini fidye olarak verecekler ama bu onlardan kabul
edilmeyecektir. Zaten kimin malını kime verecekler ki? Halbuki hainler dünyada
bu dünya için sapmışlardı, dünyalıklar için sapmışlardı. Dünya hayatımız iyi
olsun da, dünya bizim olsun da, gerisi ne olursa olsun diyerek sapmışlardı.
Şimdi Allah’ın azabını görünce adına saptıkları tüm dünyayı fedâ etmeye hazır
oluyorlar.
Öyleyse
ey insanlar! Ey Müslümanlar! Gelin yarın fedâ edeceğimiz dünyanın ve
dünyalıkların peşine bu kadar düşmeyelim. Gelin dünyayı kıble edinmeyelim. Gelin
aklımızı, fikrimizi, kafamızı, beynimizi, gecemizi, gündüzümüzü, bugünümüzü,
yarınımızı, gözümüzü, kulağımızı ekonomik dünyamız için kullanmaktan vazgeçelim.
Gelin zamanımızı, imkânlarımızı, fırsatlarımızı yarın uğrunda her şeyimizi fedâ
edeceğimiz cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak için harcayalım. Ey şu anda
dükkanını biraz daha büyütme kavgası verenler, ey ekonomik gücünü geçen seneye
oranla iki misline çıkarmanın kavgasını verenler, şu anda aklını, fikrini para
hesabı peşinde kullananlar, gelin Allah’ın şu uyarılarına kulak verin de yarın
bu duruma düşenlerden olmayın, olmayalım inşallah. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
Allah’tan onların hiç hesap etmedikleri şeyler
karşılarına çıkmış olacak. Yâni onlar zannetmesinler ki yeryüzünün hakimi biziz,
Allah bu nîmetleri bize vermiştir, biz buna lâyık olduğumuz için bunları bize
vermiştir. Çünkü biz doğruyuz, biz haklıyız, biz güçlüyüz. Ama yarın Allah’ın
huzuruna çıktıkları zaman bu iddialarının yanlış olduğunu görecekler. “Biz
Allah’ın evliyasıyız, biz Allah’ın sevgili kullarıyız, bize asla ateş
dokunmayacaktır,” diyerek yeryüzünde Müslümanlara zulmedenler, kıyamet günü
Allah’tan hiç beklemedikleri, hiç ummadıkları şeylerle
karşılaşacaklar.
48. “Onlara, işledikleri kötü şeyler
belli olur; alaya aldıkları şeyler de kendilerini çepeçevre sarar.”
İşledikleri,
kazanmış oldukları tüm kötülükler, yaptıkları tüm pisliklerin, küfürlerin,
şirklerin, Allah’tan habersiz yaşadıkları hayatın kötü sonucu kendilerine belli
olmuş, gözleriyle kazandıklarının karşılığını görmektedirler. Kazandıkları
şeylerin kötülükleri kendilerini çepeçevre kuşatmış, inkâr ettikleri,
reddettikleri, alay edip durdukları kıya-met gerçeği önlerinde durmaktadır ve
artık bundan kaçıp kurtulmaları da mümkün değildir. Kazandıkları
karşılarındadır. Zaten ne kazanmışlarsa zulümden, haksızlıktan ibaretti.
Haksızlıkla, insanları sömü-rerek, kan emerek, reklam ederek para kazanıyorlar.
Alay ettikleri, ciddiye almadıkları, hesaba katmadıkları şeyler kendilerini
kuşatmıştır. Allah’ın azabını alay konusu yapıyorlar, hafife alıyorlar, cenneti
ve cehennemi gündeme almıyorlar, Allah’ın haberleriyle alay ediyorlardı. İşte
alay ettiği şeyler yarın onları çepeçevre
kuşatacaktır.
Artık reddettikleri azabın gözlerinin önünde duruşunun yıkılışı ve
hüsranı içindedirler. Eyvah ki işledikleri tüm kötülükler şimdi önlerindedir.
Keşke bu amelleri işlememiş olsalardı! Keşke dünyada böyle bir hayatın adamı
olmamış olsalardı! Keşke, keşke o alaylı sözlerin, “inanmıyoruz, zannetmiyoruz,
bu bilimin verilerine terstir, kıyametin kopacağına inanmıyoruz, eh belki
olabilir, ama kanaatimiz bu işin ol-maması istikâmetindedir,” şeklindeki alaylı
sözler bize ait olmasaydı! “Keşke hayatımızı bu anlayışa bina edenlerden
olmasaydık.
Halbuki kıyamet böyle zanla, insanın kendi kanaatleriyle bilinebilecek
bir şey değilmiş, bu konu gaybî bir konuymuş ve bu konuda sadece Allâm’ulğuyub
olan Allah’ın dedikleri geçerliymiş. Keşke Rab-bimizin âyetlerine kulak verip de
hayatımızı ona göre düzenleyip, ona bina edenlerden olsaydık. Keşke Allah’la
bilinebilecek bir bilgiyi kendi zanlarımızla, bilimin verileriyle
anlayabileceğimiz gururuna kapılmasaydık. Keşke şu perişan duruma düşmeseydik,”
diyecekler.
49. “İnsanın başına bir sıkıntı gelince
Bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir nîmet verdiğimiz zaman: “Bu bana
bilgimden dolayı verilmiştir” der. Hayır; o bir imtihandır, fakat çokları
bilmezler.”
İnsana
bir darlık, bir zorluk, bir sıkıntı, istemediği cinsten bir şey dokundu mu hemen
Allah’a yalvarıp yakarır. “Aman ya Rabbi, zaman ya Rabbi beni bu durumdan
kurtar! Sen bu işin ehlisin. Beni bundan ancak sen kurtarırsın.” Ama sonra ona
katımızdan bir nîmet, bir bolluk, istediği, beğendiği cinsten bir şeyler
verdiğimiz zaman da, “bu bana bir bilgi üzerine verilmiştir, bilgimden ötürü
verilmiştir,” demeye başlar. Halbuki o bir imtihandır. Bir imtihan sebebiyle
verilmiştir. Fakat onların pek çoğu bunu bilmez.
Evet gafil insan, Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın yasalarından
habersiz insan Allah’tan kendisine bir imtihan sebebi olarak sıkıntılar,
yokluklar, hastalıklar dokunduğu zaman ciyak ciyak ötüp Rabbine yalvarıp
yakarır. Allah’ı hatırlar. Ama yine imtihan sebebiyle iyilikler, bolluklar,
nîmetler verildiği zaman da bunun kendisinden ötürü verildiğini söyler. “Ben
ilim sahibi olduğum, bilgili olduğum, akıllı olduğum, kafamı çalıştırdığım,
büyük adam olduğum için bunlar bana verildi,” der. “Allah benim bunlara lâyık
birisi olduğumu bildiği için bütün bunları bana vermiştir,” der. “Ben bütün
bunlara bilgimle, becerimle, projelerimle ulaştım,” der. “Ben imtihanı kazandım
da onun için verildi,” der. Allah’ın kendisine verdiklerini iyi bir Müslüman
olduğu için, Allah’ın sevgili bir kulu olduğu için verildi zanneder.
Meselâ
kendisine Rabbimiz tarafından ilim verilmesinin bir imtihan sebebi olduğunu,
Allah’ın o ilimle kendisini imtihan ettiğini unutur da, onunla insanlara hava
atmaya kalkar. İlmi kendisinden zanneder, Allah’ın sevgili bir kulu olduğu için,
yâni imtihanı kazandığı için kendisine bu ilmin verildiğini zanneder de ilmiyle
insanlara karşı övünmeye kalkar. Zenginliği, güçlülüğü, sıhhati, makamı her şeyi
böyle değerlendirir.
Halbuki bunların hepsi birer imtihandır. Allah’ın vermesi de alması da
ayrı bir imtihandır. Rabbimiz verirken de alırken de imtihan etmektedir. Yâni
kimimizin zengin, kimimizin fakir, kimimizin zayıf, ki-mimizin şişman, kimimizin
âlim, kimimizin cahil oluşu bir imtihan sebebidir. Herkesi durumuna göre imtihan
etmektedir Rabbimiz. Ne çok verilenler kazanmış, ne de az verilenler
kaybetmiştir. Çok verilen çokla, az verilen ya da verilmeyen de onunla imtihan
edilmektedir. Kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli
olacaktır.
50, 51. “Bunu onlardan
öncekiler de söylemişti, ama kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi. Bunun
için, işledikleri kötülükler başlarına geldi. Bunlar içinde zulmedenlerin de
kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allah’ı aciz
bırakamazlar.”
Öncekiler
de aynı şeyleri söylediler. Onlardan öncekiler de onlarınkine benzer şeyler
söylediler. Kazanmış oldukları şeylerin hiçbirisi kendilerine hiç bir şey
sağlamadı. Allah yasalarına göre kâr olmayıp kendi kendilerine kâr saydıkları,
kazanç bildikleri şeyler onlara hiç bir fayda sağlamayacak, bilâkis onların
kazandıklarının kötülüğü kendilerine ulaşacaktır. Bu insanlardan zalim olanlar,
zalimlik makamına oturmuş olanlar ise, hem dünyada, hem de âhirette
yaptıklarının, kazandıklarının kötülüğü onlara
ulaşacaktır.
Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede bir genel halk, bir de zulüm yasalarının
sahipleri olan zalimler zikrediliyor. Genel halka bu zalimlerin yaptığı
yasaların kötülüğü dünyada mutlaka peşinen dokunuyor. Bu zulüm yasalarının
etkisini dünyada görüyorlar. Ama yasa yapan zalimler, tâğutlar yaptıkları bu
zulüm yasalarının etkisini bu dünyada bazen peşinen görmüyorlar. Bu zalimler
güçleri, kuvvetleri, saltanatları, egemenlikleri sebebiyle kendilerini bir
müddet için garantiye alıyorlar. Allah kendilerine imkân veriyor, fırsat
veriyor. Mülkle, saltanatla imtihan ediyor. Mülkleri, saltanatları sebebiyle
şimdilik kendilerine kendi yasalarının kötülüğü dokunmuyor gibi.
Ama
Rabbimizin âyetinin ifadesiyle bu zulüm yürütücüleri, zul-mün vazııları, zulmün
gerçekleştiricileri kazandıkları şeylerin seyyiâtı-nın yakında kendilerini
kuşattığını görecekler. Kendileri yasa belirlemeyen ama yasa belirleyicisi
zalimlere ve onların yasalarına boyun büken halk kesimine bu dünyada peşinen
isabet etmiş olan bu zulüm yasalarının etkisi yakın bir zamanda da zalimlere
isabet edecektir.
Onlar hiç bir zaman Allah’ı aciz bırakamayacaklardır. Gerek bu dünyada,
gerekse âhirette yaptıklarına karşılık Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu
azabın kendilerine ulaşmasına engel olamayacaklardır. Rabbimiz halkın gözünü
açmayı murad ediyor. Allah yasalarını diskalifiye ederek, Allah âyetlerini
görmezden gelerek yaptıkları zulüm yasalarını kendilerine dayatan, zulüm
yasalarını yürüten, zulmü yasallaştıran bu zalimlerin yasalarına teslim olup
uygulayan, bu zalimlerin kulu-kölesi olan zavallı halkı uyararak gözlerini
açmalarını istiyor.
Öyle
değil mi? Bir yerde Allah sistemi terk edilerek küfür sistemleri kurulur
kurulmaz oradaki idare edilen, yönetilen halk tabakası hemen anında zulme
uğramaya, ezilmeye başlıyor. Zulüm yasalarının pislikleri hemen anında onları
kuşatıveriyor. Zalim yasa koyucuları hemen onları sömürmeye başlayıveriyor.
Verin, ödeyin, itaat edin, kemerleri sıkın az kaldı denilerek zayıflar,
güçsüzler, garibanlar, yönetilenler hep sabra dâvet ediliyor. Berikilerin
kasaları, keseleri dolarken, karınları şişmeye, malları mülkleri artmaya devam
ederken, ezen ve ezilenlerin, yöneten ve yönetilenlerin, Rablerin ve kulların
birlikte yaşadıkları bir ülkede öyle bir zaman gelir ki, Allah’a isyanları
sebebiyle toplum yıkılıp giderken, sistemleriyle birlikte yok olup giderken,
işlemiş oldukları, kazanmış oldukları şeylerin hepsinin kötü olduğunu,
kendilerine ve toplumlarına kötülükten başka bir şey yapmadıklarını, bütün
çıplaklığıyla kötülüklerinin, zulümlerinin açığa çıktığını görür,
anlarlar.
52. “Allah’ın rızkı dilediğine
yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan
kimseler için dersler vardır.”
Halbuki
onlar bilmiyorlar mı ki Allah rızkı dilediğine genişletir, dilediğine de kısıp
belli bir ölçü içinde verir. Kime ne vereceğini, kime ne ölçüde kısacağını bilen
Allah’tır.
Allah
verdiklerini verdikleriyle imtihan etmektedir. Ne verişi im-tihanı kazanma
sebebidir, ne de vermeyip kısması imtihanı kaybetme sebebidir. Ne çok verilenler
iyi insan, ne de az verilenler kötüdür. Yâni kendilerine dünyalık bir şeyler
verilenler Allah katında şerefli de, verilmeyenler şerefsiz değildir. Vermesi de
vermeyip kısması da bir imtihan konusudur. Çünkü rızık tamamen O’nun elindedir.
Hiç kimsenin elinin değmediği, değemeyeceği, erişemeyeceği, kimsenin müdahale
edemeyeceği tüm rızıklar O’nun elindedir. Şu anda ve yarın kim neye sahip
olmuşsa, olacaksa her şeyi veren O’dur. Dilediklerine rızkı genişletir, bol bol
verir, dilediklerine de kısıverir. Çünkü O her şeyi bilendir. Kime ne kadar
vereceğini, kime ne kadar kısacağını bilendir. Hik-met sahibidir O’dur. Hikmeti
gereği yapar bu taksimi. O’nun ilmi her şeyi kuşattığı için, bir kul için
zenginliğin mi yoksa fakirliğin mi hayırlı olduğunu en iyi bilen
O’dur.
Allah dilediklerine bol verir, dilediklerine de az verip kısıverir. Onun
için kâfirlere, zalimlere verilenlerden ötürü onlara imrenmeye de, kıskanmaya da
gerek yoktur. Çünkü zaten kâfirlerin oldum olası, gördüm göresi bir dünya
hayatları var, yaşasınlar bakalım. Zaten şu anda cehennemi yaşıyorlar ve
geberdikleri andan itibaren de cehenneme gidecekler. Yâni bütün dünyayı bir tek
kâfire verse, hattâ her kâfire ayrı ayrı bir dünya verilse yine de azdır. Bize
de hiç bir şey verilmese, yarım ekmek bile bulamasak yine de onlarınkinden
çoktur. Bunu böyle biliyor ve böyle inanıyoruz.
Ne
verilirse verilsin, ne kadar verilirse verilsin, değil mi ki hayat bir gün
bitecektir. Biten bir dünyanın nîmetlerine meyletmektense, yarım ekmek de olsa
bitmeyecek bir hayatın nîmetlerine ulaşmayı hedefleyelim, onun peşinde olalım.
Cennet, devlet, mükâfat, hasene var mı? Benim de hiç bir şeyim olmasın, yarım
ekmekle huzur var mı? Elhamdülillah.. İşte mülk, işte saltanat. Beni cennete
götürecek bir hayat yaşıyorsam elhamdülillah..
Çünkü bu kâfirler neye sahip olurlarsa olsunlar yarın bu mülkleri onları
cehennem ateşinden kurtaramayacaktır. Daha önceki âyetlerde anlattı Rabbimiz,
yarın bu kâfirler dünya kendilerinin olsa, hattâ dünyanın bir misli daha
ellerinde olsa, ateşten kurtulabilmek için bunu fidye olarak verecekler ama bu
fidyeleri kabul edilmeyecektir. Demek ki bugün onlara verilen tüm saltanatlar,
tüm güçler, tüm mallar, tüm ekonomik, askerî ve siyasal güçler yarın hiçbir işe
yaramayacaktır. Öyleyse onların şu anda sahip oldukları kesinlikle sizi üzmesin,
sizi imrendirmesin. Siz hesabınızı bu anlayışa bina etmişseniz, bilesiniz ki
üstün sizsiniz, kazanan sizsiniz. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın.
Alçaklar imtihan gereği kendilerine verilenlerle şımardılar. Kendilerine
verilenlerin, azîzliklerinden dolayı verildiği zehâbına kapıldılar. “Biz şerefli
insanlar olduğumuz, bizim yolumuz doğru olduğu için, Allah tarafından
sevildiğimiz için bunlar bize verildi,” dediler. Bun-dan dolayı kendi pis
hayatlarına delil de buldular. Bundan dolayı Rab-lerine kulluğu terk ettiler,
kendilerinin Rabblığını iddia etmeye yöneldiler. Öyleyse ey Müslümanlar sakın ha
sakın bu kâfirlere, bu zalimlere bir şeylerin verilmesi sizi aldatmasın. Sakın
ha sakın bu kâfirlerin hak yolda oldukları zehâbına götürmesin sizi.
53. “Ey Muhammed! De ki: “Ey
kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu
kesmeyin. Doğrusu Allah günâhların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır,
merhametlidir.”
Ey
günâhlar, isyanlar içinde, kötülükler içinde kendi kendilerine zulmeden, kendi
kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp küfür ve şirk anlayışları içinde
kendi kendilerine yazık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden sakın ümidinizi
kesmeyin. Şu yaptıklarımdan sonra, şu işlediklerimden sonra artık Allah asla
beni affetmez. Bundan sonra benim için hiçbir ümit kapısı kalmamıştır. Bundan
sonra benim ne cennette, ne de cehennemde yerim yurdum kalmamıştır, diyerek
ümitsizliğe düşmeyin. Allah’ın rahmeti geniştir, boldur. Rabbinizin rah-met
kapıları sonuna kadar açıktır.
Kitap
Allah’ın rahmet kapısıdır, peygamber Allah’ın kullarına açtığı rahmet kapısıdır.
Kitabı ve peygamberi kendileri için açılmış rahmet kapısı bilip onlara ittibâ
edenler için, bilesiniz ki cennet kapıları sonuna kadar açıktır. Dünyada bu
rahmete ulaşabilecek kadar süre herkese tanınmıştır. Herkese yeteri kadar ömür,
yeteri kadar akıl, ira-de verilmiştir. Herkese Allah’a dönüş imkânı verilmiştir.
Üstelik her ta-rafımız da Allah’ın âyetleriyle kuşatılmıştır. İçimizde,
dışımızda, enfü-sümüzde, fıtratımızda Rabbimize yönelebileceğimiz âyetler
yerleştirilmiştir. Bunlar da bizim Allah’a dönmemizi sağlayacak birer âyettir.
Bizim için açılmış bu kadar rahmet kapısı varken, böyle bir durumda bir insanın
Rabbinin rahmetinden ümit kesmesi nasıl mümkün olabilir? Bir insanın kendisine,
çevresine karşı, Allah’ın bu kadar âyetlerine karşı kör ve sağır kesilmesi nasıl
mümkün olabilir?
Nisâ’da da buna benzer bir âyet vardı:
“Allah
kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine
bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günâhla iftira etmiş
olur.”
(Nisâ
48)
Allah sadece şirki bağışlamaz. Sadece müşriki affetmez, ama onun dışında
tüm günâhları kullarından dilediği için bağışlar. Kim Allah’a şirk koşmuşsa o
da Allah’a iftira ederek büyük bir günâh işlemiş olur.
Rabbimiz tüm günâhları affedeceğini müjdeliyor ama bir şartla. Şirk
olmayacak. Kişi Allah’ın huzuruna şirk koşmadan, Allah’a ortak koşmadan gelmiş
olacak. Değilse şirki asla affetmem diyor Rab-bimiz. Şirkin dışında hangi tür
günâh olursa olsun, ne kadar büyük olursa olsun affederim diyor
Allah.
Zaten kul günâha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günâhları.
Allah’ı, Allah olarak, Rab olarak, Rahmân ve Rahîm olarak bildiği ve kabul
ettiği müddetçe kulun işleyeceği günâhların büyüklüğü, Allah’ın büyüklüğü
yanında ne olabilir ki? Allah’ı böylesine tüm günâhları affedebilecek bir Rab
olarak kabul eden bir kişinin günâhları Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar
olabilir de? Ama kişi şirk koşar, böyle kendisini anlattığı biçimde Allah’ı
kabul etmez, kendi sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olarak
Allah’a inanmaz ve şirke düşünce, her konuda, hayatın her alanında söz sahibi ve
egemen olarak yalnız Allah’ı değil de başka Rableri, başka İlâhları, başka
efendileri de kabul edince, işte o zaman iş değişmiştir.
Evet, biz
biliyoruz ki İslâm insanın insanlığını, zaaflarını asla göz ardı etmez. İnsanı
yaratan, onun fıtratını herkesten daha iyi bilen Rabbimiz her an insanın
unutkanlığını, unutabileceğini, gaflet edebileceğini bilir. İnsan bütünüyle
İslâm’ı yaşamaya çalışsa da insan olması hasebiyle yine de eksikleri, falsoları
olacaktır. Dünya tüm denaeti ve alçaklığıyla, aldatıcı süs ve ziynetiyle onu
aldatabilecektir. Para karşılığında, kadın, makam, mevki, menfaatler
karşılığında baş aşağı gelebilecektir. Yâni bir gaflet sonucu, nefisten bir
dürtü, şeytan-dan bir etki sonucu insan bazen günâh işleyebilecektir. İnsan
olduğu için bütün bunlar olabilir. Çünkü insan günâh işlemeyen bir varlık
değildir. Ama günâhtan sonra aklı başına gelir gelmez kişi hemen kendini
toparlar, programını değiştirir, tevbe ederek irtibatı kesildiği Rabbine
dönebilirse, kesinlikle bilelim ki Allah onu affedecektir. Resul-i Ekrem
Efendimiz bakın bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Allahu Teâlâ şöyle buyurdu; ey Adem oğlu, bana
dua edip bağışlanma dilediğin müddetçe yaptıklarının hiç birisine (azlığına
çokluğuna) aldırış etmeden seni bağışlarım. Ey Adem oğlu, senin işlediğin
günâhlar gökyüzünü dolduracak kadar olsa bile, bana istiğfar ettiğin sürece
se-ni affederim. Ey Adem oğlu, yeryüzü dolusu hatalarla da gelmiş olsan, eğer
bana şirk koşmadan gelirsen ben de yeryüzü dolusu mağfiretle
gelirim.”
Allahu Ekber,
Allahu Ekber. Bundan daha büyük bir müjde olur mu? Bundan daha büyük bir lütuf
olabilir mi? Dikkat ediyor mu-sunuz? Ey kulum, senin işlediğin günâhlar
gökyüzünü tutacak kadar olsa bile ben onlara aldırış etmem diyor Rabbimiz. Yâni
bir insan bir ömür içinde ne kadar günâh işleyebilir? Bir ömre ne kadar günâh
sığdırabilir? Bir insandan 60-70 yıllık bir ömre sığdırılabilen bütün günâhlar
ne kadar olabilir ki? Mümkün değil ama, en fazla olsa olsa dünya kadar olabilir
değil mi? Ondan daha büyüğü mümkün değil, olamaz zaten. Yâni dünyadaki tüm
içkileri bir tek adam içmiş olsa, dünyadaki tüm zinaları bir tek adam yapmış
olsa, dünyadaki tüm günâhları bir tek kişi yapmış olsa, bütün suçları bir tek
kişiye yüklemiş olsak bile, bütün bunlar olsa olsa işte bu dünya kadar olacaktır
değil mi? Rabbimiz buyuruyor ki, bırakın gökyüzünün yanında bir mikrop kadar
bile olmayan dünyayı, gökyüzü dolusu günâhla da gelmiş olsan ben onlara aldırış
etmem ve bağışlarım.
Eğer yeryüzü
dolusu hatayla gelmiş olsan da bana şirk koşmadan, beni ortaklı düşünmeden, bana
yetki sınırlaması izafe etmeden, benim Mabûd, kendinin de kul olduğunu bilerek,
beni ben olarak tanıyıp, bana yalvarıp, benden ümit var olarak geldikçe
kesinlikle seni bağışlarım. Senden sadır olan günâhlar ne olursa olsun, ne kadar
olursa olsun hiç aldırış etmem. Lâkin ben şirki asla affetmem diyor Rabbimiz.
Allah, şirki asla affetmiyor.
Zaten bir kul
günâha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günâhları. Allah’a Allah’ın
iman eden, Allah’ı Allah olarak, Rab olarak, İlâh olarak, Rahman ve Rahîm olarak
bildiği, tanıdığı, kabul ettiği sürece kulun işleyeceği günâhların hiçbirisi ne
kadar da büyük olursa olsun, Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar büyük
olabilecek ki? Yeter ki kul Allah’ı tek Rab ve İlâh bilsin, tüm günâhlarını
bağışlar Rab-bimiz. Yeter ki Allah’ı tüm günâhları affedebilecek güçte ve
kudrette yegâne kapı bilsin.
Ama bir kişi
şirke düşünce, Allah’ı güçsüz bilip ortaklı düşününce, Allah’ı âciz bilip
birilerine yetki devrinde bulunmuş kabul edince, yalnız Allah’ı değil de başka
rableri, başka ilahları, başka efendileri de kabul edince işte o zaman iş
değişecektir. O zaman zerre kadar da olsa hiçbir günâhı affedilmeyecektir.
Neden? Eh çünkü o kişinin artık günâhlarını affedebilecek büyüklükte, otoritede,
güçte, kudrette, hâkimiyette bir tek Allah’ı yoktur. Onun bölünmüş, parçalanmış,
yetkileri elinden alınmış, yeryüzündeki gücünü kaybetmiş, otoritesini yitirmiş,
egemenliğini başkalarına kaptırmış, yardımcıları olan âciz bir Allah’ı vardır.
Böyle güçsüz bir Allah onun günâhlarını nasıl affedebilsin de?
Müşrik işte böyle
bir Allah inancı içindedir. Onun inandığı Allah kanun yapmasını bilmez, kanunu
yerdekiler yapmalıdır. Onun inandığı Allah kulları için hayat programı belirleme
konusunda âcizdir, yerde birileri yapmalıdır hayat programını. Onun inandığı
Allah hukuktan anlamaz, hukukçular belirlemelidir hukuku. Onun inandığı Allah
eği-tim konusunda âcizdir, beceriksiz ve bilgisizdir, yerdeki eğitim
uzman-larına ihtiyaç vardır bu konuda. Onun inandığı Allah kılık kıyafet
konusunda cahil olduğu için yerdekilere devretmiştir bu konuyu. Yeme içme
konusunda, kazanma harcama konusunda, düğün dernek ko-nusunda, evlenme boşanma
konusunda, haram helâl belirleme konu-sunda hasılı tüm hayat konusunda yetki ve
otorite sahibi değildir O Allah. Tüm bu konuları ya kendisi, ya çevresi, ya
yönetmelikler, ya ya-salar, ya moda, ya âdetler düzenlemelidir. Bu konular
Allah’a sorulmamalıdır. Çünkü güçsüz, âciz, yetkilerini başkalarına devretmiş
bir Allah’tır O.
Şimdi böyle
müşrikçe Allah’a inanan, inandığı Allah’ı hayatına karıştırmayan, inandığı
Allah’ın yeryüzünde pek çok ortağı olduğunu düşünen bir adamı nasıl bağışlasın
da Allah? Gücü yok, kuvveti yok, yetkisi yok, bilgisi yok, yok, yok. Kendisi
fakir bir dede, nerede kaldı başkalarına himmet ede? Nasıl affetsin de bu kadar
büyük günâhları? Ama Allah’ı kitabında tanıttığı gibi mutlak güç ve kudret
sahibi, hayata karışmaya, hayata program yapmaya, kulluk edilip sözü dinlenmeye
tek yetkili Rab ve İlâh kabul eden kişinin Allah’ı elbette gökyüzü dolusu,
yeryüzü dolusu günâhları da affetmeye muktedirdir.
Öyleyse
hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesemez. Çünkü Allah bu kadar merhametlidir.
Kullarına sonsuz merhamet sahibi olan Allah, elbette küfürden, şirkten,
isyandan, günâhlardan vazgeçip kendisine kulluğa yönelenleri elbette
bağışlayacak, günâhlarını silecek, kusurlarını örtecek, onlara karşı tüm tevbe
kapılarını açıverecektir. Ama elverir ki kulları bu tevbe kapıları kapanmadan
O’na yönelsinler. İş işten geçmeden tevbelerini, dönüşlerini gerçekleştirsinler.
İşte bunun için de şunlar yapılmalıdır:
54. “Rabbinize
yönelin. Azap size gelmeden önce O’na teslim olun; sonra yardım
görmezsiniz.”
Rabbinize
inâbe edin. İnâbe, dönmek, yönelmek, sürekli yüz çevirmek, gönülden bağlanmak
anlamlarına gelir. Samimiyetle yönünüzü, yüzünüzü, içinizi, dışınızı,
varlığınızı Allah’a döndürün. Tüm ha-yatınızla, gecenizle, gündüzünüzle,
işinizle, eşinizle, aşınızla Allah’a teslim olun. Her şeyinizle Allah’a
teslimiyet gösterin. Her şeyinizi O’na teslim edin. Zaten her şeyiniz O’nundur.
O’na teslim olduğunuz an, bilesiniz ki selâmete ereceksiniz. İradenizi,
gözünüzü, kulağınızı, aklınızı, fikrinizi, kalbinizi, bedeninizi, gücünüzü,
kuvvetinizi, malınızı, mülkünüzü, gecenizi, gündüzünüzü, zamanınızı, imkânınızı,
karınızı, kızınızı, her şeyinizi size azap gelmeden önce, her şeyinizi zorunlu
olarak teslim etme günü gelmeden önce bugün O’nun emrine teslim ediniz.
Eğer
bugün bu teslimiyeti gerçekleştirebilirseniz yardım görürsünüz. Değilse bu
teslimiyeti gösterenlerin dışında hiç kimseye Rab-bimizin yardım vaadi yoktur.
Bu dünyada, fırsat elindeyken her şeyiyle Rabbine teslim olan kişi, her şeyini
Rabbine teslim eden kişi Allah’ın nusretine lâyık olur. Allah’ın nusretine ehil
olan kimse de her konuda zafere ulaşacak, başarıya ulaşacak demektir. Aksini
yapanlar da hem bu dünyada, hem de âhirette Allah’ın desteğini kaybedecektir.
İşte Allah’a yönelişin, Allah’a teslim oluşun yolunu da bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz şöylece haber veriyor:
55, 56. “Size ansızın,
farkına varmadan azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilen en güzel söze,
Kur’an’a uyun. Kişinin: “Allah’a karşı aşırı gitmemden ötürü bana yazıklar
olsun. Gerçekten ben alaya alanlardandım” diyeceği günden
sakının.”
Rabbinizden
size indirilen en güzel söze, sözlerin en güzeline en güzel bir biçimde ittibâ
ediniz, uyunuz, tâbi olunuz, takip ediniz, izleyiniz. “Allah huzurunda, Allah
karşısında, Allah mahkemesinde düştüğüm şu perişanlıktan dolayı yazıklar olsun
bana! Hiç şüphesiz ki ben alay edenlerdenmişim. Şüphesiz ki ben dünyada Rabbimin
âyetlerini ciddiye almayan, hesaba katmayanlardanmışım. Rabbimin kitabını,
Rabbimin dinini, hayat programını görmezden gelenlerdenmişim,” demeden önce,
konumunuz itibariyle, durumunuz itibariyle sizin için en güzeli hangisiyse ona
tabi olunuz.
57,58. “Veya, “Allah beni doğru yola
eriştirseydi sa-kınanlardan olurdum” diyeceği, yahut, azabı gördüğün-de: “Keşke
benim için dönüş imkânı bulunsa da iyilerden olsam” diyeceği günden
sakının.”
Veya
kendinizi Allah’a karşı savunmaya kalkışarak, eğer Rab-bim beni hidâyete
eriştirmiş olsaydı, bana hidâyet etmiş, doğru yolunu göstermiş olsaydı, elbette
ben sakınanlardan olurdum diyeceğiniz gün gelmezden önce, yahut keşke dünyaya
tekrar geri dönmem mümkün olsaydı da muhsinlerden olsaydım diyeceğiniz gün
gelmez-den önce, Rabbinize yönelin. Rabbinize kulluğa yönelin, her şeyinizle
Rabbinize teslim olun.
Bunlar birer savunma mekânizmasıdır. İnsanın bunları aslında bu dünyada
demesi, bu dünyada anlaması gerekir. Allah’ın rahmetini celbedebilmek, Allah’ın
yardımını, desteğini kazanabilmek için, bunları bu dünyada gerçekleştirmek
gerekecektir. Kişi burada şunu demelidir: Allah bana bu dünyada, şu anda hidâyet
etmiştir, hidâyetini ulaştırmıştır. Allah bana bir kitap göndererek hidâyetini
sunmuştur. Bu kitabın pratiği olarak peygamber göndererek bana yol açmıştır.
Öy-leyse bu kitap ve peygamber rehberliğinde ben muttakîlerden olmak zorundayım.
Allah bana hak yolu, doğru yolu, teslimiyet yolunu göstermiştir. Öyleyse ben de
Rabbimin gösterdiği bu yola tâbi olmak zorundayım. Bunu burada demek zorundadır
kişi. Öyle değil mi? Rab-bimiz bizim önümüze bir kitap koymamış mıdır? Peygamber
göndermemiş midir? Şu anda herkesin karşısında bu kitap açık değil midir?
Hepimizin bu kitap ve peygambere ulaşma imkânımız yok mudur? Öyleyse yarın azabı
görünce, eğer Rabbim bana hidâyet etmiş olsaydı ben de hidâyette olurdum veya
keşke dünyaya tekrar bir daha dön-dürülseydim muttakîlerden olurdum, demenin ne
anlamı var ki? İşte şimdi şu anda Allah’ın hidâyeti var, Allah’ın kitabı,
Allah’ın peygamberi var ve sen şu anda dünyadasın. Sen şu anda hayattasın ve
muh-sinlerden olma imkânı da elindedir.
Bu
imkânı kullanmak istemeyen insanların bir gün gelip böyle diyeceklerini, hiçbir
değer ifade etmeyen mâzeretlerin arkasına saklanmaya çalışacaklarını haber
veriyor Rabbimiz. Rahmeti gereği yarın olacakları bugünden haber vererek bizi
uyarıyor ve diyor ki, ey kullarım, gelin aklınızı başınıza alın. Bunu söylemek
için, bunu anlamak için illa o günü mü
bekleyeceksiniz? O gün diyeceğinizi bugünden deyin ki kurtulasınız!
59. “Ey İnsanoğlu!
Evet; âyetlerim sana gelmişti de, onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve
inkârcılardan olmuştun.”
“Ey
insan, boşuna bu tür boş mâzeretlerin arkasına saklanmaya çalışma. Sana
yaşadığın dünyada benim âyetlerim gelmişti. Kitabımın âyetleri, kâinattaki
görsel âyetlerim, enfüsteki âyetlerim ve peygamberlerimin elinde gerçekleşen
mûcizeler türündeki âyetlerim gelmişti de, sen onları yalanlamış, yok saymış,
ciddiye almamış, burun kıvırmıştın. Benim âyetlerime teslim olmamıştın. Sıkıntı
halinde, bana ihtiyacın olduğu zaman, benden bitecek bir işin olduğu zaman bana
yönelmiş, işin bitince de beni de âyetlerimi de unutup büyüklenmeye kalkıştın.
Beni ve âyetlerimi örtüp örtbas edenlerden oldun. Kitabı kapatıp yaşama eylemini
gerçekleştirenlerden oldun. Gerek kitabın âyetlerine, gerekse kâinattaki öteki
âyetlerime karşı kör ve sa-ğır kesilenlerden oldun. Âyetlerimi gündeme
almadın.”
60. “Allah’a karşı yalan uyduranların,
kıyamet günü, yüzlerinin simsiyah olduğunu görürsün. Böbürlenenler için
cehennemde bir durak olmaz olur mu?”
Allah’a
karşı yalan, Allah’ın isimleri, sıfatları ve yetkileri konusunda yalan
söylemektir. Allah’ın demediklerini dedi, dediklerini de demedi şeklinde yalan
söylemektir. Kitabında kendisini tanıtmadığı şekilde Allah’ı tanımak ve
tanıtmak, Allah’a yalan söylemek demektir. Allah’ı sadece Rahmân ve Rahîm olarak
tanımak, tanıtmak ama O’-nun intikam sahibi oluşunu göz ardı etmek, O’na yalan
söylemek demektir. Veya Allah’ı sadece azap edici olarak kabul edip, Gafur ve
Rahîm oluşunu gündeme getirmemek O’na karşı yalandır. Allah’ı yaratıcı olarak
kabul edip hayata karışıcı olarak kabul etmemek, O’na karşı en büyük yalandır.
Allah’ı yaratıcı olarak kabul edip hayata koyduğu yasalarını reddetmek, O’na
karşı en büyük yalandır.
İşte böylece Allah hakkında yalanlar söyleyerek kendilerini Allah yerine
koyanlar, kendilerinde Allah sıfatlarını görenler, kendilerinin Allah
yetkilerine sahip olduklarını iddia edenler, Allah yasaları yerine kendi
yasalarını ikâme etmeye çalışanlar, kendilerini “hür düşünür” diye tanıtarak
Müslümanları ve Müslümanlara ait her şeyi karalamaya çalışan karanlık güçler,
yarın gerçek yüzleriyle, gerçek karanlıklarıyla, simsiyah yüzleriyle açığa
çıkacaklar. Bu dünyada ne kadar karanlık yüzlü, karanlık kalpli olduklarını
Rabbimiz kendilerine gösterecek. Bu alçaklar tüm dünya insanlığının hayatlarını
karartmışlar, insanlığa karanlık bir hayat sunmuşlar, dünyalarını ve
âhiretlerini karartmışlardır. İnsanlığı sapıklığın, dalâletin kapkara sinesine
gömmüşler, İslâm’ın, hak yolunun aydınlığından uzaklaştırmışlardır.
Böyle müstekbirler için cehennemde bir sığınak, bir barınak yok mu?
Kendilerinde herhangi bir büyüklük olmadığı halde kendilerini büyük gösteren,
büyük tanıtanlar… Dikkat ederseniz Rabbimiz, “kibriya sahibi olan, büyük olan”
demiyor da, büyüklenenler diyor. Yâni kendi içlerinde de büyük olmadıklarını,
âciz olduklarını ve zalimliklerini bildikleri halde kendilerini büyük, âdil ve
hak sahibi göstermeye çalışanlar, diyor. İşte böyle sahip olmadıkları
özelliklere sahipmiş gibi çalım satanlar için cehennemde elbette bir sığınak,
bir barınak vardır. Onlar cehenneme yuvarlanırlarken beri
tarafta:
61. “Allah, sakınanları başarılarından
ötürü kurtarır. Onlara hiçbir kötülük gelmez; onlar üzülmezler.”
Başarılarından
ötürü muttakîlere, Allah necat verecek, kurtuluş verecek. Anlıyoruz ki
kurtuluşu, necatı, başarıyı verecek olan Allah’tır. İnsanlar Rabblerinin
kendileri için açtığı rahmet kapılarından geçecekler, necat kapılarından necatı
bekleyecekler, kurtuluşu isteyecekler, Allah’ın koruması altına girecekler,
Allah için bir hayat yaşamanın kavgasını verecekler, muttakî olacaklar. Demek ki
böyle bir necata ulaşmanın yolu takvâdan, hayatı Allah için yaşamaktan
geçmektedir. Kurtuluşa ermek isteyen kişinin Allah’a karşı, Allah’ın istediği
bir tavır sergilemesi, Allah’ın istediği bir kulluk hayatını yaşaması, Allah’ın
emirlerine teslim olması ve yasaklarından da uzak durması gerekir.
Kendi geçişleriyle, kendi hayatlarıyla kurtaracaktır Allah onları. Kendi
yaptıklarıyla başarıya ulaştıracaktır Rabbimiz onları. Yâni mü’-min böyle bir
geçişi gösterecektir. Adım atacaktır, yürüyecektir, o yola girecek, iradesini
kullanacaktır. Meselâ Musâ (a.s) için düşünecek o-lursak, Rabbimiz denizi
yaracak ve onu kurtaracaktır. Ama Musâ’dan (a.s) şunu isteyecektir Rabbimiz: “Ey
Musâ, asanla denize vur. Aslında elindeki asayla vurmakla asla deniz yarılmaz.
Allah’ın Sünnetinde, Allah’ın yasalarında bu böyle değildir. Ama Rabbimiz ondan
böyle bir tavır, böyle bir kulluk istiyor. Yapacağı böyle bir itaatin, böyle bir
emre bağlılığın sonucunda Rabbimiz ona, onlara necatı sağlayıveriyor, kurtuluşu
yaratıveriyor. Aynen bunun gibi, Rabbimiz Rasulullah Efendimizi koruyacak,
kurtaracaktır ama ondan bir hareket istiyor. Eline bir avuç toprak alıp onu
düşmanlarının üzerine atmasını istiyor.
Öyleyse kul olarak geçişimizi yapmak zorundayız. Kul olarak Rabbimizin
önünde eğilecek veya yarım hurma vererek bir adım atacak, bir tavır
sergileyeceğiz. Rabbimiz de bizim için bizim necatımızı yaratacak, kurtuluşumuzu
sağlayacaktır.
Onlara hiç bir kötülük dokunmayacak ve onlar asla
mahzun da olmayacaklardır. Dünyada, yaşadıkları hayatta, düşmanlarıyla
karşılaştıkları savaşta, kabirde, mahşer yerinde, sıratın üzerinde tüm
sıkıntılardan, tüm kötülüklerden koruyacaktır Rabbimiz onları. Dünyada hasta
olacaklar, terleyecekler, yaralanacaklar, kanları akacak, ölecekler,
öldürülecekler, sıkıntıya düşecekler... Çünkü bunlar Allah yolun-da yürüyen
mü’minler için asla kötülük değildir. Allah yolunun yolcuları için bunlar
iyiliktir, bunlar mü’min için hayırdır. Çünkü bunlar onu cennete kazandıracak
şeylerdir. Mahzun da olmayacaklar onlar. Bir ömür boyu kazanmak için
çırpındıkları cenneti kaybetme mahzuniyeti tatmayacaklar onlar.
62. “Allah her şeyin yaratanıdır. O her
şeye Vekildir.”
Allah
her şeyi yaratandır ve Allah her şeye vekildir. Allah bizim vekilimizdir.
Rabbimizi vekil bilip, vekaletimizi O’na verip, O’nun bizim adımıza aldığı
kararları aynen uygulayarak, sadece O’na kulluk eder, sadece O’nu dinleriz,
sadece O’na güvenip bağlanır ve sadece O’nun istediği hayatı yaşarız. Çünkü O
vekildir. Göklerde ve yerdekiler konusunda hükmetmek, tasarrufta bulunmak sadece
Allah’a aittir. Tüm varlıklar üzerinde egemen olan sadece O olduğu için, vekil
de sadece O’dur. O da bizi bizden daha iyi bilen, bizim hayatımızı, bizim hayat
programımızı herkesten daha iyi bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan
Rabbimizdir. O bizim için bize en uygun, en faydalı, en yararlı, en güzel, en
münasip ve en mütenasip kararları alandır.
İşte
böyle velî ve vekil bildiğimiz Rabbimize hayatımızı düzenlemesi konusunda
vekaletimizi veriyoruz. “Ya Rabbi! Beni yaratan sen olduğuna göre, benim sahibim
sen olduğuna göre, beni en iyi ta-nıyan da sensin. Benim nasıl bir hayat
yaşayacağımı, nasıl mutlu ola-cağımı, nasıl huzurlu olacağımı, nasıl bir hayat
yaşarsam dengede o-lacağımı bilen sensin. Öyleyse ben bu konuda vekâletimi sana
veriyorum. Benim adıma, benim hayatıma ne karar alırsan, ben onları aynen
uygulayacağım ya Rabbi!” diyoruz.
Unutmayalım ki Allah’ı vekil bilmek, velî bilmek her şeyiyle O’na teslim
olmak ve hayatın tümünü O’nun belirlediği biçimde yaşamak demektir. Eğer O’nu
vekil biliyor, ama hayatımızı O‘na danışmadan yaşıyor veya O’nu vekil biliyor
ama hayat programımız konusunda biz kendimiz karar veriyor sonra da Allah’a
onaylattırmaya çalışıyorsak, bu vekalet işi sapıklıktan başka bir şey değildir
bilelim.
63. “Göklerin ve yerin
kilitleri O’nundur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, işte onlar
hüsrandadırlar.”
Göklerin
ve yerin mekalid’i Allah’ındır. Mekalid anahtar demektir. Göklerin ve yerin
kilitleri, anahtarları Allah’ın elindedir. Her şey O’na bağlıdır. Allah’ın
kilitlerini hiç kimse açamaz. O’nun açtıklarını da hiç kimse kapatamaz,
engelleyemez. Kullarına verdiği, kulları için açtığı rahmet kapılarını kimse
kapatamaz. Kullarına verdiği cennete gidiş anahtarlarına kimse engel olamaz,
cehenneme gidiş anahtarlarını da kimse kapatamaz. Allah’ın elindeki bu cennet ve
cehennem anahtarlarını Rabbimizin elinden alıp ta hiç kimse kendi gidişini kendi
gücüyle gerçekleştiremez. Veya bu dünyada hiç kimse bu anahtarları eline geçirip
te kendi kaderini tayin edemez. Öyleyse:
64. “De ki: “Ey
cahiller! Bana, Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi
emredersiniz?”
De
ki ey bilgisizler, ey cahiller, ey Allah peygamber tanımazlar, bana Allah’tan
başkalarına kulluğu mu emrediyorsunuz? Ey tevhid-den gafiller, benden böyle bir
şey mi istiyor, bekliyorsunuz? Bu ifade, onlara cahiller diye hitap asla onlara
bir hakaret değildir. Çünkü işte gerçek cahiller, gerçek bilgisizler bunlardır.
Kopkoyu bir cehaletin içinde olanlar bunlardır. Bundan daha büyük bir cehalet
olur mu? Yâni yaratıcıya kulluk edilmeyecek de kime edilecek? Kulluk yaratıcının
hakkı değil de, başka kimin hakkı olabilir? Rızık vericiye kulluk edilmeyecek
de, başka kime kulluk edilecek?
Yaratıcı Allah’tır. Öyleyse kulluk ta sadece O’na aittir. Övülmeye, hamd
edilmeye ve kulluk edilmeye lâyık tek varlık Allah’tır. Hal böyle iken ey Allah
tanımazlar, sizler beni Allah’ı bırakıp ta başkalarına hamd etmeye, başkalarına
kulluk etmeye mi çağırıyorsunuz? Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk
tutmaya mı çağırıyorsunuz? Allah’ın yarattığı maddeleri, Allah’ın yarattığı
kulları Allah makamına oturtarak ona denk tutmamı mı istiyorsunuz? Halbuki
bunların hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı kulu ve mülküdür.
Kulluk bunların değil, tüm bunları yaratanın hakkıdır. Yaratıcı İlâh olmaya
lâ-yık olandır, yaratıcı kulluğa lâyık olandır. Yaratmayla ulûhiyet arasında
böyle bir bağ kuruluyor.
Yaratıcı olan, rızık verici olan Allah’ı bırakıp ta başkalarını hayatımda
söz sahibi kabul edip onların sözlerini dinlemeye, onların ar-zularını gerçekleştirmeye, onların kanunlarını
uygulamaya mı çağırıyorsunuz beni? Hiç aklınız yok mu sizin? Hiç düşünmez
misiniz? Halbuki İlâh olanın, Rab olanın, kendisine kulluk edilmesi gereken
varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani var mı Allah’tan başka böyle bir
yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri mi var? Varsa böyle birileri, o
zaman ona da kulluk yapalım. Ona da hamd edelim, onun arzularını da yerine
getirelim. Onun programını da, sistemini de uygulayalım. Var mı böyle birileri?
Hayır hayır, bir şeyler yaratmak şöyle dursun, beni Allah’a denk tutmaya
çağırdığınız bu varlıkların hiç birisi kendilerini bile yaratmamıştır.
65. “Ey Muhammed! Andolsun ki sana da,
senden önceki peygamberlere de vahy olunmuştur: “Andolsun, eğer Allah’a ortak
koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan
olursun.”
Andolsun
ki ey peygamberim, sana da senden önceki peygamberlere de biz aynı şeyleri vahy
ettik. Eğer Allah’a ortak koşarsan, Allah’la birlikte başkalarını da dinler,
Allah’la birlikte başkalarını da razı etmeye yönelir, Allah’la birlikte
başkalarının yasalarını da uygulamaya kalkışırsan, kesinlikle bilesin ki tüm
işlerin, tüm amellerin, tüm hayatın boşa gider ve hem dünyada hem de âhirette
kaybedenlerden, eli boşa çıkanlardan olursun. Önceki elçilerine de, son elçisine
de böyle vahy etmiş Rabbimiz. Eğer şirk koşarsanız, tüm amelleriniz boşa gider.
Şirk tüm amelleri boşa çıkarır. Küfür tüm amelleri boşa götürür.
Rabbimizin peygamberine hitap tarzının sertliğine bakılırsa, bu meselenin
gerçekten çok ciddi, gerçekten çok önemli bir mesele olduğunu anlıyoruz.
Anlıyoruz ki bu konuda peygamber bile olsa gözünün yaşına bakılmayacaktır. Zira
şahısların büyüklüğü, Allah’ın emirlerine teslimden geçer. Allah’ın emirlerine
teslim olmayanlar kim olurlarsa olsunlar, Allah onların işini
bitirir.
66. “Hayır; yalnız Allah’a kulluk et ve
şükredenlerden ol.”
Sadece O’na kulluk et, sadece O’nu dinle! Sadece O’nun programını uygula!
Hayatında O’nunla birlikte başka yetkililer kabul etme! Hayatının bazı
bölümlerinde O’nu, öteki bölümlerinde de başka Rableri, başka efendileri
dinleyerek şirke düşme! Yirmi dört saatinin tümünde sadece Rabbinin çektiği yere
git, sadece Rabbinin istediklerini yap! Bazen yaratıcı olan Rabbini, bazen da
başkalarını razı etmeye çalışarak müşrikçe bir hayat yaşama! Bazen Rabbinin yasalarını, bazen da başkalarının yasalarını uygulayarak,
şirket içinde bir kulluktan yana olma peygamberim!
Bir
de şükredenlerden ol! Rabbinin sana verdiklerinin tümünü O’nun yolunda
kullanarak şükredenlerden ol! Hayatını o hayatın sahibinin razı olduğu yerde
kullanarak Rabbine şükret. Canını, malını, zamanını, imkânlarını, fırsatlarını,
elini, ayağını, aklını, fikrini, gözünü, kulağını onu verenin yolunda harcayarak
Rabbine şükret. Şükür nîmet cinsinden olur. Allah bize hangi nîmeti vermişse, o
nîmet cinsinden infakta bulunarak şükredeceğiz. Hayatımızı onu bize veren
Allah’ın istediği biçimde yaşayarak, geceyi ve gündüzü Allah yolunda
değerlendirerek Rabbimize şükredeceğiz. Rabbimiz bizden bunu
istiyor.
67. “Onlar Allah’ı gereği gibi
değerlendiremediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü O’nun avucundadır; gökler O’nun
kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve
münezzehtir.”
Onlar
Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Allah’ın gücünü, kudretini, rubûbiyet ve
ulûhiyetini gereği gibi anlayamadılar. Bütün gökyüzü Allah’ın kudret elinde,
kabza-i kudretinde, avucunda bir mendil gibi dürülmüştür. Bu ifade Rabbimizin
gücünü, kudretini anlatan bir ifadedir. Mahiyetini anlamak gerçekten mümkün
değildir. Kabza, Rab-bimizin kudretinden kinayedir. Tüm kâinat Rabbimizin
kudreti yanında bir tutam, bir avuç, bir sıkım bile kalmaz. Bunu gözümüzün önüne
ge-tirirken de O’nu bir şeylere benzetmekten Allah’a sığınırız. Rabbimizi tesbih
ederiz. Çünkü O her şeyden münezzehtir. O’nun gücünü, kudretini takdir edip O’na
teslim olmaktan, sadece O’nu dinleyip, sadece O’na kulluk etmekten başka
çaremizin olmadığını bilir ve böylece iman ederiz.
Gökler O’nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. Bu tıpkı Enbiyâ sûresindeki
şu âyet gibidir:
“Göğü, kitap dürer gibi dürdüğümüz zaman, yaratmaya
ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir söz olarak onu tekrar var
edeceğiz. Doğrusu Biz yaparız.”
(Enbiyâ 104)
Göğü
kitap dürer gibi dürecek Rabbimiz. İlk başladığı gibi onu yeniden var edeceğiz,
ya da onu yine eski durumuna iade edeceğiz diyor, Rabbimiz. Yâni gökyüzünü ve
tüm mahlukâtı ilk defa nasıl yaratmışsak ikinci defa öylece yaratacağız,
buyuruyor. Dünyadaki bizim imtihanımız için, bizim imtihan salonumuzun oluşması
için bir komutla bu ikisini ayıran, bu ikisini imtihan konumuna getiren Allah,
şimdi de imtihanın sona ermesiyle, imtihan sonuçlarının okunma döneminin
gelmesiyle artık gökle yeri eski haline döndürüveriyor. Yâni daha önce bir
komutla imtihan konumuna getirilen semâ ve arz, bu defa da ikinci bir komutla
hesap konumuna getiriliyor. “Hesap kitap konumu alın!” diyecek Rabbimiz,
dürüverecek semâvâtı ve semâ da arz da eski hal-lerine getirilecek. Allah en
iyisini bilir.
Sahih-i Müslim’de Ayşe annemizden rivâyet edilen bir Hadis-i Şerîfte bu
göklerin dürülmesi esnasında insanların sırat üzerinde bulunacakları haber
verilir. Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde
Allah’ın Resûlü şöyle buyurmaktadır:
“Cenâb-ı Hak gökyüzünü
ve yıldızları bir çocuğun elinde topu evirip çevirdiği gibi çevirecek ve: “Ben
tek İlâhım! Ben tek hükümdarım! Ben Cebbarım! Hani nerede yeryüzündeki
hükümdarlar? Hani nerece cebbarlık taslayanlar? Hani mütekebbirler nerede?”
buyuracaktır.
Sahâbe,
“Rasulullah efendimiz minberde bunları söylerken öyle titremeye başladı ki, biz
minberin yıkılacağını sandık,” der.
68. “Sûra üflenince, Allah’ın dilediği
bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sûr’a bir daha
üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar.”
Sûra
üfürülünce göklerde ve yerde kim varsa, ne varsa Allah’ın diledikleri müstesna
hepsi sâikaya uğrayıp ölmüşlerdir. Kitabımızın bize haber verdiğine göre üç
nefha, üç sûr biliyoruz.
Birincisi “Nefha-i
Fezâ”dır.
Korku nefhası, korkudan insanların yüreklerinin hoplayacağı ve herkesin donup
kalacağı nefhadır. Birinci sûr üfürülünce her şey ve herkes korkudan donup
kalacak. Hattâ Rasulullah Efendimizin beyanıyla ekmeği ağzına götürürken adam
eli ağzına yakın mesafede donup kalacaktır. Veya konuşurken ağzı açık
kalıverecek.
Birinci surla her şey donakalacak ve sonra arkasından ikinci sûr
üfürülecek. Sonra ikinci bir sûr daha üfürülecek ki, bunun adı da
“Nefha-i
sa’ika” dır.
Bununla da her şey ve herkes ölecektir.
Sonra üçüncü bir sûr daha üfürülecek ki, bunun adı da “Nef-ha-i
kıyam li Rabbil âlemin”dir.
Yâni kıyamet günü hesap kitap için tüm insanların dirilip, kabirlerinden kalkıp
Rabbleri huzurunda toplanacakları nefhadır.
İşte
burada anlatılan ikinci sûr, yâni insanların, canlıların ölecekleri ancak
Allah’ın dilediklerinin müstesna edildiği sûrdur. Âyetten anlıyoruz ki bu ölüm
işinden istisnâ edilenler yâni ölmeyecek olanlar da olacakmış. Yâni kıyametin
dışında kalan da varmış. Elbette eğer kıyamet insan için idiyse, yâni kıyamet bu
âlem için idiyse, bu da mümkündür. Meselâ arşı taşıyan meleklerin
ölmeyeceklerine dair bu mânâda rivâyetler vardır.
69. “Yeryüzü Rabbinin nûruyla
aydınlanır, kitap açılır, peygamber ve şahitler getirilir ve onlara haksızlık
yapılmadan, aralarında adaletle hüküm verilir.”
Bu
anlatılanların hepsi de kıyamet günü hesap kitap için bir hazırlıktır. Artık
dünya bitmiş, hayat bitmiş, imtihan bitmiş ve imtihan sonuçlarının ilân
edilmesi, imtihan sonuçlarına göre yerleşim merkezlerinin tespit edilmesi
safhasına geçilmiştir. Âyetin beyanına göre cennet özel bir aydınlatmayla,
Rabbimizin nûruyla aydınlanacak. Yâni anlıyoruz ki orada artık aydınlanmak için
güneşe de gerek kalmayacaktır. Artık orada, cennette ne ay, ne de güneş var
olacak. Cennetlik mü’minler devamlı bir aydınlıkta olacaklar, ama ne gündüz
güneş, ne de gece ay olmayacak orada. Gerçekten müthiş bir manzara. Devamlı bir
aydınlık, rahatsız etmeyen, eziyet vermeyen bir aydınlık olacak. Yâni ne biten
bir gündüz, ne başlayan bir gece olmayacak, işte öyle bir aydınlık olacak orada.
Orada dünya hayatı olmayacak da diyebiliriz. Şu dünyadaki biçim, dünyadaki tip
bir hayat da olmayacak.
Bunun için de kitap ortaya konulmuş, kitap açılmıştır. Ya insanların
dünyada işledikleri amellerini ihtiva eden amel defterleri açılmıştır, ya da tüm
amelleri değerlendirme kitabı olan Kur’an kıstas olarak, mihenk olarak, mizan
olarak açılmıştır. Peygamberler ve şahitler de getirilecek. Hesabın sahibi
Allah’tır, hüküm sahibi ve Mâliki Allah’tır. Allah hakla, yâni adaletle, yâni
kitapla, kitabın hükümleriyle hüküm verecektir. Çünkü Rabbimiz kitabını
göndererek dünyada kullarına hak bilgisini sunmuş, kullarını bu hak bilgisinden
haberdar etmişti. İşte Rabbimiz kullarını dünyada kendilerine gönderdiği bu hak
kitabın hak bilgileriyle, hak hükümleriyle yargılayacaktır. Onun içindir ki hiç
kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek, herkes hakkettiği yere
gönderilecektir.
70. “Her kişiye işlediği ödenir. Esasen
Allah onların yaptıklarını en iyi bilendir.”
Herkese
yaptığının karşılığı ödenir. Allah insanların yaptıklarını en iyi bilendir.
Önceki âyetlerin haber verdiğine göre salih amellere en az bire on karşılık
verilecek. Bazen yüz katı, bazen bin
katı, bazen on bin, bazen yüz bin, bazen da hesapsız olarak mükâfat verilecek.
Allah bu kitabında amelleri karşılığında kullarına ne vaadetmişse onu mutlaka
onlara verecektir. Zalimlere, kâfirlere de cehennem va-adetmişse onu da onlara
ödeyecektir.
Demek ki orada insanlara bir hak, bir selâhiyet tanınmayacaktır. Allah
bilgisine göre orada ameller tartılacak, değerlendirilecektir. Çünkü dış
görünüşü itibariyle aynı ameli işleyen pek çok insan vardır ki, iç dünyaları,
niyetleri farklıdır. Kişilerin o amelleri hangi niyetle, hangi amaçla
yaptıklarını bilen sadece Allah’tır. İhlâs ve samimiyetinin derecesini bilen
sadece Allah’tır.
71. “İnkâr edenler,
bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında kapıları açılır; bekçileri
onlara: “Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı
ihtar eden peygamberler gelmedi mi” derler. “Evet geldi” derler. Lâkin azap sözü
inkârcıların aleyhine gerçekleşir.”
Kâfirler,
örtenler, örtbas edenler, Allah’ı örtenler, Allah’ın âyetlerini örtenler,
hidâyeti örtenler, imanı, fıtratlarını örtenler, zümre zümre, grup grup, bölük
bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında cehennemin kapıları açılır.
Cehennemin kapıları şehirler, ülkeler arası kadar büyüktür. Açılan bu kapılardan
girmek istemeyecek kâfirler. Ama istememek ne ifade eder? İstemeseler de zorla
hayvanlar gibi sürülecekler oraya. Kendilerine denilecek
ki:
Size sizlerden, içinizden, sizin cinsinizden elçiler
gelmedi mi? Size Allah’ın âyetlerini okuyan, Allah’ın âyetlerini duyuran,
Allah’ın âyetlerini izleyen, izlettiren peygamberler gelmedi mi? Sizi Allah
âyetleriyle uyaranlar gelmedi mi? Karşı karşıya geleceğiniz bu günle sizi
uyaranlar gelmedi mi? Size kıyameti, kıyametin hesabını, kitabını duyuranlar,
cenneti ve cehennemi anlatanlar gelmedi mi? Diyecekler ki:
Evet elçiler geldi. Bize hakkı anlatanlar, bize
bugünü duyuranlar geldi. Lâkin azap kelimesi kâfirlere hak olmuştur. Kâfirlere
azap doğru olmuştur, realite olmuştur. Azap yasası onlara hak olmuştur,
hakketmişlerdir onlar azabı. Allah bu kitabında onlar için ne buyurmuşsa, o hak
bir yasa olmuştur. Öyle demişti bu kitabında değil mi Rabbimiz? Azap yasasını
öyle belirlemişti değil mi dünyada? Şöyle bir hayat yaşarsanız sonunda azaba
gidersiniz, şöyle bir hayat yaşarsanız da cennete gidersiniz, demişti. İşte bu
yasa kâfirler için gerçekleşmiş oluyor. Onlara şöyle denilecek:
72. “Onlara: “Temelli kalacağınız
cehennemin kapılarından girin; böbürlenenlerin durağı ne kötüdür!”
denir.”
Haydi
girin dünyada asla tahayyül edemeyeceğiniz büyüklükteki cehennemin kapılarından.
Büyük olmadıkları halde kendi kendilerine büyüklenenlerin durağı ne kötü bir
duraktır. Bu dünyada alçakça bir hayat yaşamışlar, alçakça Allah’a isyanda
bulunmuşlar, zulmetmişler. Hem kendilerine, hem çevrelerine, hem Allah’a, hem
Allah’ın âyetlerine, hem peygambere ve hem de tüm kâinata karşı zulüm içinde bir
hayat yaşamışlar. Dünyada hiçbir sınır tanımadan, hiçbir hak-hukuk tanımadan bir
hayat yaşamışlar ve işte yaşadıkları hayatın karşılığını cehennemde görüyorlar.
Onlar cehenneme doğru sürülürlerken beri tarafta:
73. “Rabblerine karşı gelmekten
sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapıları
açıldığında, bekçileri onlara: “Selâm size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya
girin” derler.”
Rabblerine
karşı muttakî davrananlar, hayatlarını Allah için ya-şayanlar, Rabblerini hesaba
katarak, Rabblerinin emirlerini yerine ge-tirerek bir hayat yaşayan mü’minler de
bölük bölük cennete sevk edilecekler. Kâfirler de, mü’minler de grup grup lâyık
oldukları yere sevk edileceklerdir. Tabii bu gruplandırmalar imanlarına, iman
derecelerine, amel derecelerine göre yapılacaktır. Kâfirler, küfürleri ve
zulümleri itibariyle birbirlerinden farklı oldukları gibi, Müslümanlar da
farklıdırlar. Yalnız cennete giren gruplardan her biri aynı zamanda kendilerini
diğer grupların içinde hissedecektir. Tıpkı ayrı ayrı gitmiş olsalar da, bir
düğün alayı içinde düğüne gidenlerin aynı düğüne gitmeleri
gibi.
Mü’minler
de grup grup cennete sevk edilirler ve nihâyet oraya geldikleri zaman hemen
kapılar açılmayacak. Tıpkı gerdeğe girecek bir gelinin veya damadın gerdeğe
girmeden önceki bekleyişi gibi veya oruç tutan bir Müslümanın iftar vakti
yaklaşıp ta sofranın başında kısa bir süre beklemesi gibi sevinç içinde kısa bir
bekleme anı, heyecandan âdeta kalpleri duracak gibi bir coşku. Bu sevinci, bu
heyecanı iliklerine kadar hissetmeleri için, bunu tattırmak için Rabbimiz hemen
açmıyor kapıları da, bir müddet sonra açıveriyor. Bunu fütuhatın başındaki “vav”
ifade ediyor.
Sonra kapılar açılıyor ve cennetin bekçileri, hizmetçileri onlara
diyorlar ki: “Size selâm olsun. Allah’ın selâmı, selâmetliği, esenliği si-zin
üzerinize olsun. Ebedî selâmet yurdu olan cennet sizin olsun. Tehlikelerden
kurtuluş, cehennemden, azaptan, gazaptan salim olmak sizin olsun. Hoş geldiniz,
hoş oldunuz, hoş bir hayat yaşadınız, hoş bir hayat buldunuz, Rabbinizin
hoşnutluğunu kazandınız ve işte buyurun Rabbinizin de sizi hoşnut edeceği bir
hayatta, bir cennette ebedîyen kalmak üzere girin oraya.” Bunu duyan, bu
manzarayı gören mü’minler de diyecekler ki:
74. “Onlar: “Bize verdiği sözde duran
ve bizi bu yere varis kılan Allah’a hamd olsun. Cennette istediğimiz yerde
oturabiliriz. Yararlı iş işleyenlerin ecri ne güzelmiş!” derler.”
Elhamdülillah
ki Rabbimiz vaadinde sadık oldu. Elhamdülillah ki Rabbimiz bize verdiği sözünde
durdu. Elhamdülillah ki Rabbimiz bizi cennete varis kıldı. Şimdi bu cennette
istediğimiz yerde oturabiliyor, istediğimiz nîmetlerden istifade edebiliyoruz.
Salih amel işleyenlerin, fıtrata uygun, Allah’ın gösterdiği amelleri
işleyenlerin ecirleri ne kadar da güzelmiş?
Evet, mü’minler Rabblerine hamd ediyorlar. Dünyadayken de zaten
mü’minlerin işleri güçleri Rablerine hamd etmekti. Dünyadayken de Müslümanların
ilk ve son işleri, ilk ve son ve sözleri buydu. Dünyada yasalarını uygulayarak
Rabblerine hamd ediyorlardı. Dünyada hatırını her şeyin ve herkesin hatırından
üstün tutarak Rabblerine hamd ediyorlardı. Dünyada Rablerinin arzularından,
Rabblerinin emirlerinden razı olarak O’na hamd ediyorlardı. Dünyada bu böyle
olduğu gibi, öbür tarafta da böyle olacaktır. Dünyada Rabbine hamd ederek
yaşayan bir Müslüman, yaşadığı bu hayatın ilkelerini kendi-sine gösteren ve
sonunda kendisini cennete ulaştıran Rabbine orada yine hamd edecektir.
Elhamdülillah
ki, Allah kendisine dünyada cennetin yolunu göstermişti. Elhamdülillah ki,
dünyada kitaplar ve peygamberler göndermek sûretiyle hem cennete hem de
cehenneme gidişin yollarını göstermişti Allah. Elhamdülillah, vaadinde sadık
çıkmıştı Allah. Elhamdülillah ki yaptıkları boşa gitmemişti. Elhamdülillah ki
kazanmak için çırpındıkları cennete ulaşmışlardı.
Demek ki insan şu anda nasıl bir hayat yaşıyorsa, sonunda kavuşacağı
hayat da onun aynısı olacaktır. Selâm, selâmet, emniyet ve teslimiyet içinde bir
hayat yaşayan kişi, sonunda selâmet yurdunda, selâmet ve emniyet içinde bir
hayata kavuşacaktır. Zaten şu anda mü’minler dünyada böyle bir hayat yaşıyorlar.
Yâni şu anda mü’minler dünyada cennet hayatı yaşamaktadır, kâfirler de cehennemi
yaşamaktadırlar.
75. “Melekleri, arşın etrafını çevirmiş
oldukları halde, Rabblerini hamd ile överken görürsün. Artık insanların
aralarında adaletle hüküm olunmuştur. “Övgü, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir”
denir.”
Melekleri
de görürsün ki, arşın etrafını kuşatmışlardır. Rasu-lullah Efendimizin
hadislerinde beyan edildiğine göre, cennetin en üst makamı Firdevs’tir.
Firdevs’in tavanını ise arş-ı a’lâ teşkil etmektedir. İşte mü’minler cennette
Rabblerinin kendileri için hazırladığı şânına lâyık nîmetlerin içinde
yüzerlerken, diğer taraftan büyüklüğünü, yüksekliğini şu anda kavramamız mümkün
olmayan cennetin tavanı mesabesinde olan arşın etrafını çepeçevre kuşatmış olan
melekleri görmektedirler. Gerçekten akıllara durgunluk verebilecek, görülmeye
de-ğer bir manzaradır bu. Melekleri görürsün ki, arşın etrafında tıpkı
mü’-minlerin yaptıkları gibi Rabblerini hamd ile tesbih etmektedirler. Bir
taraftan Rabblerine hamd ediyorlar, diğer taraftan da Rabblerini tesbih
ediyorlar.
Onların arasında artık hakla hükmedilmiştir. Hak olan Allah, hak olan
kitabıyla onların arasında hükmünü vermiş ve artık mü’min-ler için yaşadıkları
bu hayatın karşılığı olarak yepyeni bir hayat, bir nîmet ve mutluluk hayatı
başlamıştır. Bunun içindir ki tüm övgüler, tüm hamdler, tüm senâlar, tüm
kulluklar âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Bundan sonra artık cennette bu söz
devam edecektir. Meleklerin ve mü’minlerin ağızlarında daima Rabblerine hamd
sürüp gidecek. Artık dünyada olduğu gibi şeytanların, kâfirlerin, zalimlerin
müdahale edemediği, bozamadığı mükemmel seviyede bir hamd makamı içinde ebedîyen
yaşayıp gideceklerdir mü’minler.
Öyleyse ey Müslüman, eğer kâfirler içinde bir zümre olarak cehenneme
sürülmeyi, cehenneme akmayı istemiyor, mü’minler içinde cennete uçmayı ve
Rabbinin bu nîmetlerinden istifade etmeyi isti-yorsan, olabildiğin kadar yüksek
bir zümre içinde olmayı seviyorsan, işte imkan: Allah’ın elçisi karşında
durmaktadır. Haydi ne duruyorsun? Allah’ın istediği bir hayatı yaşayarak,
Allah’a hamd ederek, Allah’ın emirlerine boyun bükerek bir kulluğa yönel! Allah
yardımcımız olsun. Velhamdülillahi Rabbi’l-Âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder