MÜ’MİN SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
40., nüzûl sıralamasına göre 60., mesânî kısmı üçüncü sûreler grubunun ikinci
sûresi olan Mü’min sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
85’dir.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Mekke’de Rasulullah Efendimizin ve
beraberindeki bir avuç müslümanın çok zor günler geçirdiği, işkencelerin had
safhaya ulaştığı, Rasûlullah’ı öldürme girişimleriyle, dâvetinin önünün kesilmek
istendiği, peygambere olan muhalefetin körüklendiği bir dönemde nâzil olmuş bir
sûre ile karşı karşıyayız.
Sûrenin evvelindeki âyetlerde bu
konunun gündeme getirildiğini görüyoruz. Rabbimiz peygamberinin üzerine yüklenen
Mekke müşriklerine, Firavun ve çevresindekilerin, Allah elçisi Hz. Mûsâ’ya
yaptıklarını anlatarak, sizler de şu anda Allah elçisine aynen onların
tutumlarını sergiliyorsunuz, buyurarak onların âkıbetlerinin de Firavun ve
çevresindekilerin âkıbetinden farklı olmayacağı uyarısında
bulunmaktadır.
Sûrenin bu âyetleri Mekkeli kâfirler
için böyle bir tehdit unsuru oluştururken, Rasulullah Efendimiz ve beraberindeki
bir avuç müs-lümana da güç, moral ve destek oluşturuyordu. “Korkmayın ey
müs-lümanlar, şu sizin karşınızdaki düşmanlardan çok daha güçlü, dünyanın en
süper gücüne, en süper ordusuna sahip olan Firavun, Mûsâ (a.s) karşısında nasıl
mağlup olmak zorunda kalmış, nasıl boğulmaktan kurtulamamışsa, Allah size de
yardım edecektir. Allah sizin düşmanlarınızı da yok edecektir; bu konuda en
ufak bir endişeniz olmasın,” buyurulmaktadır.
Devam eden âyetlerde de Firavun’un
sarayında Firavun hânedanından iman etmiş bir mü’min kişiden söz edilmektedir.
Uzun bir süre imanını gizleyen ama Firavun ve taraftarları Hz. Mûsâ’yı öldürmeye
teşebbüs edince, artık gizlenmenin bir anlamının kalmadığını anlayarak yavaş
yavaş kendini ortaya koyarak, kendisini Allah elçisinin önüne atıp kalkan
yaparak onu müdafaa ettiğini, peygamberin öldürülüşüne engel olmaya çalıştığını,
ama Firavun ve çevresindekilerin Allah korumasında olan bir tek kişiye bir şey
yapmaya güçlerinin yetmediğinin anlatıldığını görüyoruz.
Allah bilgisiyle bilgilenmiş gerek
Allah elçisi Hz. Mûsâ (a.s), gerekse ona tabi olmuş Allah eri o mü’min kişi
karşısında, Firavun ve çevresindekilerin hiçbir delillerinin olmadığı
anlatılarak Mekke müşriklerine cevaplar verilmiş, küfürlerinden, inatlarından,
düşmanlıklarından vazgeçip imana dâvet edilmiştir. İşte bu minval üzere devam
eden Mü’min sûresinin ilk âyetleri bakın şöyle başlıyor:
1.“Hâ,
mîm”
Sûre, huruf-ı mukatta ile başlar.
Huruf-ı mukatta, kesik kesik okunan harfler demektir. Bu harfler Kur’an’ı
Kerîm’de altı sûrenin başında gelen ve o sûrelere ait birer
âyettirler.
Hâ-Mîm’lerin ilk sûresi olan Mü’min
sûresinin başındaki bu âyetler Kur’an’ın müteşabih âyetlerindendir. Biliyoruz ki
Kur’an’ı Kerîm’de muhkem ve müteşâbih âyetler vardır. Muhkem âyetler en genel
tarifiyle okuyucu tarafından ilk okunuşta mânâsı anlaşılabilen, bizim beş
duyumuza hitap eden ve bizden imanla birlikte amel isteyen âyetlerdir. Meselâ
namazı kılın, zekâtı verin âyetleri muhkem âyetlerdir ve bizden hem iman, hem de
amel isteyen âyetlerdir. Yâni biz hem namazın farz olduğuna inanacağız, hem de
namazı bizzat kılacağız.
Kur’an’ı Kerîm’deki müteşabih âyetler
ise ilk okuyuşta mânâsı anlaşılamayan, duyularımızla kavrama imkânımızın
olmadığı, ancak muhkemlerle anlayıp çerçevesini çizebileceğimiz âyetlerdir ki,
bunlar bizden amel istemez, sadece iman ister. Sırat, haşr, neşr, cennet,
ce-hennem, ruh, melek, cin, şeytan, vahiy, arş, kürsî, semâvât, yedullah gibi
konuları anlatan âyetlerdir. (Elif, lâm mîm), (Yâsîn), (Tâhâ) gibi âyetler
müteşabih âyetlerdir. Bunların ne olduklarını, ne anlama geldiklerini biz
bilemeyiz, hiç kimse de bilemez, sadece bunların Allah’tan gelme birer âyet
olduklarına öylece inanırız.
Peki madem ki bu âyetlerin mânâları
bilinmeyecekti de niye gelmiş Kur’an’da? Hani Kur’an Mübîndi, hani Kur’an
herkesin anlayabileceği bir açıklıkta ve netlikte idi, demenin de anlamı yoktur.
Çünkü biz kimi âyetlerin künhünü, aslını bilir, kimilerinin de sadece rolünü ve
fonksiyonunu biliriz. Meselâ arabada akü diye bir aygıt vardır. Bunun ne
olduğunu, neden yapıldığını, aslını, künhünü herkes bilmez, bile-mez, bilmesi de
gerekmez zaten. Biz nesini biliriz bunun? Rolünü biliriz sadece. Biliriz ki akü,
arabada elektrik donanımını sağlayan bir aygıttır. İşte aynen bunun gibi biz bu
tür âyetlerin aslını, künhünü bilemesek de, bunların rolünü ve fonksiyonlarını
biliriz. Meselâ cennetin ne olduğunu, nasıl olduğunu, enini, boyunu,
genişliğini, şeklini, tipini bilemeyiz. Peki neye yarar bu? Yâni rolü nedir bu
âyetlerin? Tanıtıldığı kadarıyla iman eder, anlatıldığı şekliyle iman eder ve
bizim hedefimiz olduğunu biliriz. Bizi kötülüklerden koruyup iyiliklere teşvik
ettiğini biliriz. Yâni cenneti anlatan âyetlerin rolü bize hedef göstermektir.
Bakın eğer benim istediğim şekilde yaşarsanız, size bunu vereceğim diye Rabbimiz
bize hedef gösteriyor. Meselâ cennette ırmaklardan bahseder âyetler. Süt
ırmakları, bal ırmakları, şarap ırmakları… Bunların niceliğini
bilmeyiz.
İşte Kur’an’ı Kerîm’de sûre başlarında
gördüğümüz bu âyetler de müteşabih âyetlerdir. Bunların da Allah’tan geldiğine
inanır ve biliriz ki bunlar âyettir. Peki bu tür âyetlerin rolü nedir acaba?
Yâni acaba bu âyetler bize nasıl bir hedef gösteriyor? Rasulullah Efendimizden
bize intikal etmiş bu konuda herhangi bir açıklama göremiyoruz. Kur’an’ın başka
herhangi bir yerinde de bu konuda açıklayıcı bir bilgi bilmiyoruz. Selef bu
konuda şunları söylemiştir:
1. Sûrelerin başında gelen bu âyetler
Kur’an’a dikkat çekmedir. Rabbimiz o güne kadar insanların, Kur’an’ın
muhataplarının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak onların
dikkatlerini kitap üzerine çekmek istemiştir, deniyor. Allah sanki bu âyetleriyle: “Kullarım! Dinleyin şu
anda Allah konuşuyor! Bunu kendi sözlerinize benzetmeyin! Şu anda içinizden
birisi konuşmuyor! Şu anda Peygamber de konuşuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda
Rabbiniz konuşuyor! Gelin bunu benim sözüm olarak dinleyin!” buyurarak kitabına
ve kitabının önemine dikkat çekiyor. Sanki daha sözlerinin başında Rabbimiz,
“Gelin ey insanlar, ey kullarım şu anda Allah
konuşuyor! Bu söz insan sözüne benzemez! Âlim, fazıl, filozof, psikolog,
sosyolog, amir, müdür, baba-ana sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha benim sözümü
içinizden birinin sözüne benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinleyip de çöpe
attığınız ya da kulak ardı yaptığınız gibi benim sözümü de öylesine dinlemeye
kalkışmayın! Şu anda ben konuşuyorum! Bu söz Allah sözüdür! Ben konuşuyor olarak
dinleyin ve gereğini yerine getirin!” diyor. İşte insanlar bu söze daha bir
ciddi kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler diye böyle bir dikkat çekmedir
denmiştir.
2. Sûre başlarında gelen bu tür
âyetlerden sonra Kur’an’ı Kerîmde genellikle Kur’an’a dikkat çekilmektedir.
Meselâ bakın A’râf sûresinin
başında:
Yine Tâhâ sûresinin
başında:
Yine meselâ Yâsîn sûresinin
başında:
Yunus sûresinde
de:
Veya burada olduğu
gibi:
Bu âyetlerden sonra Rabbimiz hep
Kur’an’a dikkat çekiyor. Bu âyetlerden sonra kitabın gündeme geldiğini
görmekteyiz. Öyleyse sûre başlarındaki bu âyetlerle Rabbimiz Kur’an’la alakalı
tüm insanlığa meydan okuyor, demektir. Buyuruyor ki Rabbimiz: “Elif, Lâm, Mîm;
Elif, Lâm, Râ; Yâ-Sîn, Hâ-Mîm. Ey insanlar! İşte elinizdeki Kur’an bu harflerden
meydana gelmiştir. Sizler bu harfleri tanıyor, okuyor, yazıyorsunuz. Bu harfleri
okuyan yazan sizler, bu harfleri tanıyan sizler, haydi gücünüz yetiyorsa bu
kitabın bir benzerini meydana getirin! Kur’an gibi bir kitap ortaya koyun
bakalım!” diye tüm insanlığa bununla Rabbimiz meydan okuyor
denilmiştir.
3. Yine bu harflerle Kur’an’ın
Allah’tan geldiği beyan ediliyor denilmiştir. Yâni bu kitap herhangi bir insan
sözü değil, insan kaynaklı bir kitap değil, Allah kaynaklı bir kitaptır mesajını
ulaştırma adına Rabbimiz sûrelerin başında böyle bir hitabı uygun bulmuştur,
deniyor. Ama en güzeli, mânâsını bilmesek de bunlar aynen öteki âyetler gibi
Allah’tan gelmiş birer âyettir ve biz öylece iman ediyoruz.
Öyleyse Elif, Lâm, Mîm. Dinleyin ey
Allah’ın kulları! Şu anda Allah konuşuyor! Bu söz Allah sözüdür! Rabbiniz konuşuyor olarak dinleyin
ve gereğini yerine getirin, diyoruz.
2. “Bu kitabın indirilmesi Azîz ve Alîm
olan Allah’tandır."
Bu kitabı Azîz ve Alîm olan Allah
indirmiştir. Bu kitap Azîz ve Alîm olan Allah’ın kitabıdır. Bu kitap öyle bir
makamdan, öyle bir Allah’tan gelmiştir ki, o Allah Azîzdir. Her şeye güç yetiren
mutlak güç sahibi, her konuya hakim olan mutlak hâkimiyet sahibi, mutlak otorite
sahibi bir Allah’tır. Hiç kimsenin kendisine galip gelemeyeceği, hiçbir şeyin
kendisini âciz bırakamayacağı, yenilmez ve yanılmaz bir Allah… Öyle bir Azîz ki,
izzetine kimse toz konduramaz… Öyle bir Azîz ki, sa-hasına kimse giremez… Öyle
bir Azîz ki, aldığı kararları hiç kimse gözden geçiremez... Öyle bir Azîz ki,
yönetimine hiç kimse karışa-maz...
Hâkimiyeti konusunda, gökleri ve
yerleri idaresi konusunda hiç kimse O’na ortaklık iddiasında bulunamaz.
Rubûbiyeti ve ulûhiyyeti konusunda ortağı olmayan, vekilleri, yetkilileri,
yardımcıları olmayan bir Allah. Kitabını gönderirken, emirlerini indirirken hiç
kimsenin etkisi altında kalmayan, göklerde ve yerde ne varsa hepsi kendisinin
kulu olan ve kullarını kendisinden başkalarının arzularına itaati konusunda,
kendisinden başkalarının emirlerini dinleme konusunda onları soğanın dişisinden
bile kıskanan bir Allah. Evet bu kitap, böyle Azîz olan bir Allah’tan
gelmiştir.
Azîz oluşunun yanında, o Allah aynı
zamanda Alîmdir. Her şeyi bilen, bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan,
göklerde ve yerde olan hiçbir şeyin ilminden gizli kalamayacağı bir Allah... Her
şeyi vasıtasız olarak bilen bir Allah... İşte bu kitap böyle mutlak bilgi sahibi
bir Allah kelâmıdır. İnsanların, yarattıklarının ihtiyaçlarını en güzel bilen
Allah’tır. Onların nasıl yaşamaları gerektiğini, hayatlarını nasıl tan-zim
etmeleri gerektiğini, hangi kurallara uymaları gerektiğini en iyi bilen
Allah’tır. Yâni kullarına nasıl bir kitap göndereceğini, nasıl bir sistem
göndereceğini, onları nelerle sorumlu tutacağını en güzel bilen Allah’tır. O’nun
emirleri, O’nun kanunları bir ilme ve hikmete dayanmaktadır. O’nda yanlışlık,
O’nda yanılma kesinlikle yoktur. O Allah ki, insanların sadece eylemlerini,
amellerini değil, aynı zamanda niyetlerini de bilmektedir.
İşte bu Allah, bu yenilmez ve yanılmaz
olan Allah size bir kitap göndermiştir. Kitap "Ketebe" kökünden gelir. O da
‘yazgı’ demektir. Alın yazgısı, kâinatın yazgısı, kâinatın hayat programı,
kulluk kitabı, hidâyet rehberi, cennet kılavuzu olarak, levh-i mahfûzdan
dünyamıza yansıyan hayatımızın programıdır. Var mı bunun gibi hidâyete ulaştıran
başka bir kitap? Var mı bunun gibi kâinatın yazgısı ve hayat programı olabilecek
başka bir kitap? İnsanlara kulluğu anlatan, insanları cennete ulaştıran,
insanları hem dünyada hem de âhirette mutlu edebilecek bunun gibi bir kitap
bulabilir misiniz?
Kitap bir de ‘kitâbe’ anlamınadır.
Asırlar geçse de üzerinden, karlar, boralar fırtınalar esse de, ezilip
bozulmayacak, silinmeyecek, kazınmayacak, yok olmayacak, kalpte olan, kabulde
olan kitâbe demektir.
İşte böyle Azîz ve Alîm, yenilmez ve
yanılmaz bir Allah’tan gelmiş bir kitap dururken ey insanlar siz nasıl oluyor da
bu kitabı, bu kitabın size sunduğu mesajları bırakıyor da başkalarının
mesajlarına kulak veriyorsunuz? Böyle bir Allah’ın, böyle bir kitabın arzularını
bırakıp, kimin arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz? Hayat programınız,
kılık-kıyafetiniz, hukuk, eğitim, siyasal yapılanmanız konusunda kimlere
müracaat ediyorsunuz? Hayatınızın problemlerini kimlere arzediyorsunuz? Kimlerin
çözümünü çözüm kabul ediyorsunuz? Ben ki azîz, ben ki en güçlü, ben ki karşı
gelinmez güçlü. Ben ki alîm, her şeyi bilen, mutlak bilenim.
Azîz ve Alîm… Bakıyoruz bugün dünya
üzerindeki bütün devletler, tarihin derinliklerinden bu yana tüm insanlık,
bütçelerinin, güçlerinin yarısını hemen hemen bu iki alana, bu iki sektöre
yatırmışlardır. Birisi eğitim sektörü, ötekisi de savunma sektörü. Her devlet en
bilen ben olayım, en güçlü ben olayım diye kaynaklarının en büyük kısmını eğitim
ve savunma alanına aktarmaktadır. Belki de hâkimiyet ve bilgeliği Allah’tan
çalıp, kendi elinde bulundurabilmek ve böylece Allah’a kafa tutabilecek bir
noktaya gelebilmek için. Sen güçlüysen ben de güçlüyüm, sen biliyorsan ben de
biliyorum diyerek Allah’ın kitabını diskalifiye edebilmek için. Allah’ın ve
O’nun kitabının en güçlü ve en bilen oluşunu diskalifiye edebilmek ve böylece
yeryüzünde Allah’a kafa tutabilmek için bunu
yapmaktadırlar.
Kur’an’ı Kerîmde bu ve benzeri
âyetleriyle sanki Rabbimiz şöyle diyor: “Kullarım, ben Azîzim. Ben güçlüyüm.
İzzet ve hâkimiyet bana aittir. Bana karşı gelemezsiniz. Beni mağlup
edemezsiniz. Ben dilediğimi aziz, dilediğimi zelil ederim. Gücü, kuvveti, izzeti
bende görenleri başlara taç yapar, izzeti benim dışımda arayanları da ayaklar
altında sürünmeye mahkum ederim. Ben Azîzim. Hayata hakim olan, tüm kâinata
egemen olan benim. Ben Alîmim, Ben her şeyi eksiksiz bilenim, bilgi bendendir.
Öyleyse ey kullarım, gelin eğer derdiniz güçse, güçlü olmaksa, derdiniz
yeryüzünün en süper gücü olmaksa, benimle beraber olun. Güçlüyle beraber olun.
Güçlünün safında yer alın. Benim kitabımla beraber olun. O zaman dünyanın en
güçlü insanı siz olacaksınız. Yok eğer derdiniz eğitimse, bilgin olmak, bilge
olmak, yeryüzünün en üstün âlimleri olmak istiyor, hikmetli olmayı, âlim olmayı
arzu ediyorsanız benimle beraber olun, benim kitabımla beraber olun. Hikmeti,
bilgeliği ve ilmi benden öğrenin. Güç konusunda da, bilgi konusunda da
başkalarına değil bana müracaat edin. Benim kitabıma başvurun. Böyle Alîm ve
Azîz bir Allah kitabı dururken siz izzeti ve ilmi nerelerde arıyorsunuz, bir
düşünün,” diyor Rabbimiz.
3. “Günâhı bağışlayan, dönüşü kabul
eden, cezası pek şiddetli olan ve lütuf sahibidir o Allah. O’ndan başka İlâh
yoktur. Dönüş O’nadır."
Evet Allah Azîz ve Alîm oluşunun
yanında aynı zamanda:
olandır da. Günâhları bağışlayan,
hataları affeden ve tevbeleri kabul edendir. Allah günâhlar konusunda Ğafirdir.
Yâni onları siliveren, yok eden, yok farzeden, işlenmemiş kabul eden, ciddiye
almayandır. Aynı zamanda o Allah tevbeleri kabul eden, kendisine dönenleri,
kendisine yönelenleri hüsnü kabulle kabul eden, karşılayandır. Tevbe, dönüş,
yöneliş demektir. İslâm literatüründe tevbeyi ilk olarak Hz. Adem’le
öğreniyoruz. Bir an kıblesini değiştirmiş, ağaca, yasaklanmış meyveye, şeytanın
yörüngesine, ebedî yaşamaya, ölümsüzlüğe ermeye doğru giden Hz. Adem, hemen
hatasını anlar, pişmanlık ihraz ederek Rabbinin arzularına, Rabbinin kıblesine
doğru yönelir, işte tevbe budur. İşte böyle dünyaya doğru dönmüş, dünyayı kıble
edinmiş, dünyalık programlar peşinde giderken, şeytana yönelmiş, şeytanın yörüngesine girmiş, onun
arzuları istikametinde bir hayat yaşarken, nefsin istekleri peşinde koşarken,
Allah’ın kendisi için gönderdiği hayat programından habersiz, kitabına sırt
dönmüş, peygamberine ilgisiz kalmış bir hayat yaşarken, bir anda yönünü,
kıblesini değiştirip, Rabbine yönelen ve onun istediği bir hayatı yaşamaya karar
veren kişinin bu yaptığına tevbe denir.
Allah böyle yıllarca
kendisine dargın yaşayan, kendisinden habersiz yaşayan bir kulunun dönüşüne o
kadar sevinir ki, Allah’ın Resûlü bunu şöyle ifade eder: “Çölde sırtındaki yükü
ve erzakıyla birlikte devesini kaybeden, ümitsizlik içinde perişan bir ruh
haleti ile uykuya varıp da, uyanınca bir anda sırtındaki yüküyle birlikte
devesini yanı başında bulan bir adamın sevindiği gibi, hattâ ondan daha fazla
Allah sizin dönüşünüze sevinir.”
Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki,
günâhları affetmekle tevbeleri kabul etmek ayrı ayrı şeylerdir. Zira Rabbimiz
tevbe edilmeden de kimi günâhları affedebilir. İşlenmiş bir günâhın arkasından
tevbe edilmemiş bile olsa, yapılacak hayırlı bir amel sebebiyle de Rabbimiz o
günâhı affediverir. Yâni günâh işleyen mü'min, günâhının hemen arkasından tevbe
etmeyi unutmuş olsa bile, işleyeceği salih bir amel karşılığında Rabbimiz onun
günâhını affediverir.
Yine dünyada insanın başına gelen kimi
sıkıntılar da hadislerin ifadesine göre günâhların affedilmesine sebep
olmaktadır. Bu yüzden âyet-i kerîmede tevbe ile günâhların affedilmesi ayrı ayrı
zikredilmiştir diyoruz. Allah en iyisini bilir. Evet:
dir o Allah. Tevbe eden,
kendisine yönelen kullarını affeden, onları hüsnü kabulle kabul edendir o Allah.
Ama:
dır da aynı zamanda. Yâni tevbe
etmeyen, kendisine yönelmeyen, kitabından ve peygamberinden habersiz yaşayan,
Allah’ın kendisi için gönderdiği hayat programından habersizce kendi kendine
hayat programı yapmaya çalışan kimseler için de ikâbı, cezası, yakalaması pek
şiddetli olandır o Allah.
Aynı zamanda,
“Lütûf ve kerem sahibidir
o.”
“Kendisinden başka İlâh olmayandır ve dönüş
onadır.”
Allah, kendisinden başka İlâh olmayan
tek İlâhtır. Tüm varlıkların kulluk ipleri elinde olan, sadece kendisine ibadet
edilen, sadece kendisinin sözü dinlenen, sadece kendisinin hayat programı
program kabul edilen, göktekiler ve yerdekiler konusunda sadece kendisinin
kanunları geçerli olan, herkesin kendisine boyun büktüğü tek varlık, Allah’tır.
Kendisine yönelinecek, kendisine kulluk edilecek tek varlık Allah’tır. O’ndan
başka İlâh yoktur. O’ndan başka sözü dinlenecek, O’ndan başka hatırı kazanılacak
varlık yoktur. İbadetin, duanın, tevekkülün sadece kendisine yapılacağı,
imdadın, yardımın sadece kendisinden isteneceği tek varlık, Allah’tır.
Siz bilirsiniz! Eğer O’nun dışında da
İlâhların, O’nun berisinde de Rabblerin varlığına inanıyor, O’ndan başkalarına
da kulluk yaparız, O’ndan başkalarının hayat programlarını da kabul ederiz,
başkalarından da yardım isteriz, başkalarının önünde de eğiliriz diyorsanız,
unutmayın ki sonunda:
Dönüşünüz O’nadır. İşin sonunda O’na
döneceksiniz, hesabı O’na ödeyeceksiniz. Sizi hesaba çekecek olan O’dur.
Unutmayın ki yegâne hüküm sahibi, yegâne hâkimiyet sahibi O’dur ve bu hükmünü,
hâkimiyetini ölüm ötesi hayatta da devam ettirecek olan O’dur. Siz bilirsiniz,
ama unutmayın ki bir gün hayat bitecek, ömür tükenecek, kıyamet kopacak, imtihan
için size tanınan süre dolacak, imtihan sonuçlarının okunma dönemi gelecek ve
tüm sorumlu varlıklar hesap vermek üzere O’nun huzuruna çıkacak. Yeryüzünde
kendilerine geçici olarak yetki verilmiş tüm varlıkların yetkileri geri alınacak
ve herkes hiçbir yardımcısı olmadan yegâne egemen olan Allah’ın huzuruna
çıkarılacak. Şu anda mü'minlerin ellerinde hayat programı olan, mü'-minlerin
sürekli onunla beraber oldukları, gece-gündüz onu okuma, anlama ve yaşama savaşı
verdikleri, ama kimilerinin de ondan hiç ha-berdar olmadan bu dünyadan göçüp
gittikleri Allah’ın kitabına göre yargılanacaklar. Tüm insanlık bu kitapla
yargılanacak. Kitabın hakemliğiyle, Kur’an’ın hakemliğiyle kimileri cennete,
kimileri de cehenneme gidecekler.
Ta başa dönüyoruz şimdi. Ey insanlar,
işte bu kitap böyle Azîz, böyle güç ve kuvvet sahibi, günâhları affeden,
tevbeleri kabul eden, lütf-u keremi bol, ama azabı, ikabı da çok şiddetli olan,
kendisinden başka sözü dinlenecek, kendisinden başka ibadet edilecek İlâh
olmayan, sonunda kendisine dönülecek ve tüm varlıklardan hesap soracak olan
Allah’tan gelmiş bir kitaptır. İşte böyle bir makam indirdi bu kitabı. Bu kitabı
dinleyenler, bu bilgiyle dinlesinler, reddedenler de bu bilgiyle reddetsinler.
4. “Allah’ın âyetleri konusunda
mücâdele edenler ancak kâfirlerdir. Onların şehirlerde dönüp dolaşmaları sakın
seni aldatmasın.”
Allah’ın âyetleriyle mücâdele edenler
ancak kâfirlerdir. Öyle değil mi? Allah kendisini bu kadar net anlatırken,
Allah’ın, kullarıyla ilişkisi bu kadar net ve açıkken, Allah bu sıfatların
sahibiyken, gökler ve yerler, göktekiler ve yerdekiler hepsi O’nun iken,
göklerde ve yerlerde O’ndan başka İlâh, O’ndan başka egemen varlık yokken,
yegâne hâkimiyet sahibi güç kuvvet sahibi O iken, her şey ve herkes O’na
muhtaçken, varlığın sebebi, bilginin kaynağı O iken, var olmak için her şey O’na
muhtaç, bilgilenmek için tüm varlıklar O’na muhtaç iken, ne gariptir ki insanlar
O’nunla, O’nun âyetleriyle savaşa kalkışıyorlar.
Öyleyse ne bedbahttır bu
kâfirler! Bunlardan daha zâlim, bunlardan daha azgın, bunlardan daha nankör
birini düşünmek mümkün değildir yeryüzünde. Allah’ın kendilerine sunduğu sayısız
nimetlerden istifade ettikleri halde, yine de nankörlük ederek Allah’ın âyetleri
konusunda mücâdele ederler.
Âyet-i kerîmede anlatılan mücâdeleden
kasıt, Allah’ın âyetlerine rağmen, kendi hayatlarını sürdürme konusunda ısrar
etmeleridir. Çünkü bunlar küfretmektedirler. Küfür, örtmek, örtbas etmek,
kamufle etmek, gündeme almamak, gündemden saklamak anlamlarına gelir. İşte
bunlar Allah’ın âyetlerini örtmüşler, işaret levhâlârının üzerini örtmüşler ve
böylece farklı istikâmetlere gitmeye çalışan zavallılar durumuna düşmüşlerdir.
Allah’ın, kullarının hayat yolları üzerine yerleştirdiği işaret levhâlârını
örttükleri, âyetleri gizleyip kamufle ettikleri için, ısrarla kendi hayatlarını,
kendi anlayışlarını savunuyorlar. O âyetleri kendilerine sunan Allah elçilerine
karşı kendi hayat felsefelerini gündeme getiriyor ve onu savunuyorlar. Âyetleri
görmezden, duymazdan geliyor, yok etmek, örtmek istiyorlar. İşaret levhâlârını
örttükleri için de, ne yaptıklarını, nereye gittiklerini kestiremeyecek bir
duruma düş-müşlerdir. Gözleri vardır görmez, kulakları vardır işitmez, kalpleri
vardır anlamaz kimseler olarak hayvanlar durumuna düşmüşlerdir
bunlar.
Bu tür insanlar konusunda Rabbimiz
peygamberine ve peygamber yolunun yolcusu olan biz mü'minlere buyurur ki: “Ey
peygamberim ve ey müslümanlar! Allah’ın âyetleriyle savaşan, Allah’ın âyetlerini
örtüp, âyetlerin defterini dürüp kendilerince bir hayat yaşamaya çalışan bu
kâfirlerin, bu insanların dünyada sahip oldukları güç ve kuvvetleri, imkân ve
saltanatları seni aldatmasın, sizi aldatmasın. Onların beldelerde, şehirlerde,
metropollerde, ülkelerde, kıtalarda egemenmiş gibi görünmeleri, yeryüzünün mülk
ve saltanatına sahipmiş gibi görünmeleri, saltanatlarının müslümanlardan daha
büyükmüş gibi görünmesi seni üzmesin. Bu insanların yeryüzünde kibir ve gurur
için-de yaşamaları, makamlarının, mevkilerinin, mallarının, mülklerinin çokluğu,
iktidarlarının, saltanatlarının sarsılmayacakmış, hiç yıkılmayacakmış gibi
görünmesi, dünyada refah içinde yüzmeleri seni üzmesin.
Tüm mevcudat Allah’a teslim
olmuş, tüm mevcudat Allah’ın âyetlerini dinlerken, Allah’la ve Allah’ın
âyetleriyle savaşa tutuşan bu inkâr ehlinin maddî gücü ne olursa olsun, malları,
mülkleri, mevkileri, iktidarları, saltanatları ne kadar da büyük olursa olsun,
dünya metaı çok azdır ve onlar bir gün bitecek, öbür tarafa intikal
etmeyecektir.” Bir gün bitecek ve asla âhirete intikal etmeyecek şeyler ne kadar
da büyük olsa boştur ve küçüktür. Şimdi Allah böyle buyururken onların
ellerindeki güç ve kuvvetleri karşısında, iktidar ve saltanatları karşısında
kahrolan, onların ellerindekileri baygın baygın seyreden, onlara imrenen ve
onlar karşısında aşağılık duygusu içine düşen günümüz müslümanlarına ne demek
lazım?
Evet, onların ellerindekilerinin tamamı
geçicidir. Ellerindekiler yarın kendilerini kurtaramayacak ve onlar öbür tarafta
cehenneme yuvarlanacaklardır. Bu yeryüzünde Allah’ın hiç değişmeyen yasasıdır.
İşte size örnekler diyecek ve bakın burada Rabbimiz değişmeyen bu yasasına
örnekler sunmaya başlayacak:
5. “Kendilerinden
önce Nuh kavmi de yalanladı ve arkalarından çeşitli topluluklar da
yalanlamışlardı. Her ümmet kendi peygamberlerini susturmak için yakalamaya
yöneldi. Hakkı bâtılla yok etmek için boşuna mücâdele ettiler. Ben de onları
yakalayıverdim. Bakın ki benim cezalandırmam nasılmış?”
Bakın burada Rabbimiz âyetlerle
mücâdele eden, Allah’la savaşa tutuşan insanların âkıbetlerini ortaya koymak
için tarihe intikal ediyor. Tarihin sahibi olan Allah, zamanın sahibi olan Allah
tarihi gözlerimizin önüne seriyor. Bir tarih sunuyor Allah burada bize. Ama
sadece geçmişi sorgulamak için değil, aynı zamanda geleceği de sorgulamak için.
Geçmişi sorgulayan, ama aynı zamanda geleceğe de ışık tutan bir tarih sunacak
Rabbimiz. Bizi bu tarihle yüzleştirecek ve ibret alıp aynı duruma düşmememiz
için bize bir mesaj sunacak.
Daha önce Nuh toplumu da yalanladı
Allah’ın âyetlerini. Nuh toplumu da Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
peygamberiyle savaşa tutuştu. Nuh'a (as) ve ona inanan bir avuç müslümana
nazaran o toplum çok güçlüydü. Ama bu güç onları kurtaramadı. Peygamber
karşısında güçlü görünen o toplumu, Allah dağlar gibi yükselen sularla
yakalayıverdi. Onlar karşısında güçsüz gibi görünen peygamberini ve müslümanları
gemide kurtarırken, ötekileri dağlar gibi dalgaların arasında yok
ediverdi.
Sonra onun arkasından başkaları da
yalanladılar. Meselâ Âd kavmi… Bu toplum da villalarına, köşklerine gömülüp,
yapıştıkları hayata güvenerek Allah’ın âyetlerine karşı savaş açtılar,
hayatlarını Allah’ın âyetlerine kalkan yaptılar. Güçlerine, kuvvetlerine
güvenerek Allah’ın âyetleri karşısında ısrarla kendi hayatlarını savundular.
Kendilerine Allah’ın âyetlerini sunmaya çalışan Allah’ın elçisine ihtiyaçlarının
olmadığını, onsuz da hayatlarını düzenleyebileceklerini iddia ettiler. “Bizim
Allah’a da, kitabına da peygamberine de ihtiyacımız yoktur,” dediler. Allah’ın
âyetlerine rağmen, kendileri kendi hayatlarına program yapmaya kalkıştılar da,
Allah da onları yakalayıverdi. Neyle yakaladı Allah onları? Hakka sûresi bakın
onu şöyle anlatır:
“Âd kavmine gelince, kasıp kavuran bir
fırtına ile helâk edildiler.”
(Hakka 9)
Âd kavmini de Rabbimiz "Sarsar" denen
çok soğuk bir rüzgarla, bir fırtınayla, ya da taş yağdıran azgın, atiye bir
fırtınayla helâk etti. Allah yedi gece ve sekiz gün onlara musallat ettiği bir
rüzgar gönderdi. O rüzgar onların üzerlerine esip durdu, yâni salladı durdu
orayı. Her şeyi birbirine vurdu, her şeyi birbirine kattı, her şey yerle bir
oldu. Yirmi-otuz metre boyundaki insanlar, sanki içi boş hurma ağaçları gibi diz
üstü çöküverdiler.
Sonra Semûd kavmi, Hz. Salih’in
toplumu. Bu toplum da Allah’ın âyetleriyle mücâdeleye girdiler. Ekonomik
güçlerini, paralarını, servetlerini tanrılaştırıp bunun aksini söyleyen Allah’ın
âyetlerine, toplumlarında geçit vermemeye çalıştılar. Özellikle Allah’ın
peygamberine verilen deve âyetine tahammül edemediler. Allah’ın âyetini yok
etmeye çalıştılar da, Allah da o toplumu taağıye ile yakalayıverdi. Ta-ğıye
belki bir ses, belki bir sayha, belki de bir titreşim bilemiyoruz; belki de
“geberin!” diye bir ses. Allah bir sarstı ki yerlerini yurtlarını, o kıyamet
kopsa da yıkılmaz bildikleri köşkleri, villaları yerle bir
oluverdi.
Sonra ahlâksızlığı, fuhşu doruk noktaya
çıkaran, şehvetlerini putlaştıran ve buna imkân tanımadı diye Allah’la, Allah’ın
âyetleriyle savaşan, onları yok etmeye çalışan Lût kavmini de yakalayıverdi
Allah.
Onlardan önce, onlardan sonra
yeryüzünde hâkimiyeti, rubû-biyeti kendilerinde gören, yeryüzünde tanrılık
taslayan, Allah’ın arzında Allah’ın kullarının, Allah’ın âyetleri istikâmetinde
bir hayat sürmelerine izin vermeyen, Allah’ın arzında, Allah’a hayat hakkı
tanımayan, Allah’ın kullarını Allah’a ibadet ve itaatten koparıp kendi
kanunlarına tapınmaya zorlayan ve bu yüzden de onları bir kaosa düşürmemek için
onlara Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışan ve böylece Allah’ın âyetleriyle
savaşa tutuşan Firavunların, Nemrutların hepsini yakalayıverdi
Rabbimiz.
Bazen bir rüzgar, bazen bulut, bazen
bir ses, bir sayha, bir çığlık, bazen su, bazen bir sinek, bazen bir deniz,
bazen da birkaç tane melekle yakalayıverir Allah. Tarih bunun şahitleriyle
doludur. Bunların hepsi de sonunda mağlup oldular. Hepsi de ellerindeki güç ve
kuvvetlerinin, imkân ve saltanatlarının hiçbir işe yaramadığını, kendilerini
kurtaramadığını gördüler. Hiçbirisi Allah’ın âyetlerini yalanlamalarının ve
onlarla savaşa tutuşmalarının karşılığı olarak Allah’ın kendilerine takdir
buyurduğu azaptan kurtulamadılar.
Rabbimizin ifade buyurduğu gibi, hepsi
de kendi peygamberlerini susturmak için onları yakalamaya yöneldiler. Peygamberi
susturmak için harekete geçtiler. Peygamberi susturdukları zaman
rahatlayacaklarını zannettiler. Meselâ bakın Şuara sûresinde
anlatılır:
“Dediler ki ey Nuh! (Bu dâvâdan)
Vazgeçmezsen iyi bil ki taşlanmışlardan
olacaksın.”
(Şuara 116)
Diyorlar ki Allah’ın elçisine: “Eğer
vazgeçmezsen, eğer bu işe bir son vermezsen, senin canına okuyacağız.” Kime
diyorlardı bunu? Peygambere. Yâni teklifsiz bir dâvetçiye, hatasız bir insana,
günâhsız bir insana diyorlardı bunu. Hatasızlığın doruk noktasında olan bir
örneğe, bir peygambere diyorlardı bunu. “Vazgeç bu işten! Bırak bu yolu.” Peki
neden diyorlardı bunu? Dertleri neydi bu adamların? Çünkü peygamber onların
aralarında var olduğu, Peygamber onların arasında görevini yerine getirdiği
sürece onlar bundan rahatsız oluyordu. Onun varlığından, onun mesajından
rahatsız oluyorlardı. Onun varlığından, onun konumundan, durumundan ötürü
onların programları, onların anlayışları bozuluyordu. Çünkü Hz. Nuh vardı
ortada. Nuh (a.s) oldukça, mesajını etrafa yaydıkça, varlığını sürdürdükçe,
yanlışlıklar fark edilecekti. Hak ortada olunca, tüm bâtıllar fark edilecekti.
Hz. Nuh kriter olarak, kıstas olarak bulunacak ve onun varlığıyla tüm
bozukluklar kendini gösterecek ve sırıtacaktı.
İşte bunun için, onun varlığına
tahammül edemiyorlar ve onu yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya
çalışıyorlardı. Peygambere hayat hakkı, söz hakkı tanımadılar. “Toplumda herkes
fikrini açıklayabilir, ama peygamber asla konuşamaz,” dediler. “Her türlü sistem
uygulanabilir, herkesin fikri denenebilir ama peygamberin sistemine kesinlikle
geçit yoktur,” dediler. Allah’ın arzında Allah’ın elçilerine hayat hakkı
tanımadılar.
Peygamberle savaştılar. Ama bu savaşta
kiminle savaştıklarını unuttular. Karşılarında sadece peygamberin olmadığını
unuttular. Giriştikleri bu savaşta karşılarında sadece gariban Müslümanların
olmadığını unuttular. Gerek peygamberle, gerekse müslümanlarla savaşırken,
karşılarında Allah’ın bulunduğunu hesaplamadılar. Zannettiler ki, karşılarında
sadece peygamber var, zannettiler ki karşılarında sadece gariban ve güçsüz
müslümanlar var. Bunu hesaplamadılar, Allah da onların defterlerini
dürüverdi.
Bugün de aynen böyledir. Yeryüzünde
müslümanlar yaşadıkları, misyonlarını icra ettikleri sürece, kesin biliyorlar ki
bâtılların yaşamasına imkân kalmayacak. Onun içindir ki, müslümanın varlığını,
hakkın varlığını ortadan kaldırabilmek için, bu kâfirler de ellerinden geleni
arkalarına koymayacaktır. Kriteri, kıstası yok etmek için ne gerekiyorsa yapmaya
çalışacaklardır.
Meselâ koskoca bir okulda iki tane kız
çocuğunun başını örtmesine bile tahammül edemiyorlar. Niye? Ne olacak iki bin
kişi açıkken, ha iki tanesi de kapanıversin. Ne olur bundan? Hayır! O zaman o
okulda açıkların varlığı anlaşılacak da onun için buna tahammül edemiyorlar.
Evet kriter olarak, kıstas olarak peygamberin ve müs-lümanın varlığına
tahammülleri yoktur bunların.
Peygamberleri yok etmek ve hakkı onunla
kaldırabilmek için bâtıla sarıldılar ve bâtılla mücâdele verdiler diyor
Rabbimiz. Hakkın karşısına bâtıllarla çıktılar. Bunun mânâsı, hakkı yok
edebilmek için bâtıl silâhlar kullandılar, ya da bâtılı ikame edebilmek için
hakla mücâdeleye kalkıştılar, demektir. Meselâ Sâd sûresinde, peygamber
karşısında tutunabilmek için şöyle dedikleri anlatılır:
“Onlardan ileri gelenler dediler ki:
Yürüyün! İlâhlarınıza bağlılıkta sabredin! (dayanın, direnin) Şüphesiz ki sizden
istenen de budur.”
Evet, diyorlar ki “yürüyün! Ona ve onun
getirdiği mesaja aldırış etmeden hayatınıza devam edin. Aman İlâhlarınıza sıkı
tutunun. İlâhlarınıza bağlılık konusunda direnin, dayatın, sabredin. Eğer siz
İlâhlarınıza sımsıkı sarılırsanız, o peygamberin size karşı yapabileceği bir şey
yoktur!” Tıpkı günümüzde peygamber düşmanlarının peygamber mesajı gündeme
geldiği zaman, “aman İlâhlarınıza sahip çıkın! Aman laikliğe sahip çıkın! Aman
demokrasiye sahip çıkın! Aman şu düzeninize sahip çıkın! Eğer sizler bu
İlâhlarınıza sımsıkı sarılırsanız peygamber mesajının da, peygamber yolunun
yolcusu olanların da size yapabileceği bir şey yoktur,” dedikleri ve İlâhlarına
sadâkat yeminleri istedikleri gibi.
Dün de bugün de Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın peygamberleriyle mücâdele edenler hep olagelmiştir. Âyetin ifadesinden
anlıyoruz ki, bu savaş çok eskilere dayanmaktadır. Beşeriyetin doğuşuyla
birlikte başlamış hak-bâtıl savaşıdır bu. Aslında bu kâfirler tüm kâinatla bir
savaşa girişmiş kimselerdir. Çünkü kâinattaki tüm varlıklar Allah’ın âyetlerine
boyun bükmüşken, bu kâfirler tüm varlıklardan ayrılarak, Allah’la savaşa
tutuşmuş kimselerdir.
6. “Böylece Rabbinin kâfirler
üzerindeki sözü hak oldu ki, onlar ateşin
sohbetçisidirler.”
Allah’ın bu kâfirler üzerindeki hükmü
hak oldu. Neydi Allah’ın onlar konusundaki hükmü? Onlar cehennem ashabıdır,
onlar cehenneme gideceklerdir. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, helâk sadece
dünyadaki helâkle bitmiyor. Sadece iş dünya helâkiyle bitseydi, öbür tarafta
cehenneme yuvarlanmasalardı, belki dünyadaki yemeleri içmeleri, keyif çatmaları
yanlarına kâr kalacaktı.
Bu dünyada yediler, içtiler,
ipini koparmış deve gibi sorumsuzca gezdiler, eğlendiler. Kendilerini yoktan var
eden ve yaşadıkları bu hayatı kendilerine lütfeden Rabblerini, o Rabbin hayat
için koyduğu yasalarını, kitabını tanımadan, o Rabbin âyetlerini örterek örtbas
ederek, o âyetleri kendilerine ulaştırmaya çalışan Allah’ın elçilerini
susturmaya çalışarak, onlara hayat hakkı tanımayarak bir hayat yaşadılar. Bu
hayatı yaşarken de kendilerini emniyette hissediyorlardı. Zannediyorlardı ki,
ölüm onlara hiç gelmeyecekti. Güçleri, kuvvetleri, saltanatları sanki hiç
bitmeyecekti. Sanki hiç hesaba çekilmeyecekler, sanki yaptıkları yanlarına kâr
kalacaktı. Müslümanlara yaptıkları zulümlerin hesabı sorulmayacaktı. Sanki
ölünce unutulup gidecekler, sanki sümen altı olacaklardı. Ama Allah diyor ki,
“bakın, buradaki helâklerinin yanında onlar kesinlikle cehenneme de gidecekler.
Cehennemin sohbetçisi olacaklardır bunlar. Bu sözüm, bu hükmüm onlar hakkında
hak oldu, kesinleşti.” Allah’ın hükmü birisi için kesinleşti mi, mutlaka o
yerine gelecektir. Bu konuda tartışma bitmiştir, itirazlar
boştur.
Bu âyetiyle Rabbimiz tüm dünya
insanlığına şunu söylüyor: “Ey yeryüzünde kendilerinde güç ve kuvvet görerek, bu
güç ve kuvvetlerinin kendilerine ebedîlik sağlayacağını zanneden ve bu yüzden de
Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine karşı ilgisiz ve hattâ düşmanca
tavırlar sergileyen müstekbirler! Unutmayın ki çok kısa bir zaman sonra sizin
saraylarınıza, sizin şehirlerinize baykuşlar bile misa fir olmayacaktır. Sizler kahrolup
şarampole yuvarlanırken, cehennemin kahrına akarken, arkanızdan sadece lânet,
sadece yerin dibine batan bir toplumun acı hatıraları ve yürek hoplatan
çığlıkları kalacaktır. Lânete gömülecek, bedbahtlığa çakılacak dünyada da,
ukbâda da hüsrana mahkûm olacaksınız. Şimdi söyleyin bana, sizler bunu bile
bile, sizden önce yerin dibine batanların donuk donuk bakışlarını göre göre,
onların acı acı feryatlarını duya duya nasıl olur da hâlâ burnunuzun doğrusuna
gidersiniz? Nasıl olur da Allah’ın âyetlerine karşı bu kadar ilgisiz
kalabilirsiniz? Nasıl olur da cehenneme, ateşe bu kadar istekli
olabilirsiniz!”
"Böyleleri ateşe ne de
sabırlıdırlar?"
(Bakara
175)
Evet, bunlar, imana, teslimiyete,
iyiliğe, hayra, hakkı insanlara
duyurmaya, dünya zevklerinden birini terk edip müslümanların ayağına gitmeye
asla tahammül gösteremeyen bu insanlar, ateşe götürecek amellere karşı,
cehenneme karşı ne kadar da tahammüllüler? Ateşe karşı ne kadar da cesur ve
sabırlılar diyor Rabbimiz.
Öyleyse gelin ey insanlar! Kendisinden
başka İlâh olmayan, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin boyunlarındaki ipin ucu
elinde olan, kullarına karşı çok merhametli olan, kulları yanlış yollarda
giderken, kendisine karşı, âyetlerine karşı ilgisiz bir hayat yaşarlarken, bir
anda kendisine yöneliveren kullarının dönüşlerini kabul eden, onların dağlar
kadar günâhları da olsa tümünü affeden, tevbeleri kabul eden bir Rabbe yönelin
ki, dünyanız da ukbânız da mâmûr olsun.
Bundan sonra Rabbimiz arşın taşıyıcısı
meleklerinden söz edecek. Arşın taşıyıcısı olan meleklerin görevlerini ve şu
anda onların ne ile meşgul olduklarını anlatarak, bilginin kaynağı olan Rabbimiz
bizi bilgilendirecek ve biz müslümanları, bu kitaptan haberdar olanları,
yeryüzünün en bilgin, en âlim insanları yapacak. Çünkü biraz sonra Rabbimizin
bize anlatacağı konu başka hiç kimsenin bilemeyeceği, başka hiçbir kaynaktan
öğrenme imkânımızın olmadığı bir bilgidir. Bu haberin yanında şu meşgul
olduğunuz, şu öğrenmeden edemeyiz diye çırpındığınız haberlerin ne önemi
olabilir ki? İşte en büyük haber:
7. “Arşı taşıyan (Melek)ler ve
çevresinde bulunan melekler, Rabblerini hamd ile tesbih ederler ve ona
inanırlar. Ve mü’minler için de şöyle istiğfar ederler: “Ey Rabbimiz senin
rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O tevbe edip senin yoluna uyanları
bağışla, onları cehennem azabından koru.”
Mü'min sûresinin bu bölümünde Rabbimiz
arştan ve arşı taşıyan meleklerden söz ediyor. Arşı da, arşın taşıyıcısı olan
melekleri de bu meleklerin arşı nasıl yüklendiklerini de, arşın çevresindekileri
de bilmiyoruz, bilmemiz de mümkün değil. Ama Efendimizin ifadesiyle şu kadarını
söyleyelim: Dünyamızı çepeçevre kuşatan semâvât vardır. Semâvâtın yanında bizim
şu üzerinde yaşadığımız dünya, koskoca bir çölün ortasına atılmış bir yüksük
kadardır. Dünyanın yanında yüksük neyse, semâvatın yanında bizim dünyamızın
büyüklüğü de o kadardır.
Evet dünyayı bir yüksük farz
ettirecek kadar büyüklükte bir se-mâvât. Sonra o semâvâtı da bir yüksük farz
ettirecek kadar onu da çepeçevre kuşatmış Kürsî vardır. Kürsîyi de bir yüksük
farzettirecek kadar onu da kuşatmış arş vardır. İşte arş budur. Bunu başka türlü
anlamak da mümkün değil, anlatmak da. Yanında Kürsînin küçüldüğü, semâvâtın bir
nokta bile kalmadığı, dünyamızın ise yanında noktadan milyar kere milyar daha
küçüldüğü bir arşı ve o arşı taşıyan melekleri düşünün. Bu meleklere “Hamele-i arş” denir. Bunlar
büyüklüklerini tasavvur bile edemeyeceğimiz meleklerdir. Hakka sûresinde bu
meleklerin sayılarının sekiz olduğu anlatılır.
“O gün Rabbinin arşını onların üzerinde
sekiz melek yüklenir.”
(Hâkka 17)
Kimileri de bugün bu arşı yüklenen
meleklerin sayılarının dört olup, kıyamet günü bu sayıya dört daha ilâve edilip
sekiz olacaklarını söylemişlerdir. Arşın taşıyıcısı olan bu melekler ve bir de
arşın etrafındaki meleklerden söz ediliyor. Zümer sûresinde bu meleklerden söz
edilir. Bunların sayılarını ancak Allah bilir. İşte gerek bu arşı taşıyanlara,
gerekse arşın etrafında bulunan meleklere, Allah’a en yakın anlamına Kerûbiyyûn
ya da Mukarrabûn melekler denilir.
İşte bu meleklerin iki görevinden söz
ediyor Rabbimiz.
Birincisi:
“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve ona
iman ediyorlar.”
Bu melekler Rablerini tesbih ediyorlar.
Yâni bu melekler Allah’ın müslümanlardan istediği bir görevi yerine
getiriyorlar. Sübha-nallah, “ya Rabbi seni tesbih ederiz,” diyorlar. “Ya Rabbi
sen seni nasıl tanıttıysan, seni öylece kabul ediyoruz, sen seni hangi
sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak
anlatmışsan sana öylece iman ediyoruz,” diyorlar. “Ya Rabbi, seni senin
sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan
tenzih ederiz,” diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul
ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını
parçalamayız,” diyorlar. “Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına
dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rabbi, üstünlük sendedir, güç-kuvvet sendedir,
azamet sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz.
Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar.
İşte tesbih budur. Dikkat ederseniz
tesbihin üç boyutunu belirtmeye çalıştım.
1. Tesbih, Allah’ı, Allah’ın haber
verdiği sıfatlarıyla muttasıf bil-mektir. Allah kendisini Bakara’da, Âl-i
İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse,
öylece Allah’a inanmak tesbihtir.
Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O
mükemmeldir. O’nda zaaf, unutma, hata, cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece,
Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken tüm
noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça
da “sübhanallah!” diyeceğiz.
Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir
yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı
şekilde tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek her dakika yüz bin de
“sübha-nallah”, desek bunun hiçbir faydası yoktur. Yani, Allah kitabını,
peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın tanıttığı gibi
bilecek, sonra da bunları bildikçe “sübhanallah” diyeceğiz. “Süb-hanallah! Ya
Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin,”
diyeceğiz.
Yoksa bunları tanımadan sübhanallah
demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık konusunda Allah’a tümüyle
güvenmeyip de, ikinci, üçüncü derecedeki rezzâklarının korkusundan ötürü bir
kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin, günde yüz bin defa da “ya Rezzâk”
demesinin hiçbir kıymeti yoktur. İlimde Allah’a tam olarak gü-venmeyip, yerde
O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler aramaya kalkışan bir
adamın, milyon kere “ya Alîm” demesinin bir kıymeti yoktur.
Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip yerde
Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir
kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan,
günde milyon kere de “ya Rab” diye zikretse de boştur. Şifa konusunda Allah’a
güvenmeyip, Allah’ı şâfî bilmeyip yerde bir kısım şifâ dağıtıcılar arayan
kişinin, “ya Şâfî” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede, diriltmede, ruh
vermede Allah’a güvenmeyen birinin “ya Muhyî, ya Mümîd” diyerek zikretmesi
boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte,
makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz” demesi boştur.
Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı
ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin “ya Tevvab”
demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede, murâkabe etmede, Allah’ı
ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin “ya
Hafız” demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.
Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini
tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da “sübhanallah” diyeceğiz. İşte bu
Yahudiler, bu Hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, ondan sonra da
cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?
İşte böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir
Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur, yeryüzünde temsilcileri,
yetkilileri yoktur, kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı
yoktur.
“Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur
onun.”
(Kehf 26)
Demek ki tesbih, Allah’ı, Allah’ın
kendini bize tanıttığı gibi tanımak, o şekilde Allah’a inanmak, ya da Allah’ın
tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı biçimde tanıyıp o şekilde kabul etmek ve iman
etmektir.
3. Tesbihin bir üçüncü anlamı da,
Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Bir varlığın yaratılış
gâyesi istikâmetinde hareket etmesi de tesbih demektir. Bir varlığın yaratılış
gâyesi istikâmetinde hareket etmesi, o varlığın tesbih etmesi demektir. Bu
mânâda suyun akışı tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu, bülbülün ötüşü
tesbihtir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu tesbihtir.
Bu melekler Rabblerini tesbih ederler.
Şimdi yeryüzünün en küçük bir köyünde etrafını saran sayısız kâfirlerin arasında
kalmış, kendisine arkadaşlık edecek, inancını paylaşacak hiç kimsesi bulunmayan
ve çevresindeki kâfirlerin çokluğu, güç ve kuvvetlerinin büyüklüğü karşısında ne
yapacağını bilemeyen, yapayalnız bir mü'min düşünün. Tüm dünya kendisine karşı
yabancı.
Şimdi bu müslüman Rabbine açılan
evinin içinde bu kitabı eline alıyor ve bu kitabın âyetlerini okurken Mü'min
sûresindeki bu âyetlere geliyor. Bu âyetle anlıyor ki, kendi imanına benzer bir
imanla arşın taşıyıcısı olan o azîm melekler de iman ediyorlar, kendi tesbihine
benzer bir tesbihle o melekler de Allah’ı tesbih ediyorlar. O bunu âdeta
gözleriyle görüyor, onların tesbihlerini kulaklarıyla duyuyor ve öyle bir ruh
hali kazanıyor ki, âdeta o küçücük evin içinde, o küçücük köyün içinde o kadar
yükseliyor o kadar büyüyor ki, karşısında evler, köyler, dağlar, çöller,
ülkeler, devletler, dünya küçülüyor, semâvât dürülüyor gözünün önünde, etrafını
saran kâfirler onun karşısında âdeta sinek kadar küçülüveriyor. Her şey
küçülüyor gözünde ve o mü'min kendi büyüklüğünü anlıyor. Bir mü'min olarak
kendisini arşın taşıyıcılarının safında hissediyor.
Bunu önce bu mü'min kendi iç
dünyasında hissediyor, sonra ailesine duyuruyor, sonra toplumuna duyuruyor,
sonra tüm dünyaya bunu ilân ediyor. Diyor ki, “ey insanlar! Gelin, izzet ve
şeref Allah-tadır! İzzet ve şeref Allah’a imandadır! İzzet ve şeref Allah’ın
kitabından haberdar olmadadır! İzzet ve şeref peygamberde ve ona iman eden
mü'minlerdedir! Gelin siz de iman edin ve benim ulaştığım yüceliklere ulaşın!
Gelin siz de iman edin benim ulaştığım şerefe ulaşın!”
Bu melekler Rabblerini tesbih ediyorlar
ve aynen mü'minler gibi Allah’a iman ediyorlar. Demek ki bu meleklerin birinci
görevi buymuş. Başka ne yapıyormuş, ne görevleri varmış bu
meleklerin?
2. Bu meleklerin ikinci görevleri
de:
“Mü'minlere şöyle istiğfar
etmektedirler:
“Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin
her şeyi kuşatmıştır.”
“(Ey Rabbimiz!) (Kullarından) Tevbe
edenlere ve senin yoluna tâbi olanlara mağfiret buyur ve onları cehennem
azabından koru!”
Görüyor musunuz, bu meleklerin ikinci
görevi de buymuş. Mü’-minler için istiğfarda bulunmak. Bu melekler Allah’ın
affının, Allah’ın mağfiretinin yeryüzündeki mü'minlere ulaşması için Allah’a dua
ediyorlar. Bu ne büyük bir şeref değil mi? Arşın taşıyıcısı olan melekler ve
arşın etrafındaki bu azîm kullar, yeryüzünde Allah’tan başka hiç kimsenin önünde
eğilmeyen, sadece Allah önünde eğilen, yeryüzünde Allah’tan başkalarına asla
kulluk yapmayan, Allah’tan başkalarının kıblelerine yönelmeyen müslümanlar için
dua ediyorlar, müslümanlar için istiğfarda bulunuyorlar.
Dikkat ederseniz bu arşın taşıyıcısı
melekler burada bize bir de duanın edebini, usûlünü de öğretiyorlar. Âyet-i
kerîmede anlatıldığına göre melekler önce Allah’ı tesbih ediyorlar. "Ey
Rabbimiz, senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır" diyerek Allah’ı tesbih
ettikten sonra isteyeceklerini istiyorlar. Duadan önce hiçbir şeyi ileri
sürmeyip sadece Allah’ın rahmetini gündeme getiriyorlar, yalnız bu rahmetten
medet umuyorlar. Allah’ın geniş ilmine ve sınırsız rahmetine dikkat çekiyorlar,
sonra da isteyeceklerini istiyorlar. “Ya Rabbi rahmetin hatırına mü'minlere
mağfiret ediver, mü'minlerin hatalarını görmeyiver, onların kusurlarını siliver
ya Rabbi, yok farz ediver, ciddiye almayıver ya Rabbi! O mü'minlerden tevbe
edenlere mağfiret ediver ya Rabbi! Dönenlerin dönüşünü kabul ediver ya Rabbi!
Dünyanın peşinde giderken, şeytanın peşinde giderken, nefisleri ve şehvetleri
peşinde giderken, seni unutmuş, senin kitabını ve peygamberini hatırlarından
çıkarmış, yanlış yollarda giderken bir anda sana dönüveren kullarını sen
affediver ya Rabbi!” diyorlar.
Bu ne büyük bir şereftir değil mi?
Düşünebiliyor musunuz, arşın taşıyıcıları bizi düşünüyorlar, bizi anıyorlar,
bizim affımız için her an Allah’a yalvarıyorlar. Bundan daha büyük müjde, bundan
daha büyük şeref olur mu söyleyin! Öyleyse bu müjdeyi siz de müjdeleyin! Bu
müjdeyi siz de çocuklarınıza, hanımlarınıza ve çevrenizdeki tüm insanlara
ulaştırın. “Ben arşın meleklerini öğrendim! Rabbim kitabında bana arşın
meleklerini ve onların görevlerini anlattı! Ben arşın meleklerinin dualarını
duydum! Onların bizim hakkımızdaki niyazlarına şahit oldum! Müjde! müjde!”
diyerek bunu tüm insanlığa duyuralım. Bize bunu duyuran hatırına, biz de bunu
tüm insanlığı duyurmaya çalışalım inşallah.
Ama unutmayalım ki, onların bu
dualarına lâyık olabilmenin yolu da âyet-i kerîmede gösterilmiştir. Nedir o?
Tevbe etmek, dönüş yapmak, başka yolları bırakıp Allah yoluna girmek,
başkalarının yörüngesinden kurtulup Allah yörüngesine girmek, başkalarına
kulluktan, başkalarının kıblesine tâbi olmaktan, başkalarının arzuları peşinde
koşmaktan kurtulup Allah’a ve Allah’ın kitabına dönmektir. Müşriklerin,
ateistlerin, kâfirlerin, zâlimlerin yollarından, sistemlerinden vazgeçip Allah
sistemine dönmektir. Eğer biz bunu gerçekleştirebilirsek, o zaman meleklerin
dualarına lâyık hale gelmişiz demektir. Değilse meleklerden de, onların
dualarından da mahrum kalmışız demektir. Bu ne büyük bir kayıp, ne büyük bir
hüsrandır değil mi? Allah’ın melekleri mü'minlere böyle her an dua ede
dursunlar, bu duaya lâyık olmamak için direnenlere ne demek lazım? Hele hele
kâfirler için her şey tüm mevcudat lânet etmekte, öfkeler yağdırmaktadır Allah
korusun.
Evet meleklerin duaları devam
ediyor:
8. “Ey Rabbimiz onları kendilerine
vaadettiğin Adn cennetlerine koy! Hem onları, hem de babalarından, eşlerinden ve
çocuklarından salih olanları da o cennetlere koyuver. Muhakkak ki sen üstün
olansın, hüküm ve hikmet sahibi olansın.”
Bakın melekler bizim için Allah’tan
cennet istiyorlar. “Onları Adn cennetlerine koyuver ya Rabbi!” diyorlar. Cennete
girmek en büyük nimettir. Ama bakın bizim cennette yalnız olmamızı da
istemiyorlar. “Ya Rabbi onlar Adn cennetlerinde yalnız olmasınlar! Yalnız
kalmasınlar! Babalarından eşlerinden ve evlatlarından salih olanları da onlarla
beraber cennetlere koyuver ya Rabbi! Yâni yeryüzünde bu dini birlikte yaşama ve
yaşatma kavgası veren babalarını, analarını, zevcelerini ve çocuklarını, top
yekûn ailelerini de onlarla beraber kıl ya Rabbi!”
diyorlar.
Dikkat ederseniz, “onlardan salih
olanları da onların girdikleri cennetlere koyuver,” diyorlar. Demek ki
mü'minlerin salih olmayan akrabaları için bu dua geçerli değildir. Yâni
mü'minler cennete girdiler diye onların salih olmayan tüm akrabaları da cennete
girecek değillerdir. Âyet-i kerîmeden meleklerin duasından bunu
anlıyoruz.
Meleklerin duasından bir de şunu
anlıyoruz; eğer bizler âyet-i kerîmede anlatıldığı gibi iman ehli olur, tevbe
eder ve Allah yoluna tabi olursak, o zaman bizim bu salih hâlimiz, meleklerin
dualarının bizim akrabalarımıza da ulaşmasına sebep olacaktır. Veya değişik
ifade edelim: Biz salih olursak, bizim akrabalarımız da meleklerin duasına lâyık
olacaklardır. Ya da bizim salahımız onları da salaha kavuşturacaktır diyoruz.
Meleklerin duaları devam
ediyor:
9. “Ve o kullarını kötülüklerden koru.
O gün sen kimi kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona rahmet etmişsindir. İşte
büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”
Bakın diyor ki melekler, “ya Rabbi
mü'minleri her türlü kötülüklerden sen koru! Sen o gün kimi kötülüklerden
korumuşsan, muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. İşte bu da en büyük
kurtuluştur.”
Evet onları tüm kötülüklerden koru ya
Rabbi! Şu anda yaşadığınız dünyada, yaşadığınız hayatta, yaşadığınız çevrede
çaresizlik mi izhâr ediyorsunuz? Sıkıntı içinde olduğunuzu mu iddia ediyorsunuz?
İçinde bulunduğunuz bu sıkıntılardan, bu dertlerden nasıl kurtulacağınızı,
çevrenizi saran ve sizi boğacak noktaya gelen bu ahlâksızlardan ve
ahlâksızlıklardan nasıl kurtulacağınızı, nasıl korunacağınızı mı soruyorsunuz?
Bu günâh çemberinden, bu isyan ateşinden, bu küfür pisliklerinden nasıl
korunacağız mı diyorsunuz? Bu dünyanın aldatıcı zevklerinden, bu nefsin öldürücü
arzu ve isteklerinden, bu şeytanların tuzaklarından, bu zâlimlerin bu kâfirlerin
desiselerinden nasıl korunacağız? Nasıl kurtulacağız? Bu barikatlardan bu
ağlardan nasıl kurtulup da Rabbimize kulluk yapacağız mı diyorsunuz? Fert olarak
toplum olarak tüm bu belâlardan nasıl korunacağız mı diyorsunuz? İşte bunun
çaresini bakın Rabbimiz söylüyor.
Eğer bizler içimizle dışımızla
yönelebilirsek, tüm bu pisliklerden iraz edip samimiyetle Rabbimize
yönelebilirsek, bilelim ki arşın meleklerinin desteği bize ulaşacak ve Allah
bizi tüm bu kötülüklerden, tüm bu pisliklerden koruyacaktır. Bakın Allah’ın
melekleri bizim adımıza bizim kötülüklerden korunmamız konusunda Rabbimize dua
ediyorlar.
Allah kimi kötülüklerden korumuşsa,
kimi küfürden, şirkten, nifaktan, isyandan, kullara kulluktan, kullarının
kıblelerine uymaktan, nefsin, şeytanın ve tâğutların kulu-kölesi olmaktan
korumuş, kendi yoluna iletmiş, yâni müslüman yapmışsa, işte o kişiyi rahmetine
ulaştırmış, cennetine ulaştırmış demektir. İşte onun için en büyük kurtuluş, en
büyük fevz, en büyük başarı budur. Cennete gidiş budur. Cehennemden, ateşin
ashabı olmaktan kurtuluş budur. Rızaya giden yol budur. Allah’ın müslümanlara en
büyük lütfu budur. Bundan daha büyük bir kurtuluş düşünmek mümkün değildir. Ve
melekler de müslü-manlar için bunu istiyorlar. Rabbim bizi meleklerin bizim
adımıza istedikleri bu mutlu sona ulaştırsın! Onların bu konudaki dualarına
desteklerine lâyık kullar kılsın inşallah.
10. “Şüphesiz ki küfredenlere de şöyle
seslenilir: “Muhakkak ki Allah’ın gazaplanması sizin kendinize ga-zaplanmanızdan
daha büyüktür. Çünkü sizler imana çağrıldığınız zaman küfrediyordunuz.”
1. Anlayabildiğimiz kadarıyla bu âyet-i
kerîmede anlatılan şudur: Ey kâfirler! Sizler dünyada iken sizi hakka, İslâm’a,
Allah’a kulluğa çağıran peygamberlere karşı, müslümanlara karşı kızıyordunuz,
gazaplanıyordunuz. Halbuki Allah size, sizin onlara gazaplanmanız-dan daha fazla
gazaplanıyordu.
2. Dünyada iken sizler, sizi İslâm’a
çağıran, namaza, tesettüre, hayatınızın tümünde Allah’a kulluğa çağıran
kişilerin çağırdıkları şeylerin çok çirkin, çok kötü şeyler olduğunu
zannediyordunuz ve onlara icâbet konusunda gazaplanıyordunuz ya, halbuki Allah
sizin onlara gazaplandığınızdan daha çok sizin içinde bulunduğunuz küfrünüze
gazaplanıyordu. Yâni sizin namaza gazaplandığınızdan daha çok, Allah
namazsızlığınıza gazaplanıyordu. Sizin tesettüre gazaplandığı-nızdan daha çok,
Allah sizin tesettürsüzlüğünüze gazaplanıyordu.
3. Ya da ey kâfirler! Şu andaki
durumunuza kızıyorsunuz, cehennemin berzahına yuvarlanmanıza, ateşle
kucaklaşmanıza gazap-lanıyor ve kahroluyorsunuz. Sizler şu anda azabı görünce
dünyada sizi imana çağıranlara karşı küfürle karşılık veren nefislerinize,
tutumlarınıza, tavırlarınıza kızıyor, gazaplanıyorsunuz ya, halbuki Allah sizin
şu anda bu durumunuza gazaplanmanızdan daha çok sizin dünyadaki durumunuza
gazaplanıyordu deniyor, Allahu âlem.
Cehennemi boylayan kâfirler iki
sebepten dolayı kendi kendilerine kızacaklar,
gazaplanacaklar:
a. Dünyada iken inkâr ettikleri,
reddettikleri cenneti, cehennemi, azabı, ikabı, tüm gerçekleri gözleriyle
görünce kendi kendilerine kızacaklar, gazaplanacaklar. Vay biz ne yapmışız! Biz
ne akılsız insanlarmışız! Rabbimiz bize karşı sonsuz rahmet ve merhameti gereği
bu kadar âyetiyle bu cenneti, bu cehennemi anlattığı halde dinlemeyerek, kulak
vermeyerek ne aptalca bir hayatın adamı olmuşuz! Diyerek hasret ve pişmanlıklar
içinde mahvolacaklar, kahrolacaklar.
b. Dünyada bu konuda başkalarına tabi
olanlar, kendilerini cehenneme sürükleyen bu tabi oldukları önderlerinin
kendilerini yüzüstü terk edip, ortada bıraktıklarını görünce, onlara
gazaplanacaklar, kahrolacaklar. Onlarla dünyada hiç tanışmamış olmayı,
hayatlarının onlarla hiç kesişmemiş olmasını ya da onlarla kendileri arasında
doğu ile batı arası kadar bir mesafenin olmasını temenni edecekler.
Meselâ bu konuda, kendilerinin
sapması konusunda yeryüzünde en etkili varlık olan şeytanın o saptırdığı, yoldan
çıkardığı kimselerin karşılarına geçip uzunca bir hutbe irad edip ve hutbesinin
sonunda da:
“İş olup bitince, şeytan: “Doğrusu
Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra caydım;
esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O
halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni
kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim;
doğrusu zâlimlere can yakan bir azab vardır” der.”
(İbrahim 22)
“Bugün beni kınamayın, siz kendi
kendinizi kınayın! Zira dünyada iken benim sizin üzerinizde bir sultam, bir
saltanatım, bir gücüm, kuvvetim yoktu. Bir göz kırptım, hemen peşime
takılıverdiniz. Kalplerinizin ibresi o kadar zayıfmış ki, hemen peşime
düştünüz!” deyince ona ve kendilerine gazaplanacaklar, mahvolacaklar
kahrolacaklar.
Bundan sonra Rabbimiz bu kâfirlerin
şöyle diyeceklerini haber veriyor:
11. “Dediler ki: “Rabbimiz! Bizi iki
kere öldürdün ve iki kere de dirilttin. Biz de günâhlarımızı itiraf ettik. Şimdi
acaba bizim için bir çıkış yolu var mı?”
Diyorlar ki, “Rabbimiz bizi iki kere
öldürdün, iki kere dirilttin. Bu iki kere ölme iki kere diriltilme konusu Bakara
sûresinde geçmişti.
“Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi
dirilten (Dünyaya getirip hayat veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra
sizi öldürecek, sonra sizi tekrar diriltecek ve sonunda ona
döndürüleceksiniz.”
(Bakara 28)
Kâfirler ilk üç safhayı inkâr
edemiyorlardı. Nasıl inkâr etsinler ki, zaten bu hayatı yaşıyorlardı. Ancak son
safhayı gözleriyle göremedikleri için reddediyorlardı. Şöyle söyleyelim: Burada
iki ölümden ve iki dirilmeden söz ediliyor. Ölümlerden birincisi, bizim
varoluşumuzdan önceki durumumuzdur. Bizim birinci durumumuz ölümdü, yokluktu.
Biz önce yoktuk. Ademin sulbündeyken, ana rahmindeyken, henüz yaratılmamışken
biz ölüydük, yoktuk.
İşte bu birinci ölüm halidir. Sonra
Allah bizi yokluktan diriltti, işte bu da bizim birinci dirilişimizdir. Bu
dirilişimizden sonra Allah bizi bir daha öldürecek. İşte bu ölüş bizim ikinci
ölüşümüzdür. Sonra bu ölüşümüzden sonra Allah bizi bir daha diriltecek ve
hesap-kitap için huzuruna çağıracak. İşte bu da bizim ikinci dirilişimizdir.
Kâfirler yeniden dirilmeyi ve hesaba
çekilmeyi reddediyorlardı. Bunu peygamberleri vasıtasıyla Allah bildirdiği için
reddediyorlardı. Ama şimdi bu safhayı gözleriyle görünce, bu kâfirler bize bu
konuda daha önce haber gelmişti diyerek kabul edecekler, itiraf edecekler.
Diyecekler ki:
“Biz günâhlarımızı itiraf ediyoruz!
Yâni bu hayatı yaşarken, yeniden dirilmeyi inkâr ederken, hayatımızı bu anlayışa
bina ederek, ‘âhiret yoktur, öldükten sonra dirilme yoktur, hesap-kitap yoktur!’
düşüncesine bina ederek, günâhlar peşinde koştuğumuz için ne büyük hata
ettiğimizi anladık!” diyorlar. İşte bu, tüm ümitleri kaybolmuş, tüm beklentileri
inkisâra uğramış, her şeyini kaybetmiş, perişan olmuş bir adamın hâli pür
melâlidir.
Bu duruma düştükten sonra, bu
perişanların ifade tarzına bir bakın ne diyorlar?
“Rabbena” diyorlar, “ey bizim Rabbimiz,”
diyorlar. “Ey bizim hayatımıza hakim olan Rabbimiz! Ey bizim hayatımıza yegâne
program yapmaya yetkili olan Rabbimiz!” Hainler! Şimdi mi anladınız bunu? Oysa
dünyada iken O’ndan başkalarının programlarına uyuyorlardı, kibirleniyorlardı.
Ama şimdi diyorlar ki, “Ya Rabbi! Bizi iki kere öldürdün iki kere dirilttin! Tüm
gerçekleri şimdi anladık! Şimdi kavradık! Şimdi, şimdi:
“Acaba bizim için bir çıkış yolu var
mıdır?”
Acaba içine düştüğümüz bu durumdan bize
bir çıkış yolu var mıdır? Bunun bir kaç mânâsı vardır.
a. Acaba bizim için tekrar dünyaya
dönmek gibi bir yol, bir imkân var mıdır?
b. Ya da içine düştüğümüz şu ateşten
kurtulabilmek için bize bir imkân var mıdır?
c. Ya da bizim için bir daha ölmek gibi
bir çıkış yolu var mıdır?
Aslında bunu derken, “eyvah bizim için
hiçbir çıkış yolu yoktur,” diyerek kahroluyorlar mahvoluyorlar. Veya, “ya Rabbi
eğer sen istersen buna da yol bulursun,” diye yalvarıp yakarmak istiyorlar. “Sen
bunu istersen lütfedersin ya Rabbi!” diyerek özür dileme pozisyonuna giriyorlar.
12. “Sizin durumunuz böyledir. Çünkü
bir olan Allah’a çağrıldığınız zaman inkâr ettiniz. Ona şirk koşulduğu zaman da
buna inanıp onayladınız. Artık hüküm yüce olan
Allah’ındır.”
Siz dünyada böyleydiniz. Sizin şu anda
bu içinde bulunduğunuz azabın sebebi şudur: Tek olan Allah’a çağrıldığınız zaman
bunu inkâr ediyordunuz. Ya da tek olarak Allah’a kulluğa çağrıldığınız zaman
bunu reddediyordunuz. Ama öyle değil de:
Ona şirk koşulunca, Allah’a şerikler, ortaklar bulununca da iman
ediyordunuz, memnun oluyordunuz. Zümer sûresinde Rabbimiz bunu çok hoş
anlatır:
Sadece Allah’tan bahsettiniz mi, sadece
Allah dendi mi, her konuda etkin sadece Allah dendi mi, âhirete inanmayanların
yüzlerinde bir ekşilik, bir rahatsızlık görürsün. Ama:
Ama onun berisinde bir şeylerden söz
ettiniz mi, bir konuda sadece etkin ve yetkin olarak Allah’tan başkalarından da
söz etmeye başlandı mı, gülüp sevinmeye başlarlar, yüzleri tabak tabak
açılır.
Meselâ yağmurun yağması konusunda
sadece Allah dediniz mi yüzleri ekşir ama bu konuda Allah’tan başka şeylerden,
meselâ işte antisiklon, siklon hava hareketinden, rüzgarlardan filan
bahsettiğiniz zaman yüzleri gülmeye başlar. Veya çocuğun doğması, oluşması
konusunda, “bu konuya etkin sadece Allah” dendi mi, ekşir yüzleri; ama çocuğun
oluşumu konusunda Allah berisinde bir şeylerden, işte spermadan, hücreden,
hücrenin döllenmesinden filan bahsettiniz mi, adamların yüzü tabak tabak açılır.
Veya bir mecliste sadece Allah’tan söz ettiniz mi, çatlar patlar adamlar, ama
öyle değil de Allah’ın berisinde bir şeylerden, meselâ senetten, çekten,
geçimden, seçimden, arabadan, piyasadan, ölenden, öldürenden, yemeden, içmeden
bir şeylerden söz edince, adamların yüzleri gülmeye başlar. Coşarlar, gülerler,
tabak tabak açılırlar. Niye? “Hep Allah, hep Allah bıktık yahu! Yeter! Bu kadarı
da olmaz ki!” derler.
Yâni her zaman Allah dendi mi, her
konuda Allah dendi mi mahvoluyorlar. Ama bazan Allah dendi mi, bundan razı
oluyorlar. Meselâ namaz deyin razı adam, oruç deyin razı... Zekâttan bahsedin,
isterseniz malınızın tamamını dağıtın, onu hiç ilgilendirmez. Ama her konuda
sadece Allah dediniz mi, işte o zaman patlıyor, çatlıyor, kahroluyor, mahvoluyor
adam. Yemede, içmede, giyimde, kuşamda, eğitimde, hukukta, her şeyde sadece
Allah dendi mi, pili bitiyor adamın. Meselâ çocuk eğitiminden söz ederken
İslâm’ın çocuk eğitimi konusundaki görüşlerinden de bahsetseniz, fark etmez
bundan razıdır adam. Ama bunu sadece Allah’a izafe ediverdiniz mi, bu konuda
sadece Allah’ın emirlerini söyleyiverdiniz mi, işte bundan razı değildir adam.
İnsan haklarından dolayı filan diye anlatsanız razıdır adam. Meselâ okulda
dersin filan konusunun gündemi diye İslâm’ı anlatsan, bundan razıdır adam. Ama
yeter ki gündemi İslâm değil, ders konusu tespit etsin. Yeter ki gündemi Allah
değil de başka şeyler tespit etsin.
Meselâ İslâm’ın zekâtından,
İslâm’ın infakından, hayırdan, yardımlaşmadan bahsedelim, İslâm’ın kurallarından
söz edelim ama programı başkaları yapsın. Kandil için program yapsın, filorans
programları yapsın, mevlit programları yapsın, o programı o yapsın. Programı
Allah yapmasın yeter ki.
Evet bu adamlar dünyada böyleydi. Ama
bakın ki şu anda onlar, o Allah’a ortak koştuklarınız hepsi dağılıp gittiler,
hepsi yok olup gittiler.
Artık şimdi hüküm yüce olan Allah’a
aittir. İşte şimdi o yüce Allah sizin hakkınızda ebedî azabı hükmetti, cehennem
ateşini hükmetti. Zira o asla kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, şirke asla
rızası yoktur onun. Halbuki:
13. “O size âyetlerini göstermekte ve
sizin için gökten rızık indirmektedir. Ama gönülden Allah’a yönelip dö-nenden
başkası öğüt alıp düşünmez.”
Allah varlığına, imana, cennete,
kulluğa, rubûbiyetine, ulûhi-yetine dair âyetlerini göstermiştir. Delillerini,
alâmetlerini işaretlerini sunmuştur. İşte bu âyetlerden birisi de yağmur
âyetidir. Buradaki rızık ifadesi, yağmura işarettir. Zira rızkın çeşitleri
yağmur vasıtasıyladır. İşte Allah’ın sadece üzerinde düşünüp akıl yormanız
gereken bir âyeti… Bir yağmur âyeti… Sadece bu âyet üzerinde bile ciddi ciddi
düşünüp akıl yorduğunuz zaman, Kur’an’ın hak olduğunu anlayacaksınız. Bu bir tek
âyet bile size Rabb olarak ve İlâh olarak Allah’ın varlığını anlatmaya
yetecektir. Ancak tüm bu âyetleri ancak onlara yönelen, onlarla gönülden
ilgilenen, ciddi ciddi bu âyetler üzerinde düşünen insanlar anlayacaktır.
Düşünün bir kere! Gökten size
muhtaç olduğunuz bir damla yağmuru indirebilecek birileri var mı Allah’tan
başka? Eğer varsa böyle birileri, onlara da kulluk yapabilirsiniz. Burada
Rabbimiz sadece âyetlerinden bir tanesini zikretmiştir. Bunun dışında da sayısız
görsel âyetler vardır, ama bunları, sadece bunlara yönelen kimselerin
anlayabileceği vurgulanıyor.
14. “Öyleyse dini sadece Allah’a hâlis
kılarak Allah’a dua edin. Kâfirler hoş görmese de.”
Dini sadece Allah’a halis kılarak
Allah’a dua edin. Katışıksız din sahipleri olarak, muhlisler olarak Allah’a dua
edin. Allah’a dua edin, Allah’ı çağırın, Allah’a dâvetiye gönderin. Ama zarfın
üzerine başka isimler yazmayın, birilerini duanıza ortak etmeyin. Ya da Allah’a
ibadet edin, birilerini ibadetinize ortak etmeyin. Zümer sûresinde ifade
edildiği gibi:
“Allah’ı bırakıp da kendilerine bir
takım velîler edinenler, “Biz onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye
kulluk ediyoruz,” derler.”
(Zümer 3)
Kâfirler sadece Allah’a ibadet etmeye
asla razı olmazlar. Kâfirler sadece Allah’a dua etmeye asla razı olmazlar. Veya
mü'minler ne yaparlarsa yapsınlar, kâfirler hiçbir zaman onlardan razı olmazlar,
olmayacaklardır. Öyleyse ey mü'minler, siz kendi yolunuza devam edin. Sadece
Allah’a dua edin, Allah’a duanıza başkalarını
karıştırmayın.
Sadece Allah’a kulluk edin, kulluğunuza
başkalarını karıştırmayın. Hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı
bölümlerinde de başkalarının kulu olmayın. Hayatı bölmeyin, ikilem içinde bir
hayata razı olup şirke düşmeyin, diyor Rabbimiz. Ki O dua edeceğiniz, ibadet
edeceğiniz Allah:
15. “Dereceleri yükselten, arşın sahibi
olan, kavuşma günüyle korkutmak üzere kullarından dilediğine emrinden ruh
indiren (Allah’tır).”
O Allah, dereceleri çok yüksek olandır.
Meleklere ve sevdiği kullarına bahşedeceği dereceleri çok olan, çok yüce
dereceleri olan bir Allah’tır. Ya da kullarının derecelerini yükselten, katında
çok yüce dereceler olan Allah’tır. Kullarına dereceler verir Allah. Bakıyoruz,
bugün de birileri dereceler veriyor. Kendi kullarına, kendi kölelerine, kimi
insanların da dereceler verdiğini görüyoruz. Birinci derece, ikinci derece,
üçüncü, beşinci derece gibi dereceler veriyorlar. İlk üç dereceye girenlere,
yâni limon gibi suyunu sıkıp posasını çıkardıklarına, pillerini bitirdiklerine
yeşil pasaport veriyorlar. Sen dekansın, sen bakansın, sen profesörsün, sen
doçentsin gibi dereceler dağıtıyorlar. Veya seni mahiyetime aldım, sen
mukarrabûn’dansın gibi lütuflarda bulunanlar filan görüyoruz. Her Rabb,
kullarına elbette dereceler verir. Ama Allah’ın dereceleri o kadar yüce ki,
katında o kadar yüce dereceler var ki, O’nun verdiği dereceleri hiç kimse
veremez.
“Herkesin yaptığı amellere göre
dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından asla gafil
değildir.”
(En'âm 132)
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size
verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle
üstün kılan odur.”
(En'âm 165)
Bu âyetler, Rabbimizin bu derecelerini
anlatan âyetlerdir. Kimisini zengin, kimisini fakir, kimisini güçlü, kimisini
zayıf, kimisini beyaz, kimisini siyah kılarak, kimilerine imkân vererek,
kimisine sıhhat, kimisine hastalık vererek dereceler takdir etmiştir Rabbimiz.
Ama tüm bu verdiklerini, imtihan için veriyor Rabbimiz. Bu verdikleriyle
kullarını denemek istiyor.
Allah, arşın sahibidir. Allah öyle yüce
ki, arşın sahibidir. Ama Allah Teâlâ arşa hükmediyor, arşla ilgileniyor, ta
arşın üstünde bizi nereden görecek? Bizi nereden duyacak? Bizimle nereden
ilgilenecek? demeyin sakın:
“Siz
neredeyseniz o Allah sizin yanınızdadır.”
(Hadîd 3)
diyordu Hadîd sûresi. Burada da diyor ki
Rabbimiz:
O Allah emrinden, işlerinden bir
bölümünü göndermek üzere Ruh gönderir. Ama bu Ruhla, yâni melekle gönderdiği,
O’nun işlerinin, emrinin tamamı değildir.
İfadesinden bunu anlıyoruz. Allah’ın
başka işleri, başka emirleri de vardır. Semâvâtla alakalı, arşla alakalı,
meleklerle alakalı ve diğer varlıklarla alakalı emirleri, işleri vardır
Allah’ın. Ama bunlardan sadece bir kısmını, yâni bizimle alakalı, dünyayla
alakalı olanları gönderir. Dünyaya, hayata, kullarının hayatına karışmak üzere
gönderir bu emirlerini. Evet bizim hayatımıza karışmak üzere Ruh indirir Allah.
Buradaki Ruh, Kur’an’dır, kalpleri ve ruhları dirilten vahiydir. Çorakları,
ölüleri diriltmek üzere Rabbimiz vahyini indiriyor. İşte dereceleri yüce olan
Allah’ın kullarına verdiği en büyük ve en yüce derecelerinden biri de bu
vahiydir.
Biliyoruz ki, Kur’an’ın bir adı da
Ruhtur. Ruhla münasebeti kesilmiş olanlar da ölüdürler. Kur’an’la ilgisi
kesilmiş insanlar ölüdür.
“Ey iman edenler, Allah ve Resûlü sizi
size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman onlara uyun.”
(Enfâl 24) Âyeti bunu
anlatır.
Allah, emrinden Ruh gönderir
peygamberlerine. Peki ne için gönderir bu Ruhu? Telâk günüyle korkutmak için.
Telâk günü, telâki günü, kavuşma günü, karşılaşma günü, mülâki olma günü,
randevu günüdür. O gün ruhlar bedenlere, göktekiler yerdekilere, öncekiler
sonrakilere, amel işleyenler işledikleri amellerine, kullar Mâbuduna, salih
kullar cennete, diğer kullar cehenneme, ateşe kavuşur… Her şey birbirine kavuşur
o gün.
Telâk, Kur’an’da Rabbimizin bize haber
verdiği kıyametin isimlerinden biridir. Yevm’ül ceza, yevm’üt teğabun gibi
kıyametin isimlerinden biridir. Bir önceki sûrede,
“Size Rabbinizin âyetlerini okuyan ve karşılaşacağınız bu günle sizi
uyaran elçiler gelmedi mi?”
(Zümer 71)
buyurulmuş ve bu günün adı liga olarak
sunulmuştu.
Yine Hakka
sûresinde:
“Ben bu günle karşı karşıya geleceğime
kesinlikle inanıyordum.”
(Hakka 20)
Buyurularak bu günün adı mülâki olarak
anlatılmıştır.
Evet peygamberler, ya da gönderilen
Ruh, insanları öyle bir telâk günüyle uyarsın ki:
16. “O gün onlar meydana çıkarlar.
Onların hiç bir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek
Allah’ındır.”
O gün onlar açığa çıkarlar, her şeyleri
açığa çıkar. Mantar bitiyormuş gibi kabirlerinden dışarı fırlayıp atılırlar.
Halbuki bu adamlar dün bunu inkâr ediyorlardı. Dünyada iken bunu, bu günü
akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bir daha dirilmeyeceklerini, sümen
altı edileceklerini, gizlenip saklanabileceklerini tüm yaptıklarının yanlarına
kâr kalacağını zannediyorlardı. Ama iş hiç de öyle olmamış şimdi diriltilmişler,
gizli-aşikâr tüm yaptıkları, tüm suçları ortaya dökülmüş, tıraşları gözlerinin
önüne inmiştir. Her şeyleriyle açığa çıkarlar. Kendileri, amelleri, niyetleri,
gizledikleri, sakladıkları, yaptıkları, yapmadıkları her şey açığa çıkar, her
şey ortaya dökülür. Fâili meçhul hiçbir şey kalmaz o gün.
İşte insanların dirilip açığa
çıktıkları o gün Allah buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Göktekiler yerdekiler,
kasalarınızdakiler, keselerinizdekiler, altınızdakiler, üstünüzdekiler kimin
bugün? Evleriniz, arabalarınız, kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün?
Hâkimiyet kimin? Söz hakkı kimin bugün?” Yine Allah cevap verecek, buyuracak ki:
“Bu gün mülk, hâkimiyet, Kahhâr olan tek Allah’ındır.”
Peki sadece o gün mü diyecek
Allah bunu? Bugün sormuyor mu Allah bunu? Ya da sadece o gün mü mülkün sahibidir
Allah? Bugün mülkün sahibi o değil mi? Bugün söz sahibi Allah değil mi? Evet,
bugün de mülkün sahibi O’dur. Bugün de, yarın da söz sahibi O’dur. Bugün de,
yarın da mâlik O’dur. Ama imtihan gereği, dünyanın konu-mu gereği dokunmuyor
Allah. O’nu mülkün sahibi bilenlere de, mülkün sahibi kabul etmeyenlere de
dokunmuyor Allah. O’nu Rabb bilenlere de, ondan başka Rabbler kabul edenlere de
dokunmuyor Allah. Namaz kılanlara da kılmayanlara da dokunmuyor.
Evet diyor ki Rabbimiz: “Bugün mülk,
hâkimiyet tek olan, Kah-hâr olan Allah’ındır.” Heybet ve korkusundan tüm
mahlukâtın sustuğu Kahhâr olan Allah’ındır. Kendisinden başka her şeyi mağlup
ederek üstün gelen Kahhâr Allah’ındır.
17. “Bugün herkese kazandığının karşılığı
verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah hesabı çabuk
görendir.”
O gün hüküm, o gün ceza, o gün
adalet günüdür. Adaletin ve hakkın ikame edildiği gündür. O gün hiç kimseye
haksızlık yoktur. Yâni o gün hiç kimseye, hiçbir varlığa en küçük bir
adaletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne yapmadıklarından ötürü birinin
mükafatlandırılması, ne de hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması
biçiminde bir adaletsizlik yoktur o gün. Yâni cezalandırılması gerekirken hak
ettiği bu cezadan kurtulması, cehenneme gitmesi gerekirken yanlışlıkla cennete
gitmesi, cennete gitmesi gereken birinin de yapmadığı şeyler kendisine isnat
edilerek haksız yere cehenneme gitmesi türünde bir zulüm olmayacaktır. Ya da hiç
kimseye hak ettiği cezadan daha fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla
birinin günâhının bir başkasına yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının
cehenneme gitmesi gibi bir adaletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir
adaletsizlik yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir.
Üstelik Allah hesabı seri olandır.
Hesabı çabuk görendir. Bu serilik, hesap-kitap başladıktan sonradır. Ondan önce
hadislerden anladığımız kadarıyla, uzunca bir bekleme olacaktır. Mahşer yerinde
insanlar peygamberlere gidecekler, onlardan hesaplarının bir an evvel bitmesi
konusunda şefaat talep edecekler. Bunu biliyoruz, ama hesap-kitap başladı mı, bu
çok seri olacaktır. O gün süre tanıma, erteleme, geciktirme yoktur. Çünkü hiçbir
durum onu başka bir durumla meşgul olmaktan engelleyemez. Allah hesabı o kadar
çabuk görür ki, Rasûlullah’ın ifadesiyle:
“Gündüz yarılanmadan cennet ehli
cennete, cehennem ehli cehennemde yerini
almıştır.”
(Kurtubî)
18. “Yaklaşan gün hususunda onları
uyar. Çünkü o gün dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir.
Zâlimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçileri vardır.”
Yevm’ül azîfe, yaklaşmakta olan
felaket, gelmekte olan tehlike, ölüm saati veya ölümü bile aratan ateşe atılma
zamanıdır. Kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz merhametinin
gereği olarak, her fırsatta onları uyarmaya devam ediyor. “Kullarım! Unutmayın
ki kıyamet günü size çok yakındır. Sizi size yaklaşmakta olan bu korkunç günle
uyarıyorum. Uyarılarıma kulak verin. Akıllarınızı başlarınıza alın. O gün için
hazırlıklı olun, ansızın beyninizde patlayacak olan o günü hiç bir zaman
hatırınızdan çıkarmayın,” diye sürekli uyarıyor. Meselâ bakın Enbiya
sûresinde:
“İnsanların hesaba çekilecekleri gün
yaklaştı. Hal böyleyken onlar hâlâ gaflet içinde yüz çeviriyorlar.”
(Enbiya 1)
Buyurulmaktadır. Yine Kamer sûresinin
başında:
“Kıyamet yaklaştı ve ay
yarıldı.”
(Kamer 1)
Buyurulmaktadır. Tüm bu âyetlerde
kaybedilecek, boşa harcanacak bir tek saniyenin bile olmadığı anlatılarak
kullarını uyarmaktadır Rabbimiz.
O günün dehşetinden insanların kalpleri
boğazlarına gelmiş ve yutkunmaktadırlar. Kalpleri boğazlarına kadar gelmiş ve
onu yutmak istiyorlar, yâni kalpler boğazlarından fırlayacak hale gelmiş,
kalpler boğazlarına gelip takılmış ne yutabiliyorlar, ne çıkıyor ne de yerine
dönüyor. İnsanlar gerçeği anlamışlar ama bunu yutmaya
çalışıyorlar.
Herkes susmuştur o gün. Zaten o gün
Allah huzurunda ağızları bıçak açmayacak. Allah huzurunda kimin haddine
konuşmak. Allah’ın izin verdiklerinin dışında hiç kimse konuşmaya güç
yetiremeyecektir. Konuşan da o gün doğru konuşacaktır.
“O gün Rahmân’ın izin verdiklerinden
başkası konuşamaz, konuşan da doğru konuşacaktır.”
(Nebe' 38)
O gün zâlimler için hamîm yoktur. Yâni
o gün onlara sıcak bir kucak yoktur. Kimse onlara sıcak bir kucak açmayacak,
onlarla ilgilenen kimseleri olmayacak, hiç kimse onların hallerini hatırlarını
sormayacaktır. “Yahu ne âlemdesiniz? Başınızda bir sıkıntı mı var? Bir derdiniz
mi var? Yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye onlara sıcak bir kucak açacak
kimseleri yoktur.
Sözü dinlenecek bir şefaatçileri de
yoktur onların. Tüm dostları, tüm arkadaşları kendi dertlerine düşmüşler, kimse
onların halini hatırını soramayacaktır.
19. “O Allah gözlerin hain bakışlarını
ve kalplerin gizlediğini bilir.”
Gözler O’nundur, kalpler O’nundur.
Gözleri de bilir, kalpleri de bilir. Gözlerin bakışlarını da, kalplerin
gizlediklerini de bilir. Rabbimiz burada her şeyi ince teferruatına kadar, en
ince noktalarına kadar bilirken, kendisinden utanmamızı, kendisine karşı saygılı
ve dikkatli davranmamızı istemektedir. Allah her şeyi bilir ama dokümantasyon
olarak değil, bilgi merkezi olarak bilmez. Aksine o bilgilerle hükmeder o Allah.
Öyleyse biz de bilgiyi böyle anlatmak zorundayız. Kafamızda sır küpü gibi,
bilgisa yar gibi bilgileri doldurup
depolamayalım, onunla hemen amele koşalım. Amel edelim bu bilgilerle ve onlara
muhtaç insanlara duyurup ulaştıralım inşallah. Zira amele dönüşmeyen bilgi
yüktür kişiye. Bakın Allah buyurur ki:
20.
“Allah adaletle hükmeder. Onu bırakıp ta taptıkları ise hiç bir şeye
hükmedemezler. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten ve görendir.”
Allah bu bilgilerle hükmeder,
hâkimiyetini gündeme getirir. Allah sizin mabutlarınız gibi kör ve sağır
değildir. Allah her şeyi bildiği için, kullarından birini yargılarken, ona onun
hallerinden bazı ayrıntıların gizli kalması söz konusu değildir. Gizlide,
tenhada işlediği amellerin O’na gizli kalması, ya da o amelleri işlerken içinden
geçirdiği niyetin Allah’a gizli kalması gibi bir şey söz konusu değildir. Çünkü
Allah her şeyi bilendir. Ama sizin şu anda mâbud kabul ettikleriniz, ilâh kabul
ettikleriniz bu gizlilikleri asla bilemezler.
İşte görüyoruz, onlar bir insanı
yargılarlarken işlediği bir amelin sadece dış görünüşüne bakarak yargılarlar.
Kişinin o anda kalbinden geçen niyetini kesinlikle bilemezler. İşte görüyoruz
Allah’tan başka hükmedenlerin hükümleri ortada. Allah’tan başka kanun koyanların
kanunları ortada. Bilgileri tam olmadığından, suçsuzu suçlu, suç-luyu suçsuz
yapabiliyorlar. Kanunları bir kaç yıl bile dayanmıyor.
Bir de Allah hak ile hükmeder. Kitabını
hak ile indirmiş, Peygamberini hak olarak göndermiştir. Gökleri ve yeri hak
olarak yaratmıştır. Hak ile hükmeder ve hükmünü de tamamıyla icra eder. Allah
hakkı gerçekleştirir, hakkı yerine getirir. Allah dışında onların
putlaştırdıklarının hiçbirisi, hiçbir şeyi kaza edemezler. Kendi başlarına
hiçbir şeye hüküm verip onu infaz edemezler. Çünkü hepsi de Allah’a boyun büküp
teslim olmuşlardır. İşte ateş yakmadı İbrahim’i, işte bıçak kesmedi İsmail’i…
Onlar hükmedemedikleri gibi hükümlerini yerine de
getiremezler.
Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işiten ve
bilendir. Peki ne demektir hakkıyla işitmek? Hakkıyla işitmek, işittiğine icabet
edebilmek demektir. Allah işittiklerine icabet etmek üzere işitir. Başka şeyler
de işitir, ama hiçbirisi icabet edemez. İşittiklerinin imdadına yetişemez. Hadi
çağırın bakalım imdadınıza yetişen birilerini bulabilecek
misiniz?
21. “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı
ki, kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu görsünler. Onlar
kuvvet ve yeryüzündeki eserleri yönünden bunlardan daha da üstündüler. Böyleyken
Allah onları günâhları yüzünden yakalayıverdi. Onları Allah’ın azabından
kurtaran da olmadı.”
Kim koruyabilir ki onları Allah’ın
azabından? Allah’ın azabından onları koruyacak sadece imandı, sadece ameldi. Ama
onların ne imanları vardı, ne de amelleri. Halbuki onlar sizden çok daha
güçlüydüler. Güçlerinin zirvesinde bulunuyorlardı. Eserleri de sizinkilerden çok
güçlüydü. Çığır açmaları yönünden, iz bırakmaları yönünden, arza hakim olmaları
yönünden sizden çok daha güçlüydü onlar.
“Andolsun ki onları sizleri yerleştirmediğimiz
yerlere yerleştirmiştik.”
(Ahkâf 26)
“Toprağı alt üst etmişler ve onu
kendilerinden daha çok imar etmişlerdi.”
(Rum 9)
Bu kadar güçlü olmalarına rağmen
günâhları sebebiyle Allah onları yakalayıverdi de, ağızlarının payını veriverdi.
Günâhları sebebiyle Allah onları muâheze ediverdi. Demek ki günâh yakayı ele
verme sebebidir. Tüm yakalanmalar, tüm muâhezeler günâhla ilgilidir.
22.
“Bunun sebebi peygamberleri kendilerine apaçık mûcizeler getirdikleri halde
inkâr etmeleri idi. Allah da onları tutup yakalayıverdi. Doğrusu o kuvvetlidir,
cezalandırması da pek şiddetlidir.”
Peygamberleri onlara apaçık
Beyyine’lerle, Allah’ın âyetleriyle gelmişlerdi. Taşıdıkları sıfatlar ve
özellikler yönünden peygamberler hiç kimsenin inkâr edemeyecekleri kimselerdi.
Bu yönden apaçıktı Allah’ın elçileri, getirdikleri âyetler de öyleydi. Hiç
kimsenin inkâr edemeyeceği, reddedemeyeceği âyetlerdi onlar. Ama onlar, o
peygamberleri de, getirdikleri mesajı da reddedince Allah da onları
yakalayıverdi. Allah’ın yakalaması pek çetindir. Kimse Allah gibi yakalayamaz,
kimse O’nun gibi cezalandıramaz.
Bakın burada bir örnek verecek
Rabbimiz. Bu yakalamaya ve cezalandırmaya bir örnek. Daha önceki âyetlerde
anlatıldığı gibi, güçlerine, kuvvetlerine, devletlerine, saltanatlarına
güvenerek Allah’a ve onun elçilerine karşı müstekbirce bir tutum sergileyen,
kendilerine apaçık Beyyine’lerle gelen Allah elçilerini yakalamaya çalışan,
onları susturmaya çalışan ve bu yüzden de helâk edilenlerden bir örnek daha
sunacak Rabbimiz:
23,24. “Andolsun ki biz Mûsâ’yı mûcizelerimiz ve
apaçık hüccetle Firavun, Hâmân ve Kârun’a gönderdik. Onlar, “bu çok yalancı bir
sihirbazdır,” dediler.”
Diyor ki Rabbimiz, “biz Mûsâ’yı
âyetlerimizle gönderdik.” Bizim varlığımıza, kendisinin peygamberliğine delil
olmak üzere âyetlerle gönderdik onu. Âsâ âyeti, yed-i beyzâ âyeti ve diğer
âyetlerle, apaçık alâmetlerle gönderdik onu. Hz. Mûsâ’nın kendisiyle
gönderildiği âyetler, Zuhruf sûresinde ve diğer sûrelerde anlatılır. Bunları
şöylece özetleyebiliriz:
1. Sihirbazların Hz. Mûsâ’nın
karşısında yenilmeleri ve müs-lüman olmaları âyeti.
2. Hz. Mûsâ’nın önceden haber verdiği
açlık ve kıtlığın, Mısır’ı kasıp kavurması.
3. Hz. Mûsâ’nın duasıyla Mısır üzerine
bir bulut gibi çullanan çekirgeler ordusu.
4. Allah’ın peygamberinin arzusuyla,
tüm Mısır’ı bit ve pirelerin sarması. Tüm evleri barkları, yatakları yorganları
bitle dolmuş, buğday ambarları ve ekonomileri mahvolmuştu.
5. Mûsâ’nın (as) işaretiyle
kurbağaların yağması ve tüm evlerine, eşyalarına kurbağaların dolup istilâ
etmesi.
6. Allah’ın, Firavun oğullarına kan
göndermesi. Mısır’ın tüm çeşmeleri kan, lavaboları kan, kuyuları kan, nehirleri
kan tüm suları bir anda kan oluvermişti.
7. Tufanın gelişi. Her şeyi yerle bir
eden tufanın gelişi.
İşte Rabbimiz peygamberini bu tür
âyetlerle göndermişti, bir de:
Açık bir sultanla, açık bir sultayla,
yâni haklılıkla gönderdik diyor Rabbimiz. Yâni Mûsâ giderken haklıydı. Tâ baştan
haklıydı Mûsâ (as).
Mûsâ’nın Firavun’a gönderiliş misyonunu
A’râf sûresinden öğreniyoruz. Görevi ilk olarak Firavun’u ve çevresindekileri
Allah’a imana dâvet etmek, ikinci olarak da İsrail oğullarını Firavun’un
köleliğinden kurtarmaktı.
Dediler ki, “bu bir sihirbazdır.” Hz.
Mûsâ, Firavun’un karşısına ilk çıktığında ona gösterdiği âsâ ve yed-i beyzâ
mûcizelerinden sonra, Firavun ve çevresindeki danışmanları, “bu bir
sihirbazdır,” dediler. Peki şimdiye kadar hangi sihirbaz bunları
gösterebilmişti? Hangi sihirbaz bu cesareti gösterebilmişti? Bir adam öldürmüş,
Mısır’dan kaç-mış, uzun bir süre Medyen’de sığındıktan sonra şimdi güpegündüz
elinde âsâsıyla Mısır’a, hem de dünyanın en büyük, en zâlim, en güçlü devletinin
sarayına elini kolunu sallaya sallaya girip, karşısına dikilip onlara hakkı
tebliğ ediyordu. Hangi sihirbaz becerebilirdi bunu? Hangi sihirbaz kendisine
mutlak ceza verecek olan yeryüzünün en zâlim ve en güçlü ordusuna sahip olan bir
kralın sarayına böyle bir cesaretle girebilmişti bugüne kadar? Şimdi böyle zâlim
bir idarecinin karşısında hangi sihirbaz bir asayı yılan haline getirebilirdi?
Hangi sihirbaz bir el çabukluğuyla, bir göz işaretiyle koskoca bir ülkeyi böyle
açlık ve felakete sürükleyebilirdi? Hangi sihirbaz bir ülkenin tamamının
evlerine kurbağalar, çekirgeler, bitler doldurabilirdi? Hangi sihirbaz tüm
suları kan haline getirebilirdi?
Evet bu güne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bunları? Firavun Hz. Mûsâ’nın gösterdiği bu müthiş
mûcizeler karşısında öylesine şaşırmıştı ki şöyle diyordu: “Sen bizi sihrinle
yurdumuzdan çıkarmaya, bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısır’ın yönetimini eline
ge-çirmeye mi geldin?” Oysa kesinlikle biliyorlardı ki, o güne kadar hiç bir
sihirbazın sihir gücüyle bir memleketi fethettiği görülmemişti. Sihirbazlar
sadece kendisinden mükafatlar alabilmek için o güne kadar onun ayaklarını
öpmekten başka bir şey yapmamışlardı, bunu çok iyi biliyordu.
Onun içindir ki Firavun’un, hem
“sen bir sihirbazsın” demesi, hem de arkasından “sen benim krallığımı ele
geçirmek istiyorsun” de-mesi onun kafasının ne denli karıştığını göstermektedir.
Bu, Firavu-n’un ve onun yanında yer almış peygambere sihirbaz diyen bu devlet
erkanının onun bir sihirbaz değil tüm bunları Allah desteğiyle gösteren bir
peygamber olduğunu anladıklarını, ama saltanatlarının, statülerinin yok
olmasından endişe ettikleri için onu reddetmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Firavun ve adamları, Hz Mûsâ’nın
mantıklı konuşması ve de gösterdiği mûcizeler karşısında, sadece saraydaki
adamları değil, aynı zamanda bütün halkı da etkileyeceğini anlamıştı, bu yüzden
ellerindeki mevkileri, iktidarları ve nüfûzları ile hakka karşı koymak
isti-yorlardı.
Burada dikkat ederseniz Hz. Mûsâ’nın
(as) Firavun, Karun ve Hâmân’a gönderildiği anlatılıyor. Bu üç kişiden Firavun
ve Hâmân Kıptilerin ileri gelenlerinden, Karun da İsrail oğullarındandır. Hâmân,
Firavun’un veziridir. Karun da para babasıdır. Parasının büyük bir bölümünü
düzenin devamına harcayan, düzen devam ettikçe de para kazanan
birisidir.
25. “İşte Mûsâ tarafımızdan kendilerine
hakkı getirince, “Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları
sağ bırakın!” dediler. Ama kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar.”
“Mûsâ’ya iman edenlerin oğullarını
öldürün, kadınlarını sağ bırakın” diyorlar. İşte küfrün, kaba kuvvetin mantığı
budur. Hak karşısında delil bulamayınca, bâtılın sarıldığı sarılacağı en
kestirme yol budur. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Dün de, bugün de küfrün
mantığı hiç değişmemiştir. Asmak, kesmek, hapsetmek, susturmak ve öldürmek.
Firavun, Hz. Mûsâ doğduğu günlerde de böyle bir tedbir almıştı. Bu emir ya
Firavun’un ikinci bir emridir, ya da öncekini uygulayan Firavun ölmüştür de onun
yerine geçen oğlu ikinci Firavun böyle bir emir vermiştir.
26. “Firavun, “bırakın beni, Mûsâ’yı
öldüreyim! Eğer kurtulabilirse Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun dininizi
değiştireceğinizden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum”
dedi.”
Daha önceki âyetlerde geçmişti; her
toplum, yok etmek, susturmak, öldürmek için peygamberlerin peşine takıldılar
buyurmuştu ya Rabbimiz, işte burada buna bir örnek veriliyor. Bakın Firavun
diyor ki, “bırakın beni, tutmayın beni de onu öldüreyim.” Korkak pehlivan.
“Bırakın beni be! Tutmayın beni! Tutun beni de bırakın öldüreyim onu!” Tam bir
korkak pehlivan yâni. Bakın Mûsâ’yı öldürmek istediğini, onu öldürecek güçte
olduğunu, buna gücünün yettiğini, ama birilerinin kendisini engellediğini ifade
etmeye çalışıyor. Oysa onun içini kemiren korku, Allah’ın elçisine el
kaldırmasına engel oluyordu.
Nitekim bakıyoruz, daha sonra ona
iman eden sihirbazları öldürüyor, ona inanan garibanları öldürüyor ama Mûsâ’ya
yine de do-kunmuyor, dokunamıyor. Mûsâ’ya (as) ilişmeye cesaret bulamıyor
kendisinde. Mekke’de de görülen buydu. Mekkeli müşrikler, Rasûlul-lah’a iman
eden garibanları öldürmeye çalışırken, Rasûlullah’a dokunmaya cesaret
edemiyorlardı. Biliyorlar aslında bu kâfirler peygam-beri öldüremeyeceklerini.
“Bırakın beni, onu öldüreyim! Eğer
kurtulabilirse Rabbine dua etsin!” diyor. Eğer kurtulabilirse Rabbine dua etsin
ifadesini iki sebeple söylediğini düşünüyorum:
1. Firavun, bu sözüyle Mûsâ’yla alay
ediyor, istihzâ ediyor. Hem Mûsâ’yı, hem de Mûsâ’nın Rabbini küçük düşürmek
istiyor. Yâni kendi iktidarı ve saltanatı karşısında Mûsâ’nın duasının bir işe
yaramayacağını, dua etse de kendisine herhangi bir yardım ulaşmayacağını ortaya
koymak istiyor. “Hadi dua et de, kurtarabilirse benim elimden kurtarsın seni
Rabbin!” demeye çalışıyordu alçak.
Yâni Mûsâ’nın sözünü ettiği Rabbi
sakın sizi korkutmasın. Çünkü onun hakikati yoktur. “Sizin en yüce Rabbiniz
benim! Sizin benden başka Rabbiniz yoktur. Bu ülkede kanun koyma hakkı, emretme
ve yasaklama hakkı, haram ve helal koyma hakkı bana
aittir!”
2. Bir ikinci sebebi de
çevresindekilere karşı dindarlık gösterisinde bulunuyordu. Yâni bir yandan bu
sözleriyle Allah’a ve peygamberine karşı küfrünü ortaya koyarken, öbür taraftan
da dikkat edin bu sizin dininizi değiştirecek, diyerek çevresindekilere karşı
dindarlık gösterisinde bulunuyordu. “Dikkat edin ey ahali, bu adam sizin
dininizi değiştirecek! Halbuki bizler dinimize bağlı insanlarız! Bunun dininizi
değiştirmesine asla müsaade etmeyin!” demeye çalışıyordu.
Bu adam sizin dininizi değiştirecek.
Din bir hayat tarzıdır, din bir yaşam biçimidir. Din yönetimin işleyiş
biçimidir. Yâni diyor ki Firavun, “o sizin hükümdarınızı değiştirecek,
siyasetinizi, yaşam biçiminizi, kültürünüzü, medeniyetinizi, ekonomi
anlayışınızı, kılık-kıyafet anlayışınızı, eğitim düzeninizi değiştirecek!” Yâni,
“ben onun sizi bana ibadetinizden koparıp, kendi Rabbine ibadete götüreceğinden
korkuyorum,” diyordu. “Sizi benim arzularımı gerçekleştirmenizden, bana
kulluktan çıkarıp, kendi Rabbinin arzularını gerçekleştirmeye götüreceğinden
korkuyorum,” diyordu.
Demek ki Firavun, Mûsâ’nın
bunları değiştirmek üzere geldiğini biliyordu. Biliyordu ki peygamber içinde
bulunduğu topluma uymak için gelmez. Biliyordu ki peygamber uzlaşmacı değildir.
Biliyordu ki peygamber yeryüzünde Allah’ın istediği hayat tarzını
gerçekleştirmek üzere gelirdi. Biliyordu ki peygamber kesinlikle yeryüzünde
Allah’ın kullarının Allah’tan başkalarının kanunlarına itaat ederek, Allah’tan
başkalarının arzularını gerçekleştirerek Allah’tan başkalarına kulluk etmelerine
asla razı olmayacaktı. Biliyordu ki, peygamber yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini
gerçekleştirmek ve Allah berisinde tüm tâğutların hâkimiyetlerine son vermek
üzere gelmektedir.
Firavun bunu çok iyi biliyor ve
korkuyordu. Fakat her sahtekâr politikacı gibi, kendi iktidarının, kendi
egemenliğinin elden gideceğini söylemiyor da, “ey ahali, dikkat edin bu adam
sizin dininizi, sizin hayat programınızı, sizin sisteminizi değiştirmek, sizin
huzurunuzu kaçırmak istiyor. Bırakın beni de onu öldüreyim!” diyordu. “Ben
kendimi değil, kendi saltanatımı değil, kendi iktidarımı değil sizleri
düşünüyorum. Zira o bir vatan hainidir. O bir vatan düşmanıdır. O sizin
düşmanınızdır” diyerek çevresindekilerin desteğini almaya çalışıyordu. “Ken-dim
için istiyorsam namerdim! Onun yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum,”
diyor.
Peki acaba Firavun’a göre fesat
nedir? Firavun’a göre fesat, kendi düzeninin bozulmasıdır. Firavun’a göre fitne,
kendi egemenliğinin sarsılması, insanların kendisine kulluğunun bitmesidir.
Halbuki fesat, yeryüzünde yeryüzünün sahibi olan Allah’ın koyduğu düzenin
bozulmasıdır. Yeryüzünde en büyük fesat kulların kullara rabliği ve kulluğudur.
Kendisini yaratıcısına kulluk makamından indirip ya kendi kendisine ya da
kendisi gibilere kulluğa yönelten kişi yeryüzünde en büyük fesadı
gerçekleştirmiş demektir.
Tüm tâğutların, Allah’a hâkimiyet
tanımayan, Allah’a söz hakkı vermeyen, yeryüzünde Allah sisteminin uygulanmasına
geçit vermeyen, yeryüzündeki Allah kullarının, Allah’a kulluğunu engelleyerek
kendilerine kulluğa çağıran tüm tâğutların iddiasıdır bu. Ne zamanki kendi
tanrılıklarını bitirecek bir hareket görürlerse, hemen düzen elden gidiyor,
fesat çıkarıyorlar diye feryadı basarlar. Halbuki esas fesat, esas bozgunculuk,
yeryüzünde Allah kullarının Allah’tan başkalarına kulluk etmesidir. Esas fitne,
yeryüzünde Allah’ın kullarının kendi hür iradeleriyle kime kulluk edeceklerine,
kimin kanunlarına itaat edeceklerine karar verme haklarının ellerinden
alınmasıdır. İnsanları zorla kendi kanunlarına uyarak kendilerine kulluğa
zorlamaktır. İşte asıl fitne, asıl fesat budur.
27. “Mûsâ da: “Ben hesap gününe
inanmayan her kibirliden benim de Rabbim sizin de Rabbinize sığındım!”
dedi.”
Mûsâ (a.s) diyor ki, “ben, beni
koruması için Allah’tan eman istiyorum. Allah’ın koruması altına giriyorum.”
Zaten böyle bir durumda bir müslümanın yapabileceği başka bir şey de yoktur. Tüm
dünya kendisine düşman bile olsa, o tüm dünyadakilerin zimamı elinde olan
Allah’tır. Allah mutlak güç, kuvvet sahibidir. Kendisine sığınanı koruyacak ve
tüm dünyayı onun önünde eğilmeye zorlayacaktır.
28.
“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü’min adam şöyle dedi: “Siz bir
adamı “Rabbim Allah-tır” diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size
Rabbi-nizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o bir yalancı ise yalanı
kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği azabın bir kısmı gelip
size çatar. Şüphesiz ki Allah haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola
eriştirmez.”
Kimileri bu mü'min kişinin İsrail
oğullarından birisi olduğunu söylemişlerse de, âyet-i kerîmedeki:
İfadesine bakılırsa, onun Kıptilerden,
Firavun’un hânedanından, Firavun’un akrabalarından birisi olması daha
muhtemeldir. Süddî, bu mü'min kişinin Firavun’un amcasının oğlu olduğunu söyler.
İbni Abbas, Kasas sûresinde daha önce Hz. Mûsâ Mısır’da bir Kıptiyi öldürünce,
kendisine yardım eden mü'min kişiden ve Firavun’un karısından başka hiç kimse
Mûsâ’ya inanmamıştır der:
“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi:
“Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal
buradan çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim,” dedi.”
(Kasas 20)
İşte bu mü'min kişi, Allah’ın elçisini
öldürmek isteyen Firavu-n’un karşısına dikilmiş, bu yüzden de kendisine âl-i
Firavun’un mü'mi-ni denmiştir. İşte bu müminin şanlı mücâdelesi, bu sûrede
anlatıldığı için de bu sûreye onun adına izâfeten, “Mü'min sûresi” denmiştir.
Bu Allah’ın mü'min kulu, önceleri
imanını gizliyordu. Ama iş ciddiydi. Allah’ın peygamberi Mûsâ’nın öldürülmesi
söz konusuydu. Böyle ciddi bir durumda artık gizlenmenin anlamı kalmamıştı. Önce
bu mü'min kişinin yavaş yavaş nasihatle işe başladığını, sonra da açıktan açığa
savaşın içine girdiğini görüyoruz. Bakın diyor ki:
“Rabbim Allah’tır” diyen bir adamı
öldürmek mi is-tiyorsunuz?”
Rabbim Allah dediği için bir adamı
öldürmek mi istiyorsunuz?
“Halbuki o size Rabbinizden apaçık
mûcizeler ge-tirmiştir.”
Mûsâ (a.s) onlara âsâ ve yed-i beyzâ
mûcizelerini gösterdikten sonra diyordu bunu. O size gösterdiği bu mûcizelerle
bir peygamber olduğunu ispat etti.
“Eğer o bir yalancıysa yalanı
kendisinedir.”
Eğer bu iddiasında o bir yalancıysa,
bunun zararı kendisinedir. Bu yalanının vebâlini kendisi çekecektir. Size
herhangi bir zararı dokunmayacaktır. Eğer o bir yalancıysa, bunun zararı sadece
kendisine dokunacaktır. O yalanının zararı kendisinden öteye geçmeyecektir.
Yalancının mumu yatsıya kadar yanacak ve sonunda sönecektir. Dolayısıyla hemen
onu öldürmeye kalkmayın, ona mühlet tanıyın ki, yalancı mı doğru mu olduğu
anlaşılsın.
“Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit
ettiği azabın bir kısmı bile olsun size gelip çatar.”
Eğer doğru söyleyen bir elçiyse, o
zaman onun sizi tehdit ettiği azapların bir kısmı dünyada sizin başınıza
gelebilir.
“Şüphesiz ki Allah haddi aşan yalancı
kimseyi doğru yola eriştirmez.”
Allah kesinlikle yalancı ve müsrif
kimseyi başarıya ulaştırmaz. Mü'min kişi bu sözüyle şunu anlatmaya çalışıyordu:
1. İyi düşünün ey kavmim, bu adam
gerçekten yalancı birisi olsaydı, Allah kesinlikle ona yardım etmez, ona müzâhir
olmaz, yâni size gösterdiği bu mûcizeleri ona vermezdi. Allah, onu bu tür
mûcizelerle desteklemezdi.
2. Eğer o bir yalancıysa, toplumda
hiçbir değeri olmayacağından, hiç kimse böyle bir yalancıya itibar edip onun
peşine takılmayacağından, korkmanıza gerek yoktur.
Mekke’de Rasûlullah’ı bu işten
vazgeçirmek için yanına gidip onu dinledikten sonra, tüm düşünce sistemi allak
bullak olarak dışarıya çıkan Velid bin Muğire de böyle demişti. Velid onun
Allah’ın peygamberi olduğunu anlamış ve kendisini merakla bekleyenlere şöyle
demişti: “Vallahi ben şiirin âlâsını bilirim, bu adamın dediklerinin şiirle uzak
ve yakından hiçbir ilgisi yoktur. Ben sihiri de tanırım, bunun dediklerinin
sihirle de ilgisi yok. Benim size diyebileceğim bir tek şey var. Bırakıverin onu
kendi haline. Eğer doğru söylüyorsa, gerçekten bir peygamberse, Allah onu
mutlaka zafere ulaştıracak ve siz de onun zaferlerinden, şereflerinden istifade
edersiniz. Yok eğer o bir yalan-cıysa, zaten kimse peşine takılmayacaktır,
korkmanızın bir mânâsı kalmaz.”
3. Bir de bu mü'min kişi aslında bu
sözleriyle Firavun’a laf dokunduruyor ve taş atıyordu. “Eğer sizler yalan
uydurarak, haddi aşar ve Allah’ın elçisini öldürmeye kalkarsanız, Allah size
hiçbir zaman hidâyeti nasip etmeyecektir,” diyordu.
Buna istidrâc’ül muhâtap denir. Yâni
karşıdakini yavaş yavaş istediği noktaya getirme sanatı. Dikkat ediyorsanız, “ey
kavmim Rab-bim Allah diyen bir adamı öldürecek misiniz?” diyor. Hz. Mûsâ’yı
tanı-mıyormuş gibi davranıyor, Firavun’un sadık adamlarından birisiymiş ve
kavminin iyiliğini düşünüyormuş gibi davranıyordu. Böylece sözünün, nasihatinin
etkili olacağını düşünüyordu. Hz. Mûsâ’yı tanımış ve ona inanmış biri edâsıyla
nasihat ettiği zaman çevresindekilerin, “tamam, zaten sen de onlardansın! Sen de
ona inanmış birisin!” diyerek sözlerine itibar etmeyeceklerinden endişe
ediyordu.
Dikkat ederseniz, "Eğer o bir
yalancıysa" sözünü öne almış, böylece kendisini kamufle etmeyi denemiştir. Ama
giderek daha da etkili olabilmek için, sözlerinin dozajını artırarak imanını
ortaya koymaya başlıyor:
29. “Kavmim! Bugün yeryüzüne hakim
kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah’ın azabı gelip bize çatarsa bize
kim yardım eder?” Firavun: “Ben size kendi görüşümü söylüyorum ve yine size
ancak doğru yolu gösteriyorum,” dedi.”
Diyor ki mü'min kişi: “Ey kavmim! Şu
anda mülk sizindir. Şu anda mülk sizdedir. Yâni Mısır’ın iktidarı bugün sizin
elinizdedir. Mısır’da İsrailoğullarına galip gelmiş ve egemenliği onların
elinden almış, onları ezip köle haline getirmiş durumdasınız. Allah’ın şu anda
size verdiği güç, kuvvet, iktidar, saltanat gibi nimetlerini hiç düşün-müyor
musunuz? Tüm bunları size Allah vermedi mi? Bütün bu nimetleri size Allah’tan
başkaları mı verdi? Bütün bu nimetleri size bahşeden Rabbinize karşı niçin
nankörlük yapıyorsunuz? Niçin onu ve nimetlerini unutup da onun elçisine böyle
davranarak onun gazabına dâvetiye çıkarıyorsunuz? “Rabbim Allah” diyen ve size
Rabbinden mûcizeler getirmiş bir Allah elçisini öldürmeye kalktığınız zaman onun
azabından bizi kim kurtarabilecek?” “Biz,” diyerek hem kendisinin de onlardan
olduğunu hissettiriyor hem de onları düşünmeye dâvet ediyor.
İfadeden anlaşılıyor ki, bu tartışma
büyük bir kalabalığın önünde cereyan etmiştir. Bu akıllıca ve düzgünce yapılan
nasihatler karşısında, gururu kendisini günâha götüren, çevredekilerin bu
nasihatlerden etkilenmesinden korkan ve başka âyetlerin ifadesinden anlıyoruz
ki, kendisi de onun hak peygamber olduğunu bilen Firavun, o mü'minin sözlerini
keserek hemen ileri atılır ve söze karışır.
Halbuki o da biliyordu ki Mûsâ Allah’ın
elçisiydi.
“(Mûsâ Firavun’a:) “Pekâlâ sen de
biliyorsun ki, bunları birer ibret olmak üzere ancak göklerin ve yerin Rabbi
indirdi,” dedi.”
(İsrâ 102)
“Kendileri de bunlara yakînen
inandıkları halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler.
Bozguncuların sonlarının nasıl olduğuna bir bakın.”
(Neml 14)
Hz. Mûsâ’nın hak elçi olduğunu Firavun
da biliyordu, çevresindekiler de biliyorlardı. Ama Firavun kibrinden ötürü,
mahiyetindekiler de Firavunun korkusundan dolayı
reddediyorlardı.
“Andolsun ki Mûsâ’yı mûcizelerimizle ve
apaçık bir delille Firavun’a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar
Firavun’un emrine uydular. Oysa Firavun’un emri doğru
değildi.”
(Hud 97)
Onun Allah’ın elçisi olduğunu Firavun
da, çevresindekiler de biliyordu ama gururu kendisini günâha sevk eden Firavun,
o mü'minin sözünü keserek şöyle diyordu: “Fitnenin kökünü kesmek için ben size
diyeceğimi dedim. Mûsâ’yı öldürmenin dışında benim ortaya koyabileceğim bir
fikrim yoktur. Bununla da ben size sadece doğru yolu ve iyiliği göstermiş
oluyorum.” Firavun’un bu ifadelerine bakılırsa, onun, bu mü'min kişinin mü'min
olduğunu anlamadığı anlaşılıyor. Değilse Mûsâ’ya kızacak yerde ona kızmalıydı.
Ama bakıyoruz, Firavun hâlâ Mûsâ’ya kızgınlığını dile
getiriyor.
Fakat bu yiğit mü'mini bu palavralar da
durduracak değildi. Ne pahasına olursa olsun, o bu beyinsizleri bu işten
engelleyecekti. Allah’ın elçisinin öldürülmesine asla izin vermeyecekti. Önceki
nasihatlerinin neticeyi sağlamadığını gören yiğit mü'min, onlara başka yönden
tesir etmeyi dener. Öncekilerin âkıbetlerine dikkat çekerek onları uyarmayı ve
kalplerini eritmeyi dener. Kendilerinden öncekiler de tıpkı onlar gibi Allah’ın
elçilerini yalanlamış ve Allah onları yerin dibine batırmıştı. Öncekilerin bu
korkunç âkıbetleri, sonrakiler için elbette canlı birer ibret levhasıydı. Ve bir
silâh olarak bu mü'min bunu kullanmalıydı.
30,31. İman etmiş kişi dedi ki: “Ey
kavmim! Doğrusu ben sizin için Nuh kavminin, Âd, Semûd ve onlardan sonra
gelenlerin durumu gibi (Peygamberleri yalanlayan) toplulukların başlarına gelen
bir günün benzerinden korkuyorum. Allah kullarına bir zulüm dileyecek
değildir.”
“Ey kavmim, ben sizin için sizin
başınıza Nuh, Âd ve Semûd kavminin başına gelen yevm’ül ahzâb’dan korkuyorum.
Allah’ın elçilerini yalanlayan bu toplumların başına gelen bir günün, sizin de
başınıza gelmesinden korkuyorum. Onların âkıbetlerine sizin de mâruz
kal-manızdan endişe ediyorum. Allah asla kullarına azap etmeyi murad etmez,
kullarını suçsuz yere cezalandırmaz, asla kullarını helâk etmeyi istemez. Ama
onlar haddi aşarak azabı hak edince de, artık adaleti gereği Allah azabını
gönderiverir. Öyleyse onların yok edilmesi adalettir. Zira yaptıklarıyla onlar
bunu hak ettiler. İşte ben, sizin için böyle bir azabın gelmesinden ve tıpkı
onlar gibi yerin dibine batırılacağınızdan endişe ediyorum.”
32,33. “Ey kavmim! Gerçekten sizin için
o tenâd gününden, arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. (O gün) sizi
Allah’tan (ve onun azabından) kurtaracak hiç kimse yoktur. Allah kimi
saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek de yoktur.”
O mü'min diyor ki: “Ey kavmim sizin
için tenâd gününden korkuyorum. Yevm’üt Tenâd; Tenâdi günü, nidalaşma günü,
bağrışıp çağrışma günü demektir ki, bu, kıyamet günüdür. O gün insanlar bağrışıp
çağrışacaklar. “Aman! İmdat! Yetişin! Yetişen yok mu? Kurtaran yok mu?” diye
feryad u figan edecekler. İniltilerin gürültülerin ayyûka çıktığı bir ortam
olacak. Diyor ki o mü'min, “ey kavmim, ben sizin için böyle bir günde bağrışıp
çağrışacağınızdan korkuyorum. Allah’ın elçisine karşı takındığınız bu
tutumunuzdan ötürü, kıyamet günü ateşle karşı karşıya geleceğiniz gün bağırıp
çağırarak kaçışacağınızdan, böyle bir durumla karşı karşıya kalacağınızdan
korkuyorum.” Buradaki bağrışıp çağrışmayı şöyle anlıyoruz:
1. Cehennemi görünce insanların oraya
girmemek için bağrışıp çağrışmaları, acı acı feryat etmeleridir. Rahmân
sûresinde Rabbi-miz, melekler insanları cehenneme doğru sürüklerken onların
bağırıp çağırarak, acı acı feryatlar atarak kaçmaya çalışacaklarını ama asla
ateşten kaçamayacaklarını anlatır.
“Ey cin ve insan toplulukları! Hadi
gücünüz yetiyorsa göklerin ve yerin çevresinden geçip kurtulun. Ferman olmadıkça
asla geçemezsiniz”
(Rahmân 33)
Buyuracak ama insanların asla buna
güçleri yetmeyecek ve o ateşten kurtulma imkânı bulamayacaklar. Veya o gün
insanları bir araya toplayan melekler nida ederler, bağırıp çağırırlar.
Cennetliklerin cehennemdekilere, cehennemdekilerin de cennetliklere nida
edecekleri bir gündür. A’râf sûresinde bu şöyle anlatılır:
“Cennet ehli cehennem ehline: “Biz
Rabbimizin bize vaadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vaa-dettiğini
gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler.”
(A’râf 44)
Yâni, “nasılmış? Ne diyorsunuz? Yapar
mıymış Allah dediklerini? Vaadleri gerçek miymiş? Biz Rabbimizin bize vaadettiği
cenneti, devlet ve nimeti hak bulduk, gerçek bulduk; nasıl, siz de cehennem
ateşini hak buldunuz mu? Gerçek miymiş, yoksa yalan mıymış söyleyin bakalım,”
diye nida edecekler. Yine aynı sûrenin devamında cehennem ehlinin de şöyle nida
edecekleri anlatılır:
“Cehennem ehli cennet ehline: (Ey ehli
cennet!) Şu sularınızdan ve Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin!”
diye seslenirler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır,”
derler.”
(A’râf 50)
“İşte ey kavmim! Gelin Allah’ın
elçisini yalanlamaya kalkmayın! Onu öldürmeyi hiç denemeyin! Eğer ona karşı
böyle davranırsanız, sizin için bu bağırıp çağırma gününden korkuyorum,” diyerek
onların yüreklerini hoplatmaya ve bu işten vazgeçirmeye çalışıyordu. Devam
ediyor kahramanın nasihatleri:
34. “Andolsun ki (Mûsâ’dan) önce Yusuf
da size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe
edip durmuştunuz. Nihâyet o vefat edince: “Allah ondan sonra bir daha peygamber
göndermez,” dediniz. İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böylece
saptırır.”
“Evet ey kavmim! Sizler Yusuf’u
biliyorsunuz. Allah’ın izniyle onun, kralın rüyasını en güzel biçimde tabir
ederek ülkenizi yedi yıl süren kıtlıktan nasıl kurtardığını, Hz. Yusuf’un
yönetiminin ne kadar bereketli ve âdil olduğunu, Mısır’ın ondan sonra böyle
mutlu bir dönem yaşamadığını biliyorsunuz. Buna rağmen sizler yine de ona iman
etmediniz. Hatırlasanıza, bir zamanlar Yusuf da size gelmişti de sizler onu
dinlememiştiniz! İtiraz etmiştiniz! İhanet etmiş, reddetmiştiniz de, Allah onu
sizin aranızdan alıp gidince de “vah! Tüh! Ne büyük, ne mübarek insandı! Onun
kıymetini bilemedik! Fırsatı kaçırdık!” demiştiniz. Şimdi aynı kaynaktan gelen,
aynı Allah’ın gönderdiği Mûsâ’ya da aynı şeyi yapmak istiyorsunuz! Vazgeçin
bundan! Heyhat ki akıllanmayan sizler, yine eski huylarınızdan vazgeçmiyorsunuz!
Dün Yusuf’u inkâr ettiğiniz gibi, şimdi de Mûsâ’yı inkâra kalkışıyorsunuz!”
diyordu.
35. “Kendilerine gelmiş hiçbir delil
olmadığı halde Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele edenler, gerek Allah yanında,
gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. Allah büyüklük
taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.”
Sûrenin başında hatırlayacaksınız,
Allah’ın âyetleriyle mücâdele edenlerin durumları ve acı sonları anlatılmıştı.
Allah’ın âyetleri konusunda mücâdele, Allah’ın âyetlerine rağmen onlardan
habersiz, kendi kendine hayat programı yapmaktı. Allah’ın âyetlerinin varlığına
rağmen, onlar yokmuş gibi bir hayat yaşamaktı. Yâni bir insan Allah’ın onun
hayatına karışması adına kendisi için gönderdiği âyetlerine karşı ilgisiz kalır,
onlardan habersiz bir hayat yaşarsa, işte bu, Allah’ın âyetleriyle mücâdele
anlamına gelecektir. İşte böyle yaşayan insanların kalplerini Allah
mühürleyecektir. Allah’a karşı müstekbir davranan, Allah’ın âyetlerine karşı
eyvallahsız davranan, Allah’a ve Allah’ın âyetlerine iman etmeyen, bu âyetler
doğrultusunda bir hayat yaşamaya yanaşmayan ve de Allah’ın âyetlerine dil uzatan
kimselerin kalplerini Allah mühürleyecektir.
Şurası bir gerçek ki, Allah
haksız yere hiç kimsenin kalbini mühürlemez. Bu insanlar Allah’ın kendileri için
hayat programı olarak gönderdiği âyetlerden yüz çevirmişler, kendi kendilerine
bir hayat programı yapmışlar, amelleriyle öylesine fısk-u fücûra dalmışlardır
ki, artık o amellerden hoşlanmaya, durumlarından, yaşantılarından memnun
olmuşlar, hayatlarından mutmain olmuşlardır. Şu anda bizim yaşadığımız hayat,
hayatların en güzelidir. Bizim başka şeye ihtiyacımız yoktur. Allah’a da,
Allah’ın âyetlerine de peygambere de ihtiyacımız yoktur demeye başlamışlar,
Allah’ın âyetleriyle kendilerini sağlama almaya, doğru yolu bulma ve ıslah
olmayı hiç düşünmedikleri için, peygamberin getirdiği mesaja da hep şüphe ile
bakmaya başlamışlardır. Hayat programını kabul etmeyerek, âyetleriyle
ilgilenmeyerek Allah’a kafa tuttukları ve de Cebbârlık yapıp Allah’ın kullarına
zul-mettikleri için, Allah da onların kalplerini
mühürleyivermiştir.
Bu yüzden de bu tip insanlar, Allah
yanında da mü'minler yanında da büyük bir nefretle karşılanmaktadır. Onların bu
konuda Allah tarafından kendilerine gelmiş hiçbir delilleri olmadığı halde,
Allah’ın âyetleri, Allah’ın şeriatı konusunda bilgisizce mücâdeleye girişmeleri,
Allah’ın da mü'minlerin de büyük öfkesine sebep olmuştur. Zaten sev-gi ve
nefrette, rahmet ve gazapta mü'minler Allah safındadırlar. Mü'-minler, Allah’ın
gazap ettiklerine gazap ederler, Allah’ın rahmet ettiklerine de rahmet ederler.
Sevgililerinin sevdiklerini severler, gazap ettiklerine de gazap ederler. Allah
da sevdiği kullarının gazap ettiklerine gazap, sevdiklerine de rahmet
eder.
36,37. “Firavun: “Ey Hâmân, bana yüksek
bir kule yap! Belki yollara, göklerin yollarına erişirim de, Mûsâ’nın İlâhını
görürüm. Doğrusu ben onu yalancı sanıyorum,” dedi. Böylece Firavun’a yaptığı iş
süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı.”
Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, mü'min
kişi konuşurken onun sözlerine değer vermemeye çalışır, Firavun da hemen Hâmân’a
döner ve müstekbir bir edâyla onunla konuşmaya başlar. Kasas sûresinde bu konu
şöyle anlatılır:
“Firavun: “Ey ileri gelenler! Sizin
için benden başka bir İlâh tanımıyorum! Ey Hâmân! Haydi benim için çamur üzerine
ateş yak (Ve tuğla imâl et!) Bana bir kule yap ki, Mûsâ’nın İlâhına çıkayım. Ama
sanıyorum ki o muhakkak yalan söyleyenlerdendir,” dedi.”
(Kasas 38)
Evet, Firavun saçmalamaya başlıyor ve
diyor ki, “ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap ki, belki ben sebeplere, o
göklerin sebeplerine, göklerin yollarına ererim de, Mûsâ’nın İlâhının ne
olduğunu anlamış olurum.”
Kelimenin tam anlamıyla saçmalıyor. Bir
gözetleme kulesi yaptırarak, yâni teknik bir teşebbüste bulunarak güya Mûsâ’yı
yalancı çıkarmaya çalışıyordu. Tıpkı günümüzde bilime sarılarak, bilimi
putlaştırarak Allah’ı inkâr etmeye çalışanlar gibi… “Evet, yüksek kuleye çıktım,
ama bakın Mûsâ’nın Rabbini göremedim! Eğer benim dışımda böyle bir İlâh olsaydı,
mutlaka O’nu görmemiz lazımdı,” diyecek ve Mûsâ’yı yalan çıkaracaktı. Ya da
tıpkı günümüz kâfirlerinin iddia ettikleri gibi, bakın bu kadar bilim
ilerlemişken, bu kadar teknik imkânlara sahipken gökyüzüne çıkamadık. Bu Mûsâ
nereden çıkmış gökyüzüne de, onların Rabbinden bize mesaj getirdiğini iddia
ediyor? demeye çalışıyordu.
38. “O iman eden kimse: “Ey kavmim!”
dedi, “Siz gelin bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim.”
Mü'min kişi, daha önce Firavun’un
çevresindekilere dediğini diyordu. Az evvel Firavun da aynı şeyleri demişti.
“Ben sizi ancak doğru yola götürüyorum,” diyordu. Allah’ın mü'min kulu, ne
gaddar Firavun’un zulmünden, ne de Karun ve Hâmân gibi O’na destek verenlerin
gücünden, kuvvetinden hiç korkmadan, hiç tınmadan, kavmini Firavun’un
dediklerine değil, kendi dediklerine uymaya çağırıyordu. “Bana ve benim
dediklerime tabi olursanız, benim nasihatlerimi dinler, kurtulursunuz; değilse
azaptan kurtulamayacaksınız,” diyordu.
39. “Ey kavmim! Şüphesiz ki bu dünya
hayatı geçici bir eğlenceden ibarettir. Ama âhiret gerçekten istikrar yurdudur,
karar yeridir.”
“Ey kavmim! Dünya hayatı, deni hayat,
alçak hayat, yakın hayat, gelip geçen bir oyundan, eğlenceden ibarettir. Dünya
karar kılma yeri değildir, gelip geçici bir hayattır. Dünya bağlanılacak bir yer
değildir,” diyerek Firavun’un ve adamlarının dünyayı tercih ederek Allah’ın
elçisine karşı gelişini, dünyayı Allah’ın elçisine tercih edişini, onun bu
tavrını reddederek toplumunu düşünmeye dâvet ediyordu. Peygambere kafa tutmak
için tercih ettiğiniz şu saltanatınız, bu gücünüz, bu imkânlarınız, bu
sıhhatiniz, bu gençliğiniz bir gün gelip bitecektir. Ama âhiret yurdu istikrar,
karar yeridir. O zevâlsizdir. Dünya gibi gelip geçici
değildir.
Bu noktadan itibaren bu mü'min kişinin
Allah’ın peygamberine yardım edebilmek için Firavun’a açıktan açığa isyan
ettiğini, kavminin Firavun’un dediklerine değil de, kendisinin söylediklerine
uymaları gerektiğini söyleyerek açıktan açığa imanını izhar ettiğini görüyoruz.
40. “Kim bir kötülük işlerse ancak onun
misliyle ceza görür. Kadın veya erkek kim inanarak amel-i salih işlerse, işte
onlar cennete gireceklerdir. Orada hesapsız şekilde rızıklandırılırlar.”
Kötülük
işleyenlerin cezası, sadece işledikleri o kötülük misliyledir. Bir kötülüğe bir
ceza verilmektedir. Ama iyilik yapanların iyiliklerinin karşılığı kat kat
verilmektedir. Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki, o iyiliği yaparken
kişinin taşıdığı niyetin derecesine göre, bazen bire on, bazen bire yedi yüz,
bazen de sonsuz mükafat verir. İyiliğin katsayısı böyle iken, kötülüklerin
katsayısı da sadece bire birdir. Bir kötülük işleyene sadece bir kötülük
yazılmaktadır. Hattâ bir kötülük yapmaya niyetlenip de Allah korkusundan ötürü
onu işlemekten vazgeçenlere bir iyilik yazılmaktadır. Yine bir iyilik yapmaya
niyet edip de onu yapamayanlara da bir iyilik sevabı yazılmaktadır. Yine
iyiliklerimiz kötülüklerimizi giderdiği halde, kötülüklerimiz iyiliklerimizi
gidermemektedir. Rabbimiz hep bizim lehimizde takdirde bulunuyor.
41. “Ey kavmim! Nedir başıma gelen? Ben
sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe
çağırıyorsunuz.”
“Ey kavmim! Bana ne oluyor? Ben nasıl
bir ortamdayım? Bana ne düşüyor? Ben sizi kurtuluşa dâvet ediyorum, sizse beni
ateşe çağırıyorsunuz. Ben sizi cennete çağırıyorum, siz beni cehenneme
çağırıyorsunuz.”
41. “Siz beni Allah’ı inkâr etmeye,
bilemediğim bir şeyi ona ortak koşmaya çağırıyorsunuz; ben ise sizi güçlü olan,
çok bağışlayan Allah’a çağırıyorum.”
“Siz beni İlâhlığı konusunda hakkında
hiçbir bilgim olmayan, İlâhlığı konusunda Allah’ın hiçbir bilgi indirmediği
Firavun’a kulluğa çağırıyorsunuz. İlâh dediğiniz Firavun’un arzularını yerine
getirmeye, onun yasalarına itaate çağırıyorsunuz. Oysa ben sizi tek olan, mutlak
güç ve kuvvet sahibi, göklerin ve yerin yaratıcısı, yegâne hakimi, hâkimiyet
elinde olan, rızık veren, doyuran, yaratan, öldüren, kullarını işiten, onların
dualarına anında icâbet eden, kullarının tümünden haberdar olan, yenilmeyen,
yanılmayan bir Allah’a çağırıyorum.”
43. “Şüphe yok ki beni kendisine
kulluğa çağırdığınız (Firavun) dünyada da âhirette de çağırabilecek kabiliyette
değildir. Hepimizin Allah’a döneceğinde ve aşırı gidenlerin ateşlikler
olduklarında şüphe yoktur.”
Mü'min kişi diyor
ki:
1. Sizin beni kendisine kulluğa
çağırdığınız kişi, yâni Firavun ibadet edilmeye lâyık değildir. Zira o dua
edenlerin, imdada çağıranların dualarına, dâvetiyelerine icabet edemiyor. Darda
kalanların imdadına yetişemiyor. Yetişemez de zaten. Bırakın Firavunların
başkalarının imdadına yetişmelerini, onlar kendi imdatlarına bile yetişemezler.
Var mı bunlarda böyle bir güç? Meselâ bu Firavunlar kendilerine bir menfaat
sağlayabilirler mi? Kendilerine dokunacak bir zararı defedebilirler mi? Bu
Firavunlar ölüme, hastalığa çare bulabilmişler mi? Acıkmamaya, üşümemeye
tuvalete gitmemeye çare bulabilmişler mi? Öyleyse bu Firavunların dünyada da,
âhirette de herhangi bir İlâhlık hakları yoktur. Bunların İlâhlık hakları yoktur
ki, ben onlara kulluk edeyim ya da insanları onlara kulluğa çağırayım?
2. Bu sözün ikinci mânâsını da şöyle
anlıyoruz: Bu Firavunlar kendi başlarına bir İlâhlık iddiasında
bulunmamışlardır. Kendileri, bizzat insanları kendilerine kulluğa
çağırmamışlardır. Sizler onlara İlâhlık izâfe ettiniz. Hani “şeyh uçmaz ama
uçururlar” diye bir söz vardır ya, işte aynen bunun gibi, bunlar İlâhlık
iddiasında bulunmuyorlar. Bunlar İlâh olmadıklarını kendileri de biliyor, ama
sizler bu adamları uçuruyorsunuz. Sizler bu adamları İlâhlık makamına
çıkarıyorsunuz. Onların Allah’ın ortakları olduğunu sizler söylüyorsunuz. Sizler
bu adamların arzularına mutlak itaat ederek, bunların yalanlarına, yanlışlarına
ses çıkarmayarak bunları şımartıyorsunuz. Bunlar da sizin bu mutlak
itaatlerinize bakarak kendilerini bir şey zannetmeye başlıyor, şımarıyor, İlâh
olduklarını zannediyorlar.
Halbuki müsrifler, haddi aşanlar,
yeryüzünde Allah’tan başka İlâh kabul ederek, kendilerini İlâh yerine koyarak
haddi aşanlar, Allah’a isyan edenler, dünyaya Allah’ı karıştırmayarak haddi
aşanlar, dünyada Allah’ı hesaba katmadan hayat programı yapanlar, bunların ateşe
gidecekleri de kesindir, bunda en küçük bir şüphe yoktur.
44. “Size söylediğimi yakında
hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Doğrusu Allah kullarını
görendir.”
Bu kahraman mü'min, dünyanın en zâlim
tâğutu Firavun’dan da, onun gücünden, saltanatından, zulmünden,
çevresindekilerin hış-mından hiç korkmadan, çekinmeden bu son sözlerini
söylüyordu.
Bunları söylerken, bu tarihî hitabesini
irâd ederken, Firavun’un sarayında, yönetimde işgal ettiği mevkii, bakanlığı
kaybetme, görevinden atılma bir yana, kesin öldürüleceğini bile bile, Allah
yolunda ölümü, şehadeti göze alarak, çevresinde kendisine yardım edecek hiç
kimsesi olmadığı halde, sadece Allah’a tevekkül ederek yapması gereken son
görevini yapmaya çalışıyordu. Canını ortaya koyarak, Allah’ı ve Allah’ın
elçisini müdafaa ediyordu.
Bakın diyor ki, “ey insanlar! Sizler
yakında benim size söylediklerimin ne anlama geldiğini anlayacaksınız. Size
emrettiğim, sizi menettiğim, size nasihat ettiğim şeylerin ne anlama geldiğini
yakında anlayacaksınız. Bu sözlerimin doğruluğunu yakında anlayacaksınız. Birkaç
gün sonra Kızıldeniz’de boğulurken, ya da size azap geldiği dönemde bunları
anlayacaksınız. Anlayacaksınız ama pişmanlığın fayda vermediği bir ortamda,
geriye dönüşün olmadığı, tevbenin kabul edilmediği bir zamanda
anlayacaksınız.”
Allah’ın adına müstakil bir sûre
indirdiği kahraman, yapması gerekenleri yaptıktan, Allah’ın kendisinden istediği
kulluğu icra ettikten, sorumluluğunu yerine getirdikten sonra, vazifesini yapmış
olmanın gönül rahatlılığı içinde diyor ki, “ben yapacağımı yaptım, ben görevimi
yerine getirdim, sizi bildiklerimle uyardım. Artık bundan sonra ben işimi
Allah’a havale ediyorum. Bundan sonra Allah size ne takdir edecekse edecektir.
Benim o konuda yapabileceğim bir şey yoktur. Bundan sonrası O’na aittir.”
Bu tartışma Mûsâ (a.s) ile Firavun
arasındaki uzun mücâdelenin son dönemlerine denk geliyor. Bundan birkaç gün
sonra zaten Hz. Mûsâ Allah’tan emir alacak, İsrail oğullarını alıp bu mü'min
kişiyle beraber Mısır’ı terk edecek ve Firavun oğulları tamamen denizde yok
olacaktır. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onu şöyle
anlatıyor:
45. “Allah onu onların kurmak
istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azap Firavun’un adamlarını sarıverdi.”
Allah onu, onların tuzaklarından
korudu. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun iki mânâsı var:
1. Allah onu içinde doğup büyüdüğü
Firavun ailesinin düştükleri kötü amellere düşmekten korudu. O aileden birisi
olarak Allah onu küfürden kurtardı, yardım buyurarak onu hidâyete ulaştırdı.
Firavun’un sistemi aslında bu tür insanların çıkmasını engellemek için kurulmuş
bir sistemdi. Ama sistemin eğitim politikasına rağmen Allah bu mü'min kişiyi
korumuş, bu eğitim çukurlarına batıp çıktıktan sonra mü'min kalabilmeyi nasip
etmiştir. Şu anda bizim için söz konusu olduğu gibi…
2. Allah, onu Firavun ve
çevresindekilerin tuzağından korudu. Firavun sistemi ona hiç bir şey yapamadı,
kılına bile dokunamadı. Birileri birine diyor ki seni öldüreceğiz. Öldürmek
isteyenler karşıdakini öldürecekleri bir anda, Allah onları öldürüverdi mi,
doğal olarak karşıdakini korumuş demektir. İşte Rabbimiz o mü’mini öldürmek
isteyenleri öldürünce, onu korumuş oluyordu.
Allah’ın onu dünyada koruması, Hz. Mûsâ
ile birlikte Mısır’ı terk edip, Kızıldeniz’den geçirerek kurtarmasıdır.
Âhiretteki koruması ise, Allah’ın onu cehennem azabından korumasıdır. Allah onu
ve beraberindeki mü'minleri korudu ve denizdeki kötü azap, Firavun’u ve
adamlarını sarıverdi.
46.
“Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, “Firavun’un adamlarını
azabın en ağırına so-kun!” denilir.”
Âyet-i kerîmede Firavun ailesine iki
azaptan söz ediyor Rabbi-miz:
1. Firavun ailesine verilecek şiddeti
az olan bir azap.
2. Kıyamet günü ise onlar asıl cezayı
görecekler. Asıl şiddetli azap, kıyametin kopmasından sonra
gelecektir.
Allah diyor ki, onlar sabah akşam ateşe
arz olunurlar. Sabah akşam ateş onlara arz edilir. Her an ateş onlarla, onlar da
ateşle beraberdirler. Bu ateş azabı, kıyametteki azaptan önce bir azaptır,
âyetin ifadesinden böyle anlaşılıyor. Bu birinci azaba âlimlerimiz, kıyametten
önce vaki olacak kabir azabıdır demişlerdir. Ancak bu azap, sadece Firavun
ailesine mahsus bir azap değil, tüm kâfirler için bir azaptır. Tüm kâfirler
kıyamete kadar aynı azabı tadacaklardır.
Allah buyuruyor ki, onlar sabah akşam
azaba sürülürler, ateşte yakılırlar, ateşe arz edilirler. Yâni onlar dünyada
denizde boğulma gibi bir azapla yok oldukları gibi, kıyamet gününe kadar da
berzah âleminde, yâni kabirde sabah akşam ateşe arz olunacaklardır. Mü'min-lere
de sabah akşam cennetteki makamları gösterilir. Bu konuda Ra-sulullah’ın şu
hadisi bunu anlatır: Buhârî ve Müslim’in Abdullah bin Ömer’den birlikte rivâyet
ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Sizlerden biri öldüğünde, ona ölümünden
sonra, cennet ya da cehennem ehli de olsa, sabah akşam gideceği yer gösterilir
ve “İşte dirildikten sonra Allah’ın seni göndereceği yer burasıdır,” Denilir.”
Ama bu konu gaybî bir konudur, imanî
bir konudur, binaenaleyh amelî bir konuymuş gibi, bilginin konusuymuş gibi ele
alarak uzun uzun bilgiler bulmaya çalışmanın anlamı da yoktur.
Benim bundan anladığım şudur:
Burada Firavunlara, Firavun misyonunu üstlenenlere ölürken, ölmeden önce,
öldükten sonra, kabirde, haşirde, cehennemde azap var, hep azap vardır. Ama
burada anlatıldığı gibi onun karşıtı olan mü'min kişi için, bu mü'min
fonksiyonunu üstlenen kimseler için de cennet, rahmet, lütuf, mükafat vardır.
Eğer ben yaşadığım hayatta Firavun misyonunu üstlenmişsem, yâni Allah’ın
elçisine rağmen, elçinin getirdiği kitaba rağmen bunlara müracaat etmeden bir
hayat yaşarsam, o zaman onun âkıbeti benim için de kaçınılmazdır.
Yok eğer ben bu mü'min kişinin
rolünü üstlenir, Allah’ın peygamberine ve onun getirdiği mesaja sahip çıkarak
hayatımı o mesaja uygun olarak yaşamaya çalışırsam, o zaman ben de onun gittiği
yere gideceğim demektir. İşte esas anlamam gereken burada budur.
47,48. “Ateşin içinde birbirleriyle
tartışırlarken, mustaz’aflar (Güçsüzler) müstekbirlere (Büyüklük taslayanlara):
“Doğrusu biz size uymuştuk, şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir
misiniz?” derler. Müstek-birler de: “Doğrusu hepimiz onun içindeyiz. Şüphesiz ki
Allah kullar arasında hükmünü vermiştir,” derler.”
Cehennemde, ateşin içinde aynı azabı
paylaşan insanların tartışmalarını, birbirlerini suçlamalarını anlatıyor burada
Rabbimiz. Demek ki bu iki grup da cehennemdedir. Demek ki mustaz’afların
zayıflığı onları kurtaramayacaktır. Davar sürüsü gibi idarecilerinin kanunlarına
itaat etmek zorunda kalmış bu insanların, “ne yapalım, biz güçsüzdük, zayıftık,
gücümüz kuvvetimiz yoktu, elimizden bir şey gemli-yordu,” demeleri onları
kurtaramayacaktır. Çünkü Allah onlara akıl, irade vermişti. Seçme hürriyeti
vermişti Allah onlara. Bunlar hiçbir zaman böyle sürüler değildi. Berikiler
onların iradelerini satın almak istedikleri zaman, boyunlarına ip takıp
kendilerine kul-köle yapmaya zorladıkları zaman, hiçbir tepki göstermediler.
Sanki bu işe dünden razıymış gibi boyunlarını teslim
ettiler.
Bakın mus’taz'aflar, yâni yönetilenler,
idare edilenler, müstek-birlere, yâni yöneticilere, idarecilere, yönlendirenlere
diyorlar ki: “Ey müstekbirler! Doğrusu biz dünyada iken size uymuştuk! Dünyada
emirlerinize boyun eğiyor, kanunlarınıza itaat ediyor, arzularınızı yerine
getiriyor, bizi neye çağırdıysanız koyun gibi arkanızdan geliyorduk. Sürüler
gibi size tâbi oluyorduk. Sizler güçlüydünüz, sizler kendinizi dünyada Rabbler
görüyordunuz, İlâh olduğunuzu iddia ediyordunuz. Hadi bakalım, gücünüzü
gösterin, İlâhlığınızı, Rabliğinizi gösterin de, şu azabın bir kısmını olsun
bizden defedin.” Ya da, “azabın bir kısmını olsun bizim yerimize yüklenebilir
misiniz?” diyorlar.
Müstekbirler, idareciler de ne diyorlar
bakın: “Boşuna bağırıp çağırıp da kendinizi yormayın ey sürüler! Bağırsanız da
çağırsanız da çare yok, siz de, biz de bu ateşin içindeyiz! Çare yok siz de, biz
de bu ateşe razı olmak zorundayız. Şüphesiz ki Allah kulları hakkında hükmünü
vermiştir. Yâni her birimizin müstahâk olduğu kadar azabı aramızda
paylaştırmıştır. Allah azabı paylaştırmıştır ve bu konuda iş bitmiştir. Eğer
Rabbimizin takdir buyurduğu bu azabı sizden giderecek bir gücümüz olsaydı,
sizden önce kendimizinkini kaldırır, kendi azabımızı giderirdik.”
49. “Ateşte olanlar, cehennemin
bekçilerine: “Rab-binize yalvarın da hiç değilse bir gün azabımızı hafifletsin”
derler.”
İdarecilerinden bir fayda
göremeyeceğini anlayan cehennemlikler, çaresizlik içinde bakın cehennemin
bekçilerine şöyle yalvarmaya başlıyorlar: “Ey cehennemin bekçileri! Ne olur
Rabbinize bir yalvarın da hiç olmazsa şu azabımızı bir günlüğüne bir azaltsın!
Dayana-mıyoruz! Fazla değil, sadece bir günlüğüne şu azabımızı hafifletsin de
bir nefes alalım!” Onların bu taleplerine karşı bakın melekler ne
diyorlar:
50.
Bekçiler: “Size belgelerle peygamberleriniz gelmemiş miydi?” derler. Onlar da:
“Evet gelmişti!” derler. Bekçiler: “O halde kendiniz yalvarın!” derler.
İnkârcıların yalvarışı şüphesiz boşunadır.”
Cehennemin bekçileri bir yandan onları
kınayarak, bir yandan da azarlayarak diyorlar ki, “dünyadayken Allah’ın elçileri
apaçık âyetlerle sizlere geldi de siz onları inkâr etmediniz mi? Allah’ın
elçilerine karşı ilgisiz kalmadınız mı? Şimdi kendiniz dua edin Allah’a!
Kendiniz yalvarın Rabbinize! Allah’ın elçilerini yalanlayan, Allah’ın elçilerine
değer vermeyen, elçilerle ilgisiz bir hayat yaşayan kâfirler için biz nasıl dua
edebiliriz? Böyle birileri için dua etmekten Allah’a sığınırız! Sizler duaya
lâyık insanlar değilsiniz! Bizim cesaretimiz yoktur bu konuda duaya! Çok fazla
istiyorsanız, haydi buyurun kendiniz dua edin, kendiniz müracaat edin Allah’a!
Ama şunu da söyleyelim ki, size, sizin gibilerin duası asla kabul
görmeyecektir.” Evet, kâfirlerin duaları boşa gidecek, kabul görmeyecek ve
icâbet edilmeyecektir. Çünkü onların en küçük bir mâzeret hakları
yoktur.
51. “Muhakkak ki biz peygamberlerimize
ve iman edenlere dünya hayatında da, şahitlerin şahitlik için duracakları günde
de elbette yardım edeceğiz.”
Bu Allah’ın değişmez va’didir. Allah
hem dünyada hem de şahitlerin şehadet için toplandıkları kıyamet gününde
peygamberlerine ve mü'minlere yardım edecektir. Allah, peygamberini ve
müslümanları dünya hayatında destekleyecek, onlara yardım edecek ve onları
mutlaka zafere ulaştıracaktır. Allah’ın dünyada peygamberlerine yardımı iki
türlü olur:
1. Peygamberlerine delil göndermek,
vahiy indirmek, kendi bilgisinden bilgi indirmek sûretiyle onları
destekler.
2. Bizzat düşmanlarına karşı onlara
yardım ederek, onlara müzâhir olarak, dünyada onların dâvâlarını muzaffer ederek
murad-larına ulaştırır.
3. Onu kulluğa muvaffak kılmasıdır.
Allah’ın peygamberine dünyada yardım etmesi, onu kulluğa muvaffak kılmasıdır.
Allah, peygamberlerini dünyada kulluğu icraya muvaffak kılmıştır. Bu konuda
peygamberlerine yardım etmiştir. Ama bakıyoruz ki, bu yardımı bazen zindana
atarak, bazen taşlanarak, bazen şehid edilerek, bazen ateşe atılarak, bazen
sürgünle, bazen hastalıkla olmuştur.
Allah, peygamberlerini ve mü'minleri
mutlaka tüm düşmanlarına karşı galip getirecektir. Ama unutmayalım ki zafer ya
da hezimet, galibiyet ya da mağlubiyet dünya şartlarına göre değil, galibiyet ya
da mağlubiyet âhiret şartlarına göre hesap edilir.
Allah diyor ki, “Ben peygamberlerime ve
müslümanlara yardım edeceğim. Hem dünyada, hem de âhirette onları galip
getireceğim.” Halbuki bakıyoruz Allah’ın elçilerinden kimileri düşmanları
tarafından öldürülmüş, kimileri yalanlanarak yerinden, yurdundan sürgün edilip
hicrete mecbur edilmiş, kimileri kavmi tarafından türlü işkencelere maruz
kalmış, kimileriyle toplumu hiç ilgilenmemiş, getirdikleri mesaja hiç değer
vermemişlerdir. Allah da buyuruyor ki, “Ben onlara yardım edip onları galip
getireceğim.” Peki bununla bunun arasını nasıl bulacağız?
Şunu kesinlikle unutmamalıyız ki,
sosyal hadiseler değerlendirilirken o hadiseleri sadece belli bir zaman dilimi,
dar bir zaman çerçevesi içinde ele alıp değerlendirmek çok yanlış olacaktır. Bir
hadiseyi değerlendirirken geniş zaman ve mekân açısından değerlendirmek
zorundayız. Allah elçilerinin dâvetlerine bu perspektiften baktığımız zaman her
bir peygamberin dâvâsının muzaffer olduğunu göreceğiz. Kendisinden sonra da olsa
dâvâsının, akidesinin muzaffer olması peygamberin muzaffer olması mânâsına
gelecektir.
Meselâ Hz. İbrahim ateşe atılırken bile galip ve muzafferdi. Çünkü o
halindeyken bile yine de Allah’a imandan, insanları Allah’a çağırmaktan
vazgeçmemişti. Yine şehid edilen bir peygamber de şe-hadet şerbetini içerken
galibiyetin zirvesine yükseliyordu. Çünkü o, Allah’ın kendisinden istediği
hayatı yaşıyordu. Başkalarının dirilişi adına, dâvâsının ve dâvetinin dirilişi
adına kendisini feda ediyordu. Zira nice şehitler vardır ki, dâvâsının
dirilişine şehadetiyle yaptığı hizmeti, bin sene yaptığı hizmetten daha
üstündür. Şehadet şerbetini içerken, dâveti muzaffer oluyordu.
Allah bazen peygamberlerinin
düşmanlarını suda boğarak, peygamberinin intikamını düşmanlarından alma türünde
bir yardımla galip getirir, bazen da peygamberinin irtihalinden sonra onun
dâvetini yeryüzünde hakim kılarak, düşmanlarını zelil ederek peygamberini galip
getirir. Tarih bunun her çeşidine de şahittir. Peygamberi hayattayken
düşmanlarını hezimete maruz bırakarak peygamberlerine yardım ettiği gibi,
peygamberinin vefatından sonra da düşmanlarını yok ederek, peygamberinin
dâvâsını galip getirdiği de olmuştur.
Rabbimiz Peygamberlerine ve mü'minlere
dünyada yardım edeceği gibi, bir de eşhâd gününde, yâni şahitlerin,
peygamberlerin, meleklerin, mü'minlerin ve tüm şahitlerin şehadetlerini ortaya
koymak üzere toplanacakları kıyamet gününde de yardım edecektir. Ama Allah’ın
peygamberlerine ve mü'minlere yardım edeceği o gün:
52. “O gün zâlimlere özür dilemeleri
fayda vermeyecektir. Onlara lânet vardır, onlara yurtların en kötüsü
vardır.”
O gün zâlimlere mâzeretleri hiçbir
fayda sağlamayacaktır. Çünkü onların hiçbir mâzeret hakları yoktur. Mürselât
sûresinde şöyle buyrulur:
“Onlara izin verilmeyecektir ki özür
dilesinler.”
(Mürselât 36)
O gün mâzerette bulunabilmeleri için
konuşamayacaklar, onlardan hiçbir özür ve fidye de kabul edilmeyecektir. Onlar
için sadece lânet vardır. Yâni Allah’ın rahmetinden mahrumiyet, Allah’ın
cennetinden uzaklaşmak vardır. Onlar için yurdun en kötüsü, yurtların en kötüsü
vardır. Yâni onlar cehennem yurduna gideceklerdir. Orası ne kötü bir konak, ne
kötü bir karar yeridir.
53,54. “Andolsun ki biz Mûsâ’ya hidâyet
verdik ve İsrailoğullarına da kitabı miras kıldık. (Ki o) Temiz akıl sahipleri
için bir hidâyet rehberi ve bir zikirdir.”
Andolsun ki biz Mûsâ’ya hem kendisini
hem de toplumunu hidâyete ulaştıracak mûcizeler verdik, kitap verdik, sahifeler
verdik, şeriat verdik ve de önceki âyetlerde anlatıldığı gibi düşmanlarına karşı
zafer, galibiyet verdik. İsrailoğullarına da Tevrat’ı miras bıraktık. Onlar için
güzel bir âkıbet hazırladık. Firavun ve çevresindekileri denizde boğup onların
yerlerine, yurtlarına, mallarına, mülklerine, saraylarına, mahsullerine varis
kıldık. Ama unutmayın ki Hz. Mûsâ’ya bu hidâyeti, bu başarıyı, bu
galibiyeti düşmanlarına karşı
sabretmesinden ötürü, dayanıp direnmesinden ötürü verdik. Onun toplumu olan
İsrail oğul-larına da bu mirası Onların peygamber yanında sabretmelerinden
ötürü, peygamberin kendilerini çağırdıklarına sabırla icabette bulunmalarından
ötürü lütfettik. İşte bu onlara miras bırakılan Tevrat, akıl sahipleri için bir
hidâyet rehberi ve bir zikirdir, zikradır.
Burada, yukarıdaki yardıma bir örnek
sunuluyor. “Mûsâ’ya yol gösterdik,” diyor Rabbimiz. Hz. Mûsâ’nın delikanlılık
döneminde, o adamı öldürdükten sonra Mısır’ı terk edişini bir düşünün. Ne
arabası vardı, ne arabasının benzini vardı, ne yol, ne iz biliyordu, ne bir
mihmandarı vardı, ne pusulası, ne de haritası. Nereye gideceğini dahi
bilmiyordu. Üstelik böyle bir çöl yolculuğu hakkında herhangi bir tecrübesi
yoktu. Tabiri caizse muhallebi çocuğuydu, saray çocuğuydu, sıkıntı görmemişti,
deneyimi yoktu. Ama Allah ona yol gösterdi ve Medyen’e ulaştırdı. Bir de Hz.
Mûsâ’nın Medyen’den Mısır’a dönüşünü düşünün. Yapayalnız, sadece âsâsıyla
dünyanın en zâlim, en güçlü devlet başkanının huzurunda dikiliyordu. Burada da
Allah yardım etmiştir ona. Öyleyse:
55. “Ey Muhammed! Sen sabret, Allah’ın
verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile; Rab-bini akşam
sabah överek tesbih et.”
Peygamberim sen sabret, diren, dayan,
durma, dönme, devam et. Peygamberim sen yoluna devam et. İnsanların
yalanlamalarına, alay edişlerine, eziyetlerine, zaferin gecikmesine, bâtılın ve
bâtıl ehlinin geçici bir süre güçlüymüş gibi görünerek borusunu öttürmesine
karşı sabret. İnsanların kul olmamasına, dostların azlığına, düşmanların
çokluğuna karşı sabret. Zaman uzasa da, şartlar aleyhte gibi görünse de,
şimdilik aleyhte gibi görünen tüm kötü şartlara karşı sabret peygamberim. Şunu
kesinlikle bilesin ki, Allah’ın vaadi haktır. Allah’ın vaadi kesindir ve
gerçektir. Muhakkak ki senin sözünü üstün getirecek, senin dâvânı galip
getireceğiz. Biz bu konuda kesin va-adde bulunmuşuzdur. Hiç şüphen olmasın ki
Allah vaadinden asla dönmez.
Rabbimiz bu âyetleriyle peygamberine
sabır tavsiye ediyordu. Zira Rasulullah’a yapılan iftiralar, hakaretler onu
üzüyordu. Ona sihirbaz, kahin, şair diyorlardı. Kâfirlerin her türlü fiil ve
sözleri onu üzüyordu. Halbuki peygamberliğinden önce herkes onu kabul ediyordu.
“Muhammedü’l Emin” diyorlar, mallarını ırzlarını, namuslarını ona teslim
ediyorlardı. İsmet sıfatının sahibi görüyorlardı onu. Ama şimdi peygamberliği
ortaya koyunca, sanki herkes onun aleyhine geçivermişti. Bu duruma üzülen
peygamberine Rabbimiz sabır tavsiye ediyor.
Biz de peygamber misyonunu üstlenip
hakkı ortaya koyduğumuz zaman, bizi de yalanlayacaklar. Kendi kafalarındakinin
aksini ortaya koyunca, kendi hayatlarının zıddını söyleyince, hayatlarını
değiştirmeye yönelik bir şeyler söyleyince insanlar bizi de reddedecekler. O
zaman biz de sabredeceğiz ve kesin bileceğiz ki Allah’ın vaadi haktır. Allah,
dinine sahip çıkanlara mutlaka yardım edecektir. Allah dinini mutlaka üstün
getirecektir. İşte örneklerini sundu Rabbimiz. Mûsâ’ya nasıl yardım etmişse,
Mûsâ’yı savunan mü'mine nasıl yardım etmişse, Allah size de yardım
edecektir.
Firavun’un, Firavunların karşısında
olacaksınız, kardeşleriniz sizi çok ucuz bir pahaya satacaklar, kralın evine
köle olarak girebileceksiniz, kralın karısı size göz koyacak, kadın ve şeytan
bütün güzelliğiyle size meyledecek, iffetinizin karşılığı olarak zindana
atılacaksınız, orada Yusuf gibi unutulacaksınız ama sonunda Allah size yardım
edecek ve Mısır’a sultan olacaksınız. Bütün bunlara sabredeceksiniz. Veya Hz.
Adem (a.s) gibi cennette olacaksınız, şeytan gelip sizi kandıracak, çok deni ve
alçak bir hayata indirecek, buna karşı da sabredeceksiniz. Her şartta
sabredecek, Allah’ın bizden istediği kulluğu icra etmeye çalışacağız. Bütün
bunların sonunda da Allah mutlaka bize yardımını ulaştıracaktır. Sabır budur
zaten. Değilse, “efendim ne yapalım bizim kaderimiz böyleymiş, yapabileceğimiz
bir şey yoktur,” diyerek içinde bulunduğu şartlara uyum göstermek sabır değil
zillettir Allah korusun. Sabır, her şart altında Allah’a kulluktan vazgeçmemek,
kişinin tavrında değişiklik yapmamasının adıdır. Sabır, her şeye rağmen Allah’a
kullukta değişiklik yapmamanın adıdır. Ötekisi zillet ve
meskenettir.
Peygamberim, sen sabret ve günâhının
bağışlanması konusunda da istiğfarda bulun, sabah akşam Rabbini överek tesbih
et. "Sabah akşam" ifadesinin anlamı, her an, her zaman demektir. Yâni her an,
her zaman Rabbimizi tesbih edeceğiz. O’nu O’nda olan sıfatlarla bilecek, O’nda
olmayan, O’na yakışmayan sıfatlardan tenzih ederek Rabbimizi tesbih edeceğiz.
Resul-i Ekremin günâhlardan münezzeh
olduğunu biliyoruz. Allah kontrolünde bir beşer olarak onun günâhlardan korunmuş
olduğunu biliyoruz. Öyleyse buradaki günâhlardan Rabbine istiğfarda bulun
ifadesinin anlamını şöyle açıklayabiliriz:
1. Kendi içtihadıyla verdiği bir
kararın Allah’ın kararına muhalefet etmesi gibi bir tecelli söz konusu olmuşsa,
bu konuda istiğfar etmesi öğütleniyor.
2. Peygamberlik öncesi hayatına
istiğfar emrediliyor.
3. Peygamber de dahil hiç kimsenin tam
kulluk etmesi mümkün değildir, bu nedenle, “eksiklerinin tam kabul edilmesi
konusunda Rabbine istiğfar et,” deniliyor.
4. Burada peygambere emredilen
istiğfar, ümmeti istiğfara dâvettir. Müslümanları istiğfara dâvet etmek için
Rabbimiz peygamberine hitap buyurmaktadır.
56. “Allah’ın âyetleri üzerinde
kendilerine gelen bir delil olmadan tartışanların gönüllerinde, ulaşamayacakları
bir büyüklenme vardır. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz ki o işitendir,
görendir.”
Hakkında bir delilleri, bir bilgileri
olmadığı halde Allah’ın âyetleri, Allah’ın sistemi konusunda tartışmaya
girenler, Allah’ın âyetlerini örtmeye, Allah’ın âyetlerini yok etmeye
çalışanlar, Allah’ın âyetlerini gündemden düşürmeye çabalayanlar, Allah’ın
sistemini, Allah’ın nûrunu söndürmeye çalışanlar bu hedeflerine asla
ulaşamayacaklardır. Sana üstün gelme arzularına asla ulaşamayacaklardır.
Bunlarda asla ulaşamayacakları bir kibir ve gurur var. Bu kibirlerinden ötürü
bunlar imana yanaşmıyorlar ve de Allah’ın âyetlerini örtmeye çalışıyorlar.
Bakın
dikkat ederseniz bu adamların iman etmeyişlerine sebep olarak kibirleri
gösteriliyor. Gerçekten bu kibir konusu çok önemlidir. Bu konu üzerinde birkaç
söz söylemek istiyorum. Peygamber Efendimiz Müslim’in rivâyet ettiği bir
hadislerinde kalbinde kibir taşıyan bir kişi cennete giremez
buyuruyor.
Demek
ki bir adamda kibir varsa iman yoktur, iman varsa da kibir olmaz. Yâni ikisi
birlikte olmaz. Peki kibir nedir? Bizi cennetten uzaklaştırıp cehenneme
götürecek olan kibri bir tanıyalım. Bunu tespit etme, her konuda olduğu gibi
Allah ve Resûlüne aittir. Zira cennet ve cehennem konusunda söz sahibi Allah ve
Resûlüdür. Cennete gitme ve cehenneme yuvarlanma konusunda yetki Allah ve
Resûlünündür. Allah ve Resûlünden başka hiç kimsenin bu konuda yetkisi yoktur.
Kibir;
orada bulunan o sahabenin anladığı gibi elbisenin güzelliği değildir. Tamam,
kişi elbisesinin güzelliğinden hoşlanır, ama bu hoşlanma İslâm’ın çerçevesinde
olmalıdır. Meselâ bir sahabe mescide girer, elbisesinin etekleri biraz
uzuncadır. Onu gören bir başka sahabe ikaz eder; kardeşim, bu elbisen olmamış
der. Berikisi sorar; peki nasıl olmalıydı? Uyaran sahabe der ki; ben
Resûlullah’tan duydum ki elbise şöyle diz kapaktan bir karış aşağıda olacak, bu
kadar uzun olmayacak. Uyarılan sahabe de bunu duyunca hemen o uzunluğu
yırtıverir oracıkta. Çünkü amel etmek üzere öğrenmişti onu. İşte Resû-lullah’ın
emridir diye elbisesini o şekilde kısaltan kişi, onu o şekliyle sevecektir. Zira
sevgisi, hevâsı, hevesi Resûlullah’ın sevgisine, getirdiğine teslim olmuştur.
Değilse efendim işte bu elbise çok güzel. Niye? İpekten, zebercetten, zümrütten
imal edilmiştir, hayır. Elbise sünnete uygunsa güzeldir ve sevilecektir. Allah
güzeldir, güzeli sever. O halde Rabbimizin din olarak, hayat programı olarak
bize sunduğu her şey güzeldir. Meselâ namaz güzeldir, oruç güzeldir, infak
güzeldir. Niye? Allah istedi, Allah güzel gördü diye. Ama bir kadının başını
açarak sokağa çıkması güzel değildir. Niye? Allah güzel demedi diye.
Kibiri
tarif etmeye çalışıyordum; hak karşısında, Allah’ın ve Resûlünün hak dedikleri
karşısında, bu hakka teslim olmayarak kendi haklılığını savunan kişi kibirlidir.
Kendi haklılığı konusunda Allah ve Resûlünün dediklerinin haksızlığını savunan
kişi kibir sahibidir. Allah haktır, Allah’ın hak dedikleri haktır, Kur’an
haktır, din haktır, peygamber haktır, Allah’tan gelenlerin tamamı haktır.
Kendini, kendi bilgisini, kendi anlayışını Allah’tan gelen bu haklara tercih
eden kişi kibirlidir. Allah’ın hakla gönderdiği, hak olarak gönderdiği, haklı
olarak gönderdiğini hak olarak kabul etmeyen ve onların dışında hak arayan kişi
asla cennete giremeyecektir. Bir tek âyetin, bir tek hükmün bile haksızlığına
hükmeden kişi cennete giremez.
Yine
kendisini insanlardan üstün gören, insanlara tepeden bakan kişi de kibir
sahibidir. Neden? Çünkü Allah bizi imtihan ediyor. Kimisine vererek, kimisinden
de alarak imtihan ediyor. Kimisine el ve-rerek, kimisine de vermeyerek, kimisine
mal vererek, kimisine de ver-meyerek. Bu, Allah’ın takdiridir. Verilen kendisi
bulmuş olmadığı gibi, verilmeyen de kendisi kaybetmiş değildir. Onun sorusu
öyledir, ötekisininki de böyledir. Öyleyse bir insanın kendisine verilenleri bir
imtihan sorusu, bir imtihan vesilesi değil de, bir üstünlük sebebi kabul ederek
kendisini diğer insanlardan üstün görmesi ve de Allah’a karşı kendisini garanti
konumunda hissetmesi kibrinin alâmetidir.
Hadiste
geçen “zerre kadar” ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Zerre kadar iman.
Meselâ bir adamın elinde yiyebilecek bir lokması varsa, onun ekmeği var
demektir. Ama onu şarapla yoğurmuşsa, bir ton ekmeği varsa bile onun ekmeği yok
demektir. Veya bir adamın bir damla suyu varsa bile, onun suyu var demektir. Ama
bir tanker suyu olan bir adamın bu suyunun içine bir damla şarap karışmış olsa,
bu adamın suyu yok demektir. İşte iman da böyledir. Onu yok edecek, nakzedecek
küfür ve şirki yoksa, zerre kadar da olsa onun imanı var demektir. Ama aksi söz
konusuysa, o zaman hiç imanı yok demektir.
Bir
de burada yıllardır insanların birbirlerine naklettikleri ve kimi müslümanların
sanki can simidi gibi tutunmaya çalıştıkları, israflarına, gayri İslâmî
harcamalarına delil göstermeye çalıştıkları bir hadisten söz etmek istiyorum.
Hani Allah’ın Resûlü bir hadislerinde; “Allah kuluna verdiği nimeti onun
üzerinde görmek ister.” Buyuruyordu. Evet Allah kuluna bir nimet vermişse, onun
eserini kulunun üzerinde görmek ister. Bunun için müslümanlar zenginliklerine
göre farklı elbiseler giymeye, farklı sofralarda oturmaya, farklı arabalara
binmeye çalışıyorlar. Eh Allah görecek ya nimetinin eserini üzerlerinde. Hep
böyle anladılar müslümanlar bu hadisi. Halbuki burada kastedilen o değildir.
Burada anlatılmak istenen; Allah bir kişiye bir milyar mı verdi, o bir milyarlık
bir infakta, Allah için Allah kullarına harcama yaparak, on milyar mı verdi, o
da on milyarlık bir infakta bulunarak nimetin eserini üzerinde, hareketlerinde,
tavırlarında gösterecektir. Öyle ya, adamın on milyarlık mı, yüz milyarlık mı
olduğunu nereden bileceğiz? Ne miktar nimete sahipse adam, bunu gösterecek ki
herkes bilecek. Ama müslümanlar bu hadisi böyle değil de hep işte atı, arabası,
elbisesi, sofrası farklı olacak şeklinde anlamaya çalıştılar. Öyle değil, C. Hak
kuluna bir nimet vermişse ilim gibi, beden gibi, evlât gibi bunun karşılığında
kulundan şükür istiyor Rabbimiz. Şükür de elbette o nimet cinsinden olacaktır.
Meselâ
size göre eğer bana ilim nimeti verilmişse, ben burada susmayacağım, bu nimeti
size aktararak üzerimde nimetin eserini göstereceğim. İnsanlar benim üzerimde
görmeliler bu nimetin eserini. Veya eğer Allah birine çokça para vermişse nimet
olarak, o da onu Allah kullarına harcayarak, infak ederek bu nimetin eserini
gösterecek üzerinde. Kendisi bizzat gidip ihtiyaç sahiplerini bulmalı iken, bunu
yapmadığı halde, bir de üstelik ayağına kadar istemeye gelenlere; kim ya hu, ben
de para mı var ki istiyorsunuz? Demeyecek. Nimetin eserini gizlemeden, örtmeden
yana olmayacak. Gerçekten bu çok garip bir tavırdır. Neden? Çünkü C. Hak hem
peygamber efendimiz aracılığıyla malın, ilmin, sağlığın, sıhhatin, elin, ayağın,
paranın nerelerde sarf edileceğini bildirecek, hem de bunun sarfını bize
bırakacak, olacak şey midir bu? Allah bu konuda, her konuda müslümanlara basîret
versin, anlayış versin inşallah.
Evet, kâfirler kalplerinde olan kibirden, büyüklük anlayışlarından ötürü
iman etmiyorlar ve Allah’ın âyetlerini örtüp örtbas etmeye çalışıyorlar. Örneğin
içinde bulunduğumuz toplum o kadar Allah’ın âyetlerini örtbas etmeye, kamufle
etmeye çalışıyor ki, yâni atından, arabasından, bilgisa yarından, buzdolabından, çamaşır
makinesinden, evinden, eşyasından, dükkanından, tezgahından hiç mi hiç kurtulup
da bu âyetlerle beraber olamıyor insanlar. Bu insanların elektriğe hamd
ettikleri kadar, elektriği gündeme getirdikleri kadar, Allah’ın eşsiz bir âyeti
olan güneşi gündeme getirmediklerine şahit oluyoruz. Kullandığı
bilgisa yar aletine değer verdikleri
kadar, Allah’ın gece ve gündüz âyetlerine, Allah’ın akıl âyetine değer
vermediklerini görüyoruz. Atına, arabasına değer verdiği kadar bu atı ve arabayı
hareket ettiren Allahu Teâlâ’nın demir âyetini, benzin âyetini hiç gündeme
getirmediklerine şahit oluyoruz. İşte bunun içindir ki, Allah’ın bu âyetlerini
ısrarla gündeme getirmeliyiz.
Meselâ Allah’ın su üzerinde gemileri
yüzdürme ve bunu bizim istifademize sunma âyeti. Hiçbir kimse bu âyeti de görmek
istemiyor. Bu âyet üzerinde de düşünen kimse kalmamış. İnsanlar gemilerden
haberdardır, gemiler, firkateynler yapmışlar, füzeler, yeni yeni arabalar icad
etmişlerdir. Ama şunu niye kabullenmek istemiyorlar? Niye gündeme getirmek
istemiyorlar? Bunların suyun üzerinde durabilme imkânını, suyun üzerinde
batmadan durabilme yasasını Rabbim takdir etmemiş midir? Eğer onların istifade
ettikleri bu yasayı Rabbim tespit etmese, her şeyi alabora ediverse, bu
kanunları tepetaklak getiriverse, “artık suyun üzerinde hiçbir şey durmayacak!”
deyiverse bu insanlar ne yapabileceklerdir? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? O zaman
bu yaptıkları gemilerle nasıl övünebileceklerdi? Nasıl hava atabileceklerdi?
Üstelik bu gemileri yapma ameliyesinin ilki de Rabbimize aittir.
“Nezaretimiz altında, sana
bildirdiğimiz gibi gemiyi yap.”
(Hud 37)
Rabbimiz, “Bizim gözetimimizde yap bu
işi,” diyordu Hz. Nu-h’a. Şu anda imal ettikleri füzeleriyle, arabalarıyla,
uçaklarıyla ve füzeleriyle, gemileriyle öğünen insanlar, Rabbimizin bir emriyle
şu andan itibaren bütün yer altındaki petroller su haline gelse, nasıl bir
duruma düşerler? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? Düşünmeyecekler mi? O zaman bu
yaptıkları şeyler, içinde tavukların bile yaşayamayacağı şeyler haline
gelecektir. Peki o zaman insanlar niye Allah’ın bu âyetlerinin bilincine ermek
istemiyorlar? Kendi yaptıklarıyla öğünen bu insanlar, niye bütün bu yaptıklarını
Allah’ın yasalarına bağımlı olarak yaptıklarını anlamaya yanaşmıyorlar? Demir
olmasaydı, benzin olmasaydı, suya Allah tarafından bu kaldırma yasası
verilmeseydi, havaya sesi iletme gücü verilmeseydi, ne anlama gelecekti bütün bu
yaptıkları? Suyun üzerinde gemilerin yürüme yasasını, bu konudaki âyetleri
zikretmiyorlar, gündeme getirmiyorlar da, kendi yapmış oldukları putların önünde
secdeye kapanıp onlarla öğünmeye çalışıyorlar.
“Efendim, insanlık artık
bilgisa yar çağına geçmiştir, robot
çağına fırlamıştır, insanlar kendilerinden daha hızlı düşünebilecek çağa
ulaşmıştır,” diyerek kendi kendilerini, kendi yaptıklarını putlaştırmaya, “en
büyük benim! En büyük biziz! Benden başka, bizden başka büyük yoktur!” diyerek
kendi kendilerine secde etmeye başlamışlar, kendi kendilerinin tanrılıklarını
ilân etmeye başlamışlardır.
“Allah’ın gökten su indirerek ölü
araziyi onunla diriltmesinde âyetler vardır.”
(Bakara 164)
İşte yine büyük bir âyet. Haydi bu
insanlar gökten su indirsinler. Gökten fazla değil, sadece bir tek damla
indirsinler, mümkün mü? İsterse bütün dünya birleşsin, bir damla su bile
indiremeyeceklerdir. Bu âyetin alternatifi olarak haydi bir âyet çıkarsınlar
insanlar. İnsanlar barajlar yapıyorlar, barajlar başkalarının ismiyle anılıyor.
Sulardan enerji alıyorlar, elektrikler çıkarıyorlar, onlar da yine başkalarının
ismiyle anılıyor. Herkes gücü kendisinde görüyor, herkes kendisini putlaştırmaya
çalışıyor. Herkes bir şeyleri parsellemeye çalışıyor. Halbuki sanki bunlar
Allah’ın âyetleri değil de kendilerinin âyetleriymiş gibi, kendilerini
zikretmeye çalışıyorlar. Haydi güçleri yetiyorsa şu yağmuru indirsinler bakalım.
Nasıl ormanların sahibi benim, benim ismim oraya konulacak diyebilir bu
insanlar? Nasıl barajlar kralı benim diyebilir bu insanlar? Nasıl sulara egemen
benim diyebilir bu insanlar? Nasıl da Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini böylece örtme
cesareti bulabiliyor bu insanlar? Nereden alabiliyorlar bu yetkiyi?
Yeryüzünde her bir hayvanı sınıf sınıf,
cins cins, çeşir çeşit yaymasında da büyük âyetler vardır. Çeşit çeşit
varlıklar, denizlerde ayrı, karalarda ayrı varlıklar yarattı Allah. Bilelim ki
bütün bunlar âyettir. Tüm bu varlıklar Allah’ın âyetleridir. Haydi bakalım bu
insanlar bu varlıklardan bir tanesini yaratsınlar. Atom çağında,
bilgisa yar çağında olduklarını iddia
eden insanlar, kendi tanrılıklarını ilân etmeye çalışan bu insanlar bir tek
varlık yaratsınlar da görelim. O zaman onların tanrılıklarını biz de kutsayalım,
o zaman biz de onların önünde secdeye kapanalım.
Ama bakıyoruz ki, tüm bu âyetleri
kapatıyorlar, gündeme getirmiyorlar, örtüyorlar, örtbas ediyorlar, kamufle
ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme getirmek için ellerinden gelen her şeyi
yapmaya çalışıyorlar. Korkunç bir gelişme, müthiş bir gelişme, müthiş bir buluş,
gökyüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne iniyoruz numaralarıyla insanlığın gözlerini
büyülemeye çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden düşürülmüş, şeytan
âyetleri her tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi kendilerine ibadet
eder olmuşlar. Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana izâfe edilir olmuş.
Halbuki hiçbir konuda tek yetkileri bile yoktur bu insanların.
Söyleyin bakalım, gök ve yer tanrıları
onlara söz geçirebiliyorlar mı? Yoksa ekonomik, siyasal tanrılar, egemenlik
bizim diyenler, ruhaniler mi bu işi yapıyorlar? Rüzgarları onlar mı hareket
ettiriyor? Bulutları onlar mı hareket ettiriyor? Bitkileri onlar mı çıkarıyor?
Varlıkları onlar mı yaratıyor? İnsanları
onlar mı yaratıyor? Dağları onlar mı yaratmış? Gökleri onlar mı bina etmiş?
Gemileri onlar mı hareket ettiriyor? Hayır hayır, bunların hepsi Allah’ın
âyetleridir. O’ndan başka kimsenin de bu konuda en küçük bir yetkisi yoktur.
Allah’ın iki tür âyeti vardır: Metlûv
âyetler ve meşhûd âyetler. Metlûv âyetler, kulağa hitap eden işitsel âyetlerdir
ki, şu elimizdeki Kur’an’ın âyetleri bu tür âyetlerdir. Bir de göze hitap eden
görsel dediğimiz âyetler vardır ki, bunlar da tüm arzda semada gördüğümüz
âyetlerdir. Bunlara da meşhûd âyetler denir. Güneş, ay, yıldızlar, bulutlar,
dağlar, denizler, ağaçlar, kuşlar, insanlar, bunların hepsi Allah’ın meşhud
âyetleridir. İşte çevremizdeki Allah’ın yarattığı bu âyetleriyle eğer ciddi bir
ilişki kurar, bunlar üzerinde birazcık düşünürsek, mutlaka Allah’ın varlığını
anlayacak ve O’nu tanıma imkânı bulabileceğiz demektir. İş bu kadar açıkken, iş
bu kadar kolayken bu adamlar Allah’ın âyetlerini görmezden geliyor, örtmeye
çalışıyor ve onlarla mücâdeleye tutuşuyorlar.
Peygamberim sen Allah’a sığın, şüphesiz
ki O işiten ve görendir.
57. “Göklerin ve yerin yaratılması,
insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu
bilmezler.”
İşte gökler ve yer, işte iki âyet
gözünüzün önünde duruyor. Dünyamızı bir nokta farzettirecek kadar çepeçevre
kuşatmış semâvât var, onu da bir yüksük
farzettirecek kadar kuşatmış Kürsî var, onu da bir yüksük farzettirecek
biçimde kuşatmış arş var. Dünyamızı mikrobun trilyonda biri farzettirecek kadar
büyük olan bu varlıkları yaratmak mı, yoksa trilyonda bir durumunda olan
dünyanın içindeki insanı yaratmak mı büyüktür?
Aslında Allah’ın azameti yanında daha
büyük ve daha küçük diye bir şey olmaz. Allah için daha kolay, daha zor diye bir
şey söz konusu değildir. Allah için zor diye bir şey düşünülemez. O, “ol” der,
her şey oluverir. Aslında bu âyet insanı düşünmeye dâvet ediyor. Şu kendini bir
şey zannedip Rabbine karşı, Rabbinin âyetlerine karşı mücâdeleye girişen insanı
derin derin düşünmeye sevk ediyor. Ey insan! bir düşün hele! Sen nerde, şu büyük
kâinat nerede? Şu koskoca kâinatı yaratmak nerde, seni yaratmak nerde? diyerek
kibirlilerin kibrini kırmayı hedefleyen bir âyet-i kerîme. Tüm bu varlıkları
yaratan, gökleri ve yeri yaratan Allah, sizi ilk defa yaratan Allah, sizi ikinci
defa yaratamaz mı? Bütün bunlara güç yetiren, sizi ikinci defa yaratmaya güç
yetiremez mi?
Ama insanlardan pek çoğu bunu
anlayamaz. Yaptıklarıyla, bulduklarıyla kendi icatlarını, kendi buluşlarını
büyük zannederler kendilerini putlaştırırlar ama Allah’ın yarattıklarını hiç
düşünemezler.
58. “Körle, gören, inanıp salih ameller
işleyenlerle kötülük yapan bir değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz?”
Görenle kör bir olmaz. Bilenle bilmeyen
bir olmaz. İlim sahibiyle, basiret sahibiyle cahil ve kör asla bir olmaz. İlmi
olup da bu ilimle amel eden kişiyle, ilmi olup da bu ilmiyle amele koşmayan kişi
de bir olmaz. Rabbi karşısında kendi haddini, kendi konumunu bilenle bunu
bilmeyen cahil asla bir olmaz.
Vahye tabi olan kişi görendir, vahiyle
irtibatı kesik olan da kördür. Vahyi tanımayan, vahye tabi olmayan kâfirler de
kör değillerdir, aslında görmektedirler ama gerekeni görmemektedirler. Meselâ
birisi arabadan anlayan, ama ötekisi arabadan hiç anlamayan iki adam arabanın
kaputunu açıyorlar. İki göz var o anda bakan, ama birisi saatlerce baksa hiçbir
şey anlayamıyor, öbürü bir bakışta görüyor ki akünün kutup başlığı çıkmış. Bir
olayı iki ayrı kişi görüyor, ama birisi ayrı görüyor, ötekisi ayrı görüyor.
Meselâ açık bir kadın gören iki gözden birisi, ona yiyecek gibi bakarken, ondan
zevk almaya çalışırken, ötekisi üzüntüsünden, hâyâsından mahvolmaktadır. “Aman
Allah’ım, bunun ne işi var bu kıyafetle bu sokakta?” diye üzülmektedir. Birisi
vahiyden habersiz olması sebebiyle o işin günâh olduğunu bilmediği için çok
farklı hareket ediyor, öbürü böyle bir günâh karşısında farklı davranıyor. İki
kulak, biri mü'min kulağı, öbürüyse kâfir kulağı. Birine paradan, puldan,
içkiden, kumardan, kadından, kızdan bahsedilince girer ama dinden imandan
bahsedilince kesinlikle girmez. Veya meselâ birinin yanında Allah’a hakaret
edilir hiç rahatsız olmaz, ama böyle bir durumda berikisi kendini yiyecek
noktaya gelecektir.
Ölü iken Allah’ın kalbini dirilttiği,
kör iken gözlerini açtığı, hidâyetle tanıştırdığı insanla, karanlıkta kalan
insan hiç bir olur mu? Bir adam düşünün ki kör. Ama bu körlük onun gözlerinin
işlevini yitirmesi anlamında bir körlük değildir. Gözleri görürken kördür
bunlar. Kişi eğer vahiyle, Kur’an’la beraber değilse, Kur’an’dan, peygamberden
ve onun ashabından örnek alacak kadar onlara yakın değilse, Rasulul-lah’ın ve
ashabının tatbikatından haberdar değilse, o insan kördür. Böyle karanlıkta el
yordamıyla düşe kalka yürüyen bir adamla, Allah’ın kendisine bir nûr verdiği ve
onunla yürüyen insan bir olur mu? İşte iki insan tipi duruyor karşımızda. Biri
nûr, basiret, yâni Kur’an sahibi, hadiseler karşısında ne yapacağını, nasıl
hareket edeceğini bilen bir insan, öbürü de zulmette kalmış bir insan.
Evet, bu iki insan asla bir olmaz.
Görenle kör asla bir olamı-yacağı gibi, salih amel işleyen kişiyle kötülük
peşinde olan da asla bir olmaz. Bu ikisinin denk olduğunu, eşit olduğunu
zannederek ne kadar da az düşünüyorsunuz? Aklınız ne kadar da az çalışıyor?
59. “Kıyamet günü mutlaka gelecektir.
Bunda şüphe yoktur, fakat insanların çoğu
inanmıyor.”
Âyet-i kerîme, âhiret hayatının akla ve
mantığa uygun olduğunu anlatıyor. Âhiret gününün varlığı değil yokluğu, âhiret
gününün olması değil olmaması insan aklına ve mantığına terstir. Çünkü şu dünya
hayatında insanlara zulmeden, çevresindekilerin hayatlarını kendilerine zindan
eden zâlim birinin bu yaptıklarının yanına kâr kalması, yaptıklarının cezasını
görmemesi veya salih ameller işleyen, başkalarının mutluluk ve saadeti için
kendisini bile unutacak kadar güzel ameller işleyen birinin de yaptığı bu
amellere karşı hiç bir mükafat görmemesi son derece mantıksız, akla ve mantığa
aykırı bir şeydir.
Gerçekten de eğer bu dünyada böyle bir
gerçek olmasaydı, yâni âhiretin varlığı, hesabın, kitabın varlığı söz konusu
olmasaydı, bu dünyanın da beş paralık bir değeri olmaz, yaşadığımız hayatın bir
tadı da kalmazdı. O zaman hiçbir güç ve kuvvetle zâlimin önüne geçile-mezdi.
Yaptıklarının yanına kâr kalacağına, bir daha dirilip hesaba çekilme
olmayacağına inanan zâlim daha çok zulmedecek, hiçbir şey onu durduramayacaktı.
İyilik yapmaya çalışan insanlara da kesinlikle iyilik yaptıramayacaktık. Bir
daha dirilme olmayacaksa, bir hesap kitap olmayacaksa, yaptıkları boşa
gidecekse, karşılığını görmeyecekse niye iyilik yapsın ki adam? Enayilik
olmayacak mı bu adamın yaptıkları? İşte eğer âhiret inancı olmasaydı, hiçbir
insana iyilik yaptıramazdınız ve hiçbir kuvvetle hiç bir zâlimin de önünü alamazdınız.
60. “Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin,
size icabet edeyim. Doğrusu bana ibadet etmekten büyüklenen müs-tekbirler
cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.”
Birdenbire bir dua âyetiyle karşı
karşıya geliyoruz. Bir kişinin Allah’a en yakın olduğu zaman, sabırla ve duayla
birlikte olduğu zamandır. Dua, Allah’la beraber oluştur. Rabbimiz, bizi
kendisine muhatap kabul ediyor, bize yöneliyor ve bizzat kendisi bizim
sorularımıza cevap verme lütfunda bulunuyor. “Yakınım,” diyor, “dualarınızı
işitirim,” demiyor; “siz bana dua edince ben anında icabet ederim,” diyor. Bu
âyet-i kerîmede anlayabildiğimiz kadarıyla bize anlatılmak istenenleri şöyle
özetleyebiliriz:
1. Allah bize bizden, bize her şeyden
daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır Allah.
“İki zabıt memuru zabıt tutarlarken, bir
sağdan oturmuş biri soldan.”
(Kaf 16) âyeti bunu
anlatır.
Buna göre madem ki Allah bize bu
kadar yakındır, o halde:
a. Allah’a dua ederken onu uzakta
bilip, işitmez zannedip bağırıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı yoktur.
Nitekim birilerinin böyle yüksek sesle bağırıp çağırarak dua ettiklerini gören
Allah’ın Resûlü şöyle buyurmuştur:
“Sizler sağıra ve gaibe dua etmiyorsunuz.
Herhalde işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz.”
b. Madem ki Allah bize bizden ve
herkesten yakındır, o halde duada birilerinin aracılığına ne gerek var? Aracı
kullanmaya da gerek yoktur. Bir kere Rabbime ben kendim bizzat dua
edebilmeliyim. Birilerinin gölgesinde, birilerinin vasıtasında dua ederek
şahsiyetimin ezilmesine gerek yoktur. Bundan sonra kime boyun eğecek ki mü'min?
Kimden korkacak ki? Kime sığınacak? Allah kendisine o kadar yakın ki, “Ya Rab!”
dediği anda telsizsiz, telefonsuz, aracısız anında duyan bir Allah’la karşı
karşıyaysa, aracılara ne gerek var? Hiç kimse kişiye Allah kadar yakın
olmadığına göre, aracılar kullanarak veya Allah’a gönderdiği dâvetiyenin
üzerine, zarfın üzerine başkalarının ismini yazarak şirke düşmesinin de anlamı
kalmamıştır.
2. Günâhsız bir ağızla dua etmeye
çalışmalıyız. Allah’ın Resûlü Tirmizî’nin rivayet ettiğine göre şöyle
buyurmuştur:
“Kişi günâh işleyip sıla-i rahîmi
kesmedikçe ve de acele etmedikçe, Allahu Teâlâ onun duasını
reddetmez."
Yine helal gıda çok önemlidir dua için.
Allah’ın Resûlü bir adamdan söz eder. Adam Allah için yollara düşmüş, cihada,
sefere çıkmış, Allah’a dost kazandırmak, tebliğ yapmak, emr-i bi’l ma’ruf yapmak
için veya savaşarak Allah düşmanlarının işini bitirmek üzere yola çıkmış. Bu
yolda büyük sıkıntılar çekmiş, büyük zorluklara katlanmış, yüzü gözü toza
toprağa batmış ve bu haldeyken el kaldırıp: “Ya Rab! Ya Rab!” diyerek Allah’a
dua ediyor, bir şeyler istiyor Allah-tan. Çocukları için istiyor, ülkesi için
istiyor, memleketinde ittifaktan dem vurarak istiyor, devlet istiyor, düzen
dirlik istiyor, Bosna’dakiler, Çeçenistan’dakiler için istiyor, istiyor… Ama
Allah’ın Resûlü buyuruyor ki, “bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği
haram, gıdası haram, özü haram, sözü haram. Nerde kaldı Allah bunun duasını
kabul edecek?”
3. Duada acele etmeyeceğiz. Allah’ın
Resûlü şöyle buyurur:
“Sizden biriniz acele etmedikçe Allahu
Teâlâ duanızı kabul buyurur.”
(Buhârî ve
Müslim)
Duada acele etmek, “dua ettim de Allah
kabul etmedi,” demektir.
Dua ile istenen ihtiyacın karşılanması
hemen de olabilir, bir müddet sonra da olabilir. Bazen da istenen şey âhirete
kalabilir, bazen da hayır, istediğimizin dışında bir şey olabilir. Öyleyse
“olmadı! Dua ettim de kabul edilmedi!” diye acele etmeyelim. Allah istediği
zaman, istediği biçimde bizim duamızı kabul edecektir.
Veya bazen bizim daha çok dua etmemizi
istediği için Rabbi-miz istediğimiz şeyleri geç verebilir. Bu durumda kesinlikle
ümitsizliğe düşmemeliyiz. Değilse yâni bizim istediklerimiz ne kadar olabilir
ki? Bütün dünya insanlığı birleşse, herkes isteyebileceğinin en son sınırını
istese, Allahu Teâlâ’nın mülkünden bir şey eksilir mi? Öyleyse bizim
istediklerimizi geciktirmesinin sebebi, bizim biraz daha dua ederek kulluğumuzu
artırmamızı istemesinden başka bir şey değildir.
4. Şurası da unutulmamalıdır ki, “Dua
bir ibadettir.” (Ebu Dâvut, Tirmizi, İbni Mâce)
Dua, dua edileni büyük tanımak,
büyüklük mevkiine oturtmak, büyüklüğünü, gücünü kuvvetini kabul etmektir.
Öyleyse dua eden kişiyi, bu duası her an Rabbinin karşısında ve O’na muhtaç
olduğu şuuruna götürecektir.
5. Dua ederken Allah’tan istenmesi
gereken, istenmesi caiz olan şeyleri istemeliyiz. Mûcize, nübüvvet, haramları
istemek gibi caiz olmayan şeyleri istemeyeceğiz.
6. Oruçlu dua etmeye çalışacağız. Hele
hele iftar vakti yapılan duanın reddedilmeyeceğini söyler Allah’ın
Resûlü:
“Oruçlunun iftar vakti yapmış olduğu
duası mutlaka kabul olur.”
“İftar zamanı oruçlunun duası reddedilmez
.”
Yine Ebu Hureyre’nin rivâyet ettikleri
bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: “Üç kimsenin duası asla
reddedilmez.
1. Âdil devlet reisinin duası.
2. İftar edinceye kadar oruçlunun
duası.
3. Zulme uğrayan mazlumun duası.”
Allah bizden dua etmemizi istiyor.
Duaya o kadar önem verelim ki, öyle bir dua hayatı uygulayalım ki, artık bizim
hayatımız hep dua olsun. Yâni Allah’la ilişkimizi hiç kesmeyelim. Çünkü dua
sürekli Allah’la ilişki içinde olmaktır. Her zaman O’na dua edelim. Hem de
isteklerimiz meşru olduğu sürece utanmadan isteyelim O’ndan. “Bu da istenir mi?”
demeyelim. İstenilen kim? Allah. Yâni anamız değil, baba-mız değil, ağamız,
patronumuz değil. Üstelik biz yalvardıkça bizi seviyor Rabbimiz. Biz ona
yöneldikçe, O bizim kendisine yönelmemizden memnun oluyor. Öyleyse hemen
yalvaralım, hemen yakaralım. Karnımız acıktı yalvaralım, susadık yalvaralım,
ayakkabımız kayboldu yalvaralım, ayakkabımız bulundu yalvaralım, sıkıntımız var
yalvaralım, cennet istiyoruz yalvaralım, cehennemden korkuyoruz yalvaralım,
yalvaralım, yalvaralım...
Kur’an’daki dua modellerini de iyi
belleyelim. Kur’an’daki dua modelleri yanında bir de Resul-i Ekrem Efendimizin
dua usullerini, ezkârını iyi belleyelim. Bizim toplumun en büyük
hastalıklarından biri de duayı bilmemeleridir. Gerçi mekânik bir hayatımız var.
İmam bize namazı kıldırırken duayı bile biz ona yaptırırız ve biz arkasından
amin deriz. Duayı bir başkasına ettirip, ben de arkasından amin dedikten sonra,
benim dua yeteneğim kayboluyor demektir. Hacca gidiyor müslümanlar, başlarında
birileri var, duayı ona yaptırıyorlar. Kişi kendisi yapmalı aslında duayı.
Hani İsrailoğullarının
hastalığıdır, bunu daha önce demeye çalışmıştım. Ağzı kurumuş sanki insanların
da kendileri dua edemiyor hep başkalarına dua ettirmeye çalışıyorlar. Aslında
müslüman kendi duasını kendisi yapmalıdır. “Ya Rabbi! Bana özgürlük ver! Ya
Rabbi bana hürriyet ver! Ya Rabbi benim ülkeme dirlik düzenlik ver! Ya Rabbi
bana cennet ver!” diyemez mi müslümanlar? Elbette herkes söyleyebilir bunu, ama
yine de alışmış insanlar, ille de birileri dua edecek, onlar da amin diyecekler.
Garip bir şey!
Allah korusun, Hristiyanlıkta olduğu
gibi namazını birileri kılıverecek, orucunu birileri tutuverecek, hatmini,
Kur’an’ını birileri oku-yuverecek, duasını birileri yapıverecek, haccını
birileri yapıverecek, tamam. Hristiyan dünyada olduğu gibi birileri papaz
olacak, ötekiler ümmî olacak, günâhı oldu mu onun yerine para verecek, namazını
kılamadı mı onun yerine para verecek, birileri hallediverecek, Allah korusun
böylece din kaybolup gidecektir.
Halbuki dua, bizim Allah’la ilişkimizi
sağlayan ve hiç bitmeyen, tükenmeyen bir ibadettir. Dua etmeyi bilmeyen kişi,
kulluk da yapa-maz. İşte namaz bir duadır, hac bir duadır. Duanız da olmasa
Rab-biniz sizi ne yapsın?
61.
“Size geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü de çalışasınız diye
aydınlık olarak yaratan Allah’tır. Doğrusu Allah insanlara karşı lütufkârdır,
ama insanların çoğu şükretmezler.”
Allah dinlenesiniz, sükun bulasınız
diye geceyi bir örtü gibi üzerinize örtüvermiş, gündüzü de çalışasınız,
değerlendiresiniz, maişet temin edesiniz diye aydınlık kılmıştır. Sizi sizden
çok düşünen Rab-biniz size karşı çok lütufkardır. Rabbiniz size karşı çok
merhametlidir ama insanların pek çoğu ona teşekkür etmezler. Allah’ın
verdiklerini Allah yolunda kullanmak sûretiyle ona şükreden
azdır.
Gece ve gündüz âyetini bir düşünün.
Gündüzün ve gecenin uzayıp kısalması,
peş peşe gelmesi, birbiri ardınca gelmesinde ve buna bağlı olarak idrak
ettiğiniz zamanın sırrında ve bunun size temin ettiği menfaatlerin ortaya çıkış
tarzında siz insanlar için, akıl sahipleri için âyetler vardır. Gece ve gündüz
insan gücünün, insan egemenliğinin ulaşamadığı iki âyettir. Haydi her şeyin
hakimi biziz diyenler, egemenlik hakkı bizdedir
diyenler, söz sahibi olarak kendilerini görenler müdahale etsinler geceye,
müdahale etsinler, söz geçirsinler gündüze. Bazen geceyi, bazen gündüzü
uzatsınlar bakalım. Yapabilirler mi bunu? Geceyi, ya da gündüzü bir saniye bile
oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz geçirebilirler
mi?
İşte bu, sürekli gözümüzün önünde
bulundurmamız gereken ve karşılığında bunu bize lütfeden Rabbimize karşı
şükretmemiz gereken bir âyettir. Şükür, teşekkür, verileni verenin yolunda
kullanmaktır. Şükür nimet cinsinden olur. Allah bize hangi nimeti vermişse, o
nimet cinsinden infakta bulunarak şükredilir. Geceyi ve gündüzü bize lütfeden
Allah yolunda kullanmak, Allah’ın rızasını tahsilde harcamak şükürdür. Onu, onu
bize vermeyenler yolunda harcamak geceyi ve gündüzü onu bize verenin razı
olmadığı şeyler yolunda itlaf etmek nankörlüktür Allah korusun. İşte Rabbimiz
buyurur ki, “insanların pek çoğu bunun farkında değillerdir, pek çoğu
şükretmemektedir.”
62. “İşte bu sizin Rabbiniz olan
Allah’tır, her şeyin yaratıcısıdır; O’ndan başka İlâh yoktur. Öyleyse nasıl olur
da çevriliyorsunuz?”
Sizi yaratan, sizin şu anda hizmetinize
sunulmuş bulunan her şeyi yaratan Allah sizin Rabbiniz iken, sizin kendisine
kulluk yapmanız gereken, boyunlarınızdaki ipin ucu elinde olması gereken, hayat
programınızı sadece O’ndan, O’nun kitabından almanız gereken Rab-biniz iken,
nasıl oluyor da O’nu bırakıp hiçbir şey yaratmayan, sizin yaratılışınızda en
ufak bir katkısı olmayan, kendilerini bile yaratmamış olan, kendileri de Allah
tarafından yaratılmış olan bir kısım varlıkları Allah’a ortak koşmaya
kalkışıyorsunuz. Onları dinliyor, onlara itaat ediyor, onların hayat
programlarına tabi oluyor ve onlara teşekkür ederek, kulluk yaparak Rabbinize
karşı nasıl da nankörlük yapıyorsunuz.
Yâni Rabbinizin tek Rabb oluşuna
sayısız delillerden, sayısız âyetlerden sadece iki tanesi gece ve gündüz
âyetidir. Bu iki âyeti yaratan Allah olduğu gibi, şu anda düzenli bir biçimde
varlıklarını ve fonksiyonlarını sürdüren de Allah’tır. Eğer böyle olmasaydı
düzen bozulur ve sizin hayatınız altüst olurdu. Yâni bu gece ve gündüzün düzenli
bir biçimde hareket etmesi, ikisinin de bir sisteme boyun eğdiğini gösterir.
Yaratıldıkları günden beri bu iki varlık Rabblerinin emrine teslimken, boyun
bükmüşken ey insanlar siz kime teslimsiniz? Siz kimin arzularına boyun
büküyorsunuz? Siz hayat programınızı kimden alıyorsunuz? Siz kime kulluk
ediyorsunuz?
Gece de, gündüz de Allah’a boyun bükmüş
Allah’ın iki âyetidir. Üstelik bunu anlayabilmek için uzun uzun araştırmalara da
gerek yoktur. İnsanların istifadesine sunulmuş bu iki âyeti her an müşahede
et-mektesiniz. O kadar ki, kör, sağır, dilsiz biri bile bu iki âyeti
görmez-likten gelemez. Bu iş elbette tesadüfi olamaz. Bu muazzam düzen ne
tesadüfe, ne kör tabiat kuvvetlerine ne de kendilerini bile yaratmaktan aciz
olan şu egemenlik bizimdir diyen yeryüzü tanrıçalarına verile-mez. Bu düzeni
kuran başkası değil sizin Rabbinizdir. O’ndan başka da kulluk yapılmaya lâyık
ilâh yoktur, bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
63. “İşte Allah’ın âyetlerini inkâr
etmekte olanlar da böylece çevriliyorlar.”
Allah’ın âyetlerinin üzerini
örttükleri, işaret levhâlârını kamufle ettikleri, Allah’ın âyetlerinden habersiz
yaşadıkları için haktan, hakikatten, hidâyetten, dosdoğru yoldan yüz
çeviriyorlar. Allah’tan yüz çevirip başkalarına yöneliyorlar. Allah’a kulluk
yapmaları, Allah’ın razı etmeleri gerekirken, başkalarına kulluk etmeye,
başkalarını razı etmeye çalışıyorlar. Hayat programlarını hayatın sahibi olan
Allah’tan almaları gerekirken, başkalarının hayat programlarını alıp uygulamaya
yöneliyorlar.
Öyleyse ey peygamberim, kavminin
bu şekilde senden ve senin getirdiğin mesajdan yüz çevirmelerine üzülme! Unutma
ki, bu tavır sadece sana karşı bir tavır değildir, senden önceki peygamberlere
de aynı tavırlar sergilenmişti. Onlar kendilerine karşı takınılan bu tavırlara
karşı nasıl sabretmişler, direnip dayanmışlar ve benim kendilerinden istediğim
kulluk yolunda olmayı sürdürmüşlerse, sen de tıpkı onlar gibi davran ve
insanların sana karşı, dinine karşı takındıkları tavır yüzünden kulluğunu
bozmaya kalkışma.
64. “O Allah ki, yeri sizin için bir
karargah, göğü de bir bina yapmıştır. Size şekil vermiş, sonra şekillerinizi
güzelleştirmiştir. Hoş nimetlerden size rızık vermiştir. İşte Rabbiniz o
Allah’tır. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!”
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar
yeri, bir karargâh, üzerinde yaşayacağınız, gezip dolaşacağınız, yatıp
uyuyacağınız bir beşik, bir döşek kılmıştır. Daha sizler dünyaya gelmeden önce
size müsait bir yer tayin ettik. Sizin rahat etmeniz için her türlü rahat ortamı
hazırladık. Hayatınızda da, ölümünüzden sonra da yeri sizin için bir karargah
kılmıştır. Hem diriyken, hem de öldüğünüz zaman sizin için bir karar, konaklama
yeri kılmıştır. Gökyüzünü de koruyucu bir tavan kılmıştır. Sizi en güzel bir
biçimde, ahsen-i takvîm üzere yaratmıştır. En güzel sûreti size bahşeden O’dur.
Uzuvlarınızı en güzel bir şekilde birbirlerine uyum içinde yarattı. Bu
vücutlarınızı, bu uzuvlarınızı, bu varlığınızı size kim verdi? Analarınızdan mı
aldınız? Babalarınız mı verdi onu? Bir düşünün…
Yâni o Allah ki mülkünde size bir yer
ayırmıştır. Sizin muhtaç olduğunuz her şeyi size o vermişken, yalnız O’na
teşekkür etmeniz gerekirken nasıl da nankörlük yapıp başkalarına teşekkür etmeye
kal-kışıyorsunuz? Kimin nimetlerini yiyip kimin kılıcını salladığınızı bir
düşünün.
O Allah ki sizi dünyada temiz şeylerle
rızıklandırmaktadır. O hem yaratan, hem de yarattığının hayatını sürdürendir.
Yaratan ve rızık veren, yaratan ve doyurandır. İşte Rabbiniz olan Allah budur.
İşte hayat programınızı kendisinden almanız gereken ve sadece kendisine kulluk
yapmanız gereken Rabbiniz budur.
65. “Daimi bir
hayat sahibi ancak O’dur. O’ndan başka İlâh yoktur. Onun için dini halis kılarak
hep O’na dua edin. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur.”
O Hayydır, diridir. Ezelde de diri,
ebedde de diri kalacak olan O’dur. Evvel’dir, Âhir’dir. Öyleyse dini yalnız O’na
halis kılarak, O’ndan başka İlâh olmadığına inanarak dua edin, O’na
sığının.
Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan
Allah’a. Elhamdülillah ki tek İlâh O’dur. Elhamdülillah ki O’ndan başka İlâh
yoktur. Elhamdülillah ki O’ndan başka sorumlu olduğumuz yoktur. Mülkün sahibi
O’dur. Eğer şu anda kullandığımız şeylerin sahibi insanlar olsaydı, bu kadar
rahat bir şekilde onları ondan alma imkânımız olmayacaktı.
Sizler de şu anda hayat sahibi iseniz
de, asıl hayat O’nundur. O, evvel ve ahirdir, O’nun dışında her şey fânidir.
O’nun dışında hamde lâyık hiçbir varlık yoktur.
66. “De ki: “Bana Rabbimden apaçık
deliller geldiği zaman, ben o sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınıza ibadet
etmekten kesinlikle meneldildim ve bana âlemlerin Rab-bine teslim olmam
emredildi.”
Yanımda delil var, ben O’na inanıyorum,
O’na dayanıyorum. Yanımdaki bu delili önce kendim tasdik etmem ve de ilân etmem
gerekiyor. O delil de şudur ki, Rabbim sizin kulluk yaptıklarınıza kulluk
yapmamı bana yasakladı. Ben sizin kulluk yaptıklarınıza kulluk yapmaktan men
olundum ve imtina ettim. Ben her şeyi bırakıp âlemlerin Rabbine teslim oldum.
Hayatımı âlemlerin Rabbine teslim ettim, irademi O’na teslim ettim. O’nun
seçimini kendim için seçim kabul ettim. Boynumdaki kulluk ipinin ucunu O’na
teslim ettim. O ne tarafa çekerse oraya gideceğime, O nasıl isterse öyle
yapacağıma söz verdim. Gecem, gündüzüm, malım, mülküm, işim aşım, mesleğim ve
her şeyim konusunda sadece Rabbimi dinleyeceğim. O’ndan başkasını asla
dinlemeyecek ve O’ndan başkasına teslim olmayacağım.
67. “Sizi önce bir topraktan, sonra bir
damla sudan, sonra bir alaka’dan yaratan, sonra sizi bir bebek olarak çıkaran,
sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyar olmanız için yaşatıp
büyüten O’dur. İçinizden kimi de daha önce vefat ettiriliyor. (Bunları Allah)
Belirli bir süreye ulaşasınız ve aklınızı kullanasınız diye (böyle
yapıyor).”
Âyet insanın yaratılışındaki evreleri
anlatır. Ey insanlar! Kudretiyle, ilmiyle sizi yaratan, sizi yoktan var eden
Allah’tır. Yaratılışınız konusunda siz sadece Allah’a muhtaçsınız. O, atanız
Adem’i topraktan yarattı. Sonra da onun soyunu, yâni sizleri nutfeden, meniden,
sonra da katı bir embriyodan yarattı. Cenin anne karnından çıkınca tıfıl olur.
Sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişir. Sonra da ihtiyarlık dönemini idrak eder.
Rabbimiz, insan ömrünü çocukluk,
olgunluk ve ihtiyarlık olmak üzere üçe ayırıyor. İşte bütün bu dönemleri idrak
edecek biçimde sizleri yaşatıp büyüten Allah’tır. İçinizden kimilerini de daha
önce vefat ettirir. Yâni kimilerini de bu dönemlere erişmeden öldürür.
Kimilerinizi dünyaya gelmeden önce öldürür ki, buna düşük diyoruz. Bazıları
doğ-madan önce, bazıları çocukluk döneminde, yâni olgunluk dönemine ulaşmadan
önce, bazıları gençlik döneminde yâni ihtiyarlık dönemini idrak etmeden,
bazılarını da yaşlılık döneminde öldürür. Kendisine takdir edilmiş ecel zamanına
kadar Allah onu yaşatır. Tüm dünya toplansa bile bu dönemden önce kimse onu
öldüremez. Ama Allah onun ölümüne karar vermişse, kimse de onun önüne geçemez.
Kimse onun ölümünü geciktiremez.
68. “O hem yaşatır, hem öldürür. O bir
şey yapmak dileyince ona sadece “OL” der, o şey de hemen
oluverir.”
Hayatın sahibi de, ölümün sahibi de
O’dur. Hayatı veren de, alan da O’dur. Diriltmeye de, öldürmeye de gücü yeten
O’dur. Herhangi bir şeyin yaratılmasını, ya da öldürülmesini istediğinde, o
Allah kesinlikle güçlük, zorluk ve meşakkat çekmez. O’na muhalefet edil-mez,
karşı durulmaz. Ne dilerse o mutlaka gerçekleşir. Ölmüş bir toprağın yeniden
hayat bulması, dirilmesi, bir mevsim yapraklarını dökmüş, dalları kurumuş bir
ağacın bir mevsim sonra her tarafından hayat fışkırdığı gibi. Allah için
herhangi bir şeyin yaratılması "ol" emrine bağlıdır. Arkasından bir de bakarsın
ki, o oluvermiştir.
69. “Bakmaz mısın şimdi Allah’ın
âyetleriyle mücâdeleye kalkışanlara! (Haktan) nasıl da
döndürülüyorlar?”
Hal böyleyken onların delâlete
düştüğünü görmüyor musun? Çevrelerinde her an yaratılan, öldürülen binlerce
varlığı görüp dururken, hâlâ Allah’ın âyetleriyle tartışanların bu durumu ne
kadar da garip bir şeydir. Bunu tebliğ edeni yalanlamak da öyle akıl almaz ve
acayip bir şeydir. Dinleyip, okuyup, ciddi ciddi düşünüp araştırmak ve bir
sonuca gitmek yerine, bu adamlar tartışmayı seçen insanlardır.
70,71,72. “Kitaba ve Resullerimizi
gönderdiğimiz şeylere yalan diyenler, artık ilerde bilecekler. O zaman
boyunlarında zincirler ve halkalar olduğu halde sürükleneceklerdir. Kaynar suda,
sonra da ateşte kaynatılacaklardır.”
Tıpkı davarlar veya vahşi hayvanların
sürüldükleri gibi, hattâ daha beter bir aşağılık durumda onlar kaynar suya
sürüleceklerdir. Çünkü bunlar zaten dünyadayken kendilerini insanlık
seviyesinden aşağıya düşürmüş kimselerdi.
73,74. “Sonra da onlara: “Nerede ortak
koştuklarınız?” denilecek. O Allah’tan başkaları (Nerede denilecek). Onlar da
diyecekler ki: “Hepsi bizden uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu biz bundan önce
hiç bir şeye ibadet etmi-yormuşuz!” İşte Allah o kâfirleri böyle şaşırtır."
Rabbimiz Bakara sûresinde de bu konuyu
anlatır:
“O zaman küfür öncüleri azabı görerek
kendilerine tâbi olanlardan kurtulmaya çalışacaklardır.”
(Bakara 166)
Bu dünyada kendilerine tâbi olunanlar,
hacılar, hocalar, beyler, ağalar, paşalar, liderler, kendilerine tâbi olup
kendilerini takip eden kimselerden kaçacaklar. Bakacaklar ki iş pek iyi değil,
hesap kitap pahalıya mal olacak, hemen onlardan kaçacaklar, teberri edecekler,
biz sizden uzağız diyecekler. Ne zaman olacak bu iş?
Azabı gördükleri
zaman.
“Ve aralarındaki bütün bağlar da
kesiliverecek.”
Aralarındaki bütün ipler de
kopuverecek. Makam, mevki, para, pul, rüşvet, şan, şöhret, protokol gibi
aralarındaki bütün bağlar kopuverecek. Halbuki bu dünyada neler yapmamışlardı ki
birlerine? “Sen olmazsan biz olmayız!”, “bütün hayatımızı size borçluyuz!”, “siz
bizim kurtarıcımız, her şeyimizsiniz!” demişlerdi. “Başarımı karıma borçlu-um!”
diyen adam, orada karısından kaçacak; “liderime borçluyum,” demişti, orada
liderinden kaçacak. Hocasına borçluydu, hocasından kaçacak, efendisine
borçluydu, efendisinden kaçacak. Dün birbirlerinin salyalarını beraber
içtikleri, birbirlerinin günâhlarına yardımcı oldukları gibi, bugün de
günâhlarını beraber yüklenecekler, “iş kötü, en iyisi ben bundan kaçıp
gizleneyim” diyecek ve insanları Allah’a kulluğa değil de başka şeylere kulluğa
çağıran önder takımı insanlardan kaçacak. Uyanlarla uyulanların, sevenlerle
sevilenlerin birbirlerinden kaçış manzaraları.
Bu sapık liderlere aldanıp onların
peşlerine takılan zavallı insanların pişmanlıkları, kin ve nefretleri açığa
çıkıyor. Bu sefer de:
“Ve tâbi olanlar: “Ah! Keşke bizim için
dünyaya tekrar bir dönüş olsaydı da şu anda onların bizden kurtulup
uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!”
diyeceklerdir.”
(Bakara 167)
Tâbi olanlar, onların arkasından
gidenler, bu dünyada birilerini bilinçsizce takip edip, şuursuzca onları taklit
edip, onların götürdüğü bir hayata evet diyen zavallı insanlar da diyecekler ki:
“Şu anda sizin bizden kaçtığınız gibi, ah biz de sizden kaçsak! Ah bir dünyaya
dönebilseydik de, sizin bizden kaçtığınız gibi biz de sizden kaçabilseydik.”
İşte müslüman bu olayı burada yaşar ve burada aklını başına alır. “Ben kime kul
olacağım ve kimin yolunu takip edeceğim? Eğer yarın şu karşımdaki kimseden
kaçacaksam, şimdiden kaçmalıyım,” der ve kaçar ondan. Kiminle beraber cennete
doğru gidecekse, işte onun ortağı odur, onun dostu odur ve onunla beraber olmaya
çalışır. Ama bilinçsizce onu taklit ederek, hevâ ve hevesine tâbi olarak değil.
Hiçbir delili olmadan, birilerine tâbi olup Allah severmiş gibi onları seven
kişi, yarın korkunç bir durumla karşı karşıya kaldıkları zaman birbirlerinden
kaçacaklar, bu kaçışın da hiçbir faydası olmayacaktır.
Evet insanlar birbirlerinden kaçacaklar
ama:
“İşte böylece Allah onlara amellerini bir
pişmanlık olarak gösterecektir.”
(Bakara 167)
“Eyvah, keşke yaşamasaydım böyle bir
hayatı!” diyecekler. “Niye ben böyle şuursuzca bir hayat yaşamışım. Kitap
varken, ona ulaşma imkânım varken, Rasul varken, örnek varken niye ben başka
başka hayat yaşamışım!” diyecek.
Burada da öyle
deniyor:
“Doğrusu biz bundan önce hiçbir şeye
ibadet etmi-yormuşuz!”
Yâni, “bu kendilerine kulluk yapmaya
çalıştıklarımız bir şey değilmiş, bir hiçmiş, hiçbir değer ifade etmiyorlarmış,
ama bunu şimdi anladık,” diyecekler.
A’râf’ta bunların kavgaları da
anlatılır. “Ya Rabbi bunlara bizim kat kat azabımızı ver! Zira bizi bunlar
saptırdı,” diyecekler. Onlar da diyecekler ki, “zaten siz bize değil, kendi hevâ
ve hevesinize tâbiy-diniz.” Gerçekten de bakıyoruz meselâ politik hayatta bunun
aynısını görüyoruz. “Ey anam! Ey babam! Kurtar bizi baba! Kurtar bizi ana!”
filan diyorlar..
Bakanlık hesapları, dekanlık hesapları,
müdürlük hesapları, ekonomik hesaplar, dün birbirlerine fevkalade bağlanan
adamlar, bugün birbirlerinin baş düşmanı oluyorlar. Yâni, “biz sizi takıp
ettiğimiz için bu hale geldik” diyenlere, ötekiler de diyecekler ki, “zaten siz
bizi takıp etmiyordunuz, siz kendi menfaatlerinizi takip ediyordunuz,”
diyecekler. Allah’ın dinini bırakıp da dünyanın peşinde koşan insanlardan hangi
biri menfaatlerini takip etmiyor? Herkes keyfini, menfaatini takıp ediyor bugün.
Yarın ya Rabbi bunlar bizi saptırdılar demelerinin ne anlamı olacaktır ki?
Halbuki ne şeytanın, ne de kâfirlerin hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Yâni bir
müslüman gerçekten Allah’a kulluğa yöneldiği zaman hiçbir güç ve kuvvet onu
bundan uzaklaştıramaz. Yeter ki müslüman samimiyetle müslüman olmaya karar
versin; bu durumda ona kimsenin yapabileceği bir şey yoktur.
Bu âyet-i kerîme Allah’tan bir delil
olmaksızın körü körüne başkalarını taklitten men ediyor bizi. Allah’tan
başkalarını ortak tutup, onları Allah sever gibi sevmek, onları uyulacak
varlıklar kabul ederek emirlerine, arzularına itaat etmek ve sadece Allah’a ait
olan rubûbiyet ve ulûhiyet sıfatlarını Allah’tan alıp bunlara dağıtmak, yâni
Allah’a şirk koşmak, yeryüzünde en büyük zulümdür.
75,76. “Bunun sebebi şudur: Çünkü siz
yeryüzünde haksız yere seviniyor ve güveniyordunuz. İçlerinde ebedî olarak
kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Bak ne kötü o kibirlenenlerin
yeri?”
Dünyada çok lüzumsuz şeylere
seviniyordunuz. Evlendik diye seviniyordunuz, ev yaptırdık diye, dükkan açtık
diye, iktidara geldik diye, mal mülk sahibi olduk diye, filan makama geldik diye
seviniyordunuz. Bu tür boş şeylerle avunup duruyordunuz. Hayatınızdan
mem-nundunuz, kendinizi güven ve emniyet içinde hissediyordunuz. Hayatınız,
işleriniz yerindeydi. Bilgilerinize, bilginlerinize, iktidarınıza, gücünüze,
kuvvetinize, makamlarınıza, medeniyetinize güveniyordunuz. Allah’ın âyetlerine
eyvallahsız davranıyordunuz. Allah’ın peygamberlerine karşı ihtiyaçsız
davranıyordunuz. “Bizim Allah’a da, Allah’ın kitabına da, peygambere de,
peygamberin hayat anlayışına da, onun hayat programına da ihtiyacımız yok,”
diyordunuz. Şimdi içinde ebedî kalmak üzere hiç çıkmamacasına, hiç
kurtulmamacasına girin cehennemin kapılarından. Allah’ın âyetlerine, Allah’ın
elçilerine, Allah’ın sistemine karşı böyle savaşa tutuşan insanlar için o
cehennem ne kötü bir durak, ne kötü bir yerdir?
77. “Ey peygamberim! Sen sabret,
şüphesiz ki Allah’ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Onlara yaptığımız
tehdidin bir kısmını sana göstersek de veya seni vefat ettirsek de onlar mutlaka
döndürülüp bize getirileceklerdir.”
“Ey peygamberim! Sen sabret! Her şeye
rağmen, tüm bu karşı gelmelere, tüm alay edişlere, tüm bu müstekbirce
davranışlara sabret! Aldırış etmeden yoluna devam et! Bıkma! Usanma! Şunu
kesinlikle bilesin ki, Allah’ın vaadi haktır. Allah seni ve dâvânı mutlaka galip
getirecektir. Allah senin düşmanlarını mutlaka mağlup edecektir, bun-dan en
küçük bir endişen olmasın. Sen görevini yap, gerisini düşünme. Şunu kesinlikle
unutma ki, netice sana ait değildir. Bu dâvâ senin değil, Allah’ın dâvâsıdır ve
bu dâvâ sana bağımlı değildir. Dünyada, hayatında bu dâvânın galibiyeti veya
düşmanlarının kahredilişi düşüncesiyle sen kendini meşgul etme. Senin görevin
sadece çalışmak ve Rabbinin istediği biçimde yürümektir.
Ama bilesin ki onlara, düşmanlarına
vaadettiğimiz azabın bir kısmını sana hayattayken göstereceğiz. Ya da senin
hayatına son vereceğiz. Seni kendimize alacağız. Dâvânın ulaştığı yüceliklerin
bir kıs-mını veya düşmanlarına yaptıklarımızın bir kısmını göremeyebilirsin.”
Öyle de olmuş nitekim. Rabbimiz Bedir günü düşmanlarından en büyüklerinin
geberişini ona göstererek Peygamberinin gözünü aydın et-miş, sonra hayatındayken
Mekke’nin fethini ve Arap yarımadasının hemen hemen tamamının fethini göstererek
Peygamberini sevindirmiştir. “Ama bir kısmını göremesen bile ne gam, onlar
sonunda benim huzuruma gelecekler ve onlara ne yapacağımı sana o zaman
göstereceğim,” buyuruyor Rabbimiz.
Gerçekten zor bir şeydir bu. Her dâvâ
adamı mü’min, hayatındayken dâvâsının yeşerdiğini, dâvâsının önünü kesmek
isteyen düşmanlarının mağlubiyetini görmek ister. Bunu görememeye dayana-maz.
Anlıyoruz ki, buradaki sabır bir tekrar değil, sûrenin başındaki sabırdan farklı
bir sabırdır. Bu tür bir sabır sûrenin başında tavsiye edilen yalanlamalara,
alaylara karşı sabırdan daha önemli ve zor bir sabırdır. Allah bu konuda bizlere
de sabırlar versin inşallah.
78. “Andolsun ki biz senin önünden nice
peygamberler göndermişizdir. Onlardan kimini sana anlatmışız kimini de
anlatmamışızdır. Hiçbir peygamber, Allah’ın izni olmaksızın bir mûcize
getiremez. Allah’ın emri gelince de hak yerine getirilir. Bâtıl bir dâvâ peşinde
koşanlar, işte bu noktada hüsrana uğrarlar.”
Senden önce nice peygamberler gelip
geçmiştir, ama onlardan kimilerinin hayatını, kimilerinin hayatlarının sadece
kısa bir bölümünü, sana lazım olan kadarını anlattık. Kimilerinin de hayatlarını
hiç anlatmadık. Yüz yirmi dört bin peygamber… Bunlardan sadece çok azının
hayatını anlatmıştır Rabbimiz.
Çevresindekiler önceki peygamberlerin
toplumları gibi ondan mûcizeler, harikalar istiyorlardı da Rabbimiz buyurdu ki:
“Hiçbir peygamber Allah’ın izni olmaksızın bir mûcize, bir harika getiremez.”
Kaldı ki, Allah’ın bu tür inkârı mümkün olmayan mûcizeler göndermesi de o
toplumun hayrınadır. Onlara merhametinden dolayı Rabbimiz bu tür âyetler
göndermemektedir.
Çünkü Allah’ın bu tür âyetleri geldiği
zaman, hak yerine getirilmiş olacaktır. Yâni bu görsel âyetleri de reddedince,
Allah onların defterlerini dürüverecektir. Böylece bâtıl yolda yürüyenler,
bâtılla hakka karşı koymaya çalışanlar hüsrana uğrayacaklardır. Bunu bilmeyen bu
cahiller sanki helâklerini dâvet ediyorlar.
Bu cahiller, bu bilgisizler senden âyet
mi istiyorlar? Âyetlerin azlığından mı şikâyet ediyorlar? Bunca âyet varken hâlâ
yeni âyetler mi bekliyorlar? Alın işte size âyetler! diyerek, Rabbimiz
çevremizden âyetler sunmaya başlayacak:
79,80. “Kimine binesiniz, kimini de
yiyesiniz diye sizin için o yumuşak başlı hayvanları yaratan Allah’tır. Sizin
için onlarda daha nice menfaatler vardır. Onların üzerlerinde gönüllerinizdeki
bir arzuya erersiniz. Hem onlar üzerinde hem de gemiler üzerinde
taşınırsınız.”
Size boyun bükmüş, sizin emrinize âmâde
olan o zelûl hayvanları sizin için yaratan, sizin hizmetinize sunan Allah’tır.
Bunlar koyun, keçi, sığır, inek ve devedir denmiştir. Kimisine binesiniz,
kimisini de yiyesiniz diye tüm bu hayvanları yaratan Allah’tır. Sizin için
onlarda daha nice menfaatler vardır. Etlerinden, sütlerinden, yünlerinden,
derilerinden istifade ediyorsunuz. Yüklerinizi, eşyalarınızı hem bu hayvanlar
üzerinde, hem de gemiler üzerinde taşırsınız.
81,82. “Allah size âyetlerini
gösteriyor. Şimdi Allah’ın âyetlerinin hangisini inkâr edersiniz? Veya
yeryüzünde gezip de bir bakmazlar mı? Kendilerinden öncekilerin sonu nasıl
olmuş? Onlar kendilerinden hem sayıca da-ha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki
eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetindiler. Öyle iken o kazandıkları
şeyler kendilerini kurtaramadı.”
Allah size hem enfüsünüzdeki hem de
dışınızdaki âyetlerini böylece gösteriyorken, Rabbinizin hangi âyetini inkâr
ediyorsunuz? Ama siz bilirsiniz! İsterseniz inkâr edin bütün bu âyetleri.
Unutmayın ki, sizden öncekiler sizden çok daha güçlüydüler, ama onların bu
güçleri, bu medeniyetleri kendilerini Allah’ın azabından kurtaramadı; bunu
hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
83. “Çünkü onlara peygamberleri,
delillerle geldikleri zaman, kendilerinde bulunan delillere güvendiler de, o
alay ettikleri şey onları kuşatıverdi.”
Kendi yanlarında bulunan delillere
güvendiler. Eşyayla ilgili bilgilerine, insan eğitimi konusundaki bilgilerine,
hukuk uzmanlarının, ekonomi tanrılarının bilgilerine, siyasî tanrılarının
tecrübelerine, kılık-kıyafet konusunda moda tanrılarının güçlerine, kendi
kanunlarına, kendi sistemlerine güvendiler de Allah’la ve Allah’ın elçileriyle
alay ettiler. Kendi hayat programlarını Allah’ın elçileriyle gönderdiği hayat
programından üstün tuttular, kendi kitaplarını Allah’ın kitabına tercih ettiler.
Kendi bilgilerini Allah bilgisine tercih ettiler de, alay ettikleri azap onları
kuşatıverdi. Âyetin bir mânâsı böyledir. Bir de şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
Peygamberler onlara bizim
delillerimizle geldiler. Bu peygamberler kendilerinde bulunan delillere
güvendiler, dâvâlarından, yollarından, kulluklarından asla şüpheye düşmediler. O
peygamberler gâyet rahattılar. Çünkü yanlarında Allah’tan gelme deliller vardı.
Ellerinde Allah’ın âyetleri vardı. Ama berikiler onların ellerindeki delilleri
inkâr ettiler ve inkâr ettikleri azap onları
yakalayıverdi.
84,85. “O zaman hışmımızı
gördüklerinde: “Allah’ın birliğine inandık ve ona şirk koştuğumuz şeyleri in-kar
ettik” dediler. Ama hışmımızı gördükleri zaman imanları kendilerine fayda
verecek değildi. Bu, Allah’ın kulları hakkında öteden beri yürürlükte olan
yasasıdır. İşte kâfirler bu noktada hüsrana düştüler.”
Yâni tevbe ve iman ancak azap gelmeden,
ölüm gelip çatmadan önce geçerlidir. Ölüm gelip çattıktan sonra artık hiçbir
mâzeret geçerli değildir. Allah’ın yeryüzünde işleyen yasası bu tür imanları
kabul etmemektir. Nitekim son nefesinde Firavun’un imanını, Rabbimiz Yunus
sûresinde şöyle anlatır:
“Denizde boğulmayla karşı karşıya
kaldığında: “İs-railoğullarının iman ettiği İlâhtan başka İlâh olmadığına
inandım!” demiş, Allah da: “Şimdi mi inandın? Halbuki daha önce baş kaldırmış ve
bozgunculardan olmuştun!”
(Yunus 90,91)
Buyurarak, Firavun’un imanını kabul
buyurmamıştır. Tüm yeryüzü Firavunlarına bunu örnek olarak sunmuştur Rabbimiz.
İşte bu, Allah’ın yeryüzünde kadîmden beri işleyen sünnetullahıdır. Azabı
gördükten sonra tevbe edenlerin tevbesini Allah asla kabul etmeyecektir.
Bu sûre ile alâkalı bu kadar söz yeter.
Rabbim gereği gibi anlayıp, iman edip amele dönüştürmeyi hepimize nasip
buyursun. Ve âhiru dâvana enilhmdü lillahi Rabbil’âlemîn.
Çok uzun
YanıtlaSiluzun
YanıtlaSil