ŞÛRÂ SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
42,. nüzûl sıralamasına göre 54., Mesânî kısmı dördüncü sûreler grubunun ilk
sûresi olan Şûrâ sûresi, Mekke’de nâzil
olmuş olup âyetlerinin sayısı 53’dür.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, onun pâk aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Sûrenin adı, 38. âyette geçen “Şûrâ”
kelimesinden alınmıştır. Mekke’de Fussilet sûresinden hemen sonra nâzil olmuş,
diğer Mekkî sûreler gibi iman, Allah’ın birliği, peygamberlik müessesesi,
öldükten sonra dirilme, hesap, kitap gibi konuları ihtiva etmektedir.
Sûrenin hemen başında vahiy ve
peygamberlik müessesesi anlatılarak bu iki konuda şüphede olanlara cevap
verilmektedir: “Ey insanlar! Sizler âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sizin
hayatınıza karışması adına, aranızdan odak nokta olarak seçtiği bir peygamberine
vahiy göndermesine, size arzularını duyurmasına neden karşı çıkıyorsunuz? Niçin
buna karşı çıkıyor, kabule yanaşmıyorsunuz? Halbuki bu yeni bir şey değildir.
Rabbiniz daha önce de aranızdan seçtiği elçilerine vahiy göndermiş, onlar
vasıtasıyla toplumlarına kendi bilgisinden ulaştırmıştır. Bunun acayip
karşılanacak yönü neresidir? Bunun hayret edilecek hiç bir tarafı yoktur. Asıl
hayret edilecek şey, sizin, sizi yaratan Rabbiniz tarafından hayatınıza karışmak
üzere gönderilmiş olan vahyi bırakıp başkalarının dediklerine teslim olmanızdır.
Asıl acayip karşılanacak şey, sizi yaratan Rabbinizin hayat programını bırakıp,
başkalarının kanunlarına tâbi olarak onları Allah yerine koymanızdır. Sizin gibi
yaratılmışları, sizin gibi acizleri Allah’a şirk koşarak onlara kulluk yapmaya
kalkışmanız, onların dediklerini uygulamaya çalışmanız, onlara itaat etmeniz,
onlara dua etmeniz, onları yardımınıza çağırmanız, onlara sığınmaya
kalkışmanızdır. Bu o kadar büyük bir suç, o kadar azîm bir cürümdür ki,
neredeyse bu yüzden gökyüzü köpürüp çatlayacak, melekler, üzüntülerinden,
utançlarından dolayı, Allah’ın azametini bildiklerinden ötürü ve Allah’ın
gazabının süratlice üzerinize yağmasından korkarak istiğfarda bulunuyorlar ve
tir tir titriyorlar,” buyurulmaktadır.
Daha sonra peygamberin konumu
belirlenmektedir. Peygamber konusunda yanlış inanışlar düzeltilir. Peygamberin
bir insan olduğu, onun asla Allah’la karıştırılmaması gerektiği, Allah’tan
istenmesi gereken şeylerin peygamberden istenmemesi gerektiği, zaten tarih
boyunca gelmiş hiçbir peygamberin böyle bir iddiada bulunmadığı anlatılır.
İnsanların kaderi Allah’ın elindedir. Peygamberin görevi sadece Allah’tan
gelenleri insanlara ulaştırmak ve doğru yolu onlara göstermektir. Bunun dışında
peygamberin kalplere tesir etmesi, gönüllere hükmetmesi, bir bakışıyla insanları
doğru yola ulaştırması, düşmanlarını bir anda helâk etmesi, onlardan intikam
alması gibi bir gücü ve yetkisi yoktur.
Daha sonra insanlara Hz. Adem’den bu
yana sunulan dinin tek din olduğu, onun adının da İslâm olduğu, her ne kadar bu
peygamberlerin şeriatlarında ufak tefek değişiklikler olsa da, dinlerinin
temelinin bir olduğu, din olarak Nuh’a, İbrahîm’e, Mûsâ’ya, Îsâ’ya
gönderilenlerin hep aynı din olduğu anlatılır.
Sonra Rabbimiz insanların
boyunlarındaki kulluk ipinin ucunu niçin diğer varlıklar gibi doğuştan eline
almadığını, niçin insanlara kendi hür iradeleriyle sapma ya da doğru yolu tercih
etme konusunda izin verdiğini anlatır. Bu özelliğin diğer varlıklara tanınmadığı
halde niçin insanlara tanındığını anlatır. Allah’ın kendilerine lütfettiği bu
iradelerini Allah lehine kullanarak, seçimlerini Allah adına yaparak Allah’ı
kendilerine Velî kabul edenleri velâyeti altına alarak onlara hak yolu, hidâyet
yolunu göstereceğini, onları doğru yola ileteceğini, onları koruması altına
alacağını, ama iradelerini Allah’a değil de Allah’tan başkaları lehine
kullananları ve onları velî kabul edenleri de, rahmetinden mahrum bırakacağını
anlatır.
Daha sonra tüm varlıkların yaratıcısı,
tüm varlıkların asıl sahibi ve Mâliki olarak onların tümünün Velîsi olmaya lâyık
tek varlığın Allah olduğu anlatılır. İnsanların da, diğer varlıkların da tek
Velîleri vardır, o da Allah’tır. Tüm kâinatta tek Velî Allah’tır. Yâni tüm
varlıklar adına onlara danışmadan, onlara sormadan, onlar adına karar verme
makamında olan tek varlık Allah’tır. Tüm varlıklar adına kanun koymaya, onlara
din ve şeriat belirlemeye, onlara hayat programı çizmeye yetkili tek varlık
Allah’tır. Çünkü onları yaratan O’dur, onların sahip oldukları her şeyi onlara
lütfeden O’dur ve sonunda onları öldürecek ve hesaba çekecek olan da O’dur.
O’nun dışında hiçbir kimsenin bu konuda tek kelime bile söz söylemeye hakkı
yoktur.
Allah’tan başka hiçbir kimsenin
kanun yapmaya, Allah’tan başka hiçbir kimsenin din belirlemeye, yâni hayat tarzı
koymaya, hayat programı belirlemeye hakkı yoktur. Din koyucusu sadece Allah’tır.
Hayat programını belirleyici sadece O’dur. Çünkü tüm varlıklar O’nun-dur. Herkes
ve her şey O’nun kuludur, O’nun mülküdür; mülkünde söz hakkı da sadece O’na
aittir buyurularak teşri konusuna dikkat çekilir. Sonra da Allah’ın sizin
adınıza koyduğu bu şeriata, bu hayat programına, bu yaşam biçimine sadece
inanmanız yetmez, onu yeryüzünde uygulamanız diğer dinlerin, diğer sistemlerin,
diğer ideolojilerin, diğer hayat programlarının tümünü kaldırıp bu dini, bu
hayat programını onların üzerine hakim kılmanız gerekmektedir buyurularak, Allah
dinine sahip çıkmamız gerektiği anlatılır.
Şimdi sûrenin âyetleri üzerinde
kısa bir gezinti yaptıktan sonra inşallah tek tek âyetleri tanımaya geçebiliriz.
Sûrenin
ilk iki âyeti, Kur'an'ın bir mûcize olduğuna işaret eden mukattaa harflerinden
oluşmaktadır. Takip eden âyetlerde, Allah'ın sünneti gereği evvelki
peygamberlere vahyettiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e de vahy edişi ve O'nun
her şey üzerindeki hâkimiyeti vurgulanmaktadır. Kullarıyla irtibat kurup, mesaj
göndermesi O'nun için zor bir şey olmadığı gibi, kullarının maslahatı için
gereklidir de: "Aziz ve Hâkim olan Allah sana da, senden öncekilere de işte
böyle vahy eder” (3). Ayrıca O, bir şeyi yapmayı dilediğinde hiç bir güç engel
olamaz: "Göklerde olanlar da, yerde olanlar da O'nundur. O her şeyden yücedir,
büyüktür" (4).
Allah
kullarından dilediğini risa letle
görevlendirdiği zaman, bunun yeri ve zamanı, ilâhî hikmete mutlak anlam da
muvafık olur: "Ri-saletini nereye vereceğini en iyi Allah bilir (el-En'âm,
6/124). Coğrafi ve tarihî bilgiler çerçevesinde değerlendirildiğinde Allah'ın,
son risa -letini
göndermek için neden Mekke'yi seçtiğinin hikmeti rahatlıkla
anlaşılabilir.
Bu
risâlet görevinin yeri, tebliğin çevresindeki topluluklara rahatlıkla
ulaştırılabilmesi, dil olarak Arapça'nın seçilişi ise; onun açık ve mükemmel bir
anlatım kabiliyetinin olmasından dolayı idi. Tabii bu seçim hiç kimsenin dahil
olmadan, sadece Allah'ın isteği doğrultusunda gerçekleşmiştir ve buna hiç
kimsenin itiraz etme hakkı da yoktur: "(Ey Muhammed); işte böylece biz sana
Arapça bir Kur'an indirdik ki, şehirlerin anası olan (Mekke) ve etrafındakileri
uyarasın ve insanları, gerçekleşmesinde asla şüphe olmayan ve onların bir araya
toplanacağı kıyamet günü ile korkutasın..." (7).
Bunun
peşinden insanlarım fırka fırka oluşlarının birer imtihan vesilesi olduğu,
insanların cezalandırma ve mükafatlandırma olayına muhatap olabilmeleri için
iradeleriyle baş başa bırakılmalarının buna sebep teşkil ettiği gerçeği
vurgulanarak, eğer dileseydi, Allah'ın, insanları melekler gibi emirlerine boyun
eğen tek bir fırka kılabileceği gerçeğine işaret edilir: "Eğer Allah dileseydi
bütün insanları tek bu ümmet yapardı. Fakat o, dilediğini rahmetine kavuşturur"
(8).
Daha
sonra, Allah'tan başka veliler edinenlerin bu durumları kınanarak, ihtilafa
düşülen konularda yalnızca Allah'ın kitabına başvurulabileceği ve O'nun verdiği
hükme rıza gösterilmesinin zorunluluğu dile getirilmektedir. O'nu Rab olarak
kabul etmenin göstergelerinden biri de budur: "İhtilafa düştüğünüz hususlarda,
hüküm vermek Allah'a aittir. İşte o Allah benim Rabbimdir. Ben sadece O'na
tevekkül ettim ve ancak O'na yönelirim" (10).
Allah,
geçmiş peygamberlerin kavimlerine emrettiği gibi, Muhammed (s.a.s)'in ümmetini
de, dini ayakta tutmaya çalışmaya ve hükümlerini çarpıtıp, ihtilafa düşmeden ona
uymaya çağırmaktadır. Ger-çek kurtuluşa erenler ancak böyle davrananlardır.
Geçmiş kavimlerin helâkleri, dinde ihtilafa düşüp onun aslını tahrif
etmelerinden kaynaklanıyordu: "Önceki peygamberlerin ümmetleri ancak,
kendilerine din hususunda gerçek bilgi geldikten sonra, birbirini çekememe
yüzünden ihtilâfa düştüler..." (14).
Bunun
peşinden Hz. Peygamber (s.a.s)'in şahsında bütün inananlara hitaben:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Müşriklerin heva ve heveslerine uyma..." (15)
emri yer almaktadır. Mü'minler böyle davrandıkları sürece, hiçbir dinî ve
içtimaî tahrifata uğramazlar.
Daha
sonra, inkârcıların ve inananların Kıyamet haberi karşısındaki tavırları dile
getirilmekte ve Kıyamet günü hakkında tartışmaya girenlerin büyük bir sapıklık
içinde oldukları bildirilmektedir: "Kıyamet gününe iman etmeyenler Kıyamet'in
acele olarak kopmasını isterler. İman ederler ise ondan korkarlar ve onun bir
gerçek olduğunu bilirler. Şunu iyi bilin ki, Kıyamet hakkında münakaşa edenler
derin bir sapıklık içindedirler" (18).
Allah,
dünya hayatında, insanlara istekleri doğrultusunda nimetler verir. Ancak
tercihini dünya meta'ı üzerinde yapanlar için ahi-rette hüsrandan başka bir şey
yoktur. "Kim âhiret menfaatini isterse, ona dünyada istediğinin bir kısmını
veririz. Âhirette ise hiç bir nasibi yoktur" (20).
Daha
sonra kâfirlerin, İslâm'ın tebliğine karşı sapık direnişleri anlatılarak,
onların yaptıklarına karşılık cehennem azabını hak ettik-leri, tevbe edenlerin
ise tevbelerinin Allah tarafından kabul edileceği ve onların bağışlanacağı:
"Kullarının tevbelerini kabul eden, günâhlarını affeden ve yaptıklarınızı bilen
O'dur" (25) âyetiyle bildirilmektedir.
Kâfirlerin
Allah'a isyan edip, onunla savaşa girişmelerinin akıl dışılığı ve insanoğlunun
Allah'tan başka sığınabileceği hiç bir dostu ve sığınağı olmadığı, mantık
ölçüleri içerisinde düşüldüğünde, idrak edilmesi hiçte zor olmayan bir
gerçektir: "Siz yeryüzünde hiç bir zaman Allah'ı âciz bırakamazsınız. Sizin
Allah'tan başka ne bir dostunuz, ne de bir yardımcınız var"
(31).
Allah'ın
gücünün sınırsızlığına delalet eden sayısız olaylar var-dır. Yeryüzündeki her
şeyi insanın emrine verişi de bunlardan biridir. Allah, bunun idrak edilebilmesi
için, yüzlerce misâl vererek, rahmetinin genişliğini gözler önüne şöylece
sermektedir: "Eğer o dilerse rüzgârı keser de rüzgârla seyreden gemiler suyun
üzerinde kalıverir. Şüphesiz ki bunda, her sabreden ve şükreden için nice
deliller vardır" (33).
Daha
sonra, meselelerin çözümü için istişarenin önemi ve gerekliliği
vurgulanmaktadır. İslâm’ın diğer temel esaslarından bir kıs-mıyla birlikte
zikredilmesi, şûranın ne kadar önemli bir mesele olduğu-nu ortaya koymaktadır:
Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işlerini kendi aralarında
şûra ile halledenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizi infak edenler”
(38).
Resulullah’a
istişare etmesi, "İşlerde onlarla istişare et" (Âl-i İmrân, 3/159) âyetiyle emir
sığasıyla bildirilmiştir. Her hareketiyle Allah tarafından yönlendiriliyor
olmasına rağmen, Hz. Peygamber (a.s) in önemli kararlar vereceği zaman,
yanındakilerle istişarede bulunması, istişarenin önemini her yönüyle ortaya
koymaktadır (Ahmed b. Hanbel, III, 24, 30, 32; İbn Mace, Ezan,
1).
Kötülüğün
cezasının sade kötülük olduğu bildirilerek, zulme uğrayan insanların aynıyla
mukabelede bulunup, haklarını geri almalarının adalete daha uygun olduğu tespit
edildikten sonra, yeryüzünde fesat çıkaranlara, Allah'tan başka kimsenin yardım
edemeyeceği gerçeği hatırlatılarak, bu gibilerin âhirette karşılaşacakları elim
azap ve bu azaba karşı takınacakları zelil tavırlar gözler önüne serilmektedir:
"Göz ucuyla gizli gizli bakarak, zilletten boyunları eğilmiş bir halde ateşe
sunulduklarını görürsün... Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiç
bir dostları yoktur..." (45-46).
Bunun
peşinden, gaflet içerisinde yüzen bütün insanlar, kalp-lere tesir eden bir
üslûpla uyarılarak, Kıyamet'in inkârcılara pişmanlık veren sahneleri
gerçekleşmeden Allah'ın davetine icabet edilmesi istenmektedir: "Allah
tarafından gelecek olan ve kimsenin de karşı çıkamayacağı o gün gelmeden önce
Rabbinizin davetine uyun" (47).
Hz.
Peygamber (s.a.s) davasını, insan aklının inkâr etmesi mümkün olmayan bir
netlikte tebliğ etmesine karşılık, kavminden gör-düğü işkence ve eziyetlere
üzülmekle birlikte onların da evvelki sapık kavimler gibi helâk olmalarından
ebedî cehennem azabına çarptırılmalarından korktuğu için, gördüğü bütün
eziyetlere rağmen, onlar için üzülüyordu. Ayrıca, onların taşkınlıklarına ve
sataşmalarına karşı güç kullanmak için ilâhî bir emir gelmemişti. Bunun için
zorluklara sabrederek, tebliğ işine devam etmekten başka çaresi kalmıyordu.
Allah hem resûlünü teskin etmek ve hem de müşriklerin ruh yapılarını ortaya
koymak için, şöyle vahy ediyordu: "Ey Muhammed! Eğer onlar yüz çevirirlerse, Biz
seni onlar için koruyucu göndermedik. Senin vazifen sadece tebliğ etmektir. Biz
insana nezdimizden bir rahmet tattırdığımız zaman hemen onunla sevinip şımarır.
Şayet elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet gelirse, Şüphesiz
insan, çok nan-kördür" (48).
Allah'ın
her şeyin mâliki olduğu dolayısıyla dilediğini dilediği gibi yapmasına hiç
kimsenin itiraz edemeyeceği bildirildikten sonra, O'nun kullarıyla irtibat kurma
şekli dile getirilmektedir: "Allah, bir insanla ancak vahiyle veya perde
arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahy eder.
Şüphesiz O, yüceler yü-cesidir. Hüküm ve hikmet sahibidir"
(51).
Kur'an
bir hayat kaynağıdır. Ona tabi olmayanlarsa birer ölü-dürler. Ayrıca vahiy
olmadan iman ve İslâm'ın ne olduğunun bilinmesi imkansızdır. Bu hususlara temas
edildikten sonra, risâletin insanlar için ne kadar büyük bir nimet olduğu gözler
önüne seriliyor. Sûre, uyulması emredilen yolun, her şeyin sahibi olan Allah'ın
yolu oldu-ğunu, dolayısıyla bu yolda yürüyenlere hiç kimsenin zarar vermesinin
mümkün olmadığını bildirip her işin sonunda mutlaka hesap vermek için Allah'a
döneceğini tekit ederek son buluyor: "O yol, göklerin ve yerin sahibi olan
Allah'ın yoludur, iyi bilin ki, bütün işler Allah'a döner"
(53).
Bu kısa mukaddimeden sonra şimdi
sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım.
1,2.
“Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf”
Sûrenin ilk iki âyeti, huruf-ı
mukatta ile başlamaktadır.
3. “Ey Muhammed! Güçlü olan, Hakîm olan
Allah, sana da, senden öncekilere de şöylece vahy
eder.”
Sûrenin başındaki ifadelerden,
mukatta harflerinden de anlaşılıyor ki, Allah vahyini dilediği şekilde ve
dilediği kimseye ulaştırandır. Bu konuda Allah asla hiç kimsenin etkisi altında
kalacak değildir. Allah’ın kullarının hayatına karışmak üzere kullarından birini
odak nokta olarak seçip ona vahyini sunması, ona kendi bilgisinden bilgiler
ulaştırması, o günün toplumunda en büyük tartışma konusu oluyordu. He-men hemen
her evde, her mecliste, her sokak ve caddede bu konu tartışılıyordu. “Muhammed
Allah’ın kendisine vahiy ulaştırdığını söy-lüyor. Allah’ın kendisiyle
konuştuğunu iddia ediyor. Allah’ın kendisini muhatap aldığını ve kendisine bilgi
aktardığını iddia ediyor. Böyle bir şey mümkün müdür? Böyle bir şeye nasıl
inanılır? Eğer o bu söylediklerini kendisine izafe etseydi, bütün bunları
kendisinin söylediğini iddia etseydi, bu bize daha makul gelirdi.
Değilse Allah’ın içimizden bir
insanla konuştuğunu, onun vasıtasıyla bize mesaj gönderdiğini, böylece Allah’ın
bizim hayatımıza karıştığını, bizim hayatımızla ilgilendiğini kabul etmemiz
kesinlikle mümkün değildir, diyorlardı. Allah’ın bir beşere vahiy göndermesini
redde-diyorlardı. Rabbimiz sûrenin hemen başında onların bu sözlerinin ve vahyi
reddedişlerinin temeline inerek buyurur ki, “O Allah Azîz ve Hakîm olandır.
Allah, Azîz’dir. Kendisine hiçbir konuda karşı gelinmeyen, kendisine asla hesap
sorulmayan, mutlak güç ve kuvvet sahibi, dilediğini yapan, her şeye güç yetiren
bir Allah’tır. Ve yine o Allah Hakîm-dir. Tüm kâinata hakim olan, hayata hakim
olan, tüm varlıklar kendisi-nin hâkimiyeti altında olan ve hikmet sahibi olan,
tüm yaptıklarını bir hikmetle yapan yenilmez ve yanılmaz bir Allah’tır.
Öyleyse bu konuda, kullarından
birine vahiy göndermesi konusunda O’na itiraz edip karşı gelemezsiniz. Değil bu
konuda, hiçbir konuda O’na hesap soramazsınız. Daha önceki elçilerine nasıl
vah-yetmiş arzularını onlara ulaştırmışsa, şimdi de bu elçisine vahy etmektedir.
Bunda şaşılacak hiçbir şey de yoktur. Öncekilere nasıl yol göstermişe, şimdi de
içinizden birisine vahy ederek size yol göstermektedir, buyuruluyor.
Vahy; gizlice ve süratlice söz iletmek,
mesaj aktarmak demektir. Vahiy ancak kendisine vahy edilenin anlayabileceği,
başkalarının anlayamayacağı bir biçimde gizli ve hızlı olarak, Allah’ın kendi
bilgisini peygamberine yol göstermek üzere aktarmasıdır.
4. “Göklerde olanlar da, yerde olanlar da
O'nundur, O, yücedir ve çok büyüktür.”
Müşrikler peygambere gelen vahyi inkâr
ederlerken, bunu kabule yanaşmamaya çalışırlarken, esasen onlar Allah’ın hayata
karışmasına karşı çıkıyorlardı. Allah’ın insanlardan birine vahiy göndererek
emirlerini, arzularını ulaştırmasına karşı çıkıyorlardı. “Allah böyle bizim
hayatımıza karışmasın, bize arzularını, talimatlarını bildirmesin, bizim
hayatımıza müdahale etmesin de biz istediğimiz gibi keyfimize göre yaşayalım,”
diyorlardı.
“Şimdi Allah bize kanunlarını
ulaştıracak, bize talimatlar gönderecek olursa, dinlesek olmayacak, dinlemesek
olmayacak; iyisi mi O bizim hayatımıza karışmasın” diyorlardı. Esasen dertleri
buydu. “Allah bir insanla konuşur mu? Allah bir beşere tenezzül edip de ona
vahiy gönderir mi,” diyerek bunu reddetmeye çalışıyorlardı. “Tamam, anladık da,
yâni şimdi sadece Allah’ı mı dinleyeceğiz? Sadece onun dediği gibi mi
yaşayacağız? Hayatımızda sadece Allah mı hakim olacak? Bizim keyiflerimiz,
heveslerimiz ne olacak? Eğer durum öyleyse, peki atalarımızın şu âna kadar takip
ettikleri hayat programları, onların gittikleri yolları yanlış mıdır? Yıllar
yılı atalarımızın kutsadığı ve şu anda da bizim onlardan miras alarak
kutsadığımız, hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz, arzularına itaat ettiğimiz
varlıklar ne olacak? Bizim hukuk tanrılarımız, sağlık tanrılarımız, şifa
tanrılarımız, siyaset tanrılarımız, ekonomik tanrılarımız, sanat tanrılarımız da
var. Bizler onları da dinlemek zorundayız. Onların hatırını da kazanmak, onların
emir ve arzularını da yerine getirmek zorundayız. Onlara da dua etmek, onlara da
sığınmak zorundayız. Hayatımızda onları da etkili ve yetkili kabul etmek
zorundayız. Şimdi ey Muhammed, senin dediğin gibi hayatımızda söz sahibi olarak
sadece Allah’ı kabul edecek olursak, sözünü dinleyeceğimiz, çektiği yere
gideceğimiz, hayat programına uyacağımız, hayatımıza hükmedecek bir tek İlâh
kabul edecek olursak, o zaman öteki İlâhlarımızın fonksiyonu ne olacak? Bunları
nereye koyacağız? Hayatımızda bunlara hiç mi söz hakkı vermeyeceğiz? Halbuki
bizler bugüne kadar bunları da dinlemeye alışmıştık,” diyorlar ve vahyi
reddetmeye çalışıyorlardı.
Rabbimiz buyuruyor ki, “hayır! Bu
kâinatın ve mevcudatın yegâne sahibi Allah’tır. Gökler ve yerler O’nundur.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun kulu ve kölesidir. Her şey O’nun
mülküdür. Mâlik sadece O’dur ve her şey mülktür. O halde mülk O’nunken, Mâlik O
iken nasıl olur da onun mülkünde başkalarını O’na ortak kabul edersiniz? Mülk
O’nunsa, mülkün sahibi Allah ise, o zaman mülk konusunda söz sahibi de
Allah’tır. Nasıl olur da O’nun mülkünde bir kısım varlıkları söz sahibi kabul
ederek O’na ortak koşmaya çalışırsınız? Bu yetkiyi nereden alıyorsunuz? Üstelik
de sözlerini dinleyerek, hayatınızda kendilerini de söz sahibi kabul ederek,
kanunlarına itaat ederek, programlarını uygulayarak ona ortak yapmaya
çalıştığınız varlıklar da O’nun kulları, O’nun mülkü iken. Yâni kendilerine bile
sahip olamayan, kendilerini bile yaratamaya güçleri yetmeyen ve Allah tarafından
yaratılmış olan, ölümlerine bile çare bulamamış, Allah tarafından bir gün
öldürülecek olan bu varlıkları, bu Allah kullarını nasıl olur da Allah’a ortak
koşmaya çalışıyorsunuz?
5. “Melekler ise Rabblerini överek
tesbih eder ve yeryüzünde bulunanlar için O’ndan bağışlanma dilerler. Gökler
neredeyse (putperestlerin sözünden) çatlayacak. İyi bilin, Allah şüphesiz
bağışlayandır, merhametli olandır.”
Allah’a yakışmayan sıfatlar izâfe
etmeniz, O’na çocuklar, yardımcılar, ortaklar izâfe etmeniz, O’nun
yarattıklarını O’nunla birlikte yetkililer bilmeniz, yeryüzünde Allah
kullarından kimilerini Allah yerine koyarak onları dinlemeniz, onların
kanunlarına itaat etmeniz, onların helâllerini helâl, haramlarını haram
bilmeniz, onların yasalarını uygulamaya çalışmanız, hayat programlarınızı
onlardan almaya kalkışmanız veya Allah sıfatlarından bazılarını onlara vermeniz,
onları hayatınızda rabbler, kanun koyucular, hayat programı tespit ediciler,
hukuk belirleyiciler, yasa koyucular, şifa dağıtıcılar olarak bilmeniz, onlara
sı-ğınmanız ve bütün bunları onlardan beklemeniz, onlara yalvarıp yakarmanız
şirktir. Bu öyle büyük bir suç, öyle azîm bir cürüm ki, neredeyse sizin bu
küstahlığınızdan ötürü gökler üstlerinden yarılacak, çatlayacak, paramparça
olacak.
Melekler
Allah’ın kendisine teslim kulları, Allah’ın kendilerine isyan etme imkânı
vermediği iradesiz ve günâhsız kulları, boyunlarındaki ipin ucu doğuştan
Allah’ın elinde olan ve yaratıldıkları andan beri bir an bile gaflet etmeden
Rabblerine kulluk yapan melekler, bu kendilerini bir şey zanneden insanların
Rabblerine karşı yaptıkları bu küstahlıklar karşısında utançlarından ne
yapacaklarını şaşırmış bir vaziyette, bu küstahlıkları duymamak için kulaklarını
tıkarlar ve Rabblerini hamd ile tesbih ederler. Bu küstahların Rabblerine karşı
yaptıkları konusunda Rabblerinden onlar adına özür dilemek adına tamamen onların
yaptıklarının tersini yaparak Allah’ı tesbih ederler. Allah’ı, Allah’ın sahip
olduğu sıfatlarla muttasıf bilir, O’na yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih
ederler. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman ederler, Allah’a, Allah’ın
istediği biçimde kulluk yaparlar. Allah’a, Allah’ın istediği biçimde yalvarıp
yakararak şöyle derler:
“Allah’ım!
Bu kullarının, bu insanların sana ortak koşmaları, sana senin kullarını şirk
koşmaya kalkışmaları ne büyük küstahlıktır. Oysa onları yaratan, onları yoktan
var eden, şu anda onlara sahip oldukları her şeyi lütfeden sensin ya Rabbi!
Sadece sana kulluk edip sana şükretmeleri gerekirken, seni bırakıp da kendileri
gibi kul olan, kendileri gibi aciz varlıklara kulluk yapmaya çalışan ve farkında
olmadan senin azâbını, senin gazabını hak eden bu akılsızları hemen helâk
ediverme ya Rabbi! Tevbe edip şirk koşmaktan vazgeçmeleri için azabını tehir et
ya Rabbi! Onlara imkân tanı ya Rabbi! Onlar yüzünden bizi de, mü'minleri de
helâk etme ya Rabbi!” diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyorlar. Meleklerin, yeryüzündeki
mü'min kardeşlerinin kusurlarının örtülmesi ve onların günâhlarının affı için
her an Rablerine istiğfarda bulunduklarını, Mü'min sûresinde de
görmüştük.
“Arşı taşıyan (Melek)ler ve çevresinde
bulunan melekler, Rabblerini hamd ile tesbih ederler ve O’na inanırlar.
Mü’minler için de şöyle istiğfar ederler: “Ey Rabbi,-miz, senin rahmetin ve
ilmin her şeyi kuşatmıştır. O tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları
cehennem azabından koru.”
İşte bu âyet-i kerîmede meleklerin iki
görevinden söz ediyor Rabbimiz.
Birincisi:
“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve
ona iman ediyorlar.”
Bu melekler Rablerini tesbih ediyorlar.
Yâni bu melekler Allah’ın müslümanlardan istediği bir görevi yerine
getiriyorlar. Sübha-nallah, “ya Rabbi seni tesbih ederiz,” diyorlar. “Ya Rabbi
sen seni nasıl tanıttıysan, seni öylece kabul ediyoruz, sen seni hangi
sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak
anlatmışsan sana öylece iman ediyoruz,” diyorlar. “Ya Rabbi, seni senin
sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan
tenzih ederiz,” diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul
ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını
parçalamayız” diyorlar. “Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına
dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rab-bi, üstünlük sendedir, güç-kuvvet sendedir,
azamet sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz.
Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar.
İşte tesbih budur. Dikkat ederseniz
tesbihin üç boyutunu belirtmeye çalıştım.
Tesbih, Allah’ı, Allah’ın haber verdiği
sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da,
Nisâ’da nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse, öylece
Allah’a inanmak tesbihtir.
Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O
mükemmeldir. O’nda zaaf, unutma, hata, cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece,
Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken tüm
noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça
da “sübhanallah!” diyeceğiz.
Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir
yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı
şekilde tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek her dakika yüz bin de
“sübha-nallah”, desek bunun hiçbir faydası yoktur. Yani, Allah kitabını,
peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın tanıttığı gibi
bilecek, sonra da bunları bildikçe “sübhanallah” diyeceğiz. “Süb-hanallah! Ya
Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin,”
diyeceğiz.
Yoksa bunları tanımadan sübhanallah
demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık konusunda Allah’a tümüyle
güvenmeyip de, ikinci, üçüncü derecedeki rezzâklarının korkusundan ötürü bir
kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin, günde yüz bin defa da “ya Rezzâk”
demesinin hiçbir kıymeti yoktur. İlimde Allah’a tam olarak gü-venmeyip, yerde
O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler aramaya kalkışan bir
adamın, milyon kere “ya Alîm” demesinin bir kıymeti yoktur.
Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip yerde
Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir
kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan,
günde milyon kere de “ya Rab” diye zikretse de boştur. Şifa konusun-da Allah’a
güvenmeyip, Allah’ı şâfî bilmeyip yerde bir kısım şifâ dağıtıcılar arayan
kişinin, “ya Şâfî” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürme-de, diriltmede, ruh
vermede Allah’a güvenmeyen birinin “ya Muhyî, ya Mümîd” diyerek zikretmesi
boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte,
makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz” demesi boştur.
Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı
ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin “ya Tevvab”
demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede, murâkabe etmede, Allah’ı
ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin “ya
Hafız” demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.
Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini
tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da “sübhanallah” diyeceğiz. İşte bu
Yahudiler, bu Hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, ondan sonra da
cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?
İşte böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir
Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur, yeryüzünde temsilcileri,
yetkilileri yoktur, kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı
yoktur.
“Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı
yoktur O’nun.”
(Kehf 26)
Demek ki tesbih, Allah’ı Allah’ın
kendini bize tanıttığı gibi tanımak, o şekilde Allah’a inanmak, ya da Allah’ın
tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı biçimde tanıyıp o şekilde kabul etmek ve iman
ermektir.
Tesbihin bir üçüncü anlamı da, Allah’a
Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Yâni bir varlığın yaratılış gâyesi
istikâmetinde hareket etmesi de tesbih demektir. Bir varlığı Allah ne için
yaratmışsa, o varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi, o varlığın
tesbih etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı tesbihtir, ateşin yakışı, gülün
kokuşu, bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün
geceyi kovuşu hepsi tesbihtir.
Tüm kâinat, azametini bildikleri,
saygıyla önünde eğilip kulluk yaptıkları Rabbleri karşısında insan denen bu
küçük varlığın takındığı sapıklık, sergiledikleri bu utanç verici
hareketlerinden ötürü utançlarından neredeyse çatlayacak hale geliyorlar ve
Rabblerinin gazabından korkup ona yalvarıyorlar.
6. “Allah'ı bırakıp O’nun berisinde
velîler edinenler var ya, onların işlediklerini Allah gözetlemektedir. Ey
Muhammed! Sen, onlara vekil olmaya memur
değilsin.”
Allah’ı bırakıp da Allah dûnunda, Allah
berisinde kendilerine velîler edinenler var ya, halbuki onları görüp gözeten,
onları her şeyden koruyan ve yaşatan Allah’tır. Buna rağmen onlar kendilerini
koruyan, kendilerini görüp gözeten Rablerinin velâyetini bırakmışlar ve-
kendilerine Allah berisinde bir kısım velîler bulmuşlar ve onların koruması
altına girmeye çalışmaktadırlar. Velî konusunda bakın Bakara sûresinde Rabbimiz
şöyle buyurur:
“Allah mü’minlerin Velîsidir. Onları
küfrün karanlığından imanın aydınlığına çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise
tâğutlardır. Tâğutlar onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. İşte onlar ateşin
sohbetçisidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.”
(Bakara 257)
Allah, mü'minlerin Velîsidir. Kimileri
bu kelimeye farklı anlamlar yüklemişlerse de, velî, velâyet hakkına sahip olan
varlık demektir. Bir varlık adına ona danışmadan tek taraflı karar verme
makamında olan varlığa, velî denir. Meselâ ben çocuğumun velîsiyim. Onun adına
ona danışmadan karar verme makamındayım. Velîsi olduğum ve ona sormadan karar
verme makamında olan ben, ona istediğim şeyleri emreder, istediğim şeyleri
yasaklarım. İstediğim okulda okutur, istediğim kişilerle arkadaşlık kurmasını
sağlar, istediğim kişilerle ilişkisini yasaklarım. Allah da bizim velimizdir.
Yâni bize sormadan bizim adımıza tek taraflı karar alma makamındadır. İstediğini
emreder, istediğini de yasaklar. Öyle değil mi? Meselâ namazı emrederken bize
danıştı mı Allah? Zinayı yasaklarken, “ey kullarım, ben bunu yasak kılacağım, ne
dersiniz, nasıl düşünürsünüz? Fikriniz nedir bu konuda?” diye bize sordu mu?
Hayır, Allah bizim Velîmizdir, velâyetimiz elinde olandır ve bizim adımıza
aldığı kararlar konusunda velâyeti altında olan bizlere asla danışmaz.
İşte velînin anlamı budur. Vali,
vilâyet ifadeleri de buradan gel-mektedir. Vali, vilâyette, velâyeti altında
bulunan insanlar konusunda onlara danışmadan karar verme makamında olan kişi
demektir. Valinin anlamı budur. “Kâfirlerin Müslümanlar üzerine velâyet hakkı
yoktur,” âyeti de bunu anlatır. Yâni vilâyette vali olarak, Müslümanlara
sormadan onlar adına karar verme makamına kâfirler
oturtulmamalıdır.
“Mü’minler mü'minleri bırakıp ta
kâfirleri velî edinmesinler.”
(Âl-i İmrân 28)
Yâni mü'minler mü'minleri bırakıp ta
kâfirleri velâyet makamına, kendileri adına karar verme makamına oturtmasınlar.
Kâfirler karar verip, kâfirler kanun yapıp Müslümanlar da kendilerinden olmayan
bu kâfirlerin yaptıkları kanunları uygulamaya kalkmasınlar. Âyetin sonunda da
eğer mü'minler bunu yaparlarsa, onların Allah katında en ufak bir değerleri
kalmamış, Allah’ın yardımını da kaybetmişlerdir, buyurulmaktadır.
Evet velî, vali budur. Çünkü vali karar
verecek ve Müslümanlar da kendi adlarına bu valinin verdiği kararı
uygulayacaktır. Öyleyse mü'minlere velî olacak, vali olacak, idareci olacak
insanların mutlaka mü’minlerden olması emrediliyor. Bu mânâları unutturmak için
mi? Yâni mü'minlerin başına kâfirlerin de idareci olmasını sağlamak ve böylece
mü'minleri köleleştirmek için mi bilmiyorum, insanlar bu velî kelimesini çok
çarpıtmışlar. Velî deyince, bugün insanlar hiç te bunu düşünmüyorlar.
Şimdi Velî’den anlaşılan, işte
gökten alan, yerde yiyen, gaybı bilen, eteğine yapışılan, cennetle müjdeleyen,
cehennemi sınırlayandır. Hep böyle anlattılar çünkü. Bu anlamı şeytana nasıl
yükleyecekler, bunu merak ediyorum. Yâni eğer velî deyince bunlar anlaşılacaksa,
Allah bir âyet-i kerîmesinde şeytanın velî olduğunu haber
verir:
“... Muhakkak ki şeytanı inanmayanların velîsi
kıldık.”
(A’râf 27)
Evet, şeytan kâfirlerin velîsidir.
Kâfirler kendilerine velî olarak şeytanı kabullenmişlerdir. Yâni onların karar
mercileri şeytanlardır. Yasa belirleyicileri şeytanlardır. Şeytan emreder, onlar
yaparlar. Şeytan fısıldar onlar uygularlar. Değilse öte anlama şeytana nasıl
veli diyebileceğiz? Yine aynı sûrede:
“Onlar Allah’ı bırakıp da şeytanı
kendilerine velî edindiler.”
(A’râf 30)
Buyurulmakta ve şeytanın velî olduğu
anlatılmaktadır. Eğer velî kelimesini az önceki mânâda anlayacaksak, şeytana
nasıl velî diyeceğiz. Ama Allah’ın anlattığı son derece açıktır ki, şeytan
kâfirlerin velîsidir. Yâni şeytan, onların hayatında onlara danışmadan karar
alma makamındadır. Ya da onlar, şeytanı kendi hayatlarında kendileri adına karar
verme makamına oturtmuşlar, şeytan karar vermiş, onlar uygulamıştır.
Bakın bu âyet-i kerîmenin devamında da
yine tâğutların kâfirlerin velîsi olduğu anlatılıyor. Eğer velî kelimesine az
evvelki anlamı yükleyecek olursak, acaba tâğutlara nasıl velî diyeceğiz? Allah
tâğut-lar için velî diyor. Yâni bu tâğutların gaybı bilen, gökte uçan, denizde
yürüyen, Allah’ın ermiş kulları olduklarını nasıl söyleyebileceğiz? Velîyi
Kur’an’ın ifade buyurduğu biçimde velâyet anlamında anladığımız zaman, bu
tâğutların kâfirler adına karar verme makamında kişiler olduğunu anlamakta
zorluk çekmeyeceğiz, demektir. Yâni kâfirler tâ-ğutları kendilerine velî
edinmişlerdir. Bu tâğutlar, velâyeti altında olan bu kâfirler adına karar
alırlar ve bu kâfirler de kendileri adına karar alan bu tâğutların kararlarını
uygularlar.
Allah buyurur ki: Allah, mü'minlerin
Velîsidir. Yâni mü'minler adına onlara danışmadan tek taraflı karar verendir.
Velîmiz olan Rab-bimiz bizim adımıza, kulları adına onlara danışmadan aldığı
kararlarla onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. A’râf sûresinin 196.
âyetinde ifade edildiği gibi:
Arşından, kürsisinden kopmayan,
sapasağlam bir ip uzatarak, bir kitap göndererek, bizim adımıza aldığı
kararlarını o kitabında bize bildirerek bizi karanlıklardan aydınlığa
çıkarır.
Rabbimiz, kendisinin velâyetini kabul
eden, gönderdiği kitapla ilgilenen, aldığı kararlar istikâmetinde bir hayat
yaşamaya karar veren kullarını küfür karanlıklarından, şirk karanlıklarından
iman aydınlığına, İslâm aydınlığına çıkarır. Zulümat küfürdür, nûr da İslâm’dır.
Dikkat ederseniz burada zulümat kelimesinin çoğul olarak zikredildiğini, nûr
kelimesinin ise tekil olarak zikredildiğini görüyoruz. Bu gerçekten çok dikkat
edilmesi gereken bir husustur. Çünkü zulümat, küfür, bâtıl, sayılamayacak kadar
çoktur, ama o bâtılı yok edecek nûr tektir, o da İslam’dır.
Allah’ın nûruyla ilgi kuramamış,
Allah’ın kitabıyla tanışamamış, Allah’ın dinini kabul edememiş kişi, karanlıklar
içindedir. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan yerler, gökler, gece ve gündüzler
zifiri karanlıktır. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan gözler kör, kulaklar sağır,
kalpler bin türlü şüphe ve tereddütler içinde, bin türlü ıstırap ve buhranlar
içinde çırpınır durur.
Allah’ın kitabıyla aydınlanmayan
gönüller vesveselerle, kuruntularla, cinler ve şeytanlarla dolar. Allah’ın
nûruyla aydınlanmayan ha-yat, var olmanın tadını alamaz. Hayatının tadını almak
isteyen, varlığının farkında olmak isteyen akıllı kimseler, Allah’ın kendilerine
sunduğu bu kulpa tutunmak zorundadırlar.
Mü'minlerin Velîsi olan Allah, onlar
adına aldığı kararlarla, onlara gönderdiği kulluk kitabıyla, onları
karanlıklardan, küfür, şirk, cehalet, hevâ ve heves, terbiyesizlik, ahlâksızlık
ve nankörlük karanlıklarından, şüphelerden, tereddütlerden, vesveselerden
aydınlığa çıkarır.
Allah, kendisini velî kabul eden,
velâyetini Allah’a teslim eden, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden,
yâni iradesini Allah’a teslim eden, Allah’ın kendisi adına aldığı kararlara
teslim olup, hayatını onun kulluk maddelerine göre düzenleyen mü'minlerin
elinden tutar. Onları zulmetlerden, karanlıklardan çıkarır, dosdoğru yolda, hem
dünyada hem de ukbâda onları sonsuz mutluluğa erdirir.
“Kâfirlerin velîleri de tâğutlardır. O
Tâğutlar da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar
cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.”
Kâfirlerin velîleri de tâğutlardır.
Kâfirlerin karar alma mercileri tâğutlardır. Onlar da hayatlarında tâğutları
karar verme makamına oturturlar ve bu tâğutların kendileri adına aldığı
kararları uygulamaya başlarlar. Bunlar aslında kendilerini yaratan ve gerçek
velîleri olan Allah’ın sapasağlam kulpuna, dinine, kitabına ve kendileri adına
aldığı kararlara sımsıkı sarılarak tüm tâğutları inkâr etmeleri gerekirken,
ta-mamen aksini yapmışlar, tâğutları velî bilmişler, onların arzularına, onların
kanunlarına boyun bükmüşler ve onlara kulluk yapmaya karar vermişlerdir.
İşte bu kâfirlerin velîsi olan tâğutlar
da, velâyetleri altında bulunan kulları adına onlara danışmadan, aldıkları
kararlarla onları nûrdan, hidâyetten, aydınlıktan, İslâm’dan, huzurdan, sükûndan
koparıp, türlü türlü karanlıkların kucağına götürüp
atmışlardır.
Allah’a kulluktan kaçan, Allah’ın
velâyetini kabul etmeyen insanların başına kuzgun gibi tâğutlar çöker ve
zorlamayla, dayatmayla hile ve aldatmalarla onları her taraflarından kıskıvrak
bağlar, ağlarına düşürürler. Yularlarını ellerine alırlar ve onların velîleri
olurlar. Onları nûrdan, imandan, İslâm’dan, Allah’a kulluktan,
yaratılışlarından, fıtratlarından, insanlıklarından, doğru yoldan çıkarıp
karanlıklara, küfre, inkâra, ilhada ve karanlıklara sürüklerler. Gidilmeyecek
yollara sürüklerler onları.
Çünkü tâğutlar aydınlık yolları
sevmezler. Aklı, ilmi, düşünceyi fesada verirler. Ahlâkı ve fıtratı bozarlar.
Peşlerine taktıkları kullarını belâların kucağına taşırlar. Boyunlarındaki ipin
ucunu, o ipin de, kendilerinin de sahibi olan Allah’a vermeyerek kendi ellerinde
tutmak isteyen, ya da onu boşlukta tutmak isteyen herkesin iplerini ellerine
alırlar ve onları kendilerine kul-köle edinirler.
İnsanlar güya Allah’a kulluktan
kaçarken, bu defa tâğutların kulu-kölesi olurlar. Allah’ı inkâr eden, velâyetini
Allah’a vermeyen kişi, binlerce tâğutun kulu olur. Bir tek Allah’a kulluktan
kaçarken pek çok tâğuta kulluk yapmaya razı olur. Meselâ Allah’a kulluktan kaçan
kişi, evvela kendisini Allah’a kulluktan koparıp ayaklarını kaydırmak için
fırsat kollayan şeytanın kulu durumuna düşer. Sonra onu Allah’ın arzularından
koparıp, kendi arzu ve şehvetlerinin kulu, kölesi durumuna düşürmek isteyen
nefsinin kulu durumuna düşer. Daha sonra başkaları, karısı, babası, anası,
çocukları, akrabaları, kavmi, kabilesi, milleti, devleti, politik ve dini
liderleri, ağası, patronu, çevresi, âdetleri, töreleri, modası ve daha yüzlerce
tâğutun kulu-kölesi durumuna düşecektir.
Görüyoruz işte Allah’ın velâyetini
kabul etmeyen insanlar bir tek Allah’a kulluktan kaçarken, yığınlarla tâğutun
kulu, kölesi olmuşlar. Kimisi Şeytanın, kimisi nefsin, kimisi modanın, kimisi
şehvetlerinin, kadının, âdetlerin, törelerin, kanun koyucuların, çevrenin,
ağalarının, patronlarının kulu, kimisi bu âlemde sebepler nizamı üzerinde galip
ve müessir zannettikleri, zarar ve felâketler anında kendilerinden medet
bekledikleri, kendilerine sığındıkları, kendilerini kurtarıcı olarak bildikleri
kimselerin kulu. Yâni güya bir tek Allah’a kulluktan kurtulup özgürlüğe
kavuşacaklarını zanneden bu insanlar, boyunlarına pek çok varlığın kulluk
iplerini takmışlar ve onların çektikleri yere gitmek zorunda kalmışlardır.
Hepsini aynı anda razı etmek zorunda kalmışlar, kalpleri parça parça olmuş,
burunlarına vurulmadık zincir kalmamış, zillet ve meskenetin esfeline düşmek
zorunda kalmışlardır.
Öyleyse Allah dışındaki tüm tâğutları
inkâr edip, hayatımızda onlara karışma alanı bırakmayıp, boyunlarımızdaki kulluk
ipinin ucunu sadece Allah’ın eline verip, sadece Rabbimizi Velî kabul etmek
zorundayız. Sadece Allah’ı Velî kabul edip, kulluğumuzu sadece Allah’a yapıp,
Allah’ın bizim adımıza aldığı kulluk maddelerine sımsıkı sarılıp bu
karanlıklardan kurtulmak zorundayız. Bundan başka çaremiz de yoktur.
Bu âyet-i kerîmesinde Rabblerinin
velâyetinden çıkıp kendilerine Allah berisinde bir takım velîler bulup onların
himayesine girmeye çalışan insanlara deniyor ki, “onların hesaplarını Allah
tutmaktadır.” Onların sicillerini, amel defterlerini tutan Allah’tır. Onların
yaptıklarının hesabını soracak olan Allah’tır. Bu nedenle, “ey Peygamberim! Sen
onların üzerlerine vekil değilsin. Yâni bu insanların kaderleri senin elinde
değildir. Bu insanların kalplerine hükmeden sen değilsin ki onları hemen bu dine
kazandırasın. Bu insanların kaderleri senin elinde değil ki, sana karşı gelen bu
insanların hemen defterlerini dürüp onların işlerini bitiriveresin.”
Rabbimiz burada peygamberin konumunu ve
fonksiyonunu belirlemektedir. Ama bu hitabın peygamberden çok onun muhataplarına
olduğunu anlıyoruz. Yâni bilesiniz ki, “ey insanlar, Allah’ın elçisinin elinde
bile bir şey yoktur. Hal böyleyken sizin hayatınızda etkili zannettikleriniz,
Allah berisinde kendilerini velîler edindiğiniz, hayatınıza karışma yetkisi
verdiğiniz bu varlıklara da ne oluyor? Sizin Allah berisinde keramet sahibi
zannettikleriniz, Allah yanında kendilerinde güç ve kuvvet var zannedip
kendilerine dua edip imdadınıza çağırdığınız, kendilerine sığınmaya çalıştığınız
bu varlıklar da ne oluyor?” denmektedir.
Cahiliye toplumlarında ruhanîlerin,
ruhanî liderlerin kendilerine karşı çıkan, kendilerine isyan eden insanları bir
anda mahvedecekleri şeklinde yaygın bir inanış vardı. Öyle ki, bu kişilerin
öldükleri zaman bile kendilerine saygısızlık eden kimseleri mahvedeceklerine
inanılırdı. Hattâ hayatlarında pek fazla etkili olmayan bu insanların, öldükten
sonra kınından sıyrılmış bir kılıç kesildiğine inanılırdı. Nitekim bugün de
hayatları boyunca bu tür sapıklıklara asla iltifat etmeyen nice sâlih kişileri,
ölümlerinden hemen sonra bazı kurnaz müritleri, onların isimleri ve kemikleri
üzerinde çok kârlı bir ticaret kurmuşlardır. Yok şöyle uçarlardı, böyle asar
keserlerdi filan. İşte tüm bu bâtıl inanışları kökünden kazımak için, yeryüzünde
en üstün yaratığı peygamberi hakkında bile Rabbimiz buyurur ki:
“Ey Resûlüm! Muhakkak ki sen
benim elçimsin. Seni insanların hayatına karışma, onlara vahiy gönderme
konusunda odak nokta seçtim. Seni vahiyle şereflendirdim. Ama senin görevin
sadece insanları doğru yola eriştirmektir. Onların kaderleri ve kısmetleri senin
elinde değildir. İnsanların geleceklerini sen belirlemiyorsun. İnsanların
amellerinin karşılığını vermek senin elinde değil, sadece Allah’a aittir. Onları
koruyan Allah’tır, sen değilsin. Onları doyuran Allah’tır, sen de-ğilsin. Onları
hidâyete ulaştırmak sana değil, Allah’a aittir. Onların kalplerine etkili olan
Allah’tır, sen değilsin. Kalplerine hükmedip onları doğru yola getirecek olan
Allah’tır, sen değilsin.” İşte peygamberin fonksiyonu budur. Bakın En’âm
sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“De ki: “Sizin acele istediğiniz şey
benim elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş olurdu.” Allah zulmedenleri
en iyi bilendir.”
(En’âm 58)
Evet, sizin acele istediğiniz azap da
benim elimde değildir. Eğer sizin acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı,
çoktan sizin işinizi bitirmiş olurdum. Burada Rabbimiz,
risa letle ulûhiyeti, kendisiyle
peygamberini ayırıyor. “Peygamber sizin gibi bir beşerdir, bu nedenle peygamberi
Allah makamında görmeye ve Allah’tan istemeniz gereken bir şeyi peygamberden
istemeye kalkışmayın,” diyor. Hani az evvel insanların insanları yardıma
çağırdıkları, insanların insanlara dua ettikleri, insanların insanlardan bir
şeyler istedikleri anlatılmıştı ve bunun bir şirk olduğu ortaya konmuştu ya,
bakın burada da Rabbimiz peygamberden bile bir şey istenmemesi gerektiğini
anlatıyor. Bunun için de peygamberine diyor ki, “Peygamberim! Sen onlara de ki:
“Sizin acele tarafından istediğiniz azap benim elimde değildir. Ben İlâh
değilim, ben sizin gibi bir beşerim. Ben ancak bir elçiyim. Sizin istediğiniz
azabı göndermeye benim gücüm yetmez, bu benim işim değil, onu ancak Allah
gönderir. Eğer benim buna gücüm yetseydi, o zaman benimle sizin aranızdaki işi
hemen bitirirdim, sizin defterinizi dürerdim.”
Bir peygamber bile böyle derken, adam
diyor ki, “eğer bizim efendi elinin tersiyle bir iterse onların işi bitiverir.
Onun gazabına uğrayanın, onun gözünden ve gönlünden düşenin parçası bile
bulun-maz.” Garip şeyler bunlar. İşte görüyoruz birilerini yok etmeye,
birilerine azap göndermeye Allah’ın peygamberinin bile gücü
yetmiyor.
7. “Ey Muhammed! Böylece şehirlerin
anası olan Mekke’de ve çevresinde bulunanları, şüphe götürmeyen toplanma günü
ile uyarman için, sana Arapça okunan bir kitab vahy ettik. İnsanların bir takımı
cennete, bir takımı da çılgın alevli cehenneme
girer.”
Rabbinizden size hayat programı olarak,
hayatınıza karışmak üzere indirilen bu Kur’an, Arapça olarak indirilmiştir. Yâni
sizin anlayabileceğiniz bir dilde, ana dilinizde bu kitabını göndermiştir. Onda
anlaşılmayacak bir kapalılık asla yoktur. Zira bu kitabı kendisine indirdiğimiz
peygamber, onunla şehirlerin anasının ve diğerlerinin, yâni onun çocuklarının
halkını ve onun çevresindeki beldelerin halkını uyarsın diye bu kitabı, onun da,
onların da anlayabilecekleri bir dilde gönderdik. Yâni nerede bir şehir
oluşmuşsa, nerede insanlar toplanıp bir şehir oluşturmuşlarsa, hem oradaki
insanları, hem de onun çevresindeki beldelerin insanlarını uyarması için bu kitabı gönderdik. Demek ki insanlar
bu kitapla uyarılacaktır.
Bir başka anlayışa göre, Ümm’ül Kurâ,
Mekke şehridir. Şehirlerin en şereflisi ve anasıdır. Çünkü orada Allah’ın evi
Beytullah vardır. Çünkü orada makam-ı İbrahîm vardır, yeryüzünün en şerefli
insanı Allah’ın Resûlü orada zuhur etmiştir. İşte böyle şerefli bir beldenin
halkı ve onun civarındaki tüm şehirler, tüm beldeler onunla uyarasın diye bu
kitabı Arapça bir kitap olarak indirdik. Uyarılacaklar anlatıldıktan sonra,
uyarının konusu da anlatılıyor. İnsanları, geleceği konusunda hiçbir şüphe
olmayan ve kesin gelecek olan o korkunç günden, hesapları kitapları görülmek
üzere tüm insanlığın, tüm mahlukâtın Rabblerinin huzurunda toplanacakları o
hesap gününden insanları korkutsun, o gün konusunda dikkatli davranmaya sevk
etsin diye bu kitabı gönderdik, diyor Rabbimiz.
O gün
insanlardan kimileri cehenneme akarken, kimileri de cennete uçacaktır. Kimileri
yaptıklarının cezasını çekmek üzere cehenneme yuvarlanırken, kimileri de
yaptıkları güzel amellerinin mükâfatını dermek üzere cennete uçacaktır. O gün
insanlardan kimileri mutlu, kimileri de bedbahttır. Kâfirler cehennemde,
mü'minler de cennettedirler. Yâni bu kitabın uyarısı, bu peygamberin uyarısı iki
sonuç verecek. Kimileri onun uyarısına müspet cevap verecek ve sonunda cennete
gidecek; kimileri de bu kitabın ve peygamberin uyarısına aldırış etmeyerek,
kitapla ve peygamberle diyalog kurmayarak, cehenneme yuvarlanacaktır.
8. “Eğer Allah dilemiş olsaydı hepsini
bir tek ümmet yapardı. Ama, O, rahmetine dilediğini kavuşturur. Zalimlerin ise
bir dost ve yardımcısı olmaz.”
Allah dileseydi herkesi peygamber
yapardı, herkesi peygamber gibi yapardı. Burada iki konuya dikkat çekiliyor:
Birincisi Rabbimiz burada peygamberini teselli ediyor. Rasûlullah’ın bunca
çabasına rağmen, Mekke müşriklerinin küfürlerinde, şirklerinde, cehalet ve
sapıklıklarında direnmeleri, hakkı kabule yanaşmamaları karşısında peygamberinin
üzülmemesi gerektiğini anlatıyor. “Peygamberim! Ol-muyor, olmadılar diye, bu
adamlar bunca çabalarıma rağmen istenilen noktaya gelmiyorlar diye niye üzülüp
kendi kendini harap ediyorsun? Eğer senin Rabbin dileseydi, bu insanların
hepsini bir tek ümmet yapardı. Bunların tamamını hak din üzerinde toplar,
tamamını Müslüman yapar, mü'min yaratırdı. O zaman kitap ve peygamber göndermeye
de gerek kalmazdı.” Bu hususun Bakara’da şöyle anlatıldığını
görüyoruz:
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü hak
bâtıldan ayrılmıştır.”
(Bakara 256)
1. Dinde zorlama yoktur, yâni
insanların bu dine girmeleri konusunda zor kullanmak
yoktur.
2. Dinden çıkma konusunda zorlama
yoktur. Zor kullanarak, bu dine girmiş insanları dinden çıkarmak, mürted yapmak
da yoktur. ehl-i kitap ve kâfirler, şu anda insanları dinlerinden çıkarmak için
zorlamaktadırlar. Allah bu âyetiyle onların bundan vazgeçmelerini, insanları din
eğitiminden mahrum bırakarak, ya da İslâm’ı yanlış tanıtarak, ya da İslâm’la
insanların arasına barikatlar koyarak insanların bu dinle tanışmasını
engellemekten vazgeçmelerini emretmektedir.
3. Dinde, dinin ruhunda zorlama yoktur.
Yâni sadece dine gir-me çıkma konusunda değil, bu dinin esasında hiçbir zorlama
yoktur. Zira bu dinin konusu zorunlu fiiller değil, gönle ve isteğe bağlı
fiiller ve davranışlardır. "İslâm dininde zorlamanın sonucunda yapılan amellere
sevap verilmez," hadisi bunu anlatır. Zorlama ile iman da, itikat da caiz
değildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek imana, iman den-mez. Zorlamanın
sonucu kabul edilen bir iman, Allah’ın istediği bir iman değildir. Aynen bunun
gibi, zoraki kılınan namaz, namaz değildir, zoraki tutulan oruç, oruç değildir.
Çünkü zorlanma, bir kişinin hoşlanmadığı halde, kalben inanmadığı halde bir şeyi
tehditle ve zorla yamasıdır.
Halbuki bu din, hoşlanılmayacak
bir din değildir. Bu din insanlara anlatıldığı zaman herkesin gönül rahatlığıyla
kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda insanları zorlama hakkı sadece Allah’a
aittir. Yâni yaratıklarını, kullarını bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a
aittir. Nitekim Allah kimi kullarını da buna zorlamıştır. Semâvât, arz, ay,
güneş, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar, melekler, hepsinin boyunlarındaki ipin
ucu doğuştan Allah’ın elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı
isyan etme imkânları yoktur. Allah’a kafa tutma imkânları yoktur. Bunlar zoraki
kuldurlar, başka şansları yoktur.
Ama insanlar için Allah bunu murad
etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu kılmamıştır Rabbimiz. Bakınız bu
hususu Rabbimiz başka bir âyetinde şöyle anlatır:
“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim
varsa hepsi toptan iman ederdi. O halde sen mü'min olsunlar diye insanları
zorlayacak mısın?”
(Yunus 99)
O halde din, dine girme konusunda hiç
kimse zorlanmamalıdır. Çünkü zorlanan bir kimsenin açığa vuracağı iman, Allah
katında makbul bir iman değildir. Ama şurası da unutulmamalıdır ki, böyle bir
zorlamanın sonucu da olsa “ben iman ettim” diyen kişiye: “Sen bunu korktuğun
için söylüyorsun! Sen aslında kâfirsin!” demek caiz değildir. Böyle bir iman
iddiasında bulunan kişi için şüphe ortadan kalkacak kadar beklenir, ona kâfir
muamelesi yapılmaz; imanını açığa vurup amellerle ispatlayacak kadar beklenir.
Eğer bu süre içinde amellerle imanını ispatlarsa mü'min, değilse kâfir kabul
edilir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu ve
benzeri âyetlerde, Rabbimiz peygamberini ve onun yolunun yolcuları olan bizleri
teselli ediyor ve bizlere yol gösteriyor. Diyor ki, “ey peygamberim ve ey
peygamber yolunun yolcuları! Sakın bu insanlar yola gelmiyorlar, hakkı kabule
yanaşmıyorlar diye kendi kendinizi yiyip bitirmeyin! Bu, Allah için zor bir şey
değildir. Eğer Allah dileseydi onların tamamını hak üzere toplayıverirdi. Diğer
varlıklar gibi onların da boyunlarındaki ipin ucunu eline alıverirdi de,
hiçbirisi Allah’a kafa tutamazdı. Ama Allah böyle mu-rad etmiş, onlara irade
vermiştir. İradelerini iyiye kullananları rahmetine sokacak, zalimleri de
rahmetinden ve hidâyetinden mahrum bırakacaktır.”
Bazı insanlar, dün de, bugün de bu
konuda yanlış bir mantık yürüterek dini reddetme cüretinde bulunmuşlardır. Şöyle
diyorlar: “Efendim eğer Allah gerçekten bu kâfirlerin iman etmelerini, hidâyet
üzere olmalarını istemiş olsaydı, yâni bizi kendi başımıza bırakmayıp da
gerçekten bizim hayatımıza, insan hayatına karışmış olsaydı, gerçekten kitap,
vahiy, peygamberler göndererek bizim hayatımıza karışmayı murad etmiş, bizden
bir şeyler istemiş, bize emirlerini gönder-miş olsaydı, Allah böyle kitaplar ve
peygamberler göndererek dolambaçlı yolları seçmezdi. Herkesi Müslüman olarak
yaratır, diğer mahlukât gibi bizim de boyunlarımızdaki ipin ucunu doğuştan eline
alıverir veya semâvât ve arza dediği gibi "Müslüman olun!" "Teslim olun!" der,
işi bitirirdi. Böyle demediğine, böyle yapmadığına göre, Allah bizden bir şey
istemiyor. Allah bize vahiy göndermiyor da, kendilerinin peygamber olduklarını
iddia eden kimi insanlar bizi aldatıyor,” diyor-lar. “Allah vahiy göndermez,
Allah hayata karışmaz, O bizi kendi hali-mize bırakmış ve nasıl bilirseniz
öylece yaşayın demiştir,” diyorlar.
“Eğer şu anda bizim
yaptıklarımızdan, bizim yaşadığımız hayattan Allah razı olmasaydı, bize böyle
razı olmadığı bir hayatı yaşama imkânı vermezdi. Bize bu hayatı yaşama imkânı
verdiğine, bizi yaptıklarımız konusunda durdurmadığına, böyle bir hayatı yaşayan
bizleri hemen cezalandırmadığına, bu hayatımızdan dolayı bizleri helâk
etmediğine göre, demek ki Allah bu yaptıklarımızdan razıdır,” di-yorlar ve böyle
bâtıl bir mantıkla İslâm’ı, vahyi ve
peygamberi reddet-meye çalışıyorlar. Rabbimiz, onların bu sapık
mantıklarını reddetmek üzere buyurur ki, “eğer Allah dilemiş olsaydı hepsini tek
bir ümmet yapardı. Yâni hepsini zoraki mü'min yapardı.” Ancak Allah öyle murad
etmemiş, insanlara irade vermiş ve bu iradelerini İslâm’dan yana, imandan yana
kullananları rahmetine ulaştırmış, aksini yapanları da dostsuz ve velîsiz
bırakmıştır. İşte bu âyetiyle Rabbimiz bu hususu anlatır.
Bir de bu âyetiyle Rabbimiz, mü'minlere
İslâm’ı tebliğ ederken karşılarındaki muhataplarının hemen etkilenip Müslüman
olmayışları, hemen istenilen noktaya gelmeyişleri karşısında ümitsizliğe
düşmemeleri konusunda uyarıda bulunur.
9. “Demek onlar Allah’tan başka velîler
edindiler? Oysa velî, Ancak Allah'tır. O, ölüleri diriltir. Her şeye
kâdirdir.”
Tüm kâinatta velî sadece Allah iken,
onlar Allah’ı bırakıp onun dışında kendilerine velîler bulup, onların koruması
altına girdiler. Halbuki yaşatan, hayat veren, dirilten ve öldüren Allah’tır.
Tüm bu konularda yetkili başka varlık yoktur. Velî kavramıyla alâkalı sûrenin 6.
âyetinde yeterince bilgi vermiştik, burada bu kadarla iktifâ
edeceğiz.
10. “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir
şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir. İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O’na
güvenirim ve O’na yönelirim.”
İşte bu, Allah’ın kâinatta yegâne velî
oluşunun ispatıdır. Zira velî olanın hakim, hükmedici, ilim ve hikmet sahibi
olması gerekmektedir. Kulları adına onlara danışmadan tek taraflı aldığı
kararların tamamında, mutlak isa bet sahibi olması gerekmektedir.
Kulları adına kararlarını alırken de hiç kimsenin etkisi altında kalmayacak
biçimde azîz, güç ve kuvvet sahibi, mutlak hâkimiyet sahibi olması
gerekmektedir. Allah’tan başka hiç kimsede bu sıfatlar bulunmadığına göre, velî
sadece Allah’tır.
Velî, Allah olduğuna göre, elbette
velâyeti altındaki kullarının aralarında ihtilâf ettikleri tüm konuları karara
bağlayan da, sadece O olmalıdır. Velî, Allah olduğuna göre, ihtilâfları O
çözmelidir. O’nun söylediği, her şeyi bitirmeli, her ihtilâfı sonuca
erdirmelidir. Velîniz Allah ise, o zaman ihtilâf konularınızın tümünü ona havale
etmelisiniz. “Bu konuda ne dersin ya Rabbi? Bu konuda nasıl buyurursun ya
Rab-bi?” demeli ve her konuda onun hükmüne müracaat etmelisiniz. O’-nun tarif
ettiği konularda da kalplerinizden en ufak bir tereddüt geçirmeden hemen teslim
olmalısınız. Değilse, problemlerinizin çözümünde kime müracaat ediyor, kime
başvuruyor ve kimin çözüm önerilerini öne alıyorsanız, bilesiniz ki, sizin
velîniz Allah değil, o müracaat ettiklerinizdir.
Kimileri,
insanların yeryüzünde ihtilâf ettikleri konularda Rab-bimizin en son sözü
söyleyip bu ihtilâfları bitirmesinin, kıyamette olacağını söylemeye
çalışmışlardır. Bunu doğrulayan âyetler vardır ama bu âyetler, bu işin dünyada
da olmaması anlamına gelmeyecektir. Çünkü Kur’an, hem dünyada, hem de âhirette
ihtilâflar konusunda karar vermeye yetkili, müracaat edilecek tek mercinin Allah
olduğunu söyler.
Binaenaleyh
Allah nasıl din gününün sahibi, din gününün mâli-kiyse, dünya gününün de sahibi
ve mâlikidir. Dünyada da Rabbimiz ahsenü’l-hâkimîndir. Âhirette son sözü
söyleyip, nasıl ki insanlardan hangilerinin hak yolda, hangilerinin de sapık
yolda olduklarını, kimlerin cehenneme yuvarlanması, kimlerin de cennete uçması
gerektiği konusunda hükmedecekse, aynen bunun gibi dünyada da hangi yolun hak,
hangi yolun bâtıl olacağına O karar verecektir. İnsanlar için neler helâldir,
neler haramdır? Hangi hukuk doğru, hangisi bâtıldır? Hangi kıyafet doğru,
hangisi yanlıştır? Hangi ekonomi anlayışı doğru, hangisi bâtıldır? Hangi hayat
programı cennete, hangisi cehenneme götürür? Bu konularda da hüküm verecek olan
Allah’tır.
İhtilâf ettiğiniz her konuda hüküm
verecek, onu hükme bağlayacak olan Allah’tır ve işte bu Allah benim Rabbimdir.
Ben sadece O’na güvenir ve tüm hayatımda O’na dayanırım. Tüm problemlerinde, tüm
kararlarımda, tüm hareketlerimde, tüm programlarımda, tüm güçlük ve
sıkıntılarımda Rabbime güvenir ve O’na dayanırım. Her konuda O’na müracaat
ederim. Tüm hayatımı O’na arz eder, O’nun yap dediklerini yapar, yapma
dediklerinden de yüz çeviririm. Tüm hayatımda O’na yönelir, sadece O’na sığınır,
tüm işlerimde yardımı O’ndan beklerim. Hidâyeti O’ndan bekler, ihtilâf ve
münakaşa konularında O’nun karar vermesini arzu eder, verdiği kararlara da
tartışmasız teslim olurum. Tüm problemlerimin çözümünde velîm olarak O’na
başvururum. O’na sığınır ve O’na yalvarırım. İşte bu, Allah’ı velî kabul
etmektir. Böyle yapan kişi, Allah’ı velî kabul etmiştir.
Velâyetinin bir başka ispatını, velî
oluşuna bir başka delili de Rabbimiz şöyle anlatır:
11. “Göklerin ve yerin yaratanı, size
içinizden eşler, çift çift hayvanlar var etmiştir. Bu sûretle, çoğalmanızı
sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir,
görendir.”
O Allah ki, gökleri ve yeri daha önce
onların örnekleri, benzerleri yokken yaratandır. Sonra kendi cinsinizden yâni
Adem oğullarından, insan cinsinden size eşler yaratan, kadın için erkek, erkek
için de kadın yaratan, aynı şekilde deve, sığır, koyun, ve keçiden istifade
edebilesiniz diye erkek ve dişi türler yaratandır. Onların sizin için çoğalıp
üremelerini sağlayan ve aynen onlar gibi sizi de doğum yoluyla çoğaltıp üreten
Allah’tır.
Eğer
Rabbiniz erkek ve dişiyi aynı anda yaratmasaydı, ne doğum, ne üreme, ne de
çoğalma olurdu. İşte bütün bunları yaratan Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur.
Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde benzeri yoktur. Zatı, sıfatları ve
fiilleri konusunda hiçbir şey Allah gibi değildir. Âyet-i kerîmedeki “misl”
kelimesinden anlıyoruz ki, mânâ, Allah’ın değil aynısını düşünmek, benzeri bile
yoktur demektir. Zâtı konusunda bu böyle olduğu gibi, sıfatları konusunda da
böyledir. O’nun sıfatlarına sahip hiç kimse yoktur. Fiilleri konusunda da kimse
O’na benzer olamaz. Yâni O’nun yaptıklarını yapacak yoktur. O’nun sıfatlarına
sahip olan yoktur. O işitendir, görendir. İşitmek, işittiğine icabet etmek
demektir. Allah, çağıranın çağrısını işiten, dua edenin duasını işiten ve onun
imdadına yetişen, ona anında icabet edendir. İbadet edenin ibadetini gören ve
kulluğunun karşılığını verendir. İşte velî olmanın bir başka şartı da budur.
Peki var mı yeryüzünde böyle birileri? Eğer varsa, tamam onları da velî kabul
edelim ve onların da koruması altına girmeye, onlara da kulluk yapmaya
çalışalım. Böyle birileri yoksa, o zaman sadece Rabbimizi velî bilip onun
velîmiz olarak bizim adımıza aldığı kulluk maddelerinin dışına
çıkmayalım.
12. “Göklerin ve yerin kilitleri
O’nundur. Dilediğine rızkı yayar ve isterse kısar, bir ölçüye göre verir.
Doğrusu O her şeyi bilendir.”
Göklerin ve yerin hazinelerinin
anahtarları Rabbimizin elindedir. Hazine adına, rızık adına gökte olanların da,
yerde olanların da anahtarları sadece O’nun elindedir. Hiç kimsenin elinin
değmediği, değemeyeceği, elinin erişemeyeceği, yâni kimsenin müdahale
edemeyeceği tüm rızıklar, tüm servetler O’nun elindedir. Şu anda ve yarın kim
neye sahip olmuşsa, olacaksa, her şeyi veren O’dur. Dilediklerine rızkı
genişletir, bol bol verir, dilediklerine de kısıverir. Çünkü O, her şeyi
bilendir. Kime ne kadar vereceğini, kime ne kadar kısacağını bilendir. Rızkı
takdir eden O’dur. Hikmet sahibidir O. Hikmeti gereği yapar bu taksimi. O’nun
ilmi her şeyi kuşattığı için, bir kulu için zenginliğin mi, yoksa fakirliğin mi
hayırlı olduğunu en iyi bilen O’dur. Bol vermesinde de, az vermesinde de mutlaka
bir hikmet ve hayır vardır.
Öyleyse bu konuda O’na akıl
vermeye, ona yol göstermeye gerek yoktur. “Ya Rabbi bana şu kadar vermeliydin!
Beni şununla imtihan etmeliydin! Ben buna lâyıktım! Beni şununla imtihan
etseydin, ben mutlaka imtihanı kazanırdım!” diyerek O’na karşı gelmenin anlamı
yoktur. Çünkü Rabbimiz, kime ne kadar vereceğini çok iyi bilendir.
Bu konuda endişeye de gerek yoktur.
Rabbimiz, tüm varlıkların rızkını veren ve bunu teminat altına alandır. Bana
ayırdığını yanlışlıkla hiçbir zaman başkalarına vermeyecek kadar bilgi ve hikmet
sahibi, başkalarına ayırdığını da çatlasam patlasam da, sadece gündüz değil,
geceleri de çalışıp çabalasam da asla bana vermeyecek kadar âdil bir
Allah’tır.
Madem ki tüm rızıklar O’nun elindedir,
madem ki herkesin rızkını veren ve teminat altına alan O’dur, madem ki rızık
konusunda tüm insanlar O’na muhtaçtır, o halde bu insanlar neden Rabblerini
bırakır da onun berisinde kendilerine velîler bulmaya çalışırlar? Neden
Rabblerinin kendileri adına gönderdiği hayat programından yüz çevirirler de,
kendileri gibi rızka muhtaç insanların kanunlarına itaatten ya-na olmaya
çalışırlar? Neden ihtilâf ettikleri konularda Rabblerinin hük-müne müracaat
etmezler? Neden Rabblerinin kitabına başvurmazlar da başkalarının hükümlerine
başvururlar. Rızık konusunda O’na yönelen, O’nun arzında yaşayan, O’nun havasını
tüketen, O’nun suyundan istifade eden, O’nun arzında yaşayan, O’nun verdiği
âzâları kullanan bu insanlar, hayat programı konusunda neden O’nunkinden ya-na
olmuyorlar?! Neden O’nun kitabından habersiz yaşamaya çalışıyorlar?! Neden O’nun
peygamberiyle diyaloga yanaşmıyorlar?!
13. “O size dinden Nuh’a tavsiye
ettiğini, sana vah-yettiğimizi, İbrahîm’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi
şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa
düşmeyin. Fakat kendilerini çağırdığın bu şey, Allah’a
şirk koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve O’na yöneleni
kendisine iletir.”
İşte Rabbimiz, bu bilgisi ve hikmeti,
bu hâkimiyeti gereği sizin için bir şeriat koymuş, sizin için bir yol tayin
etmiştir. Sizden önceki peygamberlere, Nuh’a, İbrahîm’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya din
olarak, şeriat olarak emrettiği şeyleri, size de açıklayıp kanun yapmıştır.
Peygamberlere ve onların toplumlarına yasa olarak belirlediğimiz, yapın ve
yapmayın diye buyurduğumuz şeyleri, sizin için de kanun yaptık, diyor Rabbimiz.
Burada zikredilen bu peygamberler, ulü’l-azîm peygamberlerdir; Rabbimiz her
birisine yeni bir şeriat vermişti. Öteki peygamberler ise, bunların şeriatlarını
tebliğle görevlendirilmiş peygamberlerdir.
“O peygamberlere, hak dinin, İslâm
dininin emir ve yasaklarını yerine getirin! Bu hususlarda ayrılığa düşmeyin,”
diye emrettik. Yâni Hz. Adem’den bu yana tüm peygamberlere gönderilen bu dinin
asılları, Allah’ın varlığı ve birliği, sadece Allah’a ibadet, kitaplarına,
peygamberlerine ve âhiret gününe iman konusunda tefrikaya düşmeyin ve onu
koruyup yaşatın, diye emrettik.
Rabbimiz, “öncekilere yaptığımız gibi
sizin için de bir şeriat koyduk,” buyuruyor. Şeriat, takip edilen yol, üzerinde
yürünülen hayat programı, uyulması gereken anayasa demektir. "Teşrî" anayasa,
"şâ-rî" de yasa koyucu demektir. Şârî, yâni yasayı koyan Allah’tır ve Allah’ın
koyduğu bu yasanın adı da şeriattır. Bundan önceki âyetlerde, kâinatta yegâne
velînin Allah olduğu, kulları adına karar verme, ihtilâfları halletmesi ve
hükmetmesi konusunda tek mercinin kendisi olduğu anlatılmıştı. İşte burada da
Rabb, İlâh, velî ve hakim olarak koyduğu anayasadan söz ediyor. Sonra da diyor
ki, “dini ikâme edin, dini ayağa kaldırın.”
Din, bir hayat programı, bir
yaşam biçimidir. Din, bir toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar manzûmesidir.
Bu mânâda komünizm de, kapitalizm de, sosyalizm de, demokrasi de bir dindir.
Bunlar, insanların ortaya attıkları bâtıl dinler ve sistemlerdir. Kâfirun
sûresindeki, "De ki: Ey kâfirler! Sizin dininiz sizin benim ki de benim olsun!"
âyeti bunu anlatır. Rabbimiz önce, “ey kâfirler” dedi, sonra da “sizin dininiz
sizin olsun,” dedi. Kâfirin dini olur mu ki Rabbimiz böyle dedi? Elbette dinsiz,
yâni kanunsuz, yolsuz sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir. Bunun
mânâsı, sizin kanunlarınız, sizin sisteminiz sizin olsun, benimki de benim olsun
demektir.
Yine Yusuf sûresinde: "Kralın
dinine göre kardeşini alıkoyması Yusuf’a yakışmazdı" âyet-i Kerîmesinde
anlatılan kralın dininden maksat da, kralın sitemi ve o toplumda yürürlükte
bulunan kralın ceza kanunlarıdır. Öyleyse Allah kanunlarını, Allah yasasını,
Allah’ın ceza kanunlarını uygulayan toplum, Allah’ın dinindedir; başkalarının
kanunlarını, başkalarının ceza yasalarını uygulayan toplum da, kanunlarını
uyguladığı kimselerin dininde ve onların kulu olmuştur.
Kur’an’ın başka bir sûresindeki,
“Dikkat edin hâlis (katışıksız)
din Allah’ın dinidir.”
âyeti de bunu anlatır.
Başkalarının dini de vardır ama onlarınki katışıklı bir dindir. Yâni hayatın
bazı bölümlerine Allah karışır ama öteki bölümlerine de başkalarının kanunları
karışır.
“Allah katında gerçek din,
Allah’ın dinidir.”
âyetinde de ifade edildiği gibi,
hayatın tümüne karışan din Allah’ın dinidir.
Allah diyor ki, “dini ayağa kaldırın,
dini ikâme edin.” Yâni toplum hayatının her bir biriminde Allah’ın dini hakim
olsun. Hukukta, ekonomide, siyasette, kılık-kıyafette, eğitimde ve hayatın her
bir kade-mesinde Allah’ın arzuları hakim olsun. Bundan anlıyoruz ki, Allah’ın
dinini, Allah’ın bu şeriatını sadece yaşamak, onu başkalarına tebliğ etmek
yetmemektedir. Ayrıca onu ayağa kaldırmak, toplumda o kuralları uygulamaya
koymak zorundayız.
Bir adam için, o devletini kurmuştur,
hükümetini ikâme etmiştir demek, o kişinin sadece kafasındaki devlet modelini
çevresine anlattığı ve halkın da onun kafasındaki bu hükümet modelini beğendiği
anlamına gelmez. Ya ne anlama gelir bu? O kişi, bulunduğu ortamda, kafasındaki
hükümet modelini bütün kurumlarıyla işletmeye başlamış, o ülkedeki toplum, onun
yasalarına tâbi olmuş, mahkemeler kurulmuş, idarî kurumlar onun emrine bağlı
olarak işlemeye başlamış demektir. İşte ikâme bu anlamdadır. Nitekim Rabbimiz,
"namazı ikâme edin" buyurur. Bu emirden sadece namaza çağrıda bulunmak ve onu
insanlara tebliğ etmek anlaşılmaz. Bu emirden, namaz ortamı hazırlamak, namazın
önündeki barikatları kaldırmak ve tüm mü'minlerin, bütün şartlarına uygun bir
biçimde namazı kılmaları ve toplumda uygulamaya başlamaları anlaşılır. Öyleyse
dinin ayağa kaldırılması da dinin tam anlamıyla toplumda uygulanmasını, toplumun
her alanında dinin emirlerinin geçerli olmasını, dinin bütün kurumlarıyla
birlikte yaşanmasını, hayatın her kademesinde hakim olmasını ve toplumun
karşılaştığı her problemin dinin emirleri istikâmetinde çözümlenmesini sağlamak
anlamına gelecektir.
Bu âyet-i kerîmeden peygamberlerin şu
iki vazifeyle görevlendirildiklerini anlıyoruz:
1. Allah’ın dininin hakim olmadığı
toplumlarda Allah’ın dinini hakim kılıp ayağa kaldırmak,
2. Eğer toplumda Allah’ın dini hakimse,
onu ayakta tutmaya devam etmektir. Peygamber yolunun yolcusu olan bizler de işte
bu iki görevle görevliyiz, demektir.
Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki, mutlak
sûrette hayata hakim kılınsın, toplumun hayatında uygulanarak ayağa kaldırılsın
diye Rab-bimizin elçilerine ve onlar vasıtasıyla bize gönderdiği din, tüm
peygamberlerde aynı dindir. Bu peygamberlerin şeriatlerinde farklılıklar olsa
da, temelde dinleri aynı dindir. Bu dinin adı İslâm’dır, hepsinin adı
Müslümandır ve hepsinin dini temelde aynı dindir. Rabbimiz, hepsine de bu dini
hakim kılıp ayağa kaldırmayı emretmektedir.
Eğer bu dinin şeriatı, bu dinin
yasaları, bu dinin emirleri hayata hakim kılınıp toplumun tüm problemleri onunla
çözümlenecek hale getirilmezse, ya da insanlar bu dine inanır, ama o dinin
şeriatı reddedilecek olur, yâni dine inanılır ama onun hükümlerinin uygulanması
reddedilecek olursa, o zaman Allah korusun St. Paul’un şeriatsız bir din ortaya
koyarak Hz. Îsâ’nın dinini ortadan kaldırdığı ve de Hz. Îsâ-nın ümmetini sonunda
dinsiz bıraktığı gibi, bu din de, bu dinin mensupları da yok olup gidecektir.
Şeriat, dinin hayatta uygulanma şeklidir. Hayatta uygulanmayan bir din de, yok
olmaya mahkum olacaktır. Bu dinin mensupları olduklarını iddia eden Müslümanlar
da, sonunda bu dinin sadece vicdanlara hapsedilen, hayatta uygulanırlılığı
olmayan bir takım kuru ahlâkî kurallar manzumesi olduğunu zannederek, hayatta
uygulanan başka dinler, başka şeriatlar, başka sistemlerin varlığını kabul
ederek dinleriyle ilgileri kalmayacaktır.
İşin acısı, Müslümanlar olarak
kendilerini izâfe ettikleri din de Allah’ın dini olmaktan çıkacaktır. Zira
Allah, âyet-i kerîmesinde son derece açık bir biçimde, “benim dinimi ikâme edin,
benim dinimi uygulayarak ayakta tutun,” diye buyurur. Uyguladığınız, hayatınıza
hakim olan din benim dinimdir. Değilse sizler benim dinimde değil, başkalarının
dinindesiniz demektir.
Dinin ikâmesini emrettikten sonra,
Rabbimiz hemen arkasından, “Dinde ayrılığa düşmeyin” veya “dini parçalamayın” buyurmaktadır.
Dinde ayrılığa düşmek, birkaç şekilde olabilir: Din içinde yeni bir takım
görüşler ortaya atarak, kendi görüşlerinizi din kabul ederek, o konuda sizden
farklı düşünenleri tekfir ederek dinde ayrılığa düşmeyin. Ya da dinde olmayan
bir şeyi dine izâfe ederek, bid-atı dinmiş gibi algılayarak, dine ondan olmayan
bir şeyleri ilave ederek veya bunun tamamen aksine dinde olan, dinin aslından
olan bir hükmü, bir bölümü dinden çıkararak, ya da dinin açık bir hükmünü, açık
bir nassını dinin ruhuna uygun olmayan bir şekilde tevil ederek ya da dinin
herhangi bir bölümünü bayraklaştırıp, o bolümü gündeme getirip, o bölüme sarılıp
öteki bölümlerini görmezden gelerek Müslümanlar arasında fırkalaşmaya sebebiyet
vermeyin.
Veya dinde çok önemli bir bölümü,
bir hükmü, bir emri önemsemeyerek, ama mübah derecesindeki bazı hükümleri de
bunun aksine farz veya vacip telakki ederek, hattâ onları İslâm’ın en büyük
esasları kabul ederek ümmet arasında ayrılık çıkarmayın. İşte dinde ayrılık
böyle olur ve bu tür dine bozuk yaklaşımlardan dolayı, geçmiş ümmetler arasında
tefrikalar çıkmış, insanlar arasında çok çeşitli fırkalar oluşmuş ve
birbirleriyle amansız mücâdelelere tutuşan bu fırkalar, zamanla birbirlerinden
tamamen ayrılarak her biri müstakil birer din halini almıştır. Ne acıdır ki, bu
dinlere inanan insanlar bir zamanlar aynı dinin mensupları iken, ayrı ayrı din
mensupları olmuşlar ve tek bir dinden çıkan insanlar olduklarını zamanla
tasavvur bile edemeyecek hale gelmişlerdir.
Dinde ayrılığa düşmeyi yasaklayan
Rabbimiz, âyetin sonunda şöyle buyurmaktadır: "Peygamberim! Senin o müşrikleri
kendisine ça-ğırdığın şey onlara ağır geldi." Senin onları kendisine çağırdığın
tev-hid, onlara zor geldi. Senin onları dâvet ettiğin şirki terk ederek tevhide
yönelme, Allah’tan başkalarının dinlerini, Allah’tan başkalarının şeriatlarını
ve sistemlerini, kanunlarını uygulamaktan vazgeçerek sadece Allah’ın kanunlarını
ve dinini uygulama, yaşama ve doğrultma emri onlara ağır geldi. Sadece Allah’a
iman ve hayatın her kademesinde sadece O’na kulluk, sadece O’nu dinlemek, sadece
O’nu razı etmeye çalışmak, sadece O’nun hayat programını uygulamak o müşriklere
zor geldi. Ey peygamberim, senin bu dini açık ve net bir şekilde ortaya koyarak
hayatlarında Allah’a kulluk yapanlarla Allah’tan başkalarına kulluk yapanları,
Allah’ın dinini uygulamaya çalışanlarla Allah’tan başkalarının dinlerini,
Allah’tan başkalarının sitemlerini uygulamaya çalışanları açığa çıkardığın için,
bu müşrikler sana kızmaktadırlar.
Onlar diyorlar ki, “ne olacaktı
da böyle bizim hayatımızdaki bo-zuklukları netleştiriverdin? Niye şirkimizi
açığa çıkarıverdin? Bir toplumun hayatında hayat programı olarak sadece Allah’ın
dini olmalıdır, her konuda Allah’ın dini söz sahibi olmalıdır, hayatın her bir
kademesinde Allah’ın dini geçerli olmalıdır, katışıksız din sahibi olunmalıdır,
diyerek bizim bozuk düzen din anlayışımızı niye açığa çıkardın? Halbuki
rahatımız yerindeydi. Hem Allah’a kulluk ediyorduk hem de Allah berisinde
hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz bir kısım varlıkları, bir kısım insanları
dinliyorduk. Hem Allah’ı hem de öteki Rabblerimizi razı etmeye çalışıyorduk.
Hayatımızın bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıyor, geri kalan bölümlerinde de
öteki İlâhlarımızı söz sahibi kabul ediyorduk. Namaz, oruç, abdest gibi
konularda Allah’ı söz sahibi biliyor, Allah’ın dediklerini uyguluyor, hukuk,
eğitim, miras, kılık-kıyafet, ekono-mi, siyaset, ceza kanunları gibi konularda
da öteki Rablerimizi söz sa-hibi kabul ediyorduk.
Yâni hayatımızın din, âhiret
içerikli bölümünde Allah’ın sistemini, Allah’ın dinini, Allah’ın şeriatini
uyguluyor, dünya içerikli bölümünde de başkalarının dinlerini, başkalarının
şeriatlerini, başkalarının sistemlerini uyguluyorduk. Tamam yine anlaşalım, yine
aynısını kabul edelim. Hayatımızın bir bölümünü düzenlemesi konusunda yine
Allah’ı söz sahibi kabul edelim. Ama hayatımızın öteki bölümlerini düzenlemek
üzere öteki İlâhlarımıza da söz hakkı verelim. Bu konuda seninle
anlaşabileceğimizi beklerken ey Muhammed, şimdi sen tuttun hayatın tümünde
Allah’ın dinini uygulamamız gerektiğinden bahsediyorsun. Hayatın tümünde sadece
Allah’ın söz sahibi olduğundan ve Allah’tan başkalarını dinlemememiz
gerektiğinden bahsediyorsun. Katışıksız din sahibi olmamız gerektiğini
söylüyorsun. Bu kesinlikle mümkün değil! Biz alıştığımız hayattan vazgeçemeyiz!
Biz öteki İlâhlarımızdan vazgeçemeyiz,” diyerek bu müşrikler sana öfke
duyuyorlar. Aynı toplumda dini sadece Allah’a halis kılarak, hayatın her bir
kademesinde Allah’ın dininin hakim olmasını isteyen ve bu uğurda canlarını bile
fedâ edecek kadar mücâdele veren muvahhidler de var-dır. İşte Allah onları da
kendi tarafına çekmekte, kendisine seçmekte ve hidâyete ulaştırmaktadır. Böylece
kendisine yönelen kullarına imanı ve hidâyeti nasip etmekte, onlara doğru yolu
lütfetmektedir.
14. “Kendisine ilim geldikten sonra
ayrılığa düşmeleri, ancak birbirini çekememekten oldu. Eğer belirli bir süre
için Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi.
Arkalarından kitaba varis kılınanlar da ondan şüphe ve endişe
içindedirler.”
Tefrika ve ihtilâflar kitabın ve
peygamberin olmadığı dönemin işidir. Herhangi bir konuda kesin bilgi olmadığı
zaman insanlar o konuda ihtilâf edebilirler. Halbuki bunlar, kendilerine kitap
geldikten, her konuda kesin bilgi ihtiva eden vahiy kendilerine ulaştıktan sonra
fırkalaşmışlar, tefrikaya düşmüşlerdir. Halbuki Allah tüm peygamberlerine ve
onların ümmetlerine bir önceki âyette gördüğümüz gibi:
“Dinde tefrikaya düşmeyin”
buyurmuştu. Bunlar, bu bilgi
kendilerine geldikten sonra tefrikaya düşmüşlerdi. Halbuki kitap, tefrikaları
bitirmek için vardı. Kitabın varlık gâyesi, insanların birliğini sağlamak ve
toplumda tefrikaları sona erdirmektir. Kitap, birleşme unsurudur. Kendilerine
her konuda kesin bilgi sunan kitap ellerindeyken, bunlar tefrikaya düşmüşler,
fırkalaşmışlardır.
Bunların fırkalaşmalarının, ayrı ayrı
yol edinmelerinin, mezhep edinmelerinin altında yatan sebep, kitabın farklı
anlaşılması yâni kitabın âyetlerinin farklı yorumlanması değil, birbirlerine
karşı duydukları kin, haset, düşmanlık, kıskançlık, dünya hırsı, önderlik,
liderlik sevdası, kişisel çıkarlar ve menfaat hesaplarıdır. Halkın kendilerine
teslim olup, onların ceplerindekileri kendi ceplerine aktarma arzusu
yatmaktadır. Ehl-i kitabın din bilenleri, kitap, peygamber bilgisine sahip
olanlar, yanlarındaki bu bilgiyi halka anlatmıyorlardı. Böylece din, kitap
ko-nusunda bilgisiz bıraktıkları yığınları, icat ettikleri yeni yeni dinler,
yollar, inanışlar, felsefeler ve dinî merasimlerin peşine takmayı
becerebilmişlerdir.
Evet ehl-i kitap arasında böyle
bilenler, bilginler, bildikleriyle Müslümanları sapıtmaya çalışanlar olduğu
gibi, bir de hiçbir şey bilmeyip de o bilenlerin, o din adamları sınıfının
elinde oyuncak olan, kalplerini, kafalarını, düşüncelerini o bilenlerin
ceplerine sokmuş insanlar da vardır. Bunların adı “ümmîyyûndu.” Gerek
Yahudilerde ve gerekse Hıristiyanlarda din adamları diye oluşan bu sınıf, diğer
insanların bilgilenmelerini istemiyorlardı. Bildikleri dini bilgilerin diğer
insanlar tarafından da bilinmesini istemiyorlardı. Bunlar, bildikleri bu
bilgiler sayesinde yığınların kendilerine pervane olmalarını istiyorlardı. Bilgi
kendilerinde olduğu için, cahil bıraktıkları yığınlara hükmetmek, onları kul,
köle edinmek istiyorlardı. Bu yüzden bunu insanlara anlatmıyor-lardı. Böylece
insanları parça parça edip ihtilâflara sürüklüyorlardı.
Yine o bilenler, din adamları,
bilgilerini halka anlatmaktan sakınan, yâni bilgilerini Allah’la çatışmada,
Allah’a kafa tutma yolunda kullanan bu insanlar bakın ne
yapmışlar:
“Bu veyl’e gidesiceler kendi elleriyle
kitap yazdılar, sonra da dediler ki, işte bu Allah’tandır!”
(Bakara 79)
Bunlar, bu cehennemin veyline gidecek
olanlar, bu Allah’ın lânetine uğrayacaklar, kendi elleriyle kitap yazdılar.
Kendi elleriyle yazdılar ama sonra da dediler ki:
“Bu Allah’tandır!”
“Bu Allah’tan gelendir! Allah
tarafındandır bu! Bunu Allah buyuruyor! Bunu Allah emrediyor!” dediler. Veyl
olsun bunların bu yaptıklarına! Onların kendilerine de, bu yaptıklarına da
yazıklar olsun!
Bu âyetlerin bir açıklayıcısı da Âl-i
İmrân 78. âyettir:
“Bir gruptur onlar. Dillerini eğer
bükerler, kitabı dillerine dolarlar.”
Dillerini kitaba doğru böyle eğip
bükerler. Sanki ağızlarına almış gibi, sanki kitapla ilgi kurmuş gibi görünmeye
çalışırlar. Sanki kitaptan konuşuyormuş gibi davranmaya çalışırlar. Aslında
başka şeyler söylerler de arada bir bunu da ağızlarına alırlar. Meselâ adam
miting alanına çıkıyor, bazen tanrı böyle buyuruyor, diyor. Veya kitabımızda da
bu böyledir, diyor. İşte bu, kitabı diline dolamak, eğip bükmektir. Peki neden
böyle yapıyorlar?
“Siz onu kitaptan sanasınız
diye.”
Yâni ortaya koyduğu konunun kitaptan
olduğu zannedilsin diye. Aslında kitapla filan ilgisi yok adamın. Kitaptan filan
konuşmuyor, ama konuştuklarının İslâm’dan zannedilmesini istiyor. Yâni bir dizi
fikir sıralıyor, araya da böyle âyetler serpiştiriyor.
Meselâ İslâm’da aile, İslâm’da takva,
İslâm’da kahramanlık, İslâm’da edep, İslâm’da kazanmak, İslâm’da harcamak diyor,
kuralını kendisi koyuyor, iskeletini kendisi belirliyor. Kendisi bir paragraf,
iki paragraf bilgi sunuyor ve araya bir âyet koyuyor ki, sanki az evvel
de-diklerini âyet dedi! Onun aslında planı şu: Örneğin yüz cümlelik bir
konuşması var, bu konuşmanın paragraflarını, iskeletini kendisi belir-liyor, iki
paragraftan sonra: “Ya Rabbi bunları destekleyecek bir âyet lütfeder misin
buraya?” diyor, ayıp olmasın, sözlerim böyle sırıtıp kal-masın diyor ve bir âyet
ekliyor. Bir paragraf sonra da: “Ya Rasulallah bunu destekleyecek bir hadis,”
diyor, ondan sonra Voltair'e, Montes-que'ye, Puşkin’e müracaat ediyor. Böyle bir
karışım yapıyor yâni. Bunun da din olduğunu söylemeye çalışıyor. Bakın ben bir
şeyler söy-lüyorum, beni destekleyin demeye getiriyor.
İnsanlar, bunu dinleyenler, bu
kitaptandır zannetsinler diye böyle yapıyor adam, oysa:
“Halbuki o kitaptan
değildir.”
Halbuki bu kitabın kendisi de değil,
kitaptan da değil, yansıması da değil, anlatılması da değil. Bu Allah’tan
değildir.
“Allah’a yalan iftira yapıyor, bunu da
bile bile yapıyor.”
Evet, elleriyle kitap yazdılar, sonra
da dediler ki, “bu Allah-tandır. Bu Allah katındandır. Bunu bize Allah
bildirmiştir. Din budur! İman budur! Kitap budur! İslâm budur başka değildir.”
Peki niye yaptılar bunu? Allah’tan gelmeyen, Allah’ın demediği şeyleri niye
İslâm etiketiyle sundular insanlara? Kitapta olmayan şeyleri niye Allah böyle
buyuruyor diye sundular?
“Bunu az bir pahaya
satıyorlar.”
Ya da bununla az bir değer elde etmek
istiyorlar. Ya da bununla değer kazanmak, değerlenmek için yapıyorlar bunu.
Semen, aslında “eder” demektir. “Bir şeyin ederi”, “bunun ederi ne?”
cümlelerinde kullandığımız gibi. Eğer bunun karşılığında iş yaparsa, meselâ bir
günlük yevmiyedir bunun değeri. Veya bir tamir karşılığıdır, ya da bunun ederi
yüz bin liradır, üç marktır, beş dolardır. Bunun ederi, bunun karşılığı
demektir. Meselâ biri arkadaşından bir kalem alsa ve “vermeyeceğim bunu
arkadaş!” dese, ederi nedir? Nâzdır, değil mi? Yâni semen bu demektir. Bir şeyin
karşılığı demektir. İşte az bir değer. Yâni adamlar bu Allah’tandır derken ne
değer kazanıyorlar? Neye değiyor bu iş? Ne kazanıyorlar karşılığında? Eh, ne kazansınlar? Azıcık bir şey tabii.
Yâni tümüyle dünyayı kazansalar az, makam-mevki kazansalar az, ev bark bulsalar,
arabalar elde etseler az, dükkanlar tezgahlar elde etseler az, az, az...
Âyetleri satıp da, yâni âyet
konumundan sıyrılıp, âyet atmosferinden uzaklaşıp, farklı bir hayat yaşayınca
elde edecekleri ne olabilir ki bunların? Ne bulabilecekler yâni? En fazla
bulsalar bulsalar, tüm dünyayı bulabilirler. Ne kadar süreyle sahip olabilirler
bu dünyaya? Ölünceye kadar değil mi? Ölünce her şey bitecektir. Ama bunun
karşılığında ne kaybedecekler? Allah’ın rızasını, cenneti kaybedecekler değil
mi? Halbuki cennete en son girecek kişi bile olsa, bunlar tam dokuz dünya
kaybedecekler. Tüm dünyayı dünyada kazansalar bile, nihâyet on sene, elli sene,
ölünceye kadar sahip olabilirler; ama cennet öyle değildir, değil
mi?
Az bir paha karşılığında satmak için
yaptılar bunu. Az bir paha, dünya ile sınırlı demektir. Az bir paha, ölümle
biten, âhirete intikal etmeyen demektir. Peki bunu yapıyorlar da, ne alıyorlar
karşılığında? Ne alırsa alsınlar, tüm dünyayı alsalar bile ne kadar süreyle
alabilirler bunu? Ölünceye kadar değil mi? Müdürlük, ölünce biter. Bakanlık,
dekanlık ölünce bitecektir. Şan, şöhret, diploma, doktora, para, mal, mülk hepsi
ölümle bitecek ve yarına intikal etmeyecektir. Bu yaptıkları şey, kendilerine
sağlayacak çok küçük dünya menfaatleri yanında ne büyük bir âhiret azabı
doğuracaktır, bunu bir bilebilseler!
Tevrat ve İncil’i bozup, sonra da,
“işte bu Allah kelâmıdır” diyenlere ve böylece insanları fırkalaşmaya itenlere
yazıklar olsun! Kur’an’ı tahrif edip, Kur’an’ı gizleyip, insanlara anlatmayıp,
ya da Kur’-an’da olmayan bir şeyi ondanmış gibi insanlara sunanlara yazıklar
olsun!
Kitap, Tevrat, İncil, Kur’an bilgisine
sahip olan ve bu bilgiyi Allah’ın kullarına anlatmaları, bu bilgiyle yeryüzünde
Allah’a kulluk yapmaları, bu kitabın yeryüzünde hâkimiyeti konusunda
çırpınmaları gerekirken, dünya karşılığında bunu satanlara yazıklar olsun!
Makam, diploma, doktora, maaş, sosyal statüler karşılığında satanlara, Allah-ın
kullarını kitap bilgisinden mahrum bırakanlara yazıklar
olsun.
Şu anda yeryüzünde yaşayan insanlar
içinde de dini, siyaseti, dünyayı, bilgiyi kendi tekellerine alıp, diğer
yığınlara: “Sizler hiçbir şey bilmezsiniz! Sizler bu işleri anlamazsınız. Bilmek
ve anlamak zorunda da değilsiniz zaten. Biz varız ya! Bizler sizin için her şeyi
biliriz. Sizin adınıza, sizin hayrınız için her şeyi düşünürüz. Sizin adınıza
biz karar veririz. Siz yeter ki bize bağlı olun, bizi dinleyin, bizim size
sunduğumuz hayattan razı olun, artık gerisini siz düşünmeyin. Sizin için her
şeyi biz ayarlarız. Dünyanızı da, cennetinizi de biz ayarlarız,” diyen pek çok
insan görüyoruz. Bugün, bildikleri halde hak bilgisini insanlara anlatmayan ve
böylece cahil bıraktıkları insanları bölerek, tefrikalara düşürerek, onları
peşlerine takarak, inançları üzerinde kârlı bir ticaret pazarı kuran birçok
kimse vardır.
Rabbimiz buyurur ki, “eğer Allah
dileseydi, bu sapık dinleri, bu sapık yolları icad eden, onları bu sapık
anlayışlarının peşine takarak kitlelerin inançlarına ipotekler koyan, dini, bir
kazanç yolu haline getiren bu sapıkları da, kitapları, dinleri ve
peygamberleriyle tanışma imkânları olduğu halde kitaplarıyla tanışmaktan kaçan,
kitaplarıyla diyalog kurmayan ve böylece dinlerinin aslından habersiz kaldıkları
için, akıllarını bu sapıkların ceplerine koyan, bile bile bu sapıkların peşine
takılanların tamamını da yerin dibine batırır ve hak yolda gidenleri de sağ
bırakarak kimin haklı kimin haksız olduğunu, kimin hak, yolda ki-min bâtıl
yollarda olduğunu dünyada ortaya koyuverirdi.
Eğer belli bir süreye kadar
Rabbinden verilmiş bir süre olmasaydı, her sapmanın sonunda hemen aralarında
sapanların cezası verilir ve işleri bitirilir, defterleri dürülüverirdi. Böylece
şu kısa dünya hayatında hak yerini bulur, bâtıl da yok olup giderdi. Ama önceki
âyetlerde de gördüğümüz gibi, Rabbimiz bunu kıyamet gününe ertelemiştir. Kimin
hak, kimin bâtıl yolda olduğu, kimin haklı, kimin haksız oldu-ğu konusundaki
kesin hükmünü kıyamet günü verecek ve ihtilâfları kesin çözüme o gün
ulaştıracaktır. Eğer böyle yapmayıp da dünyada bunu gerçekleştirseydi, o zaman
imtihanın mânâsı da kalmayacaktı.
Onlardan sonra kitaba varis olanlar
ise, kitap konusunda bir şüphe içinde kararsız olarak kıvranıp durmaktadırlar.
Buradaki “onlardan sonra kitaba varis olanlar” ifadesindeki onlardan kasıt, o
peygamberlerin ve kitapların arkasından gelenlerdir. Ya da geçmiş seleflerinden
arkaya kalıp, şu andaki peygamber Hz. Muhammed’in (a.s) muasırı olan ehl-i
kitap’tır. Yâni önceki peygamberlerden, kitaplardan ve seleflerinden arkaya
kalıp da, şu anda Kur’an’a varis olan, Kur’-an’a muhatap olan, Kur’an’ın
mesajıyla karşı karşıya gelmiş bulunan ehl-i kitap demektir. Buradaki kitaptan
kastedilenin de Kur’an olduğu söylenmiştir.
O zaman mânâ şöyle olacaktır: Şu
andaki ehl-i kitap Kur’an konusunda şüphe içinde kıvranmaktadır. Peygamber (a.s)
dönemi Yahudi ve Hıristiyanları, Kur’an konusunda tereddüt içindeydi. Allah-ın,
insanlar içinden bir insanı odak nokta, sözcü seçerek, onun vası-tasıyla insan
hayatına karışmak üzere vahiy göndermesi konusunda tereddüt içindeydiler.
Reddetmeye kalksalar, kendi dinlerinin de vahiy yoluyla gelmesinden ötürü, kendi
dinlerini de inkâr etmiş olacaklardı. Böylelikle dinlerini ve saltanatlarını
kaybedeceklerdi. Reddetmemeleri halinde, ortaya somut bir şey koyamayacaklardı.
Onun için tümüyle kabul de edemiyor, inkâr da edemiyor, şaşkınlık içinde
bocalıyorlardı.
Ya da buradaki şüphe içinde oldukları
kitaptan kasıt, bu adamların kendi kitaplarıdır. Mânâ, seleflerinden arkaya
kalmış peygamber dönemi Yahudileri, kendi kitapları olan Tevrat’tan,
Hıristiyanlar da kendi kitapları olan İncil’den şüphe etmektedirler demektir.
Peki acaba bu seleflerinden arkaya kalan ehl-i kitap, neden kendi kitaplarından
şüphe ediyor? Âyetin muhtevasından anladığımıza göre bunun iki sebebi
var.
1. Bu adamlar kitap bilgisine sahip
değiller. Kitaplarını tanımı-yorlar, kitaplarıyla tanışmamışlar; bilenlerin,
tanıyanların beyanlarına tâbi olmuşlardır. İşte bu yüzden şüphe içindedirler. Ya
da Kur’an’ın ifadesiyle ümniyelere tabi olmuşlardır.
“Onlardan (o ehl-i kitaptan) kimileri
de vardır ki ümmîdirler. Okuma yazma bilmezler. Kitabı da anlamazlar. Ancak
ümniyelere tabi olurlar ve sadece zannederler.”
(Bakara 78)
Onlar kitabı da bilmezler. Bunların işi
gücü kuruntudur ve de sadece zannederler. Onlardan kitap konusunda ümmî olanlar
vardır. Kitabı tanımayan, kitabı anlamayan, kitapta ne var ne yok bu konuda hiç
bilgisi olmayan insanlardır ümmîler. Ümmî, kelime mânâsı olarak “anadan doğma”
demektir. Yâni kitap konusunda, okuma konusunda anadan doğma. İşte ehl-i kitap
içinde kitabı bilmeyen ümmîler vardı. Bunlar, kitaptan haberleri olmadığı,
kitabı tanımadıkları için, ancak ümniyelerin peşinde giden insanlardır.
Ümniye, kişinin kendi içinde,
kendi kafasında şekillendirip biçimlendirdiği, hayal ettiği şeydir. Yâni
kuruntu, hayal, boş şeydir. Ya da insanın böyle diline dolayıp durduğu
şeylerdir. “Efendim yapmak lazım! Etmek lazım! Kurmak lazım!” gibi diline
dolayıp, bir türlü amele dönüştürmediği ve zaten amele dönüştürülmesi de mümkün
olmayan idealler, mefkûreler, hayaller gibi saplanıp kaldığı şeylerdir. Veya
peşine takıldığı, hiçbir delile dayanmayan ham hayaller, boş kuruntulardır. İşte
kitap ehlinden böyle kitaba dayanmayan, kitapla ilgisi olmayan, boş şeyler
peşinde koşanlar vardır. Bunlar yalnız zannederler, zan peşinde koşarlar, zan
içinde koşarlar.
Amelleri, bilgileri, kitabî değildir,
kitaba dayanmaz. “Zannediyorum bu böyledir!” derler ve böylece zan üzerine
yürürler. Zanla amel ederler, işleri sadece boş bir taklittir bunların. Bunlar
kitabı bilmezler, ancak ümniyelere, zanlara, hayallere dayanırlar. Başkalarından
duyduklarını, hacıdan, hocadan duyduklarını din zannederler. Din diye, zanla
amel ederler. Başkalarından aldıklarını hayat zannederler. Bu tür insanlar
ekonomi, ticaret, sosyal hayatlarında, meslek hayatlarında her şeyi bilebilme,
herkesten daha iyi bunu sağlama çabasındalar. Bu konularda kimseye teslim
olmuyor, kimseyi dinlemiyorlar. Ne din adamlarını, ne de başkalarını
hayatlarının bu bölümlerine karıştır-mamadan yanalar. Hayatlarının bu
bölümlerini kendilerinin bildiklerine inanırlar ama mesele dine, kitabı
tanımaya, peygamberden söz etme-ye gelince: “Biz bu işi bilmeyiz! Biz bu işi
anlamayız! Bunu biz din adamları sınıfına bıraktık. Artık bu konuda onlar ne
derlerse biz ona uyarız. Onlar bunu bilsinler, kitabı onlar okusunlar, onlar
anlasınlar, peygamberi onlar tanısınlar. Biz ticaretimizi, dünyamızı yaşarız ve
de yarın onların rehberliğiyle kolayca cennete gideriz” derler...
Allah’ın kendilerine gönderdiği kitapla
ilgiyi, alâkayı kesmiş, bilmediği, bilemediği için de bilenlerin kulu, kölesi
durumuna düşmüş olan bu insanların, din adına bildikleri sadece zandan
ibarettir. Dinlerini zan üzerine bina edip geçerler. Tabi onların gözünde din o
kadar önemli olmadığı için, bu kadar ilgilenme idare
edecektir.
İşte bu insanlar, bu ehl-i kitap,
dinlerini tanımadıklarından, kitaplarından habersiz yaşadıklarından,
bilmedikleri, tanımadıkları kitapları konusunda şüphe içindedirler.
2. Bunların kitaplarından şüphe içinde
olmalarının ikinci sebebi de, selefleri kitaplarının işini bitirmiştir.
Öncekiler kitaplarının defterini dürmüş de onun için bunlar şüphe içindedirler.
Selefleri kitaplarını o kadar bozmuş, kitabı o kadar tahrif etmiş, onun içine o
kadar başka şeyler sokmuş ki, onun Allah’tan gelme bir kitap olduğuna bin şahit
ister. Bunun farkında olan sonradan gelenler, ondan şüphe içinde
bulunmaktadırlar. Yâni öncekilerin yamukluğu, sonrakileri kitap konusunda
şüpheye düşürmüştür. Halbuki iman, şüpheye imkân bırak-maz. İtikat kesinlikle
şüphe kabul etmez. İtikatta, imanda şüphe varsa, o iman, iman değildir.
Bizde de böyle kitap konusunda şüphede
olan insanlar vardır: “Kur’an’ı selef, geçmiş âlimlerimiz, İmam Ebu Hanife,
İmam-ı Şâfiî, sahâbe anlamış, onu fıkha dökmüşlerdir. Artık bugün bizim onu
anlamamıza gerek kalmamıştır,” diyerek biz haleflerden de, kitabı tanımadıkları,
kitaplarından habersiz bir hayat yaşamayı yeğledikleri için, habersiz
bulundukları kitapları konusunda şüphe içinde bocalayan pek çok kimse vardır.
Kitaplarını tanımayan bu insanların ne imanları kitaba dayanmaktadır, ne
amelleri, ne de hayatları. İmanları da, amelleri de, “rahmetlik hocamdan böyle
duymuştum” varsayımına dayanmaktadır.
İman ve amel, rahmetlik hocadan
duyduğuna dayanınca, hayattaki hoca da farklı şeyler söyleyince, elbette o da
rahmetlinin dediğini bozuverecektir. Ama kişinin imanı ve ameli rahmetlik hocaya
değil de, yaşayan kitaba dayansaydı, onu hiç kimse bozamayacaktı. İşte böyle
kitaplarını tanımayan insanlar, hayatları boyunca kitapları, amelleri konusunda
hep şüphede olmaya devam edecektir. Şüphe, bir konuda bilgi eksikliğinden
kaynaklanır. Kitap konusunda şüpheden kurtulmanın tek yolu da, kitapla
tanışmaktır. Kitabını tanıyan kişinin, kitap konusunda en küçük bir şüphesi
kalmayacaktır.
15. “Ey Muhammed! Bundan ötürü sen
birliğe çağır ve emrolunduğun gibi doğru ol; onların heveslerine uyma ve şöyle
söyle: “Allah'ın indirdiği Kitaba inandım, aranızda adâletle hükmetmek ile emr
olundum; Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz
bize, sizin işledikleriniz kendinizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir
şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar; dönüş
O’nadır.”
Yâni, “ey peygamberim! Şu anda bu ehl-i
kitap, kendi yolları, kendi dinleri, kendi kitapları konusunda da şüphe
içindedir. Onun için sana emredilen kitabın âyetlerini tebliğ et ve emrolunduğun
gibi dosdoğru ol! Sen onların hevâ ve heveslerine uyma! Onlarla kesinlikle
uzlaşma masasına oturma! Kendi dinlerinden, kendi hayatlarından bile mutmain
olmayan bu adamlar karşısında sakın sen yamulma! Ne kendi heveslerine, ne de
onların heveslerine uyma! Çünkü ben bunu sana daha önce anlattım; tarihte dinin
eğilmesi ve tefrikaların çıkışı, o dine inananların yamukluk yapıp kendi
heveslerine ve insanların heveslerine mağlup olmasından kaynaklanmaktadır. Sen
emrolunduğun gibi dosdoğru ol, dininden, yolundan asla şüphelenmeyip dosdoğru ol
ki, onlar kendi yamukluklarını anlasınlar. Sen, hak bildiğin yolda dosdoğru ve
emin adımlarla yürü ki, onlar kendilerinin yollarının bozukluğunu anlasınlar.
Sen Allah’ın senden istediği dini tam yaşa ki, onlar da gerçeği anlasınlar. Sen
sapma ki onlar tarih boyunca sapıklık noktalarını iyi anlasınlar. Eğer sen
birazcık yamulur da onlara tavizler verirsen, bu defa onlar kendi hayatlarına,
kendi hayat anlayışlarına, hem Allah’a hem de başkalarına kulluk etmek biçiminde
geliştirdikleri şirk anlayışlarına, kendi günâhlarına kılıf bulurlar. Kendi
bozuk düzen hayatlarına dinden destek bulurlar. Kendi yollarının da haklı olduğu
zehabına kapılıp, bozuk dinlerinde ısrar edip kemikleşme cesaretini
bulabilirler.”
Bu âyetler, peygamber ve peygamber
yolunun yolcularının, kâfirler, müşrikler ve münâfıklarla ilişkilerini
belirleyen âyetlerdir. Mü'-minler kâfirlerin İslâm’a girmesini isteyebilirler,
bu tabii bir şeydir. Ama mü’minlere, kâfirlerin dolambaçlı sözleri, cıvık
tavırlarına bakarak, onları razı etmek adına tavizler verme izni verilmemiştir.
Zira onların yola gelmeyişlerinin sebebi bu konudaki delillerin azlığından veya
senin onlara İslâm’ı açıkça anlatmayı becerememen değildir. Aksine, hiçbir
şüpheye mahal bırakmayacak şekilde senin açıkça İslâm’ı ortaya koyman ve onlara
kendi istek ve arzularına göre dini değiştirebilmeleri için boşluk
bırakmamandır. Bu nedenle onlara taviz vermek çok
tehlikelidir.
Eğer Müslümanlar onlara tavizler
vermeye başlarsa, bu onların kendi dinlerinde, kendi bâtıl akideleri üzerinde
sebat etmelerine vesile olacaktır. Tavizkâr bir tutum, kesinlikle onlara destek
vermek anlamına gelecektir. Müslümanların onlara tavizler verip, onların
davranış ve inanışlarını tasvip edercesine bir tavır takınmaları, onların kendi
dinlerinde kemikleşmelerini sağlayacaktır. “Bunlar bize böyle baktıklarına göre,
demek ki bizim yolumuz da doğruymuş,” diyecekler ve yanlış dinlerine, bozuk
inanışlarına daha sağlam bir şekilde sarılmaya
başlayacaklardır.
Her bir tavizi gördükçe cesaretlenip,
yeni yeni tavizler istemeye kalkışacaklardır. Böylece seni son tavize kadar
götüreceklerdir. En son isteyecekleri taviz de, senin onların dinlerine
girmendir.
Bozukların, yamukların bulunduğu bir
toplumda mü'minler ya-mulmaya başladı mı, bu, yamukların yamukluklarına delil
verme olacaktır. Biz dosdoğru olduğumuz zaman karşımızdaki kendi yamukluğunu,
kendi sapıklığını anlayacak ve belki de düzelme imkânı bulacaktır. Öyleyse hangi
konumda, hangi makamda olursak olalım, Allah’ın emrettiği biçimde dosdoğru
olmaya, dosdoğru konuşmaya ve dosdoğru hareket etmeye çalışalım inşallah.
“Peygamberim sen dosdoğru ol ve de ki:
“Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım. Benim hareket noktam, benim tüm
eylemlerimde istinatgâhım Allah’ın indirdiği kitaptır, vahiydir. Ben Allah’tan
gelmiş tüm kitaplara inandım.” Daha önceki âyette, Rabbimiz ehl-i kitabın
Allah’ın indirdiği kitapların bazısına iman edip bazısını reddederek tefrikaya
düştüğünü anlatmıştı. Biz, “Allah’tan gelen kitapların tamamına iman ettik.
Bizler sizin gibi kitapların kimine inanıp kimini reddederek ihtilâfa düşmeyiz.
Kitaplar konusunda şüpheye düşmeyiz,” diyeceğiz.
Öyleyse bugün ihtilâfa düşerek
birbirleriyle amansız bir boğuşma içine girmiş olan gerek ehl-i kitaba karşı,
gerekse kendi gruplarına, hiziplerine, cemaatlerine, metotlarına mutmain olmuş,
her biri kendi efendilerinin kitaplarına sarılmış ve aralarındaki ufak-tefek
farklılıkları temelde farklılıklarmış gibi görerek birbirlerini tekfir noktasına
varmış ve bu halleriyle de dünkü ehl-i kitabın yerini almış, Allah’ın kitabına
karşı ilgisiz kalmış ehl-i kitap karşısında elimize Allah’ın kitabını alıp,
“işte biz buna iman ettik, biz buna dayandık, bizim hareket noktamız, bizim
istinat noktamız bu kitaptır,” demek zorundayız.
Sen kitapların tamamına inandığını
söyle ve, “Ben sizin aranızda adâletle hükmetmekle emr olundum,” de. Bundan,
dini doğrult-manın, dini ayağa kaldırmanın bir yolunun da toplumda zulmü
kaldırıp onun yerine adâleti ikâme etmekten geçtiği anlaşılmaktadır. Bu da ancak
Allah’ın istediği bir konumda olmaktan ve Allah’ın istediği bir hayatı
yaşamaktan geçmektedir.
Peygamberim, de ki, “ben adâletten
yanayım. Ben hakkın ve haklının yanındayım. Hak sahibi yabancı da olsa, haksız
olan benim yakınım da bulunsa, ben hakkın ve haklının yanında olmak zorundayım,
çünkü Rabbim bana bunu emretmektedir. Allah bizim de Rabbi-miz, sizin de
Rabbinizdir. Allah, âlemlerin Rabbidir. Bizim amellerimiz bize, sizin
işledikleriniz de sizedir. Siz, sizin amellerinizden sorumlusunuz, biz de
bizimkilerden. Siz, sizin amellerinizin sonucuna katlanmak, biz de bizimkilerin
neticesine razı olmak zorundayız. Sizin amelleriniz, dininiz, inanışınız, hayat
programınız, kulluk anlayışınız sizin olsun, bizimki de bizim olsun. Öldüğünüz
zaman siz kendi amellerinizle, biz de bizim amellerimizle karşılaşalım. Siz,
sizin amellerinizin karşılığı olan cehennemden, biz de bizim amellerimizin
sonucu olan cennetten razı olalım. Kâfirun sûresinde müşriklere ne demişti
Rabbi-miz?
“Sizin dininiz sizin olsun, bizim dinimiz de
bizim olsun.”
(Kâfirûn 6)
Yâni sizler hem Allah’a hem de putlara,
hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk yaparak bir din, bir yol, bir
hayat tarzı sergileyebilirsiniz. Hayatınızın bazı bölümlerine Allah’ı, bazı
bölümlerine de başkalarını karıştırabilirsiniz. Hayatınızın bazı bölümlerinde
Allah’ı dinleyip, bazı bölümlerinde ise Allah’tan başkalarının kanunlarını
uygulayarak müşrikçe bir yol tutabilirsiniz. Hem Allah’ı, hem de başkalarını
razı etmeye çalışabilir, hem Allah’a, hem de başkalarına kulluk edebilirsiniz.
Ama bize gelince, bizler taviz vermeden ihlasla, katışıksız bir şekilde Allah’a
ibadet edicileriz. Biz sadece Allah’ı Rabb bilip, sadece O’nu dinler ve sadece
O’na kulluk ederiz. Hem Allah’a kulluk edip hem de bin de bir de olsa
başkalarını da dinlemeden yana olmayız. Binde bir de olsa başkalarına da
kulluktan yana olmayız. Bin gramlık bir temiz suya bir gramlık da zehir katarak
onu içmeden yana olmayız. Biz şirk koşmadan, hayatı parçalamadan Allah’a ibadet
ederiz. Sizler gibi hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de
başkalarını memnun etmeden yana olmayız. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir
şeyde yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar; dönüş
O’-nadır.
“Ey peygamberim! Onlara de ki, “sizinle
bizim aramızda bir tartışma konusu yoktur. Çünkü artık hak beyan edilmiştir. Hak
güneş kadar açık ve nettir. Oysa siz inatlarınız ve kibirleriniz, kıskançlığınız
yüzünden, bildiğiniz halde hakkı kabule yanaşmıyorsunuz. Hak bu ka-dar belli
iken, Rabbim kitabıyla hakkı bu kadar açıklamışken, ben de size onu Rabbimin
istediği biçimde tebliğ etmiş, duyurmuş iken, artık onun karşısında inattan
başka bir şey yoktur. İnatçı karşısında da delile ihtiyaç yoktur. Delil, hakkı
bilmeyen ve hak kendisine beyan edildiği zaman onu kabule hazır olan kimseler
için söz konusudur. Öyley-se aramızda tartışmaya ve birbirlerimize deliller
getirmeye gerek kalmamıştır.”
16. “Allah'ın çağrısına icabet eden
bulunduktan sonra, O’nun hakkında tartışmaya girişenlerin delilleri Rabbleri
katında hükümsüzdür. Onlara bir gazap vardır, çetin bir azab da onlar
içindir.”
Anlayabildiğimiz kadarıyla âyet-i
kerîme iki hususu anlatır.
1. Din yerleşmiş, yeryüzünde hüsnü
kabul görmüş, Mekke’de yerleşmiş ve hattâ Medine’ye kadar ulaşmaya ve yayılmaya
başlamışken, bugün için söylersek, din yeryüzünün tamamına yayılıp milyarlarca
insan bu dine iman edip, hüsnü kabul göstermişken, artık insanların kalkıp da bu
din konusunda, Allah konusunda tartışmaları, “din var mıdır, yok mudur? Allah
var mıdır, yok mudur?” tartışmalarına girmesinin anlamı kalmamıştır. Meselâ oruç
diyorsunuz, adam bunu tartışmaya kalkışıyor. “Efendim bu devirde kesinlikle
sabahtan akşama kadar bir şey yenip içilmeden durulamaz,” demeye çalışıyor. Ya
işte milyarlarca insan tutuyor bu orucu. Veya içkisiz bir sofra, televizyonsuz
bir hayat diyorsunuz, adam kesinlikle bunu kabul edemiyor. Ya işte milyarlarca
insan var bu şekilde yaşayan. Bunun varlığı kesin bir gerçek olduktan sonra
artık bu konular üzerinde tartışanların tartışmaları, getirdikleri delilleri,
Rabbleri katında hükümsüzdür.
2. Bir de o dönemde, iman etmiş
kimselerin peşine takılarak onları imanlarından sonra dinlerinden döndürmek için
çalışanlar vardı. Allah’ın dâvetine icabet edip çağrısına uyan, Allah’ın dinine
giren müslümanları dinlerinden çıkarmak, inandıkları Allah’ın kendilerinden
istediği bir hayatı yaşamaktan onları engellemek, onların Rabblerine kulluk
yollarının üzerine barikatlar koyarak onların kulluklarını engellemek için Allah
konusunda, Allah’ın dini konusunda tartışamaya girenler, mücâdeleye tutuşanlar
var ya, işte onların bu konuda ki delilleri Allah katında bâtıldır.
17. “Gerçekten kitabı ve ölçüyü indiren
Allah’tır. Ne bilirsin, belki de kıyamet saati
yakındır.”
Allah ki, kitabı hak ile indirmiştir.
Her konuda hak odur. Hakkın ortaya çıkması, hakkın bâtıla galip gelmesi için
indirmiştir. İnsanların üzerinde ihtilâf ettikleri, çözüme kavuşturamadıkları,
karar verip son sözü söyleyemedikleri her konuda son sözü söyleyecek olan, son
hükmü verecek olan, hak olan, hukuk olan bir kitaptır bu. Hak kelimesi,
kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak, cennet hak,
cehennem hak, sırat hak, terazi hak, mizan hak, hepsi haktır. Ama bakıyorsunuz,
Müslümanlar hak problemini gündeme getirmelerine rağmen, problemi bu hakka göre
çözme konusunda kimse doğru dürüst iki kelime bile söylemiyor. Meselâ insan
haklarını gündeme getiren Müslümanlar, öncelikle Allah’ın haklarını gündeme
getirmek zorundadırlar. Öncelikle Allah’ın hakkını gündeme getiremeyen
Müslümanlar, kesinlikle hiçbir zaman kulların hakkını gündeme
getiremeyeceklerdir. Kaldı ki, kulların hakkını da değerlendirebilmek için hak
bir kitaba, hak bir mizana muhtaç olacak, hak bir peygambere kulak vermek
zorunda olacaklardır. İşte tüm problemlerin çözümü buradadır. Yâni bu kitaba
göre bizim hakkımız nedir, bunu bilmek zorundayız. Bulunduğunuz her ortamda,
kadın, erkek, işçi, işveren, öğretmen, öğrenci, ana, baba, Allah, kulların hakkı
konusundaki her problemi ancak bu kitap çözecektir. Bunun dışında bunları
çözeceğine inandığımız başka bir kaynak bilmiyoruz.
“Haktan başka sadece dalâlet
vardır.”
(Yunus 32)
Problemlerinizin çözümünü bu kitabın
dışında, başka yerlerde ararsanız, mutlaka bâtıla düşmek zorunda kalacaksınız.
Hak, sadece Rabbinden gelendir. Kâbe konusu da olsa, kıble konusu da olsa, hukuk
konusunda, kadın-erkek hakları konusunda, ekonomi, kılık-kıya-fet, siyasal
yapılanma, eğitim konusunda da olsa, hak, Allah’tan gelendir. Hangi konu olursa
olsun, hak Rabbinden gelendir. Hak Avrupa’dan gelen değil, hak A.B.D.’nin dediği
değil, hak babamın, hocamın dediği, bizim cemaatin dediği değil, Allah’tan
gelendir. Hukuk Allah’ın hukuku, yasa Allah’ın yasasıdır.
Allah, kitabını hak olarak, hukuk
olarak indiren ve mizanı da hak olarak indirendir. Bu kitapla birlikte ince bir
adâlet terazisi de indirmiştir Allah ki, o her şeyi ölçer, her konuda ölçüyü
va’zeder, tüm hakları belirler, tüm amel ve hareketleri o mizana vurur, her şeyi
dengeye getirir. Kitap kıstastır ya da tasdik makamıdır. Kendisine arze-dilen
şeylerin doğruluğunu, bâtıllığını tasdik etme makamındadır Kur’-an. Allah’ın
rızasına uygun ameldir, Allah’ın razı olduğu sistemdir, Allah’ın emrettiği
eğitim sitemi budur, Allah’ın razı olduğu kıyafet budur, Allah’ın istediği
kazanma ve harcama budur diye önüne tasdik için sunulan şeyi tasdik etme veya
reddetme makamındadır Kur’an. Kur’-an’ın böyle bir dinamizmi vardır. Düğün
modelini, kazanç modelini, terbiye programını, çocuk eğitimini, tapınma biçimini
kitaba arz eder-siniz.
“Ey Kur’an! Ey yüce Kur’an! Biz
düşündük, taşındık, bunu münasip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık! Biz bunu
İncil’den bulduk! Allah demişti bunu, Mûsâ demişti, Îsâ demişti bunu! Filanların
falanların hatırı içindi!” Müslüman Kur’an’a bakar, eğer Kur’an tasdik eder,
tamamdır, doğrudur, münasiptir derse, o doğrudur. Yok tasdik etmezse işi
bitmiştir. Kitabın doğru demediği, kitabın tasdik etmediği hiçbir amel, hiçbir
düşünce, hiçbir eylem Allah katında makbul değildir. İşte buradaki mizandan
kasıt, kitabın bu kıstas oluşu, terazi oluşu özelliğidir.
Yine bu mizan ile kastedilen şeyin, bu
kitabın sosyal hayatta uygulanan ve terazi gibi her şeyi yerli yerine oturtan,
her şeyi en güzel ve en doğru biçimde tartarak hak ve bâtılın, doğru ve
yanlışın, zulüm ve adâletin farkını ortaya koyan, her şeyi ortaya çıkaran şeriat
olduğu söylenmiştir. Yâni bu kitabın pratiği anlamına gelen şeriat hayata bir
hakim oldu mu, her şey dengeye gelecek, her inanç, her düşün-ce, her anlayış,
her amel tartılarak sonucunun ve değerinin ne olduğu açıkça ortaya
dökülecektir.
Kendi kanunlarının, ideolojilerinin,
ekonomik sistemlerinin, hukuk anlayışlarının, sosyal yapılanmalarının
değersizliğinin, beş para etmediğinin ortaya çıkmasını istemeyenler, Kur’an’ın
ortaya koyduğu bu mizanın, yâni onun öngördüğü, onun ortaya koyduğu şeriatın
uygulanmasına izin vermiyorlar. Bu mizanın, bu terazinin açığa konmasına
tahammül edemiyorlar. Bu terazinin açıkça uygulanmaya konmasından korkuyorlar.
Zira Allah’ın koyduğu ve milim
şaşmayan bu terazide, gerek kendileri, gerekse kendi yaptıkları sosyal kanunlar
tartıldıkları, onunla mukayese edildiği zaman, kendilerinin de yaptıkları
kanunların beş para etmediği açığa çıkacaktır. İşte bundan korkanlar, bu
terazinin ikâmesine izin vermiyor, Allah’ın sisteminin uygulanmasına imkân
ta-nımıyorlar. Bunlar kesinlikle biliyorlar ki, yeryüzünün en küçük bir köyünde
bile bu şeriat uygulanmaya başladığı zaman, tüm dünyanın ekonomistleri, tüm
dünyanın hukukçuları, sosyal bilimcileri bu köye gelerek uygulanan bu sistemin
eşsizliğini, mükemmelliğini, diğer sistemlerin ve anlayışlarınsa onun yanında
hiçbir değer ifade etmediklerini görecek ve anlayacaklardır.
İşte tüm dünya kâfirleri, tüm
dünya müstekbirleri bundan korktukları için, Kur’an’ın pratiği diyebileceğimiz
bu şeriatın, bu terazinin, bu mizanın hayata hakim olmasını istemiyorlar.
Dünyanın en küçük bir köyünde, en ufak bir kasabasında bile bunun uygulanmaya
başlamasına izin vermiyorlar. Anlatılmasına izin veriyorlar belki, tebliğine
müsaade ediyorlar ama uygulanmasına asla. Çünkü uygulanmayan bir sistemin
anlatılması ve insanlar tarafından kabullenmesi de mümkün olmayacaktır.
Şu anda bu mizanın, bu İslâm
şeriatının tümüyle uygulandığı örnek olarak gösterebileceğimiz bir karış toprak
yoktur yeryüzünde. Sadece teorik olarak anlatılanlar vardır ve bir zamanlar bu
sistem yaşanmıştır demenin dışında yapabileceğimiz bir şey de yoktur.
18. “Ona inanmayanlar, acele olmasını
beklerler; inananlar ise korku ile titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler.
İyi bilin ki kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık
içindedirler.”
Ona inanmayanlar, âhiret günü konusunda
şüphe içinde olanlar, “hani nerede kaldı bu ya? Niye gelmiyor bu âhiret? Bu
sözünü ettiğiniz hesap kitap günü ne zaman olacak?” diye alay ederek onun
çabucak gelmesini arzu ederler. Âhirete inanmayan kâfirlerin, âhireti acele
istemeleri söz ve tavırlarıyla oluyordu. Dilleriyle inanmadıkları âhiret günü
konusunda diyorlardı ki, “bu dediğiniz şey gerçekse, gerçekten bir hesap kitap
günü varsa, o halde hadi ne zaman gelecekse gelsin de görelim.” Yâsîn sûresinde
de bu kâfirlerin bu tür alayları ve onu acele istedikleri
anlatılır:
“Doğru sözlü iseniz söyleyin bu
vaat ne zamandır?” derler.”
(Yâsîn
29)
Haydi sadıklarsanız söyleyin o
vaad ne zaman? Eğer iddialarınızı eyleme dönüştürme imkânınız varsa söyleyin
bakalım kıyamet ne zaman? Ne zaman bu kıyamet, ne zaman bu hesap kitap? Ne
za-man bu sorgulama, ne zaman bu azap? Ey Muhammed, şu bize vaad edip durduğun,
bizi kendisiyle korkutup durduğun kıyamet ne zaman? Ne zaman olacak bu iş? Ne
zaman toplayacak Rabbin bizi huzurunda? Ne zaman hükmedecek aramızda? Yıllardır
vaat ettiğin halde ha-ni niye başımıza bir şeyler gelmiyor, niye aleyhimize
hüküm verilmi-yor? Diyerek alay ediyorlar.
İşte böyle dilleriyle alay ederek onu
acilen istemeye çalıştıkları gibi, yaşantılarıyla, hayatlarıyla onu acele
istediklerini ortaya koyuyorlardı. İşledikleri küfürleriyle, zulümleriyle,
haksızlıklarıyla, yeryüzünde işledikleri günâhlarıyla dengeyi, adâleti, âlemin
nizamını bozarak, yer-yüzünde Allah’ın koyduğu yasaları ihlâl ederek fiilen
kıyametin kopmasını ve bir an evvel tıraşlarının önlerine inmesini, hak
ettikleri azabı boylamayı istemekteydiler.
Onlar inanmadıkları kıyametin bir an
evvel gelmesini beklerlerken, onların tamamen aksine kıyamet gününe ve o günün
dehşetine iman eden mü'minler ise, o kıyamet gününden korku içinde tir tir
titremekte, ondan korkup sakınmaktadırlar. Kıyamet gününün dehşetinden ve o
günde rezil ve perişan bir duruma düşmekten Rabblerine sığınmaktadırlar. Çünkü
onlar yakînen biliyorlar ki, kıyamet günü mutlaka gelecektir. Kıyamet mutlak bir
haktır. Kıyamet günü, hak olan Allah’ın, hak olan kitabında bildirdiği inkârı
mümkün olmayan bir haktır. Mü'minler onun geleceğine kesin bir biçimde inanır ve
o konuda korku içinde yaşarlar. Kıyamet gününü iki kaşlarının arasında bilir ve
hayat programlarını o günün inancına bina ederler. Bir adım atarken, “yarın ben
bundan hesaba çekileceğim”, bir söz söylerlerken, “yarın bu konuda benim karşıma
bir dosya çıkacak” diye düşünecek, bir eylemde bulunurken, birini severken,
birisine küserken, alırken, verirken, yatarken kalkarken hep onun bilinci içinde
yaşayacaklardır. Tüm amellerinin, tüm sözlerinin ve tüm tavırlarının üzerine
âhiretin mührünü basarlar. Her an o gün konusunda haşyet içindedirler.
O gün amellerinin hafif
gelmesinden korkarlar. “Ya Rabbim bu amellerimi beğenmez de gazabına maruz
kalırsam… Ya cenneti kaybeder, cehenneme yuvarlanırsam…” diye sürekli bir korku
içinde yaşarlar ve o gün için hazırlık yapmaya çalışırlar. İmanlarını ve
amellerini güzelleştirmeye çalışırlar. O gün gelmeden sâlih amellerini
çoğaltmaya çalışırlar. Razı olacağı sâlih amellerin peşinde koşarak, Rabblerini
kendilerinden razı etmeye ve O’nun razı olacağı bir hayatı yaşamaya çalışırlar.
Ama kıyamet saati konusunda şüphede
olanlar ve o konuda şüphe uyandırmaya çalışanlar uzak bir sapıklık içindedirler.
Onun içindir ki onların hayat programlarında âhiret, cehennem endişesi yoktur.
Uzak bir sapıklık içinde haktan uzaklaşmışlar ve Allah’ın rahmetini
kaybetmişlerdir.
19. “Allah, kullarına lütufta
bulunandır. Dilediğini rızıklandırır. Kuvvetli olan da güçlü olan da
O’dur.”
Ama ister âhirete iman edip hayat
programlarını bu inanca bina ederek yaşayan mü'minler olsun isterse âhireti
inkâr ederek kendilerince bir hayat yaşayan kâfirler olsun, Allah kullarına,
mahlukatının tamamına latîf olandır. Allah kullarının tümüne iyi davranan,
onlara merhametiyle muamele eden ve onlara bolca ikram edendir. Allah, kendisine
karşı isyan ederek kulluktan çıkan, belirtmiş olduğu hayat programını bırakarak
kendi bildiklerince bir hayat yaşamaya kalkışsa bile, hayır ve bereketlerini,
rızıklarını onların üzerlerine yağdırandır. İsyanları, inkârları sebebiyle
onları aç ve açıkta bırakmayandır. Kâfirler yeryüzünde kendilerini yaratan
Rabblerini inkâr etseler de, suyunu, havasını, güneşini, muhtaç oldukları şeyi
onlardan esirgemez. Çünkü Allah kullarına latîftir.
Latîf kelimesinin iki mânâsı
vardır:
1. Allah kullarına karşı çok
merhametlidir.
2. Allah kullarının ihtiyaçlarını
öylesine dikkatle ele alıp onları karşılar ki, neredeyse kullar kendi
ihtiyaçları konusunda bu kadar dikkatli değildir. Yâni kullar kendi
ihtiyaçlarını nasıl karşılayacakları konusunda O’nun kadar düşünceye sahip
değillerdir.
İster kâfir olsun, isterse mü'min, fark
etmez; tüm kullarına karşı O’nun lütuf ve keremi işlemektedir. Ama O’nun
kullarına karşı bu kadar lütufkar oluşu herkese aynı ölçüde rızık vereceği, ya
da herkese aynı rızıktan vereceği anlamına gelmemektedir. O dilediğini
rızık-landırır. Kimilerine mal, mülk türünde rızıklar verirken, kimilerine de
başka rızıklar vermektedir. İman, hidâyet, ilim, takva, ihlas
gibi...
Unutmayın ki, bu konuda Kâhir olan da,
Azîz olan da O’dur. Yâni rızık O’nun elindedir. Tüm rızıkların sahibi O’dur.
Kulları adına gerçekleşen bu rızık taksiminde söz sahibi sadece Allah’tır. O’nun
takdir buyurduğu bu taksimatı hiç kimse bozamaz. Allah bir kuluna bir şeyler
vermeyi murad etti mi, bunu kimse bozamaz, kimse engelleye-mez. Vermediğine de
kimse bir şey ayıramaz. Rızık konusunda tek yetkili Allah’tır.
20. “Âhiret kazancı isteyenin kazancını
artırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; ama âhirette bir payı
bulunmaz.”
Dünyada âhiret için ekenler, dünyada
Allah için amel işleyip Rabblerinin hatırını kazanmak için çalışıp çabalayan
kimselere bu ekimlerinin karşılığı olarak, Allah dünyada bir şeyler verdiği
gibi, âhi-rette de onun mükâfatını kat kat artıracağını vaat ediyor. Rabbimiz,
“Kim de sadece dünya için eker, dünya için amel işler, âhireti ve Allah’ın
rızasını hiç hesaba katmayarak, hayat programını dünya adına yapar ve
karşılığını sadece dünyada görecek biçimde ameller işlerse, ona da bu
yaptıklarının karşılığı olarak dünyada bir şeyler veririz ama âhirette onun hiç
bir nasibi yoktur,” buyuruyor. Âhirete inanmayan, tarlasını dünya için ekip
diken, dünya adına plan-program yaparak hareket eden kimsenin elde edeceği
mükâfat, sadece dünya ile sınırlıdır. Dünyada ne kadar bulmuşsa onunla yetinmek
zorundadır. Öbür tarafa intikal edecek bir mükâfatı yoktur
onun.
Burada Rabbimiz çok hoş bir husus
arzediyor. Sadece dünyalık isteyen, planını programını dünyalık elde etmek için
yapan ve âhi-reti hesaba katmayan kimselerin ne kadar akılsız ve aptal
olduklarını anlatıyor. Yukarıdaki âyetle birlikte düşünelim... Ne demişti
Rabbi-miz, “dünya rızkı mü'min-kâfir ayırımı yapılmaksızın Allah’ın bir
lütfu-dur.” Yâni dünyayı isteyenlere de âhireti isteyenlere de dünya rızkı
verilmektedir. Bu konuda ikisi arasında bir fark gözetilmemektedir. Bu zaten
ezelde takdir edilip hükme bağlanmıştır. Onun için tüm hesaplarını dünyalık için
yapanlar aptaldırlar. Neden? Zaten verilecek de ondan. Zaten Allah onu onlara
verecek. Allah zaten herkese dünyada bir şeyler ayırmışken, âhiretini
ayaklarının altına alırcasına dünyanın ve dünyalıkların peşine takılanlar aptal
değil de nedir? Öyle değil mi? Bana ayırdığını zaten bana ulaştıracak dünyada.
Bana ayırdığını kesinlikle başkalarına vermeyecek, başkalarına ayırdığını da
çatlasam patlasam da kesinlikle bana vermeyecek. Ben gecemi gündüzüme katarak
çırpınsam da, Allah’ın bana takdir ettiğinden fazlası da bana gelmeyecek. Bunu
Allah zaten vaadediyor. Hal böyleyken ben tutmuşum, zaten bana ayrılan dünyalık
rızık konusunda, tüm zamanımı harcayarak âhiret konusunda plan-program
yapmıyorum. İşte bu, aptallıktır, ahmaklıktır. Ama kim de bunu anlar,
planını-programını âhi-reti kazanmak üzere yapar, âhireti kazanmak adına sâlih
amellerin peşinde koşarsa, Allah ona dünyadaki takdir buyurduğunu ulaştıracağı
gibi, âhirette de bu yaptıklarının karşılığında kat kat ona mükâfatlar
verecektir. Amellerini bazan onla, bazan yedi yüzle, bazan sonsuzla katlayarak
karşılığını verecektir. İsrâ sûresindeki âyet-i kerîme-sinde de bu hususu
Rabbimiz şöyle anlatır:
“Dünyayı isteyene, istediğimiz kimseye,
dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız; yerilmiş ve
kovulmuş olarak oraya girer. Âhireti isteyip, inanmış olarak onun için gerekli
çalışmada bulunan kimselerin, işte onların çalışmaları şükre değer. Onların ve
bunların her birine Rabbinin nimetinden ulaştırırız. Esasen Rabbinin nimeti
kimseye yasak kılınmış değildir.
(İsrâ 18,19,20)
Dünyayı isteyenlere dünyalık verecektir
Allah. Ama sonucuna kendileri katlanmak zorundadırlar. Sadece dünyayı
istediklerinden, âhirette onlar için cehennem hazırlanmıştır. Âhireti isteyenler
de, zaten dünyadan mahrum olacak değillerdir. Nitekim bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü buyurur ki: “Kimin hemmi, hedefi, kıblesi âhiret olursa, yâni kim âhireti
kazanma derdini kendisine birinci dert edinir, plan-programını buna bina ederse,
dünya, boynunu kösmüş olarak o kişiye teslim olacaktır.” Yâni böyle âhireti ve
Allah’ın rızasını kazanmak adına, dünyayla haddinden fazla ilgilenmeyen kişiye
dünya küsüp onu terk etmez. “Ne halin varsa gör. Sen madem ki benimle
ilgilenmedin ben de seni terk ediyorum, haydi sen de bundan böyle fakir kal”
de-mez, aksine boynunu kösmüş olarak o kimseye teslim olur.
21. “Yoksa, Allah’ın dinde izin
vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır? Eğer kesin yargı
bulunmayacak olsaydı aralarında hemen hükmedilirdi. Doğrusu, zalimlere can
yakıcı azab vardır.”
İnsanlar kendilerine Allah’la beraber
ya da Allah berisinde, Allah’ın kendilerine izin vermediği konularda onlara din
koyacak, şeriat belirleyecek ortaklar mı bulmuşlar? Onların Allah berisinde,
Allah’ın dışında hüküm koymada, kanun koymada, din belirlemede, şeriat vaz
etmede, hayat programı belirlemede Allah’a ortak kabul ettikleri bir kı-sım
varlıklar mı vardır ki, onların koydukları kanunlara itaat etmeye çalışıyor,
onların belirlediği yasaları uygulamaya çalışıyorlar? Allah-tan başka onların
Allah’a ortak koştukları bir kısım şerikleri, şürekâları mı vardır ki onların
ortaya attıkları akidelere, nazariyelere iman ederek onlara riâyet etmeye
çalışıyorlar?
İnsanların böyle din koyan, yasa
belirleyen şerikleri mi var ki kişisel ve toplumsal hayatlarını düzenlemede
onların dinlerine, şeriatlarına, yasalarına müracaat ediyorlar? Hukukta,
eğitimde, siyasette, yönetimde, mahkemelerde hep onların kanunlarını esas almaya
çalışıyorlar. Bakın âyet-i kerîmede bunların ortaya atıp insanlara empoze
ettikleri kanunlarına, yasalarına, sistemlerine ve hayat programlarına da
Rabbimiz din diyor. Onlar Allah dini dururken size din mi
koyuyorlar?
Dikkat ederseniz önceki âyetlerde
Rabbimiz kulları için şeriat belirlediğini anlatmıştı. Kur’an’daki emir ve
yasaklarının pratik hayatta uygulanması adına, kullarına şeriat belirlediğini ve
bu konuda sadece kendisinin yetkili olduğunu, kendisinden başka hiç kimsenin
şeriat belirlemeye, din belirlemeye ve yasa koymaya hak sahibi olmadığını
anlatmıştı. Burada da kendisinden başka şeriat belirleyen, kanun koyan, yasa
koyan kimseleri ve bunların koydukları dinlerine, bunların ortaya attıkları
şeriatlerine tabi olan müşrikleri anlatıyor Rabbimiz.
Yâni bu insanların Allah’tan
başka Rableri mi var ki onlara din belirlemeye kalkışıyorlar? Onlar adına hayat
programı tespit etmeye kalkışıyorlar. Allah’ın izin vermediği şeyleri onlara
meşru mu kılmaya çalışıyorlar? Allah’ın kulları adına tanzim buyurduğu kanunları
bırakarak, diledikleri gibi insanlara, Allah kullarına kanun yapmaya
kalkışıyorlar öyle mi? Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl kılarak, Allah’ın
helâllerini de haram kılarak şeriat koyuyorlar öyle mi? Kendilerini şâri
görüyor, teşrî hakkının kendilerinde olduğunu mu iddia etmeye kalkışıyorlar?
Hâkimiyet bizdedir diyorlar, öyle mi?
“Ey kullarım! Şunu hiç bir zaman
hatırınızdan çıkarmayın ki, böyle yaparak, Allah’ın izni olmadığı halde Allah’ın
kanunlarını, Allah’ın şeriatını görmezden gelerek yeryüzünde şeriat belirlemeye,
kanun koymaya çalışan bu tür tâğutların şeriatlerini, onların kanunlarını
uygulamaya çalışanlar, gerçek Rabbleri olan beni bırakıp, benim dinimden çıkıp,
bu şeraitleri ortaya koyanları Rabb ve sanki benim ortaklarımmış gibi kabul edip
bunlara kulluk etmeye çalışan kimselerdir.” Evet, insanların ortaya attığı tüm
sistemler, kanunlar, şeriatler, hayat programları, bilesiniz ki Allah’ın dininin
karşısında ortaya atılmış birer yeni dindir. Onlar nasıl ki Allah’ın izni
olmadan, Allah’ın dinine rağmen bu dinleri ortaya koyarak küfretmişlerse,
Allah’ın izni olmadan onlara uyanlar da, onların bu hayat programlarını
uygulayanlar da, aynen onların dinlerine uymuş ve şirke düşmüş kimselerdir. Âyet
çok açık ve net bir biçimde bize bunu anlatır.
Kanun koyanlar, şeriat belirleyenler,
Allah dinini, Allah şeriatını bırakıp da insanların belirledikleri bu şeriatleri
uygulamaya çalışanlar için de bu öyle büyük bir suç ki, eğer fasıl kelimesi
olmasaydı, onların tamamının defterini dürerdi Allah. Fasıl kelimesi; yâni
azabın belli bir süreye kadar ertelenmesi sözü. Allah tarafından bu söz ezelde
verilmeseydi, onların işi bitikti.
Yani eğer Allah sevap ve cezanın
âhiret günü açıklanacağına, her şeyi kıyamet günü açıklayıp ortaya dökeceğine,
haklıyı ve haksızı, hak yolda olanı ve bâtıl yolda gideni kıyamet günü açıklayıp
ara-larında kesin hükmünü o gün vereceğine dair söz vermemiş olsaydı, bu
kâfirlerin defterlerini dünyada dürüp, mü'minlerin de haklılığını dünyada ilân
edip mükâfatlarını dünyada verseydi, o zaman araları kesinlikle ayrılacaktı.
Hakla bâtılın arası, haklıyla haksızın arası ayrılacak, her şey ortaya
dökülecekti. Ama Allah böyle murad etmemiştir. Bu dünyada değil, öbür tarafta olacağı için, bu
müşrikler şu anda bu şirklerine rağmen yaşama imkânı bulabilmektedirler. Şimdi
yaşasınlar bakalım, pek yakında:
22. “Yaptıkları şeyler başlarına
gelirken, zalimlerin korkudan titrediklerini görürsün: İnanıp yararlı iş
işleyenler cennet bahçelerindedirler. Rabblerinin katında, onlara diledikleri
verilir. İşte büyük lütuf budur.”
Peygamberim, sen bu zalimlerin dünyada
işledikleri bu günâhlardan dolayı başlarına gelecek azaptan dolayı tir tir
titrediklerini görürsün. Gerek yeryüzünde kendilerini Allah makamında görerek,
Allah’ın şeriatını beğenmeyerek, Allah kullarına şeriat belirlemeye, din, kanun
koymaya kalkışanları, gerekse Rabblerini unutarak bu kimselerin koyduğu bu
kanunları uygulamaya çalışanları görürsün ki, o gün korkudan tir tir
titremektedirler. Kış sineği gibi başlarına gelecek felâketi beklemektedirler.
Çünkü artık gerçeği anlamışlardır. Allah yerine koyup, Rabb makamına oturtup
kanunlarını uygulamak için çırpındıkları, hatırlarını kazanmak için
koşturdukları tâğutların, modanın, çevrenin, âdetlerin ve tüm yapay tanrıların
ve tanrıçaların Allah’ın ortakları olmadığını, onların hiçbir güç ve kuvvete,
hiçbir yetki ve selahiyete sahip olmadıklarını, onların da kendileri gibi aciz
birer varlık olduklarını, Rabb olmaya, İlâh olmaya, kanun koymaya, din
belirlemeye, hayat programı tespit etmeye, hatırı kazanılmaya lâyık olanın da
sadece Allah olduğunu anlamışlardır artık. Anlamışlardır ama zaten inkârı,
reddedilmesi mümkün olmayan bir ortamda anlamışlardır. Ne kıymeti var ki burada
anlamanın? Anlamışlar ve dünyada işledikleri bu günâhlardan ötürü korkudan tir
tir titremektedirler. Oysa korksalar da, korkmasalar da artık fark etmez.
Yaptıklarının cezası mutlaka başlarına gele-cektir, bundan kurtulma imkânları
asla yoktur. Zillet ve horluk içinde kalacaklardır.
Bunlar böyle zillet ve azap içindeyken,
inanan ve inancını a-mele dönüştürme çabası içine girenler, inanan ve inancını
yaşama savaşı veren mü'minler de cennet bahçelerindedirler. Rabbleri katında
diledikleri her şey onlara sunulacak, bir dedikleri asla iki edilmeyecek, ne
arzu ederlerse onlara ikram edilecektir. Zillet ve horluk içinde cehenneme
yuvarlananlar nerede, böyle nimet içinde yüzenler nerede? İşte bu nimet ve
mükâfat en büyük kazançtır. Bundan daha büyük mutluluk, bundan daha büyük kazanç
mümkün değildir. Allah bir şeye büyük demişse, varın onun büyüklüğünü artık siz
düşünün. Kim kime kulluk ediyorsa, mükâfatını ondan isteyecektir. Elbette
kendisine kulluk edenleri Rabbimiz böyle büyük mükâfatlarla
karşılayacaktır.
23. “Allah, iman edip sâlih ameller
işleyen kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki: “Ben sizden buna karşı
yakınlara sevgiden başka ücret istemem.” Kim güzel bir iş işlerse onun
güzelliğini artırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır, şükrün karşılığını
verendir."
İşte bu müjde, bu ikram Allah’ın
yeryüzünde inanmış ve imanlarını amele dönüştürme gayreti içine girmiş, inanmış
ve imanlarını yaşama savaşı vermiş, böylece hayatları iman ve cihadla geçmiş
olan kullarına verdiği bir müjdedir. Rabbimiz bu kullarının yarın mutlaka karşı
karşıya gelecekleri bu güzel hayatın müjdesini, onlar bununla sevinip coşsunlar,
bununla daha güzel ameller işlemeye koşsunlar diye bugünden veriyor. Tüm bu
gözlerin görmediği, kulakların duymadığı nimetleri bize vadeden ve bize bunlara
ulaşma yollarını da gösteren Rabbimize hamd olsun.
Mü'min kullarına bu müjdeyi verdikten
sonra Rabbimiz buyurur ki: “Peygamberim! Sen onlara de ki: “Ben Allah’ın
âyetlerini size tebliğ etmeme, Rabbimin emirlerini size duyurmama karşılık
sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Yaptığım bu hizmet karşılığında sizden
bana bir şeyler, mal, mülk vermenizi, saraylar, köşkler ikram etmenizi, beni
atlarınıza, develerinize bindirmenizi, beni sırtınızda taşımanızı, elimi,
ayağımı öpmenizi, bana çaylar, kahveler ikram etmenizi istemi-yorum. Yaptığım bu
görev karşılığında bana minnet duymanızı, bana bir teşekkür bile etmenizi
istemiyorum. Sizden bana yapmanız gereken hiçbir şey istemiyorum. Ben sizden
sadece yakınlarıma (kurba-ma) meveddet ya da yakınlığıma (kurbama) sevgi
istiyorum.” Bunun birkaç mânâsı üzerinde durulmuştur:
1. “Bu tebliğime karşılık ben sizden
başka değil, sadece sizinle benim aramdaki akrabalık bağına saygı duyup,
aramızdaki akrabalık bağını gözetip bana düşmanlık yapmamanızı istiyorum.
Sizinle benim aramdaki akrabalık hatırına, Rabbim tarafından görevli bulunduğum
bu dini tebliğ etmeme engel olmamanızı, bu konuda bana eziyet etmemenizi
istiyorum. Aramızdaki bu akrabalık bağı hatırına, benim bu dâvetimi kabul
etmezseniz bile, onu Allah kullarına duyurmama engel olmayın. Aramızdaki bu
akrabalık bağından ötürü hiç olmazsa bana yabancılardan daha fazla düşman
kesilmeyin. Sizden tek istediğim benim önüme barikatlar koymamanız ve bu dini
tebliğime imkân vermek sûretiyle kötülüğünüzü benden uzak tutmanızdır.”
2. “ Ben sizden hiç bir şey
istemiyorum. Sadece yakınıma, yakınlığıma sevgi istiyorum. Yâni sizden benim
yakın olduğuma yakınlık, sevdiğime sevgi, saydığıma saygı istiyorum. Sizden
sadece sevdiğim Allah’ı sevmenizi, saydığım Rabbime saygı duymanızı, inandığım
Rabbime inanmanızı istiyorum. Sizden başka hiçbir şey istemiyorum, sadece sizi
çağırdığım dâvete icabet etmeniz, iman ve sâlih a-meller işleyerek yakınıma
yaklaşmaya çalışmanız benim için yeterli olacaktır. Benim tüm derdim ve sizden
tek istediğim işte budur. Ne para-pul, ne mal-mülk, ne rütbe, ne makam, ne
teşekkür, ne minnet hiçbir şey istemiyorum. Sadece dâvetimi dinleyin ve benim
sevip i-nandığım gibi bu dâvetin sahibine siz de iman edin. Sevdiğim Allah’ı
sevmenizden ve sâlih amellerle ona yaklaşmaya çalışmanızdan başka bir şey
istemiyorum.”
3. Âyetin bir üçüncü mânâsı olarak,
kimileri de bunu, “ben sizden akrabalarıma sevgi göstermenizi istiyorum, başka
bir şey iste-miyorum,” şeklinde anlamaya çalışmışlar, sonra da Rasûlullah’ın
akrabaları konusunda ihtilâflara düşmüşlerdir. Kimileri Allah’ın Resûlünün
kendilerine sevgi istediği bu akrabalarının Abdulmuttalip oğulları olduğunu,
kimileri de Hz. Ali, Hz. Fatıma ve onların oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin
efendilerimiz olduğunu söylemişlerdir. Halbuki bu âyetin indiği dönemde
Abdulmuttalip oğullarının pek çoğu Müslüman bile değildi. Hattâ Rasûlullah’ın en
baş düşmanlarıydı onlar. Şimdi bu-na göre Allah’ın Resulü kâfir akrabaları için
kâfirlerden sevgi istiyor-du mu diyeceğiz? Bu kesinlikle mümkün değildir. Öteki
anlayışa gelince, yine bu âyetlerin geldiği dönemde Hz. Ali efendimizle Hz.
Fa-tıma anamız evli bile değildi.
Tarihen sabittir ki, Hz. Ali
efendimizle Hz. Fatıma annemizin evlenmeleri hicretin ikinci yılında, Bedir
savaşından sonradır. Halbuki bu âyetler Mekke’de geliyordu. Sonra tüm insanlığı
Allah’a ve Allah’ın dinine çağırmak için gelmiş, âlemlere rahmet olarak
gönderilmiş bir peygamberin, şirk içinde yüzen bir toplumdan ilk olarak
isteyeceği bu olmamalıydı herhalde.
Öyleyse en güzeli ve Allah elçisine en
çok yakışanı, yakınlığa sevgi istemesiydi. Allah’a, İslâm’a sevgi ve iman
istiyordu, sevdiği Allah’a o Allah’ın istediği biçimde iman ederek, o Allah’ın
istediği biçimde kulluk yaparak onların da yaklaşmalarını istiyordu. Âyetin
bundan sonraki bölümü de bu mânâyı doğruluyor.
“Kim güzel bir amel işlerse, kim bir
iyilik kazanırsa, biz onun iyiliğini artıracağız.” buyuruyor Rabbimiz. İyilik
yapanların iyiliklerini artıracağını müjdeliyor Rabbimiz. Yâni kullarım ne kadar
sâlih ameller işlemeye koşarlarsa, ben onlara hedefledikleri, niyet ettikleri
amellerden daha fazlasıyla onlara mukabelede bulunacağım. Onlar Allah’ın
huzuruna ne kadar sâlih amel getirirlerse, Allah onun mükâfatını kat kat
fazlasıyla onlara ödeyecektir. Bazan bire on, bazan bire yedi yüz, bazan da bire
hesapsız ücret ödeyecektir Rabbimiz. Biliyoruz ki iyiliklerin kat sayısı
farklıdır. Günâhların, kötülüklerin kat sayıları da farklıdır tabii. Hattâ
Fussilet sûresinin 27. âyetinde Rabbimiz buyurur ki:
“Onlara yaptıklarının en kötüsü ile
ceza vereceğiz.”
(Fussilet 27)
Amellerinin en kötüsü ile
cezalandıracağız onları. Nasıl anlayacağız bunu? Allah en iyisini bilir, bu
kâfirlerin, bu zalimlerin hayatlarında bazen işledikleri güzel ve faydalı işler
de olabilir. Ama onların yaptıkları amellerin en kötüsüyle en çirkiniyle tüm
amellerini çarpıvereceğiz, diyor Rabbimiz. Müminler için de böyle bir rahmetin
olduğunu biliyoruz. Mü'minlerin de tüm amelleri, en iyi, en güzel, en ihlaslı
yaptıkları bir amelle çarpılıverilecektir. Yâni bütün amelleri o en güzel amelle
çarpılıverecek ve tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul ediliverecektir. Ne
büyük bir rahmet değil mi? Yâni kâfirler için de, müminler için de kat sayı, en
iyi amelleri ve en kötü amelleri olacaktır. Mü'minler en güzel amelleri
karşılığında mükâfat alırken, kâfirler de en kötü amelleriyle
cezalandırılacaklardır. Düşünün, tüm ömrünüzde en iyi kıldığınız, en ihlaslı
kıldığınız bir namazla tüm namazlarınız çarpılıverecek ve tüm namazlarınız bu en
güzel namazınız gibi kabul ediliverecek.
Âyetin sonunda buyurur ki Rabbimiz:
“Muhakkak ki Allah Ğa-fûr ve Şekûrdur.”
Yâni sizler iyi amellere koşarken, sâlih ameller peşinde Rabbinizi razı etmeye
çırpınırken bir takım kusurlarınız, eksiklikleriniz, hatalarınız, sürçmeleriniz,
falsolarınız olsa da, unutmayın ki Allah Ğafûr’dur. Allah onları siler, yok farz
eder, üzerlerini örtüverir, sizi bağışlayıverir. Bir de Allah Şekûrdur.
Şükredendir Allah. Yâni teşekkür edendir, yaptıklarınızı karşılıksız bırakmayan,
amellerinizi asla zayi etmeyendir.
Hal böyleyken onlar böyle bir Allah’la
karşı karşıyayken:
24. “Yoksa ey Muhammed! Senin için
Allah'a karşı yalan yere iftira etti mi derler? Allah dilerse senin kalbini
mühürler, bâtılı da yok eder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Doğrusu O,
kalplerde olanı bilendir.”
Yoksa onlar, o müşrikler peygamberin
yalan uydurup kendi uydurduğu bu sözleri Allah’a izâfe ederek, “O’na karşı yalan
uydurdu,” mu diyorlar. Yâni onlar Allah hiç bir şey indirmemiştir, Allah zaten
bir şey indirmez, Allah hayata karışmaz, Allah bize vahiy gönderip bizden bir
şeyler istemez, Allah bu dünyayı yaratmış, bizleri yaratmış ve sonra da bizi
kendi halimize bırakmış, “bildiğiniz gibi keyfinize göre yaşayın” dediğini mi
söylüyorlar?
Hal böyleyken, seni yalancılıkla
ve Allah’a iftira etmekle mi suçluyorlar? “Peygamberim! Eğer gerçekten bu
kâfirlerin iddia ettikleri gibi sen böyle bir konuda Allah’a yalan iftirada
bulunmuş olsaydın, mutlaka senin o kalbini mühürler, dilini koparır, beynini
damgalar ve bu Kur’an’ı sana unuttururduk. Onu senin kalbinden söküp alırdık.
Senin vahiy kaynağını kesip kuruturduk.” Tehdidi görüyor musunuz? Peki kime
yapılıyordu bu tehdit? Allah’ın yeryüzünde en çok sevdiği kuluna ve peygamberine
değil mi? Öyleyse Allah’a yalan uyduranların vay haline. Allah demediği halde
Allah böyle diyor demek sûretiyle ya da dediklerini demedi biçiminde gizlemek
sûretiyle Allah’a yalan iftirada bulunanların vay haline!
Allah’ın dediklerini demedi,
demediklerini de dedi şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunmak… “Efendim, zaten
Allah da bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir,” diyerek Allah’ın
istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak, Allah’a yalan
iftirada bulunmak demektir.
“Efendim, Allah da demokrasiden
yanadır, İslâm da laikliği önermektedir. Kur’an’da kesinlikle cihad emri yoktur.
Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle
çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a
yakışan şeyler değildir. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu?
Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an’da yaşadığımız hayatı
düzenleyen prensipler yoktur. Kur’an bu dünyaya karış-maz. Kur’an sadece bir
ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan
başka bir şey demiyor ki!” diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini
demedi demediklerini de de-di demeye çalışıyorlar.
İşte bu da Allah’a yalan
iftiradır. “Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım, orada baş
örtmeye dair bir tek emir bile bulamadım,” diyen veya; “ben bu insanların
kurtuluşu için bir tek yol biliyorum, o da demokrasidir, bunun dışında başka
sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum,” diyen adamın iftirası, bütün bunlar Allah
adına beyan ve Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Yahudiler, Hıristiyanlar ve müşrikler
baştan sona İslâm’dan uzak bir hayat yaşıyor ve diyorlardı ki, “işte bu
yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır. İşte Allah’ın razı olduğu hayat
budur, Allah kullarından böyle bir hayat ister. Bizler şu anda Allah’ın razı
olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler Allah’ın
elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın yolundayız. Bizler hanifleriz, yâni
İbrahîm’in yolundayız.” Bu sözleriyle Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı.
Halbuki yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın istediği, ne de sözünü ettikleri
peygamberlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan iftirada
bulunmaktır.
Tıpkı bugün yaşadıkları hayat
İslâm olmayan Müslümanların, “biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu yaşadığımız hayat
Allah’ın istediği hayattır,” demeleri gibi. Halbuki namazımızdan tesettürümüze
kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik sistemlerimize, hukuk tarzımızdan
kılık-kıyafet biçimimize, mücâdele metodumuzun meşruluğundan düğün-dernek
anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden soframıza, çocuklarımızın eğitimine
kadar yaşadığımız hayat bellidir.
Kur’an’da Allah’ın dediklerinin pek
çoğunu insanlar değiştirmişler ve böylece Allah karşı yalan iftirada
bulunmuşlardır. Meselâ Kur’an’daki zikir, takva, kıraat, ihsan, dua, lânet,
şehit, velî, zikir, iman, kabul ve red, cennet ve cehennem kavramları, hattâ
namaz kavramı bile değiştirilmiştir. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar
unutulmuş ve farklı farklı anlamlar verilmiştir. Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
kelimelerini tahrif etmişler, dediklerine sanki demedi demediklerine de sanki
dedi diyerek iftiralarda bulunmuşlardır.
Yâni bu Yahudi ve Hıristiyanlar veya
bugünün ehl-i kitabı olan Müslümanlar eğer kitapla yaşamıyor, kitaplarıyla
beraber değil, kitaplarından habersiz biz hayat yaşıyorlarsa, muhtemelen bu
noktaya düşmüş olacaklardır. Çünkü bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni eğer adamın
hem bağrına bastığı kitabı var, “ben kitapsız değilim,” diyor, hem de
kitabından, kitabının içeriğinden habersiz ve hattâ kitabına ilgisiz bir hayat
yaşıyorsa, elbette kelâmı va’z olunduğu mânânın ötesine taşıracak, tahrifat
yapmak zorunda kalacaktır.
Allah o âyetten ne kastederse
etsin, o kendi kastını, kendi anlayışını o kelâma yüklemeye çalışacak ve aynen
Yahudi’nin yaptığını yapacaktır. Adam, “kitabım var,” diyor, okuyor kitabını,
aklediyor, mânâyı anlıyor, ama düzenini bozmasın, hayatını değiştirmesin diye
dön-dürüp dolaştırıp farklı mânâlara çekebileceği bir yol arıyor. “Efendim, işte
burada tarikat anlatılıyor. Burada parti, şurada bilimsel çalışma, örgütsel
anlatım, zengin olmak, şu âyetlerde filan makamlara oturmak, doktor olmak,
mühendis olmak anlatılıyor,” diyerek âyetleri hep anlamak istediği gibi anlamaya
çalışıyorlar.
Ya da, “işte burada bizim
şeyhimiz, bizim kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz
anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni, bizi, kesinlikle hak olduğumuzu, hak yolda
olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor,” diyerek âyetleri hep kendi
anlayışlarına, kendi düzenlerine uygulamaya çalışıyorlar. Meselâ birisi yüz âyet
okuyor ama işin garibi hepsini yanlış okuyor. Âyeti okuyor adam ama âyetin ne
anlama geldiğini hemen değiştiriyor. Âyetleri gerçek anlamlarından uzaklaştırıp,
kendi anlamak istediği gibi anlatmaya çalışıyor:
“Kim tâğutu küfreder ve Allah’a inanırsa
böyle sapasağlam bir kulpa tutunmuştur ki, asla kopması yoktur. Allah işiten ve
bilendir.”
(Bakara 256)
Âyeti var ya, âyet-i kerîmede geçen bu
sapasağlam kulp, şeyhin eliymiş, öyle diyor adam. Bu, tarihte hiç iddia
edilmemiştir. Resul-i Ekrem efendimizden bu yana ümmetin tümü ittifak içindedir
ki, bu sapa sağlam kulp Kur’andır. Herkes böyle söylüyor ama adam inadına böyle
diyor. Allah korusun, adam kendi kendine mânâlandırıyor âyetleri. İşte bu, Allah
korusun tıpkı Yahudi’nin yaptığını yapmak yâni âyetleri tahrif
etmektir.
Burada Rabbimiz peygamberine bile böyle
bir tehditte bulunuyorsa, Allah’a karşı yalan iftirada bulunanların vay haline!
Allah bir şey demediği halde, bunu Allah söylüyor diyerek veya Allah’ın
buyruklarını sanki Allah dememiş gibi gizleyerek Allah kullarına
duyurmayanların, gizleyenlerin vay haline! Burada esasen peygamberine ve
peygamber yolunun yolcusu olan bizlere bir yol gösteriyle birlikte, müşriklerle
ince bir istihza söz konusudur. Yâni, “ey peygamberim, şu anda senin
muhatapların Allah’a karşı böyle yalan iftirada bulundukları için biz onların
kalplerini mühürleyiverdik. Sen de onlar gibi Allah’a karşı bir yalan uydurmaya
kalkışsaydın, o zaman senin de kalbini mü-hürlerdik. Ama sen onlar gibi yalan
uydurmadığın için, şu anda seni Rabbin desteklemekte ve onlara karşı
kuvvetlendirmektedir.” Sanki, “ey kâfirler! Siz hiç akletmez misiniz? Kalbi
mühürlenmiş, dili koparılmış birinin sözüne benziyor mu bu Kur’an? Birisi bunu
söyleyebilir mi?” denilmektedir.
Allah, bâtılı yok eder; indirdiği
sözleriyle, âyetleriyle de hakkı gerçekleştirip bâtılın yerine hakim kılar.
Yâni, ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Siz yolunuza devam edin.
Bâtıl taraftarlarının yaptıklarına ve söylediklerine aldırış etmeyin. Allah
onları da, temsil ettikleri bâtılları da, bâtıl sistemlerini de yok edecek ve kesinlikle sizi onlara galip
getirecektir. O’nun kelâmı nâzil olmaya devam ettikçe gönüllerde ameliyatlar
gerçekleştirecek, oradaki küfür hücrelerini öldürecek ve sonunda hak mutlaka
galip gelecektir. Muhakkak ki Allah kalplerde olanları bilendir. Sizin yolunuzu
kesmeye çalışan kâfirlerin kalplerinden geçirdiklerini de bilir, sizin için
gizli gizli kurdukları tuzaklarını, komplolarını da bilir. Siz hiç onu
düşünmeyin ve yolunuza devam edin. Allah’a hiç bir şey gizli kalmaz, kalamaz.
Eğer peygamber kalbinden Allah’a gizlice yalan uydurmayı düşünmüş ama bunu
dışardan gizlemiş olsa bile, Allah onun kalbine muttalidir ve kesinlikle bu
konuda ona imkân vermeyecektir. Öyleyse bu konuda şüphe edenlerin ve peygamberi
reddetme konusunda bunu kendilerine mesnet yapmaya çalışanların hiçbir haklılık
yönleri yoktur, deniliyor. Sonra da Rabbimiz böyle davranan insanları tevbeye
dâvet ediyor:
25,26. “Kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri affeden,
yaptıklarınızı bilen, inanıp yararlı işler işleyenlerin duasını kabul eden,
lütfuyla onların ecrini artıran O’dur. Ama, inkârcılar için çetin azap
vardır.”
Rabbimiz bundan sonra kullarını tevbeye
dâvet ediyor. “Ey kullarım! Ey benim kitabıma karşı ilgisiz davranan, benim
elçime karşı düşmanca tavır alan kullarım! Gelin bu anlayışlarınızdan, bu
tutumlarınızdan vazgeçin! Benim elçime karşı gelişlerinizden, benim kitabıma
karşı takındığınız bozuk düzen tavırlarınızdan vazgeçin. Hayatınızın yönünü
değiştirin.”
Tevbe budur zaten. Tevbe dönüş
demektir. Günâha, isyana doğru giderken, bir anda kişinin Rabbine dönmesinin
adına tavbe denir. Hz. Âdem de ağaca, Allah’ın yasakladığı bir eylemi
gerçekleştirmeye, şeytanın adımları istikâmetinde giderken, bir anda Rabbine
yö-neliverip O’nun razı olduğu hayata dönmüştü. Allah buyurur ki, “ey kullarım!
Eğer hayat programlarınızı değiştirir, kitabıma, peygamberime karşı takındığınız
bu tutumlarınızdan vazgeçer ve bana kulluğa yönelirseniz, ben sizin dönüşünüzü
kabul edeceğim.”
Tevbe, kişinin yaptığı kötülüklerden
vazgeçmesi, Allah’tan ve O’nun hayat programından habersiz bir biçimde yaşadığı
hayattan vazgeçip, böyle bir hayattan pişmanlık duyup bir daha o hayata dönmemek
üzere karar vermesidir.
Tevbeyi ve Allah’a dönüşü hayatında
sembolleştiren Hz. Adem hatasını anladı ve hemen pişman oldu. Allah da onu
affetti. Demek ki tevbe, kişinin Allah’la ilişkisini düzeltmesinin adıdır. Bir
insan için Allah’la yakın ilgiden mahrum olmaktan daha büyük bir hüsran olamaz.
Günâh psikozu içinde yaşayıp, Allah’la diyalogunun kesilmesi kadar insanı
kahreden başka bir şey düşünmek mümkün değildir. İnsanlar hata içinde
olabilirler. Cehaletleri sebebiyle Allah’tan ve Allah-ın kendileri için
gönderdiği hayat programından habersiz, kitabından ve elçisinden habersiz bir
hayat yaşamış olabilirler. Bu yüzden de günâhların en büyüklerini işlemiş
olabilirler.
Hattâ Allah’ı bırakıp,
kendilerine başka tanrılar edinip onlara tapınacak hale bile gelebilirler. Ama
bilelim ki, ne yaparlarsa yapsınlar, onlar için tevbe kapısı her zaman için
açıktır. Yeniden Allah’a, Allah’ın kitabına dönebilme imkânları her zaman
mevcuttur. Böylece ye-niden Allah’ın affına, Allah’ın merhametine ve nimetlerine
ulaşma imkânları olabilecektir.
Bu durumda kişi, hemen kendisini
yaratan ve imtihan için bu dünyaya getiren Rabbini hatırlayacak, O’nun kendisi
için hayat programı olarak gönderdiği kitabıyla ilgi kuracak, Allah’ın
kendisinden istediği kulluğun pratiği dediğimiz peygamberiyle tanışacak ve bir
daha eski hayatına dönmemek üzere Allah’a söz verecektir.
Nisâ sûresi, bu dönüşün günâhın hemen
akabinde olması gerektiğini anlatır:
“Allah bilmeden kötülük işleyip de
hemen arkasından tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah,
onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, Hakîm olandır.”
(Nisâ 17)
Dikkat ederseniz, âyet-i kerîmede “min
gariyb” ifadesi kullanılmaktadır. Yâni işlenen günâhın hemen arkasından
tevbe edilmelidir. Meselâ kişi günâh işler işler de, artık o kötülüğü
işleyemeyecek bir çağa geldikten sonra tevbe ederse elbette bu tevbenin Allah
katında bir önemi olmayacaktır. Çünkü o kişi aslında o günahlardan isteyerek,
gönlüyle vazgeçmemiş de onları işleyecek gücü, kuvveti kalmadığı için
vazgeçmiştir. Zina edebilecek gücü kalmadığı için, içki içebilecek sıhhati
kalmadığı için bunları bırakmıştır. Öyleyse kişi o günahları yapabilecek bir
durumda iken Allah rızası için onları terk edecektir. O günahları işleyemeyecek
bir yaşa kadar tevbesini geciktirmemelidir. Zaten dikkat ederseniz âyetin bundan
sonraki bölümü o hususu anlatır.
“Kötülükleri işleyip dururken ölüm
kendisine geldiği zaman: “İşte şimdi tevbe ettim!” diyen kimselerle kâfir olarak
ölenlerin tevbeleri makbul değildir. İşte onlara elem verici bir azap
hazırlanmıştır.”
(Nisâ 18)
Öyleyse tevbelerimizi geciktirmemeli,
Rabbimizle aramızı açmamalı ve her an Rabbimizle diyalog halinde
olmalıyız.
Allah, tüm dönüşleri kabul eden,
yaptıklarımızın tümünü bilen, kendisine yönelen, iman edip sâlih ameller işleyen
kullarının dualarını kabul etmekte ve her an onların çağrılarına icabet
etmektedir. Ama unutmayalım ki, kâfirler için şiddetli bir azap vardır.
27. “Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi, yeryüzünde
azgınlık ederlerdi. Ama O, dilediğini bir ölçüye göre indirir. Doğrusu O,
kullarından haberdardır, onları görendir.”
Eğer Allah yeryüzünde kullarına bol bol
rızıklar verip onların istedikleri her şeyi bol bol onlara ulaştırıverseydi, o
kullar yeryüzünde şımarır, azar, isyan içine girer, fesat çıkarır, yeryüzünde
dengeyi bozacak duruma gelirlerdi. Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki, zenginlik,
taşkınlık, şımarıklık sebebidir. Eğer Allah yerdeki kullarına her şeyi bol bol
verseydi, istedikleri her şeyi bulabilecek, dilediklerini elde edebilecek ve
istedikleri her şeyi yapabilecek bir duruma gelselerdi, şımaracak ve azgınlık
içine gireceklerdi.
Yeryüzünde en çok şımaranlar,
yeryüzünde Allah’a en çok isyan içine girip de yeryüzünde düzeni bozanlar da
zenginlerdir. Yâni bu insanlar yeryüzünde kendilerine verilen azıcık zenginlik,
azıcık güç ve kuvvet sonucunda bile Allah’a kafa tutmaya kalkışıyorlar da, Allah
bunlara biraz daha fazlasını verseydi acaba bunlar ne yapacaklardı? Meselâ biraz
daha fazla ömür verseydi, biraz daha fazla güç ve kuvvet verseydi, biraz daha
fazla imkân ve saltanat verseydi acaba bu in-sanlar ne yapacak, nasıl
davranacaklardı?
Lâkin Allah rızkı dilediği ölçüde
indirir. Rızkı dilediği şekilde indirir ve kullarının her birine dilediği
şekilde rızık takdir eder. Çünkü Allah kullarına Habîr ve Basîrdir. Şüphesiz ki
Allah kullarının durumlarını, karakterlerini, onlara yarayan şeylerin neler
olduğunu, herkese ne kadar vereceğini en iyi bilendir. Kulları hakkında en
hayırlı şeyin ne olduğunu en iyi bilendir. İşte bu bilgisi ve hikmeti gereği
kime ne vere-ceğini, ne kadar vereceğini, kimi neyle ve nasıl imtihan edeceğini
en güzel bir şekilde takdir eder. Bu bilgisi ve hikmeti gereği, çok verilmesi
gerekenlere çok verir, az verilmesi gerekenlere de az verir. Kimsenin O’na hesap
sormaya, yol göstermeye, akıl vermeye hakkı da yetkisi de yoktur.
Nitekim bir hadis-i kutside
Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Kullarımdan öyleleri vardır ki
zenginlikten başkası ona yaramaz. Eğer onu fakirleştirseydim bu fakirlik onun
dinini bozardı. Yine kullarımdan öyleleri de vardır ki, onlara fakirlikten
başkası yaramaz. Eğer onu zengin kılsaydım, bu zenginlik mutlaka onun dinini
bozardı.”
(İbni kesir
3/277)
Kimi insanlara neden fazla zenginlik
verildiğinin hikmetini bu hadis-i kutsiden anlıyoruz. O kadar çok istiyor ki
vermese dini gidecek adamın da, onun için veriyor Rabbimiz. Eğer insanlar
dünyada Allah’ın takdirine razı olup onunla yetinmeye çalışsalar, en güzelini
Allah’ın takdir ettiğini göreceklerdir. Ama insanlar Allah’ın takdirine razı
olmuyorlar. Kimi insanların mallarını zekat dahi temizleyemiyor. Meselâ adam
başkasının hakkına uzanmış, dükkanında çalıştırdıklarının haklarını vermemiştir.
Sanki Allah belirlemiş gibi birilerinin belirlediği asgari ücreti vererek
işçilerinin alın terini yemiştir.
Çünkü infak âyeti, zekat
âyetinden önce gelmiştir. Adam infak etmediği, sadece zekatı hesap edip infakı
göz ardı ettiği, yıllardır infakı ihmal ettiği için mal birikimi söz konusu
olmuştur. Zira bugüne ka-dar infak etseydi, belki bu kadar malı birikmeyecekti.
Şimdi bu adam zekat değil, malının tümünü verse bile sorumluluktan kurtulamaz.
Çünkü o mal zaten kendisinin değildir. Veya kendisinin olmayan malı artırdıkça
artırmıştır. Ne bu malın aslı kendinindir, ne de artan kısım kendisinindir. Onu
hak sahiplerine ulaştırmak zorundadır. Bu gerçeği anladıktan sonra hemen tevbe
edip, meşru yoldan kazanıp, meşru yolda harcamaya başlayacak, elindeki
birikiminin değerlendirmesini bu şekilde yapacaktır.
Rabbimiz bazen vererek imtihan eder,
bazen de alarak imtihan eder. Bazen çok vererek, bazen de az vererek imtihan
eder. Ancak şurasını asla unutmayalım ki, O’nun vermesi ayrı bir imtihan, alması
ayrı bir imtihandır. Rabbimizin vererek imtihan etmesi, alarak imtihan
etmesinden çok daha tehlikeli ve kaybetme şansı çok daha fazla olan bir
imtihandır. Ama bunu bilmeyenler hep vererek imtihanından yanalar. Bu husus,
En’âm sûresinde çok hoş anlatılır:
“Şüphesiz ki senden önce ümmetlere
peygamberler göndermiştik; onları yalvarsınlar diye darlık ve sıkıntılara
sokmuştuk. Hiç değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil
miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel
gösterdi.”
(En’âm
42,43)
Evet, önceki toplumlara da peygamberler
gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu peygamberlere değer vermediler, bu
peygamberler ve onların kendilerine getirdiği mesajlarla ilgilenmediler. Hayat
programlarını Allah’tan ve Allah’ın elçilerinden almaya yanaşmadılar. Allah’ı
da, Allah’ın elçilerini de hayatlarına karıştırmamaya çalıştılar. “Allah hayata
karışmaz, Allah âyet göndermez, Allah elçi göndermez,” dediler. Onlar, Allah’ı
ve elçilerini inkâr ettiler de, onlara merhametimizden dolayı akılları başlarına
gelsin de bize dönmeyi anlasınlar diye onları fakirlik, kıtlık, açlık, geçim
darlığı, hastalıklar, çeşitli afetler ve zaruretlerle yakalayıverdik. Onları,
tevhid açığa çıksın, ka-bukları yırtılsın, küfürden, şirkten vazgeçsinler de
iman etsinler, sığınacak kapıları kalmasın da bize sığınsınlar, yalvaracak,
başvuracak, dövecek kapıları kalmasın da bize yalvarıp yakarsınlar diye türlü
türlü sıkıntılara sokuverdik. Ama beri tarafta şeytan onlara sürekli amellerini
süslü gösterdi, hayrı şer, şerri hayır, iyiliği kötülük kötülüğü, kötülüğü
iyilik gösterdi de, adam olma ve uyanma istidatlarını kaybettiler. Biraz önce
zikrettiğim o imtihanlar, kıtlıklar, yokluklar ve belâlar, onlarda sığınma,
kulluk ve kurtuluş hissini, Allah’a yalvarıp yakarma hissini uyandıracak İlâhî
uyarılardı.
Rabbimiz A’râf sûresinde bu hususu
şöyle anlatır:
“Andolsun ki, biz de Firavun ailesini,
ders alsınlar diye yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.”
(A’râf 130)
Bilelim ki bunların ilâhî uyarıcılığı
devamlı değildir. Onun içindir ki, böyle bir durumla karşı karşıya gelen kişi
hemen onu bir nimet bilmeli ve süratli bir şekilde uyanıp tevbe ve yalvarışlarla
Allah’a yönelmeli ve durumunu düzeltmesini bilmelidir. Zira bu durum kısa bir
süre sonra kaldırılıverir. Ya da esasen
kısa bir süre sonra bu uyarının tesiri gittikçe azalır ve nihâyet o sınırlı
müddet bitiverir. O sıkıntının uyarıcı özelliği kaybolur, bir alışkanlık ve
tabii bir hal oluverir. Yâni kısa bir dönem sonra bu belâların, bu sıkıntıların
terbiye edici hiçbir tesiri kalmaz.
Allah, tevbe etsinler, kendilerine
gelsinler de Allah’a yalvarsınlar diye onlara belâlar, sıkıntılar gönderdi. Hiç
değilse böyle bir du-rumdalarken yalvarıp yakarmalı değiller miydi? Ama gelin
görün ki, bunların taşlaşmış kalplerini bu kıtlıklar, yokluklar, belâlar ve
musîbetler bile Allah’a döndüremedi. Kalpleri taş gibi kaskatı kesildi de,
şeytan amellerini kendilerine süslü göster ya da şeytan onlara bu gelenleri farklı
biçimde yorumlattı. Meselâ Âd, Hûd, Lût kavmi, Eyke’liler, Allah’ın kendilerine
ibret alsınlar diye gönderdiği bu belâları tabiat kanunları olarak yorumladılar.
“Bunlar olağan şeylerdir. Daha önceki toplumlara da böyle şeyler
gönderilmiştir,” dediler.
Tıpkı şu anda bizim toplumun bu
depremleri, bu felâketleri farklı yönde yorumlayıp onlardan ibret almaya
yanaşmadıkları gibi. Şeytan ibret almalarını engelledi, amellerini, yaptıklarını
onlara süslü gösterdi. Hayatlarından, durumlarından, amellerinden razı oldular.
“Ne var bizim hayatımızda? İşte kulluk budur! İşte İslâm budur! İşte şu anda
bizler Allah’ın bizden istediği hayatın içindeyiz. Bizler Allah’ın razı olduğu
hayatı yaşıyoruz!” dediler.
“Onlar ne zaman ki kendilerine
hatırlatılanları unuttular, biz de onlara her şeyin kapısını açıverdik. Onlar
kendilerine verilenlerle sevinip coşmaya başlayınca da ansızın onları yakaladık
da umutsuz kalıverdiler.”
(En’âm 44)
Allah önce birbiri ardından uyarıcılar,
açlıklar, kıtlıklar, belâlar ve musîbetler gönderir, fırsatlar yaratır,
tembihlerde bulunur. Eğer onlar kendilerine gelen bu uyarılara aldırış etmez,
tüm bu şiddetler onların kalplerini yumuşatmazsa, o sıkıntılardan ibret alıp
Rabblerine dön-mezlerse, o zaman da Allah onlara her şeyin kapılarını açıverir.
Allah diyor ki, onlara her şeyin kapılarını açıveririz. Öyle bir bolluk, öyle
bir refah, öyle bir hürriyet veririz ki, tüm engelleri, tüm sıkıntıları
kaldırıveririz. Paralar, mallar, mülkler, servetler, altınlar, gümüşler, atlar,
arabalar, marklar, dolarlar, her taraftan üzerlerine rızıklar, nimetler yağmaya
başlayıverir. Ne ararlarsa bulabilecek, ne isteseler de yapabilecek hale
gelirler. Hastalık, dert, sıkıntı, açlık, fakirlik, hiçbir dertleri, hiç bir
sıkıntıları kalmayıverir. İşleri açılır, ev alırlar, dükkan alırlar, şansları
yaver gider, milletvekili, bakan, dekan olurlar. Dünya nimetleri adına Cenâb-ı
Hak bütün kapıları açıverir. Ferahlar, ne oldum delisi olurlar, bütün bunları
kendilerinin yaptığını iddia ederek takdiri unutuverirler.
Bolluk da ayrı bir imtihandır. Adam,
seyyar satıcı olarak başlar, üç tekerlekliyle işe başlar, sonunda Vehbi Koç,
Sakıp Sabancı oluverir. Cenâb-ı Haktan hayırlısını istemek zorundayız. Çünkü
Allah verir, ama bazen bu verdikleriyle kendisini unutturuverir. Bu da ayrı bir
imtihandır; bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Açılan her kapı,
verilen her imkân eğer bize Allah’ı unutturuyorsa, o zaman çok korkmak
zorundayız. Kur’an’da anlatılan bağ sahiplerini, bahçe sahiplerini
unutmamalıyız.
Şunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız: Şiddet ve sıkıntılarla yapılan imtihan ayrı, bollukla yapılan
imtihan ayrıdır. Bu bollukla yapılan imtihan, ötekisinden çok daha tehlikeli,
çok daha zor bir imtihandır. Rabbimizin darlıkla, sıkıntıyla yaptığı imtihan,
kalpleri yumuşatıp insanı Allah’a çevirmesi açısından onu başarmak belki
kolaydır ama bu bollukla yaptığı imtihan insanların şımarıklılığını,
müs-tekbirliğini artırdığı, insanı eyvallahsız hale getirdiği için bunu başarmak
gerçekten çok zordur. Birinde sabır, diğerinde şükür gerekir. Sıkıntıya sabır,
bolluk karşısında da verilen nimetler cinsinden şükür ister Allah.
Müslim’deki bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü:
“Mü’minin işlerine şaşılır. Zira
mü’minin bütün işleri hayırdır. Bu hayır mü’minden başkası için yoktur. Başına
musîbet cinsinden bir şeyler gelir, ona sabreder, mükâfat kazanır; yine
kendisine nimet cinsinden bir şeyler gelir, onun için de Rabbine şükreder, yine
mükâfat kazanır.”
buyurur.
İbni Cerir’in rivâyetinde Allah’ın
Resûlü başka bir hadislerinde de şöyle buyurur:
“Allah’ın, bir kulunun isyanına rağmen,
ona onun sevdiği dünya nimetlerinden bolca verdiğini görürseniz, biliniz ki bu,
onu cehenneme yaklaştırmak içindir.”
Onlara her şeyin kapılarını açıveririz
de hiç bir kayıt, hiç bir kaygı duymaz olurlar. Her türlü nimetlerin, refahın,
bolluğun içine gömülürler. Bütün bu nimetleri kendilerine lütfeden Allah’a
şükretmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeden, kalpleri nimet vereni anmadan,
nimet vericiden korkmadan sanki her şey kendilerininmiş gibi keyif çatmaya
başlarlar. Gel keyfim gel! demeye başlarlar. Zevklere dalarlar, şehvetlerinin
peşinde solucanlar gibi kıvranmaya başlarlar. Sanki tüm bu nimetler
kendilerininmiş, sanki ölüm gelmeyecekmiş, âhiret, hesap, kitap yokmuş gibi
coşarlar taşarlar da:
“Kendilerine verilenlerle sevinip
coşmaya başlayınca da ansızın onları yakalayıveririz de iblis gibi
oluverirler.”
Allah korusun, tüm ümitlerini yitirmiş,
ümitsizlik ve mahrumiyet içinde donakalırlar. Sonsuz bir acı, onulmaz bir hasret
içine gömülüverirler. İşte Nuh, Hûd, Lût kavmi, işte Sâlih’in (a.s) toplumu,
işte Roma, işte Firavunlar, işte Nemrutlar ve işte Amerika, Almanya, Fransa…
Cenâb-ı Hak her ne kadar da
Rasûlullah’ın zuhurundan sonra, böyle önceki toplumlar gibi toptan helâk
etmiyorsa da, görüyoruz ki bugün bu toplumlar ruhî azaplar, ruhsal hastalıklar,
psikolojik huzursuzluklar, ailevi yıkımlar, cinsel sapıklıklar, AIDS gibi sari
mikroplarla helâk olmaktadırlar.
Allah buyurur ki, eğer kullarımıza
böyle bol bol verseydik, onlar şımarıp kulluktan çıkıverirlerdi. Onun için biz
ilmimiz ve hikmetimiz gereği rızkı ölçülü bir biçimde indirmekteyiz. Bu konuyla
alâkalı sahâbenin bir sözünü nakil ederek cümlelerimizi noktalayalım. Sahâbeden
ve tâbiînden pek çoğunun söylediği çok hoş bir söz vardır:
“Geçimin en hayırlısı sana yetecek
kadar olup, seni meşgul etmeyen ve seni azgınlığa sevk
etmeyendir.”
Ne kadar hoş bir söz değil mi?
Rabbimiz, bize yetecek, bizi meşgul etmeyecek, bizi kulluktan ve bizden istediği
diğer emirleri icradan alıkoymayacak kadar versin inşallah. Allah korusun, kimi
Müslümanlar malın, mülkün, dükkanın, tezgahın kölesi olmuşlar, akşama kadar
satılmışlar. Ne ilim öğrenebilecek, ne Kur’an ve sünneti tanıyabilecek, ne çoluk
çocuğunun dinî hayatıyla ilgilenebilecek, ne hanımlarını eğitebilecek, ne hasta
ziyareti yapabilecek, ne birilerine âyet ve hadis götürebilecek, ne tebliğ
edebilecek vakitleri kalmamış. Üstelik bu insanlar için bir durak noktası da
yoktur. Yedi sülalesini besleyecek kadar parası da olduğu halde, hâlâ köleliği
sürdürebilmektedir. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir durumdur. Böyle bir
kişinin malı da, mülkü de kendisinin helâkini hazırlayan bir belâdır; bunu hiç
bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
28. “Umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren, rahmetini yayan
O’dur. O, övülmeye lâyık olan dosttur.”
Rabbimiz, kullarına ihsan buyurduğu
nimetlerinden birini de bakın şöyle anlatıyor:
Allah, insanlara, ümitlerini kesip ümit
inkisa rına uğradıktan sonra, üzüntüden
çatlamış dudaklarına, çoraklaşmış gönüllerine ve yine o nisbette çoraklaşmış
arazilerine yağmuru indirdiğini anlatıyor. Tam ümitlerinin kesildiği ve
çaresizlilikten kıvrandıkları bir anda Rab-bimiz Rahmetini indiriveriyor.
Rabbimizin bereketli yağmurları yeryüzüne inmeye başlayınca da, hemen birdenbire
yeryüzünün çehresi, tablosu değişiveriyor. Ümitsizlik içinde kırışmış yüzler,
yağmursuzluk yüzünden çatlamış toprağın yüzü gülmeye, kupkuru kurular yeşermeye
başlıyor. Böylece hem kullarının yüz çizgileri hem de toprağın yüzünün çizgileri
değişiyor ve insanlar sevince boğuluyorlar.
Dikkat ederseniz, âyet-i kerîmede
yağmur kelimesi "matar" olarak değil de "ğays" kelimesiyle ifade edilmiştir.
Halbuki Arapça’da yağmur ğays değil, "matar"dır. Ama burada Rabbimiz "matar"
yerine "ğays" ifadesini kullanmıştır. "Ğays" ifadesi, darda kalmış birisinin
imdadına ve yardımına koşmak demektir. Allah, darda kalmış, ümitsizlikten
çatlayacak hale gelmiş kullarının imdadına yetişiyor, kullarının imdadına
rahmetini gönderiyor.
İşte bunu yapan Allah, övülmeye lâyık
olan, hamd edilmeye lâyık olan velîdir. Sizin tüm işlerinizi üzerine alan, sizi
sizden daha çok düşünen ve sizin adınıza, size danışmadan aldığı kararlarla sizi
dünya ve âhirette mutlu etmeyi murad eden velînizdir. Var mı bunu becerebilecek
başka birileri? Eğer sizin muhtaç olduğunuz, yağmuru yağdıracak Allah’tan başka
birileri varsa, tamam onları da kendinize velî kabul edebilirsiniz. Onların da
sizin adınıza aldığı kararlara uyabilir, onların arzularını da yerine
getirebilirsiniz. Ama böyle birileri yoksa, o zaman sizin velîniz sadece
Allah’tır. Velâyetinizi sadece Allah’a vermek zorundasınız. Sadece Allah’ın
kararlarını uygulamak ve sadece O’nun çektiği yere gitmek zorundasınız.
İşte velînin anlamı budur. Velî,
velâyeti altındaki kulları adına tek taraflı program yapan varlıktır. Bakın
En’âm sûresinde Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında bizlere şöyle
buyurur:
“Gökleri ve yeri yaratan, doyurulmayıp
doyuran Allah’tan başka bir velî mi edinirim?” de. “Doğrusu ben ilk
Müslümanlardan olmakla emrolundum!” de. Asla şirk koşanlardan olma!”
En’âm 14)
Allah peygamberine emrediyor ve diyor
ki: “Peygamberim, de ki, “ben Allah’tan başka bir velî mi bulayım kendime?
Allah’tan başka bir velî mi edineyim? Yâni Allah’tan başka birinin rubûbiyetini
kabul edip, onun hâkimiyetine boyun mu eğeyim? Allah’tan başka birilerini velî
kabul edip de ona kulluk mu edeyim? Boynumdaki ipin ucunu onun eline mi vereyim?
Allah’tan başka birisini velî kabul edip de irademi ona mı teslim edeyim?
Hayatıma kulluk maddesi alacak, bana hayat programı belirleyecek Allah’tan başka
kendime bir velî mi bulayım? Aile hayatım nasıl olsun diye sormaya ona mı
gideyim? Hukuk düzenim, ekonomik anlayışım, siyasal yapılanmam, ticaretim, işim,
aşım, mesleğim, kılık-kıyafetim, yemem-içmem, çocuklarıma karşı eğitimim,
hanımımla münâsebetim nasıl olsun diye ona mı sorayım? Allah’tan başka kendime
bir velî mi bulayım? Ya da hayatımda Allah-la beraber başkalarına da karışma
alanı bırakıp, hayatıma Allah’tan başkalarına da karar verme hakkını vererek
müşrik mi olayım? O Allah ki, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Göklerde ve yerde
ne varsa hep-sinin var edicisi, göklerin ve yerlerin tek Rabbi, mutlak hakimi ve
mutlak otoritesidir. O, rızık verendir, yağmur yağdıran, doyuran ve kendisi
doyurulmak istemeyendir. O, doyurandır, besleyendir. Rızık, para, dükkan, at,
araba, apartman, arsa, hava, su, güneş, yağmur, elma, armut, portakal verendir
ama O bunların hiç birisine muhtaç olmayandır. Yâni O, doyurulmak istenmeyendir.
Paramıza, pulumuza, yemeğimize, atımıza, arabamıza muhtaç olmayandır.
İşte velî budur. Velî, kişinin
boynundaki ipin ucu elinde bulunan ve onun adına karar verme makamında olan
varlık demektir. Velî, bir varlık adına ona danışmadan onun adına tek taraflı
karar verme makamında olan varlık demektir.
Allah, mü'minlerin velîsidir. Kimileri
bu kelimeye farklı anlamlar yüklemişlerse de velî, velâyet hakkına sahip olan
varlık demektir. Meselâ ben çocuğumun velîsiyim. Onun adına ona danışmadan karar
verme makamındayım. Velîsi olduğum ve adına ona sormadan karar verme makamında
olan ben, ona istediğim şeyleri emreder, istediğim şeyleri yasaklarım. İstediğim
okulda okutur, istediğim kişilerle arkadaşlık kurmasını sağlar, istediğim
kişilerle ilişkisini yasaklarım. Allah da bizim Velîmizdir. Yâni bize sormadan
bizim adımıza tek taraflı karar alma makamındadır. İstediğini emreder,
istediklerini de yasaklar.
Öyle değil mi? Meselâ namazı emrederken
bize danıştı mı Allah? Zinayı yasaklarken, “ey kullarım! Ben bunu yasak
kılacağım! Ne dersiniz? Nasıl düşünürsünüz? Fikriniz nedir bu konuda?” diye bize
sordu mu Allah? Hayır, Allah bizim Velîmizdir, velâyetimiz elinde olandır ve
bizim adımıza aldığı kararlar konusunda bizlere asla danış-maz.
İşte velînin anlamı budur. Vali,
vilâyet ifadeleri de buradan gelmektedir. Vali, vilâyette, velâyeti altında
bulunan insanlar konusunda onlara danışmadan karar verme makamında olan kişi
demektir. Ve:
“Kâfirlerin Müslümanlar üzerine
velâyet hakkı yoktur.”
âyeti de bunu anlatır. Yâni
vilâyette vali olarak Müslümanlara sormadan, onlar adına karar verme makamına
kâfirler oturtulmamalıdır.
“Mü'minler mü’minleri bırakıp ta
kâfirleri velî edinmesinler...”
(Âl-i İmrân
28)
Yâni mü'minler mü'minleri bırakıp ta
kâfirleri velâyet makamına, yâni kendilerine danışmadan kendileri adına karar
verme makamına oturtmasınlar. Kâfirler karar verip, kâfirler kanun yapıp
Müslümanlar da kendilerinden olmayan bu kâfirlerin yaptıkları kanunları
uygulamaya kalkmasınlar. Âyetin sonunda da, eğer mü'minler bunu yaparlarsa,
onların Allah katında en ufak bir değerlerinin kalmayacağı, Allah’ın yardımını
da kaybedecekleri ifade edilmektedir.
Velî, vali budur. Vali karar verecek ve
Müslümanlar da kendi adlarına bu valinin verdiği kararı uygulayacaktır. Öyleyse
mü'minlere velî olacak, vali olacak, idareci olacak insanların mutlaka
mü'minler-den olması emrediliyor.
Bu mânâları unutturmak için mi? Yâni
mü'minlerin başına kâfirlerin de idareci olmasını sağlamak ve böylece mü'minleri
köleleştirmek için mi bilmiyorum, insanlar bu velî kelimesini çok çarpıtmışlar.
Velî deyince bugün insanlar hiç de bunu düşünmüyorlar. Velî, işte gökte alan,
yerde yiyen, kaybı bilen, eteğine yapışılan, cennet olurla-yan, cehennem
sınırlayan birileri olarak anlaşılıyor şimdi. Hep böyle anlattılar çünkü. Bu
anlamı şeytana nasıl yükleyecekler, bunu merak ediyorum. Yâni eğer şimdi velî
deyince bunlar anlaşılacaksa, Allah bir âyet-i kerîmesinde şeytanın velî
olduğunu haber verir:
“Muhakkak ki, şeytanı inanmayanların
velîsi kıldık.”
(A’râf 27)
Yine aynı sûrede:
“Onlar Allah’ı bırakıp da şeytanı
kendilerine velî edindiler.”
(A’râf 30)
buyurulmakta ve şeytanın velî olduğu
anlatılmaktadır. Eğer velî kelimesini az önceki mânâda anlayacaksak, şeytana
nasıl velî diyeceğiz? Ama Allah’ın anlattığı son derece açıktır ki, şeytan
kâfirlerin velîsidir. Yâni şeytan, onların hayatında, onlara danışmadan karar
al-ma makamındadır. Ya da onlar, şeytanı kendi hayatlarında kendileri adına
karar verme makamına oturtmuşlar, şeytan karar vermiş ve onlar uygulamışlardır.
Bu âyet-i kerîmenin devamında da, yine tâğutların kâfirlerin
velîsi olduğu anlatılıyor. Eğer velî kelimesine az evvel ki anlamı yükleyecek
olursak, acaba tâğutlara nasıl velî diyeceğiz? Allah, tâğutlar için velî diyor.
Bu tâğutların kaybı bilen, gökte uçan, denizde yürüyen, yeryüzünde Allah’ın
ermiş kulları olduklarını nasıl söyleyebileceğiz? Ama velîyi Kur’an’ın ifade
buyurduğu biçimde velâyet anlamında anladığımız zaman, bu tâğutların kâfirler
adına karar verme makamında kişiler olduğunu anlamakta zorluk çekmeyeceğiz. Yâni
bu kâfirler, tâ-ğutları kendilerine velî edinmişlerdir. Bu tâğutlar, velâyetleri
altında o-lan bu kâfirler adına karar alır, bu kâfirler de kendileri adına karar
alan bu tâğutların kararlarını uygularlar.
Allah peygamberine ve peygamber yolunun
yolcusu olan bizlere şöyle dememizi emretmektedir: “De ki, ben Allah’tan başka
birilerini kendime velî mi edineceğim? Ki o Allah doyuran, kendisi de
doyurulmaya muhtaç olmayandır.” Bakıyoruz, dünyada insanların velî kabul edip,
aldıkları kararlara boyun büktükleri, kanunlarını uygulamaya, arzularını yerine
getirmeye çalıştıkları insanlar, kendilerine bel bağladıkları varlıkları,
velâyetleri altındaki kullarını, kölelerini, vatandaşlarını doyurmak ve beslemek
şöyle dursun, kendileri bizzat onlardan beslenmek durumundadırlar. Kullarını
korumak şöyle dursun, kendileri bizzat kullarının korumasına sığınmaktadırlar.
Kullarından, “aman beni koruyun! Beni yıkmak isteyenlere karşı aman beni
koruyun!” diye korunma talep etmektedirler.
Öyle değil mi? Hiçbir Firavun
kullarından vergi almadıkça, destek almadıkça hayatta kalamaz. Hiçbir put,
kendisine tapanlardan kendisine bir mozole istemedikçe tapınılmaya değer
görülemez. Hiçbir sistem, bağlılarından oy istemedikçe, kullarından kabul
istemedikçe yaşayamaz. Hiçbir âdet, hiçbir töre, hiçbir moda, bağlılarından
talep görmedikçe yaşayamaz. Tüm yapay tanrılar, tüm sahte velîler, hayatlarını
sürdürebilmek için hizmetçilerine, kullarına muhtaçtırlar. Kullarına ihtiyacı
olmayan, tüm kullarının kendisine muhtaç olduğu velî sadece Allah’tır. O Allah
ki, kimsenin yardımına, kimsenin desteğine muhtaç
değildir.
“De ki peygamberim, “benim Allah’tan
başka velîm yoktur.” Ey Müslümanlar, siz de, “bizim, boyunlarımızdaki iplerin
ucunu eline teslim edeceğimiz Allah’tan başka velîmiz yoktur. Velîmiz olan Allah
Ha-mîd’dir. Gökte ve yerde övülendir. Hiç kimse kendisini övmese de, O kendi
kendini övendir. Biz de sadece Allah’ı övecek, Allah’a hamde-deceğiz. Allah’a
hamd etmek demek, onun istediği hayatı övmek, onun istediği hayatı kabullenmek
demektir. Allah, bizi, sadece O’nu velî kabul eden, sadece O’nu razı etmeye
çalışan ve sadece O’nun övdüğü hayatı yaşayan kullarından eylesin.
Âmin.
29. “Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları yaratması varlığının
delillerindendir. O dileyince, bunları bir araya toplamaya da
kâdirdir.”
Rabbimiz gökleri, yeri ve bu ikisindeki
tüm varlıkları yaratmış ve yarattığı bu varlıkları göklerin ve yerin muhtelif
yerlerine yayıvermiştir. Onları yaratan, onları yaşatıp koruyan, onların tümünü
doyurup besleyen, onların tümünden haberdar olan, onların hepsinin hayat
programlarını belirleyen, hareketlerine yön veren Allah, dilediği zaman onları
toplamaya da kadirdir. Tüm bu varlıkları yaratmaya nasıl güç yetirmişse, onları
öldükten sonra tekrar diriltip huzurunda toplamaya da güç yetirendir. Kıyamet
günü ilkleri ve sonuncuları hesap, kitap için huzurunda toplayacaktır. Tıpkı
sabahleyin kovanlarından yayılan arı ordusunun, akşamleyin kovanlarına
toplanması veya yuvalarından ayrılan milyonlarca karıncanın akşam yuvalarında
toplanmaları gibi. Önce yayan, sonra toplayacak olandır Allah. Yayan da O’dur,
toplayacak olan da. Öyleyse hayat Allah’a aittir. Hayatın başlangıcı Allah’a ait
olduğu gibi, sonucunu belirleme de O’na ait olacaktır.
Yeryüzünde her bir varlığı, her tür
hayvanı, sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit yaymasında da büyük âyetler vardır.
Çeşit çeşit varlıklar, denizlerde ayrı, karalarda ayrı varlıklar yarattı Allah.
Bilelim ki bütün bunlar âyettir. Tüm bu varlıklar Allah’ın âyetleridir. Haydi
bakalım, bu insanlar bu varlıklardan bir tanesini yaratsınlar da görelim! Uzay,
bilgisa yar çağında olduklarını iddia
eden, kendi tanrılıklarını ilân etmeye çalışan bu insanlar bir tek varlık
yaratsınlar da görelim! O za-man onların tanrılıklarını biz de kutsayalım, o
zaman biz de onların ö-nünde secdeye kapanalım!
Ama bakıyoruz ki, tüm bu âyetleri
kapatıyorlar, gündeme ge-tirmiyorlar, örtüyorlar, kamufle ediyorlar ve kendi
âyetlerini gündeme getirmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar.
“Korkunç bir gelişme, müthiş bir gelişme, gökyüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne
iniyoruz” sihirbazlık numaralarıyla, insanlığın gözlerini büyülemeye
çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden düşürülmüş, şeytan âyetleri her
tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi kendilerine ibadet eder olmuşlar.
Kutsiyet insana ait, üstünlük insana izâfe edilir olmuş. Halbuki bu insanların
hiçbir konuda tek yetkisi dahi yoktur.
30,31.
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet ellerimizle işlediklerinizden ötürüdür. O,
yine de çoğunu affeder. “Yeryüzünde O’nu âciz bırakamazsınız. Allah’tan başka
bir dostunuz da, yardımcınız da yoktur.”
Canınıza, malınıza gelen herhangi bir
musîbet, sadece sizlerin ellerinizle işlemiş olduğunuz günâhlar yüzündendir.
Günâhlar sadece ellerle işlenmez. Ama genellikle fiiller, elle işlendiği için
burada eller ifadesi kullanılmıştır. Evet, mallarınız ve canlarınız konusunda
size ulaşan musîbetler, ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Ama sizin
ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah affetmektedir. Ellerinizle
işlediklerinizden pek çoğunu Allah görmezden geldiği, ciddiye almayıp affettiği
için bunların cezasını size tattırmıyor. Eğer Rabbiniz size bu kadar
merhametiyle muamele etmeyip de, yaptığınız her bir günâh yüzünden hemen
cezalandırılsaydınız, mutlaka hepiniz helâk olup giderdiniz. Kur’an’ın başka
yerlerinde bu hususu anlatan âyetler vardır.
“Eğer Allah kazandıklarıyla insanları
muâheze etmiş olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Lâkin Allah onları
belli bir vakte kadar erteliyor.”
(Fâtır 45)
“Eğer Allah zulümleri yüzünden
yerdekileri hesaba çekecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı mahluk kalmaz-dı.”
(Nahl 61)
Rabbimiz bizim işlediklerimizden pek
çoğunu affetmekle birlikte, bazıları yüzünden mallarımıza ve canlarımıza bir
şeyler göndermektedir. Bileceğiz ki, başımıza ne gelmişse kendi
işlediklerimizden dolayı gelmektedir. Yine mü'minlere gelen musîbet ve
sıkıntıların, onların günâhlarına kefaret olduğunu Resul-i Ekrem Efendimizin
hadislerinden öğreniyoruz. Müslümanın başına, malına ve canına gelen dert,
sıkıntı, hastalık, hattâ onun ayağına batan bir diken bile onun işlemiş olduğu
bir günâha kefarettir. Bunlar sadece mü'minin günâhlarının silinmesine sebep
olmakla kalmayıp, aynı zamanda onun Allah katında bir derece daha yükselmesine
sebep olmaktadır. Allah’ın Resûlü, Hz. Ayşe’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde
şöyle buyurur:
“Kulun yeryüzünde günâhları çoğalıp
onlara kefa-ret olacak bir şeyler bulunmadığı zaman, Allah onun günâhlarına
kefaret olmak üzere onu bir üzüntüye uğratır. Böylece onun günâhlarını
döküverir.”
Kur’an-ı Kerimde pek çok âyet-i
kerimesinde Rabbimiz kulları adına, mahlukatı adına rahmeti kendi nefsine
yazdığını, farz kıldığını anlatır.
"O Allah rahmet etmeyi nefsine
yazmıştır."
(En’âm
12)
Allah
rahmeti nefsine yazmıştır. Zira mülkün sahibi odur. Bu konuda onu kimse
zorlayamaz. Kimse onu minnet altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle
dilemiş dünya ve âhirette mahlukatına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır.
Rabbimizin dünya ve âhirette kullarına muamelesinin temeli işte bu
rahmettir.
Evet rahmet İslâm’ın ana umdesidir.
Yaşadığımız bir tek saniye yoktur ki bizler Rabbimizin rahmeti altında
olmayalım. Rabbimizin bizim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını bildirmesi
bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında tecelli
eder. İnsanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken kendisine
Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife yapılması, tevbe
ettiği takdirde günâhlarının affedilmesi, günâhlarına misliyle ce-za verilirken
sevaplarına on misliyle bazen daha fazlasıyla mukabele edilmesi, günâhlarının
iyiliklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması evet bunların hepsi rahmet
eseridir.
Sizler yeryüzünde kesinlikle Allah’ı
aciz bırakamazsınız. Ne kadar tedbir alırsanız alın, kesinlikle Allah’ın size
ulaştırmayı murad ettiği şeyleri kendinizden uzaklaştıramazsınız. O size ne
ulaştırmayı kararlaştırmışsa, o mutlaka sizin başınıza gelecektir. Siz bu konuda
Rabbinize teslim olmak zorundasınız. O’na itiraz edemez, O’na karşı
gelemezsiniz. Başınıza ne gelmişse bilesiniz ki bu Allah’tandır. O’n-dan
gelebilecek şeylere karşı sizi koruyacak Allah’tan başka ne bir velîniz ne de
yardımcınız yoktur. O’na sığınmak, O’na teslim olmak ve O’nun takdirine razı
olmak zorundasınız. Sadece O’nu velî bilmek, sadece O’nun koruması altına girmek
ve sadece O’nun kararlarını uy-gulamak zorundasınız. Sadece O’nu razı etmeye
çalışmak, sadece O’nun hatırını kazanmaya çalışmak, sadece O’nun razı olduğu
hayat programını yaşamak zorundasınız. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsinin
velîsi Allah’tır. Göklerde ve yerde O’ndan başka velî olmaya, O’ndan başka Rabb
ve İlâh olmaya lâyık yoktur. İşte O’nun ye-gâne velî oluşuna, yegâne Rabb ve
İlâh oluşuna bir-iki misa l:
32,33,34. “Denizde yüce dağlar
gibi gemilerin yürümesi O’nun varlığının delillerindendir. O, dilerse rüzgarı
durdurur, yelkenle giden gemiler o zaman denizin yü-zünde durakalır. Bunlarda,
sabırlı olan ve çok şükreden kimseler için deliller vardır. Yahut yaptıklarına
karşılık onları ortadan kaldırır, bir çoğunu da
bağışlar.”
Sizin durumunuz da Allah’ın yeryüzünde
koyduğu yasalarına boyun eğen bu gemilerden farklı değildir. O gemileri hareket
ettiren, yürüten Allah’tır. Suya kaldırma ve gemileri yürütme yasasını koyan
Allah’tır. Onları hareket ettiren rüzgarları gönderen Allah’tır. Allah dilerse,
o gemileri hareket ettiren gücü durduruverir, yasaları kaldırıverir. O zaman
onlar denizin üzerinde kalakalırlar. Veyahut da o gemileri yürüten rüzgarları
fırtınaya çeviriverir de, o geminin içindekileri, kazandıkları günâhlar yüzünden
denizin karına indiriverir. Ya da o geminin içindekileri kazanıp geldikleri
ticaret mallarıyla birlikte denize gömüverir. Ama bununla birlikte bilesiniz ki,
işlediklerinizden pek çoğunu Allah affetmektedir.
Denizdekilerin durumu böyle de,
karadakilerin durumu faklı mı sanki? Gemileri hareket ettiren gücü alıverdiği
gibi, sizi de hareket ettiren ruhlarınızı alıverdi mi, sizler de bir kadavra
yığını gibi toprağın kahrına yuvarlanıverirsiniz. Veya şu anda sizin altınızdaki
gemiyi de, yâni sizin altınızda, sizin emrinize Allah tarafından boyun
büktürülüp sizin için uysallaştırılmış, zelûl kılınmış şu arz gemisini
sallayıverir de, siz de onun kahrına gömülüverirsiniz. Yâni şu anda
yaşıyorsanız, bunu kendinizden zannetmeyin. Şu anda altınızdaki yeryüzü sizi
üzerinden atmıyorsa, bunu kendinizden sanmayın. Size bunu sağlayan Allah’tır,
bunu asla unutmayın.
Allah’ın bu tür âyetlerini
sürekli gündemimizde tutmak zorundayız. Ama maalesef hiç kimse bu âyeti görmek
istemiyor. Bu âyet üzerinde düşünen kimse kalmamış. İnsanlar gemilerden
haberdardır; gemiler, firkateynler yapmışlar, füzeler, yeni yeni arabalar icat
etmişlerdir. Ama şunu niye kabullenmek istemiyor, niye gündeme getirmek
istemiyorlar? Bunların suyun üzerinde durabilme imkânını, suyun üzerinde
batmadan durabilme yasasını Rabbim takdir etmemiş midir? Eğer onların istifade
ettikleri bu yasayı Rabbim tespit etmese, her şeyi alabora ediverse, bu
kanunları tepe taklak getiriverse, “artık suyun üzerinde hiç bir şey
durmayacak!” deyiverse, bu insanlar ne yapabileceklerdir? Bunu hiç düşünmüyorlar
mı? O zaman bu yaptıkları gemilerle nasıl övünebileceklerdi? Nasıl hava
atabileceklerdi? Üstelik bu gemileri yapma ameliyesinin ilki de Rabbimize
aittir. Gemilerin ilk planı, ilk projesi de Rabbimize
aitti.
Rabbimiz, “bizim gözetimimizde yap bu
işi,” diyordu Hz. Nuh’a. Şu anda imal ettikleri füzeleriyle, arabalarıyla,
uçaklarıyla, füzeleriyle, gemileriyle öğünen insanlar, Rabbimizin bir emriyle
bütün yer altındaki petroller su haline gelse, ne hale gelir yaptıkları şeyler?
Bunu hiç düşünmüyorlar mı? Düşünmeyecekler mi? O zaman bu yaptıkları şerler
içinde, tavukların bile yaşayamayacağı şeyler haline gelecektir. Peki o zaman
insanlar niye Allah’ın bu âyetlerinin bilincine ermek iste-miyorlar? Kendi
yaptıklarıyla öğünen bu insanlar, niye bütün bu yaptıklarını Allah’ın yasalarına
bağımlı olarak yaptıklarını anlamaya ya-naşmıyorlar? Demir olmasaydı, benzin
olmasaydı, suya Allah tarafından bu kaldırma yasası, havaya sesi iletme gücü
verilmeseydi ne anlama gelecekti bütün bu yaptıkları? Suyun üzerinde gemilerin
yürüme yasasını, bu konudaki âyetleri zikretmiyorlar, gündeme getirmiyorlar da,
kendi yapmış oldukları putların önünde secdeye kapanıp onlarla öğünmeye
çalışıyorlar.
“Efendim, insanlık artık
bilgisa yar çağına geçmiştir, robot
çağına fırlamıştır, insanlar kendilerinden daha hızlı düşünebilecek çağa
ulaşmıştır,” diyerek kendi kendilerini, kendi yaptıklarını putlaştırmaya, “en
büyük benim! En büyük biziz! Benden başka, bizden başka büyük yoktur!” diyerek
kendi kendilerine secde etmeye, kendi kendilerinin tanrılıklarını ilân etmeye
başlamışlardır.
“Ama bütün bu âyetlerimizde sabreden ve
şükreden kullarımız için ibretler vardır. Bütün bu âyetlerimizden ancak sabreden
ve şükreden kullarımız ibret alır,” diyor Rabb’ımız. Dikkat ederseniz, âyet-i
kerîmede sabırla şükür birlikte zikredilmektedir. Bundan şunu anlıyo-ruz: Kişi
kötü gününde sabretmeli, iyi gününde de şükretmelidir. Yâni yukarda Allah
tarafından insanın malına ve canına bir şeyler gönderileceği anlatılmıştı ya,
işte kişinin malına ve canına bir musîbet geldiği zaman bunun kendi günâhları
yüzünden geldiğini bilmeli, sabretmeli, isyan etmemeli ve Allah’a kulluğuna
devam etmelidir. Hasta yatağında yatan bir sahâbenin yanına gelenler, onun bu
haline üzüldüklerini beyan edince o sahâbenin: "Ben bu halime üzülmüyorum, zira
bu benim yaptıklarımın karşılığıdır ve dünyada böylece beni onların cezasından
kurtardığı, onu âhirete bırakmadığı için Rabbime hamd ediyo-rum" dediğini de
biliyoruz.
Öyleyse böyle durumlarda
sabredeceğiz. Bizler bir zafere ulaştığımız veya kendimize Allah tarafından iyi
şeyler gönderildiği zaman da Allah’a şükretmeliyiz. “Bunlar bizden değil,
sendendir ya Rab-bi!” diyerek O’na kulluğumuzu artırmaya ve teşekkür etmeye
çalışacağız.
35. “Âyetlerimiz üzerinde tartışanlar, kendilerine kaçacak yer olmadığını
bilsinler.”
Evet bunu ne için yaparmış Allah? Yâni
gerek denizde, gerekse karada yaptıklarına karşılık kimilerini helâk ederken,
hemen cezalarını verirken, kimilerini de bağışladığını affettiğini anlatıyordu
Rab-b’ımız. Bunu niye yaparmış: Âyetlerimiz üzerinde tartışanlar, Allah’la
savaşa tutuşanlar, kendilerine O’ndan kaçıp kurtulacak bir yer olmadığını
bilsinler, anlasınlar diye bunu yaptığını haber veriyor. Allah’la, Allah’ın
âyetleriyle, kitabıyla, elçileri ve onların getirdikleri mesajla mü-câdeleye
tutuşan, Allah’a, Allah’ın arzında hayat hakkı tanımak istemeyen, Allah’ın
sistemini kaldırıp onun yerine kendi yasalarını hakim kılmak için mücâdele
verenlerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu, nasıl helâk edildiklerini Rabbimiz
Mü’min sûresinde anlatmıştı.
Bundan sonraki âyetinde, Rabbimiz dünya
hayatında insana verilenlerin tamamının birer imtihan sebebi olduğunu, sadece
dünyanın geçici bir geçimlik olduğunu ve Allah katında olanların daha hayırlı,
daha bâkî ve kalıcı olduğunu anlatacak:
36. “Size verilen herhangi bir şey, sadece dünya hayatının bir
geçimliğidir. Allah katında inanıp Rabblerine güvenenler için olan mükâfat ise
daha hayırlı, daha bâkidir.
Bunlar dünya hayatının metaıdır. Dünya,
“denaet”ten türetilmiş bir kelimedir. Denaet de alçaklık demektir. Dünya
kelimesi, bu kelimenin müennesi olunca, kancıkça ve alçakça bir hayatın
gereksinimi anlamına gelmektedir. Bağlanmaya değmez demektir. Bir de o dünyanın
süsleridir. Dünyanın süsünün Şeytan tarafından süslenmiş süsler olduğunu da
hatırlarsak, yâni süsle alâkalı hemen şeytanın gündeme geldiğini düşünürsek, o
zaman bunlara kanmamızın hiçbir anlamının olamadığını çok rahat anlayıvereceğiz
demektir.
Bakıyoruz, bir varmış, bir yokmuş.
Hadîd sûresinde de hatırlatıldığı kadarıyla, o dünya süsünün geçici ve aldatıcı
olduğu beyan edilir. İşte bu denî, alçak, yakın, yaşadığınız hayat oyundur,
eğlencedir, ziynettir, övünç vesilesidir, övünme vesilesidir. Paranız, malınız
ve evlâtlarınızın çoğalması konusunda aranızda öğünme zeminidir. Peki ne
gibiymiş? Allah bunu bize bir örnekle anlatıyor, diyor ki: Bir yağmur düşünün ki
onun bitirdiği bitkiler çiftçileri sevindirir, bahçıvanı sevindirir. Ama sonra
bir de bakarsın ki, boyun bükmüş, müsferran olmuş. Yâni görürsün ki sararmış
solmuş. Sonra da bakarsın ki, hutame olmuş. Yâni odun olmuş, çerçöp olmuş.
İşte dünya
bu. Hangi zevkiniz yarın da böyle devam ediyorsa, o âhirettir; hangi zevkiniz de
yarına intikal etmiyorsa, işte o da dünyadır. Çocukken oynadığınız oyunları,
attığınız goldeki sevinci, damat olurken giydiğiniz elbisedeki güzelliği, okula
kaydolduğunuz günkü sevincinizi veya okulu bitirdiğiniz günkü sevincinizi
düşünün, bugün hiçte anlamı yok değil mi onların? Yâni o günküler o günkü
anlamını kaybetmişlerse, bunların hepsi dünya hayattır, hep geçici şeylerdir.
Ama Allah’ın yanında hep hayırlı ve bâkî olanlar vardır.
Evet, dünyada size neler verilmişse, ne
kadar verilmişse, dünyalıklardan ne kadarına sahip kılınmışsanız, unutmayın ki
onların tamamı dünyada kalacak ve öbür tarafa intikal etmeyecektir. Bunların
tamamı ölümle bitecek şeylerdir. Ama Allah katında olanlar bitmeyecek,
tükenmeyecek, ölmeyecek, solmayacak, bâkî kalacak cinsten ni-metlerdir. Öyleyse,
“sakın dünyanın ve dünyalıkların peşine takılıp da, âhirettekileri kaybetmeyin,”
diyor Rabbimiz.
Cennet tariflerinde kâfirler hep böyle
kafa tutarmış. Karı kız mı? İstediğimi bulurum. Bağ bahçe mi? İstemediğim kadar
var. Altlarından ırmaklar akan mı? Üstlerinden de ırmaklar akıtabilirim. Hattâ
camdan köşkler içine saraylar da yaptırabilirim diyorlarmış, ama “Hâlidîne fîhâ ebedâ” olunca, işleri
bitiyor onların. Çünkü belki dünyada bir şeyler bulurlar ama ne kadar bulurlar?
Ne kadar bir süreyle istifade edebilirler o bulduklarından? Ölünceye kadar değil
mi? Veya işte bazen de harp oluyor, darp oluyor, ihtiyarlık, ölüm, bayram,
seyran oluyor adamın elinden alınıveriyor o. Ama âhiretteki, o ebedî yurda
gidince her şey sürekli, sonsuz olacaktır.
Âhirette Rabbimizin hazırladığı bu
gözlerin görmediği, kulakların işitmediği bâkî ve solmaz nimetler kimler için
miş? Bütün bunlara kimler nail olacak mış?
Birincisi, bu nimetler Allah’a,
Allah’ın istediği biçimde iman edip yalnız O’na güvenen ve tevekkül edenler
içindir. Allah’ı vekil bilip, O’nun kendisi adına aldığı kararları aynen
uygulayan, sadece O’na kulluk edip, sadece O’nu dinleyen ve O’na güvenip
bağlanan ve O’nun istediği bir hayatı yaşayan kimseler
içindir.
Vekil, kişinin kendisine vekaletini
teslim ettiği varlık demektir. Meselâ inançlarına ters bir hukukun uygulandığı
ülkelerde yaşayan insanlar, eğer mahkeme huzurunda kendilerini savunamayacakları konusunda bir endişe duyar,
birilerinin kendilerini daha iyi savunabileceğine inandıkları zaman, hukuku
kendilerinden daha iyi bilen bir avukata kendilerini savunmak üzere vekalet
verirler değil mi? Veya meselâ antika bir halı almak istiyorsak ve bu konuda da
bilgimiz olmadığı için birilerinin bu antikadır diye bizi kandırmasından
korkuyorsak, o zaman elbette bu konuda bizden daha fazla bilgi sahibi bir
arkadaşımıza, “benim için şöyle bir antika halı alıver,” diye vekalet veririz.
Çünkü o antika konusunda bilgi sahibidir.
İşte bizim adımıza, bizim hayat
programımız adına aldığı kararlar konusunda kendisine güvenebileceğimiz,
yasalarına teslim olabileceğimiz, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu eline
teslim edebileceğimiz ve çektiği yere gözü kapalı gidebileceğimiz bir tek varlık
biliyoruz. O da, bizi bizden daha iyi bilen, bizim hayatımızı, bizim hayat
programımızı herkesten daha iyi bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan
Rabbimizdir. Çünkü O, bizim için bize en uygun, en faydalı, en yararlı, en
güzel, en münasip ve en mütenasip kararları alandır.
Eğer böyle Rabb, İlâh olarak Allah’a
iman eder, Allah’ı böyle güçlü kuvvetli bilir ve sadece O’nu hesaba katar, O’nun
istediği hayatı yaşar, O’nun dışında her şeyin hatırını ayaklarınızın altına
alabilirseniz, o zaman bilesiniz ki o Allah sizin her şeyinize vekildir.
Bilesiniz ki sizin arkanızda Allah vardır. Sizin önünüzde Allah vardır.
Dayanacağınız, güveneceğiniz Allah’tır. Sizi herkese karşı ve her şeye karşı
koruyacak olan Allah’tır. Size yol gösterecek olan Allah’tır. Tarih boyunca
dostlarını tüm düşmanlarına karşı nasıl korumuş ve galip getirmişse, sizi de
koruyacaktır. Bu konuda en küçük bir şüpheniz olmasın.
37. “Ve büyük günâhlardan ve hayasızlıklardan çekinen, öfkelendiklerinde
bile bağışlayanlar.”
Rabbimizin hazırladığı o cennete
lâyık olarak zikrettiği kullarının özellikleri sayılmaya devam ediliyor. Onlar
kebair’den sakınanlardır. Günâhların büyüklerinden kenar olanlar, kenara
çekilenler, onlara yakın durmayanlardır. İçtinap kelimesinde böyle bir anlam
vardır. İşte mü’minlerin, cennetliklerin özelliklerden birisi de büyük
günâhlardan sakınmaktır. Büyük günâhlar, işleyenlere kitap ve sünnette tehditler
söz konusu olan günâhlar veya şer’i cezalar gerektiren veya Allah ve Resûlü
tarafından açıkça günâh olarak beyan edilip, yasaklanan günâhlardır.
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde büyük
günâhlardan sakınanların cennete gideceklerini müjdelemektedir. Yine Nesâi’de
İbni Hib-ban’dan Rasulullah Efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet
edilmektedir:
“Bir
kul beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, malının zekatını verir ve yedi büyük haramdan da sakınırsa,
ona cennetin bütün kapıları açılır ve o kul dilediği kapıdan girer.”
Bu yedi büyük günâhla alâkalı
olarak da şunlar sayılır: Zina, içki, sihir, iffetli bir mü’mine zina iftirası,
haksız yere bir Müslümanı öldürmek, fâiz yemek, savaşta düşman karşısından
kaçmak. Tabi büyük günâhlar bunlarla sınırlı değildir, başka hadislerde
başkalarının da sayıldığını biliyoruz. Kimileri buna karşı gelmekte ve itiraz
etmektedir. “Efendim, Allah’a karşı işlenen günâhın büyüğü küçüğü olmaz, günâhın
kime karşı işlendiği önemlidir,” filan demeye çalışıyorlarsa da, hadislerde
geçtiği için böyle diyoruz.
Bakın Nisâ sûresinde de Rabbimiz büyük
günâhları gündeme getirerek şöyle buyurur:
“Eğer sizler size yasak edilen (kebâir’den) büyük günâhlardan
kaçınırsanız, seyyiâtınızı (kusurlarınızı) örter ve sizi şerefli bir yere
yerleştiririz.”
(Nisâ
31)
Günâhların en büyüğü küfür ve şirktir.
Kişinin kendisini yaratan Rabbine karşı
kulluk makamından çıkarıp gerek kendisine, gerek şeytanlara ve tâğutlara kulluk
makamına indirgemesi günâhların en büyüğüdür. Allah’ın emir ve yasaklarına karşı
kafa tutarcasına, Allah’a isyan bayrağı çekercesine hukukunu çiğneyen, Allah’la
ilişkilerini kesen kişi büyük günâh işliyor demektir. Cennete gidenlerden olmak
istiyorsak günâhlardan kaçacağız.
“Bir de onlar fahşadan, fuhuştan
sakınanlardır,” diyor Rabbi-miz. Fahşa; fuhuş, aşırılık, haddi aşmak demektir.
Hangi konuda? Maddî, manevî her konuda. Meselâ eşya, mal, rızık talebinde
aşırılık, bilgi toplama, mesken konusunda aşırılık, sevgi saygı konusunda
insanları putlaştıracak biçimde aşırılık, on kişiyle devlet kurma hayallerine
kapılarak hedefte aşırılık. Babaya, anaya karşı ya onların meşru isteklerini
dinlememe hususunda aşırılıklar, ya da onların Allah’la çatışan her arzularını
yerine getirerek onların putlaşmalarına imkân hazırlamak türünde çizgiyi aşma
aşırılıkları.
Veya rızık
konusunda Allah’a güvenmeyerek çocukları öldürme aşırılıkları ya da kadın-erkek
ilişkilerinde zina dediğimiz aşırılıklar. Rabbimiz, “bu aşırılıkların tümünden
sakınanlar cennetliktirler,” diyor. Bilhassa kadın-erkek ilişkileri konusunda
çok yanlışlarımız var. Meselâ bizim toplumda şu anda bu aşırılıkları kadınlar
yaptığı zaman, onlara “fahişe” denirken, aynı şeyleri erkekler yaptıkları zaman
onlara bir şey denmiyor. Halbuki bunları yapan kadına da erkeğe de fuhuş sahibi,
yâni “fahişe” denir. Bugüne kadar sadece fahşa fuhuş denildiği zaman sadece
kadın-erkek ilişkilerinde aşırılık, haddi aşma anlaşılmaktadır. Halbuki sadece
bu konuda değil, her konuda aşırılıktan men ediyor
Rabbimiz.
Gazaplandıkları zaman gazaplarını
yenenler, öfkelendikleri za-man bağışlayanlardır onlar. Kin peşine düşmezler,
Allah kullarının kusurlarına, noksanlıklarına karşı gazaplanmazlar,
gazaplandıkları zaman da öfkelerini yenmesini bilirler.
Gazap; insanın öfke ile insanlıktan
çıkığı andır. İnsanlık önündeki iki hadiseden birini seçme özelliğidir. Halbuki
gazaplanınca seçme özelliği gider insandan. Dolayısıyla bu durumda insan
insanlıktan çıkmıştır. Bundan sonra pek çok muharremat birbirini takip eder.
Harpler, kavgalar, katl olayları, zulümler, düşmanlıklar, kazf, yalan isnadı,
iftira, talak ve tüm fuhşiyyatlar gazaplanmanın sonunda meydana gelir. İşte
böyle gazaplandığı, gazap makamında bulunduğu bir anda gazabına, kendisine sahip
çıkarak gazabının gereğini yapmayan, Allah’ın kendisinden istediklerinin dışına
çıkmayan kimseyi de Allah cehenneminden ve şeytandan emin
kılacaktır.
Taberânî’nin Hz. Enes’ten rivâyet
ettiği bir hadiste Allah Resûlü’nün şöyle buyurduğunu
biliyoruz:
“Şu
üç şey iman ahlâkındandır:
1. Öfkelendiği zaman öfkesine
bâtıl sokmamak,
2. Hoşlandığı zaman sevgisinden
hakkı çıkarmamak,
3. Kendisine ait olan şeyi almaya
gücü yettiği halde almayıp vazgeçmek.”
Muteber kaynaklarda Hz. Îsâ’nın (a.s)
Yahya’ya (a.s) bir tavsiyesinden söz edilir: “Ey
Yahya, ben sana bir şey öğreteyim. Sakın gazaplanma!” Yahya (a.s) da:
“Peki nasıl gazaplan-mayayım?” diye sorunca, Îsâ (a.s) şöyle buyurmuştu:
“Sana sende olan bir hata
söylenince, bu bana hatırlatılan bir eksikliktir deyip Allah’tan bağışlanmanı
dile. Sana sende olmayan bir şey söylenince de, Rabbine ham-det. Zira O, sende
seni ayıpladıkları şeyi yaratmamıştır.”
Yine Buhârî ve Müslim’de Ebu Hureyre
hadisinde Rasulullah bir misa lle bu hususu zihinlere şöyle
perçinler:
“Gerçek pehlivan, hasmının
sırtını yere vuran değil, gücü yettiği halde gazabına sahip
olandır.”
Başka hadislerinde de Allah’ın Resûlü
şöyle buyurur:
“Gücü yettiği hale öfkesine sahip çıkan
kişiye, kıya-met günü cennette Allah’ın onu mahlukât huzurunda çağıracağı ve
istediği hûrinin kendisine verileceği, başka bir hadiste de gönlünün imanla
doldurulacağı haberi verilir.”
(Ebu Dâvût, K. Edep 2/248)
Âl-i İmrân sûresinde bu hususu
anlatırken bakın Rabbimiz şöyle buyurur:
“Onlar, bollukta ve yoklukta sarf
ederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik
yapanları sever.
(Âl-i İmrân
134)
Yine Şûrâ sûresinde de Allah katındaki
hayırlı ve bâkî olan cennet nimetlerinin sahiplerinin sıfatları sayılırken şöyle
buyurulur:
Bunlar günâhlardan, hayasızlıklardan
sakınan ve gazaplandık-larında da bağışlayanlardır. Kindar olmayan, kin ve
intikam peşine düşmeyen, Allah kullarının hatalarının, noksanlıklarının ardına
düşmeyen kimselerdir. Öfkelendikleri zaman öfkelerini yenmesini bilen
insanlardır. Suçları örten, hataları bağışlayan
kimselerdir.
Bu, hiç öfkelenmeyeceğiz demek
değildir. Öfkelenilmesi gereken yerlerde de mutlaka öfkelenmek zorundayız.
Allah’ın âyetleri çiğnendiği, Allah’ın diniyle, Allah’ın yasalarıyla, Allah’ın
elçisiyle alay söz konusu olduğu, Allah’a düşmanlık söz konusu olduğu zaman bir
Müs-lümanın öfkelenmesi vaciptir.
İşte Rabbimizin insan fıtratına koyduğu
gazap yasası burada geçerlidir. Böyle yerlerde Müslüman gazaplanmalıdır. Diniyle
alay edildiğini, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın şeriatıyla alay edildiğini
gördüğü yerde bir Müslümanın yerinde duramaz hale gelip alaycıların beyinlerinde
patlayacak bir bomba gibi gazaplanması gerekmektedir. Allah düşmanlarının
suratlarında patlayacak bir şamar gibi gazaplanması gerekmektedir. Zaten böyle
durumlarda gazaplanmayan bir kimsenin Müslümanlığından da şüphe edilir.
Gözlerinin önünde Allah’ın emirlerinin çiğnenmesi karşısında gazaplanmamak
zilletin ta kendisidir.
Hattâ İmam Şâfiî efendimiz, kızılması
gereken bir durum görüp de kızmayan kimsenin eşek olduğunu söyler.
Allah’ın gazabının olduğu yerde
Müslüman da gazaplanmak zorundadır. Mü’minler, Rabblerinin gazabıyla gazaplanan,
rızası sebebiylede razı olan insanlardır. Bakın A’râf sûresinin 154. âyetinde,
Allah’ın gazabını celbedecek bir konumda toplumunun kendisinin yokluğunda
Allah’ı unutup onun yerine buzağıya tapındıklarını ve şirke düştüklerini
görünce, Hz. Mûsâ’nın (a.s) son derece
gazaplandığı, hattâ Tevrat levhâlârını elinden attığı ve gazabı dinince onları
yeniden eline aldığı anlatılır. Elbette çevresindekilerin Allah’a kulluğu
bırakıp da tâğutların peşine takıldıklarını, Allah yasalarını terk edip insan
yasalarına kul, köle olduklarını, cennet yolunu terk edip süratlice cehenneme
doğru gittiklerini gören bir Müslümanın bu duruma gazaplan-maması mümkün
değildir. Bir Müslümanın böyle bir durumda rahat bir hayat yaşaması mümkün
değildir. Bu durumu değiştirmek ve Allah’ın gazabından korunmak için elinden ne
geliyorsa yapması gerekmektedir.
38. “Rabblerinin çağrısına cevap verenler ve namaz kılanlar için daha iyi
ve daha süreklidir. Onların işleri aralarında danışma iledir. Kendilerine
verdiğimiz rızıktan da sarf ederler.”
Rabblerine icabet ederler,
Rabblerinin çağrısına koşarlar. Sadece Rabblerinin dâvetine icabet eder, sadece
Rabblerini dinlemeye, sadece Rablerinin çektiği yere gitmeye, sadece O’nun
arzularını gerçekleştirmeye, sadece O’nun yasalarını uygulamaya koşarlar.
Rablerinin kendilerini çağırdığı imana, teslimiyete, kulluğa, Kur’an’a, sünnete
icabet ederler.
İşte bu icabetlerinin gereği olarak da
namazı ikâme eder, namazı ayağa kaldırırlar. Namazın önündeki tüm engelleri
kaldırır, çevrelerine namaz eğitimi verir, namaz konusunda emr-i bi’l ma’ruf
yaparlar. Öyleyse bizler de Namazı ikâme edeceğiz. Namazın ikâmesini şöyle
anlıyoruz: Namazı ikâme etmek, namazı ayağa kaldırmak, namaz ortamı hazırlamak
demektir. Namazın önündeki engelleri kaldırmak için mücâdele vermek, namaz için
emr-i bi’l ma’ruf yapmak, insanlara namaz eğitimi vermek ve namazı hayat
programının odak noktası haline getirmek demektir. Hayat programının içine
sıkıştırılmış bir namaz ya da namaza yer bırakmayacak bir hayat programı değil,
namaza göre ayarlanmış bir hayat programını gerçekleştirmenin uğraşı içine
girmek demektir.
Öyleyse ikâme edeceğimiz bir namazla
dinimizin direğini dikmemiz emrediliyor âyet-i kerîmede. Yâni öyle bir namaz
kılacağız ki, kıldığımız bu namaz hayatımıza hakim bir namaz, tüm hayatımızı
düzenleyen bir namaz olacaktır. Değilse başka hadislerden ve âyetlerden
öğreniyoruz ki, hayata etkili olmayan, hayatı düzenleme konusunda varlığından
söz edilemeyen bir namaz, Allah’ın istediği bir namaz
değildir.
Yine Rabblerinin emirlerine teslim ve
icabetleri gereği:
Onların işleri kendi aralarında şûrâ,
danışma iledir. O mü’min-ler kendi işlerini kendi aralarında hallederler.
Problemlerini kendi kendilerine çözerler. İşlerini başkalarına havale etmezler.
Kendileri gibi inanmayanları, kendileri gibi Rabblerine teslim olmayanları,
Rableri-nin dâvetine icabet etmeyenleri asla kendileri adına karar alacak
velâyet makamına getirmezler. Çünkü onlar, kâfir ve müşriklerin esareti altında
bir hayata asla razı olmaz, onların yasalarını uygulamaya koy-mazlar. Ama gerek
şahıslarını, gerekse toplumu ilgilendiren konularda da bağımsız davranarak kendi
başlarına karar vermezler. Çünkü onlar dağınık ve parça parça
değildirler.
Bu âyette şûrânın mü’minlerin özelliği
olduğu vurgulanırken, Âl-i İmrân sûresinde de emir sığası ile kullanıldığını
görüyoruz. Bakın Rabbimiz orada da şöyle buyurur:
“Allah'ın rahmetinden dolayı, ey
Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın,
şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş
hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a güven. Doğrusu Allah
güvenenleri sever.”
(Âl-i İmrân
159)
Âyetin bu ifadesinden de anlaşılıyor ki
şûrâ, istişâre, İslâm toplumunun vazgeçilmez bir özelliğidir. İslâm toplumunda
şûrâsız, istişâresiz iş yapmak, Rabbimizin emrini çiğnemek anlamına gelmektedir.
Allah’ın Resûlü, Rabbimizin bizzat şahsına hitap eden bu âyet gereği sürekli
ashabıyla istişâre ederdi. Çünkü bir mesele İslâm toplumunu ilgilendiriyorsa, o
konuda bir kişinin tek başına karar vermesi, ümmetin diğer üyelerine karşı
işlenmiş bir haksızlıktır. O konuda en âdil, en doğru karara varabilmenin yolu,
o konuda bilgi sahibi kimselerle istişâre etmektir.
İstişâre eden kişi en az hata eder.
Yaptığı işlerin hiçbirisinde yalnız ve yardımcısız kalmaz. Ama istişâre etmeyen
kişi, hem çok hata eder, hem de yapacağı işlerde hep yalnız kalır. Çünkü
Müslümanların desteğini almadan, onayını almadan bir işe başlayan kişinin,
başladığı işin sorumluluğunu hiç kimse üzerine almayacaktır. Neden? Çünkü o işe
birlikte karar vermemişlerdir. “Bize mi danıştı, yapmasaydı” diyerek insanlar
onu yalnız bırakacaklardır. Öyleyse hiçbir konuda kendimizi putlaştırmayalım,
kendi görüşümüzü, kendi anlayışımızı temel kabul etmeyelim, bildiğimiz konu bile
olsa, çevremizdeki Müslüman kardeşlerimizle istişâre edelim ki o konuda
Müslümanların desteğini hep yanımızda bulalım inşallah.
“Mü’minlerin işleri kendi aralarında
şûra iledir.” İdareleri şûraya dayanır. Ashab-ı kiram Rasûlullah’a,
Rasûlullah’ın uygulamasını bilenlere soruyor, işlerini, problemlerini, kitap ve
sünnete havale ediyorlardı. Kitap ve sünnete bağlı bir hayat yaşıyorlardı.
Öyleyse bizler de problemlerimizi kitaba ve sünnete soracağız, kitap ve sünnete
müracaat edeceğiz, kitap ve sünneti bilenlere danışarak bir hayat yaşayacağız
inşallah. İşte bu, mü’minlerin vazgeçilmez
özelliklerindendir.
Mü’minlerin bir başka özelliklerini de, bakın Rabbimiz bundan sonraki
âyetinde şöyle gündeme getiriyor:
39. “Bir haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için aralarında
yardımlaşırlar.”
O mü’minlerin gerek kendilerine,
gerek mallarına, gerek dinlerine, çoluk-çocuklarına, namuslarına, iffetlerine,
akıllarına, nesillerine yönelik bir haksızlık, zulüm, saldırı söz konusu olduğu
zaman da hemen birleşerek, birbirlerine yardım ederek o tehlikeyi savuştururlar.
Bir zulüm, bir haksızlık karşısında ellerini, dillerini, kalplerini,
kalemlerini, güçlerini, adımlarını, yumruklarını, tükürüklerini birleştirerek
onu defetmeye çalışırlar. Çünkü onlardan birine yapılmış bir zulüm, birine
yapılmış bir haksızlık, hepsine birden yapılmış demektir. Onlar bir binanın
tuğlaları gibi birbirlerine kenetlenmişlerdir. Onlar kâfirler için kolay
yutulacak lokma değillerdir.
Evet, onlar
aftan ve müsamahadan yanadırlar, karıncayı bile haksız yere incitmekten
çekinirler ama dinlerine, inançlarına yapılacak bir saldırı karşısında her biri
bir aslan kesilir ve küfrün beyninde patlayıverirler.
Mü’minler, zalime de mazluma da yardıma
koşan insanlardır. Mazlumların haklarını alıvermek, zalimlerin de ellerini tutup
zulümlerine engel olmak üzere mü’minler birbirlerine yardıma
koşarlar.
40. “Bir kötülüğün karşılığı, aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim
affeder ve barışırsa, onun ecri Allah’a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri
sevmez.”
Kötülüğün karşılığı, cezası,
aynen onun mislinden bir kötülüktür. Bir kötülüğe, bir zarara maruz kalan
kişinin, aynen gördüğü zarar nisbetinde karşısındakine zarar verme ve karşılık
verme hakkı vardır. Bu konuda haddi aşarak ileri gitmesi caiz değildir. Bir
tokat atana kar-şılık iki tokat gibi haddi aşması caiz
değildir.
Kendilerine kötülük yapanlara
yaptıklarının aynısıyla mukabele izni veriyor Rabb’ımız. Ama günâh işleyene
verilen bir zarar karşısında yine bir günâh işlenerek karşılık vermek caiz
değildir. Yâni oğlunuzu öldüren birisinin bizzat kendisini ya da onun oğlunu
öldürerek veya kızına kötülük yapanın, kızına, yahut yakınlarından birisine
aynen yapılanı yaparak karşılık vermek caiz değildir.
Ama böyle meşrû bir hakka sahip olduğu
halde kendisine kötülük yapanı affeder, bağışlar ve onu ıslah etmeye yönelirse,
artık onun ecri de Allah’a aittir. Yâni Allah bu tavrının karşılığını ecir
olarak ona mutlaka ödeyecektir. Bu ifadesiyle Rabbimiz bizleri affa ve ıslaha
çağırmaktadır. Mü’minler affederler, bağışlarlar. Günâhkârların kusurlarını
affederler, bağışlarlar ve onları ıslah adına hareket ederler. Günâhkârların
günâhlarını bertaraf etmeye, zalimlerin zulümlerine engel olmaya çalışırlar.
Eğer onların bozulmalarına sebep, uygulanan eğitim sistemiyse, onu mutlaka
düzeltmeye çalışırlar. Eğer hukuksa, sosyal yasaların dengesizliğiyse, onları
düzeltme ve değiştirme adına çabalarlar.
Herhangi bir kimse bizim şahsımıza
yönelik bir haksızlıkta, bir kötülükte bulunduğu, bir hakkımızı gasbettiği
zaman, onu affederek ondan tüm haklarımızı alma adına zaman kaybedeceğimize,
onun düzelmesini, onun ıslahını tüm haklarımıza tercih ederek onu affetmemiz
güzeldir. Onu affedebiliriz, ama eğer Allah hakkı çiğnenmişse, Allah hukuku
tecavüz edilmiş yâni Allah’a karşı bir suç işlenmişse, bu-nu affetme hakkımız ve
selahiyetimiz yoktur. Meselâ birisi tüm şartları gerçekleşecek biçimde bir
hırsızlık eylemi gerçekleştirerek Allah yasalarını çiğnemiş veya tüm şartları
bulunan bir zina eylemi gerçekleştirmişse, bizim bunu affetmemiz ve Hudûdullah’ı
uygulamaktan vazgeçmemiz mümkün değildir.
Meselâ
Allah’ın yasasını çiğneyerek hırsızlık yapanın eli kesil-meli, zina eden de recm
edilmelidir. Ama bu hırsızlık eylemini icra eden kişi, eğer tüm şartlarını
gerçekleştirmemişse, o zaman da yine Allah yasaları gereği affedilmelidir.
Rasûlullah Efendimizin:
“Şüphelerle haddi kaldırın,
uygulamayın.”
hadisi bunu
anlatmaktadır. Nitekim Hz. Ömer Efendimiz kıtlık yıllarında gerçekleştirilen
hırsızlık eylemlerine haddi uygulamamıştır. Meselâ İslâm, maktulün ailesine
katili ondan diyet alarak affetmesi konusunda izin vermişse, onların onu
affetmeleri güzel bir şeydir. Ama affederken de onu ıslah düşüncesi olmalıdır.
Yâni, “ben seni senden korktuğum için değil, Allah için affediyorum, gel sen de
durumunu düzeltip Allah’ın istediği bir kul olma yoluna gir,” diyerek onun
düzelmesini istemeliyiz.
41. “Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselere, işte onların aleyhine
bir yol yoktur.”
Önceki âyette zulme, haksızlığa
maruz kalan kişi ya Allah’tan ya da Müslümanlardan yardım görerek hakkını
çiğneyen zalimden hakkını almışsa, artık hakkını aldığı zalimin üzerine
yüklenmesinin anlamı yoktur. Ya da daha önce kendisine zulmeden kişi hidâyete
er-miş, ıslah olup düzelmişse, artık onun üzerine yüklenerek, geçmişte
yaptıklarını gündeme getirerek, “sen bana şöyle şöyle yapmıştın dün senin
durumun şöyle şöyle şöyleydi, dün sen şöyle bir hayatın adamıydın,” diye önceki
hayatını başına kakmanın anlamı yoktur diyor Rabbimiz. Bu konuda Müslümanlara
bir yol yoktur, diyor.
42. “İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere
karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır.”
Böyle bir yol ancak zulmedenler
için geçerlidir. Yâni ya doğrudan doğruya Allah kullarına zulmeden veya demin
ifade edildiği gibi haksızlığa, onun misliyle karşılık vermesi gerekirken, haddi
aşarak karşısındakine karşılık verme konusunda ileri giden, haddi aşan kimseler
için böyle bir yol vardır. Yeryüzünde haksızlıkla yürüyüp azgınlık ederek
hırslarını tatmin etmeye çalışanlar hakkında bu yol vardır, di-yor
Rabbimiz.
Yeryüzünde insanlara zulmeden,
hak-hukuk, din-diyanet tanımayarak, Allah yasalarını, kitap-sünnet yasalarını
çiğneyerek kendi arzularını, kendi hırslarını tatmin için çırpınan insanlara
karşı mü’min-lere yol vardır, diyor Rabbimiz. Onları durdurmak, onların
zulümlerine engel olmak, onların ellerini kırmak bir izin değil, emirdir.
Zalimlerin zulümlerine engel olmak, mü’minlerin tümüne bir emirdir. Nerede bir
zulüm varsa, yeryüzünün neresinde Allah kullarına yönelik bir hak-sızlık söz
konusuysa, onu defetmek için mü’minler sürekli hareket halinde olmalıdırlar.
Değilse
Allah korusun, mü’minler sadece kendi ülkelerini, sadece kendi durumlarını görüp
ben iyiyim, ben zulme maruz değilim, bizim durumumuz iyidir diyerek yan gelip
rahat yataklarında yatamazlar. Geçtiğimiz dönemlerde ecdadımız, yeryüzünün
neresinde bir zulüm, bir haksızlık söz konusu olmuşsa, ülkelerinin zalimlerinden
şikâyette bulunan insanların feryatlarını duyduklarında hemen onlara yardıma
koşmuş ve onları zalimlerin zulümlerinden kurtarmışlardır. Ecdadımız, hem kendi
toplumlarını ıslah etmiş, hem de çevrelerindeki zalimlerin burunlarını
kırmışlardır. Rabbimiz, Müslümanlara bu görevi yüklemiştir. Hem kendi
toplumlarında Allah kullarına zulmeden, Allah kullarının kulluğuna engel olmaya
çalışan zalimlere, karşı hem de tüm yeryüzünde zulmeden insanlara karşı
savaşmayı, onları düzeltmeyi Müslümanlara bir hak ve görev olarak vermiştir
Rabbimiz.
Çünkü Rabbimiz zulmü kendisine haram
kıldığı gibi, kullarına da haram kılmıştır. Zulüm, Allah’ın gönderdiği dinin
zıddıdır. Allah dininin aslı tevhiddir. Allah’ın dininin temel esası, temel
prensibi tevhid-dir. Onun zıddı ise zulümdür. Zulmün en şiddetlisi de şirktir.
Öyleyse zulüm, tevhid inancına dayanan Allah’a kulluğun zıddıdır, aksidir.
Yeryüzünde en büyük zulüm, kişinin kendisini var eden Rabbine kulluk ortamından
çıkarıp başkalarının kulluğu ortamında bulundurmasıdır.
Yeryüzünde en büyük zulüm,
Kur’an’ın da ifadesiyle şirktir. Allah’a kulluk ortamından çıkmak, Allah’tan
başkalarına kulluk yapmak, Allah’tan başkalarının hayat programlarını uygulamak,
Allah’tan başkalarına yeryüzünde hâkimiyet yetkisi vermek, insanların din
özgürlüklerini yasaklamak, din eğitimine yasaklar koymak, insanların mallarını,
kanlarını sömürmek, insanları Allah’a kulluktan koparıp kendi yasalarına kulluğa
zorlamak zulümdür ve bu tür zalimlerle savaşmak, onların boyunlarını kırmak,
egemenliklerine son vermek, yeryüzünde Allah hâkimiyetini gerçekleştirmek üzere
Müslümanların hareket halinde olmalarını istemektedir Rabbimiz. Zira Müslümanlar
asla zulme boyun bükmezler. Yeryüzünde Allah’a kulluğu engelleyenlerle
savaş-maktan asla vazgeçmez Müslümanlar.
Yeryüzünün neresinde olursa olsun zulüm
varsa, Müslüman hiçbir şey yokmuş gibi yatağında rahat uyuyamaz. İşte bu âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki, Rabbimiz Müslümanları bu zalimlerin üzerlerine
gönderiyor, onlara yol gösteriyor. Dünyada bunların cezalarının verilmesini,
boyunlarının kırılmasını istiyor. Ama bu zalimlerin cezası sadece bununla da
kalmıyor:
Ayrıca onlar için kendisi de
âhirette elem verici dayanılmaz bir azap hazırladığını haber
veriyor.
43. “Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer
işlerdendir.”
Yâni Allah, kendisine kötülük
yapan kimseleri, onları İslâm ahlâkıyla etkileyerek ıslah etmek,
Müslümanlaştırmak maksadıyla büyüklük göstererek affetmek, gerçekten çok büyük,
karar ve müsamaha sahibi kimselerin yapabileceği bir şeydir, diyor. Ecdadımızın
tarihi bununla doludur. Müslümanların sabırlarını, müsamahâlârını gören nice
inatçı kâfirler, İslâm’la şereflenme imkânı bulmuşlardır.
Kötülük yapanlara karşı iyilik yapmak,
İslâm’a kazanma adına onları affetmek gerçekten zordur. Kötülüğe karşı iyilik
yapmak her kişinin kârı değildir. Bu, ancak sabreden erlerin kârıdır. Ancak
sabır erlerine bir vergidir. Yâni kendi nefsinden çok dâvâsını düşünen,
insanların Allah dâvâsına gönül vermelerini şahsından ön planda tutan, dâvâsının
gönüllerde ma’kes bulması ve muzaffer olması uğruna her şeyini fedâ edecek kadar
sabreden kişiler ancak bu duruma ulaşabilir.
Kötülük yapana kötülükle mukabelede
bulunmamak ihsandır. Hattâ kötülük yapanlara karşı kötülükle mukabelede
bulunmadığınız gibi, üstelik onlara iyilikte bulunmanız, mesajınızın gönüllere
nüfuzunu sağlayacaktır. Sizin bu ihsanınız karşısında en zalim insanlar, en katı
kalpliler bile eriyecek ve sonunda size düşmanlık besleyen insanların size sıcak
bir dost olduğunu göreceksiniz. Dün sizi yok etmek isteyen zalimlerin, yarın
sizin dâvânıza gönül verdiğini göreceksiniz. Meselâ böyle gözü dönmüş, gemi
azıya almış, size kötülük yapmak isteyen birine karşı o anda söylenecek güzel
bir söz, tatlı bir tebessüm, sakin bir konuşmanın, o anda birden bire ortamı
değiştiriverdiği, kötülük yapmak isteyenin bile utanarak bu kötülükten
vazgeçtiği çok görülmüştür. Öyleyse daha büyük kötülüklere fırsat vermemek, daha
büyük felâketleri tevlit etmemek ve insanlara İslâm ahlâkını gösterip onların da
Müslümanlaşmalarını sağlamak için kötülük karşısında kötülüğü değil, kötülük
karşısında iyiliği tercih etmeliyiz. Zor da olsa buna kendimizi alıştırmalıyız,
Allah yardımcımız olsun.
44. “Allah kimi saptırırsa, artık onun
bundan sonra bir dostu olmaz. Azabı gördüklerinde, zalimlerin, “Dönecek bir yol
yok mudur?” dediklerini
görürsün.”
Kim hür iradesiyle sapıklığı,
dalâleti tercih eder de bu tercihine uygun olarak Allah da onu saptırmışsa,
artık onu hidâyete ulaştıracak ne bir velîsi, ne bir dostu olamaz. Allah’ın
saptırdığını kimse hidâyete ulaştıramaz. Onlar azabın içine girdiklerinde, azabı
tattıklarında değil, daha azabı gördüklerinde korkularından diyecekler ki,
“acaba bizim için bir dönüş var mıdır? Acaba şu azaptan geri dönüş imkânı var
mıdır? Ya da acaba bizim için Rabbimizi razı etmek üzere dünyaya tekrar bir daha
dönüş imkânı var mıdır?” Halbuki dönüş buradaydı. Allah buradaki dönüşleri kabul
ediyordu. Kim olursa olsun, ne olursa olsun, ne kadar da günâh işlemiş olursa
olsun dünyadaki dönüşleri kabul ediyordu Allah. Dünyada akıllarını başlarına
alarak yaptıklarından tev-be ederek Rabblerine dönmeyen insanların, orada dönüş
imkânları kalmamıştır. Şu anda açık olan bu tevbe ve dönüş kapısı, yarın
ka-panmış olacaktır.
45. “Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa
bakarken, ateşe sunulduklarını görürsün. İnananlar, “Hüsranda olanlar, kıyamet
günü kendilerini de hüsranda bırakanlardır,” derler. İyi bilin ki, zalimler
sürekli bir azab içindedirler.”
Onların ateşe sürüldüğünü görürsün.
Cehenneme sunulmakta, ateşe arz edilmektedirler. Yaşadıkları dünya hayatında
Allah’a kulluğu reddedip, zulmü, dalâleti sapıklığı tercih etmiş bu insanları
cehenneme yuvarlanırlarken görürsün. Aşağılıktan, zilletten, horluk ve
hakirlikten ötürü boyun bükmüşler, suspus olmuşlar, başları önlerine düşmüş,
korkudan göz ucuyla gizli gizli etraflarına bakarlar.
Alçakların tüm müstekbirlikleri bitmiş,
tüm tâğutlukları son bul-muş, tüm zulümleri, şirretlikleri, azgınlıkları
kalmamıştır. Ne Rabblık-ları ne İlâhlıkları, ne krallıkları, ne egemenlikleri
kalmış, ne biz biliriz-leri, ne biz yaparızları kalmıştır. Her şeyleri bitmiş,
suspus olmuşlar ve korku içinde gizli gizli göz ucundan etraflarına bakmakta ve
kendilerine bir yardımcı aramaktadırlar. Görmek istemedikleri bir âkıbeti, ateşi
görmemek için gözlerini kapatmaya çalışıyorlar ama bunun bir gerçek olduğunu ve
asla bundan kurtulamayacaklarını kesinlikle bildikleri için de bakmazlık da
edemiyorlar, göz ucuyla ateşe bakıyorlar. Onları bu vaziyette perişanlık içinde
gören Müslümanlar da şöyle diyecekler:
Hüsranda olanlar, dünyada da, ukbada da
kaybedenler, kendilerini kötüye harcayıp kendi kendilerini kaybedenler, hem
kendilerini, hem de ailelerini, ehillerini kaybetmiş, hem kendilerine, hem de
ellerinin altında olanlara yazık edenlerdir. Bunlar, yaşadıkları dünya hayatında
kendi kendilerine yazık eden insanlardır. Kendilerini yaratana kulluk makamından
indirgeyip boşa götüren insanlardır.
Öyleyse hem kendimize hem de ehlimize
acımak zorundayız. Hem kendimizi, hem de sorumluluğumuz altında olanları ateşten
kurtarmak zorundayız. Kendimize ve ehlimize, hanımlarımıza, çocuklarımıza zaman
ayırmak zorundayız. Böylece hem onları, hem de kendimizi kaybetmemeliyiz. Ateşe
düşürmemeli, ziyan etmemeliyiz. Bunun için çabalamalı, kendi kendimizi ateşe
sunmamalıyız. Aksi takdirde, Allah korusun bugün kendisini korumasını bilemeyen,
kendisini kötüye harcayan kimseleri yarın hiç kimse koruyamayacak, hiç kimse
yardım edemeyecektir. Bakın Allah buyurur ki:
46. “Onların, Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları da
yoktur. Allah'ın saptırdığı kimsenin çıkar yolu olmaz.”
Artık onları Allah’tan, ya da Allah’a
karşı koruyacak, yardım edecek ne bir dostları, ne de bir velîleri,
işbirlikçileri yoktur. Artık o gün Allah berisinde tüm dostluklar, tüm ilişkiler
bitmiştir. Allah kimi saptırmışsa onun için hiçbir yol yoktur artık. İnsan
kendisini bu noktaya getirmemelidir. İnsan kendisini kendi hür iradesiyle
Allah’ın saptıracağı bir noktaya getrdi mi ve Allah da onun için dalâleti yazdı
mı artık onun çaresi yoktur. Bu noktaya gelmeden önce, kişi tüm imkânları, tüm
fırsatları değerlendirecektir. Böyle değil de Allah’ın kendisini saptıracağı bir
noktaya geldi mi, yâni Allah artık bunun adam olması geçti buyurdu mu, Ebu Leheb
gibi artık onun kalbini mühürleyecek ve cehennemi ona yazıverecektir. Öyleyse ey
Müslümanlar:
47. “Allah katından geri
çevrilemeyecek günün gel-mesinden önce Rabbimizin çağrısına cevap verin. O gün
hiçbirinize sığınacak yer bulunmaz, inkâr da edemezsiniz.”
Sizler bu noktaya gelmeden, Allah
katında geri çevrilmeyecek bir gün gelmeden önce Rabbinizin dâvetine icabet
edin. Dönüşü mümkün olmayacak bir gün gelmeden önce Rabbimizin çağrısına kulak
verin de kulluğa yönelin. Rabbinizin kitabına, hayat programına yönelin. Size
hayat verecek Rabbinizin kitabına ve onun elçisinin örnek hayatına yönelin. O
gün geldi mi, artık hiçbir sığınacak yer bulamayacaksınız. Yeryüzünde Rabbine
sığınmayan kişi için o gün bir sığınak yoktur. Rabbine yönelmeyenlerin
yönelecekleri bir melceleri olmayacaktır. O gün inkâr etmek de, reddetmek de
asla mümkün olmayacaktır.
Dönüş
buradadır. Buradaki dönüşler kabul edilmektedir. Burada Allah’a dönmeyenler,
dönüş haklarını kaybetmişlerdir. Allah’tan, kitabından, örnek kulları
elçilerinin hayatlarından habersizce bir hayat yaşayarak, hem kendi kendilerine
zulmetmişler, hem kendi kendilerini saptırmışlar, hem de çevrelerine zulmedip
onları da saptırmışlardır. Hem kendilerini, hem de çevrelerini ebediyen
bitirmişlerdir.
48. “Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse
bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir.
Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle
yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki,
insan gerçekten pek nankördür.”
“Ey peygamberim, eğer onlar yüz
çevirir, senin getirdiğin mesajla, senin getirdiğin hayat programıyla ilgilenmez
ve adam olmaya yanaşmazlarsa, sen onları kendine dert edinme. Onlar kendi
kendilerini dert edinmediklerine göre, sen de kafana takma onları. Biz seni
onlara bekçi kılmadık, muhafız kılmadık. Kendi kendisini korumayanı sen mi
koruyacaksın? Kendi kendine acımayana sen mi acıyacaksın? Hayır hayır, bunlar
adam olmuyorlar, bunlar istenilene gelmiyorlar, bunlar cehenneme doğru
gidiyorlar, kendi kendilerine yazık ediyorlar diye kendi kendini harap etme. Sen
zorla onları inandırmakla mükellef değilsin. Onların kâfirlikleri senden
sorulmayacaktır, senin böyle bir sorumluluğun yoktur. Sana sadece düşen sadece
tebliğdir. Senden istediğimiz biçimde onlara duyur o kadar.
İşte peygamberin konumu ve vazifesi
budur. Tabii inanmayanlar karşısında peygamber yolunun yolcularının görevi de,
bizim görevimiz de budur. Ancak tebliğ sadece teypçilik yapmak, sadece dille
söylemek değildir. Hayatımızla, tavrımızla, ilgimizle, hediyelerimizle,
yardımlarımızla, ziyaretlerimizle, fedâkârlıklarımızla, her şeyimizle onlara
hakkı anlatmak, göstermek, sevdirmek, teşvik etmek, yönlendirmek zorunda
olduğumuzu unutmayacağız.
Onların ıslah olmaları,
üzerlerinde egemen olan Allah’ı anlayıp ona kulluğa ve teslimiyete yönelmeleri
için katımızdan kendilerine hoşlarına gidecek bir iyilik, bir rahmet
tattırdığımız zaman onunla sevinir ama onlara kendi ellerinin takdim edip
kazandıkları sebebiyle, kendi işledikleri günâhlar yüzünden bir kötülük
isa bet ettirdiğimiz zaman da, önceki
tüm nimetlerimizi unutarak nankörler kesiliverirler. Dünyada kendilerine
tattırdığımız bu nimetlerin farkına varıyorlar, onlarla sevinip coşuyorlar da
kendileri için hazırladığımız ebedî hayatın nimetlerini niçin göz ardı
ediyorlar?
Hayır
hayır, ne zenginlik ne de fakirlik, ne iyilik ne de kötülük onları adam etmeye
yetmiyor. Onları düşünmeye sevk etmiyor. Dü-şünmüyorlar, anlamıyorlar, anlamaya
yanaşmıyorlar. Nankörlük ediyor, kendilerine sunulan bunca nimetlerin sahibine
teşekküre yanaş-mıyorlar. Kâfirlik ediyorlar. Nimetler ellerine geçtiği zaman
sevinip coşuyorlar da, o nimetler ellerinden alınınca da sanki onların sahibi
ken-dileriymiş gibi feryad-u figanı basıp isyan etmeye, küfran-ı nimette
bulunmaya çalışıyorlar. Tüm nimetlerin sahibinin Allah olduğunu
anla-mıyorlar:
49. “Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah’ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk
verir.”
Göklerin ve yerin mülkü
Allah’ındır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Mülkün sahibi
Allah’tır. Kendilerinin sahibi de, sahip olduklarının sahibi de Allah’tır. Allah
Mâliktir ve her şey O’nun mülküdür. Onlar ister kabul etsinler ister
reddetsinler fark etmez; göklerde ve yerde ne varsa hepsi üzerinde söz sahibi,
egemenlik sahibi Allah’tır. Tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu
elinde olan, tüm varlıkların kendisine boyun büktüğü ve yasalarına teslim olduğu
varlık Allah’tır.
Allah bu egemenliği sebebiyle
dilediğini yapan, dilediğini dilediği gibi yaratandır. Bu konuda kimse ona
yardımcı olmadığı gibi, kim-senin etkisi altında da değildir. Göklerde ve yerde
tek İlâh, tek Rabb ve egemen olan Allah, dilediğine kız çocukları, dilediklerine
de erkek çocukları verir. Yeryüzünde hayatın devamı için Allah’ın koyduğu bir
yasadır bu. Göklerde ve yerde egemen olan Allah’ın koyduğu bu yasaya hiç
kimsenin karşı gelme, itiraz etme hakkı ve yetkisi yoktur. Bu kâfirler
zannediyorlar mı ki her şey kendi ellerindedir? Zannediyorlar mı ki erkek
çocuğuna, kız çocuğuna sahip olmak kendi ellerindedir? Hayır hayır, bu konuda
hiç kimsenin bir müdahale gücü yoktur. Erkek ya da kız çocuklarımızı bize
lütfeden Allah’tır. Çocuklarımızı bize veren O olduğu gibi, onları doyuran,
onları rızklarını takdir eden de O’-dur. Ama Rabbimiz hikmeti, bunu belli bir
yasa gereği insanların elinde takdir buyurduğu için, kâfirler rızkın da,
çocukların da ellerinde olduğunu zannediyorlar. Peki biz kiminiz? Bizim elimiz
ayağımız, aklımız fikrimiz, gücümüz kuvvetimiz kimin? Kim verdi bunları bize?
Bunları da bize veren Allah değil mi? Her şeyimiz Allah’tan değil mi?
O halde göklerde ve yerde egemen olan
Allah ne yaratmışsa, nasıl yaratmışsa, neyi nasıl takdir buyurmuşsa, bunların
hiçbirisi rasgele değil, belli bir hikmet gereğidir. Hikmeti gereği bize kız
çocuğu verdiği zaman buna itiraz ederek burun kıvırmamalıyız. Hiç çocuk
vermediği zaman da isyan etmeye kalkışmamalıyız. Bu yasayı koyan, bunu takdir
eden Allah’tır. Mü’mine düşen de sadece Allah’ın takdirine teslim olmaktır.
“Madem ki Rabbim böyle istemiş, madem ki Rab-bim böyle takdir buyurmuş, hikmeti
gereği bana bunu münasip görmüş, öyleyse en münasip imtihan eden Rabbimdir,”
deyip O’nun takdirine teslim olmak zorundayız. Sebeplerini işlemekle,
sebeplerine tevessül etmekle beraber, teslim olmak zorundayız. Göklerde ve yerde
yegâne egemenlik sahibi olan Allah, dilediğine kız verir, dilediklerine erkek
çocuğu, dilediklerine de:
50. “Yahut hem kız hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O,
bilendir, her şeye kâdirdir.”
Dilediklerine de hem kız, hem
erkek çocuklar verir. Dilediklerine ikiz ikiz verir. Dilediklerini de akim
kılar, hiç çocuk vermez. Bu konuda hiç kimsenin O’na hesap sorma hakkı yoktur.
Çünkü her şey mülktür ve mâlik olan da sadece Allah’tır. Mülk olanın, mâlik
olana hesap sorma hakkı yoktur. Allah dilemedikçe hiç kimsenin evlât sahibi
olması mümkün değildir. Şüphesiz ki Allah her şeyi en iyi bilen ve her şeyi en
iyi takdir edendir. Her ne dilerse yapan, yaratan, güç
yetirendir.
Allah kullarına yeryüzünde rızıklar ve
çocuklar vermek sûretiyle onları nîmetlendirmiştir. Bizler de Rabbimizin bu
sonsuz ikramlarına karşılık onun bize sunduğu nimetlerini O’nun yolunda kullukta
kullanarak O’na karşı nankörlük etmeyeceğiz. Çocuklarımızı O’nun bize bir lütfu
olarak görüp onları sahibinin istediği gibi yetiştirerek, sahibinin istediği
biçimde eğiterek O’na kulluğa yatırım yapacağız. Ama bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz bize lütfettiği bir çocuktan, iki çocuktan daha hayırlı olan,
gerek kendimizi, gerek çocuklarımızı cennete ulaştıracak en büyük bir nimetini
gündeme getiriyor. Vahiy, kitap, hidâyet nimetini ki, bu nimet tüm nimetlerin
başıdır. Bu nimet olmadan hiçbir nimete ulaşmak mümkün değildir. Bakın Allah
şöyle buyurur:
51. “Allah bir insanla ancak vahiy sûretiyle veya perde arkasından
konuşur, yahut bir elçi gönderir; izniyle dilediğini vahy eder. Doğrusu O
yücedir, Hakîmdir.”
Kendi bilgisi ve hikmeti, kendi
koyduğu yasası gereği şu üç durumun dışında Allah hiçbir beşerle konuşmaz,
hiçbir beşere söz söylemez. Buradaki Allah’ın konuştuğunu kastettiği elçisi
Cebrâil de olabilir, insanlara insan cinsinden, beşer cinsinden gönderdiği
elçileri de kastedilmiş olabilir.
Rabbimiz burada vahyin geliş
şekillerini anlatıyor. Bu konuyu kitaplarımız uzun uzun anlatmışlardır. Ben
burada çok fazla detaya inmeyeceğim. Allah, hiçbir beşere şu üç şekilden başka
söz söylemez.
1. Bunlardan birincisi: deniyor.
Ancak vahiy
halinde Allah kullarıyla konuşur buyuruluyor. Yâni elçileriyle doğrudan doğruya
vasıtasız olarak konuşması, vahy etmesidir. Hızlıca ve gizlice kalbine
doğdurması, ilka etmesi veya rüyasında göstermesi gibi. Hz. İbrahîm’e oğlunu
kurban etme vahyinin rüyasında gösterilmesi, Hz. Yusuf’a peygamberliğinin
rüyasında sunulması ve yine Rasulullah Efendimizin İsrâ hadisesi
gibi.
buyuruluyor. Yâni perde
arkasından söylemekle. Kulak, sesi, sözü işitir ama o anda sesin kimden
geldiğini, konuşanın kim olduğunu göremez. Hz. Mûsâ’ya (a.s) Tur dağında
Rabbimizin hitabı böyle olmuştu. Burada hitap kalbe değil de bizzat kulağın
işitme gücüne yönelik olmaktadır. Rasûlullah Efendimizin şu beyanı da bunu
anlatmaktadır:
“Vahiy bazen bana çan sesi gibi
gelir.”
(Buhârî, Bed’ul vahy
2)
Yahut bir Resul, tebliğ aracı bir
elçi, bir melek göndererek izniyle dilediklerini vahy ettirmek sûretiyle konuşur
ki, çoğu kez peygamberlerine vahyi bu şekilde göndermiştir. Tüm semavî kitaplar
pey-gamberlere bu şekilde ulaştırılmıştır.
52. “Ey Muhammed! İşte sana da
buyruğumuzla bir ruh (kalplere can veren bir kitap) gönderdik; sen, Kitab nedir,
iman nedir önceleri bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla
doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık. Şüphesiz sen doğru yola
götürüyorsun.”
Rabbimizin katından gönderdiği bu
kitap ruhtur. Kur’an’ın bir adı da ruhtur. Bize bizi canlı tutacak bir ruh veren
Rabbimiz bizi diriltecek, bizi diri tutacak bir ruh olarak bize kitap
göndermiştir. Öyleyse kitap ruhtur, Kur’an ruhtur. Ancak bu kitaptan haberdar
olan kişi diridir, ruh sahibidir, vahiyden nasibi olan kişi diridir, başkaları
ölüdür, ruhsuzdur, diyoruz. Kur’an’ı tanımayan kişi, vahiyle tanışmayan kişi
ölüdür.
Bir insan düşünün ki ölü. Bir
insan düşünün ki ruhen ölü, bedenen ölü. Bir insan ki ruhtan, Allah’tan,
peygamberden, kitaptan vahiyden habersiz. Allah diyor ki, böyle ölü iken
kendisine hidâyet vererek biz insanı dirilttik. Yâni kâfirken Müslüman yaptık,
diyor. Artık adam dirilmiştir, canlıdır. Tıpkı kupkuru bir toprağın Rahmân’ın
rahmetiyle dirilip canlandığı gibi. Yağmur da Allah’ın başka bir âyetidir ve o
âyetiyle nasıl ölü toprağa can veriyorsa, vahiyle de ölü insanları diriltiyor
Allah. Artık vahyin, hidâyetin dirilttiği bu adam Allah’ı, kitabı, peygamberi,
kendisini, çevresini, hayatı, ölümü, ölüm ötesi hayatı, varlığı, varlık gâyesini
tanıyor.
Rabbimiz, biz ruh gönderdik, seni,
insanı dirilttik diyor. Yâni kitabı ruh, dirilik yasası kıldık; seni ve senin
yoluna tabi olanları onunla dirilttik, diyor.
“Ey peygamberim, sana bu kitap, bu
dirilik yasası gelmeden önce kitap, iman, hidâyet, din, hayat, memat, hayat
programı nedir bilmezdin! Kitap sahibi olmak şöyle dursun, kitabın nasıl bir şey
olduğunu bilmiyordun.” Allah Resûlü, Rabbimiz kendisine kendi bilgisini aktarana
kadar ne din, kitap, risa let, ne hidâyet, hiçbirisinden
haberdar değildi. Bütün bunları tasavvur bile etmesi mümkün değildi. Allah’ın
Resûlü bütün bunları bilmiyordu da, Allah bildirdi.
Burada hemen şunu söyleyelim,
yeryüzünün en âlimi Müslümanlardır. Yeryüzünün en âlim kimseleri, Allah
bilgisine sahip olanlardır. Kâfirler ve müşrikler, yeryüzünün en cahil, en
akılsız insanlarıdırlar. Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki, gerçek
bilgi vahiydir. Gerçek bilgi, Allah’ın bildirdiği bilgidir. Allah bilgisinin
dışında ne varsa hepsi zandan ibarettir. Ancak Allah bilgisine sahip olan, vahiy
bilgisinden haberdar olan kişi âlimdir. Yâni ilim Müslümana aittir. Kur’-an’ı ve
sünneti tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim kişisidir.
Vahiyden habersiz yaşayan insanlar, hem dünyalarını, hem de âhiretlerini berbat
etmiş cahil ve sapık insanlardır. Kitap ve sünnetten, vahiyden habersiz
kendilerine hayat programı yapmaya çalışan kimseler, hem dünyalarını, hem de
ukbâlarını mahvetmiş zalimlerdir ve Allah zalimlere asla yol gösterecek
değildir. Onlar dünyada da, âhirette de kaybetmiş
kimselerdir.
Allah böyle vahiy bilgisine, kitap ve
sünnete müracaat etmeyen, kendi zanlarıyla, kendi hevâ ve hevesleriyle bir hayat
yaşayan zalim bir toplumu asla kurtuluşa ve düzlüğe ulaştırmayacaktır. Allah’ı,
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın hayat programını reddederek kendi kendilerine
bilgisizce yasa belirlemeye kalkışan, kanun koyma, haram-he-lâl, hayat programı
belirleme yetkisini kendilerinde gören zalim bir toplumu asla Allah kurtuluşa
ulaştırmayacaktır. Böyle bir toplum ne hukukta, ne eğitimde, ne ekonomide, ne
amelde, ne düşüncede kesinlikle doğruya ulaşamayacaktır. İyi şeyler yapmak için
çırpınsalar da, Allah’ın yasalarından habersiz hareket ettiklerinden, istinat
noktası olarak Allah’ın kitabını tanımadıklarından ne yaparlarsa yapsınlar, hep
batacaklardır. Karmaşa içinde bir hayat yaşamaktan asla kurtulamayacaklardır.
Hiçbir konuda doğru ve sıhhatli bir noktaya varama-yaca, hiçbir konuda çözüme
ulaşamayacaklardır. Çözümü bulduk sandıkça batacaklardır. Çünkü o toplum
Allah’ın yasalarını reddetmiş, Allah’ın kendileri için gönderdiği ruhla ilişkiyi
kesmiş ve zalim olmuştur.
Rabbimiz, biz o kitabı, o ruhu bir nûr,
bir ışık kıldık ki kullarımızdan dilediğimizi onunla hidâyete iletiyoruz, diyor.
Ayrıca bir de o kitabı, biz insanlar için yol gösterici, bir nûr kıldık. Ona
rehberlik edecek, yaşadığı hayatta onun yolunu aydınlatacak, hayatı boyunca onu
yalnız bırakmayacak bir nûr kıldık, diyor Allah. Artık yaşadığı hayatta insanlar arasında o
nûrla, o kitapla, o vahiyle yürüyor ve onu o nûr karanlıklar arasında bırakmayıp
aydınlığa çıkarıyor.
Kur’an ruhtur ve onu tanımayan kimse de
ölüdür. Bir insan düşünün ki, önce ölüdür. Ama bu ölüm canın bedenden ayrılışı
şeklinde bir ölüm değildir. Canları bedenlerindeyken ölüdür bu kâfirler. Mehmet
Akif, bunlar için namaz kıldığı caminin imamına şöyle diyor-du: “Hoca bunları
canlı zannetme sakın. Bunlar meyyit-i müteharriklerdir.” Yâni kişi eğer vahiyle,
Allah’la, peygamberle beraber değil, Kur’an’dan peygamberden ve onun ashabından
örnek alacak kadar onlara yakınlık kurmuş değilse, Rasûlullah’ın ve sahâbesinin
tatbikatını bilmiyorsa, ölüdür o insan. Kur’an’dan ayrı kalması sebebiyle
ölüdür. Rasûlullah’ın hayat veren çağrısına uymamışsa, hayattan mahrumdur o
insan. Çünkü Rabbimiz Enfâl sûresinde şöyle buyurur:
“Ey inananlar! Allah ve Peygamber,
sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet
edin.”
(Enfâl 24)
Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki, Allah ve
Resûlünün çağırdığı şey, hayat veren şeydir ve ondan mahrum olanlar da ölüdür.
Yine biliyoruz ki, Kur’an’ın bir adı da ruhtur ve bu ruhla ilişkisi kesilmiş
insan ölüdür. Zaten irtidat eden, Kur’an’dan irtibatını kesen kişi, ruh hakkını,
hayatiyet hakkını kaybettiği için İslâm’da ölümü hakketmiş insandır. İşte böyle
vahiyle, ruhla tanışamamış bir ölüyle, vahiyle dirilmiş kimse bir olur mu? diyor
Rabb’ımız. Nûr sahibi bir Müslümanla bu nûrdan mahrum olan kâfir bir olur mu?
Eline el feneri verilmiş ve onunla yürüyen bir adamla, karanlıkta el yordamıyla,
düşe kalka yürümeye çalışan insan hiç bir olur mu?
“Şüphesiz ki ey peygamberim, sana
ulaştırdığımız bu ruhla insanlara hidâyeti, sırât-ı müstakîmi gösteriyor,
rehberlik ediyorsun. Sen Hakka, doğru yola, kılavuzluk, mihmandarlık ediyorsun.
Hidâyet sadece Allah’a aittir. Kitap da, peygamber de, Kâbe de sadece hidâyet
vasıtaları, hidâyet rehberleridir.” Allah’ın Resûlü tüm hayatıyla bize hidâyet
yolunu göstermiştir ama onun da hidâyete ulaştırma yetkisi yoktur. “Ey
peygamberim, sen ancak hidâyet yolunu gösterirsin. Bu öyle bir yol
ki:
53.
“Göklerde ve yerde bulunan her şey kendisinin olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki
bütün işler sonunda Allah'a döner.”
Bu yol Allah’ın yoludur. Göklerde ve
yerdekilerin tümünün Rabbi olan, herkese ve her şeye egemen olan Allah’ın
yoludur bu yol. Allah’ın seçip kendilerine vahyini aktardığı bu örnek kullarının
yoluna giren, onların izlerinden giden insanlar, Allah yoluna, cennet yoluna
girmiş ve Allah’ın rızasını kazanmışlar demektir.
Bu dünyada kendisine isyan eden,
kitabını ve peygamberini tanımadan yaşamaya kalkışan Firavunları cezalandırdığı
gibi, yarın âhirette de onları cezaların, azapların en dayanılmazının içine
atacaktır.
Unutmayın ki işlerin tamamı sonunda
O’na döndürülecektir. Ne yaparsanız yapın, nasıl yaşarsanız yaşayın, sonunda
O’nun huzuruna gidecek ve yaşadığınız hayatın hesabını O’na ödeyecek, O’na hesap
vereceksiniz. Hiç kimsenin O’nun sorgulamasından kaçıp kurtulması mümkün
değildir.
Bu, dünyada da böyledir, âhirette de
böyle olacaktır. Tüm işler Allah döndürülür. Hukukla ilgili tüm problemlerin
çözümü Allah’tır, Allah’ın kitabıdır. Ekonomiyle ilgili tüm işler, siyasal ve
sosyal yapılanmaların tümü Allah’a döndürülmelidir. Her şey Allah’ın
değerlendirmesine tabi tutulmalıdır. Bugün böyle olduğu gibi, yarın da böyle
olacaktır. Yaptıklarınızın tümünü yarın değerlendirecek ve bu değerlendirmenin
sonucu olarak da yaşadığınız hayata göre ya cennet ya da cehennem takdiri yine
Allah tarafından yapılacaktır. Allah’ın, cennetine lâyık gördükleri cennete
uçarken, cehennemlik görülenler de hor, hakir mahluklar olarak cehenneme akacak
ve dolacaklardır.
Rabbim bütün bu uyarılarıyla yol bulan,
Allah’ın istediği kulluğu ve teslimiyeti gerçekleştirerek cennetine ve rızasına
eren kullarından eylesin. Ve âhiru dâvana enilhamdü lillâhi
Rabbil’âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder