ZUHRUF SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
43., nüzûl sıralamasına göre 63,. Mesânî kısmının dördüncü sûreler grubunun
ikinci sûresi olan Zuhruf sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup, âyetlerinin sayısı
89’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işiten, her şeyi
bilensin.
Zuhruf sûresi, Hâ-mîm’ler
grubundan daha önce tanımaya çalıştığımız Fussilet ve Şûrâ sûrelerinin indiği
dönemlerde nâzil olmuş, muhtevası onların muhtevalarına benzeyen bir
sûredir.
Mekke’de Allah’ın Resûlü’ne ve
beraberindeki bir avuç Müslü-mana karşı Kâfirlerin muhalefetlerinin had safhaya
ulaştığı, hattâ Dâru’n-Nedve’de toplanıp peygamberimizi öldürme planları yapmaya
başladıkları bir dönemde nâzil olmuş bir sûredir.
Sûrede, kâfirlerin inanışlarının,
hayatlarının ve yapmaya çalıştıklarının bâtıllığı, boşluğu anlatılır. Akılları
sıra Allah’ın elçisiyle savaşa tutuşarak, onun vücudunu, varlığını ortadan
kaldırarak Allah mesajını önleyeceklerini zannediyorlar. Ama bu dâvânın
arkasında Allah’ın olduğu, peygamberin yalnız olmadığı ve tarihin her devrinde
onunla savaşa tutuşanların, karşılarında Allah’ı buldukları ve tamamının helâk
edildikleri anlatılır.
Daha sonra müşriklerin Allah’a
koştukları ortakları, şerikleri, Allah yerine ikâme etmeye çalıştıkları,
sözlerini dinleyip arzularını uyguladıkları varlıkların hiçbir şey
yaratmadıkları, hattâ kendilerini bile yaratmaktan, kendilerini bile doyurup
beslemekten aciz varlıklar olduğu ve sözü dinlenmesi gereken, kendisine kulluk
yapılması gereken varlığın sadece Allah olduğu, çünkü kendileri de dahil olmak
üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah tarafından yaratıldığı ve
istifade ettikleri nîmetlerin tümünü kendilerine verenin Allah olduğu
vurgulanmaktadır.
Kâfirlerin, müşriklerin Allah’a
oğullar, kızlar izafe ederek iftira ettikleri ve bunu da yine kadere, Allah’ın
meşietine dayandırmaya çalıştıkları, yâni, “eğer Allah istemeseydi, Allah
dilemeseydi biz böyle bir hayatı yaşayamazdık, Allah izin verip tasvip etmeseydi
biz O’na karşı şirk koşamazdık, binaenaleyh şu bizim yaptıklarımız Allah’ın
tasvip ettiği şeylerdir, şu bizim yaşadığımız hayat Allah’ın razı olduğu bir
hayattır,” diyerek küfürlerini, şirklerini Allah’a onaylatma gayreti içine
girdikleri ama Allah’ın asla o yaptıklarından razı olmadığı, Allah’ın razı
olduklarını kitaplarında kullarına bildirdiği ve kitaplarının hiçbirisinde de
şirki tasvip eden bir delilin bulunmadığı anlatılarak, hayatları, şirkleri
reddedilmektedirler.
Daha sonra bu müşriklerin kendisiyle
savaşa tutuştukları Allah’ın Resûlü Hz. Musâ’yla, Mekkeli müşrikler de Hz.
Musâ’ya düşman kesilen Firavun ve taraftarlarıyla özdeşleştirilerek, “Allah
elçisi Musâ’yla savaşan Firavun ve taraftarlarının âkıbetleri nasıl olmuşsa,
sizin âkıbetiniz de ondan farksız olacak,” buyurularak kâfirlere tehdit,
peygambere ve onun ashabına da destek oluşturulmaktadır.
Zuhruf
sûresinin âyetleri mana bakımından sıkı sıkıya birbirlerine bağlıdırlar. Sûrenin
bölümleri bir bütünlük arz etmektedir. Bu da sûrenin birden nazil olduğu
kanaatini vermektedir. Şimdi sûrenin âyetleri üzerinde kısa bir gezinti yapıp
tefsirine geçelim inşallah.
Sûrenin
girişinde, Yüce Allah söze yemin ile, başlamakta ve insanları düşünmeye davet
etmektedir: "Hâ mim. Apaçık Kitab'a an-dolsun ki, biz, düşünüp anlamanız için
onu Arapça bir Kur'ân yaptık" (1-3).
Ondan
sonra sûrede, insanların Hz. Muhammed (s.a.s)'in çağ-rısına uymayıp körü körüne
atalarını taklit etmeleri, meleklere Allah'ın kızları demeleri, Allah'ın
kainatın yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri halde, O'ndan başka varlıklara da
tapmaları kınanmaktadır. Bununla beraber, Hz. İbrâhim (a.s), Hz. Musa (a.s) ve
Hz. İsâ (a.s)'ın kıssalarından bahsedilmekte, müşriklerle mücadeleleri, onlara
uyarak "Tev-hid"e gelenlerin kurtuluşu ve onların çağrılarına uymayanların acı
sonları vurgulanmaktadır. Bu misa llerle,
İslâm davasının zorluğuna, meşakkatine ve aynı zamanda faziletine işâret
edilmektedir.
Sûrenin
sonuna doğru, fakirlerin cehâlete dayanan batıl inanç ve düşünceleri tek tek
çürütülmüş ve Yüce Allah'ın varlığı, birliği, dünya ve âhiretin hâkimiyetinin
O'na ait olduğu, insanların bunun karşısında aciz oldukları, yâni "Tevhid"
inancı, şöyle ifade edilmiştir: "Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur. O,
hâkimdir (işinde hikmet sahibidir), âlimdir (her şeyi bilir). Göklerin yerin ve
ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah yücedir!
Kıyametin ilmi O'nun nezdindedir. Ve siz O'na döndürüleceksiniz. Allah'ı bırakıp
da taptıkları putlar, şefaât gücüne ve yetkisine sahip değillerdir. Ancak
bilerek hakka Şâhitlik edenler bunun dışındadır" (84-86).
Sûre,
küfürde ısrar edenlerin durumunun Peygamber (s.a.s) tarafından Yüce Allah'a
bildirilmesi ve Yüce Allah'ın yumuşak bir ifade ile cevap vermesi ile son
bulmaktadır: "Rasûlullah’ın "Yâ Rabbi! Bunlar, imân etmeyen bir kavimdir"
demesine karşı (Allah),"Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve, size selâm olsun
(size esenlik dilerim) de. Yakında bilecekler!" buyurdu
(88-89).
Bu
minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım inşallah.
1. “Hâ,
Mîm.”
Hâ-Mîm’lerin öteki grubu gibi, sûrenin
ilk âyeti yine huruf-ı mu-katta ile başlıyor. Huruf-ı mukatta ile alâkalı önceki
sûrelerde bilgi ver-miştik. Rabbimiz burada da yine huruf-ı mukatta âyetinden
sonra kitabına dikkat çekiyor:
2,3. “Apaçık Kitaba andolsun ki,
akledesiniz diye Kur’an'ı Arapça okunan bir Kitab
kılmışızdır.”
Apaçık kitaba yemin olsun ki.
Hidâyeti, Allah yolunu, sırat-ı müstakimi apaçık ve net bir biçimde, herkesin
anlayabileceği bir açıklık ve netlik içinde anlatan, içinde insanla, insan
hayatıyla alâkalı apaçık âyetler bulunan ve her şeyi açık açık beyan eden bu
kitaba yemin olsun ki, biz onu Arapça bir okunak kıldık. Sizler akıllarınızı
kullanarak onu anlayabilesiniz, ondan istifade edebilesiniz ve onunla hayatınızı
düzenleyesiniz diye onu Arapça okunan bir kitap kıldık.
Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, doğruyu
yanlıştan ayıran, ayırt eden, herkesin anlayabileceği açıklıkta bir kitaptır bu
kitap. Öyleyse bu kitap okunacaktır, ama anlayarak okunacaktır. Çünkü
anlaşılacak bir açıklıktadır bu kitap. Kimse bu kitabın anlaşılmazlığını iddia
ede-mez, hiç kimse bu kitabın sorumluluğundan kendisini kurtaramaz. Hiç kimse,
“ben bu kitabı anlayamıyorum, ben bunu anlayamam,” deme hakkına sahip değildir.
Çünkü Rabbimiz anlayasınız, hayatınızı bu kitapla düzenleyesiniz diye bu kitabı
insanların konuştukları, bildikleri bir dille, Arapça olarak göndermiştir.
Kimsenin, “ben bunu anlayamam, herkes bu kitabı anlayamaz,” diyerek Allah’a
iftira etmeye hakkı yoktur.
4. “Şüphesiz o, Bizim katımızda Ana
Kitapta mevcut, yüce ve hikmet dolu bir Kitaptır.”
O kitap bizim katımızda ana
kitaptadır. O kitap bizim katımızda Levh-i Mahfuzdadır. Levh-i Mahfuzda yahut da
Allah katında, Allah ilmindedir. Bu kitap, ana kitap olan kitaptan alınıp
elçilerimize gönderilmiştir. Aynı husus Vakıa sûresinde de:
“Kitab-ı Meknûn” Saklı, korunmuş, muhafaza edilmiş bir kitap
olarak vasfedilirken, Bürûc sûresinde ise:
“Levh-i Mahfuz” Her şeyden, her türlü
değişikliklerden, bozulmadan, silinmeden, kaybolmadan korunmuş bir kitap olarak
anlatılmaktadır.
Kur’an-ı kerîm hakkında bu “Ümmü’l kitap” ifadesinin kullanılmasını şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Rabbimiz, tarihin değişik dönemlerinde değişik toplumlara
gönderdiği elçilerine kitap göndermiştir. Rabbimiz yeryüzünü hiçbir dönem
vahiysiz bırakmamıştır. İşte her bir dönem insanlığına o toplumların dilleri
üzerine kitaplar göndermiştir. Rabbimiz tarafından hayatlarını düzenlemek,
problemlerine çözümler bulabilmek ve sadece onu hayat programı bilmeleri ve
kabul etmeleri için her bir topluma gönderilen bu kitapların dilleri farklı da
olsa, her birinin insanlığa sunduğu mesaj aynıdır. Tüm kitapların temel ilkeleri
aynıdır ve hiç değişmemiştir. Çünkü bu kitapların tamamı aynı kaynaktan
gelmektedir. Tüm semavî kitapların asıl kaynağı Lev-h-i Mahfuzdur.
O bizim katımızda âlîdir, çok yüce ve
hakimdir, hikmet doludur, hikmetlidir ve hayata hakim olandır. O öyle yüce bir
kaynaktan, makamdandır ki, insanların onun kıymetini bilmemeleri, ona gereken
değeri vermemeleri, gerektiği gibi onunla ilgilenmeyip ondan başka hayat
programlarına yönelmeleri asla onun değerini düşürmez.
Bu kitap, hikmet dolu, geçerli yasaları
içinde barındıran, hikmetin kaynağından gelme bir kitaptır. Geçerli hayat
yasalarını bulunduran bir kitaptır. Ferdî hayatınızda, aile, toplumsal
hayatınızda tüm problemlerinizi çözecek, hukuk, ekonomi, siyaset, eğitim
velhâsıl tüm konularda hikmet dolu bir kitaptır bu kitap. Bir de bu kitap,
hikmet dolu yasalarıyla bâkî olacak bir kitaptır. Kıyamete kadar onun yerine
geçebilecek, onun yasalarını iptal edebilecek bir kitap, bir yasa olmayacaktır.
Kıyamete kadar yasaları hayata hakim olacak, hayatla mutabakat halinde olacak
insanlığın tüm problemlerini çözebilecek bir kitaptır bu.
Dileyen inansın, dileyen inanmasın.
Dileyen değer versin bu kitaba, dileyen kaçsın. Ama şurası hiçbir zaman
unutulmamalıdır ki, inanan da, inanmayıp küfreden de, mü’minler de, kâfirler de
bu kitabın yasalarının mahkumudurlar. Herkes bu kitabın yasalarına tâbidir. Eğer
bu kitabın, hayatın, varlığın ve bu yasaların sahibi olan Allah, “hepiniz
Müslüman olacaksınız. Hepiniz Müslüman olmak zorundasınız,” emrini buyursaydı,
bizim başka bir seçeneğimiz olmayacak, baş-ka bir alternatifimiz olmayacaktı. Şu
anda kâfirler kâfirliği tercih ederlerken bile, bunu Allah yasaları
istikâmetinde yapabilmektedirler. Bu da bir Allah yasasıdır. Eğer Allah izin
vermeseydi, bunu yapamazlar-dı. Şimdi hal böyleyken:
5.
“Ey inkârcılar! Aşırı giden kimselersiniz diye sizi Kur’an’la uyarmaktan
vaz mı geçelim?”
Sizler müşriksiniz, sizler bu
kitabı kabul etmeyen kâfirlersiniz diye sizden bu kitabı bir yana mı bırakalım?
Sizler ölçü tanımaz, sınır tanımaz insanlarsınız diye bu zikri, bu hikmet dolu
kitabı sizden uzaklaştırıp bir kenara mı bırakalım? Sizler hoşlanmadınız diye bu
kitabı gündeme getirmekten vaz mı geçelim? Yâni sizler böyle benim sizin
lehinize açtığım bir rahmet kapısından istifade etmeyerek, nankörlük ederek bu
kitabımla ilgilenmiyorsunuz diye, akılsız insanlarsınız diye biz kendi rahmet ve
keremimizden vaz mı geçeceğiz? Rabbimiz, “Sizler ısrarla sapıklığı ve dalâleti
tercih ettiniz diye, bizim size kitap ve peygamber göndermekten vazgeçerek
sizleri bu cehaletinizle, bu sapıklığınızla baş başa bırakmamız, bizim engin
rahmetimizle bağdaş-maz. Sizler, hayrınızı, şerrinizi, menfaatinizi, zararınızı,
geçmişinizi, geleceğinizi bilemeyen zavallılarsınız,” diyor.
Eğer bize yönelik düşünürsek o zaman
şöyle diyeceğiz: “Ey İslâm düşmanı müşrikler! Ey Kâfirler!” Âyetteki kelimeyle
söylersek, “ey müsrifler, ey israfçılar”! Yâni ey canları nasıl isterse öylece
yaşamayı yeğleyenler, ey sınır tanımazlar, ey keyiflerini putlaştırıp onu Allah
yasaları yerine ikâme edenler! Ey kendilerini Allah kitabıyla kayıt altına
almaktan, zevklerine sınır koymaktan çekindikleri için ipini koparmış dana gibi
aşırı serbestlik içinde bir hayat yaşamaya alışmışlar! Ey sere serpe gönlüne
göre bir hayat yaşamadan yana olanlar! Sizler iştahlarınızı kaçırdığı için bu
kitabın âyetlerini duymaktan nefret ediyorsunuz diye, bizler bu kitabı bir
kenara mı bırakacağız? Sizler illa da bu kitaptan başka kitaplarla yargılanalım,
bu kitaptan başka kitaplar okuyalım diye ısrarla bu kitabın gündeme
getirilmesinden nefret ediyorsunuz diye, biz bu kitabı ortaya koymaktan vaz mı
geçelim? Sizler kendi yasalarınızı ikâme edebilmek için bu kitabın yasalarını
reddediyorsunuz diye, biz bu kitabın hayat programını savunmaktan vaz mı
geçelim?
Onların inkârı, şirki tercih etmelerine
rağmen, Rabbimiz bu zikrini onlara göndermekten nasıl vazgeçmiyorsa, bizler de
bu kitabı gündeme getirmekten, bu kitabın yasalarıyla onları uyarmaktan asla
vazgeçmeyeceğiz. Anlasınlar anlamasınlar, dinlesinler dinlemesinler, onlara
merhametimizden dolayı bu kitabı gündeme getirip onları uyar-mak zorundayız.
Rabbimiz, gönderdiği kitaplarını tahrif ettikleri, peygamberlerinden nicelerini
öldürdükleri halde, rahmeti gereği yeryüzünü bir an bile vahiysiz bırakmamıştır.
Bizler de, bu cahilleri, bu kendilerini israf edenleri kitapla uyarmak, ısrarla
onların cennetinden yana olmak zorundayız.
6. “Öncekilere nice peygamberler
göndermişizdir.”
Yâni sizlerden daha beyinsiz,
sizlerden daha müsrif, sizlerden daha çok kendilerini boşa harcamış toplumlara
biz peygamber göndermişizdir. Öyle değil mi? Şu kısacık insanlık tarihi içinde
nice kutlu elçiler gelip geçmiştir. Kimisini yalanladılar, kimisini alaya
aldılar, kimisini sürgün ettiler, kimisi testereyle biçip şehid ettiler.
Kendilerini kurtarmaya gelmiş Allah dostlarına yapmadıklarını bırakmadılar.
Allah’ın merhameti gereği, kendilerine açtığı bu rahmet kapılarından istifade
etmesini bilemediler. Sayısını ancak Allah’ın bildiği binlerce peygamberler
kafilesi gelip geçmiştir. Bunlardan bir kısmını Allah bize bildirmiş, bir
kısmını da bildirmemiştir. Rabbimiz bu kutlu elçilerini insanlığın yol bulması
için seçmiş, onlara kendi bilgisinden aktarmış, onlar vasıtasıyla insan hayatına
karıştığını ortaya koymuş ve vahyine odak nokta seçtiği bu elçilerinin dâvetine
tüm insanlığın tâbi olmasını istemiştir. Allah, tarih içinde birçok peygamber
göndermiş olmasına rağmen, insanların bu Allah elçilerine ne yaptıklarına
bakın:
7. “Kendilerine gelen her peygamberi
onlar mutlaka alaya alırlardı.”
Kendilerini kurtarma adına gelen
bu kurtarıcıları alaya aldılar. Peygamber olarak kendilerine kim gelirse gelsin,
onunla alay ediyorlardı. Onun getirdiği mesaja değer vermiyor, onun
getirdikleriyle ilgi-lenmiyorlardı. Peygamber olarak kendilerine gelen kim
olursa olsun, onu mutlaka reddediyorlardı. Neden? Çünkü peygamber mutlaka belli
bir kimlikle, belli bir mesajla gelir. Geldiği toplumu bu mesaja uymaya çağırır.
Peygamber, Allah’tan aldığı talimatlarla hareket eden ve asla bundan tavizler
vermeye mezun olmadıklarından, statükoyla anlaşmaları mümkün olmayan
insanlardır. İnsanların keyiflerine göre değil, Allah’ın yasalarına göre hareket
eden insanlardır. Peygamberler, Allah adına insanların hayatına karışan
insanlardır. İnsanlar nasıl düşünürlerse düşünsünler, nasıl yaşarlarsa
yaşasınlar Allah’tan belli bir hayat programı getiren ve çevresindekileri buna
çağıran insanlardır. Yeryüzünde adaleti, düzeni ikâme etmek ve tüm zulümleri
kaldırmak için gelen insanlardır.
Yeryüzünde Allah kullarını
kendileri gibi kullara kulluktan, kendileri gibi aciz varlıkların aciz kulların
yasalarına kulluktan, kulların egemenliğine boyun bükmekten kurtarıp sadece
Allah’a kulluklarını gerçekleştirmek için gelen insanlardır. Toplumda egemen
güçler tarafından insanların sömürülmesine, kimilerinin ezen, kimilerinin de
ezilenler olarak bir hayat sürmelerini bitirmek ve herkesin boyun büktüğü Allah
yasalarına teslim olmalarını gerçekleştirmek için gelen insanlardır.
İşte bunun için Allah elçilerini alaya
alıyor, Allah elçilerini susturmaya, yalanlamaya ve öldürmeye kalkışıyorlardı.
Meselâ Beni İsrâil, Allah elçilerini öldürüyordu. Peki sebep neydi? Niçin
öldürüyorlardı bu Allah’ın kutlu elçilerini? Sebep, peygamberin ve onu gönderen
Allah’ın onların hayatlarına karışmasıydı. Hayatlarına dokunulmamasını,
keyiflerinin kaçırılmamasını istiyorlardı. Canlarının istediği biçimde bir hayat
yaşamak, dilediklerini yapabilmek istiyorlardı. İşte bunun için peygamberlerin
varlığına ve mesajlarına tahammül edemiyorlardı. Allah’ın elçileri vasıtasıyla
hayatlarına karışmasına dayanamıyorlardı. Allah’ın elçilerini susturarak, hattâ
onları öldürerek onun mesajını ortadan kaldırmak istiyorlardı.
Güya peygamberi ortadan
kaldırdıkları zaman Allah mesajını duymayacak ve kendilerini sorumluluktan
kurtararak rahat hayatlarına devam edeceklerini düşünüyorlardı. Çünkü kıstas
olarak Allah elçisi aralarında olduğu sürece, kendi programlarına imkân
kalmıyordu. İştahları kaçıyor ve istedikleri günâhları işlemeye imkân
bulamıyorlardı.
Şu anda da peygamber mesajını
susturmaya çalışanlar, peygamber hayatını, Kur’an sesini duymaya tahammül
edemeyenler de aynen onların yaptıkları gibi bu mesajı gerek dilleriyle, gerek
kılık-kı-yafetleriyle, gerekse yaşadıkları hayatla kendilerine hatırlatanları
susturarak, aynı şeyi hedefliyorlar. Diyorlar ki, “Allah’ın bizden istediklerini
duyduğumuz zaman keyfimiz kaçıyor. Bunları yapsak olmaz, yapmasak olmaz. Bizim
keyiflerimizle, zevklerimizle çatışıyorlar. Duyma-mak daha iyidir.” Allah da,
madem ki sizler öyle istiyorsunuz öyleyse ben de bir daha peygamber
göndermiyorum, demiyor da bakın ne di-yor:
8. “Bunun için Biz de, bunlardan daha
kuvvetli olanları yok etmişizdir. Öncekilere dair nice
misa ller
geçmiştir.”
Allah, bu tavırlarından ötürü,
biz de vücutça sizden daha güçlü, ekonomik yönden, medeniyet, saltanat ve
iktidar, yeryüzüne hükmetme yönünden sizlerden daha güçlü olan nice toplumları
helâk ettik, diyor.
“Ey şu anda benim son elçimi
yalanlamaya çalışan, benim gönderdiğim hayat programıyla ilgilenmeyen Mekke
müşrikleri ve ey küfür ve şirkte, Allah’a, Allah’ın elçilerine, Allah’ın
kitabına, Allah’ın sistemine karşı çıkmada onları aratmayacak tavırlar takınan
yirminci asır kâfirleri! Unutmayın ki sizlerden daha güçlü medeniyetler kurmuş
nice toplumları biz helâk ettik. İşte tarih bunun şahididir. Öncekilerin acı
feryatları gözlerinizin önündedir. Onlar dünyaya sımsıkı sarılmışlardı. Dünyada
Allah’ın istediği biçimde değil de kendi keyifleri istikâmetinde bir hayat
yaşamışlar, Allah’la, Allah’ın elçileriyle savaşa tutuşmuşlardı da biz onların
defterlerini dürüverdik. Bunların meselleri, misa lleri geçmiştir. Allah bunları
size anlatmıştır.”
Peki bu insanlar Allah’a inanmıyorlar
mıydı? Bunlar Allah’ı inkâr eden insanlar mıydı? Ya da acaba bunlar Allah’ı
bilmiyorlar, tanı-mıyorlar mıydı? Yâni bunların hastalıklarının sebebi neydi?
Bakın bundan sonraki âyetinde, Rabbimiz böyle olmadığını, bunların Allah’ı
bildiklerini, tanıdıklarını anlatıyor. Allah’tan tümüyle habersiz olmadıklarını
anlatıyor:
9. “Ey Muhammed! Andolsun ki onlara,
“Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Onları güçlü olan, her şeyi bilen
yaratmıştır” derler.”
Bu adamlar bunu da itiraf
ediyorlar. Her dönemde azîz, alîm olan Allah’ın farkındadırlar. Allah’ın azîz,
alîm, güç, kuvvet, izzet sahibi olduğunu ve varlıkların kendisi tarafından
yaratılmış olduğunu, yaratıkların yaratılışı konusunda kimsenin O’na ortak
olmadığını biliyorlar. Kendisiyle baş edilemeyecek olduğunu, tüm varlıklar
üzerinde kâhir olduğunu, göklerin ve yerin, göktekilerin ve yerdekilerin
yaratıcısı olduğunu biliyorlar ve itiraf ediyorlar, ama böyle bildikleri,
tanıdıkları Allah’ı kendi hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı. Göklerin ve
yerin yaratıcısı olarak kabul ettikleri Allah’ın hayatlarına karışmasını
reddediyorlardı. Allah’ın göklerdeki hâkimiyetini kabul ediyorlardı ama
yeryüzündeki hâkimiyetini reddediyorlardı.
“Tamam, Allah yücedir, Allah
büyüktür, gökleri ve yeri, göklerdekileri ve yerdekilerin tümünü yaratan O’dur
ama bu Allah yerinde dursun, bizim hayatımıza karışmasın,” diyorlardı. “Bize
arzularını bildirmesin bu Allah. Çünkü o zaman O’nun arzularını yerine getirsek
ol-maz, getirmesek olmaz. En iyisi mi, gökler, yıldızlar, arş, kürsi O’nun olsun
ama bizim hayatımıza karışmasın. Göklerin, yerin yaratıcısı, yağmurun
yağdırıcısı, rüzgarların sahibi olarak Allah’ı kabul ediyoruz ama, böyle büyük
işlerin yanında böyle ufak tefek işlere Allah’ın vakti olmadığı için bu işler
bize bırakılmıştır,” diyorlardı. “Ya Rabbi, bizim ilim adamlarımız var, ilmî
işlerimizi biz onlarla halledeceğiz, Senin de bilgin vardır ama neyse işte,
devir değişti, şimdi bizim bilim adamlarımız bu işleri daha iyi hallediyorlar.
Bizim kılık-kıyafet, hukuk, siyaset tanrılarımız var; bizim hayatımızı
düzenleyecek pek çok tanrımız var. Hayatımızın o bölümlerine seni asla
karıştırmayız,” diyorlardı.
Allah korusun, işte bu şirktir.
Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul edip, yeryüzünün idaresi
konusunda O’nun ulûhiyet ve rubûbiyetini reddetmek şirktir. Yaratıcı olarak O’nu
kabul edip yarattıklarına hükmedici, yasa belirleyici, hayat programı vaz edici
olarak reddetmek şirktir. Göklerde O’nun egemenliğini kabul edip yerde
hâkimiyetini reddetmek şirktir.
Eğer ölümde söz sahibi Allah, düğünde
söz sahibi toplumsa, bu tümüyle Allah’ı inkâr değildir. Eğer namaz konusunda söz
sahibi Allah ama hukukta söz sahibi başkalarıysa, oruç konusunda söz sahibi
Allah, ama eğitimde, siyasal yapılanmada, ekonomik düzenlemelerde söz sahibi
başkalarıysa, bu tümüyle Allah’ı inkâr değildir ama şirktir. Yâni düğünde
toplumun, ya da hukukta Allah’tan başka birilerinin hakim oluşu veya hayatın
bazı birimlerinde Allah’tan başkalarının söz sahibi oluşu, başkalarının Allah
oluşu mânâsına gelmemektedir. Ancak Allah’ın bir sıfatı bölünüp parçalanıp bir
başkalarına verilmesidir ki, işte bu şirktir. İnsanlar, şu şu konularda Allah
hayatımızda söz sahibi değildir. Bu konularda toplum, şu konularda moda, şu
konularda devlet, şu konularda çevre söz sahibidir diye düşünmeye ve kabul
etmeye başladı mı, artık onun hayatında şirk başlamış demektir.
Dünün müşrikleri Allah’a inanıyorlardı
ama O’nun hayata karışmasını reddediyorlardı. Müşrikler de, “göklerin ve
yerlerin sahibi Allah’tır, Allah’ı sever sayarız, gökleri ve yerleri O’na
verelim ama Allah bizim hayatımıza karışamaz,” diyerek Allah’a şirk koştular.
Kendi hayatlarına Allah’tan başka karışacak Rabbler bularak Allah’a şirk
koştular. Dediler ki, “Allah bizim hayatımıza karışmaz, karışamaz. Çünkü bizim
pis, dalavereli, basit, karanlık, mafya işlerimiz var. Ekonomik işlerimizde,
meslek hayatımızda ne yapacağımız belli olmaz, siyasî işlerimizde nasıl
dalavereler yapacağımız belli olmaz. İçimizde kimi güçlüler var, hukuk
işlerimizde biz onlara garibanlardan farklı hak tanımak zorundayız. İçimizde
dokunulmazlar, siyasîler, Azîzler, imtiyazlılar, para babaları var; onlara
ayrıca hak tanımak zorundayız. İçimizde güçlüler, egemenlik sahipleri var,
onlara mallarımızdan belli bir hisse ayırmak zorundayız. İçimizde etkili,
yetkili kimseler var; bizler zaman zaman onlara da dua yapmak, dualarımıza
onları da karıştırmak, onlara da sığınmak, onlardan da yardım istemek
zorundayız.
Yâni bizim böyle pis işlerimiz,
kirli işlerimiz var. “Ya Rabbi sen yücesin, seni böyle pis işlere karıştırmak
istemiyoruz. Sen göklerinle, diğer varlıklarınla ilgilen, yerinde dur, bizim
işimize karışma! Bizi kendi halimize bırak da ne halimiz varsa görelim,” diyerek
Allah’a şirk koştular.
Bugün de müşrikler böyle diyorlar.
“Efendim, Allah büyüktür, Allah yücedir, din mukaddes bir kurumdur ama dini
siyasete alet etmemek lazımdır. Dini hayata karıştırmamak lazımdır. Din bir
vicdan işidir. Dinin hayatta etkinliği olmamalıdır, işlerimizi dine
dayandıramayız. Bizler kendi hayatımızı kendimiz belirlemeliyiz. Yasalarımızı
kendimiz yapmalıyız. İşte bugün bizim hayatımızı belirleyecek uzmanlarımız,
büyüklerimiz, düşünürlerimiz, siyasîlerimiz vardır. Yâni tüm bu konularda
Allah’ın ortakları vardır,” diyorlar. Bütün bunlar Allah’ın yarattığı
varlıklardır ama işte bu konuda bize yetkiler vermiş, kendisinin işleri çok
yoğun olduğundan dolayı bizim siyasal, ekonomik, beşerî, sosyal işlerimizi bize
bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza döndüreceğiz,”
diyerek Allahu Teâlâ’ya ortaklar bulmaya çalışı-yorlar. Yani yaratıcı olarak
kabul ettikleri Allah’ı hayatlarına karışı olarak kabule yanaşmıyorlar. Yaratıcı
olarak, Azîz ve Hakîm olarak Allah var ama yönetici olarak, hayata program
yapıcı olarak yok. Büyüktür, azîzdir, hakîmdir, severiz, sayarız ama olduğu
yerde dursun, bizim hayatımıza karışmasın, dilediğimiz gibi bir hayat yaşayalım
diyorlar.
Halbuki bu beyinsizler hiç
düşünmüyorlar ki şu anda yaşadıkları hayatı kendilerine bu yapay tanrıları, bu
Allah’a şirk koştukları aciz varlıklar vermemiştir. Rabbimiz, Allah berisinde
O’na ortak koştuklarının hiç birisinin hiçbir şeye gücü yetmemektedir, diyerek
yakın çevremizden akılları erdirici örnekler verecek:
10. “O, size yeri beşik kılmış ve
orada, dosdoğru gidesiniz diye yollar var etmiştir.”
Allah, yeryüzünü sizin yaşamanıza
müsait hale getirmiş, yeryüzünü daha sizi yaratmadan önce sizin için hazırlamış
ve sizin için rahat edebileceğiniz bir beşik, bir yatak kılmıştır. Yeryüzünde
sizin için, her türlü ihtiyacı karşılamış, her türlü yaşam rahatlığını
hazırlamıştır. Söyleyin bakalım, sizin şu anda Allah’a ortak kabul edip
hayatınıza karışma yetkisi verdiğiniz, yasalarını uygulayıp arzularını
gerçekleştirmeye çalıştığınız hangi tanrınız bunu becerebilmiştir? Bir gösterin
bakalım bu sizin yapay tanrılarınız ve tanrıçalarınız bugüne kadar neyi
yaratmıştır? Yaratamayan varlıklar, kendilerini bile yaratmaktan aciz olan,
kendileri bile Allah’ın yaratmasına muhtaç olan varlıklar hiç İlâh olabilirler
mi? Hayır hayır, yanılıyorsunuz, İlâh olan ancak yaratıcı olandır. Rabb olan,
yasa belirleme hakkına sahip olan, yeryüzüne egemen olan, yaratıcı olandır.
Yaratıcı olmayanların, yaratıcının mülkünde söz sahibi olmaları mümkün
değildir.
Hamde lâyık olan, tüm bunları
yaratandır. Tüm bu semâvât ve arzdakileri yarattığı için Allah hamde lâyıktır.
Gökleri, yeri ve insanı yarattığı için, göktekileri ve yerdekileri insanın
hizmetine sunduğu için Allah hamd edilmeye lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı,
İlâh olmaya lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı, kulluğa lâyık olandır. Yaratmayla
ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor ve sonra da deniliyor ki, onlar bütün
bunları yaratanın Allah olduğunu bile bile yine de Allah’a denk İlâhlar bulmaya
çalışıyorlar. Allah’tan başkalarını da hayatlarında söz sahibi kabul edip,
onların sözlerini de dinlemeye, onların arzularını da gerçekleştirmeye, onların
kanunlarını da uygulamaya çalışıyorlar.
Halbuki İlâh olanın, Rabb olanın,
kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani, var mı
Allah’tan başka böyle bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var
mı? Varsa böyle birileri, tamam o zaman ona da kulluk yapalım. Meselâ gökten
muhtaç olduğumuz bir damla su indirebilecek birileri varsa, ona da kulluk
yapalım. Veya yeryüzünde bir tek ot bitirebilecek birileri biliyorsanız, tamam
ona da kulluk hakkımız olabilir. Meselâ zamana beş dakikalığına söz geçiren
birileri veya ölüme giderken ömrümüzü beş dakikalığına uzatabilecek birileri
varsa, tamam ona da kulluk edelim. Ona da hamd edelim. Onun arzularını da yerine
getirelim. Onun programını da öğelim, onun kitabını da öğrenelim, onun sistemini
de uygulayalım. Var mı böyle birileri? Hayır hayır, bir şeyler yaratmak şöyle
dursun, Allah’a denk tutulmaya çalışılan bu varlıkların hiç birisi kendilerini
bile yaratmamıştır.
11. “O, suyu gökten bir ölçüye kadar indirir.
Biz onunla ölü memleketi diriltiriz. (Ey inkârcılar!) İşte siz de böyle
diriltileceksiniz.”
Bir düşünsenize, sizin şu anda
muhtaç olduğunuz, onsuz hayatınızı devam ettirmeniz asla mümkün olmayan bu
içtiğiniz, kullandığınız sularınızı kim yarattı? Bu istifade ettiğiniz nîmetleri
size kim verdi? Sizin sözünü dinlemeniz gereken, çektiği yere gitmeniz ve sadece
kendisine kulluk yapmanız, sadece O’nun arzularını gerçekleştirip sa-dece O’nun
yasalarını uygulamanız gereken Allah ki, gökten belli bir ölçüyle sizin için
yağmur gönderir. Gönderir de onunla ölü arazilerinizi canlandırıp diriltir. Kış
dönemi ölmüş, kurumuş, solmuş, donmuş, hayat emaresi kalmamış toprağı birden
bire canlandıran, dirilten Allah, işte sizleri de emriyle ölümünüzden sonra
böylece diriltecek ve hesaba çekmek üzere huzuruna getirecektir. İşte sizler de
ölümünüzden sonra topraktan bu şekilde çıkarılacaksınız.
12,14. “Her sınıf çifti yaratan O’dur. Gemiler
ve hayvanlardan binesiniz diye size binekler var etmiştir. Sırtlarına
kurulasınız, sonra üzerlerine oturunca Rabbinizin nî-metini anarak, “Bunları
buyruğumuza veren ne yücedir, zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi; şüphesiz
Rabbi-mize döneceğiz” demeniz içindir.”
Her sınıf varlığı yaratan, hem de her
şeyi çift yaratan Allah’tır. Tüm çiftleri yaratan Allah’tır. Zaten kendisinin
dışında her şey çifttir. Tatlı-ekşi, yağlı-tuzlu, siyah-beyaz, iyi-kötü,
erkek-dişi tüm sınıf ve türleri yaratan Allah’tır. Buradaki "Ezvâc", çiftler
ifadesiyle kastedilen sadece erkek ve dişi değildir. Allah, tüm mahlukâtını
böyle çift çift yarat-mıştır. Binesiniz, taşınasınız diye denizlerde gemileri,
karalarda da bi-nit hayvanlarını yaratıp hizmetinize sunan da yine Allah’tır.
Sırtlarına binmeniz, etlerinden yemeniz, sütlerinden istifade etmeniz için
onları yaratıp, sizin için zelil kılan, emrinize âmâde eyleyen Allah’tır.
Rabbimiz, yeryüzünün efendisi ve
halifesi olarak yarattığı insana verdiği nîmetlerden söz ettikten sonra,
kendisine verilen bunca nîmet karşısında insanın takınması gereken tavrı
anlatmaya başlıyor. Nîmet, nîmetin sahibini hatırlatır. Her nîmet bir şükür
gerektirir.
Onların sırtlarına binip yerleştiğiniz
zaman Rabbinizin nîmetlerini anarak ya da nîmetleriyle Rabbinizi anarak şöyle
deyin: “Bunları bize boyun eğdiren, bunları bizim emrimize âmâde kılan Rabbimiz
ne yücedir! Bunları bize ihsan eden Rabbimizi tesbih ve tenzih ederiz. Eğer
Rabbimiz bütün bunları bize vermeseydi, bunlara bizim gücümüz yetmezdi. Rabbimiz
o kadar yüce, o kadar lütuf ve merhamet sa-hibidir ki, bizler onun bize
lütfettiği nîmetlere misliyle mukabele etmek şöyle dursun, hakkıyla teşekkür
bile edemeyiz,” dememizi istiyor. Biz-den çok daha güçlü bir hayvan nasıl oluyor
da bize itaat ediyor? Bu gemiler denizde nasıl yüzüyorlar? Bu suya kaldırma
gücünü kim veriyor? Bütün bunları düşünmeden, bütün bu nîmetleri bahşeden,
bağışlayan Allah’ı tanımadan, Allah’a tevekkül etmeden bir hayat yaşamamızı
istemiyor Allah. Bu akıl ve vicdan sahibi bir varlığın işi değildir.
“Allah’ın Resûlü bineceği binite
ayağını koyunca “bismillah” der, sonra hayvanın üzerine bindiği zaman da
“Elhamdülillah alâ külli hâl” diyerek yukarıdaki âyeti o-kurdu. Arkasından üç
tekbir alır, üç de tehlil getirirdi.”
(Ebu Dâvûd, Cihad
72)
Seferden döndüğü zaman da “Âyibûne tâibûne li Rab-binâ
hâmidûn” “Biz Rabbimize tevbe ve hamd ederek dönüyoruz,” derdi.
(Buhârî)
Bütün dönüşlerimiz, bütün
hareketlerimiz O’na doğrudur, eninde sonunda biz O’na varacağız. Müslüman, tüm
yolculuklarını Rabbine gidiş olarak değerlendirmeli ve ona göre hareket
etmelidir. Tüm yolculukları, tüm biniş ve inişleri meşrû olmalıdır.
İbni Ömer’in rivâyet ettiği bir hadiste
anlatıldığına göre, Allah Resûlü sefere çıkarken üç defa “Allahu ekber” der ve
bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyururdu:
“Allah’ım! Bu seferimde bana
hayır ve takva nasip eyle. Sevdiğin amelleri işlememe yardım et. Allah’ım! bu
seferi benim için kolaylaştır. Allah’ım bu seferde benim yanımda bana yol
arkadaşı ol, ardımda bıraktığım ailemi koru.”
“Şüphesiz ki biz Rabbimize
dönüyoruz.”
Biz Rabbimize dönüyoruz. Her sefere
çıkarken, o seferin bizim son ve en büyük seferimiz olduğunu unutmayacağız. Bu
seferde bir trafik kazasıyla, yahut başka bir sebeple Rabbimizin huzuruna
gidebileceğimizi hatırımızdan çıkarmayıp, ahit yenileme adına böyle diyeceğiz.
Biliyoruz ki, en büyük ve en son yürüyüş hıyn-i seferimizde Allah’a
yürüyüşümüzdür. Dünyadaki yürüyüşlerimizin, dünyadaki seferlerimizin tümünde
Allah’a doğru yürüdüğümüzü, Allah’la karşı karşıya geleceğimizi asla
unutmamalıyız. Nitekim bakın Bakara sûresinde Rabbimiz Hacca doğru yürüyen
Müslümanların, yanlarına yiyecek-içecek almalarını tavsiye ederken, aynı zamanda
takva azığı da almalarını tavsiye etmektedir.
“Ey mü'minler (hacca giderken)
azıklarınızı almayı ihmal etmeyin! Ama takva azığı azıkların en hayırlısıdır,
onu da ihmal etmeyin!”
(Bakara 197)
Her sefere çıkışında Allah’ın huzuruna
gitme şuuruyla dirilen ve ürperen bir mü'minin kalbi, her an Rabbinin murâkabesi
altında bulunma alışkanlığı kazanacaktır. Böyle düşünen bir adam, asla günâh
işleyemez ve hayırlı amelleri gerçekleştirmek adına da acele
eder.
Dikkat ederseniz, Rabbimiz, “binitlerin
üzerine bindiğiniz zaman nîmeti hatırlayın ve böylece dua ederek Rabbinize
şükredin,” bu-yuruyor. Karada ve denizde Allah’ın takdir buyurduğu ve nîmet
olarak kullarına sunduğu binitler vardır. Denizde yürünme imkânı olmadığı için
Allah’ın nîmet olarak yarattığı gemilere binmek zorunluluğu vardır. Ama dikkat
ederseniz âyet-i kerîmede o yüzücülerin hepsine değil sa-dece bir kısmına
binebiliyoruz. Allah sadece onların bir kısmını bizim emrimize vermiştir. Bakın
âyet-i kerîmede Rabbimiz:
Buyuruyor. Yâni o yüzücülerden ve
hayvanlardan bir kısmını binmeniz için yarattık, diyor. Değilse meselâ bakın
Yâsîn sûresinde anlatıldığına göre daha başka pek çok yüzücüler vardır ama
onlara binemiyoruz:
Ay, güneş, yıldızlar ve diğer gezegenler de kendi yörüngelerinde yüzüp
gitmektedirler ama bu yüzücülere binemiyoruz. Bunlardan bir kısmını, Rabbimiz
bizim emrimize musâhhar kılmıştır. Karada-ki hayvanların da tamamını değil,
belli bir kısmını binmek için yarat-mış ve bizim emrimize vermiştir. Karadaki
hayvanların tamamına da binemiyoruz. İşte bunların nîmet oluşu buradadır. Binit
olarak Rabbi-miz tarafından bizim emrimize verilişi nîmettir. Bunları anladık
da, şimdi acaba araba bir binit midir ve bir nîmet midir onu bilmiyorum. Benim
bildiğim binit attır, merkeptir, devedir ve bunun gibi binit hayvanlarıdır.
Yâni yeryüzündeki hayvanların
tamamına değil, sadece bu iş için yaratılmış olanlara binebiliriz. Bir adam,
Rasûlullah’ın yanında ineğe binmek ister. İnek der ki, “yapma! Ben bunun için
yaratılmadım!”
Faydalanmamız için yaratılan bu
binitlerin üzerlerine binerken bu nîmeti hatırlayıp, bu nîmetin vericisine
teşekkür edeceğiz de acaba arabaya binerken onu da nîmet mi bileceğiz,
bilemiyorum. Binlerce insanın iş gücünü, emeğini, zamanını, alın terini
mekânikleştirip araba yapmışlar. Bizler de binlerce insanın üzerine biniyoruz
aslında. Kimi insanlar, daha pahalı arabalar alarak daha fazla insan emeği, daha
fazla insan üzerine binmeye çalışıyor. Deve öyle değildir aslında. Deve ot
yiyor, su içiyor, öylece besleniyor. Sadece Allah’ın yarattığı tabiattaki
nîmetlerle besleniyor. Yâni ona sarf edilen emek yok. Sonra de-ve öyle bir nîmet
ki, etinden istifade ediliyor, süt veriyor, yün veriyor, gölgesinden istifade
ediliyor.
Deve öyle bir nîmet ki, bir yıl
sonra bir deve daha veriyor. Peki hangi araba bir yıl sonra kendisi gibi bir
araba daha verebilir? Sonra arabaya binişle deveye biniş biçimi de farklıdır.
Deveye binen insan, yol boyunca emr-i bil ma’ruf yapabiliyor, yolda gördüğü
mü'minlerin derdiyle ilgilenebiliyor, mü'minlere selâm verebiliyor. Ama arabaya
binen insan, bunların hiç birisini yapamadığı gibi, yerdekilere karşı da bir
nevi tekebbür ifadesi çağrıştıran bir tavır takınıyor. Halbuki Rabbi-miz İsrâ
sûresinde şöyle buyurur:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü
sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.”
(İsrâ 37)
15. “Ama inkârcılar O’na çocuk isnat
ettiler. İnsan gerçekten apaçık nankördür.”
Kâfirler, inanmayanlar Allah’a,
O’nun kullarından bir cüz, bir parça izafe edip uydurdular. Allah evlât edindi,
Allah’ın evlâtları vardır dediler. “Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr Allah’ın
oğludur, melekler Allah’ın kızlarıdır,” dediler. Allah’a yakışmayan şeyler izâfe
ettiler. Halbuki evlât, babanın bedeninden bir parçadır. Bunlar, bu varlıkları,
bu Allah’ın kullarını Allah’ın bir cüz’ü, bir parçası kabul ettiler. Allah’ın
sadece kendisine mahsus olan sıfatlarını Allah’tan başkalarına verenler de,
onları Allah’ın birer parçası kabul etmiş müşriklerdirler. Allah’tan başkalarına
dua edenler, Allah’tan başkalarını imdada çağıranlar, Allah-tan başkalarından
şifa bekleyenler, Allah’tan başkalarını Rabb bilip onları kanun koyma yetkisinde
görenler, hayatlarında Allah’tan başkalarında yaptırıcı güç ve kuvvet görenler,
onların Allah’ın bir parçası ol-duğunu iddia etmeye çalışan, yaratıcıyla
yaratılmışları denk görmeye çalışanlar müşriklerdir.
16,17. “Demek O yarattıkları arasından kızları
kendisine alıp da oğulları size verdi öyle mi? Ama Rahmân olan Allah'a isnat
ettiği kız evlât kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin içi gayzla
dolarak yüzü simsiyah kesilir.”
Yoksa Allah yaratıklarından
kendisine kızlar edindi de, oğulları size mi verdi? Yâni erkekleri kendinize,
kızları da Allah’a mı izâfe etmeye çalışıyorsunuz? “Melekler Allah’ın
kızlarıdır”, derken siz ne demeye ve ne yapmaya çalışıyorsunuz? Hem kız
çocuğunuzun olmasını kendiniz adına, kendiniz için utanç meselesi sayıyorsunuz.
Allah’a bir şey isnat ederlerken kendilerine lâyık görmedikleri şeyi isnat
etmeye çalışıyorlar. Öyle değil mi? İçinizden birisine kız çocuğunun doğumu
haberi verilince, kinle dolarak yüzü utançtan simsiyah kesiliyor. Kendiniz için
utanç vesilesi saydığınız o kız çocuklarınızı diri diri gömmeye çalışıyor,
onları değersiz görerek kendiniz için erkek evlâtlarını lâyık görüyorsunuz da,
kızları niçin Allah’a izâfe etmeye kalkışıyorsunuz? Yâni size göre, sizin
mantığınıza göre değerliler sizin de, değersizler Allah’ın mı? Tabi bu değerli
değersiz ifadesini onların kendi mantıklarına göre dedim, yoksa erkekler değerli
de kızlar değersiz anlamına demedim.
Kâfirler, kâfir mantığıyla melekleri
dişi saydılar ve Allah’ın kulları olan melekleri Allah’a izâfe ettiler. Onları
da Allah’tan bir cüz, Allah’tan bir parça kabul ettiler.
18. “Demek, süs içinde yetiştirilecek
de çekişmeyi beceremeyecek olanı Allah'a
ayırıyorsunuz değil mi?”
Anlayabildiğimiz kadarıyla kız
çocukları savaşa gidemezlerdi. Aileye ekonomik bir katkı sağlama imkânları da
yoktu. Ayrıca babanın malının bir kısmını alıp yabancı bir erkeğin evine
götürecek bir hain gözüyle bakılırdı onlara. Bu yüzden erkek çocuklara nazaran
kız çocukları değersiz görülürdü. Dikkat ederseniz, Rabbimizin onları kendi
mantıklarından yakalayıp rezil ettiğini görürsünüz.
Ama bu kesinlikle kız çocuklarının
değersizliğini anlatmamaktadır. Mesele, kızların değersizliğinin ortaya konması
değil, onların bu konudaki mantıklarının ortaya konmasıdır. Yâni kız çocukları
süs için-de yetiştirilen, fizik yönünden yumuşak, nazik ve fıtratı zayıf olan
varlıklardır. İşte böyle zayıf olan kızları Allah’a izafe ediyorlar da, güçlü,
kuvvetli olan erkek çocuklarını kendilerine ayırıyorlar.
19. “Onlar, Rahmân olan Allah’ın
kulları melekleri de dişi saydılar. Yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu
şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.”
Bu da kâfirlerin başka bir küfürleri.
Allah’ın en mükemmel kulları olan meleklerin dişi olduklarını iddia ediyorlar.
Bu konuda kendilerine herhangi bir hüküm ulaşmadığı halde, melekler hakkında bu
hük-mü veriyorlar. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun altında yatan da
şeh-vetperestlikleriydi. Melekleri şehvetlerine hitap eden cazip varlıklar
olarak düşünüyorlardı. Bunun yanında, onları kesinlikle kendilerine azap
etmeyen, güçlü olmayan, ince, nazik varlıklar olarak kabul etmeye
çalışıyorlardı. Melekleri, kendilerinin şehvetlerini okşayan ve asla kendilerine
zarar veremeyecek varlıklar olarak biliyorlardı. Allah buyurur
ki:
Ee! Şimdi bu adamlar Allah, meleklerini
yaratırken oradalar mıydı ki, onların dişi olduklarını söylüyorlar? Yoksa
onların yaratılışlarını görmüşler de bunu mu iddia ediyorlar? Halbuki bir şeyi
bizzat görmeden, tanık olmadan o konuda şehadet geçerli değildir. Görüp
ta-nımadan şahitlik olmaz. Kişi bir şeyi ya bizzat gözleriyle görecek, bi-lecek
sonra şahitlik edecek, yahut da imanından dolayı şahitlik yapa-bilecektir.
Meselâ Müslümanlar şu anda cennete, cehenneme, Allah’a ve Allah’tan gelenlere
şehadet etmektedirler. Neden? Bütün bunlara, Allah bize bildirdiği için,
imanlarımızdan dolayı şahitlik ediyoruz.
Kişi şahitlik edebilmesi için ya
gözleriyle bizzat görecek, yahut da gaybî konuları Allâmu’l ğuyûb olan, bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan Allah’ın bildirmesiyle şehadet
edecektir. Çünkü bu konularda görmek de, başka hiç bir kaynaktan bilgi almak da
mümkün değildir. Peki bu adamlar meleklerle alâkalı bu gaybî konuyu nereden
bilmişler? Allah’tan bu konuda kendilerine herhangi bir bilgi de gelmediği
halde, bu meleklerin dişi olduklarını Allah’ın kızları olduklarını nereden
bilmişler? Hayır, onlar meleklerin yaratılışlarını görmedikleri halde, canları
böyle istediği için bunu iddia ediyorlar. Öyleyse bilmedikleri şeyi iddia eden
bu cahiller, söyledikleri şeyin cezasına katlanmak zorundadırlar. Zira gaybî
konularda öyle rastgele konuşmak sorgu sebebidir. Bu, Allah’ın hakkını gasp
etmek, haksızlık etmek ve gaybı taşlamaktır.
Onların bu şahitlikleri yazılacak ve
onlar bundan hesaba çekileceklerdir. Âyetin bir mânâsı böyledir, diğer bir
mânâsı da: Rabbimiz, haklarında iftirada bulundukları meleklere, “onların
yalancı şahitliklerini kendi amel defterlerine yazın,” diye emredeceğiz diyor.
Hani onlar bu Allah’ın meleklerini kendilerine asla zarar vermeyecek, güçsüz
varlıklar olarak değerlendiriyorlardı ya, işte Allah bunun böyle olmadığını,
onların işledikleri tüm suçları tespit ettiklerini haber veriyor. Zira kıyamet
günü, biz onları bu şahitliklerinden ötürü hesaba çekeceğiz.
Bu âyetlerinde Rabbimiz müşriklerin üç
tane çirkin sözünden bahsetti:
1. Allah’a çocuk
isnatları,
2. Allah’a, oğulları değil de kızları
isnat etmeleri. Erkek çocukları kendilerine, kız çocuklarını da Allah’a
ayırmaları.
3. Hakkında hiçbir bilgileri ve
delilleri olmadığı halde, Allah’ın çok değerli kulları olan meleklerin dişi
olduklarını iddia etmeleridir. Rabbimiz, onların bu sözlerinin tamamında yalancı
olduklarını anlattıktan sonra, tüm bu konularda işledikleri suçlara karşı
mâzeretler beyan ederek laf kalabalığı yaptıklarını anlatmaktadır. Öyle bir laf
kalabalığına yöneliyorlar ki, sanki sapıklıklarının zirve noktasına erişiyorlar.
Bakın ne diyorlar:
20. “Eğer Rahmân dilemiş olsaydı, biz bunlara
kulluk etmezdik” derler. Buna dair bir bilgileri yoktur; onlar sadece vehimde
bulunuyorlar.”
Görüyor musunuz? İşledikleri günâhları
kadere bağlayıp işin içinden sıyrılmak istiyorlar. Hatalarının vebalini,
günâhlarının ve işledikleri suçların sorumluluğunu Allah’a yüklemeye
çalışıyorlar. Yaptıkları pislikler konusunda Allah’ı suçluyorlar. Gaybı
taşlıyorlar ve, “eğer Allah müsaade etmeseydi, bizler bu meleklere tapınma
işini, bu putlara tapınma işini beceremezdik. Allah izin vermeseydi biz bunları
nasıl yapabilirdik”? Alçaklar, hayatlarına program çiziyor, hayatlarına
haramlar, helaller koyuyor, yasalar belirliyor sonra da, “Allah böyle istediği
için biz böyle yapıyoruz, Allah izin verdiği için bu yaptıklarımızı ya-pıyoruz,
Allah müsaade ettiği için bu taptıklarımıza tapabiliyoruz. Bu yaptıklarımıza
rızası olmasaydı, o zaman Allah bize imkân vermez ve bizi helâk ederdi. Uzun
zamandır hem atalarımız, hem bizler bu işleri yürüttüğümüze, Allah bizi helâk
etmediğine göre, demek ki Allah böyle istiyor,” diyorlar.
Halbuki imtihan gereği, Allah dünyada
kullarına dokunmuyor. İyilik yapana da, kötülük yapana da dokunmuyor. Allah’ın
imtihanı gereği, dünyada insana dalâleti seçebilme iradesini vermiş olması
dalâletten razı olması anlamına gelmemektedir. Allah’ın yeryüzünde imtihan
gereği küfrü ve şirki yaratması onlardan razı olduğu anlamına gelmemektedir.
Kâfirler böylece kendi küfürlerine kılıf aramaya bulmaya çalışıyorlar. Allah’a
akıl vermeye, yol göstermeye çalışıyorlar. Alçaklar, “ey Allah! Biz bunu münasip
gördük! Herhalde bizim uygun gördüğümüzü sen de uygun görürsün!” demeye
çalışıyorlar. A’râf sûresinde de aynı konu şöyle
anlatılıyordu:
“Onlar bir fenalık yaptıkları zaman,
“Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti,” derler. De ki:
“Allah fenalığı emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?”
(A’râf 28)
Bu kâfirler bir kötülük, bir fahşa
işledikleri zaman, “atalarımızdan böyle gördük. Eğer bu yaptığımız kötü bir şey
olsaydı, atalarımız bunu yapmazdı,” derler. Bir de derler ki, “Allah da bunu
emretmektedir. Allah da böyle yapmamızı istemektedir.” Bu düpedüz Allah’a
iftiradır. Eğer Allah böyle bir şey isteseydi, kitabında onu bizzat emrederdi.
Buna Allah’ın kitabından delil gerekir. Çünkü vahiy, kitapla bilinir. Allah’ın
neleri emrettiği, neleri yasakladığı kitapla bilinir. Allah, arzularını kitapla
bildirmiştir. Allah’ın emir ve yasakları konusunda kitap, temel kriterdir.
Kitabında Allah’ın emretmediği bir şeyi, Allah da böyle ister diyerek Allah’a
yol göstermeye çalışmak, Allah’ın emretmediklerini, Allah emrediyormuş
pozisyonunda yapmak veya insanlara tavsiye etmek, iftiraların en büyüğüdür. Zira
Allah, fahşayı asla emretmez.
21. “Yoksa onlara daha önce bir kitab verdik
de ona mı bağlanıyorlar?”
Allah tüm emir ve yasaklarını
kitapla bildirdiği halde bu adamlar nereden çıkarıyorlar bunları? Yoksa onların
başka kitapları var da oradan mı okuyorlar bunları? Nereden bilgileniyorlar bu
adamlar? Yoksa sizin Allah kitabından başka kitaplarınız var da, ona mı
tutunuyor, onunla mı amel etmeye çalışıyorsunuz? Bu işlediğiniz günâhlar
konusunda, yoksa Allah size başka bir kitap gönderdi de ondan mı
hükmediyorsunuz? Bu konularda size söz veren başka İlâhlarınız mı var? Sizin
yanınızda, “kitabımız budur,” diye bağrınıza basıp kendileriyle amel etmeye
çalıştığınız başka İlâhların kitapları mı var? Allah’ın kitabıyla öteki
İlâhlarınızın kitaplarını mı karıştırıyorsunuz? Sizler böyle iddia ediyorsunuz.
“Bu yaptıklarımız Allah’ın istedikleridir. Allah da bizden böyle bir hayat
ister, Allah da demokrasiden yanadır. Allah da laikliği öneriyor, Allah da böyle
bir kıyafetten razıdır,” diyorsunuz. Allah mı dedi bunları size? Yoksa bunları
diyenleri Allah mı kabul ettiniz?
Yâni, Allah kitabında size
bunları demediği halde, size bu konularda izin vermediği halde, bütün bu
konularda size ruhsat tanıyan başka İlâhlar mı buldunuz? Kendinize başka İlâhlar
buldunuz da, Allah’ı mı şartlandırmaya çalışıyorsunuz? Allah’a yol göstermeye,
akıl vermeye mi çalışıyorsunuz? Öncelikle ben size böyle bir kitap göndermedim,
bu yaptıklarınız konusunda izin vermedim, bu tür günâhlar işlemenizi istemedim.
Allah böyle bir kitap göndermediğini, onlardan böyle şeyler istemediğini bildiği
halde, niye sorsun bu soruyu? Peki ne çıkar öyleyse bundan? Bundan çıkan şudur:
Ben size böyle bir kitap göndermediğime, bu yaptıklarınızı asla istemediğime
göre, kendiniz İlâh, Rabb zannıyla birilerine gidip bu konularda kendisinden
izin aldınız da, onu mu İlâh zannediyorsunuz? Ona kulluk edip, onu mu razı
etmeye çalışıyorsunuz?
Hayır hayır, onların tüm bu işledikleri
günâhlar konusunda hiç bir bilgileri, hiçbir delilleri yoktur. Onlar sadece
atarlar. Onlar sadece zannederler, zanna uyarlar ve şöyle derler:
22. “Hayır, doğrusu biz babalarımızı
bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinden gitmekteyiz,”
derler.”
Onların ne amel edecek kitapları var,
ne kitaptan haberleri, ne de dayandıkları bir delilleri vardır. Onlar sadece
cahil babalarının yoluna tâbi oluyorlar. Diyorlar ki, “biz atalarımızı bir yol,
bir mezhep, bir tarz, bir hayat programı üzere bulduk; biz de onların izleri
üzerinde gitmekteyiz.” Atalar dini, atalar yolu… Bunların işi gücü, kör
taklittir. Dinin temel kaynakları olan kitap ve sünneti tanıma ve amellerini
onlara dayandırma zahmetinden kaçan bu taklitçiler, atalarının sünnetine tâbi
olarak kolay yoldan doğru yolu bulabileceklerini zannediyorlar. Ataları da aynı
şekilde davrandıkları, yâni melekleri mâbud edinip onlara tapındıkları için,
bunlar da aynı suçları işleyerek doğru yolda olduklarını iddia etmeye
çalışıyorlar.
23:.”Ey Muhammed! Senden önce, her
hangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık varlıklıları
sadece: “Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini
izlemekteyiz,” derlerdi.”
Çağlar boyu yaşanıp gelen, tekrar
edilip gelen bir hastalıktır bu. Allah’ın insan hayatına karışması konusunda,
odak nokta seçerek arzularını kendileri aracılığıyla insanlığa sunduğu
peygamberlerine ilk karşı gelenler, ilk savaş açanlar, âyetin ifade buyurduğu
gibi "Mütraf"-lardır. Yâni toplumun zengin, şımarık servet sahipleri. Toplum
içinde sınırsız bir hayat yaşayan, zenginliklerinin, arsızlıklarının,
servetlerinin kendilerini azdırdığı kimselerdir. Servetlerinin, zevk ve
eğlencelerinin, lüks içinde sınırsızca yaşadıkları hayatlarının kendilerini
bırakmayıp hakkı kabullerine engel olduğu varlıklı kimseler... Bunlar her
dönemde ve her toplumda, gönderilmiş hak elçilerine karşı ilk savaşı açan
kimselerdir. Hemen hemen her dönemde, topluma egemen olan bu zenginler grubu,
peygamberlere karşı tavır alıp, peygamberlerin yolunu kesmeye çalışıp, halkı
Allah elçilerine karşı kışkırtmışlardır. Bunun sebebi de
şudur:
Bunlar, her toplumda mevcut statükonun
devamından yana-dırlar. Yâni mevcut düzeni savunmaktadırlar. Kendilerini servet
sahibi yapan, kendilerini diğer insanlara egemen kılan, garibanların kanlarını
emmeye izin veren, toplumun fakir kesimi üzerinde kendilerini Rabb-leştiren, o
düzenin kendisidir. Mevcut sistem sayesinde palazlanıp servet sahibi oldukları
için, sistemin yıkılmasını asla istemezler.
Şunu da kesinlikle bilmektedirler
ki, peygamber bu düzeni değiştirmek için gelmektedir. Peygamber, toplumda ezen
ve ezilenlerin, zalimlerin ve mazlumların, sahte Rabblerin rubûbiyetlerine ve
köleleştirilmiş Allah kullarının kulluklarına son verip, toplumda Allah
hâkimiyetini gerçekleştirmek için gelmektedir. Peygamber, adaleti tesis etmek
için gelmektedir. Peygamberin mesajı gönüllerde yer edip o mesajın hayata hakim
olması sonucunda, bu adamların elde ettikleri tüm gayr-ı meşrû servetler ve
toplum içinde bu servetleri sayesinde sağladıkları tüm statüleri ellerinden uçup
gidecektir. İşte bunu çok iyi bilen bu servet sahipleri, düzenlerinin bozulacağı
korkusuyla Allah elçilerine ilk savaşı açmaktadırlar. Halkın cahil kalmasını
istemekte, halkın bilinçlenmesini, halkın peygamberle tanışmasını
istememektedirler. Bakın bunun için diyorlar ki:
“Doğrusu bizler atalarımızı bir din
üzerine bulduk. Biz de onların yollarını izlemekteyiz.”
“Biz atalarımızı bir din, bir yol
üzerine bulduk; biz de onların izleri üzerinde güdülüp gideceğiz. Onlar bizi
nereye çekerlerse, nereye sürüklerlerse oraya doğru gideceğiz,” diyorlar.
Görüyor musunuz tuzağı? Böylece, bu kör taklit anlayışının kaynağını da öğrenmiş
oluyoruz. Bu sapık inancı kimlerin ortaya attıklarını, kimlerin
desteklediklerini ve bu sapık anlayışın, bu putun arkasına saklanarak kimlerin
ganimet devşirdiklerini daha güzel anlıyoruz. Kimlerin bu taklit düşüncesine
sahip çıkıp, cahil bıraktıkları yığınlar üzerinde egemenlik kurduklarını biraz
daha iyi anlıyoruz.
Bu adamlar, taklit putunu
yerleştirerek cahil bıraktıkları kitlelerin kendilerine itaat etmelerini
istemektedirler. İstiyorlar ki insanlar kitapla tanışmasınlar, istiyorlar ki
insanlar peygamber mesajına yönelmesinler, gerçekleri öğrenip uyanmasınlar…
Atalarının türlü türlü anlayışlarının arasında bocalayıp kalsınlar ve bu karmaşa
içinde kendilerini yargılama ve sorgulama imkânı bulamasınlar, böylece toplumda
egemenlikleri sürüp gitsin. Bu insanlar, halkın gerçek hürriyetle tanış-masını
istememektedirler. Böylece yığınların kendilerine kul, köle olarak
egemenliklerinin devamını istemektedirler.
Bir de bu toplumun servet sahipleri,
içinde bulundukları refahtan dolayı peygamberle ve peygamber mesajıyla
ilgilenecek vakitleri olmayan insanlardır. Refah, lüks ve eğlence, onları durup
düşünmekten, tefekkürden uzaklaştırmıştır. Onların, kendilerince böyle basit
meselelerle ilgilenecek vakitleri yoktur. Bunlar bu işlerle ilgilenemeyecek
kadar dünya meşgalelerinin içine dalmış insanlardır. Din, Kitap, peygamber
kimdir? Ne için gelmiştir? Nasıl bir mesaj getirmiştir? Bütün bunları durup
düşünecek zamanları da, ihtiyaçları da yoktur. Dünyada işleri yerinde olduğu
için, âhiret endişesi de taşımayan insanlardır bunlar. “Burada başaran bizler,
elbette orada da bir yolunu bulacağız,” diyerek müstekbir
davranmaktadırlar.
24. “Gönderilen uyarıcı, “Eğer size,
babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana
uymazsınız?” derdi. Onlar: “Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz,”
derlerdi.”
Diyorlar ki, “fark etmez ey
peygamber! Sen ne dersen de, ne getirirsen getir, bizim ona ihtiyacımız yoktur!”
Bu adamlar müstekbir-dirler, eyvallahsızdırlar. Peygamberin mesajını anlamaya,
dinlemeye yanaşmıyorlar. Onlar peygamberin mesajının doğruluğunu, hak oluşunu
anlayıp öğrenseler de, hak ehline karşı büyüklenmelerinden ötürü,
tekebbürlerinden ötürü yine de onu kabule yanaşmayacaklardır. Rabbimiz, “öyleyse
ey peygamberim, sen bu adamların bu tutumlarından ötürü sakın üzülme! Sen yoluna
devam et! Siz ey peygamber yolunun yolcuları! Çevrenizde bu tür insanların
olabileceğini unutmayın! Ümit inkisa rına uğramadan görevinizi yapmaya
devam edin!” buyuruyor.
25. “ Bunun üzerine Biz de onlardan öç
aldık. Yalancıların sonunun nasıl olduğuna bir bak!”
Onlardan önce, onlardan sonra
yeryüzünde hâkimiyeti, rubû-biyeti kendilerinde gören, yeryüzünde tanrılık
taslayan, yeryüzünde insanların Allah’ın âyetleri istikâmetinde bir hayat
sürmelerine izin ver-meyen, Allah’a hayat hakkı tanımayan, Allah’ın kullarını
Allah’a ibadet ve itaatten koparıp, kendi kanunlarına tapınmaya zorlayan ve bu
yüzden de onları bir kaosa düşürmemek için onlara Allah’ın âyetlerini
duyurmamaya çalışan ve böylece Allah’ın âyetleriyle savaşa tutuşan Firavunlar,
Nemrutlar hepsini, hepsini yakalayıverdi Rabbimiz.
Bazen bir rüzgarla, bazen bulutla,
bazen bir ses, bir sayha, bir çığlıkla, bazen suyla, bazen bir sinekle, bazen
bir deniz, bazen da bir-kaç tane melekle yakalayıverir Allah. Tarih bunun
şahitleriyle doludur. Hepsi de sonunda mağlup oldular. Hepsi de ellerindeki güç
ve kuvvetlerinin, imkân ve saltanatlarının hiçbir işe yaramadığını, kendilerini
kurtaramadığını gördüler. Hiçbirisi Allah’ın âyetlerini yalanlamalarının ve
onlarla savaşa tutuşmalarının karşılığı olarak Allah’ın kendilerine takdir
buyurduğu azaptan kurtulamadılar. Tarih bunun örnekleriyle
doludur.
26,27. “İbrahim, babasına ve milletine demişti
ki: “Beni yaratan hariç, sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni doğru yola
eriştirecek olan şüphesiz O’dur.”
İbrahim (a.s), babasına ve toplumuna
diyor ki, “ben sizin tapındığınız şeylerin tamamından beriyim. Sizin ibadet
ettiklerinizin tümünden uzağım. Allah berisinde itaat edip sözünü
dinlediklerinizin tümünden teberrî ettim. Allah berisinde hayatınızda otorite,
söz sahibi kabul ettiklerinizin tamamından uzağım. Şirki somutlaştırarak onu
görülür, duyulur ve hissedilir hale getirerek diktiğiniz tüm putlara ibadetten
yüz çevirdim. Allah’la, o yüce varlıkla doğrudan irtibat kurma imkânımız yoktur.
Onun içindir ki, bu yüce varlıkla bizim irtibatımızı sağlasın diye
geliştirdiğiniz ve kendilerine kulluk yaptığınız, emirlerini dinlediğiniz tüm
aracılara kulluk etmekten yüz çevirdim. Kendilerini yüce varlıklar bilip Allah’a
karşı şefaatçi kabul ettiğiniz, sizi Allah’a yaklaştıracaklarına inanıp
kendilerine harikulâde sıfatlar yüklediğiniz tüm nid-lerinize ibadet etmekten
yüz çevirdim. Allah’ı sever gibi sevdiğiniz, Allah hatırını ayaklarınızın altına
aldığınız, Allah’a yapmanız gerekenleri kendilerine yaptığınız, kendilerinde
güç, kuvvet görerek sıkıntılı anlarınızda dua edip imdadınıza çağırdığınız tüm
nidlerinize itaatten uzak duruyorum.
Karşılarında mest olup secdelere
kapandığınız, kalbinizin derinliklerinde kendilerine yer verdiğiniz, “Allah ne
derse desin önemli değil, yeter ki onları üzmeyelim,” diye önlerinde eğildiğiniz
tüm liderlerinize, tüm efendilerinize, tüm eğlence tanrılarınıza,
sanatçılarınıza ibadetten nefret ettim ben. Allah yerine ikâme ettiğiniz
modanıza, âdetlerinize, törelerinize kulluktan uzaklaştım ben. Allah sever gibi
sev-diğiniz ve uğrunda can ve malı fedâ eylediğiniz toprak, sancak, vatan,
millet, bayrak, lider, önder, sistem gibi putlarınıza kulluk etmekten kaçtım.
Geleneklerinize ibadetten, atalar yoluna kulluktan ve toplumunuzda putlaştırıp
Allah sisteminin yerine ikâme ettiğiniz ırk, renk, siyasal ve ekonomik
görüşlerinizin tümüne kulluk etmekten kaçtım.”
Sizin ibadet ettiklerinizden yüz
çevirdim, ancak beni yaratan ve bana yol gösteren Rabbim müstesna. Sadece O’na
kulluk yaparım ben. Öteki İlâhlarla birlikte Allah’a kulluk etmem, ilâhlardan
bir İlâh olarak Allah’a kulluk etmiyorum. Tüm öteki İlâhlarınızı reddederek
sadece Allah’a kulluk ederim.
İbrahim (a.s), tamamen onlardan
ayrıldığını, aralarında ayrılık belirdiğini ortaya koydu. Bu tavır belirleme
işi, Kur’an’ın değişik yerlerinde anlatılır. Peygamber yolunun yolcuları da aynı
tavrı benimseyip uygulamaya koyar, aynı yolu izlerler.
Hz İbrahim’in bu ifadelerinden
anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim’in toplumu tümüyle Allah’ı bilmeyen ya da Allah’ı
inkâr eden bir toplum değildi. Allah’ı bilmekle, Allah’ı kabul etmekle, Allah’a
ibadet etmekle beraber, Allah yanında başka İlâhlara da kulluk eden bir
toplumdu. Göklerin, yerin ve kendilerinin yaratıcısı olarak Allah’ı bilmekle,
Allah’a inanmakla beraber, hattâ zaman zaman O’na kulluk etmekle beraber, O’nun
hayata karışmasını reddediyorlardı. “Allah büyüktür, Allah yücedir, gökleri
yaratan O’dur, bizleri yaratan O’dur ama hayatımı-za karışmasın. Bize
isteklerini, arzularını bildirmesin. Bizim hayatımızı düzenleyeceğimiz başka
tanrılarımız var. Hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, kılık-kıyafet,
siyaset, şifa tanrılarımız var. Onlar bizim işlerimizi düzenliyorlar. Bizim pis
işlerimiz, mafya işlerimiz var; Allah bu işlere karışmamalı. Şimdi Allah bizim
bu işlerimize karışır ve arzularını bize duyurursa o zaman biz O‘nu mu, yoksa
öteki tanrılarımızı mı dinleyeceğiz? Hayatımızda böyle bir kaos yaşamaktansa,
Allah’ınkileri duymamak daha iyidir,” diyorlardı. Bunun için Allah’ı ve onun
elçilerini dinlememeye çalışıyorlardı.
“Tamam, Allah’a da kulluk yapalım
ama başka İlâhları da dinleyelim,” diyorlardı. Yeri gelince, işleri düşünce,
başları daralınca Allah’a kulluk yapıyorlar ama işleri bitince de başka İlâhlara
kulluk ediyorlardı. Toplumun benimsediği, kimsenin ayıplamadığı bir takım kulluk
türleri yerine getirilsin ama hayatın tümünü bu kulluk kapsamasın, diyorlardı.
Meselâ Kureyş müşriklerinin yaptığı gibi kendilerine servet sağlayan hac gibi
ibadetlere şu anda bizimkilerin de yaptıkları gibi, “tamam” diyorlardı, ama
hayatlarının geri kalan bölümüne Allah’ı ka-rıştırmıyorlardı. Yâni hayatı
parçalıyorlardı. Hayatımızın ibadet bölümüne Allah karışsın ama öteki
bölümlerine başka Rabblerimiz karışsın, diyorlardı.
İşte bu yüzden İbrahim (a.s) diyor ki,
“Allah hariç ben sizin taptıklarınızdan beriyim. Çünkü sizin öteki İlâhlarınız
hiçbir şey yaratmadığı halde, benim Rabbim yaratıcıdır. Benim de yaratıcım,
sizin de yaratıcınız ve her şeyin yaratıcısıdır o Allah. Rabbim sadece yaratıcı
değil, aynı zamanda tüm yarattıklarına yol göstericidir. Yarattıklarını,
yolsuz-yordamsız bırakmayan, aynı zamanda onlara hidâyet edendir. İşte ben,
böyle bir Allah’a iman ediyor ve O’na kulluk yapıyorum. İlâh olmaya, kulluk
yapılmaya, insanların boyunlarındaki ipin ucu elinde olmaya, çektiği yere
gidilmeye lâyık olan sadece O’dur. İlâh olanın, yaratıcı olması, hidâyet edici
olması, hayat programı belirleyici olması gerekir. Sizin şu Allah berisinde İlâh
kabul ettikleriniz kimi yaratmış? Bırakın başkalarını yaratmalarını, kendilerini
bile yaratmaktan aciz olan, kendileri bile Allah tarafından yaratılmış ve
Allah’ın kulları bu varlıklar nasıl İlâh olabilirler?” diyerek İbrahim’in (a.s),
toplumunun şirkinden teberrî ettiğini görüyoruz.
Kur’an sadece hakkı, yâni
mü'minlerin yolunu ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda mücrimlerin, kâfirlerin
yollarını da ortaya koymuştur. Böylece Rabbimiz mü'minlerin yoluyla kâfirlerin
yolunu, mü’-minlerle kâfirlerin saflarını ayırmıştır. Bu iki yolu, hak ve bâtıl
iyi tanınsın diye birbirinden ayırır. Mü'minlerin belirgin vasıfları, onların
yolları üzerine dikilmeli, mücrimlerin belirgin vasıfları da onların kendi
yollarının üzerine dikilmeli ki, her iki taraf da kendilerini ve kendi yollarını
bilsinler. Bu sayede mü'minler kimlerin mü'min, kimlerin de kâfir olduklarını
bilsinler, karışıklığa sebep olacak bir durum olmasın.
Bugün en büyük güçlük işte
buradadır. Bugün en büyük problem, mü'minle mücrimin karışması, yolların,
işaretlerin karışması, isimlerin ve sıfatların birbirine girmesidir. İslâm
düşmanları bunu çok iyi bildiklerinden, meseleyi daima karıştırmadan yana
olmaktadırlar. Onlar, safların ayrışmasından her zaman tedirgin olmuşlardır.
Çünkü böylece kendileri tanınacak ve mü'minler kendi yollarını öğrenme imkânı
bulacaktır.
Dikkat ederseniz, İbrahim (a.s) onların
bozukluğunu gündeme getirirken, aynı zamanda kendi yolunu da ortaya koymaktadır.
Zaten hakkın ortaya konabilmesi, hakkın anlaşılabilmesi için bâtılın da ortaya
konması gerekir. Mü'minlerin, bâtıldan ve mücrimlerin yolundan sakınabilmeleri
için, hak ve bâtılın kesin çizgilerle, belirgin renklerle birbirlerinden
ayrılmaları ve seçilmeleri şarttır. İşte onun içindir ki, İbrahim (a.s) sadece
kendi yolunu, sadece mü’minlerin yolunu, yâni hakkı açıklamakla kalmamış, aynı
zamanda kâfirlerin yolunu, yâni bâtılı da açıklamıştır.
28. “İbrahim, ardından geleceklere bu
sözü, devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı. Artık belki doğru yola
dönerler.”
İbrahim (a.s) bu kelimeyi yâni
kelime-i şehadeti, kelime-i tevhidi kıyamete kadar gelecek nesline bir miras
bıraktı. Yâni kıyamete kadar gelecek nesli içinde bu kelimeyi söyleyecek ve bu
kelimenin manasına uygun bir şekilde sadece Allah’a kulluk yapacak nesillerin
geleceğine bir delil, bir karîne yaptı. Ya da kıyamete kadar gelecek
nesillerinin içinde şirke düşmüş insanların bu gerçeği anlayıp tevhide dönmeleri
için bunu miras yaptı.
Bir de bundan şunu anlıyoruz ki,
İbrahim (a.s) kendisinden sonra gelecek olanlar için, “Allah’ım! Onları
Müslümanca yaşayan kimseler kıl!” diye dua etmişti de, Allah onun bu duasını
kabul buyurdu. Bundan anlıyoruz ki, hayatını Allah için yaşayan, hayatını
Allah’a adayan kimselerin hayatlarını, Rabbimiz gelecek nesillere intikal
ettirir. Allah, kendisi için yapılanları bereketlendiriyor ve onu gelecek
nesillere miras yapıyor. Öyleyse biz de hayatımızı Allah için yaşayalım,
yaptıklarımızı Allah için ve Allah’a lâyık olacak biçimde yapalım ki, bizim
hayatımız da gelecek nesillerimize örnek olarak intikal etsin. Hayatın sonunda
ölüp giderken, ölümsüzlüğe erenlerden olalım inşallah.
Bakara sûresinde anlatıldığı gibi, Hz.
İbrahim bu kelimeyi çocuklarına da tavsiye buyurdu:
“İbrahim bunu oğullarına vasiyet etti.
Yakub da: “Oğullarım! Şüphesiz ki Allah size bu dini seçti. O halde siz de
kesinlikle Müslümanlar olarak can verin,” dedi.”
(Bakara 132)
Her iki peygamber de kendi
teslimiyetlerini, kendi Müslümanlıklarını oğullarına da tavsiye ediyor ve
diyorlardı ki, “oğullarım! Biz Allah’a teslim olduk, siz de teslim olun!”
İşte burada Rabbimiz hem İbrahim’in
(a.s), hem de Yakub’un (a.s) oğullarına tavsiyesini anlatıyor. İbrahim (a.s),
iki oğluna; Yakub (a.s) da on iki oğluna diyordu ki: “Allah size din olarak bu
dini, İslâm dinini seçti. Öyleyse sizler de ancak Müslümanlar olarak can verin.”
Allah’ın İbrahim için seçtiği din İslâm’dı. Yakub için de seçilen din İslâm’dı.
Hz Adem’den bu yana tüm peygamberlerin dini İslâm’dı ve onların tamamı
müslümandı.
Yakub’un (a.s) oğullarına tavsiyesi de
İslâm’dı. Şimdi, “biz İs-râil oğullarıyız” diyen ve İslâm’ı bırakıp sapıklık
içine düşen bu Yahudi ve Hristiyanlara ne demek lazım? Bu adamlar nasıl olur da
biz haklıyız deme hakkına sahip oluyorlar? Nasıl olur da biz Yakub’un
oğullarıyız dedikleri halde, İslâm’dan, haktan ayrılıp, sapık yollara girerler?
Bu peygamberlerin yolunu terk ettikleri halde, nasıl olur da Yakub’un (a.s) ve
İbrahim’in (a.s) yolunda olduklarını iddia edebilirler? Buna hiçbir zaman
hakları olamaz, çünkü İbrahim (a.s) ve Yakub (a.s) müs-lümandı, oğullarını
İslâm’a dâvet etmişlerdi.
İbrahim ve Yakub (a.s), oğullarına
İslâm’ı vasiyet ediyorlardı. Allah’ın bu yüce peygamberleri, müslüman olmakla
yetinmeyip, cennete tek başına gitmeye razı olmayıp, Allah’ın kendilerine
lütfettiği bu teslimiyet dinini, çocuklarına da vasiyet ediyor, onların da
Müslüman olmalarını istiyorlardı.
29. “Hayır; Ben bunları ve babalarını
kendilerine hak ve onu açıklayan bir peygamber gelene kadar
geciktirdim.”
Diyor ki Rabbimiz, “Ben onları
da, onların atalarını da geçindirdim, rızık verdim onlara. Nihâyet kendilerine
vahiy geldi. Kendilerine Allah’ın vahyini getiren apaçık peygamber geldi.”
Peygamber gün kadar açık ve aydınlıktır. Allah’ın elçilerinin tamamı böyledir.
Hiç kimse ben onun elçi olduğunu anlayamadım, onda bir açıklık, netlik
göre-medim deme hakkına sahip değildir. Peygamberin, peygamberlik öncesi ve
sonrası hayatı bellidir. Tüm hayatı mübîndir onun. Yaşadığı hayat,
risa letine en büyük delildir. Sonra
ümmî olduğu halde, mektep medrese görmediği halde, böyle insanlığı aciz
bırakacak mucize bir vahiyle gelen bir peygamber... Bütün bunlar, onun
peygamberliğinin delilleridir ama yine de inanmak istemeyenler, inanmazlar.
Meselâ ehl-i kitap, onu
oğullarından, avuçlarının içinden daha yakın biliyorlardı ama yine de
inanmıyorlardı. Velîd Bin Muğîre onu dinliyor, onun okuduklarının kesinlikle bir
şair, bir sâhir sözü olmadığını anlıyor ama yine de inanmamaya bir sebep
bulabiliyordu. Mekke müşrikleri biliyor, anlıyor, ama statülerinin ellerinden
gideceği endişesiyle yine onu inkâra bir yol
bulabiliyorlardı.
Ebu Cehiller, Firavunlar, Nemrutlar da
onların Allah’ın gerçek nebîleri olduğunu biliyorlardı ama yine de
inanmıyorlardı.
30. “Gerçek kendilerine geldiği zaman,
“Bu bir büyüdür. Doğrusu biz onu inkâr ediyoruz,”
dediler.”
Kendilerine reddedilemeyecek
berraklıkta hak gelince, “bu bir sihirdir, bir büyüdür. Biz bunu inkâr
ediyoruz,” dediler. Aslında inkârlarına bir haklılık kazandırabilmek için, sihir
olduğunu söylüyorlar. Halbuki o anda çevrelerinde yığınlarla sihirbaz
görüyorlardı. Şimdiye kadar acaba hangi sihirbaz o elçinin söylediklerini
söyleyebilmişti? Hangi sihirbaz o peygamberin meydana getirdiği tesiri meydana
getirmişti? Hangi sihirbazın sihri gönüllerde bu kadar yer etmişti? Hangi
sihirbaz toplumda böylesine bir inkılabı gerçekleştirebilmişti? Onlar da bu-nun
bir sihir olmadığını biliyorlardı, ama reddedişlerini haklı çıkarabilmek için
öyle diyorlardı.
31.
“Bu Kur’an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?”
dediler.”
Bu da başka bir tutarsızlık. Ne
dediklerini bilmiyorlar. Bazen, “bu sihirdir” diyor onu inkâr etmeye
çalışıyorlar, bazen de onu kabullenebileceklerini, ancak bu kitabın iki şehrin
(Taif ya da Mekke’nin) iki büyüklerinden birine indirilmesi gerektiğini
söylüyorlar. Allah’ı şartlandırmaya, Allah’a akıl vermeye çalışıyorlar. Allah
kitabını vahyini kime indireceğini onlara sormalıymış! Onların beğendikleri,
tasvip ettikleri birine indirmeliymiş!? Size ne bundan? Allah kime dilerse ona
indirir vahyini. Bu kitabın kime indirildiğine bakmaksızın eğer bu bir gerçekse
hemen kabul etmeliydiler onu. Ama buradaki de başka bir kaçma sebebidir tabii.
Amaçları Kur’an’a inanmamak, amaçları Allah’ın vahyine teslim olmamak. Değilse
eğer bu kitap onların beğendikleri kabul ettikleri birisine indirilseydi, yine
kabul etmeyeceklerdi.
Kendisine kitap indirilen
Allah’ın Resûlü, onların daha önceden kabul etmedikleri, sevmedikleri,
beğenmedikleri birisi değildi. Düne kadar Allah’ın Resûlünü büyük kabul ediyor,
ona “Muhammedü’l Emîn” diyorlardı. Onun hakemliğine başvuruyor, emânetlerine
ehil biliyorlardı. Herkesin göz bebeği haline gelmiş bir insandı o. Onlar, o
kitabı getirenin hak olmadığından, doğru birisi olmadığından, emniyet telkin
etmeyen birisi olduğundan değil inatlarından dolayı onu reddediyorlardı. Mesele
bu konudaki delillerin, âyetlerin eksikliği ya da kendilerine elçi olarak
seçilen peygamberin yetersiz ve olumsuz örnekliği değil, sadece gurur ve
kibirleriydi.
32. “Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini
onlar mı taksim edip paylaşıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini
aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine
derecelerle üstün kıldık; Rabbinin Rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden
daha iyidir.”
Yoksa Allah’ın rahmetini onlar mı
taksim ediyorlar? Yeryüzündeki varlıkların rızıklarını, geçimlerini onlar mı
taksim ediyorlar? Bu konuda söz sahibi onlar da, vahyini kime göndermesi
gerektiğini belirleme taksimi de onlara mı ait? Hayır hayır! Rızıkları taksim
eden Allah’tır. Göklerde ve yerde ne kadar yaratığı, ne kadar kulu varsa,
hep-inin muhtaç oldukları rızıkları taksim eden Allah’tır. Kimin neye muhtaç
olduğunu, kime ne kadar ve ne zaman verileceğini bilen ve takdir eden O’dur.
Rızıkları takdir ve taksim eden de O’dur vahyini taksim eden de O’dur. Kulları
arasında dereceleri taksim eden de O’dur.
Yine insanlar birbirleri arasında
birbirlerinden istifade etsinler diye dereceleri takdir ve taksim eden de O’dur.
Kiminizi zengin, varlıklı, kimilerinizi de fakir kılan O’dur. Kiminizi güçlü,
kuvvetli, kimilerinizi de zayıf yaratan O’dur. Kiminizi kadın, kiminizi erkek
yaratan O’dur. Kimilerinizi çok zeki, kimilerinizi de az zeki kılan, bunu taksim
eden de O’dur.
Haydi itiraz edin bakalım
bunlara. Gücünüz yetiyor mu cinsiyet değiştirmeye? Becerebiliyor musunuz daha
uzun boylu ya da daha kısa boylu olmayı? Becerebiliyor musunuz acıkmamayı,
susamamayı? Çare bulabiliyor musunuz ölmemeye? Bütün bunları taksim eden, takdir
eden nasıl Allah’sa, bilesiniz ki, vahyini taksim eden de O’dur.
Hangi dönemde kime, ne
indireceğini, sizi neyle imtihan edeceğini bilen O’dur. Gönderdiği bu vahiyle
kimlerin dirileceğini, kimlerin ondan mahrum bırakılacağını bilen ve taksim eden
de O’dur. Ebu Bekir’i Ebu Bekir, Ömer’i Ömer yapan O’dur, Ebu Cehil’i Ebu Cehil
yapan da O’dur. Ebu Bekir kendi arzusuyla bu taksime razı olacak, sonunda Ebu
Bekir olacak, ama Ebu Cehil de kendi hür iradesiyle bu taksime razı olmayarak
Ebu Cehil olacaktır.
Vahyi taksim eden de Allah’tır. Vahyini
kime indireceğini bilen ve onu istediklerine indiren de Allah’tır. İnsanların
buna hiçbir zaman itiraz hakları yoktur. “Ya Rabbi, vahyini kime indireceğini,
neler indireceğini, ne miktar âyet indireceğini, bizi nelerle sorumlu
tutacağını, bizi nasıl imtihan edeceğini bize sormalıydın!” diyerek Allah’a bu
konuda akıl vermeye, Allah’ı şartlandırmaya hiç kimsenin hakkı da, yetkisi de
yoktur. Allah, vahyini dilediğine, dilediği miktarda indirir. Bunu hiç kim-seye
sormaz. Bu konuda hiç kimsenin etkisi altında kalmaz. Çünkü mülkün sahibi O’dur.
Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kimseye minneti yoktur. Öyleyse ey
cahiller, bırakın Allah’a akıl vermeyi, bırakın O’na yol göstermeye kalkışmayı
da Rabbiniz sizin adınıza neyi seçmişse ondan razı olup, samimiyetle O’na kullar
olmaya bakın. O’-nun razı olacağı bir hayatı yaşamaya bakın. O’nun sizin
adınıza, sizin hayrınıza, sizin kurtuluşunuza sebep olarak seçip görevlendirdiği
elçisine tabi olun, onun gösterdiği gibi kullar olun ve
kurtulun.
33,35. “Eğer bütün insanlar (küfre
meyletmeyip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahmân olan Allah’ı
inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, üzerinde yükseldikleri merdivenleri,
evlerinin kapılarını, üzerinde yaslanacakları kerevetleri gümüşten yapar ve
altın bileziklerle işlerdik. Bunların hepsi ancak dünya hayatının geçimliğidir.
Âhiret, Rabbinin katında O’na karşı gelmekten
sakınanlaradır.”
“İnsanların tamamı küfür üzere
birleşerek, hepsi kâfirliğe meylederek en sonunda kâfir olacak olmasalardı,
Rahmân’a küfreden, Rahmân’ı örten, Rahmân’ı diskalifiye eden, Rahmân’ı örtbas
edip gündemden düşüren, Rahmân’ı görmezlikten gelen o kâfirlerin, dünyadaki
refahlarını, nîmetlerini artırmak için evlerinin tavanlarını, merdivenlerini,
kapılarını, oturacakları koltuk ve kanepelerini altın ve gümüşten yapar, onları
altın ve gümüş bileziklerle süslerdik,” diyor Rab-bimiz.
Tüm eşyalarını altın ve gümüşten
yapar, perdeler, yastıklar ve nakışlardan ziynetler yapar, onları çok lüks bir
hayatın insanı yapardık. Daha nice süsler, ziynetler verirdik onlara.
Çevrelerindeki insanlara boy gösterecek, hava atacak merdivenler, makamlar
verirdik. İnsanların her şeyi onların kapılarında görerek, kapılarında kapıkulu
olabilecekleri, altından, gümüşten kapılar yapardık da, insanlar o kapılara kul,
köle olurlardı. Onlara bunlar verilmediği halde, bunlardan çok az bir şey
verildiği halde, şu anda bile onların kapılarında el pençe divan durup yal
bekleyenlerin varlığına şahit oluyoruz.
Eğer mü'minler adına bir fitne
olmayacak, mü'minlerin kalpleri küfre meyletmeyecek olsaydı, Rabbimiz bunlardan
kâfirlere bol bol verirdi. “İnsanların gözlerine, gönüllerine hitap eden, göz
kamaştıran, daha nice süsler, ziynetler verirdik,” diyor Rabbimiz.
Böylece âyet vasıtasıyla, insanlara
yeryüzünde alabildiğine nî-met verilmeyişinin hikmet ve yasasını da öğrenmiş
oluyoruz. Rahmân olan Allah’ın, Rahmeti gereği kullarının yeryüzünde hem dünya,
hem de âhiret saadetlerini sağlamak için açtığı rahmet kapısı olan vahyini
kapatanlara, Rahmân’ın vahyini örtbas edenlere, vahyi gündemlerinden
düşürenlere, vahiyden habersiz bir hayat yaşayan kâfirlere neden fazlaca
vermediğini böylece anlamış oluyoruz. Çünkü bu sayılanlar, sadece dünya
hayatının süsü, ziyneti, geçimliğidir. Dünyada kalacak ve âhirete intikal
etmeyecek şeylerdir bunlar.
Âyet-i kerîmeden, Allah’ın küfre ve
kâfirlere pirim vermediğini anlıyoruz. Mü'minlerin kalpleri küfre meyletmesin
diye, Rabbimiz küfre pirim vermiyor. Değilse, Allah korusun mü'minlerin kalpleri
kayıverirdi. Eğer Allah küfre prim verseydi, meselâ deseydi ki kâfir olun
cen-net vereyim, o zaman şimdi her birimiz iyi bir kâfir olmaya çalışacaktık.
Ama Allah küfre pirim vermiyor. Kâfirlere verdiklerinin, mü'minlere fitne sebebi
olmasını istemiyor.
Mümtehine sûresinde de bunun zıddı
anlatılır:
“Rabbimiz! Bizi, inkâr edenlerle
deneme; bizi bağışla, doğrusu Sen, güçlü olan, Hakîm
olansın.”
(Mümtehine
5)
“Ya Rabbi, bizi kâfirlere fitne sebebi
kılma. Yâni ya Rabbi, kâfirler karşısında bizi mağlup ederek, onları bize galip
getirerek, bizi onlar karşısında alçak bir konuma düşürerek bizi kâfirlere fitne
yapma. Eğer onlarla girdiğimiz savaşta onları galip getirir, bizi mağlup
edersen, o zaman onlar kendilerinin haklılığına inanıp, küfürlerinde, yollarında
kemikleşebilirler. Yollarından, hayatlarından emin hale gelebilirler,” deniyordu
ya, işte burada da onlara bol miktarda dünyalık verilerek küfre prim verilirse,
bunun mü'minler için meyil sebebi olacağı anlatılmaktadır.
İşte dünya bu kadar değersizdir. Eğer
şu anda insanların değer verdikleri ve elde etmek için çırpındıkları dünyanın,
Allah katında bir değeri olsaydı, onu kâfirlere niye versin ki? Bir hadis-i
şerîflerinde Allah’ın Resûlü bunu şöyle anlatır: "Eğer dünyanın, Allah katında
sineğin kanadı kadar bir değeri olsaydı, ondan kâfire bir yudum su bile
vermezdi."
Bir de insanın şöyle diyesi geliyor:
Peki, madem ki dünya malı insanların meylettiği bir şeydir. O zaman Allah bunun
tam tersini yapsaydı olmaz mıydı? Yâni bu saydıklarını mü'minlere verseydi de,
tüm kâfirlerin kalpleri mü'minlere ve imana meylettirseydi. O zaman da belki
insanlar dünyalık adına Müslüman olurlardı ki, Allah bunu da istememektedir.
Böyle menfaat gereği bir iman da makbul değildir.
36. “Rahmân olan Allah’ı anmayı
görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş
veririz.”
Kim Rahmân’ın zikrinden yüz
çevirir, Rahmân’ın zikrine karşı kör davranır, körlük ederse, ona bir şeytanı
arkadaş veririz. Rahmâ-n’ın zikri Kur’an, Allah’ın, hayatın her bir kademesinde
bizden istediği kulluk demektir. "Aşâ", esasen gözde meydana gelen bir çeşit
zayıflık ve hastalık demektir. Bir çeşit görme bozukluğu demektir. Kim ki
Rahmân’ın zikri olan kitabını görmezlikten gelir, gözünü ona karşı kör yapar ve
kitaptan habersiz bir hayat yaşamaya kalkışır, Kur’an’a göz yumar, Kur’an’ı göz
ardı eder, ya da kitaba karşı gözünü bozar, bakışını bozar, “biz kim, bu kitabı
anlamak kim! Biz nerede, bu kitabı anlamak nerede? Bu kitabı ancak büyük zatlar
anlar! Onu anlamak şöyle dursun, onu elimize almaya bile lâyık değiliz!” diyerek
kim ki kitaba karşı bakışını bozarsa, biz de ona bitişik, ona yapışık, onun
yanından hiç bir zaman ayrılmayan bir şeytanı arkadaş yaparız, diyor
Rabbimiz.
Ona bir şeytanı musâllat kılarız ki,
ondan asla ayrılmaz. Bu şeytan, onun ayrılmaz arkadaşı oluverir. Hem de böyle
"nukayyız" ya-parız. Yâni ona bitişik, ona yapışık olarak o şeytanı onun üzerine
kabuk bağlatırız. Âdeta şeytan bir kabuk gibi onu çepeçevre sarıverir. Hani
tohumlar, yavrular, kendilerini çepeçevre saran kabuğu yırtarak, bu esaretten
kurtularak dünyaya gelirler ya, işte bu adamlar da böyle kendilerini şeytana
esir ediyorlar, onun esiri olarak sıkıntılı bir hayata razı oluyorlar. Yâni
şeytan onların etraflarını sararak onları esir ediyor, onlar üzerinde sulta
kuruyor, onları hâkimiyetleri altına alıyor.
Allah’la beraber olmayan, Rahmân’ın
zikrinden yüzçeviren, vahye karşı kör davranan, vahiyle hareket etmeyen kişinin
sonucu budur işte. Yâni Kur’an’ın, vahyin alternatifi budur. Rahmân’ın vahyiyle
beraber olmayan kişi, elbette şeytanın esiri olacaktır. Çünkü o kişi, Allah’la
beraber olmamayı istemiş, Rahmân’ın zikrinden yüz çevirmiştir. Rahmân’ın
rahmetinin gereği kendisi için açtığı rahmet kapısını, vahyi örtmüş, güneşe
karşı körlük etmiş kişidir. Basîreti kapanmış, artık böylece Kur’an’dan
uzaklaşan bir kişinin şeytana yaklaşması da kaçınılmaz olmuştur.
Evet,
Rahmânın zikrinden, yâni vahiyden uzaklaşan kişiye Allah bir şeytanı musallat
eder ki, o şeytan o kişiye garîn oluverir. Bu kelime sözlükte, “yaklaştırmak,
bir araya getirmek” anlamlarına gelen “karn” kökünden türemiş bir sıfat olup
“dost, arkadaş, eş, yaştaş” gibi mânalara gelmektedir. İslâm öncesi Araplar
insanı takip eden, sürekli onu izleyen, onunla beraber olan ruhânî varlıkların
bulunduğuna inanırlar ve bu varlıklara da karîn derlerdi. Özellikle şairler
kendilerine ilham taşıyan şeytan karînlerinin olduğunu iddia ederlerdi. Karîn
kelimesi kitabımızın 39 yerinde geçmektedir. Bunların 7 si karîn şeklinde, bir
tanesi çoğulu olan “kurena” şeklindedir. Meselâ Nisâ sûresinde (âyet 38), Sâffât
sûresinde (âyet 51), ve işte okuduğumuz bu sûrede insanla beraber bulunan, ondan
hiç ayrılmayan şeytan anlamında kullanılmaktadır. İnsanı sürekli kötülüklere ve
Allah’a isyana çağıran şeytandır karîn. Âlimlerimizden kimileri de bunun
insandan ayrılmayıp sürekli onu kötülüklere teşvik eden insan arkadaşı olduğunu
da söylemişlerdir.
Hadislere
baktığımız zaman karîn’in bazen arkadaş ve dost anlamına kullanıldığını (Buhârî,
diyât 22), bazen de insandan hiç ay-rılmayan şeytan ve melek anlamına
kullanıldığına şahit oluyoruz. (Bu-hârî, tefsir 37). Bu hadislerinde Resûl-i
Ekrem efendimiz insanın hem melekten, hem de şeytanlardan arkadaşlarının
olduğunu beyan bu-yurmaktadır. Hz. Aişe annemizin; “ey Allah’ın Resûlü, buna sen
de mi dahilsin?” şeklindeki sorusuna peygamberimiz; “evet” cevabını ver-miştir.
Ancak Allah’ın inâyetiyle kendisini koruduğunu bildirmiştir. (Müslim, münâfikûn
69). Hadiste geçen “esleme” ifadesi bazı âlimleri-mizce “Müslüman oldu” şeklinde
anlaşıldığı için Resûl-i Ekrem Efen-dimizin şeytanı Müslüman olmuştur veya
kendisine teslim olmuştur şeklinde yorumlanmıştır.
Şimdi soruyorum; Kur’an’ı tanımayan,
Kur’an’la beraber olmayan bir adam ne yapar ki başka? Hayatında amel edecek
kitabı olmayan bir adam ne yapar? Hayatına program yapacak kadar, amel edecek
kadar kitabını tanımayan bir adam ya bizzat şeytanın, ya da yeryüzündeki iki
ayaklı şeytanların kulu, kölesi olur. O kişi için bu kaçınılmaz bir sonuçtur.
Çünkü onun bundan başka yapabileceği bir şey yoktur. Bakın Nisâ sûresinde bu
husus şöyle anlatılır:
“Doğru yol kendisine apaçık belli
olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan
kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş
yeridir!”
(Nisâ 115)
Yine bakın Saff sûresinde de şöyle
buyrulur:
“Onlar yoldan sapınca, Allah da onların
kalplerini saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan milleti doğru yola eriştir-mez.”
(Saff
5)
Fussilet sûresinde de bu saptıranların
sadece şeytanlar olmadığı, iki ayaklı şeytanların da insanlara musâllat kılınıp
onları hak yoldan saptırdıkları anlatılır:
“Onların yanına bir takım yardakçılar
koyarız da, geçmişlerini, geleceklerini onlara güzel gösterirler.”
(Fussilet
25)
Allah bu kâfirlere kötü arkadaşlar
musâllat ettiğini anlatıyor. Rabbimiz iyi insanlara iyi arkadaşlar, kötü
insanlara da kötü arkadaşlar nasip ettiğini anlatıyor. Kötü insanlara iyi
arkadaşlar, iyi insanlara da kötü arkadaşlar nasip etmek, Rabbimizin sünnetine
aykırıdır. Bir insan ne kadar sapar, ne kadar günâhlara ve pisliklere batarsa, o
kadar çok kötü arkadaş edinecektir. Hani halk arasında bu adam çok iyi biridir,
ama arkadaşları onu mahvetmiştir diye bir söz vardır ya, âyet-i kerîmeye göre bu
söz yanlıştır. Çünkü adam kendisi bozuldukça, bozuk arkadaşlara meyletmekte ve
onları bulmaktadır. “Pislik pisliği çeker,” denir ya, işte adam kendisi
pislikten hoşlanmaya başladıkça, çevresine pislikler toplanmaya
başlayacaktır.
Âyet-i kerîmede onların buldukları bu
kötü arkadaşların, onlara geçmiş ve geleceklerini güzel gösterdikleri
anlatılmaktadır. Yâni bu arkadaşlar onlara, “sizin geçmişiniz güzeldir,
geçmişinizin güzel olduğu gibi, geleceğiniz de güzeldir. Geçmişiniz gibi
geleceğiniz de parlaktır. Sizin gibisi bulunmaz,” diyerek onları batırdıkça
batırırlar. “Bu dünyada size nasıl nîmetler verilmişse öbür tarafta da aynı
nîmetler size verilecektir. Bu dünyada nîmetlerden mahrum olanlar, öbür tarafta
da bunlardan mahrum olacak ve cehenneme gidecektir,”
derler.
Bu arkadaşları onlara vesveseler verir,
yaptıkları amelleri kendilerine güzel gösterirler. Allah’a, Allah’ın âyetlerine,
Allah’ın sistemine, Allah’ın elçilerine karşı savaş açmaları konusunda onları
teşvik e-derler. Amellerini, yaptıklarını onlara süslü gösterir ve onların
şımarmalarını sağlarlar.
“Muhakkak ki şeytanlar dostlarına vahy
ederler ki, sizinle mücâdele etsinler. Eğer onlara itaat ederseniz mutlaka
sizler de müşriklersinizdir.”
(En’âm 121)
Kötü arkadaşlar da böyledir. Öyleyse
bizler arkadaşlarımızı iyi insanlardan seçelim. Bizi kulluğa çağıranlarla, bizi
kulluğa teşvik edenlerle arkadaşlık yapalım. Bizi günâha çağıranlardan
kesinlikle uzaklaşalım. Allah için birbirimizin bozukluklarını tasvip eder bir
tavır sergilemekten ziyade, birbirimizi uyaralım. Birbirimizin bozuk düzen ve
İslâm dışı tavırlarını yalayıp yutmayalım, onları kabulden yana olmayalım,
birbirimizi uyarıp birbirimize merhamet edelim. Yâni birbirimizin şeytanı
olmayalım, arkadaşlıklarımızda şeytanlık yapmayalım. Değilse, Allah korusun
bizim yanlış davranışlarımız yüzünden, arkadaşlarımız da kendilerini doğru yolda
zannedebilirler. Çünkü bakın, Rabbimiz diyor ki:
37. “Şüphesiz onlar bunları yoldan
alıkorlar, bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar.”
Yoldan saptırırlar. İnsanları
Allah’a gidiş yolundan, cennete gidiş yolundan, kulluk yolundan saptırırlar.
Yolu kaybettirirler. Öyle yollar çıkarırlar ki, insanların karşısına insanlar
kendilerini mühtedi zannederler. Yâni insanlar kendilerinin hak yolda, doğru
yolda olduklarını zannederler. Halbuki onlar çoktan sapıp cehennem yoluna
girmişlerdir.
38,39. “Sonunda Bize gelince arkadaşına:
“Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, sen ne
kötü arkadaş imişsin!” der; pişmanlığın bugün size hiç faydası dokunmaz; zira
haksızlık etmiştiniz, şimdi azapta birleşiniz!”
Sonunda o kişi kıyamet kopup da
hesap kitap için Allah’ın huzuruna gelince, ayılırlar, akılları başlarına gelir.
Ama bir sarhoşun ayılmasından farksızdır bu ayılma. Allah huzurunda ayılır
ayılmaz derler ki: “Ah! Keşke seninle benim aramda doğu ile batı arası kadar bir
mesafe olsaydı! Meğer sen ne kötü bir arkadaşmışsın! Keşke hiç buluşmamış
olsaydık! Keşke hiç tanışmamış, karşılaşmamış olsaydık! Sen ne bedbaht
arkadaşmışsın! Keşke seninle benim aramızda doğu ile batı arasındaki mesafe
kadar bir mesafe olsaydı!”
Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede
iki doğu ifadesi var. Arapça-da buna “tağlîb üslûbu” denir. Bakıyoruz, Kur’an-ı
Kerîmde güneşle aya ikisine birden "kamerân", babayla ananın ikisine birden
"ebevân" yahut “ebeveyn” denmektedir. Öyleyse buradaki iki doğu değil, doğu ile
batı demektir. Yâni doğu ile batı nasıl asla birleşmez, bir araya gel-mezse,
burada onlar da diyorlar ki, “keşke seninle benim aram da asla birleşmeseydi,
birleşmez bir mesafede olsaydı.” Bu hayatta yollarımız hiç kesişmemiş olsaydı
diyorlar.
Cehennemlik kişi kabrinden kalkar
kalkmaz, dünyada sürekli kendisiyle beraber olduğu, sürekli kendisini isyana
teşvik eden, yaptıklarını sürekli kendisine süslü gösteren ve daha çok sapmasını
sağlayan şeytanı hemen yanı başında bulacak. Dünyadaki bu arkadaşı kabrinden
kalkar kalmaz onun elinden tutacak ve Cenâb-ı Hakk’ın her ikisini de cehenneme
sevk edeceği zamana kadar onun elini bırakmayacak. İşte kendisini cehenneme
kadar bırakmayan bu arkadaşına, bu şeytana diyecek ki, “keşke seninle hiç
tanışmamış olsaydım!”
Dünyada iken Rahmân’ın vahyini kapatıp
Kur’an’la diyaloglarını kesip, gerek şeytanın, gerekse iki ayaklı şeytanların
peşine takılıp gidenler, ne büyük bir yanılgı içine düştüklerini kıyamet günü
Allah’ın huzuruna varınca anlayacaklar. Ama bu anlamaları onlara hiçbir fayda
sağlamayacak.
“Size pişmanlığınız hiç bir fayda
sağlamayacak çünkü siz zalimdiniz.! Siz haksızlık yaptınız, Rahmân’ın hakkını
vermediniz! Kitabın hakkını, peygamberin hakkını vermediniz! Siz, olmamanız
gereken yerde oldunuz! Bulunmamanız gereken konumda bulundunuz! Kendinizi kulluk
makamından uzaklaştırdınız! Küfür, şirk ortamında tutarak kendi kendinize
zulmettiniz! Dinlenmesi gereken makamı dinlemeyip, dinlenmemesi gereken makamı
dinlediniz! Rahmân’ın zikrine karşı kör ve sağır kesildiniz! Vahiyle beraber
olmadınız, hayat programınızı vahiyden almadınız! Rahmân’ın sizin için, sizin
cennetiniz, sizin kurtuluşunuz için açtığı rahmet kapısını kapattınız! Şimdi
sizi saptıranlarla beraber tadın Allah’ın azabını! Şunu da bilin ki, azabı bu
arkadaşınızla birlikte tatmış olmanız, yâni azabı onunla paylaşmanız, aynı
azabın içinde olmanız, size hiç bir fayda vermeyecektir!”
"El ile gelen düğün bayram" diye bir
söz vardır. Yâni dünyada bir adamın başına gelen bir musîbetin aynısının aynı
zamanda başkalarının da başına gelmiş olması, onları da aynı durumda görmesi o
kişi için belki bir teselli kaynağı olabilir. Zira dünyada musîbetin
yaygınlaşması, onun tesirini azaltabilir. Ama öbür tarafta bu hiç de böyle
olmayacaktır. Her birinin azabı diğerinin azabını hafifletmeyecektir. Onlara
denecek ki, “siz zaten dünyada da şeytanla ortaklık ediyordunuz. Peygamberlerle,
onun yolunun yolcularıyla değil de, şeytan ve taraftarlarıyla ortaklık
içindeydiniz. Aynı sınıfın üyesi olmaya çalışıyordunuz. Haydi, buyurun
ortaklığınızı cehennemde de sürdürün!”
40. “Ey Muhammed! Sağırlara sen mi
duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi
eriştireceksin?”
Bu tür insanlar karşısında
peygamberi ve peygamber yolunun yolcularını teselli eden bir âyet. “Peygamberim!
Sağırlara sen mi işittireceksin? Körlere sen mi yol göstereceksin? Rahmân olan
Allah’ın, kullarına rahmetinin gereği olarak bahşettiği bu görme, işitme, anlama
gibi hassalarını kullanmak istemeyen, sana ve senin mesajına karşı kör, sağır ve
ölü kesilen bu insanları sen mi yola getireceksin? Sen mi bunları hidâyete
ulaştıracaksın?” Soruyorum size, bu sağırlara işittirebilir misiniz? Bu körlere
gösterebilir misiniz? Mümkün değil. Gözlerini, kulaklarını ve kalplerini
Allah’ın hidâyetine karşı kapatan, kitapla, sünnetle, hakla, hakikatle
ilgilenmek istemeyen bu adamları mümkün değil hidâyete ulaştıramazsın. Bu iş
sana ait bir iş değildir. Bu iş, sadece Allah’ın işidir.
Şunu da asla unutup ümitsizliğe
düşmeyesin ki, bu adamların körlük ve sağırlıkları, kendilerinden
kaynaklanmaktadır. Bunlar aslında kör ve sağır değildir. Ama kendilerinde var
olan bu hassaları kullanmak istememektedirler. Yâni bunlar delillerin
azlığından, âyetlerin azlığından yahut da senin onlara hakkı güzel anlatamamış
olmandan değil, inatlarından yola gelmiyorlar.
O halde, “sen üzülme ey
peygamberim! Ey peygamber yolunun yolcuları, bu adamlar istenilene gelmediler,
gelmiyorlar diye sizler de üzülmeyin. Bu çorak arazilerle uğraşmak ve zaman
öldürmek yerine daha mümbit arazilere yönelin. Zira peygamberin ve peygamber
yolunun yolcularının vazifesi, onlara hidâyet etmek ve zorla onları yola
getirmek değil, sadece onlara anlatıp yol göstermektir, bunu hiçbir zaman
unutmayın.”
41,42. “Seni onlardan uzaklaştırsak bile,
doğrusu Biz kendilerinden öç alırız; yahut onlara vaadettiğimizi sana
gösteririz. Çünkü onlara karşı gücü yetenleriz.”
Bu âyetlerin geldiği dönemi ve o
dönemdeki ortamı düşünüyoruz. Mekke’de Allah’ın bu âyetlerine ve onun elçisine
gönül açmış bir avuç Müslüman vardı. Bu âyetler, başlarında Allah’ın Resûlü
olduğu halde, bu bir avuç Müslümanın işkencelere maruz kaldığı, horlandığı,
dışlandığı, hakaretlere maruz kaldığı ve Mekkeli müşrikler tarafından her yönden
takibe alındıkları bir dönemde geliyordu. Terörün, işkencenin kol gezdiği bir
ortam… Müslümanların bir kaşık suda boğulmak istendikleri bir ortam… Hattâ
Mekkeli müşrikler, gece-gündüz Rasu-lullah’ın vücudunu ortadan kaldırmanın
planlarını yapıyorlardı. Onun vücudunu ortadan kaldırıp, varlığına son
verdikleri zaman rahat bir nefes alabileceklerini, kurtulacaklarını
düşünüyorlardı.
Peki bunun sebebi neydi? Niye
böyle düşünüyordu bu kâfirler? Çünkü yeryüzünde hiç değişmeyen bir yasadır bu.
Tarihin her döneminde, körler görenlerin varlığını bir türlü hazmedemezler.
Sağırlar, işitenleri bir türlü hazmedemezler. Hakikati reddetmiş insanlar, hakka
gönül vermiş insanları bir türlü kabul edemez. Kâfirler, mü'min-lerin varlığına
bir türlü tahammül edemez. “Bu adamlar ortadan kaldırılmalıdır. Bu adamları
yurdumuzdan, vatanımızdan, okullarımızdan, dairelerimizden uzaklaştırılmalı ya
da bu adamlar tümüyle yok edilmelidir.” Hep dertleri budur kâfirlerin.
Mü'minleri yok etmedikçe gözlerine uyku girmez. Tarihin her döneminde bu hiç
değişmemiştir. Çünkü bir toplumda peygamber ve peygamber yolunun yolcuları
kıstastır, denge unsurudur. Onlar varlıklarıyla, hayatlarıyla, yaşantılarıyla
sürekli Allah’ı hatırlatırlar.
Allah buyurur ki, “ey peygamberim!
Senin hayatta kalıp kalma-man, onlar için hiçbir şey değiştirmeyecektir. Seni
yok etmeyi becerseler de, beceremeseler de onlar için bir şey değişmeyecektir.
Eğer sen yaşarsan, onların sana ve senin mesajına karşı gelmelerinin karşılığı
olarak hak ettikleri azabın bizzat hayatta iken onların başlarına geldiğini ve
bizim onlardan nasıl intikam aldığımızı göreceksin. Yok eğer sen bizzat dünya
gözüyle bunu görmeden vefat ettirilirsen, bilesin ki bu onların başlarına
gelecek olanı asla engellemeyecektir.”
Yâni eğer onlardan intikam
almadan önce seni vefat ettirirsek bilesin ve üzülmeyesin ki, sen görmesen de
biz onlardan intikamımızı alırız, alacağız. Ya bundan önce seni öldürürüz yahut
da onlara vaa-dettiğimiz azabı senin hayatında, sana dünya gözüyle gösteririz.
“Peygamberim! Sen bunu kafana takma! Sen bu konuda hiç endişe etme! Bizim buna
gücümüz yeter.”
İbni Abbas Efendimiz der ki,
“Allah bunu Bedir günü peygamberine göstermiştir. Bedir’de kâfirlere vaad ettiği
azabı dünya gözüyle bizzat peygamberine göstermiştir.” Hattâ Allah’ın Resûlü
Kalib-i Bedir denen çukura doldurulan kâfirlerin cesetlerinin üzerinde bir hutbe
îrad ederek şöyle buyurmuştur: "Ey kâfirler! Ben Rabbimin bana vaadini hak
buldum! Siz de Rabbinizin sizin için vaadettiklerini hak buldunuz mu? Nasıl,
doğru muymuş Rabbinizin dedikleri? Buldunuz mu şimdi Rabbinizin azabını? Nasıl?
Yapar mıymış Allah dediklerini? Hani yalan sayıyordunuz bu azabı, şimdi tattınız
mı onu?”
“Peygamberim! Sen hiç üzülme! Öyle de
olsa, böyle de olsa, onlar kesinlikle Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır.”
Halbuki dün de, bugün de kâfirler kendilerini kurtarmaya gelmiş Allah
elçilerini, kendilerinin kurtuluşu için çırpınan peygamber yolunun yolcuları
olan mü'minleri, kendileri için helâk sebebi zannediyorlardı. Çünkü kâfirin
mantığı hep ters işlemektedir. Kâfirin gözü şaşıdır. Hakkı bâtıl, bâtılı hak
görmektedir. Bâtıldan hoşlanıp haktan nefret etmektedir. Halbuki peygamberin
varlığı, bir toplum için en büyük nîmet ve rahmettir. Yeryüzünde mü'minlerin
varlığı, onlar için en büyük nîmettir. Peygamberler, yeryüzünde toplumlar için
rahmettirler. Allah’ın tüm kutlu elçileri, insanlara Allah’ın rahmet kapılarının
açılışı konusunda birer vasıta, birer sebeptirler. Allah, onları toplumlarının
kurtuluşu adına seçmiş, onlara kendi bilgisinden bilgi göndermiş ve onlar
aracılığıyla insanlara rahmetini ulaştırmıştır.
Meselâ bazan koskoca bir toplumda
sadece bir tek kişinin kurtuluşu için şerefli bir Nuh peygamberini 950 sene
tebliğle görevlendirmiştir. Şimdi nasıl oluyor da bu kâfirler kendilerinden bir
tek insanı kurtarabilmek için bu kadar sıkıntılara katlanmış, kendilerinin
kurtuluşu için gelmiş, kendilerinden gelebilecek her türlü sıkıntılara,
yalanlamalara göğüs germiş, kimisi memleketinden sürgün edilmiş, kimisi belinden
testereyle biçilmiş, kimisi değişik işkencelere göğüs germiş bu peygamberlerin
ortadan kaldırılmasını isteyebilmektedirler? Nasıl oluyor da bu insanlar
kendilerinin kurtuluşu, kendilerinin cenneti için gelmiş bir vahyin, bir kitabın
ortadan kaldırılmasını istemektedirler? Nasıl oluyor da böyle bir peygamberin
sünnetini ortadan kaldırmak için çabalıyorlar? Ya da nasıl oluyor da, kendileri
için denge unsuru olan, kendilerinin kendilerine bakarak yanılgı noktalarını
anlayacakları, hayatlarında kıstas olan mü'minlerin ortadan kaldırılmalarını
isteyebilmektedirler? Bunu anlamak, buna hayret etmemek mümkün değildir.
Yeryüzünde vahyin ortadan
kaldırılmasını istemek, yeryüzün
de peygamberin yolunun,
anlayışının, sünnetinin ortadan kaldırılmasını istemek, yeryüzünde varlıkları
rahmet olan mü'minlerin varlıklarının ortadan kaldırılmasını istemek, en büyük
ahmaklık, en büyük aptallıktır ve bunu kâfirlerden başkası da istemez.
43. “Ey Muhammed! Sana vahy olunana sarıl,
sen, şüphesiz doğru yol üzerindesin.”
“Ey peygamberim! Sen sana vahy
ettiğimiz kitaba sımsıkı sarıl, vahiyle beraber ol, hareket noktan vahiy olsun.
Sen vahye sarılıp dosdoğru yoluna devam et, gerisine karışma. Ne olmuş, ne
olacak di-ye kendine dert edinme. Takma bunları kafana. Sağa sola sapma ve
dosdoğru yoluna devam et. Rabbin onlara şimdi mi azap edecek, yoksa onlara daha
sonra mı azap edecek, sen bunlarla ilgilenme.”
Rabbim bu düşmanlarımı ne zaman
helâk edecek? Bu dâvâ yeryüzünde ne zaman yayılacak? Bu dâvâ ne zaman kabul
görecek? İnsanlar ne zaman Müslüman olacaklar? Sen bunları hiç mi hiç dert
edinme. Bunlar senin problemin değildir. Senin için önemli olan, hak üzere
olmak, Allah’ın istediği hayatı yaşamak ve bu mesajı insanlara Allah’ın istediği
biçimde ulaştırmaktır. Sen kul olduğunu unutma ve gerisini bu mesajın, bu dinin
sahibine bırak. Zira O, ne yapacağını çok iyi bilendir. Onlar ne yaparlarsa
yapsınlar, ne derlerse desinler, nasıl hareket ederlerse etsinler, sen yoluna
devam et, çünkü sen dos-doğru bir yol üzerindesin. Sen bu yolda yürüdüğün, sana
vahy edilen kitaba sımsıkı sarıldığın sürece, onların sana yapabilecekleri
hiçbir şey yoktur.
Rabbimiz, peygamberine kitabına sımsıkı
sarılmasını emrediyor. Öyleyse peygamber yolunun yolcuları olarak biz de, kitaba
sımsıkı sarılacak ve sırat-ı müstakimde yürümeye devam edeceğiz. Böyle olduğumuz
sürece hiç korkmayacağız. Rabbimiz, peygamberi adına ve bizim adımıza tüm
düşmanlarımıza yetecektir.
44. “Doğrusu bu Kur’an sana ve ümmetine
bir zikirdir, ondan sorumlu tutulacaksınız.”
Şüphesiz ki bu Kur’an, senin için
de, kavmin için de bir zikirdir. Bu Kur’an, senin için de, kavmin için de bir
şereftir. Kur’an, en büyük şeref kaynağıdır. İnsanlar da bu kitaptan haberdar
oldukları ölçüde şan ve şeref sahibidirler. Kur’an’dan bir sûre bilen kişi, bir
sûrelik şeref sahibi, on sûre bilen de on sûrelik şeref sahibidir.
Allah’ın yeryüzünde kullarından birini
elçi seçip kullarının hayatına karışması konusunda, yeryüzündeki kullarına vahiy
ulaştırması konusunda onu odak nokta yapması, onunla konuşması şereflerin en
büyüğüdür. Peygamber adına bunun en büyük şeref olması yanında, aynı zamanda o
peygamberin toplumu için de en büyük şereftir. O toplumun içinden bir peygamber
seçiliyor ve o toplumun diliyle onlara hitap ediliyor. İşte bu, hem o peygamber,
hem de o peygamberin toplumu için en büyük şereftir. Aynı zamanda kıyamete kadar
o kitapla meşgul olan, o kitaptan haberdar olan herkes için en büyük şereftir.
Enbiyâ sûresi bunu şöyle anlatır:
“Andolsun ki, size şerefiniz ve öğüt veren bir
Kitab indirdik; akletmiyor musunuz?”
Kitap, peygamber için de, kavmi
için de şereftir, peygamber için de, ümmeti için de zikirdir. Dikkat ederseniz,
Rabbimiz peygamberle ümmetini bir tutuyor. Yâni Peygamber için tavsiye edilen
şey, ümmeti için de geçerlidir. Peygamberi cennete ulaştıracak olan, peygamberi
cehennemden kurtaracak olan şey, aynı zamanda ümmeti için de geçerlidir.
Peygamberimiz, bu kitabı bir zikir kabul etmiş ve kendisine vahy olunan bu
kitabın tamamına iman edip yaşamıştır. Öy-leyse, biz de onun gibi olmalıyız. Biz
de, bizim için zikir olan bu kitabın tümüne iman edip, tümünü yaşamanın
kavgasını vermek zorundayız.
Peygamber’in (a.s) özel olarak
Kur’an’da istisna edildiği hususlar çok azdır. Dörtten fazla kadınla evlenmesi
gibi... Ama şunu da unutmayalım ki, onun bizden farklı istisnaî görevleri de
vardır. Yâni Rabbimizin ona özgü yüklediği yükler de vardır. Meselâ bize farz
olmadığı halde, gece kalkıp ayaklarının altı şişinceye kadar namaz kılıyor ve
Kur’an okuyordu. Yine Rasûlullah’ın savm-ı visa l orucu gibi, hiç iftar etmeden
sürekli oruç tuttuğu oluyordu.
Bu Kur’an, hem Peygamber (a.s) için,
hem de bizim için zikirdir, zikradır, tezkiradır. Yâni kulaklara küpe olması
gereken, akılların en üst köşesine yazılıp hiç unutulmaması ve sürekli
hafızalarda canlı tutulması, hayatın kendisiyle düzenlenmesi gereken bir
tezkiradır. Âyetin sonunda Rabbimiz buyurur ki:
”Ey peygamberim, muhakkak ki sen de,
ümmetin de bu kitaptan sorulacaksınız. Sorgunuz bu kitaptan, hesabınız bu
kitaptan olacaktır. Bu kitabı zikir ve zikra kabul edip etmediğinizden, bu
kitabı hayat kitabı kabul edip etmediğinizden, hayatınızı bu kitapla düzenleyip
düzenlemediğinizden, hayat programınızı bu kitaptan alıp almadığınızdan, bu
kitaba göre yaşayıp yaşamadığınızdan sorulacaksınız. İ-manlarınızı,
amellerinizi, kavillerinizi, düşüncelerinizi, sevgilerinizi nefretlerinizi,
hukukunuzu, eğitiminizi bu kitaba dayandırıp dayandırmadığınızdan
sorulacaksınız.” Peygamber de bu kitaptan hesaba çekilecek, bizler de. Peygamber
de bu kitabı yaşadığı için cennete gidecek, bizler de bu kitapla beraber
olduğumuz ve onun istediği hayatı yaşadığımız için cennete gideceğiz. Bunun
başka bir yolu da yoktur. Kitabı, sünneti tanımadan, kitabın ve peygamberin
gösterdiği yoldan gitmeden cennetin bulunması kesinlikle mümkün
değildir.
45. “Ey Muhammed! Senden önce
gönderdiğimiz peygamberlere sor, Biz, Rahmân olan Allah’tan başka, kulluk
edilecek tanrılar meşrû kılmış mıyız?”
”Ey peygamberim! Ey peygamber
yolunun yolcuları! Eğer Rabbinizden size gelen bu kitap konusunda, bu kitabın
sizden istediği tevhid konusunda, şu anda bu kitabın pratiği olarak üzerinde
yürüdüğünüz sırat-ı müstakim konusunda, Allah’ın sana ve senin şahsında ümmetine
indirdiği bu vahiy ve bu vahyin sizden istediği hayat konusunda bir şüpheniz
varsa, haydi senden önceki peygamberlere ve onların kitaplarına sor. Sor bakalım
onlara, Allah’tan başkalarına kulluğa çağırmış hiçbir peygamber var mı onların
içinde? Mesele, peygamberin bu konuda bir şüphesinin varlığı ya da bu şüphesini
onlarla gidermek değildi. Mesele, bu işin, Yunus sûresi 94. âyet-i kerimesinde
anlatıldığı gibi tarih içinde olmadığını anlatmak içindir.
Peygamberlerin hiçbirisi Allah’tan
başkalarına kulluğa çağırmamıştır. Tüm peygamberler, tevhid inancında
birleşmişlerdir. Peygamberlerin hayatlarını incelediğimiz zaman, onların
hayatlarında tek İlâhın Allah olduğunu, insanlığı “La İlâhe illallah” esasına
çağırdıklarını görürüz. Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak,
hayata hakim olan ilâh yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat
programı program kabul edilecek varlık yoktur. Zaten tarih boyunca en büyük
problem, işte burada çıkmıştır.
Tarih boyunca en büyük problem,
sadece Allah’a kulluk etmek, sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hakim olarak
sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse, Allah’a da ibadet
konusunda hiç problem çıkmamıştır. Yâni ilâhlardan bir İlâh olarak Allah’a da
kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki ilâhlar yanında Allah’a da kulluğa kimse
ses çıkarmamıştır. Yâni göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin
yaratıcısı olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici,
öldüren, yaratan, yaşatan bir İlâh olarak herkes O’nu kabul etmiştir. Ama
inandığınız bu Allah kendisinden başka İlâh olmayandır, bu Allah hayata karışan
ve kendisinden başka hayata karışıcı olmayandır, insanların kulluk programlarını
belirleyendir ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır. Boyunlarınızdaki
kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi
gerekendir.
Yâni, “bu Allah, kendisinden
başka Rabb, Melik, İlâh olmayan-dır,” dendiği zaman, işte kavga burada
başlamıştır. Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri
bu Allah’ı, insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır.
“İlâh olarak Allah’ı kabul edelim ama, tek İlâh olarak asla kabul etmeyiz,”
diyorlar. “ilâh-lardan birisi olarak onu da dinleyelim, ilâhlardan birisi olarak
ona da kulluk yapalım ama, tek İlâh olarak sadece O’na kulluğa hayır,”
diyor-lar. “Çünkü bizim hayatımıza karışacak başka ilâhlarımız da var.
Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka rabblerimiz de var. Bizim Allah’tan
başka hukuk tanrılarımız, eğitim, şifa, siyaset tanrılarımız da var. Tamam, bu
tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim, ama öteki tanrılarımızı da
dinlemek zorundayız,” diyorlar.
Aslında bu iddiaların altında,
Allah’a kulluktan kurtulup kendi keyiflerince bildikleri gibi bir hayat yaşama
arzuları yatmaktadır. Ya da şöyle ifade edelim: Bunlar, Allah’a kulluktan
kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınmak istiyorlar.
Keyiflerinin istediği gibi, sorumsuz ve sınırsızca bir hayat yaşamak istiyorlar.
Bakıyoruz, bu adamlar, Allah’tan başka kendilerinin İlâhları olduklarını iddia
ettikleri kimseleri de kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini, istedikleri gibi
yönlendirebileceklerini bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine, bizi şöyle
şöyle idare ederseniz sizi seçeriz, değilse sizi seçmeyiz, diyebildikleri için
seçiyorlar. Bizden şunları şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar
altına almayacaksınız! Bizden namaz, zekat, tesettür gibi ağır sorumluluklar
istemeyeceksiniz! İçki, kumar, fâiz, zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri
bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir hayat sağlayacaksınız!
Biz ne istersek, nasıl bir hayata razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bizim
istediğimiz kanunları çıkarır, bizim istediğimiz hayatı hazırlarsanız, Rabb
olarak, İlâh olarak biz de sizleri seçeriz, diyebildikleri için onları
seçiyorlar. Onları yönlendirebilecekleri, şartlandırabilecekleri için onları
seçiyorlar.
Allah’a bunu diyemeyecekleri,
Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için, Allah’ı Rabb kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına ve kafalarına göre ayarlamak ve
düzenlemek istedikleri için, yâni kendi kendilerine, şehvetlerine tapınmak
istedikleri için, hayatlarından Allah’ı diskalifiye etmek istiyorlar. “Tamam,
ilâhlardan bir İlâh olarak Allah’ı da dinleyelim. Meselâ hayatımızın ibadet
bölümünde. Ama öteki bölümlerinde biraz nefes alabilmek için Allah’tan
başkalarını da dinleyelim,” diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı parçalamak,
hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını dinlemek
şirktir. Halbuki tevhid, kişinin hayatının tümünde Allah’a teslim
olmasıdır.
46. “Andolsun ki, Biz Musâ’yı
mûcizelerimizle Firavun’a ve erkânına göndermiştik, “Şüphesiz ben, âlemlerin
Rabbinin elçisiyim,” demişti.”
İşte buraya kadar anlatılanlara
bir örnek. Sanki Rabbimiz: Siz bilirsiniz, isterseniz Allah’ın kitabıyla diyalog
kurmadan yaşayın. İsterseniz Allah’ın âyetleriyle savaşa tutuşun. İsterseniz
Allah’ın âyetlerinden habersiz, bildiğiniz gibi bir hayat yaşayın. Toplumda
Allah’ın âyetlerini ve Allah’ın elçilerini öldürmeye kalkışın. İsterseniz
Allah’ın kitabının dışında kendinize şeref arayıp, başkalarının hayat
programlarını uygulayın. İsterseniz tarih boyunca tüm peygamberlerin üzerinde
ic-ma ettikleri tevhidi bırakıp, müşrikçe bir hayatın adamı olun. Allah’a kafa
tutarak, onun istemediği bir hayat programı yaşayın. Ama şunu hiçbir zaman
hatırınızdan çıkarmayın ki, Allah’la savaşa tutuşanların tamamı helâk olmuştur.
Allah’ın elçilerini ve o elçilerin getirdiği mesajın önünü kesmeye çalışanların
tamamı, dünyada rezil rüsva olmanın yanında, âhirette de en acımasız cehennemi
boylamışlardır. İşte size bir örnek:
“Biz Musâ’yı, âyetlerimizle Firavun’a
ve onun toplumuna göndermiştik.” Mele’, toplumda göz dolduran, cep dolduran ve
ileri gelen kalbur üstü adamlar demektir. Ekonomik kurmaylar, parasal kurmaylar,
rütbe ve makam kurmayları demektir. Allah diyor ki, biz Musâ’yı âyetlerimizle
bunlara gönderdik. Âsâ âyeti, yed-i beyzâ âyeti gibi âyetlerle gönderdik. Onlara
peygamber göndererek bir fırsat tanımıştık. Hangi topluma bir elçi
gönderilmişse, mutlaka o topluma bir dönüş fırsatı, bir tevbe imkânı tanınmış
demektir. O peygamber onlara dedi ki: “Ben Âlemlerin Rabbinin elçisiyim.” Yâni
gelir gelmez kendisinin resul, elçi olduğunu ve getirdiği bu mesajın Allah’tan
olduğunu beyan buyurdu. Kendisini ve kendisini görevlendiren makamı onlara
tanıttı. Dedi ki, “ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Yâni ben sadece Mısır’ın,
sadece dünyanın değil, tüm âlemler üzerinde Rabb ve hükümran olan bir Allah’ın
elçisiyim. Beni, size sizin kurtuluşunuz için, sizin dünyada mutluluğunuz ve
âhirette de cennet bulmanız için âlemlerin Rabbi gönderdi.”
47. “Onlara mûcizelerimizi getirdiği
zaman, bunlara gülüvermişlerdi.”
Kendilerini üstün bir konumda
peygamberi de alçak bir konumda görerek gülüvermişler, Allah elçisini alaya
almışlardı. İşte bir peygamber ve işte onu alaya alan bir mele’ grubu. Tarih
boyunca bu hep böyle olmuştur. Tarih boyunca tüm Firavunlar ve Firavun’un
sistemini ayakta tutmaya çalışan mele’ grubunun tamamının yaptığı iş budur.
Allah’ın âyetlerini ve Allah’ın elçilerini alaya almak ve onlarla dalga geçmek…
Allah’ın hak elçilerinin kendilerine getirdikleri âyetleri dinleyip, onlar
üzerinde düşünmek ve bir karara varmak yerine, düşünüp taşındıktan sonra onları
kabullenmek veya bir delille onları reddetmek yerine, alaya alarak gülüp
geçiyorlar. Neden? Çünkü sepetleri boştur adamların. Dağarcıklarında, onu
değerlendirecek sermayeleri yoktur. Kafalarının içi bomboştur. Bütün sermayeleri
sadece gülmek ve alaya alarak reddetmektir. Tek yapabilecekleri şey alay et-mek,
tekzip etmek, yalanlamak, karşı çıkmak, susturmak, asmak, kesmek, tehditler
savurmaktır. Her devirde bu böyledir.
Her devirde Firavun gibilerin ve
Firavun’un sistemini ayakta tutmaya çalışan mele’ grubunun karakteri budur işte.
Halbuki herhangi bir kimseden bir söz duyulunca onu dinlemek, anlamaya
çalıştıktan sonra ya kabullenmek ya da delilleriyle reddetmek gerekmektedir. Ama
onlar böyle yapmıyorlar. Onu dinlemeye bile tahammül edemi-yorlar. Akıllarına,
kalplerine ve vicdanlarına baskı uyguluyorlar. Vicdanlarının sesinden önce gülüp
geçiyorlar ki küfürlerini sürdürsünler.
48. “Onlara gösterdiğimiz her mûcize
diğerinden daha büyüktü; doğru yola dönmeleri için onları azaba
uğrattık.”
“Onlar, akılları başlarına gelsin
de hakkı anlasınlar diye, peygamberi ve misyonunu, peygamberi ve onun
kendilerine getirdiği mesajı kabullensinler ve bize kulluk etsinler diye onlara
her biri diğerinden daha büyük mûcizeler gösterdik,” diyor Rabbimiz. Buradaki
büyüklük-küçüklük Allah’ın zatı açısından değil, insanların o âyetler karşısında
etkilenmeleri açısındandır. Değilse, Allah için büyük-küçük diye bir şey söz
konusu değildir. En büyüklerini de, en küçüklerini de Rabbimiz “ol” dedi mi,
oluverir. Bundan şüphemiz yoktur. Bu âyetlerden bir sonrakinin bir öncekisine
göre büyüklüğü, her sonrakinin bir öncekine nazaran onlar üzerinde daha etkili
olması demektir. Çünkü bir sonra gelen mûcize, aynı zamanda bir öncekinin
tesirini de üzerlerinde taşıdıkları için daha etkili
olmalıydı.
Meselâ bir âsâ mûcizesi, bir yed-i
beyzâ âyeti, sarayda belli sayıda bulunanları etkilerken, bir tufan mûcizesi,
tüm ülke insanını etkilemiştir. İnsanlar uyansınlar diye, biri etkili olmazsa
ötekisi etkili olsun diye peş peşe âyetler gönderdi Allah. Kurbağa, çekirge,
tahıl biti ve kan gibi âyetleri peş peşe gönderdi Rabbimiz. Sebep, onların
Rablerinin gücünü, kudretini tanıyıp O’na ve elçisine iman etmelerini
sağlamaktı. Yani onlara dünyada kurtuluşu ve cennet yolunu göstermek
içindi.
Şu anda bizlere de Rabbimizin bu tür
uyarıları peş peşe gelmektedir. Bizi adam etmek için de Rabbimiz sürekli
uyarılarda bulunmaktadır. Allah’ın yaptığı her işte bir hikmet vardır. “Belki
dönerler diye bunu yaptık,” diyor. Yâni Rabbimiz bizi hep kullukta tutmak
istiyor, bizi hep cennet yolunda tutmak, kötü yollardan, cehennem yolundan
döndürmek istiyor. Bakın onlara her bir âyet geldikçe:
49. “Ey Sihirbaz! Sana verdiği ahde
göre Rabbine bizim için yalvar da doğru yola erişelim”
dediler.”
Allah o topluma akılları başlarına
gelsin diye tufan gönderdi. Mahvoldular, kahroldular ve Allah’ın elçisi Hz.
Musâ’ya gelip: “Ey Musâ! Allah’la aranızdaki ahid hatırına, ya da seninle bizim
aramızdaki ilişki hatırına Rabbine bir dua ediver de, Rabbin şu belâyı
üzerimizden kaldırsın, biz de o zaman senin getirdiğin hidâyet hediyesini kabul
edelim. Biz de Müslüman olalım,” dediler.
Dikkat ederseniz, “Allah’la
aranızdaki ahit hatırına bir dua ediver,” diyorlar. Yâni bu adamlar Hz. Musâ
(a.s) ile Allah arasında bir ri-salet ahdi olduğunu, Allah’ın elçisi Hz.
Musâ’nın (a.s) Allah katında mümtaz bir yerinin bir değerinin olduğunu
biliyorlardı. Allah’la elçileri arasında bir misa k, bir ahid vardı. Bu adamlar
aslında Allah fikrine ve peygamber düşüncesine yabancı değillerdi. Allah’ın ne
olduğunu, peygamberin kim olduğunu, ne için geldiğini, kim tarafından
görevlendirildiğini biliyorlardı. Allah’la elçileri arasında bambaşka bir bağ
ol-duğunu bilen bu insanlar, ondan bu bağ hatırına dua etmesini istiyorlardı.
Anlıyoruz ki, bu insanlar
Allah’ın gücünü de, kudretini de biliyorlar. Başlarına gelen bu belâların O’ndan
geldiğini ve sadece yine O’nun kaldırabileceğini de biliyorlar. Bu konuda dua
edilecek makamı, duası istenecek makamı da biliyorlar. Allah’a gerçek kulluk
yapan birisinden dua etmesini istiyorlar. Yâni her şeyi
biliyorlar.
Allah’ın elçisinin yanına geliyor ve
diyorlar ki: “Ey sihirbaz! Bizim için Rabbine bir dua ediver de, şu belâyı bizim
başımızdan kaldırsın. Biz de sana ve senin Rabbine iman edelim ve hidâyette
olalım.” Hz. Musâ Cenâb-ı Hakk’a dua eder, Allah onların üzerinden bu belâyı
kaldırır ama onlar verdikleri sözü unutup yan çiziverirler. İnsanların genel
karakteridir bu. Başlarına bir belâ gelince, bir sıkıntı içine düşünce, “aman
aman” derler ama bu belâyı Allah savuşturunca, hemen yan çiziverirler.
Bakıyoruz, insanlar bugün de böyle yapıyorlar. Başları dara gelince bugünküler
de hemen Allah’la arası iyi olan hocalara hacılara koşuyorlar. Siz nerdesiniz
yahu! Siz kendiniz nerdesiniz! Bu dinin öteki bölümleri sizi ilgilendirmiyor mu?
Firavun durumuna düşünce mi Allah’ı hatırlıyorsunuz? Başınız daralınca mı
Allah’ı hatırlıyorsunuz?
Hz. Musâ Allah’a dua etti ve
Allah onların başından bu belâyı kaldırdı ama bu adamlar Allah’a ve Musâ’ya
(a.s) verdikleri sözü unutuverdiler. Yine eski küflerine, eski şirklerine devam
ettiler.
Sonra Allah onların üzerine kurbağa
yağdırır. Evlerinin içi, yiyecekleri ve tüm hayatları kurbağa ile dolup da
perişan bir hale gelince, yine gelip Hz. Musâ’dan Rabbine dua etmesini isterler.
Hz. Musâ dua eder, Allah bu belâyı da kaldırır ama onlar yine iman etmezler,
yine yola gelmezler. Sonra Rabbimiz onların üzerlerine çekirgeler sürüsünü
gönderir. Tarlalarındaki mahsulleri çekirgeler sürüsünün istilasına uğrayınca,
yine Hz. Musâ’nın dua etmesini isterler. Hz. Musâ du-a eder ve Allah onu da
kaldırır. “Eh, zaten eskiden de bu tür şeyler ol-muştur, olağan şeylerdir
bunlar,” diyerek yine yan çizerler. Musâ’nın (a.s) duasının sonunda
tarlalarından kaldırdıkları ürünleri ambarlarına doldururlar. “Tamam, artık
ürünlerimizi garantiye aldık,” diye sevinip dururlarken, Rabbimiz onlara bit
gönderir. Öyle ki, tüm vücutları, tüm yatak ve yorganları, tüm ambarları ürünün
defterini düren bitlerle doluverir. Musâ (a.s) yine dua eder ve Allah onu da
kaldırır.
Arkasından onlara kan gönderir
Rabbimiz. Her şeyleri kan olur. Ekmeğe el atarlar kan, suya el atarlar kan, tüm
yiyecek ve içecekleri kan haline geliverir. Fakat işin garibi, bütün bu gelenler
Mısır’da yaşayan Firavun oğullarına geliyordu. Aynı şehirde yaşayan İsrâil
oğullarına hiçbir şey olmuyordu. İsrâil oğulları bunların hiçbirisinden
et-kilenmiyordu.
Hattâ rivâyetlere göre, Firavun
oğullarından olan birileri suyu ağzına götürüyor, kan olduğunu görüyordu. Sonra
yanındaki İsrâil-oğullu kölesine veriyor, su oluyordu. Kölesinin ağzından emmeye
çalışıyor, onun ağzından berikisinin ağzına dökülürken yine kan haline
geliyordu. İşte Rabbimiz adam olsunlar diye peş peşe biri öncekinden daha etkili
mûcizeler gönderdi ama bu adamlar yine adam olmayınca, bütün bu imtihanlar yine
de onların akıllarını başlarına getirmeyince, sonunda helâki hak etmiş oldular.
Allah bize de bazen böyle bir şeyler gönderir ama yine de Allah’ın istediğine
gelmemeye diretirsek, bilelim ki bizim defterimizi de dürüverir. Bütün bunlar
geldikçe:
50.
“Ama azabı ülkelerinden kaldırdığımızda hemen sözlerinden
döndüler.”
Her defasında söz verdiler ama
sözlerinden döndüler. Onların bu sözlerinden döneceklerini bile bile Rabbimiz
rahmeti gereği yine de onların üzerlerinden belâlarını
kaldırıyordu.
51. “Firavun, milletine şöyle seslendi:
“Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil
mi? Görmüyor musunuz?”
Bütün bunlar karşısında adam
olmayan Firavun şöyle seslendi: “Ey kavmim! Mısır mülkü benim değil mi? Mülk
benim değil mi? Şu ırmaklar, şu akıp giden Nil de benim taht-ı tasarrufumda
değil mi? Siz hiç düşünmüyor musunuz?”
Firavun, kendi yanlışına kendi
sapıklığına insanları da ortak etmek istiyordu. Mısır’ı kendisinin yarattığını
söylemiyordu ama, kendisinin mülkün sahibi olduğunu söylüyordu. Kendisini mülkün
sahibi görüyor, Hz. Musâ’yı da gariban birisi görerek küçümsüyordu. Hz.
Musâ’nın, Mısır’ın bir mahallesinde belki çocuklarıyla birlikte yaşadığı küçücük
bir evi veya annesinin evi vardı. Firavun ise Musa’ya göre güçlüydü, egemenlik
sahibiydi. Allah’ın kendisine verdiği bu imkânlarla Allah’a hamd etmesi
gerekirken, onlarla insanlara Rabblik taslamaya çalışıyordu. Bakın Musâ’yı
küçük, kendisini büyük görerek şöyle diyor:
52. “Yahut ben zavallı ve neredeyse
konuşamayan bu kimseden daha üstün değil miyim?”
“Söyleyin bana! Dikkatli bakın!
Şu psikopat, şu ne dediği belli olmayan, ne dediğini bilmeyen, ne dediği
anlaşılmayan şu adam mı daha üstün, yoksa ben mi daha üstünüm? Şu ne dediği
anlaşılmayan adam. Yâni bu bizim dünyamızdan konuşmuyor. Operadan, baleden,
müzikten, sanattan, marktan, dolardan, A.B.D’den, Avrupa’dan, A.E.T den I.M.F’den, ekonomik düzenlemelerden söz
etmiyor bu adam. Bu bizim dilimizden, bizim dünyamızdan konuşmayan, bizim
anlayamayacağımız dilden konuşan bu adam mı üstün yoksa ben mi üstünüm? Bunu
hâlâ anlayamadınız mı?” diyordu.
Evet, Firavun, anlamak istemediği
için, Musa hakkında “ne de-diği anlaşılmayan adam” diyordu. Şimdi de öyle değil
mi? Birilerine Allah’ın kitabından bir şeyler anlatmaya çalışıyorsunuz ama
adamın dünyası faklı olduğu için, istediği ve beklediği telden çalmadı diye
din-lemiyor. Anlamak ve dinlemek istemiyorlar.
Bir de Allah korusun, “biz kim,
peygamberin sünnetini, Peygamber Efendimizin hadislerini anlamak kim?” diyenler
de, onun anlaşılmaz şeyler söylediğini iddia edenler de böyle değil mi? Bu
gereksiz ürkeklikleri sebebiyle, hadis kitaplarının arasında Peygamberi
bek-letenler de öyle mi, orasını bilmiyorum Allah korusun. Öyle değil mi? Sanki
Allah anlaşılmaz söz söylüyor. Sanki peygamber aleyhisselâm anlaşılmaz söz
söylüyor. Sanki ben ya da bir başkası dini Allah’tan daha güzel anlatıyor.
İnsanların yazıp çizdiklerine yöneliyorlar da Allah ve resûlünün sözlerine
yönelmiyorlar. Allah için söyleyin insanların kitap ve sünnete karşı
takındıkları bu olumsuz tavır Firavun’un tavrına benzemiyor mu?
53. “Ona altın bilezikler verilmeli
veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil mi?”
Sözü dinlenecek kişinin
altınları, gümüşleri olan bir zengin yada orduları, aveneleri olan güçlü birisi
olması gerekmez mi? Hani bu adamın ne altınları, ne bilezikleri, ne arabası, ne
hanı, hamamı, ne de yanında, kapısında bağlı askerleri var. Malı yok, mülkü yok
ve de rütbesi yok diyordu. Yâni bu gerçekten sözü dinlenecek birisi olsaydı,
yanında ona hizmet eden melekleri, ordusu, avenesi olmalı değil miydi? İşte
Firavun’un ve Firavun sisteminin, imam olacak, lider olacak, sözü dinlenecek
kimselerde aradıkları özellikler bunlardır. Onun malı yok, mülkü yok, sadece
sade bir kul.
Yâni o kendileri gibi halkın
malını sömürüp elbise diye sırtına giymemiş, halkın servetini sömürüp,
köşklerine yatırmamış bir elçiydi. Halbuki insan bunlarla insan değildi.
Parayla, pulla, makamla, altınla, gümüşle insan insan değildi. İnsan kalbinde
taşıdığı yüce değerlerle insandı. İnsan, imanıyla, kulluğuyla, Rabbine
teslimiyetiyle ve takvasıyla insandı. Allah katında insan budur ve değerli olan
da budur. Elinde bu açıdan hiçbir değeri olmayan birisi, yâni bu sayılanlara
sahip olmayan birisi, tüm şehirler onun olsa bile, en yüce makamlara gelmiş olsa
bile hiçbir değer ifade etmeyecektir.
Hani, “ciğeri beş para etmez”
derler ya, işte böyle birisinin ciğeri beş para etmeyecektir. Ama Firavunlar
bunlara sahip olmadıkları için, bu değer yargılarını değiştirip bu değerlere
sahip olanları küçük, kendilerini de büyük görmeye çalışmaktadırlar.
54.
“Firavun, milletini küçümsedi ama, onlar kendisine yine de itaat ettiler.
Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir milletti.”
Allah’ın elçisine karşı takındığı
bu tavırlarıyla, Firavun, kavmini, toplumunu, çevresindekileri küçümsedi ve
onların düşüncelerine inanışlarına ve değer yargılarına ipotek koydu. “Siz de
böyle inanacaksınız! Siz de böyle benim gibi düşüneceksiniz!” diyerek onları
ken-disi gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorlayarak, kendi anlayışını
zorla onlara empoze ederek onları küçümsedi. “Sizler beni dinlemek zorundasınız.
Benim dediklerimin dışına çıkmamak zorundasınız. Sizin nasıl düşüneceğinizi,
nasıl inanacağınızı ben bilirim! Nasıl giyineceğinizi ben belirlerim! Nasıl
yaşayacağınızı ben bilirim! Siz bilmezsiniz! Siz anlamazsınız!” diyerek kavmini
küçümsedi, onları aptal yerine koydu. Onlar da kendilerini küçümseyen bu zorbaya
itaat ettiler de kendilerine değer vermek için gelmiş Allah elçisine değer
vermediler.
Şimdi de öyle değil mi? “Sizler
anlamazsınız! Sizler bilmezsiniz! Sizler bizi dinlemek zorundasınız! Eğer okulu
bitirmek, diploma almak, dükkan açmak, bakan, dekan, müdür, doçent, sanayici
olmak istiyorsanız, benim dediğimi yapacak ve benim sözümden çıkmayacaksınız.
Şöyle şöyle davranmadan, şunları şunları yapmadan, bunları yapamazsınız,”
diyerek şu anda bu Müslümanlarla alay eden, tüm vatandaşlarla alay edenler,
onların her tür özgürlüklerine ipotekler koyanlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı?
Veya sizler bizim istediğimiz
şekilde inanmak, bizim istediğimiz gibi giyinmek, bizim istediğimiz gibi yaşamak
zorundasınız diye insanların inanç özgürlüklerine ipotek koyanlar, tek tip ama
kendi istedikleri tip insan yetiştirmeye soyunanlar da insanları
küçümsemiyor-lar mı bugün? Ama Allah diyor ki:
“Onlar, o Firavun’un kavmi, onun
çevresindekiler buna rağmen o Firavun’a itaat ettiler, ses çıkarmadılar, ona
boyun köstüler de fâsıklardan oldular.” Ya da onlar aslında fâsıktılar da,
Firavun’a itaat ederek fâsıklıklarını ortaya koydular. Gönüllü teslim oldular
ona. Zaten zalimin yanı başında ona koltuk değnekliği yapan mazlum olmasa, zalim
asla ayakta duramaz. Zalimin varlığı, mazlumun varlığına bağlıdır. Zalimin
hayatını sürdüren, mazlumun varlığıdır. Mazlum, mazlum olarak var olmasa, mazlum
olarak yaşamaya son verse, tüm Firavunlar ve zalimlerin işi
bitecektir.
Evet ey Müslümanlar! Bilesiniz ki bugün
sizleri de tahkir edecekler. Sizleri de küçük görecekler. Makamınız, mevkiiniz,
paranız, pulunuz yok diye, dünyanın kulu-kölesi olmadınız diye sizi de
aşağılayacaklar. Kendi değer yargılarıyla, makamlarıyla, mevkileriyle, paraları
ve pullarıyla sizin üzerinizde de saltanat kurmak isteyenler olacak. Sakın ola
ki bu adamların bu tavırlarına boyun bükmeyin. Mü’min iseniz, en üstün sizsiniz,
bunu asla unutmayın. İzzet ve şeref bu dünyalık şeylerde değil, imandadır. İzzet
ve şeref, iman edip salih ameller işleyenlerdedir. Bakın Beyyine sûresi bunu çok
hoş anlatır:
“Fakat, inanıp salih ameller
işleyenler, işte onlar da, yaratıkların en iyileridirler.”
(Beyyine 7)
İman edip salih amel işleyenlerin,
varlıkların en hayırlısı olduğunu anlatan Rabbimiz, iman ve salih amelden yoksun
olanların da yaratıkların en şerlileri olduğunu anlatır. Allah’a inanmayanlar
salih ameller işlemeyenler ne kadar da ekonomik güçleri olursa olsun, mahlukâtın
en şerlileridir. Bunu asla hatırınızdan çıkarmayın. İtibarın, Allah’a teslimiyet
olduğunu unutmayın. Eğer sizler de onların değer yargılarını kabullenir, onların
üstün, şerefli olduklarını kabul eder ve onlara boyun bükerseniz, siz de
fâsıklardan olursunuz. O zaman da onlar sizin üzerinizde büyürler, sizin
üzerinizde Rableşirler. Siz fâ-sıklaşır ve onları Kahhâr makamında görmeye
başlarsanız, onlar da sizin üzerinizde kahr-u galebelerini artırırlar. Bakın
ifade aynen öyledir:
Onlar fâsıktılar, onlar bozuktular.
Buna göre diyoruz ki, eğer bizde bir takım fısk özellikleri, bir takım
bozulmalar gerçekleşirse, o zaman Firavunların bu gövde gösterileri bizim
üzerimizde de etkili olmaya başlayacaktır. O zaman biz de onlara itaat etmek ve
boyun bükmek zorunda kalacağız. O zaman tıpkı Firavun’un toplumu gibi
hayatımızda Allah’a yer vermekle beraber onlara da yer vererek müşrik duruma
düşmek zorunda kalacağız. Ama biz, bizdeki bozuklukları, bizdeki fıskları
ortadan kaldırma çabası içine girersek, Rabbimiz bize hidâyet edecek ve bizi
Firavunlara kul köle olmaktan kurtaracaktır. Allah yardımcımız olsun...
55. “Böylece Bizi öfkelendirince
onlardan öç aldık, hepsini suda boğduk.”
Evet, yıllar böyle geçti. Onlara
çok çeşitli âyetler geldi. Her biri diğerinden etkili uyarılar kapılarını çaldı.
Allah türlü türlü fırsatlar yarattı onlar için. Uzun süre dönüş imkanı lütfetti.
Rabbimizin rahmeti çok geniştir. Dikkat ederseniz, bu sûrede Rabbimizin rahmeti
çok geçti. Hep rahmet kapıları açtı Rabbimiz onlara. Ama onlar, kendilerine
açılan tüm rahmet kapılarını kapattılar. Bu rahmetten istifade etmesini
bilemediler.
İşte böyle, Allah uyarır ama onlar yine
de anlamaz ve Allah’ı gazaplandırırlarsa, Allah da onlardan öç alarak işlerini
bitiriverir. Onları boğuverir. Hayatlarını, programlarını, gidişlerini
boğuverir. Allah, onları suda boğuverdi. Aslında su, Rabbimizin rahmetlerinden
birisidir. Rahmet olan su, kendisine Allah’ın yüklediği yasa değişince böyle
azap oluveriyor. Hayat için yaratılan su, bir anda helâk sebebi oluveriyor.
Allah onların tümünü suda boğdu da:
56. “Onları, sonradan gelecek
inkârcılara ibret alınacak bir geçmiş kıldık.”
Rabbimiz, “onları sonradan
gelecekler için bir selef ve mesel kıldık, ibret yaptık,” diyor. Yâni onları
sonradan gelenlerin pîri, üstadı, muallimi kıldık. Mele’ de böyle, Firavun da
böyledir. Firavun’u kendisinden sonra gelecek tüm Firavunlara, mele’yi de
kendilerinden sonra gelecek tüm mele’lere üstad yaptık.
Kâfirlerin de selefleri yâni üstadları
vardır, bizim de seleflerimiz ve muallimlerimiz vardır. Bizim seleflerimiz Musâ
(a.s), İbrahim (a.s) ve Adem’den (a.s) bu yana Allah safında yer almış
imamlarımız ve önderlerimizdir. Kâfirlerin selefleri ve örnekleri de Firavunlar,
Nemrutlar, Karunlar ve tarihte Allah elçilerinin önünü kesmek için
çırpınırlarken, kimisi suda boğularak, kimisi yerin dibine batırılarak, Allah
tarafından kendilerinden intikam alınmış kimselerdir. Firavun, boğulup giderken
tüm haleflerine şu mesajı veriyordu:
“İnandım ki İsrâil oğullarının iman
ettiği Allah’tan başka İlâh yokmuş. Ben de
Müslümanlardanım!”
(Yunus: 90)
Gerçekten bugün bu sözü tüm dünya
müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya Firavunlarına duyurmalıyız
bu sözü. Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç, kuvvet olduğunu zanneden
zalimler! Firavun’un söylediği bu sözü sizler ne zaman söyleyeceksiniz? Size hiç
bir şey hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi söyleyeceksiniz bunu? Firavun’a
fayda vermediği gibi, ölürken söyleyeceğiniz bu sözün size de hiçbir faydası
olmayacaktır.
Firavun diyor ki, “İsrâil oğullarının
inandığı İlâhtan başka ilâh yoktur.” Ama bunu ölürken söylüyordu. Halbuki şimdi
inandım dediği İlâh’ın gönderdiği Musâ’yı, dün öldürmeye çalışıyordu. Yıllarca o
İlâ-h’ın dinini, o İlâh’ın gönderdiği peygamberi reddetmiş, o İlâh’a inanan
İsrâil oğullarına kan kusturmuş, kendinin, ülkesinin yegâne İlâhı olduğunu ilân
etmişti. İşte kıyamete kadar gelecek nesiller içinde kendisine özenen, kendi
yoluna imrenen, yeryüzünde Rabliğini iddia ederek Allah’a ve Allah’ın dinine
savaş açan tüm Firavun taslaklarına bu sözleriyle şu mesajı veriyordu: “Gelin ey
beni taklit edenler, benim düştüğüm yanlışa düşmeyin! Ben imanı son dönemime
tehir etmiştim. Ama gördünüz ki, o iman benden kabul edilmedi. Siz bunu önceden
anlayın da, benim durumuma düşmeyin. Şimdiden hatalarınızdan dönüp
Müslümanlığınızı ilân edin!”
57. “Ey Muhammed! Meryem oğlu
misa l verilince, senin milletin buna
gülüp geçiverdi. “Bizim tanrımız mı yoksa o mu daha iyidir?” dediler. Sana böyle
söylemeleri, sadece tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz kavgacı bir
millettir.”
Meryem oğlu Îsâ’nın
misa li verilince, kavmin şamata
yapmaya başlayıverdi. Kahkahalar atarak gülüverdiler ve böylece peygamberin
mesajını susturmaya koyuldular. “Bizim İlâhlarımız mı daha hayırlı, yoksa Meryem
oğlu Îsâ mı daha hayırlı?” diyerek alaya alıverdiler. Allah’ın elçisi olan Hz.
Îsâ (a.s) ile Allah’ın öteki elçileri olan ve tapındıkları melekleri mukayese
etmek istediler.
Bakın Rabbimiz bir önceki âyette
kâfirlerin seleflerini anlatmıştı. Kâfirlerin üstatlarını anlatmıştı. İşte
burada da bu müşrikler aynen üstatlarının yolunu takip ediyorlar ve aynen
onların yaptıklarını yapıyorlar. Tıpkı onlar gibi delilsiz reddediyor, alaya
alıyor, gülüp geçiyorlar.
“Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlı,
onların ilâhı olan Îsâ mı daha hayırlı?” diyorlardı. Hristiyanları kastederek,
“onlar Îsâ’ya tapınıyorlar, bizse meleklere tapınıyoruz. Bizimki mi daha hayırlı
yoksa onlarınki mi?” diyorlardı. Ya da, “Siz diyorsunuz ki, Allah’tan
başkalarına tapınanlar taptıklarıyla beraber cehenneme gidecektir. Eğer bu
doğ-ruysa, yâni bu Hristiyanlar ve onların taptıkları cehenneme gidecekse, biz
de taptıklarımızla beraber cehenneme gideceksek, buna dünden razıyız. Yâni
Allah’ın elçisi Îsâ’nın gittiği yere gitmekten çekinmiyo-ruz,” diyorlardı.
Allah diyor ki, “bu adamlar bunu ciddi
söylemiyorlar. Düşünerek delilleriyle söylemiyorlar. Sadece tartışma açmak için,
seni oyalamak için, laf olsun diye söylüyorlar. Yâni ey peygamberim ve ey
peygamber yolunun yolcuları! Bu tip insanların her dediklerine değer vermeyin ve
yolunuza devam edin.”
59. “Meryem oğlu, ancak kendisine nîmet
verdiğimiz ve İsrâil oğullarına örnek kıldığımız bir
kuldur.”
Meryem oğlu Îsâ, sadece bir
kuldur. Hz. Îsâ değişik mûcizelerle donatılmış da olsa, doğumu fevkalâde de
olsa, o bir ilâh değil, sadece bir kuldur. Biz onu İsrâil oğullarına bir mesel
kıldık. İsrâil oğulla-rına onu numûne-i imtisâl kıldık. Örnek alacakları,
yolundan gidecekleri bir örnek kıldık onu. Peygamber, toplumu için numûne-i
imtisâldır. Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu şahsında örnekleyen bir
elçidir peygamber.
60. “Eğer dileseydik, size bedel
yeryüzünde sizin yerinizi tutacak melekler var ederdik.”
Melekler de aynen sizler gibi
bizim kulumuzdur. Onlar da ilâh değildir. Onlar da tapınılacak varlıklar
değildir. Eğer biz isteseydik, sizin yerinize yeryüzünde melekler yaratırdık.
Burada şehvetperest olan, kadınperest olan müşriklerin iddialarına cevap vardır.
Siz onları tapınılmaya lâyık varlıklar olarak kabul ediyorsunuz. Halbuki onlar
Allah’ın kullarıdır, onları biz yarattık ve dileseydik şu anda sizin yerinizde,
sizin şartlarınızda onları yeryüzünde kullar yapardık. Yâni onlar sizden farklı
değillerdir, deniyor.
61. “O, kıyametin kopacağını bildirir;
o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, Bana uyun, bu doğru
yoldur.”
Muhakkak ki onda kıyametin
bilgisi vardır. Şüphesiz ki o kıyamet ilminin bir aracıdır. Âyet-i Kerîmedeki
"ha" zamirinin mercii konusunda değişik anlayışlar olmuştur.
a. Kimileri bununla Kur’an’ın
kastedildiğini anlamaya çalışmıştır. Yâni Kur’an kıyametle ilgili bir bilgi
kaynağıdır. Kıyamet gibi gaybî bir konunun bilinmesi, elbette Kur’an’la
mümkündür.
b. Kimileri de bu zamirle Hz. Îsâ’nın
kast edildiğini söylemişlerdir. Çünkü Arapça’da zamirlerin en yakınına havale
edilmesi kaidesinden hareketle, burada kastedilen Hz. Îsâ’dır. Ayrıca bir de
buradaki "le ilmun" ifadesini, "le alemun" şeklinde okuyanlar da olmuştur. Yâni
onda kıyametin saatine alâmetler, işaretler vardır şeklinde de
anlaşılmıştır.
Hz. Îsâ’nın kıyamete alem oluşunu da
iki şekilde anlamaya çalışıyoruz.
1. Îsâ’nın yaratılışı, babasız dünyaya
gelişi, konumu, kendisine verilen mûcizeler, ölüleri diriltmesi, kıyametin
kopması için bir ilim, delil ve alâmettir. Onun babasız dünyaya gelmesi ve
bizzat ölmüş kimseleri diriltmesi, insanların öldükten sonra diriltilmesi demek
olan kıyametin zuhuruna ve insanların yeniden dirilişlerine
delildir.
2. Hadislerde anlatıldığı şekliyle Hz.
Îsâ (a.s) tekrar dünyaya döndürülecektir. Kıyametin kopmasına yakın bir zaman
kala Allah onu yeryüzüne tekrar döndürecektir. Buhârî’de Ebu Hureyre’den (ra)
rivâyet edilen bir hadis-i şerîflerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki
size Meryem oğlu Îsâ’nın adaletli bir hakem olarak indirilmesi yaklaşmıştır. O
haçı kıracak, domuzu öldürecek, vergiyi de kaldıracaktır. Ve mal o kadar
fazlalaşacak ki kimse o-nu kabullenmeyecek. En sonunda tek bir secde dünya ve
içindekilerden daha hayırlı olacaktır.”
Müslim’de de Cabir’den (r.a) şu rivâyet
vardır: Allah’ın Resûlü:
“Benim ümmetimden bir taife
kıyamet gününe kadar hak yol üzerinde savaşmaya devam edecektir. O zaman Meryem
oğlu Îsâ inecek ve onların emiri diyecek ki: “Bize emir ol!” O da diyecek ki:
“Hayır! Siz birbirinize e-mirsiniz!” İşte bu, Allah’ın bu ümmete bir
ikramıdır.”
İşte Hz. Îsâ’nın kıyamete alem oluşunun
bu ikinci geliş olduğu belirtilmiştir. Ancak Hz. Îsâ’nın bu ikinci gelişinin
delil olması, belki sa-dece o anda yaşayan insanlar için söz konusudur. Bu
âyetlerin nâzil olduğu dönemde veya şu anda, bize bunun bir delil olması mümkün
değildir. Öyleyse birincisi daha münasip gibi oluyor. Allah en iyisini
bilir.
Öyleyse o kıyamet konusunda sakın ha
şüphelenmeyin. Bana tâbi olun. İşte bu dosdoğru hidâyet yoludur. Bu yol
insanları Allah’a, cennete ve Allah’ın hoşnutluğuna götürür. Mü'min, sürekli bu
yolda yürüyen insandır. Bu yol, sürekli üzerinde yürünen bir yoldur. Mü'min bu
yolda olduğu müddetçe, yatarken de, otururken de, uyurken de hep ayakta, hep
yürüyor demektir.
62. “Sakın şeytan sizi bu yoldan
alıkoymasın; şüphesiz o size apaçık bir düşmandır.”
Sakın ha şeytan sizi bu yoldan
saptırmasın. Sakın şeytan sizi bu yoldan engellemesin. Çünkü unutmayın ki, o
sizin apaçık bir düşmanınızdır. Atanıza oynadığı oyunu biliyorsunuz. Onu
cennetten nasıl çıkardığını size anlattım. Sizden öncekilere oynadığı tüm
oyunları size tanıttım. Kur’an-ı Kerîm’de, atamız Adem’in yaratılışından bu
yana, Rabbimiz sürekli onun çocuklarını şeytanla uyarmaktadır. Zira şeytanla
insan nesli arasında başlayan bu kavga, kıyamete kadar sürecek bir kavgadır.
İnsanın yeryüzünde vereceği en büyük kavganın, şeytana karşı vereceği bir kavga
olduğu ve bu kavgayı başaranların cennete gideceği sürekli gündeme getiriliyor.
Yine sık sık şeytanın insanları
saptırma yöntemleri insanlara tanıtılmaktadır. İşte az evvel anlatıldı, İsrâil
oğullarının Allah elçisini Rabb olarak düşünmelerine sebep şeytandır. Îsâ’yı
Allah makamına koyduran şeytandır. Müşriklere Allah’ın meleklerinin kızlar
olduğunu düşündüren ve onları saptıran yine şeytandır. İnsanların karşısına
Allah’tan başka secde makamları çıkarıp, onlara secde ettiren yine şeytandır.
İnsanların karşısına Allah’ın sisteminden başka sistemler çıkarıp insanların
onlara kul-köle olmasını öğütleyen, yine şeytandır. Öy-leyse, aman şeytana
dikkat edin! Zira unutmayın ki, yeryüzünde sizlerin en büyük düşmanınız
odur.
63. “İsa, belgeleri getirdiği zaman
demişti ki: “Size hikmetle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıklamak
üzere geldim. Allah'a karşı gelmekten sakının, bana itaat
edin.”
Hz. Îsâ onlara geldiği zaman
demişti ki: “Ben size hikmetle geldim. Size ilâhi hikmetin gereği olarak
Rabbinizden bir hayat programıyla geldim, size Rabbimden bir
risa let getirdim.”
Hikmet, vahiy,
risa let, Allah bilgisi demektir.
Allah bilgisi ile hayatın problemlerini çözümlemek demektir. Ben size
Rabbinizden böyle bir hikmetle geldim ki, sizin ihtilâf edip durduğunuz şeylerin
bir kısmını size açıklayayım. Allah konusundaki ihtilâflarınızı, Allah hayata
karışır mı, karışmaz mı?, Allah’tan başka hayata karışan İlâhlar var mıdır, yok
mudur?, Allah’ın oğlu, kızı var mıdır? şeklindeki ihtilâflarınızı size açıklamak
için geldim. Öyleyse peygamber, ihtilâfların çözümünde temel kriterdir. Her
türlü ihtilâf konusu, onun sünnetine havale edilmelidir.
64.
“Doğrusu Allah benim de Rabbimdir; sizin de Rabbinizdir, artık O’na
kulluk edin, bu, doğru yoldur.”
“Şüphesiz ki o Allah benim de,
sizin de Rabbinizdir. Muhakkak ki kendisine kulluk edilmeye lâyık olan, kulluk
programını bilen, sizden nasıl bir kulluk isteyeceğini bilen ve size bir hayat
programı belirleyen, benim de, sizin de Rabbinizdir. Sizin için de, benim için
de ken-disine kulluk edilecek, hayat programı uygulanacak O’ndan başka Rabb
yoktur. Bu konuda benim sizden bir farkım yoktur. Ben de sizin gibi Allah’ın
kuluyum. Benim boynumdaki kulluk ipinin ucu da Rabbi-min elindedir. O ne tarafa
çekerse, ben o tarafa gitmek zorundayım. Ben her zaman O’na muhtacım. Beni
yaratan, beni besleyen, beni ya-şatan ve bana yol gösteren O’dur. Ben nasıl O’nu
Rabb bilmiş ve irademi O’na teslim etmişsem, gelin siz de, sizin Rabbiniz olan
Allah’a kulluk edin ve O’ndan başkalarını Rab ve İlâh
bilmeyin.”
Dikkat ederseniz, Hz. İsa burada,
Hristiyanların iddia ettikleri gibi kendisinin Rabb olduğunu, Allah’ın oğlu ya
da Allah’ın yetkilerine sahip birisi olduğunu, kendisine kulluk edilmesi
gerektiğini söylemi-yor. Diyor ki, “O Allah benim de, sizin de Rabbinizdir. Ben
O’na kulluk ediyorum, siz de O’na kulluk etmek zorundasınız.”
O böyle diyor ama bakın ona tabi
olduklarını, onun yolunda olduklarını iddia edenler ne
yapıyorlar:
65. “Ama, aralarında gruplaştılar,
ayrılığa düştüler. Kıyamet gününün can yakıcı azabına uğrayacakların vay
haline!”
Sonradan zuhur eden Hristiyan
gruplar, hizipler aralarında ihtilâf ettiler. Hristiyan ve Yahudi hizipler,
kendi aralarında Îsâ (a.s) hakkında ihtilâfa düştüler. Hıristiyan gruplardan bir
kısmı onun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna, bir kısmı onun Allah’ın oğlu
olduğuna inanmakta, bir kısmı da onun Allah olduğuna ve kendisine kulluk
yapılması gerektiğine inanmaktadır. Bazıları da onun Allah’la insan karışımı bir
varlık, yarı Allah yarı insan bir varlık olduğunu iddia
etmektedirler.
Ya da Hz. Îsâ konusunda Yahudiler başka
söylediler Hristiyan-lar da başka şeyler söylediler. Yahudiler onun sebebiyle
kendi kitaplarının ve peygamberlerinin hükmü kaldırıldı diye ondan intikam almak
için onun veled-i zina olduğunu iddia ettiler. Hristiyanlar da onların gö-zünde
Hz. Îsâ’yı temize çıkarabilmek için, o kadar büyüttüler, o kadar yücelttiler ki,
onu Allah yerine oturtuverdiler. Kimisi ileri giderek, kimisi geri kalarak bu
konuda kendilerine zulmettiler.
Evet, onlar Allah’a, Allah’ın
tertemiz elçisine zulmettiler. Allah ın hakkını vermeyerek zulmettiler,
peygamberin hakkını vermeyerek ona ve kendilerine zulmettiler. Peygambere karşı
böyle aşırı davranmak da zulümdür, ona karşı ilgisiz kalarak geri durmak da
zulümdür. Yâni biri ona karşı gelerek pozitif bir zulüm, ötekisi de ilgisiz
kalarak negatif bir zulümdür.
Anlaşılmadı mı? Peygambere karşı
yapılacak zulmü iki şekilde anlıyoruz. Bunlardan birisi, peygambere, onun
dinine, onun mesajına karşı alternatif programlar geliştirenler de zalimdir,
onun getirdiği mesaja değer vermeyenler, öğrenmeye ve yaşamaya çalışmayanlar da
zalimdirler. Onu ve getirdiği mesajı reddetmek, inkâr etmek, aksini savunmak da,
diliyle onu kabul ettiğini söyleyip ona ilgisiz kalmak da zulümdür. Rabbim
bizleri her iki tür zulümden de korusun. İşte şu anda onu ve mesajını reddedip
düşman kesilerek ona zulmedenleri de, onun getirdiği mesajı tanımaya
yanaşmayarak zulmedenleri de görüyoruz.
Bakın Nisâ sûresinde de bu konuyu
Rabbimiz şöyle anlatır:
“Ey Kitab ehli! Dininizde taşkınlık
etmeyin, Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, Allah’ın
peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Allah’a ve
peygamberlerine inanın, “Üçtür” demeyin, vazgeçin, bu hayrınızadır. Allah ancak
bir tek Tanrıdır, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde olanlar da yerde olanlar
da O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”
(Nisâ 171)
Hristiyanlar Allah’ın kulu ve elçisi
olan Hz. Îsâ’yı İlâh edinmekle en büyük suçu işlemişlerdir. Bu, onların Hz.
Îsâ’yı Allah’la insan karışımı bir varlık sayma yanılgılarından, vücutta vahdet
denen Allah’la insanın birleşimi teorisinden kaynaklanmıştır. Bu yanılgı,
yıllarca tartışmalarına rağmen meseleyi işin içinden çıkılmaz bir duruma
getirmiştir. Bu karmaşık şahsiyetin, yâni Allah’la insan karışımı kabul
ettikleri şahsiyetin insanî yönünün ağır bastığı kanısına varanlar, onun
Allah’ın oğlu olduğu düşüncesine kapılırken, onun İlâhlığa yakınlığını
düşünenler de, onun insanlaşmış bir Allah ya da Allahlaşmış bir insan olduğu
inancına düştüler.
66. “Onlar farkında değillerken kıyamet
gününün kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar?”
Onlar başka değil, kıyametin gelmesini
bekliyorlar. Burada ve Kur’an’ın pek çok yerinde, kıyamet saatle ifade
edilmiştir. Çünkü onun gelişi bir saat kadar yakındır. Bir de o zaman insanların
hazırlan-maları gereken asıl hesaplaşma zamanıdır. O zamana karşı hazırlıklı
olmak zorundayız. O zamana hazırlanan ve o zamanı kendisine yakın bilerek onun
şuuru içinde yaşayanlar kurtulacak, o zamanı çok uzak bilenler ve onun hazırlığı
içinde olmayanlar da ebedî kaybedenlerden olarak cehenneme yuvarlanacaklardır.
O kıyamet saati, ona hazırlıksız olan
kimselere ansızın gelecektir. Zira kendileri kıyametin geleceğinden gafil bir
şekilde dünyaya dalmış, onu hatırlarından çıkarmış ve böylece lüzumsuz şeylerin
peşine takılmış insanlar için elbette kıyamet ansızın gelecektir. Kıyamete
inanmayan ve onun hazırlığı içinde Allah için bir hayat yaşamayan insanlar, onun
kopmasına yakın bir dönemde alâmetler belirdiği zaman bile uyanmayacaklar, o
zaman bile oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir. Onun için şuurları yerinde
değilken, haberleri yokken kıyamet gelip onların tepelerinde patlayacaktır.
Artık ondan sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı da
kalmayacaktır.
67.
“O gün Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirine
düşman olurlar.”
O gün aralarında su sızmayan,
birbirlerini candan ciğerden seven nice dostlar ve ahbaplar birbirlerine düşman
olacaklar. Dostlukları, arkadaşlıkları düşmanlığa dönüşecektir. Ancak
dostlukları Allah, takva, Allah hatırına, Allah dininin ikâmesi adına olanlar
müstesnadır. Allah rızasına mâtuf olmayan tüm dostluklar, tüm bağlar, tüm arkadaşlıklar o gün düşmanlığa ve pişmanlığa
dönüşecektir. Dünyada para, menfaat, makam, protokol, statü ve ırkî özellikler
için kurulan dostluklar, birliktelikler bitecektir. Bitmenin de ötesinde,
düşmanlığa dönüşecektir. Önderler, önde gidenler, liderler ve kendilerine
uyanlar birbirlerine diş bileyecek, aralarındaki tüm protokol bağları
kopacaktır.
Aslında bu dostların düşmanlıkları,
dostluklarının kaynağından gelmektedir. Yâni onları dost kılan kaynaktan
gelmektedir. Çünkü onların dünya hayatındaki dostlukları, birbirlerini günâha
teşvik etmek içindi. Günâh konusunda birleşiyor ve birbirlerine yardımcı
oluyorlardı. Böyle bir dostluğun orada devam etmesi mümkün değildir. Çünkü orada
artık işledikleri bu günâhların neticesini ayan beyan görmüşlerdir. İşte bunun
için birbirlerine düşman kesiliyorlar. “Sen yaptın! Sen ettin! Sen demiştin! Sen
istemiştin! Sen yol göstermiştin! Sen zorlamıştın!” diyerek birbirlerine diş
bileyecekler. Ama muttakîler, hayatlarını Allah’ın istediği gibi yaşayanların
dostlukları böyle değildir. Onlar sevapta birleştikleri, birbirlerini hayra
teşvik ettikleri için, onlar da yaptıklarının neticesinin ne kadar hayırlı
olduğunu görünce birbirlerinden memnun olacak ve birbirlerini tebrik edecekler.
Öyleyse arkadaşlarımıza ve
arkadaşlıklarımıza dikkat edelim. Arkadaşlarımızın cehennemine sebep olmadığımız
gibi, cehennemimize sebep olacak kimselerle de arkadaşlık yapmamaya çalışalım.
Arkadaşlarımızın şeytanı olmadığımız gibi, şeytanları arkadaş tutmayalım
inşallah. Bakın bu muttakîlere Allah ne buyuracak:
68. “Allah: “Ey kullarım! Bugün size
korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz” der.”
Muttakîlere, Allah’ın koruması
altına girip onunla yol bulanlara, yollarını Allah’a, Allah’ın kitabına ve
peygamberinin sünnetine sorarak bulan ve Allah için bir hayat yaşayan, Allah’a
lâyık işler yapanlara Allah şöyle buyuracak: “Ey kullarım! Ey tüm hayatlarında
beni Rabb bilen ve hayatlarını bana sormadan yaşamayan kullarım! Ey hayat
programlarını benim kitabımdan alan ve benim için hayat yaşayan kullarım! Bugün
sizin için korku yoktur ve sizler asla mahzun da olma-yacaksınız. Geleceğiniz
için herhangi bir korku yoktur. Bundan sonraki hayatınızda ebedî bir mutluluk,
ebedî bir saadet sizi bekliyor. Sizin için bundan sonra ebedî bir emniyet söz
konusudur. Artık bundan böyle şeytandan, şeytanî güçlerden, kâfirlerden,
tâğutlardan ve onların zulümlerinden korku yoktur. Çünkü selâmet yurdu olan
cennette şeytan da yoktur, şeytan dostları da yoktur. Zulüm de yoktur, fitneye
düşme tehlikesi de yoktur. Burada kâfirlere, tâğutlara, münâfıklara, zalimlere,
müşriklere yer yoktur. Eziyet yoktur, eziyetlere ve işkencelere katlanma yoktur.
Burada sizin için hiç bir şeyin korkusu yoktur.
Geçmişe dair üzüntü de yoktur sizin
için. Dünyada Benim istediğim hayatı yaşarken çekilen sıkıntılar, düşülen
işkenceler bitmiştir. Katlanılan sabır hayatı bitmiştir. Sizler benim hatırıma
yaptıklarınızdan dolayı asla üzüntü duymayacaksınız. Gam, tasa, keder hepsi
hepsi dünyada kalmıştır.
Evet ey kullarım, bugün sizin için ne
cehenneme gitme korkusu, ne de cenneti kaybetme üzüntüsü olmayacaktır.” Peki
kimmiş bu muttakîler? Bakın bundan sonra Rabbimiz onların birkaç özelliğini
anlatacak:
69. “Bunlar, âyetlerimize inanmış ve
kendilerini Bize vermişlerdir.”
Bunlar bizim âyetlerimize
inananlar, hayatlarını düzenleme adına onlara iman edenlerdir. Kur’an’da
indirdiğimiz âyetlerin tamamına iman eden, daha önceki peygamberlere
indirdiklerimize inanan, kâinatta serpiştirdiğimiz görsel âyetlerimize iman
edenler ve bu âyetlere teslimiyet gösterenlerdir. Demek ki Allah’ın kitabındaki
âyetlerini sadece okumak yetmiyor. Onları okumak, anlamak ve iman etmek de
isteniyor. Allah’ın âyetlerine iman etmek de yetmiyor. İnandığımız âyetlere,
aynı zamanda teslimiyet de isteniyor. Yâni inandığımız âyetleri hayatımızda
tatbik etmek zorundayız. İnandığımız âyetlerin pratiğini de hayatımızda
göstermek zorundayız. Allah’ın âyetlerini anlamak, kavramak, iman etmek ve
hayatımızda yaşamak üzere, hayatımızı onlarla düzenlemek üzere okumak
zorundayız.
İşte böyle yapanlara, böyle yaşayanlara
denilecek ki:
70.
“Şöyle denir: “Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete
giriniz.”
“Sizler ve mü'min hanımlarınız,
ya da siz ve mü'min kocalarınız girin cennete.” Ya da, “sizler ve mü'min
dostlarınız, Müslüman arkadaşlarınız cennete girin,” denilecek. Ezvâc kelimesi,
hanımlar, eşler anlamına gelebileceği gibi, aynı zamanda dostlar, arkadaşlar
anlamına da gelmektedir. Yâni orada mü’minlerin dostları, arkadaşları da
yanlarında olacaktır. Mü'minleri onlardan mahrum bırakmayacaktır Allah.
Eşleriniz, dostlarınız, kadınlarınız, kocalarınız, arkadaşlarınız, birlikte
hareket ettikleriniz, birlikte Allah’ın dinini yaşamaya çalıştıklarınız,
birlikte Allah’ın dinini hakim kılma mücâdelesi verdiklerinizle cennete girin.
Sizler orada ağırlanacaksınız. Sizin
için orada büyük bir ağırlanma vardır. Orada Allah’ın sonsuz lütfuna ve ebedî
ağırlamasına gidiyorsunuz. Orada mahrumiyet yoktur. "Tuhberûn", Allah’ın
nîmetlerinin insanın yüzüne, içine, kalbine, benliğine sinmesi anlamına geliyor.
Allah’ın nîmetlerinin eseri, insanın yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde
hissedilecektir. Sevinciniz yüzünüzde, gözünüzde, hâlinizde ve tavırlarınızda
hissedilecektir. Süslenip ziynetlendirilecek, ikram olunacaksınız. Cennet
sizinle özdeş olacak, içinize, dışınıza sinecek ve tüm zerrelerinizde etkisini
gösterecektir. Allah’ın rahmeti sizi çepeçevre kuşatacak ve Allah’ın
nîmetleriyle iç içe olduğunuzu her an hissedeceksiniz de, bütün bunların
Rabbinizden geldiği şuuru içinde Rab-binize karşı sürekli bir hayranlık ve
şükran duygusu içinde olacaksınız.
71 “Onlar için altın kadehler ve
tepsiler dolaştırılır, canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey
oradadır. Siz orada temellisiniz.”
Onların cennetteki hizmetçileri,
ellerinde altın ve gümüş kadehler içinde şaraplar olduğu halde, onlar için
hizmet adına etraflarında tavaf ettirilir. Onların emirlerine âmâde, tüm
arzularını yerine getirecek hizmetçileri vardır orada ve her şey vardır onlar
için. Onlar, orada ebedîyen kalacaklardır.
Orada onlar için canlarının çektiği,
gözlerinin zevk alıp lezzet duyduğu şeyler vardır. Cennette insanın zevkine
keder verecek, gözünü ve bediî zevkini yok edecek hiçbir şey yoktur. Cennet
nîmetleri içinde insanın burun kıvırma, iştahsızlık veya beğenmeme gibi herhangi
bir şey yoktur. Beğenerek arzu içinde onlardan istifade edeceğiz inşallah. Hani
damak zevki mi? Başka zevkler mi? Her şey var orada.
Cennetteki nîmetlerin ayrı bir sevimli
yönünü de şöyle ifade edelim: Sevdiğiniz bir şeyin, sevdiğiniz birisinden size
ulaşmasıyla, sevmediğiniz birisinden ulaşması elbette farklıdır. Nîmet aynı
nîmet olsa da, sevmediğiniz birisinden size ulaştığı zaman içinizde bir burukluk
duyarsınız. Meselâ sevmediğiniz birisinin elinden size ulaşan bir elmadan zevk,
tat alamazsınız. Ama sevdiğiniz birisinin size sunduğu elmayı onun sevgisiyle
birlikte tatma zevkine erersiniz. İşte cennetteki bütün bu nîmetler içinde, biz
sevdiğimiz şeyi Rabbimizin rızasını, Rabbimizin hoşnutluğunu birlikte
yudumlayacağız. Hem nîmetin kendi güzelliği, hem de onu bize sunan Rabbimizin
güzelliği, onun bizden, bizim de ondan razı oluş güzelliğimiz, o nîmetlere kendilerine can atma özelliği
kazandıracaktır.
Sizler orada ebedîyen kalacaksınız,
ebedîyen yaşayacaksınız. Oradan çıkma, onu kaybetme söz konusu olmayacaktır.
72.
“İşlediklerinize karşılık, size verilen işte bu
cen-nettir.”
İşte bu cennet, sizi ona varis
kıldığımız cennettir. İşlediklerinize, amellerinize karşılık sizi varis
kıldığımız cennet budur. Kur’an’da bu tür ifadeleri görüyoruz. Meselâ başka bir
yerde Rabbimiz "Ecr-i gayr-i memnûn" der. Kesintisi olmayan bir ecir,
memnuniyetin de ötesinde bir ecir veya başa kakıntısı olmayan bir ecir. Yâni
Rabbimiz, “hadi hadi, sizler bunu hak etmediniz ama yine de ben bunu size
veriyorum,” demeyecek de, “siz kazandınız bunu,” diyecek. “İşte bu, sizin
kazandığınız, amellerinizle elde ettiğiniz bir cennet,” diyecek. “Siz kazandınız
bunu, sizin alın terinizdir bu,” denilecek.
Bunu anladık da cennete varis olmayı
acaba nasıl anlayacağız. Hani birileri ölür de onun yerine, onun malına birileri
varis kalır. Peki cennette kim ölmüş de, biz onların malına, mekânına varis
olmuşuz? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur: Hz. Adem atamızdan bu
yana, dünyaya gelen her bir insan için, ister mü'min ister kâfir olsun, cennette
bir yer, bir makam yaratılmıştır. Yeryüzüne gelen bu insanlardan her kim ki
küfrü tercih eder ve Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayarak sonunda cehenneme
giderse, onun cennette boş kalan yeri mü'minlere verilecektir. İşte biz, böylece
Kâfirlerin cennetteki makamlarının tümüne varis olacağız.
73. “Orada sizin için bol yemiş vardır,
onlardan yer-siniz.”
Orada sizin için bol meyveler
vardır. Onların her birinden bol bol yersiniz. Orada bunların mahrumiyetini
çekmek yoktur. İnsan bir meyve istiyor, ondan yetmiş tane getiriliyor. Bir
kısmını yiyor, ötekiler kalıyor. Mü'minler cennette böyledir, ama kâfirlere,
mücrimlere gelince:
74. “Doğrusu suçlular, temelli
kalacakları cehennemin azabı içindedirler.”
Ama mücrimler, suçlular cehennem
azabındadırlar. Allah’a iman etmeyenler, Allah’ın âyetlerine teslim olmayanlar,
yeryüzünde Allah’ı ve onun hayat programını tanımadan yaşayanlar, kendilerini
kulluk ortamında tutmayanlar, suçludurlar.
75. “Azaba hiç ara verilmez, onlar
orada tamamen umutsuzdurlar.”
Bunlara hiç nefes aldırılmayacak
ve onlar orada baskına uğratılacaklardır. Düşkünlük içinde suçluluk psikozu
içinde yıkılmış, dökülmüş olarak kalacaklardır. Çünkü onlar dünyada bunu tercih
ettiler. Çünkü onlar dünyada kendilerini, sermayelerini, fıtratlarını yiyip
bitirdiler. Rabbimiz kendilerine akıl, fikir vermişti, kendilerine kitap,
peygamber göndermişti. Ama onlar bütün bu fırsatları dünyada yiyip bitirdiler.
Allah’ın kendilerine verdiği bu nîmetleri kullanmadılar.
76. “Biz onlara zulmetmedik, ama onlar
zalim kimselerdi.”
“Biz onlara zulmetmedik, onlar
kendilerine zulmettiler.” Eğer insanlar Allah’ın kendilerine belirlediği hayat
programını bırakırlar da, başka programlara yönelirlerse, kendilerini Allah’a
kulluk ortamından çıkarıp kendi kendilerine ya da Allah’tan başkalarına kulluğa
yönelirlerse, kendi kendilerine yazık ederler. Şirke düşen, küfrü tercih eden
insanlar, zalimlerin en büyükleridir. Haram-helâl konularında, hayat programı,
yeme-içme, kılık-kıyafet, hukuk, eğitim konusunda Allah’ın yasalarını bozanlar,
Allah’ın helâl-haram sınırlarını çiğneyenler, kendi keyiflerine ve kafalarına
göre bir hayat programı çizenler, bilelim ki kendi kendilerine yazık ediyorlar
demektir. Allah’ın bundan kesinlikle etkilenmesi söz konusu değildir.
Yâni insanların yaptıkları bu
ahlâksızlıklardan dolayı, Allah’ın mazlum konuma düşürülmesi kesinlikle mümkün
değildir. İnsanlar ne yaparlarsa, kendilerine yapmaktadırlar. Yâni Allah
yasalarını çiğneyen insanlar hem zalim hem de mazlum durumuna düşmektedirler.
Kendilerine zulmedenler de, zulmedilenler de kendileridir. Müslüman, hayat
programını Allah’tan alan ve asla kendisinin zalimi ve mazlumu konumuna düşmeyen
insandır. Bu haliyle de Müslüman, hem dünyada hem de âhirette kendisini
kurtaracaktır. Ama kendilerine ve çevrelerine zulmedenler, Allah’ın azabından
kendilerini kurtaramayacaklardır.
Aslında cehenneme yuvarlanan bu
insanlara Allah zulmetmi-yor, bunlar kendi kendilerine zulmediyorlar. Çünkü o
zalimler Rabb-lerini tanımamışlar, Rabblerinin hayat programıyla
ilgilenmemişler, hattâ kendilerini Rabb bilmişlerdi. Şimdi elbette inkâr
ettikleri o Rabb onları kendi yaptıklarıyla hesaba çekecektir. Halbuki dünya
hayatında bu zalimlerin Allah’tan da, Allah’ın yasalarından da, Allah’ın
kitabından da haberleri yoktu. Haram-helâl aramamışlardı hayatlarında.
Zul-metmişler, haksızlık etmişler, inkâr etmişler, duymazdan gelmişler,
müstekbirce davranmışlardı. Ne yapmışlarsa tüm amellerini karşılarında
buluyorlar. Amellerinden dolayı değerlendirilecekler şimdi.
Hani dünyadayken bu zalimler,
amellerimizden dolayı bizi değerlendirmeye çalışmıyorlar mıydı? Hani mü'minleri
dosyalıyorlardı ya. Şimdi de onların dosyaları alabildiğine kabarıktır.
Zulmettikleri insan sayısınca dosyaları kabarık olacaktır. Bir milyona
zulmedenlerin bir milyonluk, beş milyona zulmedenlerin dosyaları beş milyonluk,
tüm yeryüzü insanlığına zulmedenlerin dosyaları da o kadar kabarık ola-caktır.
Dünyada Müslümanları dosyalamaya çalışan, Müslümanlara dosyalar hazırlayanlara,
orada dosyalar hazırlanmıştır. Dosyaladığı Müslüman sayısınca onlara dosyalar
açılmıştır. Dosyalar birer birer açılacaktır. Zulmettikleri, haklarını
yedikleri, bombaladıkları, aç bıraktıkları, sömürdükleri insanların dosyaları
birer birer açılmaya başlamıştır.
Ya da kitap açılmıştır. Onların
kendisiyle yargılanacakları Allah’ın kitabı açılmış ve onunla yargılanma
başlamıştır. Her bir dosya açıldıkça, zalimler amellerini ve amellerinin
karşılığını orada hazır bulacaklardır. Allah hiç kimseye zulmetmemektedir. Bu
amelleri kendileri işlemiştir. Kendi amellerinin karşılığıdır bunlar. Değilse
yapmadıkları, işlemedikleri suçlardan ötürü Allah hiç kimseyi cezalandırarak
zul-metmez. Ya da başkalarının günâhlarını yanlışlıkla bir adamın defterine
yazarak, işlemediği günâhlardan ötürü ona zulmetmez. Yaptıklarının bir kısmını
zâyi etmek sûretiyle Allah kimseye zulmetmez. Hayır hayır, Allah hiçbir
haksızlık yapmaz; bunlar, bizzat dünyadayken kendi elleriyle işledikleri
amellerin değerlendirilmesidir.
Bakın bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz yaptıklarının karşılığı olarak yuvarlandıkları cehennemin içinde,
azabın içinde bu zalimlerin acı acı feryatlarının yükselişini anlatıyor. Ama bu
feryatlar, onların bu azaptan kurtuluş isteyişlerinin ya da yardım
dileyişlerinin feryatları değildir. Zaten isteseler de bu azaptan kurtuluşun
olmadığını, olamayacağını anladıkları için, olmayacak şeyi istemiyorlar hainler.
Bu feryatların konusu, ölüm talebidir. Yok olmayı istiyor, ölümü temenni
ediyorlar.
77. “Cehennemde şöyle seslenirler: “Ey
Nöbetçi! Rabbin hiç değilse canımızı alsın.” Nöbetçi: “Siz böyle kalacaksınız”
der.”
“Ey Mâlik! Ey cehennemin bekçisi!
Ne olur dua et de Rabbin bize hükmedip bizim işimizi bitiriversin! Ne olur,
Rabbin bizi öldürsün de şu durumdan kurtulalım!” diyecekler. Mâlik onlara
diyecek ki, “hayır, sizler burada ebediyen kalacaksınız. Sizler için burada
ebedî kalış söz konusu.”
Evet, onlar orada ölemeyecekler.
Ölümü temenni edecekler ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler
ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir türlü ölemeyecekler. “Siz
ebediyen burada kalacaksınız, çünkü biz size hakkı getirdik de siz ondan
tiksiniyordunuz. Allah’tan gelen hakka tepki gösteriyor,
reddediyordunuz.”
Dikkat ediyor musunuz, zalimler ölüm
istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helâk olup gitmek. Kendilerini bir an
olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz cehennem azabından kurtaracak bir ölüm
istiyorlar. Dayanılmaz azap çukurlarından yükselen ölüm feryatları… Ama
görüyoruz ki, cevap bunların zaten bitmiş ümitlerini biraz daha öldürecek,
ümitsizliklerini biraz daha artıracak, kahroluşlarını biraz daha artıracak.
Nasıl bir cevap geliyor bakın kendilerine:
“Hayır hayır! Siz böyle kalacaksınız!
Siz burada kalacaksınız!” Aman Allah’ım, ne tüyler ürpertici bir manzara. Sizin
için ölmek de yoktur. Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde ebedîyen kalmak ve
unutulmak. Sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni
ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Tabii cehennemin görevli meleğinin
onların bu isteğine verdiği bu kahredici cevap, bunların feryatlarından bin yıl
sonra gelecek. Peki neden böyle denecekmiş onlara? Neden böyle bir azabın içinde
çürüyecekmiş bunlar? Çünkü:
78. “Andolsun ki, size gerçeği
getirdik; fakat çoğunuz gerçeği sevmiyorsunuz.”
“Andolsun ki dünyadayken biz size hakkı
getirmiştik. Size Allah’ın âyetleri gelmişti. Allah sizi bundan haberdar
etmişti. Size Allah’ın elçileri, Allah’ın uyarıları gelmişti. Size kitap,
peygamberler gelmişti. Siz haktan haberdar edilmiştiniz ama siz bu hakkı
sevmiyordu-nuz. Allah’tan gelen hakka burun kıvırıyor, İslâm’ı beğenmiyordunuz.
Siz Allah’ın istediği hayatı değil, keyfinize göre bir hayat yaşamayı
yeğliyordunuz.
Söyleyin bakalım, bizim dünyada sizden
istediğimiz emirlerin hangisi bu hayatı yaşamaktan daha zordu da yapmayıp bu
ateşe geldiniz? Sizden istediğimiz hangi emir irin içmek kadar tiksindiriciydi
de, onları kerih görüp bu azabın içine geldiniz? Namaz kılmak bu ateşe
sürülmekten daha mı zordu sizin için? Zekat vermek, şu anda içinde bulunduğunuz
azaptan daha mı zordu? Tesettür, bu cehennemden daha mı zor geliyordu size?
Halbuki sizler, dünyadayken bunları kerih görüyor, bunları zor kabul
ediyordunuz. Allah’ın emirlerine burun kıvırıyordunuz. Haydi şimdi tadın bu
dayanılmaz azabı da, hangisi daha kötüymüş, hangisi daha zormuş
görün!”
79. “Yoksa bir işe mi karar verdiler?
Doğrusu Biz de kararlıyız.”
“Yoksa onlar Allah’ın dinine,
Allah’ın sistemine, Allah’ın elçisine karşı bir tuzak, bir düzen, bir tedbir mi
almaya çalışıyorlar? Allah’ın elçisine bir suikast mı tertip etmeye
çalışıyorlar. Yâni onlar hakkı reddetmekle beraber, kâfirliği tercih etmekle
birlikte, üstelik bu da yetmi-yormuş gibi hakkı yok etmek için işi sağlama
almayı mı düşünüyorlar? Kendilerinin reddettikleri hakkın başkaları tarafından
da kabulünü ve yayılmasını engellemek için onu yok etmeyi mi planlıyorlar?
Toplumda Kur’an’ın insanlar tarafından duyulmamasını sağlamak için Kur’an
kurslarını kapatmaya mı çalışıyorlar? Peygamberi sürmek, peygamberin mesajının
insanlar tarafından duyulmaması için ona yasaklar koymaya ve işi sağlama almayı
mı düşünüyorlar. Din eğitimine yasaklar koyarak, dindarlara zulmederek,
müslümanlara müslümanca kılık-kıyafeti, müslümanca bir hayatı yasaklayarak,
müslümanları devlet dairelerinden atarak, başörtülülerin okullardan kayıtlarını
silerek yeryüzünde Allah’ın dinini bitireceklerini mi zannediyorlar? Dâru’n
Nedve’de peygamberi öldürmek için gizli
gizli bir suikast kararı mı alıyorlar? Böylece işi sağlama almayı ve onun
dâvetinin kökünü kazımayı mı planlıyorlar? İşi sıkı tutmaya mı çalışıyorlar?
Halbuki unutmasınlar ki, Biz de
işi sıkı tutuyoruz. Onların bir hesabı varsa, bizim de bir hesabımız var. Bu
dini sahipsiz mi zannediyorlar? Peygamberi ve peygamber yolunun yolcularını
yalnız ve sahipsiz mi zannediyorlar? Unutmayın ki, işin sağlamını Biz yaparız.
Onlar kiminle savaşa tutuştuklarını, kime karşı düşman kesildiklerini hiç
düşünmüyorlar mı? Unutmasınlar ki, Benim peygamberlerimle, Benim yasalarımla,
Benim mü’min kullarımla savaşa tutuşanlar, karşılarında Beni bulacaklardır,”
diyor Allah.
80. “Yoksa kendilerinin gizli ve açık
konuşmalarını duymayız mı sanırlar? Hayır; öyle değil; yanlarındaki bekçilerimiz
yazmaktadır.”
Yoksa bu kâfirler, bu zalimler
kendilerinin fısıltılarını, esrarlarını, necvâlarını duymadığımızı mı
zannediyorlar? Onların gizli mahfillerde aldıkları kararlardan, komplolarından
habersiz olduğumuzu mu zannediyorlar? Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi
vehmediyorlar? Hayır hayır, onların yanında, yanı başında onların her şeylerini
kaydeden, tespit eden, yazan meleklerimiz vardır. Onların yanındaki bizim
görevli meleklerimiz, kirâmen kâtibin meleklerimiz, onların ne yapıp ettiklerini
yazmaktadırlar.
En’âm sûresinde de Rabbimiz bu
meleklerini anlatırken şöyle diyordu:
“Bizim elçilerimiz asla kusur etmezler.
Hangi konuda? Ne sizin yaptıklarınızı tespit etme, ne sizin gizli planlarınızı
yazma, ne sizi belâlardan koruma, ne sizin amellerinizi tespit etme, ne sizi
kontrol etme, ne sizin ölüm zamanınızı unutup ihmal etme konusunda zerre kadar
kusur etmezler. Sizi yerin dibine batırma, sizi helâk etme, sizlerden intikam
alma noktasında kendilerine verdiğimiz emirlerimizi anında yerine getirme
konusunda onlar asla gevşeklik ve ihmal göstermezler.” Rabbiniz onlara ne
emretmiş, nasıl emretmişse, aynen onu uygularlar. Ne kendileri geç kalırlar, ne
de gebertilmesi gereken kişiyi geç bırakırlar.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz yine müşriklerin bir başka sapıklıklarını dile getirerek şöyle
buyuruyor:
81. “Ey Muhammed! De ki: “Eğer Rahmân
olan Allah’ın çocuğu olsa, kulluk edenlerin ilki ben
olurdum.”
“Ey peygamberim, bu Allah’a
evlâtlar izâfe eden, Allah’ın oğulları, kızları vardır diyerek Allah’a iftira
eden, işledikleri suçlar yüzünden yarın kendilerini Allah’a affettirebilecekleri
zannıyla Allah’a velîahtlar, yardımcılar, yetkililer, şefaatçiler bulmaya
çalışan cahillere, müşriklere de ki: “Eğer Rahmân’ın bir çocuğu olsaydı, yâni
O’nun berisinde O’na yardımcı, O’na ortak, O’nun yetkilerine sahip bir varlık
ol-saydı, ona ilk defa ben ibadet ederdim. Eğer böyle Allah berisinde kendisine
Allah’ın yetkilerinden bir kısmını devrettiği, benim yanımda bunları da
dinleyin, bunların arzularını da gerçekleştirin, bunların yasalarını da
uygulayın, çünkü bunlar da benim yardımcılarımdır, bunlara da bu yetkiyi ben
verdim dediği bir kısım varlıklar olmuş olsaydı, sizin hepinizden önce onlara
ben kulluk yapardım.”
Veya eğer Allah’tan böyle bir
emir gelseydi kulları içinde herkesten önce bu emre peygamberler uyarlardı. Eğer
böyle bir emir gel-seydi kullarından bunu ilk duyanlar da peygamberler olurdu.
Çünkü vahiy bunlara gelmektedir. Çünkü Allah kendi bilgisini bunlara
aktarmaktadır. Bunların duymadığı bir şeyi, başkalarının duyması ve bilmesi de
asla mümkün değildir. Eğer Allah’ın vahyi konusunda odak nokta seçtiği elçileri
böyle bir şeyi bilmiyorlarsa, böyle Allah berisinde başka varlıklara ibadet edip
onların arzularına itaat etmiyorlarsa, o zaman böyle bir şey yok
demektir.
Bu âyetiyle Allah diyor ki, “ey
peygamberim, sen bu cahillere de ki: “Eğer ben şu anda Allah berisinde başka
rabbler, başka ilâhlar, başka yetkililer, başka egemenler kabul etmiyorsam,
Allah’ın çocukları olduğunu reddediyorsam, bu benim inadımdan dolayı değildir.
Bu benim kendi keyfimden de değildir. Ben ne yapıyor, ne yapmıyorsam tümü
Allah’tandır. Ben kendi kendime hareket etmiyorum. Ben hayatımı, düşüncemi,
inanışımı, kabulümü, reddimi kendim belirlemiyo-rum. Benim tüm hayatımda hareket
noktam vahiydir. İstinatgâhım vahiydir. Eğer vahiy benden böyle bir şey
isteseydi, bunu herkesten önce ben yapardım. Çünkü ben sizin hepinizden daha çok
Rabbime teslim sadık bir kulum. Benim bilmediğim, benim yapmadığım şeyleri
nereden çıkarıyorsunuz?” Hayır hayır, iş öyle değil, iş sizin bildiğiniz gibi
değil:
82. “Göklerin ve yerin Rabbi, arş’ın
Rabbi, onların vasıflandırmalarından münezzehtir.”
Göklerin ve yerin Rabbi,
göktekiler ve yerdekilerin boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan,
göktekilerin ve yerdekilerin hayat programlarını düzenleyen, gökte ve yerde ne
varsa hepsine egemen olan, varlıkların tümünün kendisine teslim olduğu, her
şeyin kendisine boyun büktüğü Allah, onların bu uydurduklarının tümünden
münezzehtir.
“Ben Allah’ı tesbih ederim. Ben, Allah
kendisini kitabında nasıl tanıtmışsa öylece tanır ve iman ederim. Allah’ı,
Allah’ın kendisine yakıştırmadığı, sizin iddia ettiğiniz tüm noksan sıfatlardan
tenzih ederim.”
83. “Bırak onları, kendilerine söz
verilen güne kavuşana kadar, dalsınlar, oynasınlar.”
Bırakıver peygamberim sen o kâfirleri,
salıver o müşrikleri de dalsınlar, oyalansınlar. Daldıkları, gömüldükleri,
kötülükler, isyanlar, iftiralar içinde bocalayıp dursunlar. Pislikler içinde bir
hayat yaşasınlar, vakit geçirsinler. Allah oyuncak mı ki O’nu eğlenceye
alıyorlar? Allah oyuncak mı ki O’nu eğlencelerine konu ediniyor, O’na kendi
kafalarından bir kısım sıfatlar yükleyerek, olmadık şeyler söyleyerek, O’na
oğullar, kızlar izâfe ederek, O’nun yetkilerini yerdeki bir kısım efendilere,
tâğutlara devrederek O’nu keyiflerine, pisliklerine imkân tanıyacak hale
getiriyorlar? Allah bu kadar aciz mi ki Allah hayata, hukuka karışmaz,
kılık-kıyafete, kazanmaya, harcamaya, ekonomiye, sosyal ve siyasal
yapılanmalarımıza karışmaz, biz hayatımızı kendimiz düzenleriz. Nasıl istersek
öylece bir hayat yaşarız,” diyorlar.
Ya da, “bizim hayatımıza
karışacak, bizim hayatımızı düzenleyecek, sözünü dinleyeceğimiz, arzularını
gerçekleştirip, yasalarını uygulayacağımız başka Rablerimiz, başka efendilerimiz
vardır,” diyerek Allah’a iftira ederlerken, bu gücü, bu yetkiyi nereden alıyor
bu adamlar? Halbuki:
84: “Gökte de İlâh, yerde de İlâh
O'dur. Hakîm olan, hâkimiyet sahibi olan ve her şeyi bilen
O'dur.”
“Göklerde İlâh olan da O’dur,
yerde İlâh olan da O’dur. Göklerde egemen olan da O’dur yerde egemen olan.
Göklerdekiler de O’na teslim, yerdekiler de. Göklerdekiler de O‘nu dinler,
yerdekiler de. Göklerde de yerde de tapınılacak, ibadet edilecek, sözü
dinlenecek, çektiği yere gidilecek, yasaları uygulanacak tek İlâh O’dur.
Nasıl da bozuk düşünüyorsunuz böyle?
Nasıl da yanlış inanıyorsunuz? Nasıl da iftira ediyorsunuz Allah’a? Yâni
göklerin hâkimiyeti Allah’a ait de, yerdekilerin hâkimiyeti başkalarına mı ait?
Göklere egemen olan Allah da yerdekilere egemen başkaları mı var diyorsu-nuz?
Tamam, gökler, yıldızlar, güneşler O’nun olsun, göklerde O’nun sözü geçsin,
göklerde egemen O olsun, göklerde O’nun sözü dinlensin ama yeryüzüne karışmasın
bu Allah, bizim hayatımıza karışmasın bu Allah demeye mi çalışıyorsunuz?
Yeryüzüne egemen başka ilâhların, başka rabblerin varlığından mı söz
ediyorsunuz? Göklerin Rabbi ayrı, yerdekilerin Rabbi ayrı mı demeye
çalışıyorsunuz? Ya da yaratan ayrı, ama yaratıkları idare eden ayrı mı demeye
getiriyorsunuz? Bu ne kötü bir düşünüş! Bu ne çirkin bir iftira! Yaratan ayrı,
idare eden ayrı olur mu? Yaratan, yarattıklarını idare edemez mi? Yaratan,
yarattıklarının hayat programını bilmez mi? Yaratan, yarattıklarını başıboş
bırakır mı? Ya da yaratmayan İlâh olabilir mi? Kendisini bile yaratmaktan aciz
varlıklar Rabb olur mu? Hiç aklınız yok mu sizin?” diyor
Rabbimiz.
85. “Göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunanların hükümranlığı kendisinin olan Allah ne yücedir! Kıyamet saatini
bilmek O’na aittir. O’na döneceksiniz.”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsine
egemen olan, her şey ve herkes kendisinin mülkü olan Allah mübârektir. Berekete
konu olan, berekete kaynaklık edendir Allah. Kendisine ait olan bu mülkü,
cenneti kazansınlar diye kullarına lütfeden Allah’tır. Mülkünü cennetimiz için
bize vererek, bize dünyada cennet yollarını açarak bizim bereketimize sebep
olmuştur Allah. Bize kitaplar, bize peygamberler göndererek berekete kaynaklık
etmiştir Rabbimiz. Onun için mübârektir O Allah. Onun için tebrike şayandır
Rabbimiz.
Bir de kıyamet saatinin bilgisi O’na
aittir. Kıyametin ne zaman kopacağını, bu hayatın ne zaman biteceğini,
yaşadığımız bu hayatın hesabını kendisine ödemek üzere huzurunda çaresiz ne
zaman toplanacağımızı bilen, sadece Allah’tır.
Ey Kâfirler! Ey Allah berisinde hayata
hakim olan bir kısım varlıkların da varlığını kabul ederek, hayatlarının bazı
bölümlerinde onları da dinleyerek, onların da arzularını gerçekleştirerek,
onların yasalarını da uygulayarak şirke düşmüş müşrikler! Şimdilik dilediğiniz
gibi inanıp, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz. Allah’ı diskalifiye ederek
dilediklerinizi velî, dilediklerinizi hayatınıza egemen tanrılar kabul edip,
onların istediği gibi hayat yaşamadan yana bir tavır sergileyebilirsiniz. Ama
unutmayın ki, kıyamet günü vardır. Unutmayın ki, bir gün yaşadığınız bu hayatın
hesabını ödemek üzere Rabbinizin huzurunda
toplanacaksınız.
86:
“Allah'ı bırakıp yalvardıkları şeyler, şefaat edemezler. Ancak hakkı
bilip ona şahitlik edenler bunun dışındadır.”
Allah’ı bırakıp ta O’nun berisinde
İlâh, Rabb kabul ettikleri bu yapay tanrıların ve tanrıçaların hiç birisi O’nun
katında şefaate sahip değildir. Allah berisinde büyük bildikleri, kendilerinde
yetki gördükleri, adlarını andıkları, kendilerine dua edip yardım bekledikleri,
daraldıkları zaman, “yetiş ey filan, kurtar ey falan” diye imdada çağırdıkları,
kendilerine sığınıp kurtarıcı bildikleri varlıkların hiçbirisinin Allah katında
en ufak bir yetkisi yoktur. Allah’a oğullar kızlar izafe ederek, Allah’a
velîahtlar bularak şefaatini umdukları hiçbir varlığın onlara yapabilecekleri
bir şeyleri yoktur. Kur’an’ın değişik yerlerinde görüyoruz ki, insanlar kimi
varlıkların kendileri hakkında Allah huzurunda şefaatte bulunabileceklerine
inanarak sapmışlardır.
Müşrikler, Allah katındaki şefaatin
insanlar arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu zannediyorlardı. Onlar,
Allah katındaki şefaatin kral katındaki oğlun, kızın, vezirin, yardımcıların ve
ona denk veya ondan daha üstün kralların şefaat etmesi gibi düşünüyorlardı.
ehl-i kitap, Allah’a oğullar olarak izâfe ettikleri peygamberlerin, müşrikler de
putların ve meleklerin kendilerine şefaatte bulunabileceklerine inanıyorlardı.
Hristiyanlar ve tüm müşrikler meleklerden, vefat etmiş nebîlerden, şehitlerden
ve salih kimselerden şefaat isterlerdi. Onların Allah katında şefaat etme
yetkisine sahip olduklarını, bu yüzden de Allah’ın bunların şefaatlerini
reddetmeyeceğini iddia ediyorlardı.
Her şey ve herkes Allah’ın kulu iken
Allah’ın mülkü iken kimin böyle bir şeye cesareti olabilir? Kim böyle bir şeye
teşebbüs edebilir? Allah’ı kim etkisi altına alabilir? Allah karşısında kim söz
sahibi olabilir? Allah’a etki etmek, Allah’a bir şey yaptırmak şöyle dursun, en
çok sevdiği peygamberler ve melekler bile O’nun huzurunda ağızlarını açmaya
cesaret edemezler.
“Ancak hak ile şahitlik yapan, hakka
şehadet edenler müstesnadır,” diyor Rabbimiz. Hak Kur’andır, imandır,
hidâyettir. Öyleyse imanlarıyla, imanlarına dayalı yaşadıkları hayatlarıyla
hakka şehadet-te bulunanlar, hayatlarıyla imanlarının eylemini
gerçekleştirenler, gerçekten Allah’ın istediği biçimde gerçek bir Müslümanlık
yaşayarak Allah’ın rızasını kazanmış olanlar bunun dışındadır. İşte bunlar,
Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir ki, yine Allah’ın razı
olduklarına şefaatte bulunabileceklerdir.
Buradaki hakka şehadet edip de şefaat
edebilecek olanların onların haksız yere putlaştırmaya çalıştıkları Allah’ın
salih kulları Hz. Îsâ, Hz. Uzeyr ve melekler olduğu söylenmiştir. Allah’ın bu
salih kulları her ne kadar da insanlar tarafından İlâhlaştırılmak istenmişlerse
de, her ne kadar Allah berisinde Allah’ın ortakları kabul edilip kendilerine
kulluk edilmeye kalkışılmışsa da, bunlar bizzat kendileri asla böyle bir şeyi
istememişlerdir. Onlar yaşadıkları hayatlarıyla hakka şahitlik etmişler,
Allah’ın istediği kulluğu icra etmişlerdir. İşte bunların şefaatleri, kendileri
gibi iman eden mü’minlere fayda verecektir.
Ya da âyeti bir başka mânâda şöyle
anlamaya çalışıyoruz: Kendilerine yarın Allah tarafından şefaat yetkisi verilmiş
olanlar ancak şuurlu olarak hakka şehadet etmiş, Allah’a, Allah’ın istediği gibi
iman etmiş olanlara şefaat edebileceklerdir. Yoksa şuursuz bir şekilde kelime-i
şehadet söyleyen ama söylediği bu kelimenin mânâsına uygun bir hayat yaşamayan,
Allah’a inandığını diliyle iddia ettiği halde Allah’tan başkalarına da kulluk
etmeye çalışan kimselere şefaatte bulunamayacaklardır.
Bu âyet-i kerîme, şuursuz bir şehadetin
Allah katında kabul görmeyeceğini de anlatıyor. Allah’tan başka İlâh olmadığını
diliyle söyleyen kişi bunu kalbiyle de kabul edecek ve Allah berisindeki tüm
sahte İlâhları reddedecektir. Çevreyi, modayı, âdetleri, töreleri,
yönet-melikleri, yasaları, toplumu, âmiri, müdürü tümüyle reddedecek ve bu
reddedişle birlikte ilâh olarak kimi kabul ettiğini de
bilecektir.
87. “Andolsun ki, onlara kendilerini
kimin yarattığını sorsan: “Allah” derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp
döndürülüyorlar?”
Yukarıdaki âyette de Rabbimiz
göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ettiklerini anlatmıştı, burada
da kendilerinin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ettiklerini ama hayatlarına
karışıcı olarak O’nu reddettiklerini anlatıyor.
Onlara, “sizi kim yarattı, sizi yoktan
kim var etti?” diye sorsanız, “Allah” derler. Peki o zaman nasıl
çevriliyorsunuz? Nereye dönüyorsunuz? Kime kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Kimi
razı etmeye çalışıyorsunuz? Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını sallamaya
çalışıyorsunuz? Varlığınızı kime borçlusunuz? Varlığınızı, hayatınızı kimlere
adı-yorsunuz? Kime muhtaçsınız, kime teşekkür ediyorsunuz? Ey Kâfirler, ey
müşrikler, ey yaratıcı olarak Allah’ı kabul edip de yasa belirleyici olarak
başkalarını kabul eden beyinsizler! Sizin her şeyiniz yanlış, her şeyiniz
yamuktur. Tüm hayatınız bir aldanmadır sizin. Yaratıcı olarak vicdanlarınızda
kabul ettiğiniz Allah’ı hayatınıza karıştırmamakla, yaratmayla en ufak bir
ilgisi olmayan, sizin hayatınızda en ufak bir faydası olmayan kendiniz gibi
acizleri rabb ve ilâh kabul ederek sapıklığın daniskasını yaşıyorsunuz da,
farkında değilsiniz.
Sûrenin son âyeti de bakın şöyle
bitiyor:
88,89. “Muhammed’in onlar hakkında: “Ey
Rab-bim! Bunlar inanmayan bir millettir” demesi üzerine Allah: “Onları geç,
esenlik dile; yakında bileceklerdir” buyurdu.”
“Ya Rabbi, işte bunlar iman etmeyen bir
toplumdur. Ben bunların yola gelmeleri için çalışıp çırpındığım, bunların
hidâyeti ve cenneti için kendimi yiyip bitirdiğim halde, bunlar istenilen
noktaya gel-miyorlar. Bunlar kendilerini hiç düşünmüyorlar. Bunlar kendilerini
boşa harcamak istiyorlar. Bunlar kendilerini ateşe atmak istiyorlar. Ya Rabbi,
ne olur benim çabalarım ve dualarım hatırına bunlara hidâyetini nasip eyle. Ne
olur bunların kalplerine hidâyet lütfeyle. Bunların gönüllerini İslâm’a açıver
ya Rabbi!” diyerek, ya da, “iman etmeyecek olanları sen bilirsin ya Rabbi!”
diyerek Allah’ın Resûlü onların durumlarını Allah’a havale ediyordu da, Rabbimiz
buyurdu ki:
“Sen onlardan vazgeç peygamberim.
Bırakıver onları kendi hallerine. Yüz çevir onlardan, oyalanma onlarla. Sen
kendi işine bak, sen kendi yoluna ve tebliğine devam et. Onları kafana takma.
Onlar yüzünden üzülüp kendi kendini harap etme. Ayrıl onlardan ama onları
bırakırken de esenlik dile onlara. “Selâm size!” deyiver onlara.
Ya da “Müslüman olun, teslim olun
Allah’a” deyiver. Gökleri ve yerleri yarattığına inandığınız Allah’a siz de
teslim olun, yaratıcılığına teslimiyet gösterdiğiniz Allah’ın idareciliğine de
teslim olun de. Dillerinizle itiraf edip kabullendiğiniz Allah’a, hayatınızla da
teslim olun, onun istediği bir hayatı yaşayın da, hem dünyada hem de âhirette
selâmete erin, Müslüman olun ki, dâru’s selâm’a gidin de.”
Rabbimiz, “Onlardan ayrılırken bir
kenara çekil de yat, şöyle bir tatile çık, yoruldun biraz, dinlen!” demiyor da,
“onları bırak ama da-ha mümbit arazilere yönel” diyor. “Sen dâvetine devam et
ilerde onlar da mutlaka onun hak olduğunu bilecekler, anlayacaklar,”
diyor.
Öyleyse biz de birileri anlamadı,
birileri bizim kendilerine sunduğumuz haktan yüz çevirdi diye bir kenara
çekilivermeyelim, tebliğimize uyarılarımıza devam edelim. Onlar mutlaka bir gün
gelecek bizim derdimizi anlayacaklardır, bundan endişemiz olmasın.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle iman edip amele dönüştüren kullarından eylesin. Ve âhiru
dâvana enilhamdü lillahi Rabbil’âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder