FUSSİLET SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
41., nüzûl sıralamasına göre 61., Mesânî kısmı üçüncü sûreler grubunun üçüncü
sûresi olan Fussilet sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup, âyetlerinin sayısı
54’dür.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Hâ-Mîm’le başlayan sûrelerin ikincisi,
Fussilet sûresidir. Birincisi Mü'min sûresiydi, ikincisi de bu
sûredir.
Mekke’de Hz. Hamza efendimizin de
müslüman olmasıyla, müşriklerin Resûl-i Ekrem Efendimizin dâvetinin önünü kesme
konusunda telaş ve tedirginlik yaşadıkları bir dönemde nâzil olmuş bir sûredir.
Başta amcaları olmak üzere tüm yakınlarının Rasulullah Efendimizi bu işten
vazgeçirebilmek için üzerine yüklendikleri bir dönemde nâzil olmuştur.
Rasulullah Efendimizin amcası
Utbe bin Rebia gelerek Rasu-lullah Efendimize bir kısım tekliflerde bulundu. “Ey
yeğenim, gel bu işten vazgeç. Eğer maksadın riyasetse, seni başımıza reis
yapalım. Zengin olmak istiyorsan, tüm malımızı mülkümüzü sana verelim. Eğer
evlenmek istiyorsan, istediğini sana verelim. Yok eğer aklından bir zorun varsa,
seni dünyanın en uzman doktorlarına götürüp tedavi
ettirelim.”
Allah’ın Resûlü, onun bu
sözlerini dikkatlice dinledikten sonra buyurdu ki: “Ey amcam, sözlerin bitti
mi?” “Evet” deyince, “öyleyse şimdi sen de beni dinle,” buyurdu ve besmele
çekerek şu anda tefsirini yapacağımız Fussilet sûresinin âyetlerini okumaya
başladı. Nihâyet sûrenin 38. âyetine geldiği zaman, Allah’ın Resûlü hemen
secdeye kapandı ve doğrulunca da: “Ey Ebu Velid, işte cevabım budur, gerisini
artık sen bilirsin,” dedi.
Utbe, Rasulullah Efendimizin bu
cevabı ve okuduğu âyetler karşısında rengi sapsarı kesilmiş ve ne diyeceğini
bilemez bir halde Rasûlullah’ın yanından kalkıp kendisini bekleyen müşriklerin
yanına vardığında, şöyle demekten kendini alamamıştı: “Ey Kureyş! Vallahi ben
şiirin âlâsını bilirim, Muhammed’in okudukları şiir değil! İçinizde sihri de
benim kadar bileniniz yoktur. Vallahi onun okudukları sihir de değil! Kehanet
hiç değildir! Bana kalırsa, onu kendi haline bırakalım, eğer Araplar onu
yenerlerse, ondan kurtulmuş oluruz, yok eğer o Araplara galip gelirse, onun
galibiyeti sizin galibiyetiniz, onun iktidarı sizin iktidarınız olur. Bu şeref
size ait olur,” der.
Hattâ sûrenin:
“Ey peygamberim, eğer onlar yüz
çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd toplumlarının başlarına gelen
yıldırımlara benzer yıldırımlarla uyarırım.”
Âyetini okuyarak onu uyarmaya başlayınca,
Utbe’nin korkuyla Rasulullah Efendimizin mübarek ağızlarını kapatmaya çalıştığı
rivâyet edilmektedir. “Ey Muhammed! Ne olur, Allah aşkına kavmine merhamet et!”
diyerek yalvarıp yakardığı anlatılır.
Sûrede hem Utbe’nin tekliflerine, hem
de diğer kâfirlerin: “Ey Muhammed, sen ne dersen de, ne yaparsan yap biz senin
getirdiğini asla kabul etmeyeceğiz!” şeklindeki tutumlarına cevaplar
verilmektedir. Ayrıca Rasulullah Efendimize onların iman etmeyişlerinden ve
yaptıklarından sorumlu olmadığı hatırlatılarak teselli edildiğini görüyoruz.
Rabbimiz, sûrede kendi ulûhiyetini ve rubûbiyetini gündeme getirerek, göklerde
ve yerde ne varsa hepsine egemen olduğunu, hepsinin kendisine boyun büktüğünü
anlatarak kâfirleri imana ve teslimiyete çağırmaktadır. İnkârlarında ısrar
edenlerin âkıbetlerini Âd ve Se-mûd’la özdeşleştirerek, onları düşünüp ibret
almaya dâvet etmektedir.
Evet,
Kur'an'da geçmiş, hal ve geleceğe ilişkin temel bilgiler yer aldığı için bu
kitap tafsilâtlı bir kitaptır. Bu bilgiler kesindir ve başka hiçbir bilgi
onların verdiği malûmatı ihtiva etmez. Hangi yaklaşımla okunursa okunsun her
okuyan onun çok anlamlı mucizevî bir metin olduğunu fark edebilir. Allah,
kullarına acımış ve bütün hakikatleri bu kitapta bildirmiştir. Yeryüzündeki
milyonlarca kitap işte bu Kur'an'a dayanmakta ve onu tefsir etmektedir. Kur'an
öyle tafsilâtlıdır ki, hemen her sûrede birbirine benzer veya tekrar tekrar
vurgulanan gerçekler, birbiriyle bağlantılı olarak birçok açıdan değişik
meseleleri işlemektedir.
Bu
sebeple tarih boyunca yüzlerce tefsir yazılmıştır. Yirmi üç yılda âyet âyet,
sûre sûre tamamlanan bu kitabın koruyucusu Allah'tır ve O, kitabını Arapça
indirmişse bunun mutlaka dil açısından bir hikmeti vardır. Kur'an'ın iki
kelimesini anlatmak için sayfalarca tercüme yapılması da buna basit bir
delildir. Ve hiçbir kitap onun gibi göze, kulağa, bütün ruha tesir etmez. Hiçbir
musiki onun tilâveti kadar insanı rahatlatmaz, duygulandırmaz. Bu yüzden o
indirildiği zaman şairler şiirlerini Kâbe duvarından indirmişler, herkes onun
ilâhî bir nur olduğunu anlamıştır.
Şimdi
sûrenin âyetleri üzerinde bir gezinti yapalım ve tefsirine geçelim inşallah.
Fussilet sûresinin ilk âyetleri şöyle başlamaktadır: "Hâ, Mîm. Bu Kur'an, Rahman
ve Rahîm olan Allah tarafından bilen bir kavim için âyetleri çeşitli biçimlerde
teker teker açıklanmış, Arapça bir Kur'an ve müjde verici bir uyarıcı olarak
indirilmiştir. Böyleyken onların çoğu bunu düşünüp kabul etmekten yüz
çevirmiştir. Arlık onlar dinlemezler. Onlar, Bizi davet ettiğin şeye karşı
kalplerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda
bir perde vardır. Artık sen dinince yapabileceğini yap, biz de dinimize göre
hareket ederiz.' derler" (1-5).
Sûrenin
başındaki mukattaa harflerinin manasını ancak Allah bilir. O nedenle sûreye
Hâ-Mîm ve Secde olmak üzere iki kelimeden oluşan Hâmîm secde adı da verilmiştir.
Ayrıca Mesâbih, Secde, Akvât adları da verilmektedir.
Az
evvel de ifade ettiğimiz gibi sûrenin nüzûl sebebi olarak şu rivâyet nakledilir:
Ebû Cehil ve Kureyş'in ileri gelenleri bir araya gelirler; Muhammed (s.a.s)'in
durumunu araştırmak üzere sihir, kehânet ve şiirden anlayan birini araştırırlar.
Utbe b. Rabia, "Ben, bu hususlardan anlarım; Muhammed'in bu gibi işlerle bir
ilgisi varsa, bunu ortaya çıkarırım" der. Utbe, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gider
ve, "Ey Mu-hammed' sen mi daha hayırlısın, Hâşim mi; sen mi daha hayırlısın,
Abdûlmuttalib mi?" der. Bu sözleriyle, peygamberlik gelse gelse bunlara gelirdi,
demek ister. Peygamber (s.a.s.), cevap vermeden dinlemeye devam etti. Utbe,
sözlerini sürdürdü: "İlahlarımızın aleyhinde konuşuyorsun, atalarımızı
sapıklıkla itham ediyorsun. Reislik istiyor-san seni reis edinelim, mal
istiyorsan, seni zengin kılacak kadar mal verelim. Kadın istiyorsan, Kureyş
kızlarından beğendiğin on tanesini seç, al. Hasta isen seni tedavî ettirelim."
Hz. Peygamber (s.a.s.), hep susuyor, Utbe'nin sözlerini bitirmesini bekliyordu.
Sözünü bitirdiğinde, Resulullah (s.a.s.) "Sözlerin bitti mi?" dedi ve,
"Bismillahirrahmanirra-him" diyerek Fussilet sûresini okumaya başladı: "Eğer yüz
çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma
benzer bir yıldırıma karşı uyardım" âyetini okuyordu ki, Utbe, yerinden fırladı
ve Peygamber (s.a.s.)'in ağzını eliyle kapadı, devam etmemesi için
yalvardı.
Utbe,
okunan âyetlerin etkisi altın da kalarak, birkaç gün Kureyşlilere görünmedi. Ebû
Cehil, Utbe'yi arayarak onu buldu. Utbe, olayı anlattıktan sonra şöyle devam
etti: "Bundan böyle ben Muhammed'e hiçbir şey söylemeyeceğim. Bana öyle bir
şeyle cevap verdi ki, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in okuduğu ne sihir, ne
şiir, ne de kehânet türünden bir şeydir. Bilirsiniz, Muhammed'in söylediği yalan
çıkmaz Onu rahat bırakın. Başınıza bir azap gelmesinden korkuyorum" ( İbn Hişâm,
I, 313 )
Rivâyetten
de anlaşıldığı gibi, sûre indiği sıralarda Kureyşli müşrikler, bu tür
meselelerin dedikodusunu yapıyor; Kur'an'ı sihir, kehânet ve şiir olmakla itham
ediyorlardı. (Araplara göre şiir de cin işidir. Her şaire şiiri imlâ ettiren bir
cinni vardır Böylece Kur'an'ı anlaşılmaz kapalı sözler manzumesi olmakla
suçluyorlardı. Sûre, iddia ettikleri gibi Kur'an'ın anlaşılmaz sözlerden değil,
Arapça bir da kitap olduğu ve sözlerinin apaçık olduğunu anlatmakla konuya giriş
yapar. Hem Hz. Peygamber de aralarından çıkmış bir insandır. Kur'an'ın onun
eseri olması mümkün değildir; ve o, her şeye gücü yeten yüce Allah'ın
eseridir.
Sûre,
girişinde konusunu belirlemektedir: Konu, Kur'an-ı Ke-rîm'dir; Allah'ın bu
indirdiği âyetleri, kâinatta her an olup biten âyetleridir. Ayrıca kâfirlere
karşı deliller getirilmekte, müminlerin özelliklerine deyinilmektedir. İbret
alınsın diye azaba uğrayan kavimlerin haberleri anlatılırken onların neden helâk
edildikleri açıklanmaktadır. Sûrede Kur'an hakkında indirilen âyetlerde şöyle
buyurulmaktadır: "O küfredenler, şöyle dedi: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Onun
hakkında (okunurken) manasız yaygaralar yapın; belki üstün gelirsiniz
(susturursunuz)."işte biz o kâfirlere en çetin bir azabı tattıracağız. Onları
yapa geldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız. Halbuki o Kur'an cidden sarp
bir kitaptır ki, ne önünden ne ardından ona hiçbir bâtıl yanaşıp gelemez. O,
bütün kâinatın hamd ettiği o yegane hüküm ve hikmet sahibi Allah'tan
indirilmedir.
Eğer
biz onu yabancı dilden bir Kur'an yapsaydık muhakkak ki, "Ayetleri açıklanmalı
değil miydi? Araba, Arapça olmayan bir Kur'-an mı?" diyeceklerdi. Onlara de ki:
"O Kur'an, iman edenler için bir hidayet ve şifâdır. İman etmeyenlerin ise
kulaklarında bir ağırlık vardır. Onlar Kur'an'ı duymazlar, duymak istemezler. O
Kur'an bunlara karşı bir körlüktür. Onlar, uzak bir yerden çağrılıp da duymayan
kimseler gibidir. Andolsun ki biz Musa ya kitap (Tevrat'ı) verdik de, onda da
ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı (hesap gerektirilmemiş
olsaydı), aralarında olup bitirilmişti (helâk olmuşlardı). Herhalde onlar
bundan, şüpheci bir tutum içindeler. De ki: Eğer o Kur'an Allah nezdinden gelmiş
de sonra siz ona küfretmişseniz, bana haber verin, haktan uzak bir muhâlefette
bulunanın ta kendisi olan sizden daha sapkın kim vardır?"
Günümüzde
de inanmak istemeyenler, Kur'an'ın Arapça bir kitap olarak indirildiğini ve onun
yalnız Araplara geldiğini söylerler. Halbuki, herhangi bir kitabın ve bu
Kur'an'ın bütün yeryüzüne şâmil olması için yine yeryüzü dillerinden biriyle
indirilmesi kadar doğal bir şey olamaz. Aslında onların her birine tek tek de
Kur'an indirilse onlar yine inanmazlar. Kaldı ki Allah'ın elçisi ve sevgili kulu
Muhammed (s.a.s.) Arap toplumunda doğdu ve ona -o ümmiye- Kur'an Arapça
indirilmeseydi de meselâ İbrani’ce indirilseydi, bu sefer de Allah'ın buyurduğu
gibi "Arap'a Arapça olmayan bir kitap mı?" diyeceklerdi. Kısaca, kâfirler, yolu
yokuşa sürmek için her zaman saçma sapan iddialarda bulundular. Kâh onu Muhammed
uydurdu" dediler, ama o ümmî idi; kah "Bunlar deli saçması" dediler ama onun
gibi bir âyet dahi ge-tiremediler.
Yine
onlar âyetlerin mucizeliğini reddettiler; siyak ve sibakını, âyetlerin anlam
örgüsünü bozarak âyetleri asıl manalarından başka manalara tefsir ederek
sapıttılar. Ama, Kur'an'ın hiçbir bilgisini yalanlayamadılar. Kur'an'ın
doğruluğu her zaman ortada var oldu ve var olup gidecektir. Onlar Muhammed'e
"mecnun" dediler ama onun do-ğumundan beri aralarında yaşayan en dürüst insan
olduğunu da red-dedemediler. Allah onlara âyetlerini gösterdi. Her peygamberi ve
on-lara verilen kitabı da geçmişte kavimleri yalanlamışlardı. Ama baş larına
korkunç azap gelmiş, meselâ Âd ve Semûd bunlardandı. Doğru yol gösterildiği
halde körlüğü tercih etmişlerdi. Allah da onları alçaltıcı azabın yıldırımı ile
yakalayıverdi. Ancak iman edenleri ve sakınanları kurtardı. Allah şöyle
buyurmaktadır: "İşte siz kulak, göz ve derileriniz aleyhinizde Şahitlik eder
diye korunuyordunuz. Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah'ın
bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte bu sizin zannınız, Rabbiniz hakkındaki zannınız
sizi bir yıkıma uğrattı; böylelikle de kayba uğrayanlar olarak sabahladınız"
(22-23). Hz. Peygamber, (s.a.s.) bu âyeti çok veciz bir şekilde açıklamıştır:
"Rabbin, kulum beni nasıl tasavvur ederse ben öyleyim, der." Yani insan Allah'ı
nasıl tasavvur ederse, amellerini ona göre ayarlar. Müminin amelinin doğru
olması, kâfirin amelinin yanlış olması gibi.
Sûrede gerçekten çok büyük ve değerli
ahlâkî esaslara deği-nilmektedir. "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve
gerçekten ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kimdir? İyilikle
kötülük eşit olmaz. Sen en güzel olan tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman
görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost
oluvermiştir. Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz. Ve buna büyük bir
pay sahibi olanlardan başkası da kavuştu-rulmaz. Şayet sana şeytandan yana bir
kışkırtma gelecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir"
(33-36). "Kim sâlih bir amelde bulunursa kendi nefsi lehinedir, kim de kötülük
ederse o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin kullara zulmedici değildir... İnsan
ha-yır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundu mu artık o
umutsuzluğa kapılır" (46, 49). "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan
çizer, ona bir şer dokunduğu zaman ise artık o geniş dua eden biridir"
(51).
Bu
âyetlerde Allah, insan psikolojisinin değişmez gerçeklerini bildirmekte,
mü'minlerin amellerinin boşa gitmeyeceğini, fazlasıyla karşılığını vereceğini,
beyan edip onları cennetle müjdeleyerek teşvik etmektedir. Daha önce kötü
insanlara kötü, iyi insanlara iyi arkadaş-ları nasip ettiğini haber veren Allah
Teâlâ, müslümanlar henüz az bir grup iken ve Mekkeli kâfir çoğunluğun
baskılarıyla bunalırken, onlara kötülüğün tabiatı icâbı zayıf ve çökmeye mahkum
bulunduğunu be-yan etmekte; iyilik ve doğruluğun iddia ettikleri gibi zayıf
değil, aksine hakiki fethedici bir güç olduğunu bildirmektedir. Kaldı ki,
mü'minlerin en büyük vasfı, kötülüğe iyilikle karşılık vermektir. Hiçbir
kötülük, iyiliğin, yüceliğin karşısında tutunamaz, çöker. İşte Allah mü'minlerin
bu vasfını "büyük bir pay" diye nitelendirmektedir. Çünkü gerçekten bunu herkes
yapamaz. Genellikle insan, kötülüğe kötülükle mukabele etmek ister; hattâ insan
kinci ve intikamcıdır. Ancak o en güzel ahlâka sahip Rasûlullah'(s.a.s.)'dir ki,
kendisine her kötülüğü yapanları, hattâ zehirlemek isteyenleri bile affetmiştir.
İşte müslümanın tavrı budur.
Üstelik
müslümanın bu tavrından şeytan kahrolur. Çünkü o her zaman müslümanın hatalı bir
tavrını yakalamak ister. Şeytanın kışkırtması işte budur. Onun tuzağı müminlerin
açığını kollamaktır. Ebû Hureyre bu konuda şöyle demektedir: "Bir gün birisi
Resulullah'ın yanında Ebû Bekir'e geldi ve ona sürekli sövmeye başladı. Ebû
Bekir susuyor, cevap vermiyor, Resulullah da sesini çıkarmıyordu. Ebû Be-kir
sonunda taştı ve sert bir karşılık verdi. Resulullah'ın çehresi hemen değişti ve
oradan uzaklaştı. Hz. Ebû Bekir ona yetişerek niçin böyle davrandığını sorunca o
şöyle buyurdu: "Sen sessiz durduğun sürece bir melek senin yerine ona cevap
veriyordu. Fakat sen ağzını açtığında yanına şeytan geldi. Bense şeytanın olduğu
yerde bulunmam. " Bu tavır, müminlerin her zaman Allah'ın hiçbir şeyden habersiz
olmadığını dâima hissetmektir. Zaten kâfirler haksız yere kötülük çıkarırlar;
giderek bunalıma düşerler; sürekli şek ve şüphe içinde has-talığa yakalanmış
gibi olurlar ve sonunda hevâ ve hevesleri onları helâke götürür. Allah hiçbir
zaman zulmetmez, salih amelleri zayi etmez ve kötülükleri de cezasız
bırakmaz.
Nihayet
sûre şu âyetlerle sona ermektedir: "Biz âyetlerimizi hem âfakta hem de (enfüste)
kendi nefislerinde onlara göstereceğiz. Öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu
kendilerine besbelli olsun. Her-şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması
yetmez mi? Dikkatli olun; gerçekten onlar Rablerine kavuşmaktan yana derin bir
kuşku için-dedirler. Gözünü aç; gerçekten O, her şeyi kuşatandır"
(53-54).
Müfessirler
âyetlerin gösterilmesi konusunda şu önemli görüş-leri ortaya
koymuşlardır:
1.
Onlar, İslâm'ın kısa bir sürede çevreye yayılacağını, ve ken-dilerinin de teslim
olacaklarını tahmin edemezler. Nitekim İslâm'ın adâleti her yere yayılınca
herkes âyetleri gördü.
2.
Allah insanlara kendi vücutlarında, yeryüzünde, gökyüzün-de âyetlerini
göstermektedir. Her devirde bilimin yeni bulguları keşifler ve icatlar buna bir
işarettir.
3.
Tabiî ölüm halinde veya ölmeden önce ölerek her şeyden hakkı görmekle âyetler
gösterilecektir.
4. Bu
âyetler, indikleri tarihsel ortam içerisinde Bedir zaferi, Mekke'nin Fethi vb.
olaylara işaret ederek mucizevî haberler yakın gelecekte gerçekleştiği gibi;
dünya döndükçe genelde tüm insanlar ve toplumlar üzerinde de
gerçekleşecektir.
Genel
Olarak Fussilet Sûresi şu mesajları taşır:
1.
Allah'ın kelâmı Arapça'dır; bir müjde, bir uyarıcıdır; dileyen akıl sahipleri
onu okursa gerçeğin farkına varır. Kalpleri kapanmış kişiler ise onu
anlayamazlar.
2.
İnkârcılar ne yaparlarsa yapsınlar kendi acı sonlarını hazırlamaktan başka bir
şeye nâil olamazlar. Allah'ın bir olduğu gerçeği değişmez.
3. Ne
kadar aptal beyinsizdir şu inkârcılar. Allah onları yoktan var etmiş, işte şu
kâinatta sayısız nimetleri onların emrine vermiş, şu âlemin nizamını sağlamış
olduğu halde ve kullarına hidâyete iletmek için İslâm'ı bildirdiği halde ona
inanmıyorlar ve üstelik elçisini, kitabını yalanlıyorlar. O halde geçmiş
ümmetlerin anlatılan acı âkıbetleri de onları düşündürmüyorsa, cehennem ateşinde
yanmaları kaçınılmazdır.
4.
Şimdi müminlere karşı güçlü gibi görünen, şeytanın da her kötülüğü güzel
gösterdiği, akılsız güruh, kıyâmette birbirini bile
tanımayacaktır.
5.
Kur'an, istenildiği kadar mesajı engellenmeye çalışılsa da tahkim edilmiştir ve
kimse onun insanlara ulaşmasını önleyemez.
6.
Allah her şeyi yaratandır; yaratıklarına karşı çok merhametlidir ve o
yarattıklarını başıboş bırakmaz, onlara doğru yolu gösterir; bu onun büyük bir
fazlıdır. Zaten hayat bir imtihandır, bir oyalanmadır.
7.
Peygamber de bir insandır ve aldığı vahyi tebliğ eder.
8.
Allah rızıkları dört günde takdir etti; sonra kendisi duman halinde olan göğe
yöneldi; yeri ve göğü yedi gök olarak iki günde tamamladı ve her bir gökte kendi
emrini vahy etti; dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattı ve bir koruma
altına aldı. İşte bu üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir. O halde
nasıl O'na ortaklar koşa-biliyorlar? Allah'a karşı edepsizlik edip de Resulünü
tanımıyorlar ve, "O dileseydi bize melek gönderirdi" diye yalanlıyorlar? Veya
Kur'an'ı Arapça diye küçümsüyorlar?
9.
Müminler, kâfirlerin bu dünyadaki geçici üstünlüklerine aldırmasınlar. Şeytan ve
dostları bir tarafta, müminler ve melekler bir ta-aftadır. Müminler, cennete
gitmekle müjdelenirler ve onlara, "Orada artık tüm sıkıntınız, çileniz bitti,
sonsuz nimetler sizin," denilir. Oysa kâfirler "bir yolcunun ağaç gölgeliğinde
dinlenmesi gibi olan şu kısacık oyalanma dünyasından" sonra cehennem'e giderler.
Onlar da orada ebedî kalıcıdırlar.
Sûrenin ilk âyeti, huruf-ı
mukattaa’dır. Bununla alâkalı önceki sûrede açıklamada
bulunmuştuk.
1.
“Ha-Mîm”
Allah, kitabını dilediği biçimde
gönderir. Allah sözlerine istediği biçimde başlar. Kullarına düşen sadece
teslimiyettir. Yâni, “ya Rabbi kitabını şöyle indirmeliydin! Bize şöyle hitap
etmeliydin! Kitabını filân dille göndermeliydin! Ya da vahyini içimizden falana
indirmeliydin! Peygamberini bizim aramızdan seçmeliydin! Bizi şunlarla sorumlu
tutmalıydın!” deme hakları yoktur. Allah dinini nasıl anlatmışsa, söze nasıl
başlamışsa, nelerle bizi sorumlu tutmuşsa, itirazsız teslim olmamız
gerekmektedir.
2. “Bu Kur’an, Rahmân ve Rahîm olan
Allah tarafından indirilmiştir.”
Bu kitap, Rahmân ve Rahîm olan
Allah’tan gelme bir kitaptır. Rahmân ve Rahîm olan Allah bu kitabını
indirmiştir. Yüceler yücesinden kitabını inzâl buyurmuştur. İnzâl, tenzîl,
tenzîl-i rütbe, indirmek demektir. Allah, kitabını elinizin altında olsun, size
yakın olsun diye indirmiştir. Siz sürekli onunla beraber olasınız, ondan
istifade edesiniz, ona tutunarak yol bulasınız diye. Onunla çölde yol bulasınız,
ona tutunup çukurdan kurtulasınız, hayatınızı onunla düzenleyesiniz diye.
Yaratıcınıza karşı sorumluluklarınızı bilip O’nun istediği gibi bir hayat
yaşayasınız diye. Dünyanızı ve âhiretinizi mâmur edesiniz diye Rab-biniz size
kitabını indirmiş, kendi bilgisini ulaştırmıştır.
Öyleyse Allah sizi muhatap kabul
edip merhametinden dolayı kendi kelâmını sizin elinizin altına indirirken, sakın
sizler onu hep kaldırmadan yana olmayın. Yâni o kitap sürekli elinizde olsun,
sürekli elinizin altında bulunsun. Siz de onu hayatınıza indirin. Siz de onu
hukukunuza, eğitiminize indirgeyin. Kazanmanıza, harcamanıza, hukukunuza,
eğitiminize, siyasal yapılanmanıza, kısacası tüm hayatınıza, tüm beşerî
ilişkilerinize indirgeyin. Allah’ın yaptığının tersini yapmayın. Allah
indirirken siz kaldırmadan yana bir tavır almayın. Kur’an’a karşı hürmet, onu
yukarılara kaldırmak değildir. Kur’an’a karşı hürmet, onu sürekli el altında
tutmak, sürekli bakılacak, sürekli okunacak, müracaat edilecek bir konumda
tutmaktır.
Kitabın indirilişiyle birlikte, kitabın
indirilişinin zikriyle birlikte, hemen Rabbimizin Rahmân ve Rahîm oluşunun da
zikredildiğini görüyoruz. Kitabın inzalinin hemen yanı başında Rabbimizin Rahmân
ve Rahîm oluşunun gündeme getirilmesinden anlıyoruz ki, bu kitap Rah-mân ve
Rahîm olan bir kaynaktan gelmektedir. Bu kitap, Rabbinizin Rahmân ve Rahîm
sıfatlarının tecellisidir. Yâni bu kitabını Rabbiniz size rahmetinin gereği
olarak indirmiştir. Size merhamet ettiği, size acıdığı, sizin yeryüzünde ne
yapacağınızı bilmez bir vaziyette bocalamanıza razı olmadığı için, rahmetinin
gereği olarak Rabbiniz size bu kitabı vasıtasıyla kendi bilgisini indirmiştir.
Eğer Allah size merhamet buyurup da bu kitabı vasıtasıyla kendi bilgisini
indirmeseydi, sizler karanlıklar içinde ne yapacağınızı bilmez bir vaziyette
kalırdınız.
O Rabbiniz ki, rahmeti gereği sizi
yaratan, sizi yoktan var eden, yaratılış öncesi sizin için dünyada her şeyi
hazırlayan, sizin için tüm şartları hazırlayan, yaratılış sonrası için de size
rızık verip sizi doyuran, sizi yaşatan ve bir de hayatınızı düzenlemeniz için
size kitap gönderen Rabbinizdir. Şimdi kendilerine karşı rahmet olarak
gönderilen bu kitaba karşı kayıtsız, ilgisiz kalan, hattâ onu inkâr eden, bu
hayat programından habersiz bir şekilde kendilerine hayat programı yapmaya
kalkışan kimselerden daha zalim kim vardır? Kendilerini bu kitaptan, bu kitabı
kendilerinden uzak tutan insanlardan daha zalim kim olabilir? Rabbleri
kendilerine acıdığı için karanlıklarda kalmasınlar diye bir hayat programı
gönderiyor, kendilerini muhatap kabul edip kendi bilgisini gönderiyor onlara,
onlar ise bu rahmet kaynağına karşı ilgisiz kalarak, kendilerini Rabblerine
kulluk ortamından uzaklaştırarak başkalarına kulluğa koşuyorlar. Bundan daha
büyük bir zulüm, bundan daha büyük bir nankörlük olur mu?
Bu kitap, Rahmet kaynağı olan,
kullarına karşı sonsuz Rahmet ve merhamet sahibi bir Allah’tan gelmiştir.
Kullarına rahmetinin gereği olarak bu kitabını göndermiştir Rabbimiz. Bu kitabın
gelişi sadece bu kitaba iman edenler için değil, tüm âlemler için bir rahmettir.
Sadece bu kitaba iman edip onunla amel eden, bu kitabı kendilerine hayat
programı yapan mü'minlere değil, aynı zamanda bu kitabı reddedip onunla diyalog
kurmaya yanaşmayan insanlar için de rahmettir bu kitap. Sadece insanlar için
değil, aynı zamanda tüm canlılar için de bir rahmettir.
Ama insanların tamamı bu kitabın
rahmetinden, bu kitabın hidâyetinden istifadeye yanaşmayacakları için, kıyâmete
kadar bu rahmetten mahrum kalmaya devam edenler de olabilecektir elbette. Evet,
bu kitap Rahmân ve Rahîm olan bir Allah’tan gelmedir. “Öyleyse ey bu kitabın
muhatapları, bu kitabı reddederken bilesiniz ki Beni reddediyorsunuz, onu size
getiren peygamberi değil,” buyurarak, bir taraftan bu kitabın kâfirleri tehdit
edilirken, öbür taraftan da, “ey peygamberim, bu insanlar inanmıyorlar diye,
reddediyorlar diye sakın kendi kendini yiyip bitirecek bir noktaya gelme. Çünkü
bunlar, bu inkâr edenler seni değil, beni inkâr ediyorlar,” buyurularak
peygamber (a.s) teselli ediliyordu.
3. “Bu, Arapça bir Kur’an olarak
âyetleri bilen bir kavim için, ayırt edilip açıklanmış bir
kitaptır.”
Bu bir kitaptır, bir yazgıdır. Ferdin,
ailenin, toplumun yazgısı, alın yazısı, hayat programıdır. Tüm kâinatın alın
yazısı ve hayat programıdır bu kitap. Ya da kitap, kitâbe demektir. Yâni
üzerinden asırlar geçse de, karlar, boralar, fırtınalar esse de bozulmayacak,
silinmeyecek, yok edilemeyecek, kıyâmete kadar kimsenin değiştiremeyeceği, yok
edemeyeceği, kalpte olan, kabulde olan ve Levh-i Mahfuz’dan dünyaya yansıyan bir
kitâbedir bu. Zaman onu ezip bozamayacak, tarih onu silip süpüremeyecektir.
Bu kitap, Arapça bir okunak olarak
indirilmiştir. “Peki neden Arapça?” demenin anlamı yoktur. Allah, kitabını
istediği şekilde gönderir, kimsenin O’na bu konuda hesap sorma, yol gösterme
hakkı yoktur. Arapça değil de meselâ İngilizce olarak gönderseydi Rabbi-miz, bu
defa da neden İngilizce? diye sorulacaktı. Bu sorunun arkası gelmeyeceğine göre,
elbette Allah bunu bir dil üzerine gönderecekti ve belki de diğer dillere
nazaran tüm insanlık Arapça telaffuza müsait yaratıldığı için Arapça
göndermiştir diyoruz. Herkes, her millet namazlarında Fâtiha’yı Arapça
okuyabilmektedir.
Bir de bilen insanlar için, aklı
başında kimseler için her şeyi açık açık ortaya koymuştur. Hak ve bâtıl, doğru
ve yanlış fâsılalı fâsılalı anlatılmıştır. Âyetlerle fâsılalı, sûrelerle
fâsılalı, konularla fâsılalı olarak uzun uzun anlatılmıştır. Onda her konuya ait
uygulayabileceğiniz hükümler vardır. Rabbimiz bu kitabında anlattıklarını tekrar
tekrar anlatmış, bir yerde anlatılan başka bir yerde bir daha anlatılmıştır.
Meselâ Rabbimiz âhireti anlatmış, araya başka konular koymuş, sonra dönüp aynı
âhireti bir daha, tafsilatlı olarak anlatmıştır. Hiçbir şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayacak biçimde her şey tafsilatlı olarak anlatılmıştır. İnsan
yeryüzünde nasıl yaşamalıdır? Rabbi ile nasıl bir ilişki içinde bulunmalıdır?
Çevresiyle nasıl bir uyum sağlamalıdır? Diğer varlıklara karşı yeri ve görevleri
nelerdir? Hayatına nasıl bir program yapmalıdır? Nasıl mutlu olur? Nasıl
huzursuz olur? Rabbine karşı nasıl kulluk yapmalıdır? Hangi yol kendisini
dünyada felâkete, âhirette de cehenneme götürür? Nasıl bir hayat programı
kendisini dünyada saadete, âhirette de cennete götürür? Bunların tamamı açık
açık bu kitapta ortaya konmuştur. İnsanların, şu konu bizim için bu dünyada
müphem kalmış, bu konuda nasıl davranacağımızı bilemiyoruz, diyebilecekleri
hiçbir şey yoktur.
Tüm asırların, tüm zamanların ve
mekânların, tüm insanlığın ve tüm varlıkların ihtiyaçları, hareket tarzları,
hayat programları bu kitapta açık açık anlatılmıştır. Ama unutulmamalıdır ki, bu
kitapta her şeyin fâsılalı fâsılalı, tafsilatlı tafsilatlı anlatılması Allah’tan
korkanlar içindir. Yâni akıllarını kullanıp, bu kitabı hidâyet rehberi bilip, bu
kitabı hayat programı bilip ona müracaat edenler içindir. “Ben bunsuz müm-kün
değil yol bulamam. Mümkün değil ben bunsuz yaşayamam. Bunsuz ben asla mutlu
olamam. Hayatı hayatın sahibine sormadan asla yaşayamam. Yolu yol bilene
sormadan, yol bilenin elinden tutmadan, yol bilenin gönderdiği haritayı ele
almadan, pusulaya müracaat etmeden mümkün değil ben yolumu bulamam,” diyen
insanlar içindir. “Beni yaratan, beni bu dünyaya getiren, beni yaşatan, benim
yaşamam için yeryüzünde her türlü şartları hazırlayan ve sonunda da elimde
olmadan beni öldürüp hesaba çekecek olan Rabbim, elbette benim nasıl bir hayat
yaşamam gerektiğini benden daha iyi bilir,” diyerek onun kitabına müracaat eden
kişiler içindir bütün bu âyetler. Bu kitabın, bu âyetlerin kıymetini ancak onlar
bilebilirler.
Kitabın tüm bu açıklamaları, bilen
insanlar içindir. Aklını ve kalbini ona açanlar ve onu kendileri için hidâyet
kaynağı, hayat programı bilenler içindir. Yâni bunun manası, bu kitabın
kıymetini bilenler bundan istifade edeceklerdir, bir de bu kitap sayesinde
insanlar bilen olacaklardır demektir.
Evet, bu kitabı bilenler âlimdir, bu
kitapla beraber olanlar bilgindir. Kur’an-ı Kerîm’deki bu tür âyetlerin anlamı
budur. Yâni bunu bilenler âlimdir, bundan haberdar olanlar fakihtir, bununla
beraber olanlar akıllıdır gibi. Öyleyse bu kitabı tanımayanlar, bu kitaptan
habersiz bir hayat yaşayanlar ne olurlarsa olsunlar, kim olurlarsa olsunlar
cahildirler. Yeryüzün en âlimleri bu kitabı tanıyan, bu kitaba inanan ve bu
kitap kaynaklı bir hayat yaşayan mü’minlerdir. Dünyanın en cahil insanları da bu
kitaptan mahrum kalmış kâfirlerdir.
Rabbimiz, kitabının bir âyetinde bu
kitabını bize tanıtırken: olarak tanıtır. “İnsanlar için hidayet kaynağıdır,”
buyurur. Başka bir yerde, aynı kitabın Bakara sûresinde de: diye tanıtır. “Bu
kitap muttakiler için hidayettir. Muttakiler için yol göstericidir,” buyurulur.
Bu kitap, bütün insanlığa hidâyet
için gelmiştir. Fakat bu hidâyetten istifade edebilmenin bir şartı var, o da
muttakî olmaktır. Kur’-an’dan istifade edebilmenin birinci şartı, muttakî
olmaktır. Nedir takva? Kimdir muttaki? Takvâ, Allah’ın koruması altına girmek
demektir. “Allah’ım ben yolumu bulamıyorum, sen bana yolumu gösteriver. Ben
kendime hayat programı yapamıyorum, sen bana hayat programını gösteriver,”
demektir. Yâni takvâ, yolunu, hayatı nasıl yaşayacağını Allah’a sormak, Allah’ın
koruması altına girmek demektir. Takvâ, Allah’la yol bulmak demektir. Yolunu
Allah’la bulmak, Allah’a sorarak, Allah’a danışarak yol bulmak demektir. Takvâ,
yolunu bulabilmek için Allah’ın kitabına müracaat etmek demektir. Allah’ın
kitabının yegâne yol gösterici, ve tek hayat programı olduğunu kabullenmek
demektir. Takvâ, peygamber modeliyle hareket etmektir. Kur’an-ı Kerîm’de takvayı
böyle anlatan pek çok âyet görüyoruz.
Allah’ın kitabına bu gözle bakmayan
insanlar kesinlikle ondan istifade imkânını kaybedeceklerdir.
4. “O, müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderilmiştir. Fakat insanların çoğu yüz çevirmişlerdir. Artık onlar gerçeği
işitmezler.”
Bu kitap müjdeci ve uyarıcıdır. Bu
kitabın böyle bir özelliği var. Bu kitap kendisine tâbi olup onun istediği gibi
bir hayat yaşayanları dünyada mutluluk ve huzur, âhirette de cennet ve devletle
müjdeler, ondan habersiz yaşayanları da dünyada rezillik, âhirette de cehennem
ve ateşle uyarır. Bu kitap müjdenin sebebini ve uyarının neticesini anlatır.
Yâni cennet ve cehennemi anlatır. Kulluğun da, isyanın da âkıbetlerini açık açık
haber verir. “Siz bilirsiniz, ister bu kitapla beraber olup bu kitabın
gösterdiği yoldan gidip sonunda cennete ve devletlere erersiniz, isterseniz de
kendi bildiğiniz gibi yaşayıp cehennemi boylarsınız” diyerek insanları müjde ve
uyarıyla karşı karşıya getirir. “Ama hal böyleyken insanlardan pek çoğu bu
kitaptan yüz çevirmişlerdir, bu kitabın müjde ve uyarılarıyla
ilgilenmemişlerdir,” diyor Rabbimiz. Artık onlar asla gerçeği işitmezler,
işitemezler.
Rabbimiz, birinci gruptaki o kitaptan
istifade edebilecek insanlar için «w[¬TÅBW²V¬7 ›®G; buyurmuştu, bu kitaptan
istifade edemeyecekler için de –YQ«W²K«< ¸ ²vZ«4 diyor. “Onlar
işitmezler,” diyor. Kitap karşısında ikinci bir grup insan vardır. Kendilerine
arz edilen Kur’an karşısında ikinci grup insan, Bakara sûresinde şöyle
anlatılır:
“Kitap kendilerini ha uyarmış ha
uyarmamış (fark etmez) müsavî olanlardır.”
(Bakara 6)
Kitap kendilerine ha ulaşmış ha
ulaşmamış, Kur’an diye bir kitap evlerinde ha var ha yok, yeryüzüne böyle bir
kitap ha gelmiş ha gelmemiş fark etmez yaşayanlar, kitaplarına karşı nötr
davrananlar, ilgisiz ve kayıtsız yaşayanlar, kitaplarından habersiz hayat
programı yapanlar. Yanlış hatırlamıyorsam Şuayb’ın (a.s) kavmi de Şuayb'a (a.s)
aynı şeyi söylüyordu:
“Onlar dediler ki, sen öğüt versen de,
vaaz edenlerden olmasan da bizce müsavidir.”
(Şuarâ 136)
Yâni “ey Şuayb! İster vaaz et, ister
vaaz etme! İster anlat, ister anlatma! İster uyar, ister uyarma! Bizim için fark
etmez, çünkü biz kesinlikle seni
dinlemeyecek ve sana inanmayacağız!” diyorlardı. Yâni vaazın, uyarının
varlığıyla yokluğunu müsavî kabul ediyorlardı. Peygamberin varlığıyla yokluğu,
Kitabın varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitap ha var ha yok fark
etmezdi. Peygamber kendilerini ha uyarmış ha uyarmamış, kendilerine kitap ha bir
şeyler demiş ha dememiş fark etmezdi onlar için. Yeryüzüne böyle bir kitap,
böyle bir peygamber ha gelmiş, ha gelmemiş fark etmezdi. Dünyalarında kitap,
peygamber yoktu. Böyle insanlar ne kadar çok şu anda değil mi? Ne yazık ki
müslümanım diyen insanlardan pek çoğu şu anda böyledir. “Kitaba inanıyoruz”
diyorlar, ama kitaptan haberleri yok. Peygamberimiz var diyorlar, ama ne yazık
ki peygamberden haberleri yoktur. Kitaplarından ve peygamberlerinden habersiz
bir Müslümanlık yaşadıklarını zannediyorlar.
Buna göre Kitap karşısında ikinci
bir grubunun varlığını an-lıyoruz. Ama bunu demeden önce burada bir yanlışımızı
söyleyelim: Maalesef Müslümanların şöyle bir yanlışı olmuş: Sanki Kur’an’da
anlatılan mü'min, muttaki, muvahhid, sabırlı, mücahid, cihad edici, namaz kılıcı
insanlar sanki biziz. Bunlardan söz ederken Kur’an garanti bizi anlatıyor.
Halbuki yıllar yılı şunu da öğretmişlerdi Müslümanlara: Cennetlik olmayı kim
garanti görürse dinden çıkar. Nerden bildin onun sen olduğunu? Nerden bildin
kesinlikle oraya lâyık olduğunu? dememiz gerektiğini biliyoruz. Bunu da
bildiğimiz halde, yine de Kur’-an’da anlatılan her güzel sıfatın sahibinin
kendimiz olduğunu zannetmişiz. Ondan sonra da Kur’an’da nerede kâfir, putperest,
fâsık, facir, münâfık, müşrik anlatıldı mı da hep başkaları zannedilmiş, hep
karşıdakiler zannedilmiş, hep başkalarının üzerine atılmış. Oysa, acaba bu
anlatılanlar ben miyim? Bu sıfatlar bende var mı? Acaba bu âyet beni mi
anlatıyor? demek
zorundayız.
Hz. Ömer efendimiz, Aşere-i
Mübeşşere’den olduğu halde “acaba burada anlatılan münâfık ben miyim,” diyor ve
uykularını kaybediyordu. “Acaba Rasûlullah’ın haber verdiği münâfıkların içinde ben de var mıyım,” diye için için
muhasebesini yapıyordu. Elbette bir insan olarak, bir mü'min olarak öyle
düşünecekti ve zorlanacaktı, zorlayacaktı kendini.
Şimdi bu manada kendimize bir bakalım:
Kur’an karşısında olunca, Kur’an kendisine Kur’an arz edilince Kur’an’la karşı
karşıya gelince insanlar iki gruba ayrılıyor:
1. Bakara sûresinde muttakîler, burada da
bilenler, aklı olanlar... Yâni Kur’an’ı dinleyenler, Kur’an’ı işitenler,
Kur’an’la uyarılanlar. Kur’-an’ın uyarısı karşısında uyarılanlar, Kur’an’la yol
bulanlar, yollarını Kur’an’la bulanlar, Kur’an’la kendilerine çeki düzen
verenler, Kur’an’la hareket edenler. Yaptıklarını ve yapmadıklarını Kur’an’dan
alanlar. Kur’an kaynaklı, Kur’an endeksli bir hayat
yaşayanlar.
2. İkinci grup insan ise kendilerine
Kur’an arz edilince, Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ı duydukları zaman,
Kur’an karşısında:
“Küfredenlere (hakkı örtbas edenlere)
gelince uyarsan da uyarmasan da müsavîdir onlar için. Onlar iman etmezler.”
(Bakara 6)
Burada anlatıldığı şekliyle söylersek,
işitmeyenler, kulak verip dinlemeye yanaşmayanlar, Kur’an’la henüz
tanışmayanlar. Kur’an’ı ellerine almayanlar, Kur’an’dan haberdar olmayanlar,
yâni Kur’an ha var ha yok fak etmez diyenler, dünyada Kur’an diye bir kitap ha
var ha yok fark etmez yaşayanlar, Kitaplarının içinde Fussilet diye bir sûre ha
varmış, ha yokmuş fark etmez diyenler, Kur’an’ın uyarısı karşısında nötr
davrananlar, Kur’an’la diyalog kurma gereği duymayan, onu anlama, tanıma lüzumu
duymayan, Kur’an’sız yaşayan, Kitaplarından habersiz yaşayan, Kitaplarından
habersiz kendilerine hayat programı yapmaya çalışan, Kitaplarından yüz çevirip
onu duymak, dinlemek istemeyen, Kitaplarının anlattığı müjde ve uyarılar
istikâmetinde bir hayat programı takip etmeyen insanlar.
Şimdi kendimize bir bakalım: Kur’an bizi
uyarınca, yâni biz Kur’-an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ın mesajı bize
ulaşınca, eğer Kur’-an bizi ha uyarmış, ha uyarmamış, böyle bir sûre Kur’an’da
ha varmış ha yokmuş, bizim için denkse, müsaviyse, o zaman Allah korusun biz de
bu ikinci gurubun içindeyiz demektir.
Bakın bu ikinci grupta olan, Kur’an’ın
uyarısı, bu Kur’an âyetleri karşısında kimi insanlar derler
ki:
5. “Onlar: “Ey Muhammed! Senin bizi
dâvet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık
vardır. Seninle bizim aramızda anlaşmamıza engel bir de perde vardır. Sen
istediğini yap, çünkü biz de istediğimizi yapıyoruz”
dediler.”
Allah’ın Resûlüne: “Ey Muhammed! Bu
senin bizi dâvet ettiğin mesaja karşı bizim kalplerimiz kapalıdır” diyorlar.
Birkaç manası vardır bunun:
1. Bu adamlar ya, “ey peygamber! Senin
bize getirdiğin bu kitabın dâvetinin bizim kalplerimize ulaşması mümkün
değildir, sanki bizim kalplerimiz izole edilmiş, senin söylediklerin girmiyor.
Biz senin dediklerini, okuduklarını anlayamıyoruz,” diyorlardı. Yâni, “aramızda
engel var, aramızda örtü var. Bizi kendi halimize bırak, senin getirdiğin bu
kitapla bizim aramızda uçurumlar var. Bizim şu anda yaşadığımız hayat senin
getirdiğin bu mesajı dinlememize engeldir. Zevklerimiz, hedeflerimiz, sosyal
hayatımız, meslek hayatımız, ekonomi anlayışımız, siyasal yapılanmamız,
kılık-kıyafet ve hukuk anlayışımız se-ni dinlememize engel oluyor. Senin bizim
şu anda yaşadığımız ve alıştığımız hayatımıza ters düşen mesajına kesinlikle
kulak vermeyeceğiz. Sen bildiğin gibi yaşa, ama bizi de kendi halimize bırak,
biz de bildiğimiz gibi yaşayalım,” diyorlardı.
2. “Ey Muhammed! Senin getirdiğin bu
kitap, bu mesaj seninle bizim aramızda tefrika çıkardı. Bundan sonra, senin
böyle bir mesajı getirmenden sonra artık seninle birleşmemiz asla mümkün
değildir. Buna kesinlikle imkân kalmamıştır!” diyorlardı.
3. “Ey peygamber! Senin bizimle, bizim
de seninle herhangi bir ilgimiz, alâkamız yoktur! Biz ayrı, sen ayrı dünyaların
insanlarıyız. Senin düşüncen, senin anlayışın, senin hayatın ayrı, bizimkiler
ayrı,” diyorlardı. “Sen nasıl kendi yolunu, kendi dâvânı takip ediyor, kendi
yolundan vazgeçmiyorsan, biz de kendi yolumuzdan, kendi dâvâmızdan
vazgeçmeyeceğiz,” diyorlardı. “Sen nasıl bizi ve hayatımızı, bizi ve
düşüncelerimizi, bizi ve hayat programımızı reddediyorsan, bilesin ki biz de
sana muhalefetten, senin yolunu kesmeye çalışmaktan vazgeçmeyeceğiz, bu uğurda
elimizden gelen her şeyi yapacağız,” diyor-lardı.
Rabbimiz, Bakara sûresinde de münâfık
Yahudilerin aynı şeyi söylediklerini anlatır:
“Ey Muhammed! Bizim kalplerimizde kılıf
vardır.”
(Bakara 88)
Burada da Yahudilerin aynı şeyi
söyledikleri anlatılır. “Bizim kalplerimiz kılıflıdır, kalplerimiz örtülüdür
bizim. Biz anlamıyoruz! An-layamıyoruz senin ne dediğini. Bizi neye çağırdığını,
bize nasıl bir me-saj ulaştırdığını, bizi nasıl bir hayata çağırdığını
anlamıyoruz, anla-yamıyoruz,” diyorlar. Yahudiler, dinlemek istemiyor, anlamak
istemi-yor, duymak ve görmek istemiyorlardı. Kalplerinin kılıflı olduğunu
söyleyerek hem peygamberle alay ediyorlar, hem de kendilerini çok alçak bir
hayata indirgemek istiyorlardı. “Kalbimizde kılıf var, kalbimiz örtülüdür
bizim,” diyorlardı. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1. Ellerinde kitapları olduğunu
söylemeye çalışıyorlardı. Yâni, “ey Muhammed! Bizim amel edecek, okuyacak,
bilgilenecek elimizde kitabımız var. Bizler elimizdeki bu kitabımız sayesinde
kesin bilgiye, doğru bilgiye sahibiz. Bunun için başkasına ihtiyacımız yoktur.
Bizim elimizde bu Tevrat’ımız olduğu sürece seninkine ihtiyacımız yoktur,”
demeye çalışıyorlardı.
2. “Kalplerimiz kılıflıdır, kalplerimiz
kapalıdır. Yâni senin çağırdığın düşünceye, senin dâvet ettiğin ilkeleri
anlamaya, dinlemeye ihtiyacımız yoktur,” demek istiyorlardı. İbni Abbas’ın
ifadesiyle, zaten bizim kalplerimiz bilgi ile doludur. Kalplerimiz bilgi küpü
haline gelmiştir. Kalplerimiz bilgi ile dolmuştur. Ona yeni bir dâvâ nüfuz
edemez. Yeni bir dâvete, yeni bir kitaba, yeni bir bilgilenmeye icabet edemez
kalplerimiz. Yâni o kadar bilgi ile dolu ki kalplerimizde bir damla bile bir şey
alacak yer yoktur. Kendi bilgilerini, kendi anlayışlarını, kendi düşüncelerini
yeterli görüyorlar ve Kur’an’a ihtiyacımız yoktur,”
diyorlardı.
Günümüzde kendi bilgilerini,
düşüncelerini, metotlarını, kitaplarını yeterli görüp, “bizim Allah’ın Kuranına
ihtiyacımız yoktur, bizim hadis kitaplarını okumaya ihtiyacımız yoktur,” diyen
kimi müslümanlar gibi. Ellerindeki kitaplara, efendilerinin, liderlerinin,
üstatlarının, siyasilerinin, yazar-çizerlerinin kitaplarına güvenerek, onlara
yönelerek Allah’ın kitabına ihtiyaçlarının olmadığını söyleyen mü’minler
gibi.
3. Bir de bu yeni dinin
sorumluluklarından kendilerini kurtarabilmek için, belki de kendilerini aptal
yerine, ahmak yerine koyuyorlardı. “Biz gerçekten senin ne demek istediğini, bu
Kur’an’ın ne demek istediğini anlayamıyoruz,” diyorlar ve bunu anlayabilecek,
kavrayabilecek zekâya, anlayışa, kavrayışa sahip olmadıklarını söylüyorlardı.
Böyle bir sorumluluktan kurtulabilmek için kendilerini aptal ye-rine, geri
zekâlı yerine koyuyorlardı. Şimdi de öyle mi? Allah korusun Müslümanlardan
kimileri: “Ben ha! Yâni bu kitabı okuyacak, bu kitabı anlayacak ve çocuklarıma
anlatacağım ha! Biz kim, bu kitabı anlamak kim! Biz kim, Rasulullah’ın
hadislerini anlamak kim! Onu ancak büyük zatlar anlar,” diyerek Kitabı ellerine
bile almaktan çekinenler de aynen ° diyen Yahudiler gibi mi diyorlar? Allah
korusun, bu şekilde Allah’a iftira ediyorlar.
Halbuki Allah, “sizin güç
yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim,” diyor. Bunlarsa: “Hâşâ ya Rabbi! Sen
bizim anlayamayacağımız, kavrayamayacağımız bir kitap göndererek bizi onunla
sorumlu tutmuşsun,” diyerek Allah’a iftira ediyorlar. Çok parası olup da
kendisinden bir şey istemeye gelenlere karşı kendilerini sorumluluktan
kurtarabilmek için kendilerini fakir göstermeye çalışanlar da öyle değil mi?
“Haydi şuraya yardım et!” denince: “Ben ha! Ben yardım edeceğim ha! Nasıl
yapalım kardeşim? Elimizde avucumuzda bir şey yok ki yardım etsek!” diyerek
kendilerini sorumluluktan kurtarabilmek için fakir göstermeye çalışan insanlar
da böyledir. Veya, “kardeşim sen de çocuklarına bu âyet ve hadisleri duyurmak
zorundasın,” denince, kendisini güya sorumluluktan kurtarabilmek için: “Ben ha!
Yahu ben ne biliyorum ki anlatayım? Benim bilgim ne ki anlatayım?” diyerek sanki
kendilerinin ağızsız, dilsiz ve beyinsiz olduklarını söylemeye çalışanlar da
galiba bunun gibidir.
Ağzı var adamın, ama sanki yok.
Paradan söz etmeye gelince ağzı var, ama Kur’an anlatmaya gelince sanki ağzı
yok. Veya peynirin küflüsünü, turşunun modelini bilmeye, balın güzelini tanımaya
gelince ağız var, ama çocuklarına hadis anlatmaya gelince sanki ağzı yok. Bunlar
da öyle diyorlardı: “Biz kim bunu anlamak kim! Bizim meclislerimizde okuduğumuz,
elimizden düşürmediğimiz, gerekli bilgilenmeyi sağlayabildiğimiz kendi
kitaplarımız var. Biz onları okur, onlardan bilgileniriz, başkasına ihtiyacımız
yoktur. Ayrıca Kur’an okumaya da gerek kalmamıştır,” diyenler de aynı şeyi mi
söylüyorlar? Allah korusun.
Evet, kâfirler ve Yahudiler diyorlardı
ki, “kalplerimiz doludur, kalplerimiz kılıflıdır. Bizim buna ihtiyacımız yoktur.
Biz imanımızda, yolumuzda, dâvâmızda, geleneklerimizde öylesine sabit bir
inançtayız ki, hayatımızdan öylesine memnunuz ki, bunun aksine söylenecek hiçbir
şeyden etkilenemeyeceğiz.” Tıpkı bugün hayatlarından memnun görünüp, “bizim ne
kitaba, ne de sünnete ihtiyacımız yoktur” tavrını sürdüren, hayatlarını
sorgulamaktan kaçan kimi müslümanlar gibi.
Hattâ kimileri talebelerine,
müritlerine, kendilerini dinleyenlere sıkı sıkıya tembih ediyorlar: “Sakın bu
adamların kitaplarını okumayın! Sakın şu şu kişilerin konuşmalarını dinlemeyin!”
Ne olur ne olmaz, belki dinlerler de kalplerinin kılıfları parçalanıverir.
Kalplerine yerleştirdiğimiz tıkaçlar açılıverir de onlar da öyle düşünmeye
başlayıverirler diye, kendi cemaatlerine tembihte bulunuyorlar. “Sakın o
adamların derslerini dinlemeyin. Sakın bu adamların kitaplarını okumayın. Sakın
Kur’an-sünnet dinlemeyin, sakın tefsir okumayın. Çünkü sizler onları
anlayamazsınız,” diyorlar.
Vahiy karşısında nötr davranan,
Peygamber karşısında bu tavrı sergileyen bu insanlara Bakara sûresinde Allah
diyor ki: “Hayır hayır, aksine onların kalpleri kılıflı filân değil, onlar
kalplerini kendileri kılıflamışlar, kendileri kılıflatmışlar.” Kitap, peygamber,
peygamberin mesajı karşısında kendilerini büyük gören, müstekbir gören,
mallarına, makamlarına, cemaatlarına, sosyal ve ekonomik güçlerine güvenerek
peygamberi güçsüz ve zayıf gören insanlardır onlar. Tıpkı bugünküler
gibi.
“Kalplerimizde izole vardır. Seninle
bizim aramızda perdeler vardır ve de kulaklarımızda da ağırlık vardır, tıkaç
vardır.” Nasıl bir tıkaç? “Hani namazda gözü olmayanın, ezanda kulağı olmaz”
diye bir söz vardır değil mi? İşte öyle bir şey. Hani şimdi aklı namazda olmayan
insanlar ezanı hiç duyarlar mı? Duymazlar değil mi? Meselâ cemaatta gözü olmayan
bizler,ezanı duyabiliyor muyuz? Ezan okunup bittiği halde haberimiz bile olmuyor
değil mi? İşte bunların kulakları da böyleymiş. Yâni gözleri imanda, akılları
amelde olmadığı için duymu-yorlarmış adamlar. Aslında duyuyorlar, ama
duyduklarıyla kalplerinin irtibat kurmasını istemediklerinde duymuyor,
duyduklarıyla ilgi kumru-yor, duyduklarının gereğini
yapmıyorlar.
6. “Ey Muhammed! De ki: “Ben sadece
sizin gibi bir insanım, ancak bana İlâhınızın tek bir İlâh olduğu vahy ediliyor.
Artık hep O’na yönelin ve ondan bağışlanma dileyin.”
“Ben sizlerden farklı birisi değilim.
Ben de sizin gibi bir kulum, bir beşerim. Bu dinin, bu kitabın sahibi ben
değilim. Bu konuda sizi zorlayamam. Sizin kalplerinize nüfuz edip zorla bu
mesajı size empoze edemem. Benim böyle bir yetkim de, sorumluluğum da yoktur.
Ancak bu mesajı dinlemek ve kabullenmek isteyenlere ulaştırabilirim ben. Benim
sizden farklı bir tek yönüm var: O da sizin de, benim de Rabbim olan Allah
tarafından bana vahyin gelmesidir. Rabbim sizin de, benim de hayatımıza
karışmayı murad etmiş, bu konuda da beni odak nokta seçmiş ve bana kendi
bilgisinden vahiy göndermektedir. Onunla hayatımızı düzenleyelim diye bana kitap
gönderiyor.
Rabbim bana gönderdiği o
mesajında diyor ki, sizin İlâhınız bir tek İlâhtır. Rabbim bana vahy ediyor ve
bildiriyor ki kendisinden başka İlâh yoktur. Kulluk edilmeye, sözü dinlenmeye
lâyık tek İlâh O’dur. O’ndan başkalarını İlâh bilmeyin. O’ndan başkalarına
kulluk yapmayın. Sığınılacak tek varlık O’dur. Kendisine dua edilecek tek varlık
O’dur, O’ndan başkalarına sığınmayın. Sözü dinlenecek tek varlık O’dur, O’ndan
başkalarının koyduğu kanunlara ve kurallara itaat etmeyin. Hayatınızda sadece
O’nu memnun etmeye çalışın, yalnız O’nun çektiği yere gidin, yalnız O’nun
programını icra edin.
O’na doğrulun, O’na yönelmek isteyin.
O’nun için kıyamı dileyin. O’na doğru kulluğa niyet edip doğrulun. Ama O’na,
O’nun istediği ve O’nun lâyık olduğu biçimde tam kulluk yapamayacağınıza göre de
O’na istiğfar edin. “Ya Rabbi ben bu kadarını becerdim. Sen bu yaptıklarımı tam
kabul ediver! Kusurlarımı, eksiklerimi görmeyiver, ciddiye alma ya Rabbi!” diye
O’na istiğfarda bulunun ki, O sizin kusurlarınızı görmesin, eksiklerinizi tam
kabul buyursun.”
7. “Veyl olsun o müşriklere ki onlar
zekâtı vermezler ve âhireti de inkâr ederler.”
Vay o müşriklerin haline! Veyl olsun
onlara ki, onlar mallarına Allah’ın karışacağını kabul etmiyorlar. Mallarında
Allah’ın söz sahibi olduğunu bilmiyorlar ve bunu iman haline getirmeye de
yanaşmıyor-lar. Mallarının sahibi olan Allah’ın zekât emrini yerine getirmek
iste-miyorlar. Malla ilişkilerini o mallarının da, kendilerinin de sahibi olan
Allah’ın istediği gibi ayarlamaya yanaşmıyorlar.
Ya da buradaki zekât, şu bildiğimiz
zekât olabileceği gibi, tezkiye, tezekkî anlamına bir zekât da olabilir. Yâni
onlar tevhidi anlamak ve kabul etmek sûretiyle hayatlarını temizlemeye
yanaşmıyorlar. Sadece Allah’a kulluk yapmak sûretiyle itikatlarını temizlemeye
yönelmi-yorlar. Tâğutlara, âdetlere, modaya ve Allah’tan başkalarına kulluk
iplerini koparıp yalnız Allah’a kulluk ipini bırakmak sûretiyle boyunlarını ve
nefislerini temizlemeye yanaşmıyorlar. Kalplerinde Allah’tan başka mabutları
söküp atarak kalplerini temizlemeye yanaşmıyorlar. Anlıyo-ruz ki, buradaki zekât
imandır, şirkten arınmaktır. Mânâ, bu adamlar Allah’a, Allah’ın istediği biçimde
iman ederek şirkten arınmak istemi-yorlar demek olacaktır.
8. “Şüphesiz ki iman edip salih ameller
işleyenler için bitmez tükenmez bir mükafat vardır.”
Ama Allah’a Allah’ın istediği biçimde
iman edip de bu imanlarını amele dönüştürenler, imanlarını gündeme getirme
savaşı verenler, imanlarının hayatlarında görüntülenmesinden yana olanlara
gelince, işte onlar için gayr-ı memnun bir ecir vardır. Bu gayr-ı memnun ecir ifadesinin bir kaç anlamı
vardır:
1. Sonsuz, bitmeyen, tükenmeyen bir
ecir, bir ücret, bir karşılık vardır onlar için.
2. Ya da baş kakıntısı olmayan bir
ücret, baş kakıntısı olmayan bir ecir vardır onlar için. Yâni dünyadakilerin
verdiği ücret gibi, “haydi haydi! Hak etmediniz ama yine de size bunları
veriyorum” demeyecek Allah da, “işte bunları siz hak ettiniz, amellerinizle hak
ettiğiniz mükafat işte budur,” diyecektir.
3. Bir üçüncü manası da, memnuniyetin
de ötesinde bir ecirdir. Yâni, “yeter ya Rabbi! Ben ne yapacağım bu kadar
nîmeti!” dedikçe, Allah’ın daha fazlasını vereceği bir ecir, bir ücret var onlar
için.
9. “De ki: “Siz yeryüzünü iki günde
yaratanı gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de ona eşler koşuyorsunuz ha?
O, bütün âlemlerin Rabbidir.”
O Allah ki, yeryüzünü iki günde
yaratmıştır. Yâni gökler de, yer de O’na teslim olmuşlar, O’na boyun
bükmüşlerken, yeryüzünün bir parçası olan sizler O’na şirk koşuyorsunuz öyle mi?
Allah, sizin de, sizin semânızın da, arzınızın da ve tüm âlemlerin de Rabbi
iken, tüm âlemler O’na boyun büküp teslim olmuşken, siz kendinize O’ndan başka
Rabbler bulmaya çalışacaksınız öyle mi? Şu üstünde gezdiğiniz, yaşadığınız
yeryüzünün sahibi ve yaratıcısı siz değilsiniz Allah’tır. Şu anda sahip
olduğunuz ve istifade ettiğiniz her şeyin sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. O
zaman sizler şu anda kimin arzında yaşıyor ve kime kulluk yapmaya çalışıyorsunuz
bunu hiç düşünmez misiniz? Kimin ekmeğini yiyip de kimin kılıcını sallıyorsunuz?
Hiç aklınız yok mu sizin?
Yeryüzünü yaratan Allah’tır.
Unutmayın ki, İlâh olanın, Rabb olanın yaratıcı olması gerekir. Hani şu sizin
Allah’a denk tutmaya çalıştıklarınız, Allah’a ortak yapmaya çalıştıklarınız bir
şey yaratmışlar mı? Sizi yaratan, sizin şu anda hizmetinize sunulmuş bulunan her
şeyi yaratan Allah sizin Rabbiniz, sizin İlâhınız iken, sizin kendisine kulluk
yapmanız gereken, boyunlarınızdaki ipin ucu elinde olması gereken, hayat
programınızı sadece O’ndan, O’nun kitabından almanız gereken Rabbiniz iken,
nasıl oluyor da O’nu bırakıp da hiçbir şey yaratmayan, sizin yaratılışınızda en
ufak bir katkısı olmayan, kendilerini bile yaratmamış olan, kendileri de Allah
tarafından yaratılmış olan bir kısım varlıkları Allah’a ortak koşmaya
kalkışıyorsunuz? Nasıl oluyor da onları dinliyor, onlara itaat ediyor, onların
hayat programlarına tâbi oluyor, onlara teşekkür ederek, onlara kulluk yaparak
Rabbinize karşı nankörlük yapıyorsunuz? Ne hakkınız var buna? Nereden aldınız bu
yetkiyi?
Rabbinizin tek Rabb oluşuna sayısız
delillerden, sayısız âyetlerden sadece iki tanesi, semâ ve arz âyetidir. Bu iki
âyeti yaratan Allah olduğu gibi, şu anda onların düzenli bir biçimde
varlıklarını ve fonksiyonlarını yürüten de Allah’tır. Eğer böyle olmasaydı düzen
bozulur ve sizin hayatınız altüst olurdu. Yâni bu arz ve semânın düzenli bir
biçimde hareket etmesi, ikisinin de bir sisteme boyun eğdiğini gösterir.
Yaratıldıkları günden beri bu iki varlık Rabblerinin emrine teslimken,
Rabblerinin emrine boyun bükmüşken, ey insanlar, söylesenize siz kime
teslimsiniz? Siz kimin arzularına boyun büküyorsunuz? Hayat programınızı kimden
alıyorsunuz? Kime kulluk ediyorsunuz?
Evet, arz ve semâ, Allah’a boyun bükmüş
Allah’ın iki âyetidir. Üstelik bunu anlayabilmek için uzun uzun araştırmalara da
gerek yoktur. İnsanların istifadesine sunulmuş bu iki âyeti her an müşahede
etmektesiniz. O kadar ki, kör, sağır, dilsiz biri bile bu iki âyeti
görmez-likten gelemez. Bu iş elbette tesadüfî olamaz. Bu muazzam düzen ne
tesadüfe, ne kör tabiat kuvvetlerine, ne de kendilerini bile yaratmaktan aciz
olan, “egemenlik bizimdir,” diyen yeryüzü tanrıçalarına verile-mez. Bu düzeni
kuran başkası değil, sizin Rabbinizdir. O’ndan başka da kulluk yapılmaya lâyık
İlâh yoktur. Bunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın, diyor Rabbimiz.
Ama ne gariptir ki, insanlardan
kimileri Allah’ın bu tür âyetlerinin üzerini örttükleri, işaret levhâlârını
kamufle ettikleri, Allah’ın âyetlerinden habersiz yaşadıkları için, haktan,
hakikatten, hidâyetten, dosdoğru yoldan yüz çeviriyorlar. Allah’tan yüz çevirip
başkalarına yöneliyorlar. Allah’a kulluk yapmaları, Allah’ı razı etmeleri
gerekirken, başkalarına kulluk etmeye, başkalarını razı etmeye çalışıyorlar.
Hayat programlarını hayatın sahibi olan Allah’tan almaları gerekirken,
başkalarının hayat programlarını alıp uygulamaya yöneliyorlar. Öyleyse ey
peygamberim! Kavminin bu şekilde senden ve senin getirdiğin mesajdan yüz
çevirmelerine üzülme! Unutma ki, bu tavır sadece sana karşı bir tavır değildir.
Senden önceki peygamberlere de aynı tavırlar
sergilenmişti.
Dikkat ederseniz, âyet-i kerîmede arzın
iki günde yaratıldığı vurgulanmaktadır. Bu iki gün, şu bizim bildiğimiz yirmi
dört saatlik iki gün değildir. Çünkü bu bizim bildiğimiz gün, yaratılıştan sonra
ihdas edilmiştir. Rabbimizin burada sözünü ettiği iki gün ise, yaratılış öncesi,
gün de, güneş de arzda yokkenki iki gündür ve miktarını sadece Allah’ın bildiği
iki gündür diyoruz. Yâni mahiyetini bilemeyeceğimiz yaratılış günüdür. Çünkü şu
bizim bildiğimiz gün, güneşin günüdür, bir de meselâ öteki gezegenlerin günü
vardır ki, bunu bizim bilmemiz mümkün değildir.
Rabbimizin sözünü ettiği bu iki gün,
yaratılışta yeryüzünün ve orada var edilenlerin geçirdikleri merhaleler de
olabilir. Yeryüzü pek çok merhalelerden geçirilerek bu hale getirilmiştir. “Bu
hale gelebilmesi için iki milyon yıl geçmesi lâzımdır,” diyenler vardır. Birinci
manasına göre Allah, yeryüzünü, mahiyetini, miktarını bilemediğimiz iki günde
yarattı. İkinci bir anlama göre de, belki Allah yeryüzünü yine miktarını
bilemeyeceğimiz iki merhalede yarattı, olacaktır.
Bu merhaleden birincisi Enbiyâ
sûresinde, ikinci merhale de Ra’d sûresinde anlatılmıştır. Enbiyâ sûresindeki
âyet şöyledir:
“İnkâr edenler görmüyorlar mı ki gökler
ve yer bitişikti de, biz onları ayırdık.”
(Enbiyâ 30)
İşte birinci merhale, yeryüzünün gökten
koparıldığı bu merhale, ikinci merhale de Ra’d sûresinin üçüncü âyetinde
anlatılan arzın med edilmesidir, denilmiştir. Yâni yeryüzü kabuğunun döşendiği
ve oluşturulduğu merhaledir. Allah en iyisini bilir.
Bir de bu
âyet-i kerîme,
yeryüzü denen varlığın, iki gün içinde bulunduğu anlamına da gelebilmektedir.
Yâni Allah yeryüzü denen varlığı sürekli iki gün içinde bulunan, iki gün gibi
bir zaman içinde dönüp dolaşan kılmıştır. İşte şu anda ve yaratıldığı andan beri
yeryüzü, sürekli bu iki zaman içinde, yâni gece ve gündüz içinde deveran edip
durmaktadır.
10. “O, yerin üstünde sabit dağlar
yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp soranlar için
rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip düzene koydu.”
Allah, yerin üstünde sabit dağlar
yaratmıştır. Hem onda, üstünde baskılar yaptı Allah. Çiviler, kazıklar yaptı
dağları. Kur’an’ın başka yerlerinde, Rabbimizin yeryüzünü bu dağlarla
dengelediği anlatılır. Yâni Rabbimiz semâda, fezâda boşlukta dönüp duran
dünyanın dengesini sağlamak için dağları böyle kazıklar olarak çakıvermiştir.
İşte bunu yapan Allah’tır. Bu dünyanızı böyle boşlukta tutan Allah’tır. Bu
konuda işleyen kanunların tamamının arkasında işleyen el, Rab-binizin elidir.
Sonra onda bereketler meydana getirdi.
Yeryüzünde hayra ve hayata vesile olacak sular, madenler, hava ve diğer
elementler gibi hiç bitip tükenmeyen bereketler yarattı. Onda rızıklarını da
takdir buyurdu. Rabbimiz, binlerce yıldır üzerinde hayat sürenler, insanlar ve
diğer varlıklar için bitip tükenmeyen bereketler, bitmez tükenmez rı-zıklar
yarattı. Rabbimiz, orada tüm canlıların üzerinde hayatlarını sürdürebilmeleri
için gerekli olan bütün ihtiyaçlarını yaratmıştır.
Âyet-i kerîmede geçen rızık ifadesi,
sadece mideye inenler anlamına gelmemektedir. Yediğimiz, giydiğimiz,
kullandığımız her şey rızıktır. İşte bunlar bitmeyen, tükenmeyen bir rızkın, bir
bereketin ifadesidir ki, bütün bunları dört günde yarattığını anlatıyor
Rabbimiz. Bütün bunlar dört günde yaratılmış, dört günde takdir edilmiştir.
Bakın âyet-i kerîmede:
“Orada araştırıp soranlar için
rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip düzene
koydu.”
Buyurulmaktadır. Anlayabildiğimiz
kadarıyla bunun bir kaç ma-nası vardır:
1. Arayıp soranlara, yâni acaba bunlar
ne kadar zamanda yaratılmıştır? diye merak edip araştıranlara ne az, ne çok tam
dört günde Allah bütün bu rızıkları yaratmıştır, diye cevap veriliyor.
2. Ya da buradaki dört gün, önceki
âyette de ifade ettiğimiz gibi dört gün değil de dört merhaledir. Önceki âyette
anlatılan arzın yaratılması iki merhale, sonra burada anlatılan dağlar ve
madenlerin yaratılması bir merhale, sonra bitkiler ve hayvanların yaratılması da
bir merhale, böylece tamamı dört merhale olabilir.
3. Ya da burada âyet-i kerîmede geçen
kelimesini eğer hal olarak kabul edecek olursak, o zaman tüm bunları dört mevsim
olarak takdir ettik anlamına gelebilir. Çünkü biz biliyoruz ki, yeryüzünün tüm
bereketleri, tüm rızıkları ve ürünleri işte bu dört mevsim içinde oluşmaktadır.
Öyleyse âyetteki
ifadesini, rızık arayıp soranlar olarak
anlamak zorunda kalacağız. Rızık arayıp soranların aradıkları rızkı bulmaları,
rızka ulaşmaları işte bu dört mevsim içinde olabilmektedir.
Kimileri buradaki ifadesini şöyle
anlamaya çalışmışlardır: Rızkı biz rızka muhtaç olanlara eşit bir şekilde takdir
ettik, şeklinde anlayarak komünizme ruhsat çıkarmaya çalışmışlar. Allah herkes
için eşit bir şekilde gıda yaratmıştır, rızık yaratmıştır. Dolayısıyla herkese
işte karne ile eşit bir şekilde rızık dağıtılmalıdır, bunu sağlayacak bir devlet
kurulmalıdır, diyorlar.
Özel mülkiyetin söz konusu olduğu
toplumlarda, bu eşitliğin sağlanması mümkün değildir, demeye çalışıyorlar.
Halbuki bu adamlar bu sözünün içinde sadece insanlar değil tüm mahlukâtın
kastedildiğini unutuyorlar. Peki şimdi buna göre, Allah mahlukâtın tamamı için
eşit miktarda rızık takdir etmiştir, diyebilir miyiz? Var mı böyle bir eşitlik?
Yok, değil mi? Peki hani Allah hem böyle diyor hem de başka türlü yapıyor mu
diyeceğiz o zaman? Yâni dediğiyle yaptığı birbirine uymuyor mu diyeceğiz
Allah’ın? Ya da acaba bu komünistler çevrelerindeki koyun, keçi, inek, at, kedi,
köpek gibi hayvanlara kendi yediklerinin aynısını mı yedirebiliyorlar? Bunu
yapmadıklarına, yapamadıklarına göre âyeti çarpıtmalarının anlamı da yoktur.
Demek ki burada anlatılan rızıklarda eşitlik değil, o rızıklara ulaşma
mevsimlerinde eşitliktir.
Bu iki âyeti birlikte düşünerek A’râf
sûresindeki âyeti hatırlı-yoruz, orada da Allah diyordu
ki:
“Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde
yaratandır.”
(A’râf 54)
Böylece zaten altı gün ediyor. Yâni
yeryüzü iki günde yaratılırken, bu dört günde yaratılan rızıklar da yaratılmaya
başlanmıştı. Onun içindir ki, arzın yaratılmasıyla birlikte rızıkların da
yaratılması dört gündür. Bundan sonra gelecek âyette de Rabbimiz, semâları da
iki günde yarattığını anlatacak, böylece altı gün demek
olacaktır.
Ya da bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
İlerde gelecek âyette semâvâtın iki günde yaratıldığı konusu anlatılırken,
yeryüzü de bu yaratılışın içindedir. Böylece semâ ve arz iki günde, yeryüzündeki
rızıklar da dört günde yaratılmış ve böylece altı günde yaratılmıştır.
Allahu Teâlâ bu kâinatın
yaratılmasından, yeryüzünün var edil-mesinden yâni başlangıcından sonuna kadar,
kıyâmetin kopmasına kadar gelip geçecek tüm varlıkları yaratmıştır. Yarattığı bu
varlıkların varlıklarını sürdürebilmeleri için muhtaç oldukları tüm
ihtiyaçlarını temin etmiş, her türlü imkânı hazırlamıştır. Öyle bir Allah ki,
kâinatta var ettiği ne kadar varlık var? Kaç çeşit varlık var? Bu varlıklar
nerede ve nasıl bir hayat içinde? Hayatlarını sürdürebilmek için neye
ihtiyaçları var? Nasıl bir hayat yaşamalıdırlar? Bunların hepsini bilen bir
Allah’tır O. Allah’tan başka bunu kimsenin bilmesi de mümkün değildir. Tüm bu
varlıkları nasıl yaratmaya güç yetirmişse, onları nasıl belli bir düzene
koymuşsa, elbette bu varlıkların hayatlarını sürdürebilmeleri için her canlının
hayat programını da bilen bir Allah’tır.
Âyette bize deniyor ki, “ey insanlar!
Bütün bunları bilen bir Allah, bütün bunları beceren bir Allah sizin hayatınızı
bilmez mi? Bütün bunları bilen ve bilgisi tam olan bir Allah, sizin nasıl bir
hayat yaşayacağınızı, sizin nasıl bir hayat programı takip edeceğinizi bilmez
mi? Sizin hukukunuzu, sizin ekonominizi, sizin kılık-kıyafetinizi, sizin
eğitiminizi bilmez mi? Neden Rabbinizin sizin adınıza gönderdiği hayat
programından yüz çevirip başkalarının kanunlarına yöneliyor, başkalarına kulluk
yapmaya çalışıyorsunuz? Neden bu konuda Rabbinize itimat etmeyip de O’na bir
kısım ortaklar bulup onların arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz? Hiç
aklınız ermiyor mu sizin? Yaratıcı olmayan ve üstelik kendileri de kendi
kendilerini bile yaratmamış olan bu varlıklar hiç Allah’a denk olur mu?
Düşünmüyor musunuz?”
Yerin oluşumunu ve yaratılışını
anlattıktan sonra, Rabbimiz şimdi de Rabbliğine delil olarak bakın şöyle
buyuruyor:
11. “Sonra duman halinde bulunan
gökyüzüne yöneldi. Ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma
gelin!” dedi. Her ikisi de: “İsteyerek geldik!” dediler.”
Sonra Allah, semâya doğru doğruldu,
yöneldi. Yâni ilgisini göğe yöneltti, gökyüzünü ele aldı, gökyüzünü murad etti,
gökyüzünü irade buyurdu gibi anlamlara gelmektedir bu. Yâni iradesini gökyüzüne
doğru yöneltti. Duman halinde bulunan, gaz kütlesi durumunda olan semâya ve
arza, ikisine birden buyurdu ki: "İkiniz de ister istemez gelin! Tav’an, yahut
kerhen ikiniz birden Benim emrime boyun bükün! İkiniz birden Bana teslim olarak
vücuda gelin. İkiniz birden benim arzuma uyarak yoktan var olun!” buyurdu. Onlar
da: “Emredersin ya Rabbi! İsteyerek geldik, isteyerek senin emrine boyun büküp
var olduk!” dediler. Aslında burada her ikisinin de Allah’a teslim oldukları
anlatılıyor. Burada anlatılan konu, gökyüzünün de, yeryüzünün de Allah’ın
emirlerine boyun bükmeleridir. Yaratılışta Allah’ı dinlemeleri ve Allah’ın
iradesine boyun büküp teslim olmalarıdır. “Gökyüzünü ve yeryüzünü ben yarattım.
Ben istediğim için bunlar var oldular. Ben var ettim bunları. Ben yarattığım
için bunlar var oldular.”
Ama Rabbimiz bunu bize bir
diyalogla anlatıyor. Rabbimiz onları karşısına almış ve konuşuyor gibi
anlatıyor. Aslında, semânın da yeryüzünün de ona itiraz etmeleri mümkün
değildir. Her ikisi de iradesiz varlıklardır. Her ikisinin de boyunlarındaki
ipin ucu doğuştan Allah’ın elindedir ve onlar asla Rabblerine isyan da
edemezler. Hal böyleyken, Rabbimiz bunu bize sanki aralarında geçmiş bir konuşma
şeklinde anlatıyor. Tıpkı Bakara’daki Adem’in yaratılışını meleklerle bir
diyalog biçiminde anlattığı gibi. “İsteyerek ve istemeyerek” sözünün manasını da
şöyle anlamaya çalışıyoruz: Bu ifade aslında Allah’ın yaratışına dikkat
çekmedir. Yâni Allah bir şeyi yaratmak istediği zaman, ona “ol” der, o da hemen
oluverir. O’na karşı koymak, O’nun emrinin dışına çıkmak kesinlikle mümkün
değildir.
Peki bu altı günden ne anlayacağız?
Allah’ın böylece dilediğini anlayacağız. Yâni Allah altı günde yaratmayı
dilemiştir. Meselâ Adem’e ve nesline yaratılın, buyurmuştur ama bakıyoruz bu
emir hâlâ devam etmektedir. Yâni bu yaratılma işi kıyâmete kadar devam
edecektir. Neden? Allah öyle istemiş de ondan. İşte ikinci olarak bundan şunu
anlıyoruz ki, Rabbimizin bu yaratma işi devam etmektedir ve kıyâmete kadar da
devam edecektir.
Aslında biliyoruz ki gökyüzünün
yaratılması yeryüzünün yaratılmasından öncedir. Ama buradaki sıralama, zaman
açısından bir sıralama değil, yerin yaratılmasının beyânından sonra gökyüzünün
yaratılmasını anlatan bir sıralamadır. Yâni bu sonralık, yaratılış sonralığı
önceliği değil, konunun beyanının önceliği sonrasıdır diyoruz. Yıllar yılı
hangisinin önce hangisinin sonra yaratıldığı tartışılmış. Rabbimiz bazan
gökyüzünü, bazan da yeryüzünü önce zikreder. Ancak bunun sebebi anlayabildiğimiz
kadarıyla şudur: Rabbimiz, insanın kulluğuyla alâkalı olarak yeryüzü ve
nîmetlerine dikkat çekmek istediği zaman yeryüzünü önce zikretmiş, kendi kuvvet
ve kudretine dikkat çekmeyi murad buyurduğu zaman da gökyüzünü önce
zikretmiştir. Ama bunun hiç önemi
yoktur. Önemli olan ikisinin de Allah tarafından yaratılmış olmalarıdır.
Anlatılmak istenen de budur işte.
Dünyamızın ve gökyüzünün yaratılışı
anlatılırken diğer gezegenlerin yaratılışından hiç söz edilmemiştir. Zira onları
bizim anlamamız mümkün değildir.
12. “Böylece Allah onları iki günde
yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın
göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen
Allah’ın takdiridir.”
Gökleri de iki gün olarak takdir edilen
bir zaman içinde yedi gök olarak yoktan var etti Allah. Böylece göklerin ve
yerin yaratılışı altı günde tamamlanmış oldu. Allah böyle takdir buyurduğu için
böyle oldu. Rabbimiz dileseydi, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir süre içinde
de yaratırdı. Rabbimiz, yedi gök halinde onları yerine koydu ve her bir semâya
istediğini vahy etti. Her bir semânın işlevini ona vah-yetti, yahut her bir
semâda o semânın muhtaç olduğu melekleri ve kendisinden başka hiç kimsenin
bilemeyeceği şeyleri tertip buyurdu. Her semânın meleklerine, orada cereyan
edecek olayları deruhte emrini telkin buyurdu.
Sonra diyor ki Rabbimiz: “Dünya
semâsını da, yâni denî semâyı, alçak semâyı, dünyanın semâsını, dünyadan
görülebilen semâyı da yıldızlarla süsledik ve onu koruduk.” Neden? Bozulmaktan,
yıkılmaktan koruduk. Kıyâmete kadar bozulmayacak o semâ. Ya da şeytanlardan
koruduk o semâyı. İşte bu Azîz ve Alîm olan, mutlak bilgi sahibi, mutlak güç ve
kuvvet sahibi olan Allah’ın takdiridir. Bunu Azîz ve Alîm olan Allah’tan başka
kim yapabilir? Allah semâyı bina etmiş, binasından sonra da bu binanın devamını
sağlamış, kıyâmete kadar onu bozulmaktan korumuştur.
13. “Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse
de ki: “Ben sizi Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma
karşı uyardım.”
Bunu anladıktan sonra, bu
açıklamalardan sonra da eğer yüz çevirmeye devam edecek olurlarsa, kendilerinden
çok daha güçlü olan semâvât ve arz bile isteyerek Allah’a kulluk ederlerken,
hepsi de Rabblerine teslim olmuşlarken, bunlar yine de Allah’tan yüz çevirmeye
devam edecek olurlarsa, onlara de ki Peygamberim; “Ben sizi, sizin şu andaki
tavırlarınıza benzeyen tavırlar sergileyen Âd ve Semûd’un başına gelen kasırgaya
benzer bir kasırgayla uyarıyorum. Ki:
14. “Onlara, “Allah’tan başkalarına
kulluk etmeyin,” diye önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği zaman:
“Eğer Rabbimiz dileseydi, mutlaka melekler indirirdi. Biz sizin tebliğle
gönderildiğiniz şeylere inanmayız” dediler.”
Onlara önlerinden ve arkalarından,
babalarından, çocuklarından Allah’tan başkalarına kulluk etmeyin diyen
peygamberler gelmişti de, onlar bu Allah elçileriyle dalga geçmişlerdi.
Önlerinden ve arkalarından peygamberler gelmişti. Bunun manası, kendilerine
Rabbimiz art arda, peş peşe peygamberler göndermişti. Peygamberleri onlara dini
her yönüyle anlatmıştı. Ya da onların hidâyeti kabul etmeleri ve Allah’a kulluk
yapmaları için peygamberler her yöntemi, her usulü denemişlerdi. Onlara bu işin
ilerisini, geçmişini, geleceğini her şeyini anlatmışlardı. Kendi kavimlerine,
yakın toplumlara olsun peygamberler göndermişti Allah. Kendilerine ve
kendilerinden önceki toplumlara, Allah’ın peygamberler gönderdiğini,
göndereceğini biliyordu bu toplumlar.
Ya da onların ülkelerine komşu olan
kasabalarda bulunanlara, Cenâb-ı Hak tek ve ortağı olmayan Allah’a kulluk edin,
diyerek elçiler göndermişti. Onlar çevrelerinde yaşayan Allah düşmanlarına
azaplar göndererek Rabblerinin ne yaptığını, nasıl helak ettiğini görmüşlerdi.
Yine onlar çevrelerindeki toplumlara, Allah’a dost olan kavimlere Allah’ın
gönderdiği lütufları da görmüşler ve bilmişlerdi. Yâni onlar Rabblerinin
dostlarına da, düşmanlarına da işleyen yasalarını görmüşler, Rabblerinin gücüne,
kudretine şahit olmuşlardı. Buna rağ-men, bu kadar tecrübelerine rağmen bu Âd ve
Semûd kavimleri iman yolunu değil de inkâr yolunu tercih etmişlerdi. Kulluk
yolunu değil, isyan yolunu tercih etmişlerdi. Allah’ın kendilerine gönderdiği
elçilerine karşı: “Eğer Rabbimiz dileseydi bize elçi olarak meleklerini
gönderirdi. Biz sizin tebliğ ettiğiniz şeylerin tamamını reddediyoruz,”
demişlerdi.
15. “Âd kavmine gelince onlar
yeryüzünde büyüklük tasladılar ve: “Bizden daha kuvvetli kim vardır?” dediler.
Onlar kendilerini yaratan Allah’ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu
görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi bile bile inkâr
ediyorlardı.”
İşte Âd kavmi, yeryüzünde büyüklük
tasladı, müstekbir davrandı. Allah’ın elçisi Hud'a (a.s) ve beraberindeki
Müslümanlara karşı haksız yere büyüklük tasladılar. Allah’ın elçisi Hud (a.s),
kendilerini Allah’ın azabıyla korkutunca da dediler ki: “Ey Hud! Şunu kesinlikle
bilesin ki, bizden daha kuvvetli hiç kimse yoktur. Yeryüzünde hiç kimse bizi alt
edemez. Bizimle kim baş edebilir? Kim bizimle boy ölçüşebilir? Hiç kimse bize
azap gönderemez. Kimse bizim huzurumuzu boza-maz. Bizler şu anda sahip olduğumuz
güç ve kuvvetle, şu anda zirvedeki medeniyetimiz, uzun boylarımız, güçlü
pazularımızla her şeyi bertaraf ederiz. Bize bir azap gelse bile, biz onu
savuşturma gücüne sahibiz.” Uzun boylarına, güçlü pazularına, mevcut
medeniyetlerine güvenerek Allah’a ve Allah elçilerine kafa tutmaya kalkıştılar.
Ama kendilerini yaratan, bu güçleri kendilerine veren Allah’tan gafil oldular.
Allah’ın kendilerinden daha güçlü olduğunu hesap edemediler.
Bunlar, kendilerini yaratanın,
kendilerinden daha güçlü olduğunu göremediler, bilemediler. Kime karşı
geldiklerinin, kiminle savaşa tutuştuklarının farkında değillerdi. Onun için
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle alay
ediyorlardı:
16. “Bu yüzden biz de onlara dünya
hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir
kasırga gönderdik. Âhiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlara
yardım da edilmeyecektir.”
Allah onlara öyle bir kasırga gönderdi
ki, yakıp kavurucu çok sıcak bir rüzgar, yahut dondurucu soğuklukta bir fırtına,
veya kulakları bile sağır edecek, kulakları bile patlatacak şiddette müthiş ses
çıkaran bir rüzgar gönderdi ve dünyada rezillik azabını tattırıverdi Allah.
Hâkka sûresinde anlatıldığı
gibi:
“Allah o fırtınayı üzerlerine yedi gece
sekiz gündüz mûsâllat etmişti, de öyle ki, o kavmi içi boş hurma kütükleri gibi
orada yerlere serilmiş olarak görürdün.”
(Hâkka 7)
Rabbimiz onların üzerlerine sarsar
denen şiddetli, çok soğuk bir fırtına, yahut taş yağdıran, azgın, atiye bir
fırtına gönderdi de, taş taş üstünde kalmadı. Her şeyi büküp büküp atıverdi.
Allah o kahredici, helâk edici, mahvedici rüzgarı bu kavmin üzerine yedi gün
sekiz gece mûsâllat kıldı, emretti de, sürekli o rüzgar esip durdu onların
üzerine. Yâni salladı durdu orayı. Her şeyi birbirine vurdu, her şeyi birbirine
kattı, hepsi mahvoldular, hepsi tuş oldular. Öyle ki, sanki orada insan
yaşamamıştı. Sanki içi boş hurma kütükleri, hurma kovanları gibi yirmi otuz
metre boyundaki insanlar yerlere yıkılıvermişlerdi. Güçleri, kuvvetleri,
kolları, pazuları, imkânları, fırsatları, malları, mülkleri, medeniyetleri,
evleri, köşkleri hiçbir işe yaramamıştı.
Zâriyât sûresinde anlatıldığına göre bu
rüzgar:
“Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi
bırakmıyor, her şeyi kül gibi eritip yok ediyordu.”
(Zâriyât 42)
Hattâ Ahkâf sûresinde anlatıldığına
göre bunlar:
“O azabın yayılarak vadilerine doğru
yöneldiğini gördüklerinde: “Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır,” dediler.
Hud: “Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azap veren bir rüzgardır;
Rabbinin buyruğu ile her şeyi helâk eder,” dedi. Bunun üzerine evlerinin
harabelerinden başka bir şey görünmez oldu. Biz suçlu bir kavmi işte böylece
cezalandırırız.”
(Ahkâf 24, 25)
Evet, Âd kavminin cezası böyle oldu.
Dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılmış, dünyada ebedî kalacaklarmış gibi
plan-program yapmış olan bu toplumun cezası böyle oldu. Bu ceza, onların
büyüklenmeleri, müstekbirce davranmaları sebebiyle gelmiştir. Allah’ın kitabına
ve peygamberlerine karşı eyvallahsız davranmaları sebebiyle gelmiştir. Kendi
güçlerine, kuvvetlerine, medeniyetlerine, kendi yasalarına, kendi kanunlarına
güvenerek Allah yasalarına karşı müstek-birce ve ihtiyaçsızca davrandıkları
için, Allah onlara bu azabı gönderiyordu. Semûd kavmine
gelince:
17,18. “Semûd kavmine gelince, biz
onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler.
Bunun üzerine kazandıkları kötülük yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları
çarpıverdi. Biz iman edenleri ve kötülükten sakınanları ise
kurardık.”
Semûd kavmi de kendilerinden önceki
toplumların yok edilişlerini görmüşlerdi. Nuh kavminin suyla, Âd kavminin de
dondurucu bir fırtınayla helâk edildiklerini görmüşlerdi. Gördükleri, bildikleri
bu tecrübelerden dolayı, aynı âkıbete uğramamak için yüksek kayaları,
kayalıkları yontarak yüksek yüksek barınaklar yapmışlardı. Ama Allah, bir sesle,
bir sayhayla onları yok ediverdi.
Semûd kavmine de peygamberleri Salih
(a.s) vasıtasıyla, Allah hidâyeti, kulluğu, doğru yolu göstermişti. Sanki
Rabbimiz suç bizim değil, biz onlara gereken hidâyeti gösterdik, onlara doğru
yolu, hakkı, kulluğu, hidâyeti gösterdik, diyor. Yâni Rabbimiz, durup dururken
biz onları helâk etmedik, onlar helâki hak ettiler de onun için helâk ettim,
diyor. Allah onlara hidâyeti, basireti, basiret yollarını göstermiştir. Ama
onlar körlüğü basirete, körlüğü hidâyete tercih ettiler. Onlar küfrü imana,
sapıklığı hidâyete tercih ettiler.
Bu tercihlerinin tabii bir sonucu
olarak Salih'e (a.s) ve onunla beraber iman edenlere dediler ki: “Biz sizin
inandığınızı inkâr ettik. Biz sizin iman edip kutsadığınız her şeyi inkâr
ediyoruz.” Bu inkârlarını, küfürlerini açığa çıkarmak için de Allah’ın bir
mûcize olarak Salih'e (a.s) verdiği deveyi öldürdüler. Hûd sûresinin 65.
âyetinde anlatıldığına göre, devenin öldürülmesinden sonra Salih (a.s) onlara üç
gün mühlet tanıdı. Üç gün daha yurtlarında istediklerini yapabileceklerini
söyledi. Çünkü bu süre içinde Allah’ın azabı gelip onları yakalamıştı.
Azabın geleceği gece, onlar da
Hz. Salih'e (a.s) saldırmayı ve onu öldürmeyi planlıyorlardı. Ama Allah onları
da başlarına gelen bir sayhayla, bir yıldırımla, bir racfeyle helâk ediverdi.
Allah bir sarstı ki, yerlerini, yurtlarını, o kıyâmet kopsa da yıkılmaz
zannettikleri binalarını yerle bir ediverdi. Allah’la ve Allah’ın âyetleriyle
savaşa tutuşan bir toplum daha yok olup giderken, Rabbimiz onların içinden
inananları da kurtardık, diyor.
19,20. “O gün Allah’ın düşmanları
cehennem ateşine sürülmek üzere hep bir araya toplanırlar. Nihâyet oraya
vardıkları zaman kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında
onların aleyhinde şahitlik ederler.”
Burada ateşe sürülecekleri değil de,
Cenâb-ı Hakkın huzurunda hesap-kitap dönemi toplanacakları kastedilmektedir.
Hesapları görülmek üzere onlar Rabblerinin huzurunda toplanacaklardır. Ancak
eninde sonunda bu hesaplaşmanın arkasından nasıl olsa cehenneme, ateşe
sürüleceklerdir ki, işte burada işin sonu anlatılmaktadır.
Buradaki bu insanların bir araya
toplanmalarını A’râf sûre-sindeki âyet-i kerîmeden şöyle
anlıyoruz:
“Allah buyuracak ki: “Cinlerden ve
insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin.” Her bir ümmet
girişinde kardeşini (Kendi benzerini) lânetler. Nitekim hepsi birbiri ardınca
orada toplanınca, en sonra gelenler en önde gelenler için: “Rabbimiz, işte
bunlar bizi saptırdı; öyleyse ateşten kat kat artırılmış bir azap ver,”
diyecekler. (Allah da:) “Hepsi için kat kattır. Ancak siz bilmezsiniz”
diyecek.”
(A’râf 38)
Âyetlerden anlıyoruz ki, tüm nesiller
toplanacak ve tüm nesillerin hesabı bir anda görülecektir. Çünkü bir şahsın veya
bir neslin yaptıkları, sadece kendi şahısları veya kendi dönemleriyle sınırlı
değildir. Kişinin veya kişilerin yaptıkları, onların ölümünden sonra da devam
eder ve nesiller boyu iz bırakıp tesirleri devam eder. Bu yüzden onlar hakkında
karar vermek için birbirlerine olan bu tesirleri ortaya dökülsün diye,
birbirlerine şahitlik yapsınlar diye tüm nesiller bir araya toplanacaklardır.
Ayrı ayrı her nesil için, her kuşak için işledikleri günâhlardan dolayı iki kat
ceza vardır. Çünkü birinci ceza kendilerinin işlediklerinden ötürü, ikinci ceza
da kendilerinden sonraki nesillerin kendilerini örnek alarak günâh işlemiş
olmalarından dolayıdır. Bundan dolayı selef olanlar, yâni öncekiler, kendi
yaptıkları günâhlardan dolayı sorumlu olacakları gibi, sonrakilere kötü örnek
olmalarından dolayı da sorumlu olacaklardır.
Allah’ın Resûlü hadislerinde bu hususu
şöyle anlatır:
“Müslümanlıkta iyi bir çığır açan
kimseye, açtığı bu çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da
verilir. Bununla beraber onların sevabı eksilmez. Müslümanlıkta kötü bir çığır
açan kimseye de açtığı çığırın günâhı yükletildiği gibi, o yoldan gidenlerin
günâhı da onlarınki eksilmeksizin ona yüklenecektir.”
(Müslim)
Meselâ birisi zinanın, zina evinin ilk
bâniliğini yapar, zina adına ilk çığırı açar, futbol sahâlârının yollarını,
sinemanın, fâizin, içkinin, kumarın yollarını gösterir, bu konuda ilk çığırı
açarsa, kıyâmete kadar o yoldan gidecek tüm zinacıların, tüm fâizcilerin,
içkicilerin günâhları, onlarınkiler eksilmeksizin bu ilk çığır açan kişiye
yüklenecektir. Fâizin, içkinin tanıtımını yapanlar da aynen bunun gibidir. Barı,
pavyonu evin içine taşıma adına video ve televizyon teminine yardımcı olanlar
da, onu seyredenlerin günâhlarının bir mislini yükleneceklerdir.
Hattâ yeryüzünde ilk adam öldürme
çığırını açtığı için Hz. Adem’in oğlu Kâbil, kıyâmete kadar adam öldürenlerin
günâhlarının bir mislini sırtına yüklenecektir. Çünkü yeryüzünde kıtalin ilk
çığırını açan kimse odur.
Kim de iyi bir çığır açmışsa, kıyâmete
kadar o yoldan giden insanların sevaplarının bir misli onun defterine
yazılacaktır. İnsanların Müslümanlaşması, insanların İslâm’a, Kur’an ve sünnete
yönelmeleri adına kim bir çığır açar, kim bir adım atarsa, bilelim ki onlarda
meydana gelen değişimlerin sevaplarının bir misli, o kişinin defterine
yazılacaktır.
İnsanlar hangi yolda çığır açmışlarsa,
o çığırdan gidenlerin sevap ya da günâhları onları ilgilendirmektedir.
Demek ki insanın yaptıkları sadece
kendisiyle sınırlı kalmamaktadır. Kafasında ve vücudunda taşıdığı virüsü,
kendisi dışında çocuklarına ve daha sonraki nesillere de aktarmaktadır.
Dolayısıyla bu eyleme adâlet gereği ceza ya da mükafatın takdiri de, ancak
gelecek nesillere intikali ve yaptığı tesirlerle hükme bağlanabilecektir. Meselâ
bir savaş başlatıp döneminde milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş bir adam
düşünün. Hattâ bununla da sınırlı kalmayıp, arkasından asırlarca milyonların
hayatını kötü yönde etkileyen bir kişi düşünün. Bu dünyada böyle birisini kim
cezalandırabilir? Bu adamın cezalandırılabilmesi, bu adama verilebilecek cezanın
takdir edilebilmesi için, elbette onun bu mirasından kıyâmete kadar etkilenmiş
tüm insanların toplanmaları gerekmektedir. İşte:
“Toplanıp birikmeleri için öncekiler
sonrakiler gelinceye kadar orada tutulur.”
Meryem sûresinde de bu husus şöyle
anlatılır:
“Muttakîleri o gün Rahmân’ın huzuruna
konsoloslar gibi getiririz. Ama suçluları ise suya götürür gibi cehenneme
süreriz.”
(Meryem 85,86)
Hesap-kitap için oraya geldikleri zaman
kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında onların aleyhinde
şahitlikte bulunurlar. Kendi organları kendileri hakkında şahitlikte bulunur.
Hadis-i şerifte anlatıldığına göre
kişinin ağzı mühürlenecek ve sonra uzuvlarına, "Konuş" denecek. Uzuvları da
dünyada yapıp ettiklerinin tamamını sayıp dökmeye başlayacak. “Ya Rabbi! Benimle
filân zaman şunu yaptı, benimle bunu etti,” diyerek her şeyi ortaya dökecekler.
Sonra kişi konuşmak için serbest bırakılacak. O zaman da şöyle diyecek: “Canınız
cehenneme! Lânet olsun size! Ben sizi savunuyordum! Ben sizin kurtuluşunuz için
mücâdele veriyordum! Halbuki siz benim işimi zorlaştırdınız! Beni rezil rüsva
ettiniz!” diyecek. Bu konuda pek çok hadis vardır. Azaları kendisi aleyhinde
şahitlik yapmaya başlayınca:
21. “Onlar derilerine: “Niçin
aleyhimize şahitlik ettiniz?” derler. Derileri de: “Bizi her şeyi konuşturan
Allah konuşturdu, sizi ilk defa yaratan O’dur ve siz yine ona döndürülüyorsunuz”
derler.”
Adamlar kendi aleyhlerinde konuşarak
yaptıklarını sayıp döken azalarını ayıplayacaklar. “Yazıklar olsun size! Yuh
olsun size! Biz sizin için uğraşırken, niçin aleyhimizde bunları sayıp döktünüz?
Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?” diyecekler.
O zaman onların uzuvları diyecekler ki:
“İş bizim elimizde değildir. Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturuyor. Her
şeyi konuşturan Allah bize konuşun,” diyor. “Sizi yoktan var eden, var etmeye
güç yetiren, sizi ve sizin gibileri konuşturan, size konuşma istidadı veren
Allah bizi konuşturuyor. Sizi yoktan var etmeye güç yetiren, sizi konuşturmaya
ve her şeyi konuşturmaya güç yetiren bir Allah’ın bizi de konuşturmasında
şaşılacak ne var ki? Bizi Allah konuşturuyor. Allah konuşun diyor bize. Elbette
bizim Rabbimiz O’dur. O’na karşı konul-maz. O’na galip gelinmez ve zaten siz
O’na döndürülüyorsunuz,” diyecekler.
Her şeyi konuşturur Allah. Bakın Zilzâl
sûresinde de arzın konuşacağı anlatılıyor:
“O gün insan “buna ne oluyor?” dediği
zaman; işte o gün yer, Rabbinin kendisine vahy etmesiyle kendi haberlerini
anlatır.”
(Zilzâl 3,4,5)
Yâni insanoğlu kendi üstünde ne
yapmışsa, yeryüzü de onu anlatacak, haber verecektir. Çünkü Allah ona da bunu
vahy etmiş ve anlatmasını emretmiştir.
22,23. “Siz kulaklarınızın,
gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceklerinden korkarak
kötülükten sakınmıyordunuz. Yaptıklarınızdan bir çoğunu Allah’ın bilemeyeceğini
zannediyordunuz. İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti
de, zarara uğrayanlardan oldunuz.”
“Ey insanlar! Sizler dünyada iken
Rabbiniz hakkında kötü zan içindeydiniz. Bu yapıp ettiklerinizden Allah’ın
haberdar olmadığını, kimsenin sizi görmediğini zannediyordunuz. Yaptıklarınızın
gizli kalacağına inanıyordunuz. Azalarınızın aleyhinizde şahitlik etmeyeceğini
düşünüyor ve cesurca günâhlar işliyordunuz. Dünyada o çirkin işleri yaparken bu
şahitleri hiç hesaba katmıyordunuz. Bu yaptıklarınızı azalarınızdan gizleme
gereği duymuyordunuz. Çünkü bu azalarınızın aleyhinizde şahitlik yapacaklarını
hiç ummuyordunuz.
Sizler dünyada günâhların peşine
düşerken rezil oluruz korkusuyla köşe bucak kaçıyor, tenhâlârı tercih
ediyordunuz. Ama kendi uzuvlarınızı hiç hesaba katmıyordunuz. Bu yaptıklarınızı
onlardan gizleme gereği duymuyordunuz. Bir de esasen Rabbiniz konusunda da çok
kötü bir zan taşıyordunuz. Sizi her an kontrol eden, yaptığınız her şeyden her
an haberdar olan Rabbinizin yaptıklarınızdan gafil olduğunu zannediyordunuz.
İşte Rabbiniz hakkındaki bu kötü zannınız sizi helâke sürükledi de, zarara
uğrayanlardan oldunuz.” Küfrün temeli işte buna dayanmaktadır. Kâfir, Allah’ı
tanımadığı için kâfir olmaktadır. Tabiat dedikleri, toplum dedikleri hep
Allah’tır aslında. Ama bir türlü adını koyamıyorlar ve olmayan şeye
inandıklarını iddia etmeye çalışıyorlar.
24. “Şimdi eğer dayanabilirlerse
onların yeri ateştir. Yok eğer hoşnutluğa dönmek isterlerse bile artık onlar
hoşnut edileceklerden değildirler.”
Ne müthiş bir tehdit, ne kötü bir
istihza değil mi? Haydi sabredebilirlerse sabretsinler bakalım! Haydi
tahammülleri varsa cehenneme tahammül etsinler! Bir sabır, ama kurtuluşa götüren
bir sabır değil, ateşe, azaba, cehenneme götüren bir sabır. Biz de böyle ateş
tabloları çizmek zorundayız insanların karşısında. Ateşten koltuklar, ateşten
evler, ateşten barınaklar, ateşten yiyecekler, içecekler canlandırmak ve şöyle
demek zorundayız: “Ey insanlar! Haydi söyleyin bakalım. Sizler buna dayanabilir
misiniz? Dayanabilecek misiniz buna?” Bakara sûresinde Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Bunlar ateşe karşı ne kadar da
sabırlılar?”
(Bakara 175)
“Bu kâfirler, bu Allah tanımazlar, bu
Allah’ın kendilerini göremediğini zannederek Allah’a savaş açmış insanlar,
Allah’ın kendileri adına gönderdiği hayat programına, Allah’ın kitabına rağmen
kendilerine hayat programı yapmaya çalışanlar cehenneme, ateşe, azaba karşı ne
kadar da cesurlar,” diyordu Rabbimiz. Evet artık sabredebilirlerse bu adamlar
ateşe sabretsinler. Artık onlar hoş tutulmazlar. Hoşnutluk isteseler de artık
onlar hoşnut edilmezler, onlar için hoşnutluk yoktur. Tüm kapılar üzerlerine
kapatılmış, dertleri dinlenilmeyecek, halleri, hatırları sorulmayacaktır. Artık
onlar dönmek isteseler bile dönemeyeceklerdir.
“Artık onlar muğtebinden
olamayacaklardır.”
Bunun bir kaç manası vardır. Birincisi,
onlar dünyaya geri dönmek isteyecekler, ama kesinlikle dünyaya geri
döndürülmeyeceklerdir. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde şöyle
buyurur:
“Öldükten sonra geriye döndürülecek
yoktur.”
Bunun bir başka manası da, bu adamlar
cehennemden kurtulmak isteyecekler, ama onlar için kesinlikle ateşten kaçıp
kurtulma imkânı olmayacaktır. Ya da bu adamlar pişmanlık duyup tüm
yaptıklarından tövbe etmeye çalışacaklar ama kesinlikle bunların tövbeleri kabul
edilmeyecektir.
Mü'min sûresi de bu hususu şöyle
anlatıyordu:
“Onlar şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi
bedbahtlığımız yenmişti. Sapık bir millet olmuştuk. Rabbimiz! Bizi buradan
çıkar, tekrar günâha dönersek doğrusu zulmetmiş oluruz.”
(Mü’minûn
106,108)
25. “Biz onlara bir takım arkadaşlar
mûsâllat ettik de, onlar kendilerine önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini
güzel gösterdiler. Böylece kendilerinden önce gelip geçmiş cin ve insan
toplulukları hakkındaki azap sözü onlar için de hak oldu. Doğrusu onların hepsi
de kendilerine yazık etmişlerdir.”
Allah bu kâfirlere kötü arkadaşlar
mûsâllat ettiğini anlatıyor. Rabbimiz iyi insanlara iyi arkadaşlar, kötü
insanlara da kötü arkadaşlar nasip ettiğini anlatıyor. Kötü insanlara iyi
arkadaşlar, iyi insanlara da kötü arkadaşlar nasip etmek, Rabbimizin sünnetine
aykırıdır. Bir insan ne kadar sapar, ne kadar günâhlara ve pisliklere batarsa, o
kadar çok kötü arkadaş edinecektir. Hattâ âyetin ifadesine bakılırsa, şeytanlar
böyle insanların ayrılmaz arkadaşları oluverir. Hani halk arasında, “bu adam çok
iyi biridir, ama arkadaşları onu mahvetmiştir,” diye bir söz vardır. Âyet-i
kerîmeye göre bu söz yanlıştır. Çünkü adam kendisi bozuldukça bozuk arkadaşlara
meyletmekte ve onları bulmaktadır. “Pislik pisliği çeker,” denir ya, işte adam
kendisi pislikten hoşlanmaya başladıkça, çevresinde pislikler toplanmaya
başlayacaktır.
Âyet-i kerîmede onların buldukları bu
kötü arkadaşların onlara geçmiş ve geleceklerini güzel gösterdikleri
anlatılmaktadır. Yâni bu arkadaşlar onlara, “sizin geçmişiniz güzeldir,
geçmişinizin güzel olduğu gibi geleceğiniz de güzeldir. Geçmişiniz gibi
geleceğiniz de parlaktır. Sizin gibisi bulunmaz,” diyerek onları batırdıkça
batırırlar. “Bu dünyada size nasıl nîmetler verilmişse öbür tarafta da aynı
nîmetler size verilecektir. Bu dünyada nîmetlerden mahrum olanlar, öbür tarafta
da bunlardan mahrum olacak ve cehenneme gidecektir,”
derler.
Bu arkadaşları onlara vesveseler verir,
yaptıkları amelleri kendilerine güzel gösterirler. Allah’a, Allah’ın âyetlerine,
Allah’ın sistemine, Allah’ın elçilerine karşı savaş açmaları konusunda onları
teşvik ederler. En’âm sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Muhakkak ki şeytanlar dostlarına vahy
ederler ki sizinle mücâdele etsinler.”
(En’âm 121)
Bu arkadaşların en büyüğü şeytanlardır.
Kendilerini saptırmak için çırpınan şeytanlar kendilerine o kadar yaklaşırlar
ki, kabuğun yumurtayı sarması gibi onları sarmış ve onlara yapışmış, başlarına
dolanmışlardır. Öyleyse bizler arkadaşlarımızı iyi insanlardan seçelim ve Allah
için birbirimizin bozukluklarını tasvip eder bir tavır sergilemekten ziyâde,
birbirimizi uyaralım inşallah. Birbirimizin bozuk düzen ve İslâm dışı
tavırlarını yalayıp yutmayalım, onları kabulden yana olmayalım, birbirimizi
uyarıp birbirimize merhamet edelim inşallah.
Bunlara azap sözü hak oldu. Bu azap
sözü de Sâd sûresinde anlatılır:
“Allah: “Doğrudur; işte ben hakikati
söylüyorum, sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım,”
dedi.”
(Sâd 84,85)
26. “İnkar edenler: “Bu Kur’an’ı
dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz,”
dediler.”
Kâfirler diyorlar ki, “sakın ha şu
Kur’an’ı dinlemeyin. Onun hakkında yaygaralar yapın. Islıklar çalarak,
gürültüler çıkararak hem kendinizi, hem de insanları bu kitabı dinlemekten
alıkoyun. Böylece belki ona karşı galip gelirsiniz.” Kâfirler bu konudaki yasayı
çok iyi biliyorlardı. Kur’an’ı duymayan insanları, Kur’an bilgisinden mahrum
kalmış insanları, Kitaplarından habersiz yaşayan insanları kontrolleri altında
tutmanın kolaylığını biliyorlardı. Onun için ısrarla Allah’ın kitabını
duymamaya, duyurmamaya çalışıyorlardı. Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini
kamufle etmeye, örtmeye ve gündemden düşürmeye çalışıyorlardı.
Kesin olarak biliyorlardı ki,
insanlar kendi fıtratlarına seslenen Rabblerinden gelen kitaplarını duydukları,
kitaplarıyla tanıştıkları, Allah’ın talimatlarına, Allah’ın kanunlarına muttali
oldukları zaman kesinlikle kendilerininkine değer vermeyecekler, kendilerine kul
köle olmayacaklardı. Bu yasayı çok iyi bilen kâfirler şöyle diyorlardı: “Şimdi
bu insanlar eğer Allah âyetlerini duyarlarsa o zaman bizimkilere mi uyacaklar,
yoksa Allah’ınkilere mi? Bizi mi dinleyecekler, yoksa Allah’ı mı? Böyle bir
kaosu yaşamaktansa, en iyisi biz bunlara Allah’ınkileri duyurmayalım.”
“Gürültü yapın, müzik çalın, lağviyyat
adına, lehviyyat adına bir şeyler gündeme getirin, gündemi değiştirin. Ekonomi
deyin, kazanma deyin, harcama, kalkınma, seçim, geçim deyin ve bu Müslümanların
Kur’an’la meşgul olmalarını engelleyin. Ya da piyasaya farklı kitaplar çıkarın,
farklı liderler ve önderler çıkarın ki, müslümanlar Kur’an’a git-mesinler,
peygamberleriyle tanışmasınlar,” diyorlardı. Bu konuda yasayı bilen kâfirler
gerçekten de pek çokları konusunda muvaffak oluyorlardı. Allah’ın kulları farklı
gündemler, farklı kitaplar, farklı önderler peşinde koşarlarken, kitaplarını
tanıma imkânı bulamayacak, peygamberleriyle ilgilenme zamanı bulamayacaklardı.
Bakın En’âm sûresinde de bu husus şöyle
anlatılır:
“Onlar hem kendileri Kur’an’dan
uzaklaşırlar hem de insanları ondan uzaklaştırırlar. Böylece kendi kendilerini
mahvederler de farkına varamazlar.”
(En’âm 26)
Hem Kur’an’a masal diyorlar, hem de
insanları, kölelerini, çocuklarını men ediyorlar o kitaptan. “Aman duymayın,
dinlemeyin,” diyerek insanları ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Dinlemiyorlar,
din-letmiyorlardı. Gürültü çıkararak engellemeye çalışıyorlar, el çırpmayla,
müzikle engellemeye çalışıyorlardı. Bakıyoruz, bugün de zalimler insanları
Allah’ın kitabından, Allah’ın dininden alıkoymak istiyorlar. Din eğitimini
yasaklamaya çalışıyorlar. Allah’ın kullarının Allah kitabını duymalarına engel
olmaya çalışıyorlar. “Aman bu insanlar dinle tanışmasınlar! Aman bu insanlar
Kur’an’la, kitaplarıyla tanışmasınlar!” diye insanlarla kitapları arasına
engeller koyuyorlar. O gün de, bugün de din düşmanlarının yaptıkları şey budur.
Bakın Rabbimiz Al-i İmran sûresinde bu hususu şöyle
anlatır:
“De ki: “Ey kitap ehli! Allah sizin
yaptıklarını görüp dururken Allah’ın âyetlerini niçin örtbas etmeye
çalışıyorsunuz?” De ki: “Ey kitap ehli! Sizler doğru olduğuna şahitken niçin
dini eğri büğrü göstermeye çalışarak mü’-inleri dinlerinden çevirmeye
çalışıyorsunuz?”
(Al-i İmrân
98,99)
Diyor ki Rabbimiz: “Ey ehl-i kitap! Ey
Yahudi ve Hıristiyanlar! Ne oluyor size! Nereden alıyorsunuz bu gücü? Kafa
çalıştırıyor, şeytanlık yapıyor ve Allah’ın âyetlerini örtmeye, örtbas etmeye
çalışıyorsunuz. Allah kullarına, Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışıyorsunuz.
Neden Allah’ın kullarını Allah yolundan saptırmaya çalışıyorsunuz? Neden
Allah’ın dinini eğri büğrü göstermek sûretiyle insanları dinden uzaklaştırmaya
çalışıyorsunuz?”
Dünün kitap ehli de aynı şeyi
yapıyordu. Bugünün ehl-i kitapları da kendilerinin bu dinin mensubu olduklarını
söyleyen, ama dinle, diyânetle en küçük bir alâkaları bulunmayan zalimler de,
“aman bu insanlar dinleriyle tanışmasınlar, kitaplarıyla buluşmasınlar,” diye
ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bütün propaganda imkânlarını
kullanıyorlar. Dün de, bugün de bu tür insanların yaptıkları şey
şudur:
1. Önce insanların dine girmemeleri
için, insanların kitaplarıyla tanışmamaları için engeller koyuyorlar. Her
taraftan kapatıyorlar o yolu. Din eğitimini yasaklıyor, insanların kitap, sünnet
duyma yollarını kapatıyorlar. Böylece insanlara dini duyurmayarak Allah yolundan
alıkoymaya çalışıyorlar. İnsanları kitaplarından uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Veya kendileri dinden habersiz kimi zavallı hoca efendiler de Allah’ın kulları
kitap ve sünnete yönelmesinler diye, sanki ısrarla kitap ve sünneti gündeme
getirmeyerek, ölmüş bir takım salih kişileri öne sürerek, onların anma
törenlerini düzenleyerek insanların dikkatlerini o noktaya çekmeye
çalışmaktadırlar.
2. Buna rağmen, bütün bu engellemelere
ve aleyhte propagandalara rağmen, yine de insanlar bu barikatları aşarak dine
girmeye, kitaplarıyla tanışmaya muvaffak olmuşlarsa, bu sefer de bu adamlar
dinde eğrilik büğrülük meydana getirirler. Yâni o insanların önüne öyle bozuk
bir din sunarlar ki, bu dinin İslâm’la uzak ve yakından bir ilgisi yoktur. Yâni
böyle hayata karışmayan, ya da hayatın bazı bölümlerine karışan, ama öteki
bölümlerine karışmayan bir din oluştururlar. Sadece törenlerde hatırlanan, onun
dışında hayatta hiç bir geçerliliği olmayan bir din sunarlar. Ders kitaplarına
koyarlar ve “işte din budur” diye insanlara bunu sunarlar. Böylece derler ki:
“Kardeşim din mi istiyorsunuz? Dinle tanışmak mı istiyorsunuz? Din dersi
programı mı istiyorsunuz? Din dersi kitabı mı arıyorsunuz? Alın size,” derler ve
böylece insanların dinlerini bozarlar. Böylece insanlar İslam’la uzak ve
yakından ilgisi olmayan bu dini din zannedip ona sarılırlar ve din yaşıyoruz
diye bid’atlerin peşinde bir ömür tüketirler.
Hem “bu din masaldır, bu kitap
masaldır,” derler, hem de ondan ödleri kopmaktadır. Hem kendileri ondan
uzaklaşırlar hem de insanları ondan uzaklaştırmaya çalışırlar.
Bir de bu âyet, Rasûlullah’ın
amcalarını, akrabalarını anlatır denmiştir. O zaman âyetin manası şöyle
olacaktır: Onlar kendileri hem Kur’an’dan uzaklaşırlar, hem de insanları ondan,
yâni peygamberden uzaklaştırırlar. Yâni o Rasulullah’ın amcaları hem insanları
peygambere ilişmekten, peygamberi insanlardan, ona sahip çıkarak insanların ona
zulmetmesinden koruyorlar, hem de kendileri ona inanıp gereken alâkayı
göstermiyorlardı. Peygamberimizin amcaları bir yandan peygambere sahip çıkarken
öbür yandan kendileri Kur’an’a da, Peygamberlere de inanmıyorlardı.
Allah korusun, sanki âyet bizi
anlatıyor. Yâni bugün bir yandan sözde Kur’an’a sahip çıkan, diliyle Kur’ancı
kesilen, her zaman ve zeminde Kur’an’ı müdafaa eden, ama öbür yandan kendileri
savundukları kitaptan habersiz bir hayat yaşayan müslümanlar gibi. Çok garip
değil mi? Rasulullah’ın amcaları da böyleydi. Hem peygambere sahip çıkıyorlar,
insanlara karşı onu müdafaa ediyorlar, hem de beri taraftan onun getirdiği
kitaptan uzak duruyorlardı.
27,28. “Biz mutlaka inkâr edenlere
şiddetli bir azap tattıracağız. Onlara yaptıkları amellerin en kötüsünün
cezasını vereceğiz. İşte Allah’ın düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi
bile bile inkâr etmelerinin cezası olarak, onlar için orada ebedî içinde
kalacakları cehennem yurdu vardır.”
İşte böyle Allah’ın âyetlerinin
susturulmasına, Allah’ın âyetlerini örterek, örtbas ederek Allah kullarının
gündemlerinden düşürmeye, gözlerden, kulaklardan, saklanmasına çalışan
kimselerin cezası ateştir. Bu eylemin sonucu cehennemdir. Hem öyle bir cehennem
ki, uğrayacakları, görüp geçecekleri bir ateş değil, içinden hiç çıkmamacasına,
hiç kurtulmamacasına kalacakları bir ateştir. Orası onların yeri ve yurdudur.
Allah’ın kullarının gündemlerini değiştirmeye ve Allah’ın âyetlerini duyurmamaya
çalışan insanların durağı, barınağı cehennemdir.
Bunu bazen bilenler yapar. Yâni
Allah’ın âyetlerini bildikleri, kitap bilgisine, peygamber bilgisine sahip
oldukları, Allah kendilerini bu bilgiyle nîmetlendirdiği halde, bildikleri bu
bilgileri Allah kullarına anlatmaz, duyurmazlar. Allah korusun bunların sonu
cehennemdir. Bunların kafalarındaki, kalplerindeki anlatmadıkları Kur’an
âyetleri ateşe dönüşecek ve sonunda kendi ateşlerini dünyadan götüren insanlar
durumuna düşeceklerdir onlar.
Bazen da bu gizleme işini resmî
otorite yapar. Okumaya, okutmaya, duyurmaya yasak koyarlar. Ya da öyle resmen
yasaklıyoruz demezler ama öyle bir program yaparlar ki, o programdan geçen
insanlar Kur’an’ın kokusunu bile alamazlar. Güya, “işte okutuyoruz, işte izin
veriyoruz, işte din dersleri koyduk,” derler ama koydukları programda insanlar
beş âyet bile öğrenemezler, beş hadis bile tanıyamazlar.
Allah diyor ki, “onlara yaptıklarının
en kötüsü ile ceza vereceğiz.” Amellerinin en kötüsü ile cezalandıracağız
onları. Nasıl anlayacağız bunu? Allah en iyisini bilir, bu kâfirlerin, bu
zalimlerin hayatlarında bazen işledikleri güzel ve faydalı işler de olabilir.
Ama onların yaptıkları amellerin en kötüsüyle, en çirkiniyle tüm amellerini
çarpıvereceğiz, diyor Rabbimiz. Mü'minler için de böyle bir rahmet var
biliyoruz. Mü'minlerin de tüm amelleri en iyi, en güzel, en ihlâslı yaptıkları
bir amelle çarpılıverecektir. Yâni bütün amelleri o en güzel amelle
çarpılıverecek ve tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul ediliverecektir. Ne
büyük bir rahmet değil mi? Kâfirler için de, mü'minler için de katsayı böyle
farklı olacaktır. Mü'minler en güzel amelleri karşılığında mükafat alırlarken,
kâfirler de en kötü amelleriyle cezalandırılacaklardır.
29. “İnkâr edenler: “Ey bizim Rabbimiz!
Cinlerden ve insanlardan bizi doğru yoldan saptıranları bize göster de, onları
ayaklarımızın altına alalım, böylece cehennemin en altında kalanlardan
olsunlar,” diyeceklerdir.”
O gün insanlar azabı boylayınca,
cehenneme yuvarlanınca şöyle diyeceklerdir: “Ya Rabbi! Ne olur, şu bizim
hayatımızı bozanları, bizim senin kitabınla diyaloglarımızı kesenleri, senin
âyetlerinle aramıza girerek âyetlerini yasaklayanları, bize bozuk düzen
programlar yaparak, “işte din budur” diyerek bizi senin kitabından alıkoyanları,
senin kitabınla tanışmamıza engel olanları, kendi kanunlarını, kendi
talimatlarını senin âyetlerinin önüne geçirerek bizi senin kitabına gitmekten
alıkoyanları, bizim gündemlerimizi değiştirerek senin kitabına ulaşma
imkânlarımızı öldürenleri, başka kitaplar, başka önderler ihdas ederek senin
kitabını ve peygamberinin sünnetini kamufle etmeye çalışanları bize bir göster.
Göster ki onları ayaklarımızın altına alalım, göster ki onları ezelim. Onları
aşağıların aşağısı yapalım. Ya da onları cehennemin en esfeline yuvarlayalım.”
Kendilerine Allah’ın âyetlerini
anlatmayan, kendilerini Allah’ın kitabıyla tanıştırmayan babalarını, kocalarını,
hocalarını, üstatlarını, komşularını, liderlerini arayacaklar. Ne için
arayacaklar onları? Onları ayaklarının altına almak için. Kendilerine kötü
çığırlar açan, kendilerine kötü miraslar bırakan ve böylece kendilerinin şirke
düşüp cehenneme yuvarlanmalarına sebep olan öncülerini, önderlerini arayacak
insanlar. Cehenneme yuvarlanmak üzere gittikleri o kötü çığırı, o kötü yolu açıp
kendilerine miras bırakanları arayacaklar. Öyleyse, aman ha çocuklarımıza
bıraktığımız mirasımıza, onlar için açıp geriye bıraktığımız çığırlarımıza çok
dikkat edelim. Aman ha din budur diye çocuklarımıza çok kötü miraslar bırakıp
da, yol budur diye onlara İslâm dışı yollar, İslâm dışı usuller, hayat programı
bırakıp ta, çocuklarımız da din buymuş diye, hayat programı böyle olurmuş diye o
dini, o hayatı yaşayıp ta yarın bizi o ortamda aramasınlar. Sakın onların
saptırıcısı olarak ayaklarının altına almak için arananlardan olmayalım.
Çoluk-çocuğumuza güzel bir din, güzel bir yol bırakmaya çalışalım.
Onlar, öncekilerden kendilerini
saptıranları arayacaklar. Halbuki dünyadayken alçaklar bunlara ağam, paşam
diyorlardı. “Kurtar bizi baba! Kurtar bizi!” diyorlardı. “Her şeyimizi sana
borçluyuz! Sen olmasaydın biz olmazdık! Liderim! Şeyhim! Efendim! Şevketlim, biz
senin dediğinden çıkmayız! Atam izindeyiz!” diyorlardı. Yâni onlar ne kadar
alçaksa, berikiler de o kadar alçaklık yapıyorlardı dünyada. Bakın Bakara
sûresinde bunların durumları şöyle anlatılır:
“O zalimler azabı gördükleri zaman
derler ki, güç kuvvet bütünüyle Allah’ındır.”
(Bakara 166)
Artık yeryüzü tanrılarında güç kuvvet
kalmadığını anlarlar. Hocalarda, hacılarda, efendilerde, şarkıcılarda,
futbolcularda güç kuvvet kalmamıştır. Tüm varlıklarıyla alkışladığı kimselerde
güç kuvvet kalmamıştır. Bütün güç ve kuvvet Allah’ındır.
“Bütünüyle azabın şiddetlisi de Allah’a
aittir.”
Allah, azabı çok şiddetli
olandır.
“O zaman küfür öncüleri azabı görerek
kendilerine tâbi olanlardan kurtulmaya çalışacaklardır.”
Bu dünyada kendilerine tâbi olunanlar,
hacılar, hocalar, ağalar, beyler, paşalar, liderler, kendilerine tâbi olup
kendilerini takip eden kimselerden kaçacaklar. Bakacaklar ki iş pek iyi değil,
hesap-kitap pahalıya mal olacak, hemen onlardan kaçacaklar, teberri edecekler,
“biz sizden uzağız,” diyecekler. Ne zaman olacak bu iş? Azabı, ateşi gördükleri,
artık ne onların, ne de kendilerinin bu ateşten kaçıp kurtulmalarının mümkün
olmadığını anladıkları zaman.
“Ve aralarındaki bütün bağlar da
kesiliverecek.”
Aralarındaki bütün ipler de
kopuverecek. Makam, mevki, para, pul, rüşvet, şan, şöhret, protokol gibi
aralarındaki bütün bağlar kopuverecek. Halbuki bu dünyada neler yapmamışlardı ki
birbirlerine. “Sen olmazsan biz olmayız!” demişlerdi. “Bütün hayatımızı size
borçluyuz! Siz bizim kurtarıcımız, her şeyimizsiniz!” demişlerdi. “Başarımı
karıma borçluyum!” diyordu adam, ama orada karısından kaçacak. “Liderime
borçluyum,” demişti, orada liderinden kaçacak. Hocasına borçluydu, hocasından
kaçacak, efendisine borçluydu, efendisinden kaçacak. Dün birbirlerinin
salyalarını beraber içtikleri, dün birbirlerinin günâhlarına yardımcı oldukları
gibi, bugün de günâhlarını beraber yüklenemeyecekler. Anladılar ki, işler
değişmiştir. Anladılar ki, artık işler dünyadaki gibi değildir. İşte durumun
değiştiğini anlayan bu insanlar, “en iyisi ben bundan, ben bunlardan kaçıp
gizleneyim,” diyecekler. Dünyada insanları Allah’a kulluğa değil de, başka
şeylere kulluğa çağıran, insanları saptıran önder takımı insanlardan kaçacaklar.
Uyanlarla uyulanların, sevenlerle sevilenlerin birbirlerinden kaçış
manzaraları…
Bu sapık liderlere aldanıp onların
peşlerine takılan zavallı insanların pişmanlıkları, kin ve nefretleri açığa
çıkıyor. Bu sefer de:
“Tâbi olanlar: “Ah! Keşke bizim için
dünyaya tekrar bir dönüş olsaydı da, şu anda onların bizden kurtulup
uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!”
diyeceklerdir.”
(Bakara 167)
Tâbi olanlar, onların arkasından
gidenler, bu dünyada birilerini bilinçsizce, şuursuzca taklit edip, onların
götürdüğü bir hayata evet diyen zavallı insanlar da diyecekler ki: “Şu anda
sizin bizden kaçtığınız gibi ah biz de sizden kaçsak! Ah keşke bir dünyaya
dönebilseydik de, sizin bizden kaçtığınız gibi biz de sizden kaçabilseydik!”
İşte müslüman bu olayı burada yaşar ve burada aklını başına alır. “Ben kime kul
olacağım, ve kimin yolunu takip edeceğim? Eğer yarın şu karşımdaki kimseden
kaçacaksam, şimdiden kaçmalıyım,” der ve şimdiden kaçar ondan. Ama kiminle
beraber cennete doğru gidecekse, işte onun ortağı odur, onun dostu odur ve
onunla beraber olmaya çalışır. Ama bilinçsizce onu taklit ederek, hevâ ve
hevesine tabi olarak değil. Hiçbir delili olmadan, birilerine tâbi olup Allah
severmiş gibi onları seven kişiler, yarın korkunç bir durumla karşı karşıya
kaldıkları zaman birbirlerinden kaçacaklarsa, bu kaçışın hiçbir faydası
olmayacaktır. İnsanlar birbirlerinden
kaçacaklar ama:
“İşte böylece Allah onlara amellerini
bir pişmanlık olarak gösterecektir.”
“Eyvah, keşke yaşamasaydım böyle bir
hayatı! Niye ben böyle şuursuzca bir hayat yaşamışım! Kitap varken, ona ulaşma
imkânım varken, Resul varken, örnek varken niye ben başka başka hayat
yaşamışım!” diyecek. Yaşadığı hayattan, yaptıklarından hasret duyacak. Yapması
gerekirken yapmadıklarına, yapmaması gerekirken yaptıklarına pişman
olacak.
“Ve onlar hiçbir zaman da ateşten
çıkamayacaklardır.”
A’râf sûresinde bunların kavgaları da
anlatılır. “Ya Rabbi bunlara bizim kat kat azabımızı ver! Zira bizi bunlar
saptırdı,” diyecekler. Onlar da diyecekler ki, “zaten siz bize değil, kendi hevâ
ve hevesinize tâbi idiniz.” Gerçekten de bakıyoruz meselâ politik hayatta bunun
aynısını görüyoruz. “Ey anam! Ey babam! Kurtar bizi baba!” filân diyor-ar.
Adamın işi bitti veya parti bitti mi, zaten bu bilmem neyin nesi di-lar. Dün,
ağam, paşam dedikleri kimselerle menfaat hesapları bitince düşman
kesiliveriyorlar.
Basit menfaat hesapları işte. Bakanlık, dekanlık, müdürlük hesapları. Tüm
bu hesaplarla dün birbirlerine fevkalâde bağlanan insanlar, bugün birbirlerinin
baş düşmanı oluyorlar. Neden? Çünkü menfaatleri, menfaat bağları bitmiştir.
Zaten onları bir araya getiren de menfaatleri, menfaat bağlarıydı.
Biz sizi takip ettiğimiz için bu hale
geldik diyenlere, ötekiler de diyecekler ki: “Zaten siz bizi takip etmiyordunuz.
Siz kendi menfaatlerinizi takip ediyordunuz. Allah’ın dinini bırakıp da dünyanın
peşinde koşan insanlardan hangi biri menfaatlerini takip etmiyor? Herkes
keyfini, herkes menfaatini takip ediyor bugün. Yarın, “ya Rabbi bunlar bizi
saptırdılar” demelerinin ne anlamı olacaktır? Halbuki ne şeytanın, ne de
kâfirlerin hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Yâni bir müslüman gerçekten Allah’a
kulluğa yöneldiği zaman, hiçbir güç ve kuvvet onu bundan uzaklaştıramaz. Yeter
ki müslüman samimiyetle müslüman olmaya karar versin; o takdirde ona kimsenin
yapabileceği bir şey yoktur.
İnkâr edenlerin durumlarını anlattıktan
sonra, Rabbimiz hemen sözü mü'minlere çeviriyor. Mesânî olan kitabımız bizi
böyle boğuk bir havada, bunalmış bir atmosferde fazla tutmayarak hemen sözü
mü'minlere çeviriveriyor:
30,31. “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra
da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler
ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size vaadedilen cennetle sevinin! Biz dünya hayatında
da, âhirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve
istediğiniz her şey vardır.”
Biz sadece kendisini dinler ve sadece
kendisinin çektiği yere gideriz dediğimiz Rabbimiz, kendisine kulluk ettiğimiz,
bizim hayat programımızı kendisinden, kendi kitabından aldığımız ve hayatımızı
kendisi adına yaşadığımız, hatırını her şeyin hatırından üstün tuttuğumuz ve
sadece kendisi önünde eğildiğimiz Rabbimiz Allah’tır deyip de sonra da dosdoğru
yolda yürüyenler. Bunu sadece sözde bırakmayarak, o Rabbin kendileri için
belirlediği sırat-ı müstakimde olanlar. Rabblerine verdikleri bu ikrarda sebat
edenler, bu ikrarı sadece sözde bırakmayıp hayatlarını bu ikrara, bu imana bina
edenler. Bu imanı kendileri için hayat programı yapan, yâni sözleriyle
kavilleriyle dosdoğru yolda oldukları ve Rabblerinin emirlerine teslim oldukları
gibi, amellerinde ve fiillerinde de dosdoğru yolda Allah’ın kitabı istikâmetinde
bir hayat yaşayanlara gelince, onların üzerlerine Allah’ın melekleri iner.
Bu dosdoğru olma ifadesini böyle
anlamaya çalışıyoruz. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Beni Hud ve kardeşleri
ihtiyarlattı.”
Rasulullah ihtiyarlamışsa, başındaki
saçları ağarmışsa onu Hud ve kardeşleri ihtiyarlatmıştır. Alimler bu konuda der
ki, “Allah’ın Resûlünü ihtiyarlatan Hud sûresinin 12. âyeti ve ahavatından
maksat da Şûrâ sûresinin 15. âyetidir.”
Hud sûresinde Rasulullah Efendimize
hitaben Rabbimiz buyurur ki:
“Ey Muhammed! Sen, beraberindeki tevbe
edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah
yaptıklarınızı görmektedir.”
(Hud 112)
Şûrâ sûresindeki âyette de şöyle
buyurulur:
“Ey Muhammed! Bundan ötürü sen birliğe
çağır ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol; Onların hevâ ve heveslerine uyma ve
şöyle söyle: “Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adâletle
hükmetmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim
işlediklerimiz bize sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda
tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş
O’nadır.”
(Şûrâ 15)
İşte Allah’ın Resûlünün sakallarının ve
saçlarının ağarmasına sebep olan âyetler bunlardı. Her iki âyette de ona diyordu
ki Rabbi-miz: "Ey Resûlüm! Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" Allah senden nasıl
olmanı istiyorsa öylece ol! Allah senden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece
Rabbine kulluk yap! Yamulmadan, inhiraf etmeden, eğrilmeden, kaçamak yapmadan,
yan çizmeden Rabbinin emirlerini yerine getir!”
Birisine: “Şu camı al, bunu
havanda döv ve bana geri getir. Ama öyle döveceksin ki un gibi olacak ve saat
beşte onu senden isterim,” desem; “anladık da yâni şeker gibi olsa olmaz mı?”
“Hayır, un gibi olacak.” “Tamam da, bunu sana saat altıda getirsem? Bugün çok
işim vardı, yarın getirsem?” “Hayır, saat beşte demişsem beşte isterim.” Hiç
tolerans yok yâni. İşte Allah, peygamberinden böyle bir teslimiyet, böyle emr
olunduğu gibi bir dosdoğru oluş istiyor. Ama bu peygamber için zor değildi. Zira
Allah’ın Resûlünde hiç eksiklik yoktu. O, bunu yerine getirme konusunda
kesinlikle yorulmamıştır.
Kur’an’ın beyanıyla biliyoruz ki
vahyin gelişi Allah’ın Resûlünü yoruyordu. Âyetlerle karşı karşıya gelişi onu
sarsıyordu. Zira o mütekelliminden dinliyordu onu. Allah’ın Resûlü, Kur’an
âyetlerini bizzat o âyetlerin mütekellimi olan Allah’tan dinliyor, bizzat ondan
ahz ediyordu. Nitekim bir defasında bir sahâbenin dizindeyken vahiy gelmişti de,
o sahâbe dizinin felç olduğunu sanmış, “kemiklerim eridi zannettim,” demiştir.
Yine Kusva isimli devesinin üzerindeyken bir defasında toptan En’âm sûresi nâzil
olmuştu da, devenin ayakları kuma gömülüvermişti. Yine Ayşe annemiz (ra) ve
diğer sahâbenin rivâyetlerine göre, kış gününde vahiy gelirken Allah’ın
Resûlü’nün mübarek yüzlerinde buram buram ter görünürdü.
Vahyin gelişi peygamberimizi yoruyordu,
ama bütün vahiy, bütün âyetler için geçerliydi. Halbuki burada onu asıl
ihtiyarlatan bölüm şuydu:
“Peygamberim! Sen beraberindeki tevbe
edenlerle beraber emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
Yâni, “sen dosdoğru ol! Ama seninle
beraber olanları da, sana tâbi olanları da kendin gibi dosdoğru hale getir!
Seninle birlik olanlar da aynen senin gibi dosdoğru olsun!” ifadesiydi onu
ihtiyarlatan. Allah Resûlü’nün kendisi zaten dosdoğruydu, ama kendine tâbi
olanları da aynen kendisi gibi dosdoğru yapma derdi var ya, işte Allah
Resûlü’nün belini büken dert buydu. Onu ihtiyarlatıp saçlarını ağartan endişe
buydu işte. Sadece kendisinin doğruluğu istenseydi iş kolaydı, ama
beraberindekileri de dosdoğru hale getirilmesi isteniyordu ondan.
Yanındakileri dosdoğru hale getirme
derdi, Allah Resulü’nün bile belini bükerken, onun mübarek saçını sakalını
ağartırken biz ne yapacağız? Ya bizim beraberimizdekiler? Ya bizim
çevremizdekiler? Ya bizim hanımlarımız? Ya bizim analarımız, babalarımız,
çocuklarımız? Ya bizim komşularımız? Ya bizim dükkanımızdakiler? Ya bizim
raiyemiz? Biz de aynen Allah’ın Resûlü gibi onları da dosdoğru hale getirme
derdiyle uykularımızı kaybedecek duruma gelebildik mi? Biz de bunun
sorumluluğunu omuzlarımızda hissedebildik mi? Çevremizdekilerin dirilmeleri
adına çareler aramaya koşabildik mi? Yoksa, “ne yapayım beceremiyorum,” diyerek
yan çizmeye mi kalkıştık? Yoksa onları diriltme konusunda bir kaç gün
uğraştıktan sonra usanıp, “bunlar adam olmuyorlar” diye kırdık mı onları? Allah
Resûlü onları kırabilirdi, ama bunu asla kullanmamış, bundan kaçınmıştı.
Taif’ten dönüşünde, kan-revan içinde bile meleğin kendisine teklifi karşısında
onun cevabını çok iyi biliyoruz. “Nesillerinden bir tek kişi bile iman edecekse
ya Rabbi, onları helâk etme!” diyordu.
Öyleyse biz de ana babalarını
kaybettiklerimizin çocuklarını kazanmaya çalışalım. Mü'minleri müminleştirmede,
kâfirleri İslâmlaştırmada Allah Resûlü ne kadar harisse biz de öyle olmaya
çalışalım inşallah. Allah Resûlü’nün belini büken
sorumluluğu biz de üzerimizde hissedelim. Çoluk-çocuğumuzu,
hanımlarımızı, komşularımızı, arkadaşlarımızı İslâmlaştırma derdi bizim de
belimizi büksün. Hem kendimiz dosdoğru olmaya, hem de çevremizdekileri dosdoğru
hale getirmeye çalışalım. En büyük derdimiz, en birinci işimiz bu olsun
inşallah.
“Rabbim Allah deyip de dosdoğru olmaya
çalışanlar var ya.” Buradaki dosdoğru olma, bize Fâtiha’yı hatırlatır. Orada
dosdoğru yol Kur’andı. O halde “Rabbim Allah” deyip de Kuran yolunda olanlar,
iman ve cihad üzere olanlar var ya. Birisi imanı, ötekisi de cihadı anlatır.
“Rabbim Allah” sözü hayatın iman yönünü, dosdoğru olma sözü de hayatın cihad
yönünü anlatır. Zaten hayat iman ve cihaddân ibarettir. Hayat imandan ve bu
imanın yaşanması adına cehd-ü gayretten ibarettir. Yâni inanan ve inancını
yaşama savaşı verenler var ya, işte melekler bunların üzerine inerler.
Bu meleklerin ne için indiklerini
belirtmeden önce, önceki âyete ilişkin söylersek, hani Rabbimiz kâfirler için
şeytanları arkadaş kıldığını söylüyordu ya, işte mü’minler için de meleklerin
dost olduğunu anlatıyor.
Bakın melekler ne için iniyorlarmış?
Melekler o mü'minlere derler ki: "Ey mü'minler! Korkmayın! Üzülmeyin! Size
vaadedilen cennetle sevinin! Rabbinizin mükafatlarıyla sevinip coşun! Bizler
dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Yâni biz melekler siz
mü'minlerin veliyy’ül emirleriniz. İşlerinizi üstlenen, sizlere yardım eden,
sizler adına iş yapan, sizleri koruyan, muhafaza eden varlıklarız.”
Peki acaba ne zaman inerler bu
melekler? Ya da ne zaman bu müjdeyle gelecek melekler? Kimileri, bu melekler
ölüm anında mü'minlerin yanına inecek ve bu müjdeyi verecektir, demiştir. Ölüm
anında mü'minlerin yanı başlarına gelecekler ve diyecekler ki: “Ey
mü’minler! Biz sizin dünyadayken
dostlarınızdık! Sizi koruyor ve Allah’ın izniyle sizi hakta tutmaya, doğrultmaya
çalışıyorduk! Sakın korkup üzülmeyin! Aynı şekilde bundan sonra da sizinle
beraber olacağız! Kabirde de, âhirette de sizinle beraber olacağız. Sizi kolayca
sırattan geçirip, cennete ulaştıracağız ve orada canlarınızın çektiği her şey
vardır,” diye müjdelerler.
Kimileri, mezardayken mü'minlerin
yanına gelecekler, onları orada yalnız bırakmayacaklar, bir dediklerini iki
etmeyecekler demiştir. Rasûlullah’ın bir hadisinden anlıyoruz ki, kabirde iki
melek mü'-minin yanına gelir, onu hoş bir edayla karşılarlar ve: “Sakın üzülme!
Allah’ın sana vaadettiği cennetle sevin!” derler. Böylece Allah o mü'-minin
korkusunu emniyete, üzüntüsünü de sevince çevirir, onun gözünü, gönlünü aydın
eder,” buyurulmaktadır. Kimileri, mü'minlerin yeniden dirilmeleri anında bu
melekler gelip, bu müjdeyi verecek, demiştir.
Allah’ın melekleri onlara gelir
ve gidecekleri yer konusunda hiç korkmamalarını söylerler. Tüm kötülüklerin sona
erdiğini, tüm sıkıntıların, tüm meşakkatlerin bittiğini ve bundan sonra sonsuz
hayırların başladığını haber verirler. “Arkada bıraktıklarınız konusunda da
üzülmeyin, biz onları koruyacak halefler bıraktık,” derler. Kimileri de hem ölüm
anında, hem mezardayken, hem de dirilme anında melekler gelecek, demiştir. Ama
âyetin ifadesinin mutlak oluşuna bakılırsa, dünyada her an meleklerin mü'minlere
geldiğini anlıyoruz. Sürekli gelirler ve derler ki: “Korkmayın ey müslümanlar!
Mahzun da olmayın! Ne geçmişiniz konusunda, ne de geleceğiniz hususunda endişe
etmeyin! Sizler Allah yolunda olduktan, hayatınızı Allah için yaşadıktan sonra,
sırat-ı müstakimde olduktan sonra geçmişiniz konusunda da, geleceğiniz konusunda
da, kabir konusunda da hiçbir endişeniz olmasın! Vaad olunduğunuz cennetle
sevinip coşun!”
Peki niçin sevinip coşacakmışız? Neymiş
o cennet? Ya da ne varmış o cennette? Bakın melekler diyor ki: "O cennette sizin
canınızın çektiği her şey vardır." Yâni ne arzu ederseniz hepsi vardır orada.
Neyin gelmesini isterseniz, o mutlaka size getirilecektir. Yâni cennette acaba
şu da var mı, bu da var mı? diye sormaya gerek yoktur. Çünkü orada ne arzu
etmişseniz hepsi vardır, yok yoktur.
Meleklerin dünyada mü'minlere gelişini
bizzat gözle görememek, onların mü'minlere kendilerine yardım ve kendilerini
teyit için gelmedikleri anlamına gelmez. Zira şurası bir gerçektir ki, melekler
hiçbir zaman doğrudan doğruya göze ve kulağa hitap ederek gelmezler. Kalplere
nüfuz ederek, kalplere cesaret ve serinlik vererek gelirler. Bilhassa mü’minler
kâfirlerle mücâdeleye tutuştuklarında: "Sizler asla yalnız değilsiniz! Bizler
Allah’ın izniyle sizlerin dostlarınız ve yardımcılarınızız,” diyerek gelirler.
Tabi mü'minlere farklı, kâfirlere farklı gelirler. Mü'minlere yardım ve zafer,
kâfirlere de hezimeti tattırmak ve de cehennemdeki makamlarını haber vermek için
gelirler.
32. “Bunlar çok bağışlayıcı ve çok
merhametli olan Allah tarafından bir ağırlamadır.”"
“Rabbimiz Allah’tır” dedikten sonra bu
sözlerinde sebat edenler, hayatlarında başka Rabbler aramaya kalkışmayanlar,
başka Rabblerin hayat programlarına yönelmeyenler, kelime-i şehadeti söyleyip
onu bozmayanlar, şehadetlerini nakzetmeyenler, ona bir şey karıştırmayıp şirke
düşmeyenler, tevhid üzere sebat edip bir hayat yaşayanlar için, işte bu
Allah’tan bir ikramdır, Allah’tan bir mükafattır, Allah’tan bir konuk ve
ağırlamadır. Tabi cenneti düşünürken, oradaki nîmet sofralarını hayal ederken,
bunu asla unutmayacağız. Bu sofra, bu mükafat, Allah’ın şanına uygun bir sofra,
Allah’ın şanına lâyık bir mükafat olacaktır. O, bizim soframıza veya bir devlet
başkanının sofrasına hiç benzemez.
33. “Allah’a dâvet eden, salih amel
işleyen ve: “Ben gerçekten Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim
olabilir?”
Rabbimiz, bundan önceki âyetinde
mü'minlere İslâm’ı kabul ettikten sonra, “Rabbim Allah” dedikten sonra bu konuda
sebat göstermelerini, döneklik yapmamalarını öğütlemişti. Dosdoğru olmalarını,
sırat-ı müstakimde yürümelerini, Allah adına bir hayat yaşamalarını ve böylece
hem meleklerin dostluğuna, yardımına, hem de kendi hoş-nutluğuna ulaşmalarını
tavsiye etmişti. Burada bir kademe daha ilerde, bir derece daha yüksekte bir
amel isteniyor mü’minlerden. Salih olmakla birlikte aynı zamanda muslih olmaları
da isteniyor mü'min-lerden. “Ben gerçekten Müslümanlardanım, ben Allah’a teslim
olanlardanım,” diyerek bu imanını, bu teslimiyetini açığa vurmasını, kimliğini
dışa taşımasını, taşırmasını istiyor Rabbimiz. Yâni imanını dışa yansıtarak
Allah kullarını kendi imanına, kendi yoluna, kendi teslimiyetine çağırmasını
istiyor.
Allah’a dâvet edenden daha güzel sözlü
kim vardır? Yeryüzünde en güzel söz, insanları Allah yoluna dâvet eden kişinin
sözüdür. Kendisi Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanan ve insanları inandığı
Allah’a imana çağıran, insanları kendisinin kulluk yaptığı Allah’a kulluğa
çağıran insandan daha güzel sözlü kim vardır? Evet, dâvetlerin en güzeli, Allah
adına Allah’a yapılan dâvettir.
Âyetten anlıyoruz ki, Allah’a yapılan
dâvet kuru bir laftan ibaret olmamalıdır. Dâvetçinin, dâvet ettiği şeye bizzat
kendisinin iman etmesi gerekmektedir. Yâni dâvetinin kendi hayatında eserinin
görülmesi gerekmektedir. İnsanları çağırdığı şeyi bizzat kendisinin yaşaması ve
salih amel sahibi olması gerekmektedir. Dâvet ettiği şeyle kendi hayatı ayrı
ayrı vadilerde olmamalıdır. Dâvet ettiği şeye kendi hayatı bizzat şahit
olmalıdır.
Bir de bu dâvetini sadece Allah rızası
için yapmalıdır. Birilerine rağmen, birilerine binaen değil, sadece Allah’a
rağmen yapmalıdır. O zaman muhataplarının onu dinlememeleri, karşısındakilerin
kendisini alaya almaları onu hiç ırgalamayacaktır. Muhataplarının tavırlarından
etkilenerek dâvetini bırakması, bıkıp usanması kesinlikle söz konusu
olmayacaktır. Çünkü o bu işi Allah için yapmaktadır ve Allah her zaman için onun
bu katlandıklarını görmektedir, ona her zaman için lâyıktır
Allah.
Dâvetçi, müslüman olmalıdır. Allah’a
teslim olmalıdır. İradesini Allah’a teslim etmeli ve yaptıklarını sadece O’nun
hatırına yapmalıdır. Bir de muhataplarının zihinlerinde herhangi bir kuşkuya
mahal bırakmamak için de: “Ben müslümanım! Benim adım, benim kimliğim
müs-lümandır! Ben sizi sadece Allah’a çağırıyorum! Bunun dışında herhangi bir
şeye çağırmaktan ona sığınırım,” demelidir.
Evet insanlara güzel söz söyleyin
denmiş, sadece mü’minlere değil. Tüm insanlara güzel söz söylemek zorundayız.
İnsanları cennete götürücü söz söylemek zorundayız.
Öyleyse kişinin elinden ve dilinden
sadır olan şeyler insanları dâru’s -selâma, saâdet yurduna götürüyorsa,
konuştuğu ve yaptığı şeyler müslümanları dâru’s -selâma, yani cennete
götürüyorsa işte bu mü'min en hayırlı mü'mindir. Yoksa insanların dünyadaki
saâdetlerini sağlamak değildir sadece burada anlatılan.
Yine Allah’ın Resûlü buyurur: “Tayyib bir söz de sadakadır.”
Kelime-i Tayyib de sadakadır. Tayyib söz selamdır. Selam almak ver-mek
tayyib sözdür. Allah’ı zikretmek tayyib sözdür. Hak söz söylemek, vahyin
sözcülüğünü yapmak tayyib sözdür. İyiliği emredip kötülükten men etmek tayyib
sözdür. Toplumun ihtiyaç sahipleri lehine idareciler nezdinde meşru iltimaslarda
bulunmak tayyib sözdür. İhtiyacı olan müslümanlara onların ihtiyaçları
istikâmetinde nasihat etmek, yol göstermek tayyib sözdür. İnsanlara kitap ve
sünneti duyurmak, doğruyu göstermek, cennet yolunu tarif etmek tayyib sözdür.
İnsanları sevindirmek, müjdelemek, korkutmak, kalplerini tevhid ettirmek,
aralarını bulmak tayyib sözdür. Hasılı kişinin dilini vahyin, Allah ve Resûlünün
sözcülüğünde kullanması tayyib sözdür.
Evet bir de insanlara güzel söz
söyleyin, çünkü tayyib söz de sadakadır diyor Allah’ın Resûlü. Arkadaşlar
unutmayalım ki güzel söz insanların hoşuna giden söz demek değildir. Allah’ın
hoşuna giden söz güzeldir. Hani Allah’ın Resulü bir hadislerinde bunu şöyle
anlatıyordu:
“Gerçek müslüman müslümanların elinden
ve dilinden sâlim olduğu, selamette kaldığı
kimsedir."
Müslümanların elinden ve dilinden
mutazarrır olmadığı kimse en faziletli mü'mindir buyurur Allah’ın Resulü. Ama bu
demek değildir ki Emri bil'maruf yapmayan, haddi uygulamayan, insanları
cezalandırmayan kişidir. güzel sözlü kişi. Halbuki bu yukarda sayılanlar
insanları her zaman rahatsız edecektir. O halde insanları nelerin rahatsız
edeceğini bilmek zorundayız. Ya da insanları rahat ya da rahatsız etmenin ne
demek olduğunu bilmek zorundayız. Arkadaşlar gerçek rahat dünya rahatı değildir.
İslâm rahat ve saâdet kaynağıdır. İslâm kişiye ebedi saâdet kazandırmak, kişiyi
dâr’us -selâma götürmek için gelmiştir. Gerçek rahat ve gerçek saâdet de selamet
ve rahat yurdu olan âhiretteki saâdettir.
Tabii buradaki insanlara güzel söz
söylemeyi iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek şeklinde anlamışlar.
Mü’minlerden kendileri salih olmakla birlikte aynı zaman da muslıh olmaları da
isteniyor mü'-minlerden. Ben gerçekten müslümanlardanım, ben Allah’a teslim
olanlardanım diyerek bu imanını bu teslimiyetini açığa vurmasını, kimliğini dışa
taşımasını, taşırmasını istiyor Rabbimiz. Yani imanını dışa yansıtarak Allah
kullarını kendi imanına, kendi yoluna, kendi teslimiyetine çağırmasını istiyor.
Evet Allah’a dâvet edenden daha güzel
sözlü kim vardır? Yeryüzünde en güzel söz insanları Allah yoluna davet eden
kişinin sözüdür. Kendisi Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanan ve insanları
inandığı Allah’a imana çağıran, insanları kendisinin kulluk yaptığı Allah’a
kulluğa çağıran insandan daha güzel sözlü kim vardır? Evet dâvetlerin en güzeli
Allah adına Allah’a yapılan dâvettir.
Âyetten anlıyoruz ki Allah’a yapılan
dâvet kuru bir laftan ibaret olmamalıdır. Dâvetçi dâvet ettiği şeye bizzat
kendisinin iman etmesi gerekmektedir. Yani davetinin kendi hayatında eserinin
görülmesi ge-rekmektedir. İnsanları çağırdığı şeyi bizzat kendisi yaşaması ve
salih amel sahibi olması gerekmektedir. Yani dâvet ettiği şeyle kendi hayatı
ayrı ayrı vâdilerde olmamalıdır. Davet ettiği şeye kendi hayatı bizzat şahit
olmalıdır bir.
Bir de bu dâvetini sadece Allah rızası
için yapmalıdır. Birilerine rağmen, birilerine binaen değil sadece Allah’a
rağmen yapmalıdır. O zaman muhataplarının onu dinlememeleri karşısındakilerin
kendisini alaya almaları onu hiç ırgalamayacaktır. Muhataplarının tavırlarından
etkilenerek dâvetini bırakması, bıkıp usanması kesinlikle söz konusu
olmayacaktır. Çünkü o bu işi Allah için yapmaktadır ve Allah her zaman için onun
bu katlandıklarını görmektedir ve ona her zaman için lâyıktır
Allah.
Bir de biliyoruz
ki:
“Sözlerin en güzeli
kelâmullah’tır."
Öyleyse en çok konuşacağımız şey
Allah’ın kelamı olsun. Zira sözlerin en güzeli, kelamların en cennete götürücü
olanı Allah’ın âyetleridir. Evet konuşma diyorlar, az konuş diyorlar. Mümkün
olduğunca sus diyorlar. Ama bakın Allah’ın Resûlü de diyor ki tayyib ne kadar
çok olursa olsun mutlaka onu konuşun ki hakkınızda sakada olsun diyor.
Söyleyebildiğiniz kadar hak söz söyleyin ki Rabbinizi zikretmiş ve çevrenizi de
düzeltmiş olasınız diyor. Öyleyse Rasûlullah efendimizin Kelime-i Tayyib diye
isimlendirdiği Kur’an ve sünnette anlatılan şeyleri sürekli konuşacağız, sürekli
çevremize duyurmaya devam edeceğiz ve müslümanların gündemlerini bununla
oluşturma kavgası vereceğiz.
34. “Hem iyilik de bir değildir kötülük
de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendisi arasında bir
düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu
görürsün.”
Ey mü'minler! Şu anda kötülük ve
kötüler, kötülük taraftarları, size karşı çok güçlü, çok kalabalık görünüyor.
Siz iyilik taraftarları da bu kötüler karşısında kendinizi çok zayıf ve güçsüz
hissedebilirsiniz. Ama bilesiniz ki, kötülükle iyilik asla bir olmaz. Kötülük
taraftarlarıyla iyilik taraftarları asla bir olmaz. Unutmayın ki, kötülük
fıtraten zayıftır. Kötülük ne kadar güçlü görünürse görünsün yıkılmaya, yok
olmaya mahkumdur. Çünkü insan fıtratı kötülüğü asla sevmez. Kötülük, asla taban
tutmaz. Kötülük taraftarları hangi devirde olursa olsun, ne kadar da çok
olurlarsa olsunlar asla vicdanlarda kabul görmeyecektir. Kötüler, sadece
iyilerin vicdanlarında değil, kendi kendilerine de aslında kötü ve zalim
olduklarının farkındadırlar ve sürekli bunun ezikliği içinde bulunmaktadırlar.
Onlar sadece başkalarının gözünde
değil, aslında kendi vicdanlarında, kendi fıtratlarında yok olması gereken
varlıklardır. Bunun aksine iyilik taraftarları, İslâm ve müslümanlar zâhiren
zayıf da olsalar, güçsüz de olsalar sonunda onlar mutlaka insanlar arasında
kabul görecek ve galip geleceklerdir. Çünkü fıtrat bunu gerektirmektedir. İslâm
mutlaka eninde sonunda vicdanlarda kabul görecektir. Bu, yeryüzünde Allah’ın
fıtrat yasasıdır ve bunun değişmesi de kesinlikle mümkün değildir. İyilik, İslâm
yeryüzünde hiç savunucuları olmasa da kendi başına kalpleri fetheden bir
güçtür.
Öyleyse ey peygamberim! Ey peygamber
yolunun yolcuları! Sizler iyilikten yana olun! Sizler, size kötülük yapmadan
yana olanlara iyilikten, aftan yana olun! Size kötülük yapan kimselere karşı
kötülük yapma imkânına sahip olduğunuz halde kötülük yapmayın! Kötülük yapana,
kötülükle mukabelede bulunmamak ihsandır. Hattâ kötülük yapanlara karşı
kötülükle mukabelede bulunmadığınız gibi, üstelik onlara iyilikte bulunmanız
mesajınızın gönüllere nüfuzunu sağlayacaktır. Sizin bu ihsanınız karşısında en
zalim insanlar, en katı kalpliler bile eriyecek ve sonunda size düşmanlık
besleyen insanların size sıcak bir dost olduğunu göreceksiniz. Dün sizi yok
etmek isteyen zalimlerin, yarın sizin dâvânıza gönül verdiğini göreceksiniz.
Böyle gözü dönmüş, gemi azıya almış, size kötülük yapmak isteyen birine karşı o
anda söylenecek güzel bir söz, tatlı bir tebessüm, sakin bir konuşmanın, o anda
birdenbire ortamı değiştiriverdiği, kötülük yapmak isteyenin bile utanarak bu
kötülükten vazgeçtiği çok görülmüştür. Öyleyse daha büyük kötülüklere fırsat
vermemek, daha büyük felâketleri tevlit etmemek için, kötülük karşısında
kötülüğü değil, kötülük karşısında iyiliği tercih etmeliyiz. Tüm kötülükleri
iyilikle savuşturmak zorundayız.
Size küfreden birine küfretmemeniz bir
iyiliktir, ama ona küfretmemekle birlikte, onun yaptığını yapmamakla birlikte
bir de ona karşı duada bulunmanız en büyük iyiliktir. İşte böyle kötülüğü
iyilikle savuşturun. Ama bu gerçekten zordur. Bu gerçekten nefislere zor,
insanlara ağır gelir. Lâkin:
35. “Bu olgunluğa ancak sabredenler
kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olanlar
kavuşturulur.”
Bu gerçekten zordur. Kötülüğe karşı
iyilik yapmak her kişinin kârı değildir. Bu, ancak sabreden erlerin kârıdır. Bu,
ancak sabır erlerine bir vergidir. Yâni kendi nefsinden çok dâvâsını düşünen,
insanların Allah dâvâsına gönül vermelerini şahsından ön planda tutan, dâvâsının
gönüllerde ma’kes bulması ve muzaffer olması uğruna her şeyini fedâ edecek kadar
sabreden kişiler ancak bu duruma ulaşabilir. Tabi bu arada kişinin nefsi devreye
girerken, iyiliğin, İslâm’ın zaferine asla tahammülü olmayan şeytan da devreye
girecektir.
36. “Eğer şeytandan gelen kötü bir
düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve
bilir.”
Eğer bu konuda şeytandan sana bir
dürtü, bir kamçı, bir teşvik gelecek olursa, hemen ondan Allah’a sığın, diyor
Rabbimiz. Hak ve bâtıl karşı karşıya gelince, hak karşısında bâtılın yok
olmasını istemeyen şeytan, hemen devreye girecektir. Çünkü bâtıl taraftarları,
kâfirler, alabildiğine Müslümanları yok edebilmek için işkenceye, hakarete,
alaylamalara başvurarak Müslümanlara her türlü kötülüğü reva görürlerken,
müslümanların Rabblerinin kendilerinden istediği şekilde onların kötülüklerine
karşılık güçleri yettiği halde, onlara kötülükle mukabele etmeyip, onlara
iyilikte bulunmaya çalışmaları, şeytanı kahreden bir durumdur. Bu durum
karşısında şeytan kahrolur. Çünkü Rabbimizin âyetinde ifade buyurduğu üzere, bu,
şeytanın savunduğu bâtılın yıkılmasını ve İslâm’ın da dev adımlarla gönüllere
nüfuz edip hakkın galip gelmesini sağlayacak bir durumdur.
Tüm insanlar nezdinde kötülük
taraftarları da iyilik taraftarları da anlaşılacaktır. Kötülük sadece küfür
taraftarlarına, bâtıl taraftarlarına, iyilik de hakkı savunanlara mahsus olunca,
bâtılın savunulabilecek bir yönü kalmayacaktır. Bâtıl bütün çirkinliğiyle
sırıtacaktır. İşte bu noktada şeytan ister ki hak taraftarlarından da,
Müslümanlardan da kötülük yapan birileri bulunsun ve: “Bakın efendim!
Görüyorsunuz ki hata bir taraftan değil, her iki taraftan da hata vardır,”
diyebilsin, bâtılı savunabilecek bir imkân elde edebilsin. İşte görüyoruz, bugün
yeryüzünün herhangi bir yerinde mü'minler kendilerine yapılan çok büyük
haksızlığa karşılık çok küçük bir karşılık verseler bile, şeytan, hak karşısında
çok önemli bir propaganda malzemesi bulmuş oluyor ve bunu çok iyi kullanıyor.
Meselâ Çeçenistan’da Müslümanların ülkeleri gasp edilir, binlerce müslüman
öldürülür. Üç yüz bin insan öldürülür kimsenin sesi çıkmaz. Ama bu
Müslümanlardan bir yiğit çıkıp, bir operasyonla üç-beş kâfiri öldürünce,
kıyâmeti koparırlar. Binlerce mâsum insanı öldürenler terörist olmazken, bir
gemi operasyonunu gerçekleştiren ve de sonunda bir tek insanın burnunu bile
kanatmamaya dikkat eden bir müslüman çok rahat terörist ilân
edilir.
Şeytan, bâtıl karşısında hakkın çok iyi
bir konumda olmasını asla istemez. Bâtılın kötülükleri karşısında şeytan, hak
taraftarlarını dürtükleyip teşvik eder. “Bak bu adamlar size şunu şunu yaptı,
siz de onlara karşı şunu şunu yapmalısınız. Size kötülük yapanlara karşı siz de
karşılık vermelisiniz. Değilse size korkak diyecekler, itibarınız sarsılacak,”
diyerek Müslümanları da karşılık vermeye teşvik eder. Tâ ki müslüman da
karşısındakinin durumuna düşsün, karşısındakinden bir farkı kalmasın. Tâ ki
hakla bâtıl eşit hale gelsin. Tâ ki bir kere küfreden müslümana karşı, karşı
taraftaki bin kere küfretme imkânı elde etmiş olsun.
İşte böyle şeytandan bir dürtü ile
karşı karşıya kaldığınız zaman, hemen Allah’a sığının. Şeytanın vartalarına
düşmemeye çalışın. Şunu asla hatırınızdan çıkarmayın ki, Allah her şeyi işiten
ve bilendir. Mü'min, her şeyi Allah için yapar. Kendisine kötülük yapmak isteyen
insana iyilik yaparken, mü'min o anda Rabbinin kendisini gördüğünü, işittiğini
bilir ve O’nun hatırına bunu yapar. Allah hatırına buna katlanmayı becerir. Her
an Allah kontrolünde bulunma şuuru ve Allah’a lâyık iş yapma duygusu mü'mini bu
noktaya ulaştırır. Bunu yaparken mü'minin kalbi son derece rahattır. Zira o
bilir ki, kötülük yapanın yaptığı kötülüğü de, onun kötülüğüne karşı kendi
yaptığı iyiliği de Allah görmektedir ve işitmektedir.
37. “Gece ile gündüz ve güneş ile ay
Allah’ın kudretinin delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer sadece
Allah’a kulluk yapmak istiyorsanız, onları yaratan Allah’a secde
edin.”
Gece, gündüz, ay, güneş, bunlar
Allah’ın âyetleridir, Allah’ın yaratıklarıdır. Bunlar Allah’ın varlığına,
ulûhiyet ve rubûbiyetine deliller, alâmetler, işaretler, âyetler ve
nişanelerdir. Öyleyse ey insanlar! Bu yaratılmışlara değil de yaratana secde
edin! Bu varlıklara değil de, onları yaratan Allah’a secde edin! Zira bunların
hepsi Allah’ın kullarıdır. Ay da, güneş de, arz da, semâ da, diğer tüm varlıklar
da Allah’a boyun bükmüş, Rabblerinin emirlerine teslim olmuş varlıklardır.
Güneşin, ayın, gecenin, gündüzün şu anda Allah’ın kendilerine çizdiği hayat
programının dışına çıkmadan, Allah’ın kendileri için takdir buyurduğu yörünge
istikâmetinde hareket etmeleri, bu yörünge istikâmetinde görevlerini ve
fonksiyonlarını icra etmeleri, hepsinin de Rab-lerinin koyduğu sisteme boyun
büktüklerini, hepsinin de Rabblerine kul olduklarını göstermektedir.
Sizden milyarlarca kere daha büyük olan
bu varlıklar bile Rab-lerine boyun bükmüşken, siz kime boyun büküyorsunuz?
Sizden milyarlarca kere daha büyük olan bu varlıklar Rabblerinin emirlerine
teslim olmuşlarken, siz kimin emirlerine, siz kimin kanunlarına teslim
oluyorsunuz? Tüm bu varlıklar hayat programlarını Allah’tan alırlarken,
Rabblerinin kendileri için çizdiği yörünge istikâmetinde hareket ederlerken,
sizler hayat programlarınızı kimlerden almaya çalışıyorsunuz? Kimin hayat
programına teslim oluyorsunuz? Siz kime kulluk etmeye, kime secde etmeye
çalışıyorsunuz? Tüm bu varlıklar Allah’a kulluk ederek, Allah’a secde ederek
O’nun emirlerine boyun bükerken, sizler bu varlıkların kulluk yaptıkları Allah’ı
bırakıp da bu varlıkların kendilerine mi secde etmeye çalışıyorsunuz? Bu
varlıkların hepsi de Allah’ı en büyük olarak tanırlarken, Allah karşısında
hiçliklerini itiraf edip dururlarken, hepsi de Allah’a kul olduklarını itiraf
edip dururlarken, şimdi sizler bunların kulluk yaptıkları Allah’ı bırakıp da,
kendileri kul olan bu varlıklara mı kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Yaratıcıyı
bırakıp da, yaratılmışlara mı kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Allah’ı bırakıp da,
Allah’ın kullarına kulluk yapmaya çalışan, Allah’ı bırakıp da kendilerini bile
yaratmaktan aciz olan Allah kullarının kanunlarına itaat eden, onların
programlarını uygulamaya çalışan, onların arzu ve istekleri önünde secde etmeye
çalışan müşriklerin ne kadar mantıksız olduklarını, ne kadar akılsız olduklarını
anlatıyor Rabbimiz. Bunlar Hem Allah’a secde ettiklerini, hem Allah’a kulluk
ettiklerini iddia ediyorlar, hem de güneşe, aya, yıldızlara, putlara, liderlere,
insanlara, kurumlara kulluk ettiklerini söylüyorlardı.
“Onu bırakıp da putlardan dost
edinenler: “Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz”
derler.”
(Zümer 3)
"Biz Allah’a kulluk ediyoruz, ama eğer
bunlara da secde ediyor ve bunların arzularını da yerine getirmeye çalışıyorsak,
bunların kanunlarını da uygulamaya, bunların hayat programlarını da
gerçekleştirmeye çalışıyorsak, bu bizim onlara da secde ettiğimiz, onlara da
kulluk yaptığımız anlamına gelmez. Biz ancak bunları aracı kabul ediyor, bunları
vesile kabul ediyoruz. Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye bunlara secde
ediyoruz,” diyorlardı.
Bunların bu iddialarına karşılık
Rabbimiz buyurur ki: “Ey kullarım! Eğer Bana kulluk iddianızda samimiyseniz,
gerçekten sadece Bana kulluk ettiğinizi iddia ediyorsanız, o zaman Benden
başkalarına secdeyi bırakın. Gerçekten Bana kulluk yaptığınızı, Bana iman
ettiğinizi iddia ediyorsanız, o zaman Benden başkalarının hayat programlarını
uygulamaktan, başkalarının kanunlarına ve arzularına itaatten vazgeçin.
Benden başkalarının önünde eğilmekten
vaz geçin ve sadece Bana secde edin, sadece Benim emirlerimi uygulayın. Yok öyle
değil de, hem Bana inandığınızı iddia eder, hem de Benden başkalarına secde
etmeye kalkışırsanız, yâni hem Beni, hem de
başkalarını memnun etmeye çalışır, hem Benim kanunlarımı uygulamaya
çalışır, hem de başkalarının kanunlarını uygulamaya çalışırsanız, işte bu
şirktir ve o zaman siz kesinlikle Bana kulluk yapmıyorsunuz, Bana secde
etmiyorsunuz demektir.”
Çünkü bilesiniz ki Allah
kesinlikle kendisine bu şekilde yapılan bir kulluğu kabul etmiyor. Zira O,
kendisine şirk koşulmaya kesinlikle razı değildir. O’nun ortakları yoktur,
yardımcıları yoktur, vezirleri, yetkilileri, oğulları, kızları, hanımları
yoktur. Allah, tüm varlıklardan yüz çevirip sadece kendisine kulluk yapan
kullarının kulluğunu kabul etmektedir. Sadece kendisi önünde secde eden, başka
hiçbir varlık önünde secde etmeyen, sadece kendisinin kanunlarına itaat eden,
başka hiç kimsenin kanunlarına itaat etmeyen, sadece kendisinin hayat programını
uygulayan, başkalarının hayat programlarını uygulamaya yanaşmayan ve sadece
kendisini razı etmeye çalışan, başkalarını razı etme gereği duymayan kullarının
kulluklarını kabul edecek, ötekilerin kulluklarını asla kabul
etmeyecektir.
Burada âyetin hangi bölümünde secde
edileceği konusunda ihtilâf vardır. Âyetin önceki bölümündeki secde kelimesinden
sonra mı, yoksa ikinci bölümdeki secde kelimesinden sonra mı olduğu konusunda
farklı görüşler vardır.
38. “Eğer onlar büyüklük taslarlarsa
bilsinler ki, Rabbinin yanındaki melekler gece gündüz onu tesbih ederler ve hiç
usanmazlar.”
Eğer onlar Rabblerine kulluk yapma
konusunda, Rabblerinin hayat programını uygulama konusunda ve sadece Rabblerine
secde etmeleri konusunda gururlanıp, kibirlenip büyüklük taslayacak, Rablerinin
hayat programını uygulamaya yanaşmayacak olurlarsa, bilsinler ki Rabbinin
yanında gece-gündüz hiç usanmadan, hiç yorulmadan Rabblerini tesbih edenler
vardır.
Bunların melek olduğu söylenmiştir.
Melekler bıkmadan usanmadan her an Allah’ı tesbih ederler. Hem de sizden de,
sizin dünyanızdan da milyarlarca kere daha büyük meleklerdir bunlar. Bakın
bundan önceki sûrede Rabbimiz şöyle buyurmuştu:
“O gün Rabbinin arşını onların üzerinde
sekiz melek yüklenir.”
(Hâkka 17)
Dikkat ediyor musunuz? Arşı taşıyan
sekiz melekten söz ediyor Rabbimiz. Kimileri de bugün bu arşı yüklenen
meleklerin sayılarının dört olup, kıyâmet günü bu sayıya dört daha ilâve edilip
sekiz olacaklarını söylemiştir. Arşın taşıyıcısı olan bu melekler ve bir de
arşın etrafındaki meleklerden söz ediliyor. Demek ki bir de o arşın etrafında
melekler varmış. Zümer sûresinde bu meleklerden söz edilir. Bunların sayılarını
ancak Allah bilir. İşte gerek bu arşı taşıyanlara, gerekse arşın etrafında
bulunan meleklere, Allah’a en yakın
anlamına “Kerubiy-yûn” ya da “Mukarrabûn melekler” denir. İşte bu meleklerin iki
görevinden söz ediyor Rabbimiz.
Birincisi,
“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve
ona iman ediyorlar.”
Bu melekler Rabblerini tesbih
ediyorlar. Yâni bu melekler Allah’ın Müslümanlardan istediği bir görevi yerine
getiriyorlar, “Sübha-nallah” diyorlar. “Ya Rabbi seni tesbih ederiz!” diyorlar.
“Ya Rabbi sen seni nasıl tanıttıysan seni öylece kabul ediyoruz! Sen, kendini
hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak
anlatmışsan, sana öylece iman ediyoruz! Ya Rabbi, seni, senin sıfatlarınla
tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih ederiz,”
diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz. Sana ait
olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını parçalamayız. Senin
sıfatlarından bazılarını senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız,”
diyorlar. “Ya Rabbi üstünlük sendedir, güç-kuvvet sendedir, ceberût, azamet
sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır” diyorlar. “Senden başkalarını
dinlemeyiz. Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar. İşte tesbih
budur. Dikkat ederseniz tesbihin üç boyutunu demeye çalıştım.
1. Tesbih, Allah’ı Allah’ın haber
verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini Bakara’da, Al-i
İmran’da, Nisâ’da nasıl anlatmışsa, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse
işte öylece Allah’a inanmaktır. Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir.
O’n-da zaaf, unutma yoktur. O’nda hata, cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece
Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken, tüm
noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça
da, “sübhanallah!” diyeceğiz.
Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir
yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı
şekilde tanımadan, O’nu, O’nda olanlarla tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda
bilerek, her dakika yüz bin de “sübhanallah” desek, bunun hiçbir faydası yoktur.
Yani, Allah kitabını, peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa,
Allah’ın tanıttığı gibi bileceğiz, sonra da bunları bildikçe, “sübhanallah”
diyeceğiz. “Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne
mükerremsin ki, böyle muazzam bir yasa koymuşsun. Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne
büyüksün ki bu kadar muazzam bir hukuk yasası belirlemişsin. Sübhanallah! Ya
Rabbi sen ne yücesin ki bu kadar mükemmel bir ekonomik yasa belirlemişsin,”
diyeceğiz. Yoksa bunları tanımadan “sübhanallah” demenin bir kıymeti yoktur.
Meselâ rızık konusunda Allah’a
tümüyle güvenmeyip de ikinci üçüncü derecedeki Rezzaklarının korkusundan ötürü,
bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin, günde yüz bin defa da “ya
Rezzak” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Veya ilimde Allah’a tam olarak
güvenmeyip, yerde O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler
aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere “ya Alîm demesinin” bir kıymeti yoktur.
Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip, yerde
Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir
kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan,
günde milyon kere de “ya Rabb” diye zikretse, boştur bu.
Şifa konusunda Allah’a
güvenmeyip, Allah’ı Şâfi bilmeyip yerde bir kısım şifa dağıtıcılar arayan
kişinin, “ya Şâfi” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede, diriltmede, ruh
vermede Allah’a güvenmeyen birinin ya Muhyî, ya Mümîd diyerek zikretmesi
boştur. Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti
Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz”
demesi boştur.
Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı
ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin “ya Tevvab”
demesi boştur. Kendi kendisini kontrol etmede, murakabe etmede Allah’ı ikinci
plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin “ya Hafız”
demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.
Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini
tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da “sübhanallah” diyeceğiz. İşte bu
müşrikler, Allah’la birlikte başkalarına da secde edenler, Allah’ın kanunlarına
itaat etmekle birlikte başkalarının kanunlarını da uygulamaya çalışanlar
kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, kendilerince bir secde, tesbih anlayışı
geliştiriyor ve sonunda da kendilerinin mü'min olduklarını ve cennete
gideceklerini sanıyorlarsa, aldanıyorlar demektir. İşte böyle bildiğimiz,
tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu, hanımı, temsilcileri, yetkilileri
yoktur, kimseye böyle bir yetki vermemiştir, buna ihtiyacı da
yoktur.
Evet, Allah katında hiç usanmadan, hiç
yorulmadan Allah’ı tesbih eden kullar vardır. Bunlar Allah’ın melekleridir ki,
onlar göz açıp yumacak kadar zaman bile gaflet etmeden Rabblerini tesbih
ederler.
Bunların, yeryüzündeki Allah’ın tevhid
ehli kulları olduğu söylenmiştir. Yine burada kastedilenlerin, Allah’a Allah’ın
istediği biçimde iman etmiş, Rabblerini, Rabblerinin isimlerini, sıfatlarını,
Rabblerinin kendilerine gönderdiği kitabından tanımış ve O’na aynen o şekilde
iman etmiş ve sadece Rabblerinin huzurunda eğilen, sadece Rable-rinin arzularını
uygulayan, sadece Rabblerini razı etmeye çalışan ve hiç bıkıp usanmadan
Rabblerini tesbih eden, Rabblerine kulluk yapan gerçek Müslümanlar olduğu
belirtilmiştir. Sonra yine semâ, arz, ay, güneş, yıldızlar, dağlar, taşlar,
bulutlar gibi bildiğimiz bilmediğimiz tüm varlıklar, Allah’ın kendileri için
çizdiği hayat programlarını icrâ etmek sûretiyle Allah’a kulluk etmektedirler,
Allah’ı tesbih etmektedirler. Hem de hiç bıkmadan, hiç usanmadan, bir saniye
bile fevt etmeden Rabblerine boyun bükmektedirler.
Allah’a boyun bükmüş, Allah’ı tesbih
eden tüm bu varlıklar yanında yeryüzünde kendilerini bir şey zannedip de Allah’a
kulluğa yanaşmayan, Allah’tan başkalarının kanunlarını uygulamaya çalışan,
Allah’tan başkalarını razı etmeye çalışan şu üç beş kâfirin ne önemi olabilir
ki? Siz ey kâfirler! Rabbinize kulluk etmezseniz etmeyin! Bu Allah’ın şanına bir
şey getirmez! Çünkü kâinatta tüm varlıklar O’nun kulu kölesi olmuşken, sizin
başkalarına kulluk yapmanızın ne önemi olacak ki?
Bakın çok ötelere gitmeye gerek yoktur.
Sizin şu anda iç içe olduğunuz, birbirinize çok yakın olduğunuz, sizin şu
üstünde gezip dolaştığınız, tıpkı bir karınca gibi üstünde mesken tuttuğunuz,
Allah’ın kendisine çizdiği hayat programını yerine getirmesinin gereği olarak şu
anda sizi nîmetleriyle besleyen şu kupkuru toprak bile Allah’a kulluk
etmektedir, diyerek Rabbimiz bir kulluk örneği daha anlatacak. Sanki bu
öncekileri anlayamadıysanız, çok yakınınızdan bir başka varlığın kulluğunu
tanıtayım size dercesine, Rabbimiz bundan sonraki âyet-i kerîmesinde bir kulluk
örneği daha verecek:
39. “Senin yeryüzünü boynu bükük,
kupkuru görmen de Allah’ın kudretinin delillerindendir. Biz onun üzerine suyu
indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır. Şüphesiz ki ona hayat veren Allah,
mutlaka ölüleri de diriltir. Doğrusu O’nun her şeye gücü
yeter.”
Yeryüzünü böyle boynu bükük zelûl
görmeniz de Allah’ın âyetlerindendir, Allah’ın kudret delillerindendir. Yeryüzü
tıpkı bir koyun, bir deve gibi uysal kılınmıştır, size boyun eğdirilmiştir.
Sizler şu anda onun omuzlarında gezip dolaşıyor, onun bitirdiklerinden yiyip
içiyorsunuz. Ama bilesiniz ki o yeryüzünün zelûl, uysal ve sizin arzularınıza
boyun büküp âmâde oluşu, kendiliğinden değildir, sizden de değildir. Onu bu hale
getiren sizin Rabbinizdir. Onu sizin emrinize âmâde kılan Rabbinizdir. Eğer şu
anda o yeryüzü, o arz, o toprak size itaat ediyorsa, bu Bizim ona çizdiğimiz,
belirlediğimiz program gereğidir. Yeryüzü de Bizim kendisine belirlediğimiz
yörünge gereği Bize kulluk yapmaktadır. Eğer öyle olmayıp da yeryüzü kendi
keyfine göre hareket etseydi, sizin defterinizi çoktan dürmüştü.
Bu ifade bir yandan yeryüzünün de,
toprağın da huşû içinde Allah’a teslim olduğunu, Allah’a boyun büküp kulluk
yaptığını, Allah’ın kendisi için belirlediği hayat programını icra ettiğini
anlatırken, diğer taraftan Rabblerine secde ederek yüzlerini, alınlarını toprağa
sürmeyi zillet kabul eden müstekbirlerin, kibirlilerin de sonunda o toprağa
düşeceklerini, o toprağa yuvarlanacaklarını anlatıyor.
Rabbimiz buyurur ki: Görürsün ki,
toprak kupkurudur. Hiçbir hayat emaresi yoktur. Meselâ bir çöl, bir buzul veya
birkaç metre don bir yer düşünün. Biz, rahmetimizle o kupkuru toprağa gökten
suyu indirdiğimiz zaman o toprağın titrediğini, kabardığını, toprağın canlanıp
hayat için harekete geçtiğini görürsün. Şüphe yok ki ona hayat veren, onu
böylece ölü iken dirilten Allah, elbette ölüleri de işte böylece diriltir.
İndirdiği yağmurla ölü toprağı dirilten Allah, aynen bunun gibi indirdiği
vahiyle de ölü kalpleri diriltir. İndirdiği vahiyle, Rabbimiz ölülerden diriler
çıkarır, kâfirlerden mü'minler oluşturur. Şüphesiz ki o her şeye kâdirdir. Yâni
iradesini her neye tevcih buyurmuşsa, o anında vücuda geliverir.
40. “Âyetlerimiz hakkında doğruluktan
ayrılıp inkâra sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan mı
daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek olan mı? İstediğinizi
yapın, şüphesiz ki Allah yaptığınız her şeyi
görmektedir.”
Âyetlerimizi tahrif etmek, inkâr etmek,
yalanlamak sûretiyle onlarla savaşa tutuşanlar, âyetlerimizi örtmeye, gündemden
düşürmeye, kullarımızın gözlerinden, kulaklarından saklamaya, gizlemeye
çalışanlar var ya, onların yaptıkları Bize gizli değildir. Biz onların
yaptıklarının tamamını görmekteyiz.
Âyet-i Kerîmede “İlhad” İfadesi kullanılmaktadır.
İlhad; inat demektir. Allah’ın âyetlerini görmeme, Allah’ın âyetleriyle
tanışmama, Allah’ın âyetleriyle yüz yüze gelmeme konusunda inat edenler,
Allah’ın kitabındaki âyetlerini okumama, onlara yönelmeme, kitapla diyalog
kurmama, kitaba karşı ilgisiz kalma konusunda inat edenler, ona karşı ilhad
içinde olanlardır.
Yine ilhad; âyetleri değiştirmek,
âyetleri konuldukları, vaz’ edildikleri anlamların ötesinde berisinde anlamlara
sündürmek ve başka yerlere koymak anlamlarına gelmektedir. Yâni âyetlerin
manalarını tahrif etmek, Allah’ın dediklerine demedi, demediklerine dedi diyerek
Allah’ın âyetlerine kendi istedikleri manaları yüklemek, Allah’ın âyetlerini
kendi hevâ ve heveslerine malzeme yapmaya çalışmaktır.
Bunun yanında ilhad, inhiraf
anlamınadır. Âyetlerin sahih anlamlarından inhiraf ederek, âyetlerin gerçek
anlamlarıyla hiçbir ilgisi olmayan manaları âyetlere yüklemek de
ilhaddır.
İlhadın diğer bir anlamı da, mezara
koymak demektir. Yâni bir şeyi doğruluktan eğriliğe götürmek, eğip bükmek
demektir. İşte âyetlerimiz konusunda böyle davrananlar, kesinlikle Bizden kaçıp
kurtulamazlar, bizden gizlenemezler.
O halde söyleyin şimdi, baş aşağı
ateşe, cehenneme atılacak olan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven
içinde emniyet içinde gelecek olan mı? Hangisi hayırlıdır bunların?
Yaptıklarından ötürü cehenneme yuvarlanacak olan mı, yoksa emin olarak, emniyet
ve güven içinde gelecek olan mı? Bir adam düşünün ki mü'min, yâni emin, emniyet
içinde. Dünyada Allah’ın emanı altında bir hayat yaşamış, yaşarken, ölürken,
kabirde, dirilişte, sıratı geçerken Allah’ın emniyeti altında, cehennem
konusunda emin, cennete gitme konusunda emniyet altında. İşte mü'min olarak,
yâni emniyetli olarak yaşayıp, emniyetli olarak gelen birisi mi daha hayırlıdır,
yoksa cehenneme yuvarlanma konusunda hiçbir emniyeti bulunmayan kimse mi
hayırlıdır?
Öyleyse dilediğinizi yapın. İşte size
iki yol, işte size iki yaşam biçimi. Birisi müntesibini, yolcusunu sonunda
cehenneme götürücü bir yol, ateşle buluşturucu bir hayat programı, diğeri de
sahibini sonunda eman altında cennete ulaştırıcı bir yoldur. Biz size bu iki
yolun ikisini de açıkladık, beyan ettik. Dilediğinizi yapın artık, bu konuda
serbestsiniz. Rabbimiz, sonucuna siz kendiniz katlanmak şartıyla bunlardan
dilediğinizi seçip o yolda yürüyebilirsiniz diyor.
41,42. “Kur’an kendilerine geldiğinde
onu inkâr edenler, mutlaka cezalarını çekeceklerdir. O gerçekten çok değerli bir
kitaptır. Ona ne önünden, ne de
arkasından bâtıl gelemez. O, hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye lâyık olan Allah
tarafından indirilmiştir.”
Zikir, zikra, sürekli hatırda canlı
tutulması gereken, sürekli kendisiyle beraber olunması ve hayatın her bir
kademesinde uygulanması gereken kitap demektir. İşte böyle Allah’ın kendilerine
zikir olarak indirdiği kitabı örtenler, onunla diyaloglarını kesenler var ya,
dendikten sonra bunun haberi zikredilmemiştir. Bunun sebebi, anlayabildiğimiz
kadarıyla kitaplarına karşı böyle davranan kimselere verilecek cezanın,
anlatılması mümkün olmayan, tasavvuru bile mümkün olmayan bir ceza olmasıdır.
Yâni böyle kitapla ilgisiz yaşayan insanlara öyle bir ceza verilecek ki, bunun
ifadesi bile mümkün değildir. Allah korusun, çok müthiş bir tehdittir bu.
Çünkü bu kitap aziz bir kitaptır. Azîz
olan, alt edilmez, yenilmez, karşı gelinmez, itiraz edilmez, mutlak galip olan,
önünde saygıy-la eğilinmesi gereken Allah’tan gelmiş aziz bir kitaptır. Kitabın
gön-dericisi de Aziz’dir, kitabın kendisi de azizdir, kitabın müntesibi olan
mü'minler de Allah aziz kıldığı için azizdirler. Yeryüzünde bu kitabı da, bu
kitabın müntesiplerini de alt edecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Eğer izzet,
şeref sahibi olmak istiyorsak, izzet ve şeref sahibi olan bu kitaptan haberdar
olmak zorundayız. İnsanlar, bu şeref kaynağıyla ilgileri nisbetinde izzet ve
şeref sahibidirler.
Ne önünden ne de ardından ona bâtıl
yaklaşamaz. Bu kitap kesinlikle haktır. Ortaya koyduğu her şey haktır. Bu
kitapla hareket edenler, bu kitabı kendilerine istinatgah yapanlar, bu kitabı
tüm amellerinde ve kavillerinde hareket noktası kabul edenler, yâni bu kitapla
beraber olanlar da kesinlikle bilelim ki haktadırlar, haklıdırlar ve hak
yoldadırlar. Bu aynı zamanda bunun da tescilidir. Bir de hak, bu kitabın ortaya
koyduğudur. İnsan hakları, kadın hakları, erkek hakları, işçi-işveren hakları
vs. hangi hak gündeme gelirse gelsin, bilelim ki hak ancak bu kitabın
belirlediği haktır. Bunun dışında hak da yoktur, haklı da yoktur.
Bu kitap hiçbir şekilde, hiçbir
dönemde, hiçbir güç, otorite, kitap, sistem, delil tarafından asla iptal
edilemez. Hiçbir sistem, hiçbir ideoloji asla onu iptal edemez, hiçbir şey onun
yerine geçemez. Önceki âyetlerde ifade edildiği gibi, yâni sizler doğrudan, ya
da dolaylı yollarla ona galip gelmek mi istiyorsunuz? Onu susturacağınızı mı
zannediyorsunuz? Sizler onun yerine bir şeyler koyup ona galip gelebileceğinizi
mi zannediyorsunuz? Bir kısım yaygaralar ileri sürmek sûretiyle, gürültüler
çıkararak, insanların gündemlerini değiştirerek, kitabın âyetlerini örtbas
etmeye çalışarak, ya da aman kitap duyulmasın diye bir kısım yasaklar koyarak,
ilhadlar yaparak Allah’ın kitabına karşı galip gelebileceğinizi, onu Allah
kullarının gözünden, gönlünden saklayabileceğinizi mi zannediyorsunuz? Hayır
hayır, boşuna uğraşmayın, bunu asla yapamayacaksınız. Çünkü bu kitap Azîz olan,
Ha-mîd olan kâinatta tüm varlıkların kendisini hamd ettikleri, övdükleri, hayata
hakim olan hikmet sahibi Allah’tan gelme aziz ve hikmet dolu bir kitaptır. Bu
kitap azizdir ve karşısında olan her şeyi ezip geçecek ve yok edecek bir
kitaptır.
Bu âyet aynı zamanda bu kitabın
kıyâmete kadar korunacağının, ona önünden ve ardından hiçbir bâtılın
yaklaşamayacağının beyanıdır.
Bir de bu kitabın Hakîm ve Hamîd bir
Allah’tan gelmesinin beyanından anlıyoruz ki, Rabbimizi övmek, hamd etmek
istiyorsak bu kitapla beraber olmak zorundayız. Kendimizin, kendi hayatımızın
Allah tarafından övülmesini, hamde lâyık görülmesini istiyorsak, yine bu kitapla
beraber olmak zorundayız. Hikmetli olmak, hikmetli söz söylemek, bilgin olmak
istiyorsak, yine bu kitapla beraber olmak zorundayız. Tüm bunların yolu, bu
kitapla beraber olmaktan geçmektedir.
43. “Ey Muhammed! Sana senden önceki
peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz ki senin Rabbin
hem mağfiret sahibidir hem de acı verecek bir azap
sahibidir.”
Kitabının ve kendisinin Allah
tarafından aziz olduğunu, hiç kimsenin kendisini alt edemeyeceğini beyandan
sonra, burada da Rabbimiz Peygamberini ve peygamber yolunun yolcusu olan biz
mü'-minleri teselli ediyor. “Ey peygamberim! Şu anda karşındaki muhatapların
tarafından sana yapılan inkâr, ilhad, yalanlama ve alaylar, senden önceki
peygamberlerime yapılanlardan başka bir şey değildir. Senden öncekilere de
bunların aynısı yapılmıştı. Onlar bütün bu yalanlamalara karşı sabrettiler.
Sonunda Allah onlara ve beraberlerindeki mü'minlere mağfiret ederken,
düşmanlarının tamamını helâk etti.
Dolayısıyla şimdi sen de üzülme.
Sen de senden öncekiler gibi sabret ve yoluna devam et. Sana düşeni yap ve
gerisine karışma. Çünkü Allah mü'minlere karşı son derece merhametli, kâfirlere
karşı da son derece şiddetli bir biçimde ceza vericidir. Sana düşeni yap ve
gerisini Allah’a bırak. Tüm düşmanlarını Allah’a havale et. O, senin intikamını
tüm düşmanlarından alıverecektir.
Şerefli Allah elçilerine yapılanları
Rabbimiz gündeme getirdikçe, mü'minlerin kalpleri yatışıyor. Onların
yalanlanmalarını, alaya alınmalarını gördükçe, bildikçe, bizler de bu tür
tavırlar karşısında dayanma gücü buluyoruz.
44. “Eğer biz onu yabancı dilden bir
Kur’an yapsaydık onlar mutlaka: “Bu kitabın âyetleri genişçe açıklanmalı değil
miydi? Arap bir peygambere yabancı bir dil öyle mi!” derlerdi. Sen de ki: “O,
iman edenler için bir hi-dâyet ve şifadır.” İman etmeyenlerin kulaklarında ise
bir ağırlık vardır. Kur’an onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir
yerden çağrılıyorlar da duymuyorlar.”
Rabbimiz, sûrenin 3. âyetinde Arapça
bir Kur’an olarak bilenlere âyetlerinin açıklandığını anlatmıştı. 42. âyetinde
de, tüm kâinattakilerin övdüğü Hamîd ve Hakîm olan Allah’tan gelme bir kitap
olduğu vurgulanınca, müşrikler Peygamber Efendimize şöyle diyorlar: “Ey
Muhammed! Bu senin getirdiğin kitapta bizi hayrete düşürecek, Allah’tan geldiği
konusunda bizi imana dâvet edecek fevkalâde bir şey yoktur. Zaten senin ana
dilin Arapça’dır. Sen zaten ana dilini bilen birisi olarak böyle bir kısım
sözler söylüyorsun. Bu gâyet normal bir şeydir. Eğer böyle Arapça değil de,
bilmediğin, meselâ Japonca, Çince, Hintçe gibi yabancı bir dilde bize fasih bir
şeyler söyleseydin, o zaman bunun Allah’tan sana bir mûcize olduğunu kabul
edebilirdik. Yâni bu kitap şu anda senin de, bizim de bildiğimiz ana dilimizde
değil de, başka bir dilde olsaydı, o zaman bu harikulade bir şey olurdu ve senin
Allah’ın elçisi olduğunu kabul ederdik.”
Onların sadece inatlarından ve
ilhadlarından kaynaklanan bu ifadelerine karşılık Rabbimiz buyurur ki: “Eğer biz
onu yabancı dilde bir kitap yapsaydık, onlar bu defa da mutlaka şöyle
diyeceklerdi: “Bu kitabın âyetleri geniş geniş açıklanmalı değil miydi? Arap bir
peygambere, Arap bir topluma, acemi bir dilde bir kitap ha? Arab’a Arapça
olmayan, acemi bir kitap; olacak şey mi bu?” Ne tuhaf şey? Arab’a yol göstermek
için Arapça olmayan bir kitap gönderiliyor diyeceklerdi. Halbuki onu
anlayabilsinler diye kendi dillerinde Arapça bir Kur’an yaptık.
Alçaklar bir yandan, “bizim bildiğimiz,
anladığımız, konuştuğumuz bir dilde Kur’an getirdin, bunun fevkalâde hiçbir yönü
yoktur,” diyorlar, bir yandan da sûrenin başlarında 5. âyette ifade edildiği
gibi: "Ey Muhammed! Bizim kalplerimiz senin bizi kendisine çağırdığın şeye
kılıflıdır, örtülüdür, biz bunu anlayamıyoruz!" diyorlar. “Biz bu kitabı
anlayamıyoruz, senin bize okuduğun bu âyetleri anlamaktan uzağız,” diyorlar.
Garip bir şey yâni! “Hem biz bunu anlayamıyoruz,” diyorlar, hem de, “aman bu
kitaba karşı yaygara yapın, gürültü çıkarın, müzik çalın, insanların
gündemlerini değiştirin ki, bu kitabın âyetleri insanların kulaklarına girmesin.
İnsanların gündemlerini değiştirip onları başka şeylerle meşgul edin ki,
insanlar bu kitabı okuyacak, bu kitapla tanışacak vakit bulamasın,” diyorlar.
Madem bu kitap anlaşılmayacak bir
kitapsa, niye insanların ona yönelmelerinden korkuyorsunuz? Nasıl olsa
anlamayacaklar, bırakın okusun onu insanlar. Niye yasaklıyorsunuz? Niye gündem
oluşturuyorsunuz onun aleyhinde? Adamlar bu işin farkındalar aslında da, onunla
tanışan kölelerinin birer birer hürleşerek kendilerine kulluktan kopmalarına
dayanamıyorlar. Galiba onun için istiyorlar bu yukarda istediklerini. Yâni,
“keşke bu kitap herkesin anlayabileceği bir dilde, herkesin anlayabileceği
biçimde tafsilatlı olarak âyetlerini anlatmasaydı, ya da toplumda sadece belli
insanların anlayabileceği dilde bir kitap olsaydı da, bu kölelerimizi kontrol
etme imkânımız olsaydı,” demeye çalışıyorlardı.
Bugün de bakıyoruz kimileri
ısrarla sadece metinden okunması gerektiğini, meâl ya da tefsir okunmaması
gerektiğini, muhtevanın gizlenmesi gerektiğini savunuyorlar. Galiba bunların
endişeleri de budur. “Şimdi bu insanlar bu kitapla tanışırlar ve bu kitapta
Allah’ın kendilerinden istediği hayatı anlarlarsa, o zaman bizim kendilerine
sunduğumuz hayatı reddederler. Allah’ın kanunlarını tanırlarsa bizimkilere
uymaktan vazgeçerler. İyisi mi, insanların bu kitapla tanışmalarını
engelleyelim,” demeye çalışıyorlar. Bu milletin alfabesini değiştirerek bu
milletin çocuklarının kitapla diyaloglarını kesmek isteyenlerin niyetleri de
herhalde bundan başka bir şey değildi.
Onlar ve bunlar ne yaparlarsa
yapsınlar, sen de ki Peygamberim, “bu Kur’an, iman edenlerin kalplerine bir
hidâyet ve şifadır. Mü'minlerin kalplerine şifadır. Ama iman etmeyenlere
gelince, onların kulaklarında bu kitaba karşı bir ağırlık vardır. Kur’an onlara
göre bir körlüktür. Sanki Kur’an’ı dinlerken onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar
da duymuyorlarmış gibi bir durum sergiliyorlar.” Bakara sûresinde bu konu şöyle
anlatılıyordu:
“Küfredenlerin durumu çağırma ve
bağırmadan başka bir şey duymayan hayvanı çağıranın durumuna benzer.”
(Bakara 171)
Yâni bu insanlar çobanın nidasını,
çağrısını duyan, ama onun kelimelerini anlamaksızın onun nidasına doğru giden
sığır sürüleri gibidirler. Onlara bir şeyler anlatmak, nasihat etmek sığıra
nasihat etmek gibidir.
Ya da burada bağıran, bu adamların
kendileridir. Kendilerinin sesini işitmeyen, işitse de anlamayan birilerine
bağırıp çağırmaktadırlar. Adam her gün bağırıyor işte: “Atam! Babam! Dedem!
Anam! Ecdadım! Senin yolundan gidiyoruz! Senin izini takip ediyoruz! Senin
yolundan, senin izinden ayrılmadığımızın ispatı olarak, bak şu anda
huzurundayız! Huzurunu huzursuzlara bozdurmayacağız!” Bağırıyorlar, çağırıyorlar
ama berikisi duymuyor, işitmiyor.
Birinci anlamıyla bu adamlar sözü,
çobanın sesini duyarlar ama onun demek istediğini anlamazlar, üzerinde
düşünmezler, anlamaya çalışmazlar, demektir. Söyleyenin sözünü anlamak için
akıllarını, kalplerini, gözlerini, kulaklarını kullanmak istemezler. Kör bir
taklitten yanadırlar, söylenilenin sebebini, hikmetini anlamaya yanaşmazlar.
Âyet-i kerîmede, Rabbimiz kâfirlerin
karakterlerini çiziyor. İnsan, çok uzaktan bağıran bir adamın bağırmasını,
sesini duyabilir ma onun ne dediğini anlamakta güçlük çeker. İşte bu âyet,
çağrıyı duymak, dâvete kulak vermek, mesaja iman etmek istemeyen kişinin
kulaklarının ve kalbinin kapalı olduğunu anlatıyor. Hani gönlü namazda olmayanın
kulağı ezanda olmaz ya, işte aynen bunun gibi. Meselâ çok yakında, kulağının
dibinde ezan okunur da adam yine de duymaz, farkına varmaz değil mi? İşte böyle
kendisinin yanı başında oku-nan bu kitaba karşı taassup içinde olup,
karşısındakini dinlememeye, anlamamaya, ona yönelip kabul etmemeye kararlı olan
bir kimse için, yanı başında konuşan insan bile çok uzaklardan konuşan gibi
ola-caktır. Meselâ birini dinlememeye kararlı olan bir adamın yanı ba-şında
konuşan kişinin sözleri, onun kulaklarından içeri girmiyor, kal-bine inmiyor ve
kulaklarından geri dönüyor.
45. “Andolsun biz Mûsâ’ya Tevrat’ı
vermiştik de onda ihtilâfa düşmüşlerdi. Eğer Rabbin tarafından azabın
ertelenmesine dair bir söz geçmeseydi, mutlaka aralarında hüküm verilirdi.
Gerçekten onlar Kur’an hakkında bir şüphe ve tereddüt
içindedirler.”
Gerçekten biz Mûsâ’ya Tevrat’ı
göndermiştik de, onda ihtilâfa düştüler. Kimileri ona iman ederek kimileri de
onu inkâr ederek ihtilâf ettiler. Kimileri onunla yol bularak, yollarını
Allah’ın kitabına sorarak, kimileri de onunla ilgiyi keserek ihtilaf ettiler.
Kimileri onu arkalarına atarak, kimileri onun yerine başka kitaplar ihdas
ederek, kimileri de o kitabı gerçekten kendileri için hayat programı bilerek
ihtilaf ettiler. Kimileri hayatlarını o kitaba bina ederek, kimileri kitaptan
habersiz bir hayatı yeğleyerek ihtilaf ettiler. Kimileri ısrarla, “Rabbim bu
kitabı bana gönderdiğine, beni bununla sorumlu tuttuğuna göre, ben bunu mutlaka
anlamak zorundayım,” diyerek, gece-gündüz onu anlamaya çalışarak, kimileri,
“tamam ben de kitap ehliyim, benim de bir kitabım var, ama ben onu anlayamam,
ben onu anlamaktan uzağım, ben kim, onu anlamak kim?” diyerek ihtilaf ettiler.
Kimileri bu kitabın okunmak,
anlamak ve yaşanmak için geldiğine iman edip gereğini yerine getirme gayreti
içine girerek, kimileri kitaplarının fonksiyonunu reddederek; “tamam mukaddes
bir kitaptır bu, ama hayata karışmamalı, o sadece âhiret işlerini düzenlemeli,”
diyerek kitap konusunda ihtilâfa düştüler.
Eğer Rabbinden daha önceden verilmiş
bir söz olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu. Yâni eğer Allah
onların ecellerini dolduracakları zamana kadar onlar için dünyada yaşama izni
vermeseydi, bunların işleri çoktan bitirilmişti. Eğer Allah bu ihtilâf edenler
hakkında kimin doğru, kimin yanlış, kimin hak yolda, kimin bâtıl yolda oldukları
konusundaki son hükmünü kıyâmet gününe ertelememiş olsaydı, onların işlerini
çoktan bitirirdi. Yâni bu dünyada da haklıyı, haksızı ortaya koyuverir ve ona
göre amellerinin karşılığını onlara tattırıverirdi.
Bununla birlikte onlar, o iman etmeyen
kâfirler, Kur’an konusunda kuşkulu bir şüphe içindedirler. Yâni bu kâfirler
Kur’an’a iman etmiyorlar, reddediyorlar, inkâr ediyorlar, ama bu kararlarında,
bu tavırlarında da hiçbir zaman emin gözükmüyorlar. Kur’an’ı ve Rasulul-lah’ı
inkâr ediyorlar, ama içleri rahat değil. Kitaba ve Peygambere karşı takındıkları
bu tavır karşısında sürekli rahatsızlık duyuyorlar. Kitap ve peygambere karşı
sergiledikleri tavırları konusunda sürekli bir tedirginlik yaşıyor, bunalım
içine düşüyorlar. Bir yandan dünyevî menfaatleri ve çıkarları sebebiyle Kur’an’a
karşı sihir, şiir, edebiyat demek zorunda olduklarını düşünüyorlar ve böyle
diyorlar, ama öbür taraftan kesin olarak biliyorlar ki, o bunların hiç birisi
değildir. O ne mecnun, ne sihirbaz, ne şair, ne kahin, ne de şeytan sözü
değildir. Çünkü bunların hiçbirisi bugüne kadar böyle mükemmel bir şey
söyleyemedikleri gibi, hiçbirisi de kesinlikle böyle insanları Allah yoluna
çağırmış değildir. Bunu çok iyi bilen bu insanlar, bu kitabı reddediyorlardı ama
bu gerçek içlerini kemiriyordu.
Yine bu adamlar Allah’ın Resûlüne
“yalancı” diyorlardı, ama kalpleri bunun tamamen tersini söylüyordu. Ona
“mecnun” diyorlardı, ama vicdanları bunu asla kabul etmiyordu. Bugüne kadar
hangi mecnun söyleyebilmişti bunun gibisini? Bugüne kadar hangi mecnunun
arkasına bu kadar insan takılmıştı? Bugüne kadar hangi mecnundan korkmuşlardı,
hangi mecnuna bu kadar tedbir almışlardı? Eğer o bir mecnunsa, çevrede binlerce
mecnun var, onlardan birisi olarak bırakın, o da söyleyeceklerini söylesin. Ama
öyle değil, onun için her türlü tedbiri alıyorlardı. “Bu adam, kendi
hegemonyasını kurmak istiyor, bu adam çıkar sağlamak istiyor,” diyorlardı. Ama
özleri, onlara, “bu dediğiniz yalandır,” diyordu. Onun şu ana kadar aralarında
geçen hayatı, bunun tamamen aksini söylüyordu. Bugüne kadar o hep iyiliğe
çağırmış, kimseyi ezmemiş, kimseye zulmetmemiş, kimsenin hakkını yememiş bir
insandı. İşte bütün bunları vicdanlarında değerlendiren, beyinlerinde ölçüp
biçen bu insanlar, Kur’an konusunda da, Peygamber Efendimiz konusunda da şüphe
içinde kıvranıyorlardı. Âdeta hastalığa tutulmuş insanlar gibi çok tuhaf
tavırlar sergilemekten geri kalmıyorlardı. İşte âyet bize bunu anlatıyor:
46. “Her kim iyi bir iş yaparsa kendi
lehine yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur.
Rabbin kullara zulmedecek değildir.”
Allah kesinlikle kullarına zulmetmez.
Her kim bir iyilik yaparsa kendi lehinedir, kim de bir kötülük yaparsa o da onun
kendi aleyhinedir. Allah’ın sizin yaptığınız amellere herhangi bir ihtiyacı
olmadığı gibi, amel işleyenlere de Cenâb-ı Hak asla zulmetmez. Yâni Allah, ne
iyilik yapan kimselerin yaptıkları bu salih amellerini zayi etmek, ne onların bu
amellerinin karşılığı olan mükafattan onları mahrum etmek türünde, ne de kötülük
yapan kimseleri yaptıkları bu kötülükleri sebebiyle cezalandırmamak türünde bir
zulüm yapmaz. Allah hiç kimsenin amellerini zayi etmediği gibi, karşılıksız da
bırakmaz. Kime ne mükafat vermişse, onu kendi yaptıklarından ötürü vermiştir,
kime de ne ceza vermişse, yine kendi amellerinin karşılığı olarak
vermiştir.
Allah
kesinlikle kullarına zulmetmez. Her kim bir iyilik yaparsa kendi lehinedir, kim
de bir kötülük yaparsa o da onun kendi aleyhinedir. Allah’ın sizin yaptığınız
amellere her hangi bir ihtiyacı olmadığı gibi, amel işleyenlere de C. Hak asla
zulmetmez. Yani ne iyilik yapan kimselerinin yaptıkları bu salih amellerini zayi
etmek, yani onların bu amellerinin karşılığı olan mükafattan onları mahrum etmek
türünde, ne de kötülük yapan kimseleri yaptıkları bu kötülükleri sebebiyle
cezalandırmamak türünde bir zulüm yapmaz Allah. Allah hiç kimsenin amellerini
zayi etmediği gibi karşılıksız da bırakmaz. Kime ne mükâfat vermişse onu kendi
yaptıklarından ötürü vermiştir, kime de ne ceza vermişse yine kendi amellerinin
karşılığı olarak vermiştir.
Evet Allah kullarına zulmetmez. Zerre
miktarı bile Rabbimiz kullarına zulmü dilemez. Çünkü Rabbimiz her türlü
eksiklikten münez-zehtir. İbâdete, tazime, saygıyla önünde eğilmeye lâyık olan
sadece Odur. Eğer Rabbimiz kullarına, yaratıklarına zulmetmeyi dileseydi hiç
kimse Ona karşı koyamaz bunun önüne geçemez ve Ondan hesap soramazdı. Fakat
Rabbimiz kendi zatını bu eksiklikten münezzeh kıl-mıştır. Âlimlerimizin
ifadesine göre zulüm zaten Allah için müstahildir, Allah için düşünülmesi
imkansızdır. Çünkü zulüm sınırı aşmaktır haddi tecavüz etmektir. E Rabbimiz için
kendisinden daha yüksek birileri olmadığına göre, ya da kendisine itaat edeceği
bir makam olmadığına göre, yani kendisi için sınır belirleyecek bir varlık
olmadığına göre Rabbimizin sınır çiğnemesi de düşünülemez. Çünkü tüm sınırları
koyan zaten kendisidir. Tüm varlıklar onun mülkü olduğuna göre, mülk olanın
malikten hesap sorması da imkânsızdır.
47,48. “Kıyâmet zamanını bilmek ancak
Allah’a ha-vale edilir. O’nun bilgisi dışında hiç bir meyve kabuğundan çıkmaz,
hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: “Bana koştuğunuz ortaklarım
nerede?” diye seslendiği gün, onlar: “Senin ortağın olduğuna dair bizden hiçbir
şahit olmadığını sana arz ederiz,” derler. Önceden tapmakta oldukları şeyler,
kendilerinden uzaklaşıp kay-
bolmuştur. Onlar da kendileri
için kaçacak bir yer olmadığını anlamışlardır.”
Kıyâmetin zamanını bilmek ancak Allah’a
aittir. İyilik ya da kötülük ne olursa olsun, amel işleyenlerin işledikleri bu
amellerinden ötürü hesaba çekilecekleri kıyâmet gününün ilmi, ancak Allah’a
mahsustur. İyilerin iyiliklerinden ötürü cennete uçacakları, kötülerin de
kötülüklerinden ötürü cehenneme akacakları gün denen kıyâmeti, Allah’tan başka
hiç kimse bilemez. Âyet-i kerîmede sadece kıyametin kopacağı günün değil, bunun
dışında tüm gaybları da yine Rabbi-mizin bildiği anlatılmaktadır. Kur’an’ın pek
çok yerinde bu gayb konusu anlatılmaktadır. Meselâ En’âm sûresinde, gaybın
anahtarlarının Allah’ın elinde olduğu anlatılır. Gaybın anahtarlarını Allah
eline almıştır. Allah onu kimseye vermemiş, kimseyi ona muttali kılmamış,
kimseye gaybını ezdirip bozdurmamıştır. Gayb konusu, her şeyiyle, odasıyla,
kapısıyla ve anahtarlarıyla Allah’a aittir ve Allah’ın elindedir. Onu ancak O
bilir. Gayba muttali olmak, gayb odasının içine girmek şöyle dursun, kapısının
anahtarına bile hiç kimse sahip olamaz. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun hikmeti
şudur:
a. Gayb, İslâm’ın bir
cüzüdür.
b. Gayb, bilginin konusu değil, imanın
konusudur. Zira insana çok az bir ilim verilmiştir. Rabbimiz bu dünyayı ve
kâinatı yaratırken bir kısım kanunlar koymuştur. Koyduğu bu kanunların bir
kısmını anlayarak onlardan istifade edebilmesi için, insana sınırlı bir idrak ve
ilim gücü vermiştir. Ama gayb, yine gayb olarak kalacaktır. Allah’a iman da
gaybîdir. Her ne kadar Allah’ın fiillerinin eserlerini görüyorsak da, kendisini
asla göremeyiz. Ama gayben, gıyaben Allah’a iman ediyoruz. Onun için bu iman bir
değer ifade etmektedir.
Allah öyle bilgisi tam olandır ki,
O’nun bilgisinin dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, O’nun bilgisi
olmadan hiçbir dişi gebe kalmaz ve hiçbir şey doğurmaz. Düşen bir yaprak bile
O’nun ilmi dahilinde, O’nun takdiri dahilinde düşmektedir.
Allah, “hani bana ortak koşmaya
çalıştıklarınız nerede? Hani Benimle birlikte hayatınızda söz sahibi kabul
etmeye çalıştığınız ekonomik tanrılarınız? Hani benim yerime hayatınıza ikâme
etmeye çalıştığınız hukuk tanrılarınız? “Bunlar bize anında şifa ulaştırırlar,
bizim Allah’ın vereceği şifaya ihtiyacımız yoktur,” diye Bana şirk koşmaya,
Benim yerime kendilerine gitmeye çalıştığınız şifa tanrılarınız hani nerede?
“Ülke idaresini bunlar daha iyi bilirler,” diyerek Bana şirk koşmaya
çalıştığınız siyasal tanrılarınız? diye seslendiği zaman onlar diyecekler ki:
“Ya Rabbi! Onlardan hiçbirisinin Senin ortakların olduğuna dair bizden
hiçbirimiz şahitlik yapmıyoruz!” Gerçeği anlayacaklar ve böyle diyecekler. Bugün
deseler ya bunu. O gün bunu demelerinin kendilerine en küçük bir faydası
olmayacaktır, çünkü yarın zorunlu olarak diyecekler bunu. İnkâr etme
imkânlarının olmadığı bir zamanda diyecekler bunu. Çünkü zaten onlarla araları
ayrılmıştır. Allah, onların aralarını ölürken ayırdı, yâni ölürken bu tanrıların
kendilerine hiçbir şey yapamadıklarını göstererek aralarındaki bağları kopardı.
Allah, öbür tarafta dirildikleri zaman bir daha koparacak onların aralarını.
Yâni artık onların Allah’a ortak koştukları, kendilerinden uzaklaşıp kaybolacak
ve onlar artık kendilerinin kaçacak bir yerlerinin olmadığını anlayacak ve o
zaman diyecekler ki, “hayır ya Rabbi! Bunların Sana ortak olduklarını bizden
söyleyecek, buna şahitlik edecek hiç kimse yoktur.”
49,50. “İnsan hayır istemekten usanmaz,
fakat kendisine bir kötülük dokununca üzülür ve ümitsizliğe düşer. Andolsun ki
kendisine dokunan bir zarardan sonra biz ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak,
o: “Bu benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş
olsam bile mutlaka onun yanında benim için daha güzel şeyler vardır” der. Biz, o
inkâr edenlere yaptıkları şeyleri mutlaka haber vereceğiz ve onlara ağır bir
azap tattıracağız.”
İnsan, Allah’tan hayır, mal-mülk,
dünyada sıhhat, sağlık, uzun ömür ve mutluluklar isteme konusunda hiç usanmaz.
Bu konularda ne kadar fazla verilse de, yine de Allah’tan daha fazlasını ister.
Ama kendisine bu istediği şeylerin aksine, meselâ hastalık, fakirlik, sıkıntılar
geldiği zaman da üzülüp ümitsizliğe, bedbinliğe düşüverir. Sanki bunlar
üzerinden hiç kalkmayacakmış, sanki hayırlara bir daha ulaşamayacakmış gibi ya
da bütün bunları kendisi elde etmiş de bir daha elde edemeyecekmiş gibi
ümitsizliğe düşüverir. Andolsun ki kendisine dokunan bir zarardan sonra Allah
tarafından bir iyilik, bir bolluk geliverse: “Bu benim hakkımdır! Bu bendendir!
Bunu ben becerdim! Bunu ben hakkettim! Kafamı çalıştırdım da bunu elde ettim!
Planım kuvvetliydi de onun için buna ulaştım! Zamanında paramı dolara
bağlamasaydım bunu kazanamazdım! Zamanında kafamı çalıştırıp şu şu tedbiri
almasaydım bunlara ulaşamayacaktım!” diyerek kendisini müstağnî görmeye ve elde
ettikleri bu hayırlar konusunda Allah’ı diskalifiye etmeye çalışır.
Elindekilere, sağlığına, sıhhatine,
malına mülküne ve saltanatına güvenerek öylesine çılgınlık gösterir ki, şöyle
demeye başlar: “Artık bütün bu imkânlara sahipken kıyâmetin kopacağını
sanmıyorum! Bu saltanatımın yıkılacağına ihtimal vermiyorum! Ummuyorum ki
kıyâmet kopsun ve şu benim imkânlarım elimden alınsın! Kopmaya kopmaz kıyâmet
de, eğer böyle bir şey olsa bile, yâni kıyâmet kopup da Rabbime döndürülsem
bile, mutlaka O’nun yanında benim için güzel şeyler vardır. Bu dünyada işini
becerenler öbür tarafta da işini becerecektir. Bu dünyada kendisine mal, mülk,
saltanat, imkân verilenler, elbette öbür tarafta da bunlara sahip olacaklar ve
işlerini orada da becereceklerdir.”
Bakıyoruz, insanlar dünyada
işlerini çok rahat becerebiliyorlar. Mal sahibi mi olmak istiyorlar, kolayca
bunun yolunu bulabiliyorlar. Ekonomik gücü şu kadar olanlar ancak bu haktan
istifade edebilecektir diye bir yasa, bir hak çıkarıyorlar. Türkiye’de zaten o
belirledikleri ekonomik güce sahip olan iki kişidir ve o imkânı kendi aralarında
paylaşıyorlar. Meselâ çıkardıkları bir yasadan, sadece Koç ve Sabancılar
istifade edebiliyorlar. Onların zenginliklerine imrenen öteki zavallılar da:
“Doğru ya! Adamların hakkı arkadaş! Biz de bu güce sahip olsaydık, bu haktan biz
de istifade edebilirdik!” diyorlar.
Akıllı adamlar. Becerikli,
kafalarını çalıştıran adamlar. Yâni adamlar dünyada işlerini becerdikleri için,
öbür tarafta da işlerini becerebileceklerini iddia ediyorlar. Meselâ adamlar
şikeyle maç kazanıyorlar, öbür tarafta da bunu aynen becerebileceklerine
inanıyorlar. “Evet, kıyâmet kopsa bile biz öbür tarafta da işimizi beceririz,”
diyor-lar. Allah diyor ki, “biz onlara yaptıkları şeylerin haberini vereceğiz ve
yaptıklarının karşılığını aynen tattıracağız.”
İnsan işte böyle nankördür. Kendisine
bir kötülük dokunduğu zaman, bu kötülüğün kendisinden kaldırılması için, uzun
uzun Allah’a yalvarır da, ama Allah o kötülüğü kendisinden kaldırıp da onu
selâmete çıkardığı, ona nîmetlerini yağdırdığı zaman da Rabbine karşı şükürden
yüz çeviriverir. Belâ, kötülük anında, O’na muhtaç iken Rabbini hatırlar da,
bolluk anında O’na muhtaç değilmiş gibi yan çiziverir. Rabbinin kendisine
verdiği nîmetleri ve imkânları O’nun yolunda kullanarak O’na teşekkürden
uzaklaşıverir.
51. “İnsana nîmet verdiğimiz zaman yüz
çevirerek yan çizer; başına bir kötülük gelince uzun uzun
yalvarır.”
İnsanı yaratan, onu herkesten daha iyi
bilen Rabbimiz, onun bir karakteristik özelliğini böyle açıklıyor. Ciddi bir
tehlike insanın kapısını çalıverse, azîm bir musîbet saçlarını yoluverse, bir
tehlike yolunu kesiverse, teleferik yarı yolda duruverse, karıları, çocukları,
yakınları ölüm döşeğine uzanıverse, evi-barkı yanıverse, kapısına borçlular veya
polisler geliverse böyle bir durumda insan ne yapar? Kime yalvarır? Yerde bütün
kapılar yüzüne kapandığı zaman kimin kapısını çalar insan? Kime sığınır, kimi
yardımına çağırır? Allah’ı mı, yoksa başkalarını mı? Eğer sadıksanız doğru
söyleyin bakalım. Böyle bir durumda insan dua dua Allah’a yalvarır değil mi?
Allah dışında her şey gözünde sıfıra iner değil mi? En’âm sûresi de bunu şöyle
ortaya koyuyor:
“Hayır, bilâkis sadece ona
yalvarırsınız; dilerse o Allah yalvardığınız şeyi sizden giderir, siz de ona
koştuğunuz ortakları (Şeriklerinizi) unutursunuz.”
(En’âm 41)
Hayır hayır, böyle ciddi bir durumla
karşı karşıya kaldığınız, ciddi bir tehlike kapınızı çaldığı zaman siz sadece
Allah’a yalvarırsınız. Böyle bir durumda tüm putlarınızı, tüm şeriklerinizi,
şürekânızı, yâni Allah’a ortak koştuklarınızı, Allah yerine koyup kendilerine
kulluk yapmaya çalıştıklarınızı, kanunlarını ve arzularını gerçekleştirmek için,
hatırlarını kazanmak için çırpındıklarınızı unutuverirsiniz. Çünkü tüm
tehlikeleri defedecek, tüm zararları kaldıracak yegâne güç ve kuvvet sahibi tek
varlığın, tek mercinin Allah olduğu, vicdanlarınızın derinliklerinde mevcuttur.
Her vicdan sahibi insan bunu çok rahatlıkla anlayacaktır, yeter ki onun vicdanı
bozulmamış olsun.
Hattâ şu anda Yahudilerin
fıtratlarını silmeye çalıştığı, vicdanlarını öldürmeye çalıştığı, kendilerini
dinsizleştirebilmek için yıllardır uğraştığı batı dünyası, batı insanı bile
daraldığı zaman “aman Allah’ım!” demektedir. Titaniğin batışını bilirsiniz.
Yüzlerce mühendis rapor vermiş bu gemi batmaz diye. Nihâyet içinde binlerce
insanla birlikte gemi okyanusa açılmış. İçindekilerin kalbinde Allah yok, Allah
korkusu yok, çılgınca eğlenip kâm almak isterlerken, birdenbire gemi bir buzula
çarpar ve yavaş yavaş batmaya başlar. O ana kadar Allah’ı hatırlarına bile
getirmeyen bu insanlar böyle bir tehlike ile karşı karşıya gelince, hep birlikte
güverteye çıkıp Allah’a yalvarmaya başlarlar. Tüm eğlencelerini, tüm putlarını,
tüm şeriklerini, şirklerini unutup Allah’a yalvarmaya
başlarlar.
Batı insanında bunu görmek mümkün
olduğu gibi, yine Yahudi’nin insanlığın başına belâ olarak doğurduğu komünizmin
sarf ettiği çok büyük gayretlerle modalaştırdığı Allahsızlık felsefesi altında,
yıllardır her şeylerini kaybetmiş doğu insanı da bakıyoruz bugün daraldığı zaman
Allah’a yalvarmaktadır. Biliyorsunuz Mekkeli müşrikler yığınlarla putlara tapıp
dururlarken, ciddi bir tehlike kapılarını çalar. Güçlü kuvvetli bir orduyla
Ebrehe ülkelerine dayanır. O ana kadar putlara tapınan, putlardan yardımlar
bekleyen bu insanlar görüyoruz ki böyle ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya
gelince tüm putlarını unutup, Kâbe’nin örtülerine sarılıp Allah’a yalvarmaya
başlarlar. Kesinlikle biliyorlardı ki böyle ciddi bir durumda o putlarının
onlara yapabileceği bir şey yoktu. Böyle bir belâdan kendilerini ancak Allah’ın
kurtaracağını bildikleri için Allah’a yalvarmaya başlıyorlar. Evet o müddet
içinde tüm şirklerinizi unutup Allah’a dua etmeye başlıyorsunuz. Dehşet ve
tehlike fıtratınızı ortaya koyuyor. Firavun bile denizde boğulurken Allah’a
yalvarıyordu. Demek ki Allah’ın insana verdiği bu fıtratı silecek, bu fıtrat
mührünü kazıyacak hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bu durum zaman zaman gafletle ve
cehaletle gölgelenmiş olsa bile, ciddi bir tehlike anında ortaya çıkıveriyor.
Sizler ciddi bir tehlikeyle karşı
karşıya bulunduğunuz veya Rabbinizden gelen nîmetlerle kucaklaştığınız,
işleriniz yolunda gittiği zaman yâni tehlike bitince de Allah’ı unutup O’na yan
çizmeye kalkışıyorsunuz. Niye kötü gününüzde O’nu hatırlıyorsunuz da, iyi
gününüzde O’na yan çiziyorsunuz? Niye Rabbinize nankörlük yapıyorsunuz? Niye o
Allah’a yan çizmeye kalkışıyorsunuz? Niye o Allah’a kulluk yapmıyorsunuz? Niye o
Allah’ın sizin hayatınıza karışmasına karşı geliyorsunuz? Niye hayat
programlarınızı Allah’a danışmıyorsunuz?
52,53. “Ey Muhammed! De ki: “Ne
dersiniz? O Kur’an Allah tarafından gelmiş olup da sonra siz onu inkâr
etmişseniz, o takdirde haktan uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim
olabilir? Biz onlara hem âfâkda hem de kendi nefislerinde delillerimizi
göstereceğiz ki, Kur’-an’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin
Rabbinin her şeye şahit olması kâfi değil mi?”
Bu Kur’an gerçekten Allah tarafından
gönderilmiş bir kitapken, sizler onu inkâr etmişseniz, sapıklar olarak uzak bir
ayrılığa düşenlerin ta kendisi olmuşsunuz demektir. Anlıyoruz ki bu kitaptan
ayrılanlar, ayrılığa düşmüş, uzak bir sapıklığa düşmüş demektir. Biz onlara hem
âfâkda, hem de bizzat kendi içlerinde delillerimizi göstereceğiz ki, bu kitabın
hak bir kitap olduğunu anlasınlar. İslâm’ın üstün gelmesiyle, İslâm’ın
fütuhatlarıyla, İslâm’ın diğer dinlere ve diğer ideolojilere üstün gelmesiyle
onlara deliller göstereceğiz. Kendi içlerinde delillerden maksat da, -Allah en
iyisini bilir- işte Bedir’de, Mekke’nin fethinde kendi içlerinde deliller
göstereceğiz demektir. Ya da insanın bizzat kendi içinde, kendi vücudunda bu
kitabın hak olduğuna dair yığınlarla delillerin varlığını onlara göstereceğiz ve
onlar da bu kitabın hak olduğunu anlayacaklar.
54. “Bilin ki onlar Rabblerine
kavuşmaktan bir şüphe içindedirler, yine iyi bilin ki, Allah her şeyi ilmiyle
kuşatmıştır.”
Onlar Rabblerine kavuşmaları konusunda,
yâni öldükten sonra tekrar dirilip Rabbleri huzurunda hesaba çekilecekleri
konusunda şüphe içindedirler. Onun içindir ki, bunu hiç düşünmek istemiyorlar,
bunu akıllarına getirmek istemiyorlar. Onun için o güne hazırlık yapmıyorlar,
hayat programlarını o güne göre ayarlamaya yanaşmıyorlar.
Bu sûrenin de sonuna geldik. Rabbim
gereği gibi anlayıp iman eden ve amele dönüştüren kullarından eylesin.
Sübhanekallahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve
etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder