DUHÂN SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
44., nüzûl sıralamasına göre 64., Mesânî kısmı dördüncü sûreler grubunun üçüncü
sûresi olan Duhân sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup, âyetlerinin sayısı
59’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Sûrenin adı, onuncu âyette geçen “Duhân” kelimesinden alınmıştır.
Muhtevasından, Mekke’de Zuhruf sûresinden sonra indiği anlaşılan “Havamîm” diye
isimlendirilen, Hâ-mîm’ler grubu denen yedi sûreden beşincisiyle karşı
karşıyayız. Duhân
sûresinin konusu; Sû-rede kitaba ve peygambere imanın gereği ve önemi
vurgulanır. Sonra bu Allah’tan gelen bu kitaba ve onun pratiği olan peygambere
inanmayanların, kitap ve peygamberden habersiz bir hayat yaşayanların hem dünya
hayatında sıkıntı çekecekleri, hem de âhirette büyük bir azabın kendilerini
beklediği haber verilirken, bu kitaba ve peygambere iman edip vahiy
rehberliğinde hayat yaşayan mü’minlerin de bu dünyada Mes’ud oldukları gibi,
öbür tarafta da büyük bir mutluluğa erecekleri haberi verilir.
İlk
âyetler Kur’an-ı Kerimin her hikmetli işin hükme bağlandığı mübarek bir gecede
indirildiğini haber vererek böylece her şeyin ve herkesin Rabbi olan Allah’ın
böyle apaçık her şeyi ortaya koyan, kullarına yol gösteren bir kitap
göndermesinin de O’nun sonsuz rahmetinin, merhametinin ve hikmetinin eseri
olduğu belirtilir.
Az evvel de ifade ettiğimiz gibi,
Mekke’de Resûl-i Ekrem’in getirdiği hidâyet hediyesine karşı kâfirlerin
muhalefetlerinin arttığı bir dönemde geliyordu sûre. Müşriklerin had safhaya
varan muhalefetleri ve estirdikleri terör ve işkence furyaları karşısında
bunalan Allah’ın Resûlü, Cenâb-ı Hakka dua etmeye başlar:
“Ya Rabbi bir dönem elçin Yusuf’a
karşı savaş açanlara kıtlık günleri gönderip onları perişan ettiğin gibi, bana
da aynı yardımını gönder! Bunların burunları sürtülsün. Eziyetler karşısında
gönülleri erisin de, benim dâvetimi kabullensinler ya
Rabbi!”
Rasulullah Efendimiz dua edip
yalvarmaya başlayınca, Rab-miz de sevgili elçisinin duasına icâbet buyurup
Mekkelilere müthiş bir kıtlık gönderdi. Allah’ın bu gönderisi karşısında perişan
duruma düşen Kureyş, tıpkı önceki sûrelerde anlatılan Firavun oğullarının gelip
Hz. Mûsâ’dan (a.s) Rabbine dua etmesini istedikleri gibi, müşriklerin de
Rasulullah Efendimize gelerek, “ey Muhammed, kavmine acı da Rabbine dua et, bizi
bu felâketlerden kurtarsın,” diye yalvardıkları rivâyet
edilir.
İşte böyle bir atmosferde gelen sûrenin
ilk âyetlerinde, Rab-bimiz Mekke müşriklerini bu kitabın kendisinden geldiği
konusunda uyarır. “Siz ey müşrikler, Rabbinizden gelen bu kitabın kıymetini
takdir edemiyorsunuz. Sizi dünyada da, âhirette da sahil-i selâmete çı-karacak,
sizi dünya ve âhiret saadet ve mutluluğuna götürecek bu ki-taba karşı çok kötü
bir tavır takınıyorsunuz. Halbuki bu kitap sizin için bereket kaynağıdır.
Bereketin, diriliğin ve rahmetin kaynağından gelme çok mübarek bir kitaptır bu.
Bu kitap, mülkün sahibinden geliyor. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi
olan, göklerde ve yerde kendisine boyun bükülen, tüm varlıklara egemen olan, tüm
varlıkları yaratan ve onların kulluk ipleri elinde olan bir Allah’tan gelen bu
kitaba karşı nasıl da bozuk bir tavır sergiliyorsunuz? Size böyle bir hayat
programı gönderen, size böyle merhametinden dolayı rahmet kapıları açan
Rabbinize ve O’nun elçisine karşı nasıl da nankörce bir davranış içine
giriyorsunuz? Nasıl oluyor da, size sizden daha çok merhamet eden yaratıcınızı
bırakıp O’nun berisinde kendiniz gibi aciz varlıkları İlâh kabul edip onların
yasalarını uygulamaya çalışıyorsunuz? Ama siz bilirsiniz, bakın sizden önce,
sizden daha güçlü toplumlar da benim kendilerine gönderdiğim elçilerime sizin şu
anda elçime takındığınız tavırları takındılar. Onlara ne yaptığımı gördünüz,”
diyerek Firavun ve toplumunun örneğiyle uyarılmaktadırlar.
Daha sonra gelen âyetler bu kitabın ilk
muhatapları olan Mekke müşriklerinin söz anlamaz, akıl kullanmaz, ibret almaz
tutumlarının kötü âkıbetini ortaya koymak üzere Firavun ve toplumunun tutumuyla
onları özdeşleştiriverir. Bir taraftan sizler ey Mekke müşrikleri, daha önceki
elçim karşısında takındıkları tavırlar sonucunda helâki hak eden Firavun ve
toplumunun âkıbetine hazır olun denilirken, diğer ta-raftan da peygamber safında
yer almış, tercihlerini Allah ve elçisinden yana kullanmış Müslümanlara da; ey
Müslümanlar, yolunuza devam edin, sizler de tıpkı sağ salim denizden karşı
tarafa geçirilip başarıya ulaştırılanların safında yer alacaksınız müjdesi
verilmektedir. Evet asırlar öncesine uzanılarak İsrail oğullarının başından
geçen hadise gözler önüne serilir. Allah’a ve elçisine iman eden, Allah elçisi
Musa aleyhisselâmın safında yer alan İsrail oğulları bir avuç olmalarına
rağ-men, güçsüz ve köle olmalarına Allah’ın izni ve yardımıyla zafere ulaşırken,
karşılarındaki yeryüzünün en güçlü, en zalim toplumu tüm ser-vetlerini, tüm
imkânlarını arkalarında bırakarak denizde boğulup gitmiştir. Üstelik onların
geberip gidişine ne gök ağlamış ne de yer.
Şimdi onların yerinde, onların
misyonunu üslenmiş Mekke’de bir avuç müslümana zulmetmeye çalışan Mekke
müşrikleri var. Şimdi bu zalimler nelerine güveniyorlar? Bunlar hiçbir zaman ne
Firavunlardan ne Tübba hanedanından, ne de daha öncekilerden daha güçlü
değillerdir. Tarih boyunca Allah’a ve elçilerine düşman kesilmiş tüm toplumlar
Allah’ın helâk yasasının mahkumu olmaktan kurtulamamışlar da şimdi Mekke
kâfirleri, ya da şu anda tıpkı onlar gibi yeryüzünden Müslümanları silmeye
çalışan yirminci asrın kâfirleri mi kurtulacaklar?
Daha sonra Mekkeli müşriklerin
inkâr ettikleri kıyâmet, hesap, kitap gündeme getirilerek her yönden onların
delillerle kuşatıldığını görüyoruz. Kıyâmet günü kurulacak İlâhî bir mahkemede
kim ne yap-mışsa mutlaka ortaya döküleceği ve herkesin yaptıklarının karşılığını
göreceği, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapanların cennete uçacağı,
Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçisine düşman kesilenlerin de cehennemde
dayanılmaz azapların içine yuvarlanacağı vur-gulanmaktadır.
Daha sonra Kur’an’ın
kolaylaştırıldığına dikkat çekilir. Biz kitabı insanlar onun üzerinde düşünüp
kafa yorsunlar da ibret alsınlar, onunla yol bulsunlar, hayatlarını bu kitaba
sorarak yaşasınlar diye onu senin dilinde kolaylaştırdık. Artık peygamberim sen
sonucu bekle, onlar da beklesinler âyetleriyle sûre son bulur. Sûrenin baş
tarafındaki âyetlere atıfta bulunarak böyle sona ermesi, hem konunun ba-şıyla
sonu arasındaki bağlantıyı kurmak, hem de kâfirlerin dünya ve âhirette
karşılaşacakları felâketlere dair uyarıları pekiştirmek amacını gütmektedir.
Nitekim bu sûreden sonra gelecek olan Câsiye sûresi onların başlarına gelecek bu
felâketleri biraz daha pekiştirmektedir.
Şimdi sûrenin âyetleri üzerinde kısa
bir gezinti yaptıktan sonra inşallah tefsirine geçelim. Mekkî
sûrelerin ortak özelliğini taşıyan bu sûrenin temel konusu, inkârcıların,
Allah'ın gönderdiği "Kitab''a, Ra-sûlüne ve tekrar dirilmeye inanmayı
reddetmelerini ve başlarına gelecekleri dile
getirmektedir.
Sûre,
her şeyin hikmetli bir şekilde ayırdedildiği mübarek bir gecede, Allah
tarafından, kullarına rahmet olması ve onları uyarması için indirilen "Kitab"a
and içerek başlıyor. Ardından da hemen insanlara, kendi Rablerini yani göklerin,
yerin ve her ikisi arasında bulunan varlıkların Rabbini anlatıyor. O'nun
birliğini ispat ediyor, gelmişleri ve geçmişleri O'nun diriltip öldürdüğünü
beyan ediyor. Bilâhare konuyu değiştirerek: "Fakat onlar şüphe içinde eğlenip
duruyorlar. " (9) ifadesi ile Kureyşliler'in durumuna temas ediyor. Onların,
hâlâ ölümden sonra dirilmeyi kabul etmeye yanaşmadıklarını; "Ölüm ancak bir
defadır" (35) deyip eğlenmelerine devam ettiklerine dikkati çekiyor. Sonra,
Kur'an'a inanmayıp onu alay ve şüphe konusu etmelerinin cezasını şu korkunç
tehditle dile getiriyor:
"Göğün,
apaçık görülecek bir duman çıkaracağı günü gözle. İnsanları bürüyecek elîm bir
azaptır bu. " (10-11). Bu arada aniden geliveren o günün azabım kaldırması için
Allah'a: " Rabbimiz bu azabı bizden kaldır. Doğrusu biz artık müminleriz" (12)
deyip yalvarışlarını ele alıyor, Rablerine dönmezden ve o korkunç azaba
çarpılmazdan evvel fırsatı değerlendirmeleri icabettiğini hatırlatıyor. Lâkin:
"Nerede onlarda öğüt almak! Onlara gerçeği açıklayan bir Peygamber gelmişti de,
O'ndan yüz çevirmişler ve: Öğretilmiş delinin biri' demişlerdi"
(14)
Allahu
Teâlâ, onların durumlarını çok iyi bilmektedir. Buna rağmen: "Biz az bir süre
için azabı kaldıracağız. Yine de siz eski halinize döneceksiniz" (15) diyerek
mühlet vermektedir.
Evet
varsınlar öğüt almasınlar, inkâr ve küfürlerine devam etsinler: "Onları şiddetli
bir şekilde çarpacağımız gün, şüphesiz intikam alırız. "
(16).
Sûre,
bundan sonra sözü, Firavun ve kavmine getiriyor. Firavun'la kavmine gönderilen
şerefli peygamberin onları: "Ey Allah'ın kulları! bana gelin. Doğrusu ben size
gönderilmiş emîn bir peygamberim. Allah'a karşı azgınlık etmeyin" (18) diyerek
nasıl uyardığını, onların bu sese kulak asmadıklarını ve neticede Allah
elçisinin, onlardan ümidini kestiğini: "Bunlar suçlu bir kavimdir, diyerek
Rabbine dua etti" (22) ğini belirtiyor. Onların başına gelenler işte bundan
sonra olmuş, o azgınlığın ve büyüklenmenin sonu aşağılanma ve felaket
olmuştur:
"Onlar
nice nice başları, pınarları bırakmışlardı. Nice nice ekinleri, muhteşem
konakları da. Zevk ve sefâ sürdükleri nice nimetleri de. Bu böyle oldu. Biz de
onları başka bir kavme miras bıraktık. Gök ve yer onların helâkine ağlamadı.
Onlara mühlet de verilmedi." (25-29).
İbret
alanlar için, bu duygu yüklü tabloları gözler önüne serdikten sonra âyet,
âhireti yalanlayanların ve: "Ölüm bir defadır, tekrar diriltilmeyeceğiz. Doğru
sözlü iseniz bize babalarımızı getirsenize" (35-36) diyenlerin durumuna geçmekte
ve onlara Tübba' kavminin başına gelenleri hatırlatmaktadır. Onlar sözü geçen
kavimden daha hayırlı değiller ki bu gibi acı âkibetlerden kurtulabilsinler.
Bilahare, öldükten sonra dirilmeyle, Allah'ın gökleri ve yeri yaratışındaki
hikmeti arasında bağlantı kuruyor: "Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında
bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak ve ancak hak ile
yarattık. Ne var ki onların çoğu bilmezler." (38, 39). Ve ardından onlara, her
şeyin ayırt edileceği " ve hepsinin bir arada bulunacağı vakit" (40)'ten söz
etmekte: "O gün dostun dosta hiçbir faydası" (41)'nın olmayacağı, "ancak
Allah'ın merhamet ettiği kimse(nin) müstesna" (42) olduğu belirtilmektedir. Bu
arada, günâhkârların yiyeceği olan zakkum ağacından, onların sürüklenerek
Cehennem'e atılacaklarından, "sonra azap olarak başlarına kaynar su" (48)
döküleceğinden söz ederek şiddet dolu tablolar çizmektedir. O gün onlara: "Tat
bakalım! hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu, doğrusu
şüphelenip durduğunuz şeydir." (49, 50) denilecektir.
Bu
azap sahnesinden sonra Allahu Teâlâ, muttakiler için hazırlanan mükâfatlardan
söz etmektedir: "Muttakîler ise muhakkak ki emîn makamdadırlar. Bahçelerde ve
pınar başlarındadırlar. İnce ipekten ve atlastan giyerler, karşılıklı otururlar.
İşte böylece onları siyah gözlülerle eşlendiririz. Orada emniyet içerisinde
olarak her meyveyi isteyebilirler. Orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar.
Ve onları cehennem azabından Allah korumuştur. Rabbinden bir lütuf olarak. İşte
büyük kurtuluş budur. " (51-57)
Nihayet
sûre başladığı gibi yine Kur'an'dan söz ederek son bulmaktadır: "Biz onu öğüt
alırlar diye senin dilinde indirerek kolaylaştırdık." (58). Ve bunun yanı sıra,
hâlâ öğüt alıp akıllanmayanlara inatlarına devam edenlere korku dolu bir tehdit:
"Öyleyse bekle, onlar da beklemektedirler." (59)
İşte bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini tek tek iman etmek ve hayatımızı onlarla düzenlemek üzere tanımaya
çalışacağız.
1. “Hâ, Mîm.”
Önceki sûrelerde olduğu gibi yine
sûrenin ilk âyeti Huruf-ı Mu-katta ile başlıyor ve mukatta âyetinden sonra
Rabbimiz yine kitabına dikkat çekiyor.
2,3.
“Apaçık olan Kitaba andolsun ki, Biz onu, kutlu bir gecede indirdik.
Doğrusu Biz, insanları uyarmaktayız.”
Mübîn olan, beyanı açık olan
kitaba yemin olsun ki… Apaçık kitaba yemin olsun ki… İfadeleri açık ve parlak
olan, inzali de, içinde-kiler de gün kadar apaçık olan kitaba yemin olsun ki…
İçinde insan yazgısı, insanın hayat programı bulunan ve kıyâmete kadar
insanlığın tüm problemlerini çözecek, kıyâmete kadar bir harfine bile halel
gelmeyecek olan, kalpte olan, kabulde olan yazgıya yemin olsun ki…
Bu kitabın bir özelliğidir bu. Bu kitap
mübîndir, apaçıktır. Hakkı apaçık hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak biçimde
ortaya koyandır. Kehf sûresinin ikinci âyetinde de ifade edildiği
gibi:
Eğri büğrülüğü olmayan bir kitaptır o. Yâni bu kitapta herhangi
bir tenâkuz, herhangi bir çelişki, bir uyumsuzluk, bir münâsebetsizlik yoktur.
Onda insanların anlayamayacağı, şaşkınlığa düşerek bocalayacakları bir
karışıklık, bulanıklık, tutarsızlık yoktur. Bu kitap her sınıf ve her dönem
insanlığının anlayabileceği doğrulukta, netlikte ve berraklıkta bir kitaptır.
Sadece belli sayıda ve belli sınıf insanların anlayabilecekleri, diğerlerinin
anlayamayarak bocalayacakları, içinden çıkamayarak sapıtacakları bir kitap
değildir bu kitap. Tüm diğer kitaplardan üstün, arınmış, insan eli değmemiş bir
kitaptır.
Bir de "Kayyimen"dir bu kitap.
Kitabın ikinci bir özelliği de, "Kayyimen" oluşudur. Yâni başka hiçbir şeye
muhtaç olmayan bir kitaptır bu kitap. Dosdoğru, ama kendi kendine kâim bir
kitap. Bir başkasının kitabına ihtiyacı olmayan, bir başkasının desteğine
ihtiyacı ol-mayan kendi kendine var olan ve varlığını sürdüren bir kitaptır bu.
Bir başka kitabın sağlamasına, bir başkasının desteğine ihtiyacı yoktur bu
kitabın. Kendi kendine yeterli olan, kendi kendine kaim olan, Hay-yu Kayyum olan
bir Allah’ın bu ismi şerifi gereği, yine başka hiçbir şeye muhtaç olmadan ayakta
durabilmek üzere kuluna indirdiği bir kitaptır bu.
Nasıl ki bu kitabın göndericisi
kendi kendine kâim, yâni varlığı konusunda ve varlığını sürdürmesi konusunda hiç
kimseye muhtaç değil, hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadan varlığını
sürdürebiliyor ve varların tümünü var eden O ise, işte böyle bir kaynaktan gelen
bu kitap da hiçbir yardımcı kitaba, hiçbir yardımcı kanuna ihtiyacı olmadan
kıyâmete kadar tüm insanlığın, tüm toplumların hayatlarını düzenleme ve
problemlerini çözümleme konusunda tek kitap olacaktır.
Hiç kimsenin kitabı bu kitapla
mukayese edilemez. Hiç kimsenin kitabı bu kitabın önüne geçirilemez. Hiç
kimsenin talimatları ve ya-saları bu kitaba tercih edilemediği gibi, bu kitabın
onların desteğine de ihtiyacı yoktur.
İşte bu özelliklere sahip bir kitap,
ancak yeryüzünde kulluk kitabı olabilir. İşte Allah’tan gelen böyle bir kitap,
ancak yeryüzünde hayat programı olarak uygulamaya lâyık olabilir. İşte ancak
böyle bir kitabı gönderen Allah, Rabb olmaya, İlâh olmaya, hamd edilmeye
lâyıktır.
İşte böyle kapalılığı olmayan,
insanları şaşkınlığa düşürecek bir bulanıklılığı olmayan kitaba yemin olsun ki,
“Biz onu mübarek bir gecede indirdik.”
Kur’an’ın indirildiği bu gecenin Beraat
gecesi mi, yoksa Kadir gecesi mi olduğu konusunda ihtilâflar vardır. Bu konudaki
ihtilâfın ya da anlayış farklılığının sebebi, işte bu âyet-i kerimedir. Kimileri
bu âyete dayanarak Kur’an-ı Kerim’in indirildiği gecenin Beraat gecesi olduğunu,
kimileri de Bakara sûresindeki Kur’an’ın Ramazan ayında indirildiğini anlatan
185. âyeti ve de Kadir sûresinde onun Kadir gecesi indirildiğini anlatan âyetine
dayanarak Ramazan ayında ve Kadir gecesinde indirildiğini iddia etmektedirler.
Bir başka rivâyette de Kur’an-ı
Kerim Beraat gecesi toptan ve bir çırpıda dünya semâsına indirilmiş, dünya
semâsından da Rasu-lullah Efendimize Ramazan ayının Kadir gecesinde ilk defa
indirilmeye başlanmıştır. Yâni Kur’an’ın bir toptan indirilişi vardır, bir de
parça parça Rasulullah Efendimize indirilişi vardır. İşte onun toptan indirilişi
Beraat gecesinde, peyderpey indirilişi de Kadir gecesinde olmuştur diyoruz. En
doğrusunu Allah bilir.
Bu kitap, mübarek bir gecede
indirilmiştir. Ya da böyle mübarek bir kitap, kendisinde indirildiği için o gece
mübarek bir gecedir. Siz de hayatınızın bereketlenmesini ve hayatınızın şeref
kazanmasını istiyorsanız, o kitabı hayatınıza indirerek
bereketlendirebilirsiniz. Siz de elinize alırsanız bu bereket kaynağını,
indirirseniz onu raflardan, indirirseniz onu hayatınıza, böylece bereket ve
şeref bulursunuz. Siz de onu mutfağınıza, meslek hayatınıza,
kazanmanıza-harcamanıza, eğitiminize, hukukunuza, küsmenize, sevmenize
indirgerseniz, o zaman kesinlikle bilesiniz ki sizin hayat da bereketlenecektir.
Unutmayalım ki, bu kitabı
hayatımıza indirdiğimiz gece, bu kitabı hayatımıza indirgediğimiz gece bizim de
kadir gecemiz olacaktır. Kadir kıymet bilme gecesi. Bu kitabın hayatımızdaki
kıymetini anladığımız ve onu elimize aldığımız gece, bizim için Kadir gecesi
olacaktır. Değilse geceler hep aynıdır. O geceye tesadüf etmek fazla bir şey
ifade etmeyecektir. Öyle değil mi? Muhammed bin Abdullah’ı Muham-med Rasulullah
yapan aynı kadir gecesi, Ebu Cehil’i de Ebu Cehil olarak bırakıyordu. Yâni o
gece kimilerinin hayatı bereketlenirken, kimileri hep aynı
kalıyordu.
Bakın Rabbimiz burada “enzele”
ifadesini kullanıyor. Enzele, inzal, tenzil, tenzili rütbe biliyorsunuz ki
yüksekten indirmek anlamına geliyor. Rabbimiz, biz onunla yol bulalım, yolumuzu
ona sorarak bulalım diye onu mele-i â’lâ’dan dünyaya indiriyor. Öyleyse bizler
de Rab-bimizin yaptığının tam tersini yapmaya kalkmayalım. O indirirken, biz
kaldırmadan yana olmayalım. Biz de indirelim onu hayatımıza, biz de alalım onu
elimize ve en çok bu kitapla beraber olalım ki, onunla hayatımız bereketlensin,
hayatımız şeref kazansın inşallah.
O öyle mübarek bir kitap ki, mânâları
bitmez. İnsanlara göster-diği yolları tükenmez. Onun hidâyetine ve kıyâmete
kadar problemleri çözüşüne nihâyet yoktur.
“Muhakkak ki Biz uyarıcıyız,” diyor
Rabbimiz. Biz uyarıcılarız. Biz bu kitapla insanları uyarmaktayız. Gerçekten de
Rabbimiz bu kitapla bizi uyarmıştır. Dünyayı, yaşadığımız hayatın mânâsını, ölüm
ötesi hayatı en berrak biçimde anlatarak bizim gözlerimizin önüne sermiş ve bizi
gelecekle uyarmıştır. Şöyle bir hayat yaşarsanız sonun-da şununla karşılaşacak,
yok eğer böyle yaşarsanız sizi şunlar şunlar beklemektedir diyerek cennetini de
cehennemini de ortaya koyarak bizi uyarmıştır. Eğer böyle yapmasaydı Rabbimiz,
bize yaşadığımız hayatın mânâsını, nereden geldiğimizi, niçin geldiğimizi,
cenneti ve cehennemi anlatmadan bizi hesaba çekiverseydi, belki o zaman
insanların itiraz hakları olabilirdi. “Ya Rabbi, madem ki bizi bunun için
yaratmıştın, madem ki cennet ve cehennemin vardı, madem ki bizden kulluk
istiyordun bize bunu niye anlatmadın? Bize kendini niye tanıtmadın?” deme
hakkımız olabilirdi. Ama Rabbimiz öyle yapmadı. Gön-derdiği kitapları ve
elçileriyle bizi yeterince uyardı. Hem yeryüzünde kulluktan habersiz
yaşayacağımız bir hayatın doğuracağı bunalımları, hem de âhirette bizi bekleyen
bir azabı anlattı bize. Yeryüzünde seçtiği elçilerine kitaplar göndererek
uyarısını tam olarak yaptı Rabbimiz.
Öyleyse bu kitap bizi de uyarmalıdır.
Bu uyarıdan habersiz yaşayamayız. Biz bu kitapla kendimizi uyarmak ve bu kitabın
uyarılarından haberdar olmak zorundayız. Tüm hayatımızı, tüm düşüncelerimizi,
inanışlarımızı, amellerimizi bu kitapla yargılamak zorundayız. Bu kitap
kendisiyle beraber olduğumuz zaman bizim hayatımızdaki tüm yanlışları,
bozuklukları, tağutlukları, ölümü, kabri, mahşeri, cenneti, cehennemi
gösterecek, gözle görmüş gibi bu gerçeklerle bizi yüz yüze getirecek ve
elimizden tutup bizi cennete kadar götürecektir.
4,7. “Katımızdan bir buyrukla, her
hikmetli işe o ge-cede hükmedilir. Doğrusu Biz öteden beri peygamber
gön-dermekteyiz. Eğer kesin olarak inanırsanız bilin ki, bu senin Rabbinden,
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbinden bir rahmettir. O,
işitendir, bilendir.”
Rabbimiz buyuruyor ki, “her
hikmetli iş bu gecede ayrışır, ayrıştırılır.” Her önemli muhkem iş, her sağlam
iş o gece ayrıştırılır ve takdir edilir. Her önemli iş icra edilmek üzere o gece
karara bağlanır, yazılır ve takdir edilir. Kâinatın kaderiyle ilgili olan,
insanların ve tüm varlıkların kaderleriyle ilgili olan, tüm olayların bir yıllık
takdiri, ya da değerlendirilmesi bu gecede yapılır. Gelecek seneye kadar
kulların kaderleri, kulların rızıkları, ecelleri ve başlarına gelecekler, olup
bitecekler ayrıntılı bir şekilde bu gecede belirlenir ve karara bağlanır.
Katımızdan bir emirle. Katımızdan bir
emir, bir yürütme, bir ya-sama, bir uygulama ve hikmet olarak cereyan edecektir
bu işler. Tüm bu işler, kararlar, kaderler, takdirler Allah katındandır. Her
işin ötesinde Allah vardır. Her işin arkasında Rabbimizin işleyen eli vardır.
Kararlaştıran Allah, takdir eden Allah, yürüten Allah, yasaları belirleyen ve
uygulatan Allah’tır. Bu işleri icra etmek üzere meleklerine emreden Allah’tır.
Yeryüzündeki elçilerine vahiy göndererek emreden de Allah’tır. Yaratan O’dur,
hayat veren O’dur ve öldüren de O’dur. Her şeyi bilen ve karara bağlayan O
olduğuna göre, hayatla, ölümle alâkalı tüm işleri düzenleme hakkı da elbette
O’na ait olacaktır.
Yeryüzünde dalından düşen bir
yaprak, gök yüzünden yere düşen bir damla yağmur, insanın ağaran saçının bir
teli, yıldızlar, ay, güneş, bulutlar, rüzgarlar, dağ başında biten bir çiçek
bile O’nun emriyle gerçekleşmektedir. O’nun bilgisinin dışında, O’nun haberi
olmadan hiçbir şey gerçekleşemez. Her şey O’nun emriyle ve takdiriyle meydana
gelir, O’nun emriyle yaşar ve O’nun emriyle son bulur.
“Ve biz elçiler göndeririz.” Bu takdir
ettiğimiz şeyleri gerçekleştirmek üzere görevlendirdiğimiz meleklerimizi
göndeririz. Kadir sûresinde şöyle buyrulur:
Melekler ve Cebrâil o gecede
Rabblerinin izniyle her türlü iş için inerler.”
(Kadir 4)
İşte aldığı her bir kararı uygulatmak
üzere Rabbimiz elçilerini gönderiyor.
Ya da şu elimizdeki kitabında bizim
kulluğumuz adına aldığı kararlarını bize ulaştırmak ve insanlığı uyarmak üzere
Rabbimiz bizim içimizden elçiler göndermektedir. Bizim için uyarıcılar, resuller
göndermektedir. Allah’ın bizim içimizden seçip bizi uyarmak ve bizim hayatımıza
karışmak üzere gönderdiği elçilerinin tamamı, kendisinin yeryüzünde istediği
hayatı en güzel biçimde yaşayan, kendisinin yeryüzünde bizden istediği kulluğu
en güzel biçimde örnekleyen kullardır. Yâni bu peygamberler sanki bizim için
Rabbimizin gönderdiği form dilekçelerdir. İşte bu elçilerime bakın ve aynen
onlar gibi bana kulluk yapın diye gönderdiği örnek insanlardır. Yeryüzünde
Allah’ın istediği bir hayatı yeryüzünde Allah’ın razı olduğu bir insan tipini
bizim gözümüzün önünde canlandıran numûnelerdir bu elçiler.
“Ey Allah’ın kulları! Bana bakın!
Beni izleyin! Kulluğu benden öğrenin! İşte kulluk budur! İşte Allah bundan
razıdır! İşte Rabbinizin rızası şöyle bir hayatın sonundadır!” diyerek
yeryüzünde kulluğun ve teslimiyetin zirvesini gerçekleştiren Allah’ın bu
elçileri, kıyâmete kadar insanlığın hiçbir itiraz haklarının kalmayacağı biçimde
onlara hakkı göstermişlerdir. Öyleyse bu elçiler ve bu elçilerin kendilerine
Allah tarafından gönderilen suhuflar ve kitaplar, Rabbimizin yeryüzünde
insanlığa açtığı en büyük rahmet kapılarıdır.
“İşte bu, Rabbinden en büyük bir rahmet
ve berekettir.” Kitabın indirilmesi, peygamberlerin gönderilmesi Rabbimizin
rahmetidir. Rabbimiz, kullarını karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette
bırakmak istemediği için kitabını göndermiştir. Hakkı-bâtılı, doğruyu-yanlışı
anlayabilmeleri için kullarına bu kitabı göndermiş ve kendi bilgisiyle kullarını
bilgilendirmiştir. Allah bu elçilerini seçip bize göndermeseydi ve onları kendi
bilgisiyle bilgilendirip bize örnek yapmasaydı biz ne yapardık? Kim gibi olmaya
çalışır, kimi örnek alırdık? Allah’ı nereden bilebilirdik? Allah’a kulluğu
nereden anlayabilirdik? Cenneti nasıl elde edebilirdik? Yeryüzünde bu kadar
güzel bir hayatı nasıl gerçekleştirebilirdik?
Eğer öyle olmuş olsaydı, o zaman
herkes kendine göre bir hayat yaşar, herkes kendine göre örnekler bulur ve onlar
gibi olmaya çalışırdı. Allah’ın seçip bize örnek olarak gönderdiği ve
hayatlarını onayladığı örnekler olmayınca da, herkes kendi hevâ ve hevesine göre
bir hayat yaşar, hırsızlar hırsızları, ayyaşlar ayyaşları, zinacılar zinacıları
örnek alır ve asla Allah’ın rahmetine ulaşma imkânı da bula-mazlardı. Ama
Rabbimiz öyle merhametli ki, bize içimizden, bizim gibi insanlar seçerek örnek
yapmış. Öyleyse bu sonsuz rahmet karşısında bize düşen de Rabbimizin açtığı bu
rahmet kapılarından istifade etmek ve Allah’ın elçilerini tanıyarak aynen onlar
gibi bir hayat yaşamaya çalışmaktır.
Evet, her şey Rabbimizin rahmetinin
eseridir. Rahmet; incelik, ihsan, bağışlama, acıyıp esirgeme anlamlarına gelir.
Allah'ın kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muamele etmesi
anlamında Kur'anî bir tabir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve şefkatle
davranmayı nefsine vacip kıldığını bize haber veriyor. (En'âm,54) Rahmet, bütün
yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duy-maktır. Allah
Teâlâ'nın bu kelimeden türemiş bazı güzel isimleri vardır; Rahmân: Esirgeyen,
Rahîm: Bağışlayan, Erhamürrâhimîn: Merhametlilerin en merhametlisi,
Hayrürrâhimîn: Merhametlilerin en hayırlısı, Zürrahme: Rahmet sahibi, Zü
Rahmetin Vasia: En geniş Rahmet sahibi... gibi. Kur'an-ı Kerim'de yüzden fala
yerde geçen bu isimler, Allah'ın rahmetinin çok ve tükenmez derecede bol ve her
şeyi kapladığını gösterir. Cenab-ı Allah yaratıklarına, şanına yakışır bir acıma
ve şefkat duygusu ile muamele eder. Esasen hayatın kaynağı da, bu ilâhî
rahmettir. Yaratılışı düşünecek olursak, insanı oluşturan sperm ve yumurta, çok
sağlam, dış etkenlerden korunmuş, rahim denilen çok müsait bir ortamda
birleşerek gelişir. Hayatın ilk kıvılcımı, ancak böyle bir rahmet ortamında
başlayabileceği için ona, aynı kökten türemiş olan rahim ismi verilmiştir.
Dünyaya gelen her canlı yavrusu ancak, Allah'ın verdiği nimetler ve
ana-babasının sevgi ve merhametiyle gelişip büyüyebilir. Eğer bu merhamet
duygusu olmasa, hayatın devamı mümkün olmazdı. Allah Teâlâ'nın; "Benim rahmetim
her şeyi içine almıştır" (A’râf,156) sözü bu gerçeği ifade etmektedir. Canlılar,
ilahi rahmetin çeşitli tecellileri olan ve saymakla bitirilemeyecek nice
nimetler sayesinde hayatiyetlerini devam ettirirler.
Hak yolu bulmaları için Allah Teâlâ’nın
insanlara kitaplar, peygamberler göndermesi de rahmetinin bir tecellisidir: Ey
Habibim Muhammed! Biz seni, alemlere rahmet olasın diye gönderdik” (Enbiyâ, 107)
"Bu Kitabı (Kur'an'ı) sana, her şeyin açıklaması, bir hidayet ve rahmet kaynağı
ve müslümanlar için de bir müjdeci olarak gönderdik" (Nahl,89) âyetleri bunu
göstermektedir.
"Allah Teâlâ, rahmetini yüz parçaya
ayırdı, doksan dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte
bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhamet eder. hattâ
yavrulu bir kısrak, yavrusu daha rahat emebilmesi için ayağını kaldırır"
(Bu-hârî, Edep, 19) hadisi, rahmet cevherinin aslında bir bütün olduğunu, sadece
insanlara değil, bütün mahlukata verildiğini gösterir. Buna göre, Allah
Teâlâ'nın gerçek rahmetinin büyüklüğünü düşünmek gerekir. Kalbinde merhamet
duygusu taşıyan bir insan, içinde ilâhî bir cevher taşıyor demektir. Merhameti
olmayan kişi, bu ilahi nimetten nasipsiz kalmıştır. Hz. Peygamber'in çocukları
sevip okşamasına hayret eden ve on çocuğundan hiçbirini öpmediğini övünerek
söyleyen bedevîye; "Şayet Allah senin kalbinden merhameti söküp almışsa, ben
sana ne yapabilirim? Acımayana acınmaz." (Buhari, Edep, 18) demesi de bunu
gösterir.
İbadetler, bilhassa oruç ve zekat,
merhamet duygusunu arttı-rır. Müslümanın merhameti bütün müminleri bütün
insanları, hattâ bü-tün canlıları içine almaktadır. Çünkü İslam, yaratıcıya
hürmet, yaratı-lana şefkat ve merhamet temeli üzerine bina edilmiştir. Rahmet
Pey-gamberi (s.a.s); "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez"
(Müslim, Fedâil, 66) buyurur. Küçüklere, güçsüzlere, yardıma muhtaç olanlara,
hayvanlara... rahmet ve şefkatle davranmak Peygamberimizin en önemli
özelliklerinden ve ümmeti olan bizlere tavsiye ettiği şeylerdendir:
"Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden
değildir" (Tirmizi, Birr,15), "Merhamet e-denlere Allah da merhamet eder. Siz
yeryüzündekilere -bütün canlı-lara- merhamet edin ki, göktekiler de -Allah ve
melekler- size merha-met etsin" (Ebu Davud, Edep, 58).
“Eğer yakîn
elde etmek isterseniz, göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir O
Allah.” Göklerde, yerde ve her ikisi arasında olanların tümünü yaratan, yaşatan,
ayakta tutan, onlar üzerinde hükmünü yürüten, onların yasalarını belirleyen
Allah’tır. Eğer yakîn sahibi olmak istiyor ve yakînen iman etmek istiyorsanız...
Göklerde ve yerde egemen olan O’dur. Tüm kâinatta rubûbiyetini devam ettiren
O’dur. O’nun izni olmadan ne göklerde ne de yerde hiçbir varlığın var olması,
varlığını sürdürmesi mümkün değildir.
8. “O’ndan başka İlâh yoktur; diriltir
ve öldürür. Sizin de Rabbiniz önceki babalarınızın da
Rabbidir.”
Kendisinden başka İlâh da,
kendisinden başka kendisine kulluk yapılacak da yoktur. Kendisinden başka sözü
dinlenecek hatırı kazanılacak varlık yoktur. O, öldüren ve diriltendir. Hayat
veren O’dur, hayatın sahibi O’dur ve zamanı gelince de verdiği o hayatı geri
alacak olan da O’dur. İlâh olanın, sözü dinlenecek olanın yaratıcı ve öldürücü
olması gerekir. İlâh olanın, iradelerimizi kendisine teslim edip çektiği yere
gitmemiz gereken varlığın yaratıcı olması gerekir. Madem ki bizi yaratan, şu
anda varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz, sonunda da bizi öldürüp huzuruna
çağıracak olan O’dur, öyleyse başkalarına niye minnet edelim? O’ndan başka kime
minnet borcumuz olabilir ki bizim? Hayatımız O’ndan, ölümümüz O’ndan, aklımız,
bilgimiz, fırsatımız, imkânımız her şeyimiz O’ndandır.
Tabii, sadece bizim dirilişimiz
ve ölümümüz değil, göklerde ve yerdeki tüm dirilişler, tüm dirilikler, piyasanın
dirilişi ve ölüşü, tabiatın dirilişi ve ölüşü de O’ndandır. Öyleyse sözü
dinlenecek, arzularına itaat edilecek, yasaları hayat programı kabul edilecek,
kitabı uygulanacak, darda kalınca kendisine imdat denilecek tek varlık O’dur.
O Allah sadece sizin değil, aynı
zamanda sizden önceki atalarınızın da Rabbidir. Sizden öncekilerin de Rabbi,
onları da yaratan, onları da yaşatan ve
öldüren, onlara da dönemlerinde vahiy göndererek hayat programlarını
belirleyendir. Atalarınızın bunu anlayamayarak O’ndan başkalarına kulluk etmiş
olmaları asla bu gerçeği değiş-tirmez. Onların bu yanlışları sizin için asla
delil teşkil etmez.
Onların da, sizin de Rabbiniz ve
İlâhınız Allah olduğu halde, bu zavallı insanlar bu gerçekten habersiz bir
vaziyette şek ve şüphe içinde kıvranıp durmaktadırlar:
9. “Ama inkârcılar, dirilmekten şüphededirler,
bunu eğlenceye alırlar.”
Ama kâfirler şek ve şüphe
içindedirler. Kâfirler tekrar dirilme konusunda şüphe içindedirler. Kâfirler ve
müşrikler hayatlarından ve inanışlarından şüphe içindedirler. Kâfirler ve
müşrikler Allah berisinde tapındıkları varlıkların ilâhlığı konusunda kuşku
içindeler. Hayatlarından ve tapındıklarından emin değiller. “Acaba” diyerek bir
tereddüt içinde kıvranmaktadırlar. Hiçbir kâfir “Allah yok” diyerek Rabbini
inkâr ederken bundan emin değildir. Hiçbir kâfir “diriliş yok” derken bu konuda
emin değildir. Kâfirlerin de, müşriklerin de dinleri, hayat programları şüphe
üzerine bina edilmiştir.
Esasen onlar din konusunda, hayat
programı konusunda ciddi ciddi endişe taşıyan akıllı insanlar da değillerdir.
Onlar için din önemli değildir. Onlar için önemli olan dünyadır. Onlar için din
sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Bu yüzden de ciddi ciddi bu konuda
düşünecek zamanları da yoktur. Bu adamlar vahye karşı gözlerini ve kulaklarını
kapatıyorlar, kendilerine göre bir dünya kuruyorlar. Böyle bir durumda olan
insanlar elbette her şeyden şüphelenmek zorundadırlar. Bir şüpheden öteki
şüpheye böyle bocalayıp duracaklardır.
10,11. “Ey Muhammed! Göğün, insanları
bürüyecek bir duman çıkardığı günü bekle; bu can yakıcı bir
azaptır.”
“Sen bekle peygamberim. Semâ
apaçık bir dumanla geldiği zaman... Semâyı apaçık bir duman kapladığı, bürüdüğü
zaman...” Âyet-i kerimede anlatılan bu duman konusunda iki yorum vardır:
Bunlardan birisi, bu dumanın kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğudur.
Rivâyetlere göre kıyâmetin gerçekleştirilmesinden önce gökyüzünü apaçık bir
duman bürüyecek. Bu korkunç ve kör duman, yeryüzünü ve yeryüzü insanlığını
bürüyüp kaplayacaktır. Yeryüzündeki hayat, can yakıcı, korkunç bir azap
atmosferine dönüşecektir. Hz. Ali Efendimizin ifadesine göre tüm yeryüzü sanki
içinde ocak yakılmış, deliksiz, penceresiz bir eve dönecek ve bu dumanın
etkisiyle kâfirlerin başları dönüp sarhoş hale gelirken, duman kâfirlerin
kulağından girip aşağısından çıkarken, mü'minler de nezle etkisi gibi bir
etkiyle etkileneceklerdir.
Buhârî’nin rivâyet ettiği bir
hadis-i şerife göre, bu duman yeryüzünün doğusuyla batısını dolduracak ve kırk
gün devam edecektir. İnsanlar korku ve dehşet içinde bu azaptan kurtulabilmek
için el kaldırıp Rabblerine, “ya Rabbi! Ne olur bize bir nefes alma imkânı ver!”
diyecekler ve Cenâb-ı Hakk da bu duman azabını biraz biraz onlardan kaldıracak,
ama arkasından gelen kıyâmetle en son ve en şiddetli azabını onlara
tattıracaktır.
Bunun şöyle bir yorumu da var: Mekke’de
Rasulullah Efendimize ve ona inanan bir avuç Müslümana karşı müşrikler
işkencelerini artırdıkları bir dönemde, bunalan Allah’ın Resûlü, Allah’a dua
eder: “Ya Rabbi, bu söz anlamazlara daha önce Yusuf dönemi toplumuna
gönderdiğin, yıllarca süren kıtlıklar gibi kasıp kavuran bir kıtlık gönder ki,
belki akılları başlarına gelir de sana ve senin elçine iman ederler. Senin
elçine ve ona iman edenlere işkence etmekten vazgeçerler.”
Rasûlullah’ın bu duasından sonra
Rabbimiz onlara öyle bir kıtlık gönderdi ki, açlıktan dünyaları kararmış,
gözleri dumanlanmış ve gökyüzüne baktıkları zaman da onu alabildiğine dumanlı
görmeye başlamışlardı. Mahvoldular, kahroldular, ne yapacaklarını şaşırdılar ve
tıpkı Zuhruf sûresinde anlatıldığı gibi Firavun oğullarının böyle bir durumda
Hz. Mûsâ’ya gidip de gibi şöyle dedikleri gibi bir tavır
takındılar:
“Ey Sihirbaz! Sana verdiği ahde göre
Rabbine bizim için yalvar da doğru yola erişelim” dediler.”
(Zuhrûf 49)
Allah o topluma da akılları başlarına
gelsin diye tufan gönderdi. Mahvoldular, kahroldular ve Allah’ın elçisi Hz.
Mûsâ’ya gelip: “Ey Mûsâ! Allah’la aranızdaki ahit hatırına, ya da seninle bizim
aramızdaki ilişki hatırına Rabbine bir dua ediver de Rabbin şu belâyı
üzerimizden kaldırsın. Biz de o zaman senin getirdiğin hidâyet hediyesini kabul
e-delim. Biz de Müslüman olalım,” dediler. Dikkat ederseniz, “Allah’la
a-ranızdaki ahit hatırına O’na bir dua ediver,” diyorlar. Yâni bu adamlar Hz.
Mûsâ (a.s) ile Allah arasında bir risâlet ahdi olduğunu biliyorlardı. Allah’ın
elçisi Hz. Mûsâ’nın (a.s) Allah katında mümtaz bir yerinin, bir değerinin
olduğunu biliyorlardı.
İşte aynen onların gidip Allah elçisine
yalvarıp yakardıkları gibi, Mekke müşrikleri de Resûl-i Ekrem Efendimize gelip
bu dumanın, bu belânın üzerlerinden kaldırılması için Rabbine dua etmesini
istediler. Buradan anlıyoruz ki, bu adamlar, yâni gerek Firavun oğulları ve
gerekse Mekkeli müşrikler aslında Allah fikrine ve peygamber düşüncesine yabancı
değillerdi. Allah’ın, peygamberin kim olduğunu, peygamberin ne için geldiğini,
kim tarafından görevlendirildiğini biliyorlardı. Allah’la elçileri arasında
bambaşka bir bağ olduğunu bilen bu insanlar, onlardan bu bağ hatırına Allah’a
dua etmesini istiyorlardı.
Yine anlıyoruz ki bu insanlar
Allah’ın gücünü, kudretini de biliyorlardı. Başlarına gelen bu belâların O’ndan
geldiğini ve yine sadece O’nun kaldırabileceğini de biliyorlardı. Bu konuda dua
edilecek makamı da, duası istenecek makamı da biliyorlardı. Allah’a gerçek
kulluk yapan birisinden dua etmesini istiyorlardı.
Allah’ın elçisinin yanına geliyor ve
diyorlar ki, “ey Allah’ın Resûlü! Bizim için Rabbine bir dua ediver de şu belâyı
bizim başımızdan kaldırsın. Biz de böylelikle sana ve senin Rabbine iman edelim
ve hidâyette olalım.”
Zuhruf sûresine dönüyorum. Hz. Mûsâ,
Cenâb-ı Hakk’a dua eder, Allah da onların üzerinden bu belâyı kaldırır, ama
onlar verdikleri sözü unutup yan çiziverirler. İnsanların genel karakteridir bu.
Başlarına bir belâ gelince, bir sıkıntı içine düşünce “aman aman” derler, ama bu
belâyı Allah savuşturunca da hemen yan çiziverirler. Bakıyoruz insanlar bugün de
böyle yapıyorlar. Başları dara gelince bugünküler de hemen Allah’la arası iyi
olan hocalara, hacılara koşuyorlar. “Aman yetişin! Kurtarın!” diyorlar. “Aman
bir dua ediverin! Bir yalvarıverin de şu sıkıntımız kaldırılsın” diyorlar. Peki
siz nerdesiniz yahu? Siz kendiniz nerdesiniz? Siz kendiniz niye dua
etmiyorsunuz? Siz niye yalvarıp yakarmıyorsunuz?
Ya da bu dinin öteki bölümleri
sizi ilgilendirmiyor mu? Firavun durumuna düşünce mi Allah’ı hatırlıyorsunuz?
Mekkeli müşriklerin durumuna düşünce mi Allah’ı hatırınıza getiriyorsunuz?
Başınız daralınca mı Allah’ı hatırlıyorsunuz? Hz. Mûsâ Allah’a dua etti ve Allah
onların başından bu belâyı kaldırdı ama bu adamlar Allah’a ve Mûsâ'ya (a.s)
verdikleri sözü unutuverdiler. Sanki Allah’a ve elçisine hiç ihtiyaçları
olmamış, sanki başlarına böyle bir belâ gelmemiş gibi her şeyi unutup yine eski
küfürlerine, eski şirklerine devam ediverdiler.
Sonra Allah onların üzerine kurbağa
yağdırır. Evlerinin içi, yiyecekleri ve tüm hayatları kurbağa ile dolup da
perişan bir hale gelince, yine gelip Hz. Mûsâ’dan Rabbine dua etmesini isterler.
Hz. Mûsâ (a.s) dua eder, Allah bu belâyı da kaldırır, ama onlar yine iman
etmezler, yine yola gelmezler. Sonra Rabbimiz onların üzerlerine çekirgeler
sürüsünü gönderir. Tarlalarındaki mahsuller çekirgeler sürüsünün istilâsına
uğrayınca, yine Hz. Mûsâ’nın dua etmesini isterler. Hz. Mûsâ dua eder ve Allah
onu da kaldırır. “Eh, zaten eskiden de bu tür şeyler olmuştur, olağan şeylerdir
bunlar,” diyerek yine yan çizerler. Mûsâ’nın (a.s) duasının sonunda
tarlalarından kaldırdıkları ürünleri ambarlarına doldururlar. “Tamam, artık
ürünlerimizi garantiye aldık” diye sevinip dururlarken, Rabbimiz onlara bit
gönderir. Öyle ki tüm vücutları, tüm yatak ve yorganları, tüm ambarları ürünün
defterini düren bitlerle doluverir. Mûsâ (a.s) yine dua eder ve Allah onu da
kaldırır. Arkasından onlara kan gönderir Rabbimiz. Her şeyleri kan olur. Ekmeğe
el atarlar kan, suya el atarlar kan, tüm yiyecek ve içecekleri kan haline
geliverir.
Fakat işin garibi, bütün bu
gelenler Mısır’da yaşayan Firavun oğullarına geliyordu. Aynı şehirde yaşayan
İsrailoğullarına hiçbir şey olmuyordu. İsrailoğulları bunların hiçbirisinden
etkilenmiyorlardı. Hattâ rivâyetlere göre Firavun oğullarından olan birileri
suyu ağzına götürüyor, bakıyor kan. Sonra yanındaki İsrailoğullu kölesine
veriyor, bu sefer su oluyordu. Adam kölesinin ağzından emmeye çalışıyor, ama
o-nun ağzından dökülürken yine kan haline geliyordu. İşte Rabbimiz a-dam
olsunlar diye peş peşe, biri öncekinden daha etkili mûcizeler gönderdi, ama bu
adamlar yine adam olmayınca, bütün bu imtihanlar yine de onların akıllarını
başlarına getirmeyince, sonunda helâki hak etmiş oldular.
Unutmayalım ki, Allah bize de
bazen böyle bir şeyler gönderir, gönderir ama yine de Allah’ın istediğine
gelmemeye diretirsek, bilelim ki bizim defterimizi de dürüverir. Bütün bunlar
geldikçe yine Zuhruf’la söyleyelim:
“Ama, azabı ülkelerinden
kaldırdığımızda hemen sözlerinden döndüler.”
(Zuhruf 50)
Her defasında söz verdiler ama
sözlerinden döndüler. Onların bu sözlerinden döneceklerini bile bile Rabbimiz
rahmeti gereği yine de onların üzerlerinden belâlarını
kaldırıyordu.
(Duhân kelimesiyle alâkalı
dinleyicilerden bir soru soruldu)
Arapça’da tütmek, duman çıkmak anlamına
gelen “dahn” kökünden isim olan duhân kelimesi kitabımızın iki sûresinde
geçmektedir. Bunlardan birisi Fussilet sûresinin 11. âyeti, diğeri de Duhân
sûre-sidir ki onun adını teşkil etmektedir. İslâm literatüründe duhân kıyametin
büyük alâmetlerinden birisidir. Resûl-i Ekrem efendimizin hadislerinde kıyametin
zuhurundan hemen önce gerçekleşecek hadiseler arasında zikredilmektedir. Bu
kelimenin geçtiği her iki sûrede de Rabbimiz, önce göklere ve yere egemen tek
Rab ve İlâh oluşuna dikkat çekmiş, daha sonra kullarına olan sonsuz rahmet ve
merhameti gereği peygamberlerini ve vahyini ulaştırdığı bildirilmiştir. Bütün bu
uyarılara rağmen yine de kendi istediği İslâm yoluna girmeyen, peygamberine ve
onunla gönderdiği vahyine teslim olmayarak zamanlarını boşa harcayan kâfirleri
elem verici bir azap olan duhânın saracağı, böyle bir felâketle karşı karşıya
gelen kâfirlerin; bu elîm azabın kaldırılması halinde iman edeceklerine dair söz
verecekleri ifade edil-mektedir. Âyetin devamında ise onların hiçbir zaman bu
sözlerinde durmayacakları şu sözlerle ortaya konur; ‘Biz azabı geçici bir zaman
için kaldıracağız, fakat siz yine eski küfür ve şirklerinize döneceksiniz.
Onları müthiş bir yakalayışla yakalayacağımız gün öcümüzü mutlaka alırız.
Müfessirlerimiz
bu âyette geçen onları saracak duhân ve müthiş bir şekilde onları yakalama
ifadelerini şöyle anlamaya çalışmışlardır: Abdullah b. Mes’ûd efendimiz der ki;
Mekke müşrikleri, özellikle Kureyş Resûlullah efendimizin getirdiği dâvete karşı
direnişlerini sürdürmede ısrarlı davranarak Müslümanlara karşı terör ve
işkenceleri artırdıklarını gören Resûl-i Ekrem Allah’a şöyle dua etmişti; Ya
Rabbi, bu zalimlere Hz. Yusuf dönemi kıtlığına benzer bir kıtlık ver. Rabbimiz
de Resûlullah’ın duasını kabul buyurarak Mekke halkını müthiş bir kıtlığa
uğratmıştır. İşte Allah’ın bu azabının etraflarını kuşattığı Mekke müşriklerinin
açlıktan gözlerinin feri gitmiş, etraflarını bir duman kaplamıştı. Bunun üzerine
çaresiz kalan Mekkeliler Hz. Peygambere gelerek bu felâketin kaldırılması için
onun Rabbine dua edip yalvarmasını istemişlerdir. Ve bu kıtlığın kaldırılması
halinde Allah’a ve peygamberine iman edeceklerine dair söz vermişlerdir. Fakat
Resûlullah efendimizin duası üzerine bu kıtlık biraz biraz kaldırılınca zalimler
peygambere ve beraberindeki Müslümanlara karşı işkencelerini daha da
artırmışlardır.
Âlimlerimizden bazıları da bu duhânın
kıyamet öncesi gerçekleşecek bir duman olduğunu iddia etmişlerdir. Abdullah b.
Ömer, Abdullah b. Abbas gibi Kur’an konusunda söz söylemeye yetkisine sahip
müfessirlerimiz bu görüştedirler. Rivâyetlere kıyamete yakın bir zamanda gökten
bir duman inecek ve kırk gün kırk gece süreyle dünyanın doğunu ve batısını
kuşatacak ve yeryüzü âdeta bacasız bir fırın halini alacak, içinde ateş yanmış
bir oda gibi ısınacaktır. Mü’minler bu dumandan nezleye tutulmuş bir kimse gibi
çok hafif etkilenirlerken, kâfirler ise şiddetle sarsılacaklar, âdeta sarhoşa
döneceklerdir. Mekkeli müşrikler de böyle
geldiler Rasulullah’tan bu kıtlığın kaldırılması için dua istediler ve dediler
ki:
12. “İnsanlar: “Rabbimiz! Bu azabı
bizden kaldır; doğrusu artık biz inananlarız” derler.”
Tıpkı Firavunlar gibi, tıpkı
selefleri gibi onlar da dediler ki, “ya Rabbi, eğer bunu bizden giderirsen o
zaman biz mü'min olacağız. O zaman biz de sana iman edeceğiz. Ya da biz
müminleriz,” dediler. Darda kaldıkları zaman derler bunu. En’âm’da da aynı
konuyu şöyle anlatıyordu Rabbimiz:
“De ki: “Kara ve denizin
karanlıklarından sizi kim kurtarır? Eğer bundan bizi kurtarırsan şükredenlerden
olacağız diye O’na gizli gizli yalvarır yakarırsınız. De ki: “Allah sizi ondan
ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da ona şirk koşarsınız.”
(En’âm 63)
Yâni böyle karanın ve denizin
karanlıklarında kaldığınız, yolunuzu yitirdiğiniz, bir çıkmazla karşı karşıya
kalıp eliniz böğrünüzde ne yapacağınızı şaşırdığınız, ciddi bir tehlikeyle burun
buruna gelip ondan kurtuluş ümitleriniz inkisâra uğradığı zaman ne yaparsınız?
Kime yalvarıp yakarırsınız? Kime yönelir ve kimi imdadınıza çağırırsınız?
Denizde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya gelip can havliyle dalgalarla
boğuşmaya başladığınız, ya da hanımınız hasta hanede ecel teri dökmeye
başladığınız bir sırada veya borçlularınız kapınıza gelip dayandıkları,
mahkemede hakim karşısında ecel teri dökmeye başladığınız, içinden
çıkamayacağınız ciddi bir dertle karşı karşıya geldiğiniz zaman gizli ve açık
olarak, ya da korku ve ümit içinde kime yalvarır, kime dua edersiniz? Yemin
olsun ki, o bizi bu sıkıntıdan kurtarırsa muhakkak biz şükredenlerden olacağız
diye kime müracaat edersiniz?
Allah’a dua edersiniz değil mi?
Yâni böyle bir durumda sizi kurtaracak tek varlığın Allah olduğunu, Allah’tan
başka hiç kimsenin yapabileceği bir şeyin olmadığını, Rabbinizden başka hiçbir
gücün sizin imdadınıza yetişemeyeceğini siz de biliyor ve itiraf ediyorsunuz
değil mi? Vicdanlarınız buna şahitlik ediyor değil mi? Size yardım edebilecek,
sizin tüm sıkıntılarınızı yok edecek, sizin kaderinizi belirleyen varlığın
sadece Allah olduğunu biliyor ve böyle durumlarda sadece Rabbinize dua
ediyorsunuz.
Sizi ondan ve her türlü
tehlikeden, her türlü kederden, her türlü sıkıntıdan kurtaran Allah’tır. Allah
sizi bu tehlikeden kurtarıp sahil-i selâmete çıkardığı zaman da hemen ona yan
çizmeye ve ona şirk koşmaya başlıyorsunuz. Darda kaldığınız zaman size rızık
gönderen Rabbinizi unutup, kendinize ondan başka Rezzaklar bulmaya ve onların
arzularını gerçekleştirmeye kalkıyorsunuz. Bu ikinci, üçüncü derecede
rezzaklarınızın gazabına maruz kalmamak için, tayininizin çıkarılmaması,
maaşınızın kesilmemesi için onların arzularıyla Rabbinizin arzuları çatıştığı
zaman, Rabbinizin hatırını ayaklarınızın altına alma pahasına onların hatırını
başınıza taç yapmaya kalkışıyorsunuz. Sizi koruyan Rabbinizi unutup, kendinize
yeryüzünde yeni yeni rabbler bulup onların koyduğu kanunları uygulamaya
kalkışıyorsunuz. Allah’tan başka sığınacak varlıklar bulup onlara sığınmaya,
onlara dua edip yardımınıza çağırmaya kalkışıyorsunuz. Darda kalınca gerçek
Rabbi-nizi hatırlıyor, tehlike geçince de başka Rabbler bulup onlara itaat
etmeye kalkışıyorsunuz.
Çok ciddi bir tehlike anında ister
mü'min olsun ister kâfir herkes Allah’a yalvarmaktadır. Bundan anlıyoruz ki, tüm
insanlarda fıtrat tevhiddir, öz cevher tevhiddir. Şirk ise sonradan ona ârız
olmuş bir kabuktur. İşte böyle çok ciddi bir tehlike anında insan fıtratı açığa
çık-maktadır. Fıtratın üzerini örtmüş olan kabuk o anda dökülüveriyor ve insanın
fıtratı açığa çıkıveriyor. Bakın bu husus İsrâ sûresinde biraz daha net
anlatılır:
“Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman,
Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çıkararak
kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür.”
(İsrâ 67)
Yine Yunus sûresinde de aynı konu şöyle
anlatılır:
“Sizi karada ve denizde yürüten
Allah’tır. Bulunduğunuz gemi içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken;
yolcular neşelenirler. Ama bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların
sardığını, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise; Allah’ın dinine
sarılarak: “Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan andolsun ki sana şükredenlerden
olacağız” diye ona yalvarırlar.”
(Yunus 22)
Meselâ bakın bâtılı kâfirler Titanik
diye bir gemiye binerler ve okyanusa açılırlar. Yüzlerce mühendisin rapor
vererek, bu gemi bat-maz dedikleri geminin içinde her türlü günâhları işleyerek
kâm almaya çalıştıkları bir sırada, gemi bir buzula çarpar ve yavaş yavaş
batmaya başlar. Birkaç saat öncesine kadar Allah’ı hiç hatırlarına getirmeyen bu
insanların tümünün güverteye çıkarak Allah’a dua ettiklerini görüyoruz. Çünkü
böyle bir durumda kendilerine Allah’tan başka yardım edecek hiç kimse yoktur. O
anda kabuk mahiyetinde bulunan şirkin yok olup, fıtratlarının, mayalarındaki
tevhidin açığa çıktığını görüyoruz.
Yine meselâ Mekkeli müşriklerin, güçlü
kuvvetli ordusuyla Eb-rehe kapılarına dayandığı zaman, Kâbe’nin içindeki tüm
putlarını unutup Kâbe’nin örtülerine sarılıp: "Ey bu beytin Rabbi! Bizi böyle
bir durumda ancak sen koruyabilirsin! Bu putlarımızın bize bugün yapabilecekleri
bir şey yoktur!” diye dua ettiklerini biliyoruz. Bir tehlike anında
fıtratlarındaki öz cevherin, tevhidin açığa çıktığını görüyoruz. Ama tehlike
geçtikten sonra bu insanların kendilerini kurtaran Rabblerini unutup yine eski
şirklerine, eski küfürlerine dönüverdiklerini görüyoruz. Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz diyor ki:
13,14. “Nerede onlarda öğüt almak? Kendilerine
gerçeği açıklayan bir peygamber gelmişti ve ondan yüz çe-virmişler, “Belletilmiş
bir deli” demişlerdi.”
Bunlar nereden ibret alacaklar?
İbret almak kim, bunlar kim? Halbuki kendilerine gerçeği apaçık anlatan, hakkı
açıkça ortaya koyan ve kendisi de, hayatı da gözlerinin önünde gün kadar açık ve
net olan bir peygamber geldi de, ondan istifade etmek yerine, "bu öğretilmiş bir
mecnundur" deyiverdiler. Peygambere karşı böyle diyorlar, ama ciddi bir
tehlikeyle karşı karşıya kaldıkları zaman da, "biz mü’-minleriz" diyorlar. Azap
gelince öyle diyorlar, azap kaldırılınca da böyle diyorlar. Bunu nasıl telif
edeceğiz? Yâni hangisi doğrudur bu dediklerinin? Madem bunlar mü’minler o zaman
Allah’ın elçisini reddederken bu yetkiyi nereden alıyor bu
adamlar?
Evet, Allah’ın Resûlüne, “bu öğretilmiş
bir mecnun” diyorlardı. Allah’ın Resûlünü tanıyorlardı. O, aralarında doğup
büyümüş, tüm ha-yatı, çocukluk ve gençliği aralarında geçmişti. Onun en küçük
bir kötülüğünü görmemişlerdi. Onun içindir ki kendisine bir şey diyemiyor-lar
da, “başkaları onu yoldan çıkararak bu hale getiriyor,” diyorlardı. “Ona bu
konuda ders verenler, onu yetiştirenler arka planda kalıyorlar ama cezayı ona
çektiriyorlar,” diyorlardı.
Muallem; öğretilen, cinlerle ilgisi
olan demektir. Birileri kendisi-ne öğretiyor, birilerinden öğreniyor da ondan
duyup öğrendiklerini bize söylüyor, diyorlardı. Halbuki onlar cincileri
biliyorlardı. Sihirbazları tanıyorlardı. Çevrelerinde yığınlarla cinci ve
sihirbaz vardı. Sormak lâzım: Bugüne kadar hangi cinci, hangi sihirbaz
söyleyebilmişti onun söylediklerini? Hangi sihirbazın arkasına bu kadar insan
takılmıştı bu-güne kadar? Ya da hangi sihirbazdan bu kadar korkulup, ürkülmüş?
Hangi sihirbaza karşı bu kadar tedbir almışlardı?
Evet, hem peygambere cinlenmiş
diyorlar, hem de sıkıntıya düşükleri zaman da “aman aman, Rabbine bir dua
ediver. Rabbine dua et ki bizi şu azaptan bir kurtarsın,” diyorlar. Allah diyor
ki:
15.
“Biz de azabı az bir süre için kaldıracağız, siz yine de eski
inkârcılığınıza döneceksiniz.”
“Biz sizden azabı biraz biraz
kaldıracağız, ama siz tekrar eski küfrünüze, eski şirkinize ve şikâkınıza
döneceksiniz.” Bunun için de tekrar azaba iâde olunacaksınız. Daha önce
selefleri de aynı şeyi yapmışlardı. Her bir azap kaldırıldıkça o azabı
kendilerinden kaldıran Rabblerini unutmuşlar, hiçbir şey yokmuş gibi yeniden
küfürlerine dön müşlerdi. Ama unutmayın ki buradakilerden kurtarılsanız bile:
16. “Onları çarptıkça çarpacağımız gün
öcümüzü şüphesiz alırız.”
Allah yakaladı mı, tam yakalar.
Büyük bir yakalayış… Bedir de yakaladığı gibi yakalar Allah. Ya da ferdî kıyâmet
dediğimiz ölümle yakalar insanları. Hiç kimse O’nun yakalamasından kaçıp
kurtulamaz. Veya toplumsal kıyâmet, toplumsal yakalama dediğimiz toplumların
yakalanıp yok oluşları türünde bir yakalamayla yakalar. Hiçbir toplum
yeryüzünden silinip gitmekten kurtaramaz kendisini. Ya da top yekûn insanlığın
yakalanıp defterlerinin dürüldüğü kevnî kıyâmetle tüm dünyanın ölümü türünde bir
yakalamayla yakalayıverir Allah. Hiçbir varlık bu yakalamadan kurtulamaz.
Hem bu dünyada, hem de âhirette
yakaladı mı tam yakalar. Kimilerini suyla, kimilerini sinekle, kimilerini
dondurucu bir rüzgârla, kimilerini taş yağdıran bir fırtınayla, kimilerini bir
sayhayla yakalar ve intikam alır Allah. Kıyâmete kadar Allah düşmanlarına karşı
uygulana-cak bir yasadır bu. Kıyâmet günkü yakalaması ise daha başka olacaktır
Rabbimizin.
Eğer Allah’ın bu yakalaması ve
düşmanlarından intikam alması hususunda herhangi bir şüpheniz varsa, haydi
buyurun tarihten bu-nun bir sağlamasını yapalım. Size bu konuda tarihten
örnekler verelim, diyerek Rabbimiz burada bir örnek
sunacak:
17,18. “Andolsun ki, onlardan önce,
Firavun milletini denemiştik. Onlara gelen değerli bir peygamber demişti ki: “Ey
Allah'ın kulları! Bana gelin, doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. “
Onlardan önce, sizden önce
Firavun toplumu da imtihana konu edildi. Sizden önce Allah aynen sizin gibi
onları da denedi. Düşünün, Firavun toplumu dünyanın en büyük gücüne, en büyük
ordusuna ve medeniyetine sahip bir toplumdu. Aynen şu anda size olduğu gibi, bu
güçlü topluma da Allah elçi göndermişti. Firavun toplumuna da Allah’ın uyarıcı
elçileri gelmişti. Allah’ın kerîm elçileri, Allah’ın kendilerine ikramlarda
bulunduğu, kendi bilgisiyle kendilerini şereflendirdiği apaçık, ayan beyan
elçileri gelmişti. Mûsâ (a.s) gelmişti onlara. “Ey Allah’ın kulları! Ben size
Rabbiniz tarafından gönderilmiş bir elçiyim! Rabbiniz sizi benimle uyarmak için
gönderdi. Gelin beni dinleyin, benim size gösterdiğim biçimde Rabbinize kulluk
yapın, kurtulursunuz,” diyordu.
Firavuna da: “Ey Firavun! Şu
köleleştirdiğin, şu kanlarını emip, alın terlerini istismar ettiğin insanları
bana bırak. Artık bu Allah kullarını haksız yere kendi kulluğunda kullanmaktan
vazgeç. Artık onlar üzerinden elini çek, Allah’ın kullarına zulmetmekten vazgeç.
Onların erkeklerini öldürüp kadınlarını kullanmaktan, erkeklerini en zor işlerde
çalıştırıp kadınlarını hayâsızlaştırmaktan vazgeç. Allah’ın hür olarak yarattığı
bu insanlara sahiplenmekten vazgeç. Onlar üzerinde Rab-leşmeyi bırak. Onlar
üzerinde ilâhlık pozları oynamayı bırak. Onları Rabblerine kulluktan koparıp
kendi kanunlarına itaate zorlayarak tanrılık iddiana bir son ver. Ben Allah’ın
elçisiyim. Allah beni onları senin zulmünden kurtarmak üzere görevlendirdi.
Onları bana ver, ben onlara Rabblerinin yasalarını uygulayacağım. Onları
Rablerine kulluğa götüreceğim.
Yâni ey Firavun şunu iyice bil
ki, ben onları senden, senin egemenliğinden kurtardıktan sonra onlar üzerinde
kendi hegemonyamı kuracak ve onları kendime kul-köle edinecek değilim. Ben
kendim adına hareket eden birisi değilim. Ben senin de, benim de Rabbim olan
Allah tarafından görevlendirildim. Onların da, senin de hayatına karış-ma
konusunda Allah beni sözcü seçti. Benden şüphelenmenize gerek yok, ben sizler
için emin bir elçiyim.
Bu Allah kullarını bana verin, siz de o
Allah’a kul olun. Hz. Mûsâ Firavunu ve çevresindekileri imana dâvet eder. “Eğer
iman ederseniz, bu Allah kullarını bana verin, götüreceğim onları,” der. Öyleyse
peygamber yolunun yolcuları olarak biz de bunu tüm tâğutlara ve çevresindekilere
diyeceğiz. “Gelin Allah’ın kullarına karşı İlâhlık taslamaktan vazgeçin. Gelin
Allah kullarını Rabblerinin yasalarına itaatten koparıp kendi yasalarınızın
kulu-kölesi yapmayın. Gelin yeryüzünde tanrılık taslamaya kalkışmayın. Hakkınız
yoktur buna. Gelin siz de Allah’ın emirlerine teslim olun, Allah’ın kullarını da
Allah’a kul olma konusunda engellemeyin. Verin o Allah kullarını bize, biz
onlara Allah’ın belirlediği yasaları uygulayacağız,” diyelim inşallah. Onları
aldıktan sonra kendi hegemonyamızı kurup, bu defa da onları kendimize kul-köle
edinme niyetinde olmadığımızı, aksine bizim kendimizin de Allah’ın kulu
olduğumuzu, Allah’ın yasalarına teslim olduğumuzu ısrarla vurgulayalım ki,
bizden şüphelenmesinler inşallah.
Böylece hem köleleri uyaralım,
hem de onları köleleştiren tâ-ğutları birlikte uyaralım. Kölelere, “siz Allah’ın
kullarısınız! Sizler Allah’ın hür yarattığı kullarısınız! Siz köle değilsiniz!
Siz Allah’ın kullarısınız. Sahibiniz, yaratıcınız O’dur. Allah’tan başkasına
kulluk yapamazsınız! Sizi yaratanın yasalarından başka yasaların kulu
olamazsınız! Sizin gibi acizlerin yasalarına kulluk yapamazsınız! Çünkü sizin
sahibiniz olan Allah, sizin kulluk yapacağınız bir yasa belirlemiştir ve
Allah’tan başka size yasa belirleme hakkına sahip hiçbir varlık yoktur!”
diyelim. Onları böylece uyarırken, beri tarafta Allah’ın kullarına yasa
belirlemeye ve onları kendilerine kul-köle edinmeye çalışan tüm tâğutlara da,
“vazgeçin, bu sizin hakkınız değildir! Allah’ın kullarına zulmetmeyin!” diyelim.
Tıpkı Hz. Mûsâ’nın Firavun’a dediği gibi:
19. “Allah'a karşı üstün gelmeye
çalışmayın; doğrusu ben size apaçık bir delil getirdim.”
Hz. Mûsâ, Firavun’a da öyle
diyordu: “Ey Firavun! Allah’a karşı ululanma! Allah’a karşı Allah kullarına
ilâhlık ve Allahlık dâvâsına kalkışma!” Çünkü Firavun, İsrailoğullarını
kendisine kul-köle edinmişti.
“Sizin en yüce rabbiniz benim”
dedi.
(Nâziât 24)
Firavun, insanlara karşı Rabblik
iddiasında bulunuyordu. Hem de, “sizin en büyük Rabbiniz benim,” diyordu.
Allah’tan da büyük bir Rabb olduğunu iddia ediyordu.
Hz Mûsâ da; “Ey Firavun, vazgeç bu
tanrılık iddialarından. Ben Allah’ın
elçisi olarak seni uyarmaya geldim. Eğer benden şüphe içindeysen, doğrusu ben
size apaçık bir delil getirdim. Yâni peygamberliğimi ispat edecek size apaçık
mûcizeler getirdim. Rabbim beni mûcizelerle destekledi. Ben size apaçık bir
sulta, bir delille geldim” di-yordu. Allahu âlem, âsa, yed-i beyzâ mûcizelerini
ve Medyen’den dö-nüşünde kendisine Allah tarafından verilmiş olan suhuf’u
kastediyordu. Bu mûcizeler ve Hz. Mûsâ’ya verilen diğer mûcizeler, alelâde bir
insan tarafından gösterilemeyecek cinsten, yâni insanları aciz bırakacak ve
gönüllerine etki edecek türden mûcizelerdi.
Bu sözleriyle Hz. Mûsâ şunu
kastediyordu:
“Eğer sizler şu anda benim size
sunduğum bu mesaj karşısında bana gazaplanıyor ve müstekbirce bir tavır
takınıyorsanız, bilesiniz ki sizin bu tavrınız bana karşı değil, Allah’a karşı
bir tavırdır. Çünkü benim söylediğim bu sözler bana değil, Allah’a aittir. Ben
size Allah’ın elçisi olduğumu, Allah adına hareket ettiğimi
duyurdum.
Eğer benim Allah elçisi oluşum
konusunda bir şüpheniz varsa, o zaman ben size O’nun tarafından gönderildiğime
ve O’nun tarafından mûcizelerle desteklendiğime dair deliller getiriyor,
mûcizeler gösteriyorsam, bunları kabul etmek zorundasınız,”
diyordu.
“Ey Firavun! Ey Firavun taslakları! Ey
Firavun’un yolundan giden çağdaş Firavunlar! Ey kendilerini bir şey zannedip
Allah’ın yasalarını ilga edip Allah kullarına yasa yapmaya çalışanlar! Ey
yeryüzünde tanrılık iddiasında bulunanlar! Gelin bu şımarıklıktan vazgeçin!
Gelin Allah karşısında güç iddiasında bulunmayın! Gelin Allah karşısında bilgi
iddiasında bulunmayın! “O bilirse biz de biliriz! Onun gücü varsa bizim de
gücümüz var! Onun cehennemi varsa bizim de hapishanelerimiz var!” diyerek
Allah’a zulmetmeyin. Allah kullarına hakkınız olmadığı halde zulmetmeyin!
Allah’ın şu anda sizin döneminiz peygamberine gönderdiği mûcizelerini, Allah’ın
sizin adınıza gönderdiği kulluk programı olan kitabını göz ardı etmeyin.
Peygamberinin sünnetini göz ardı etmeyin.”
Bunu diyenlere karşı o gün de, bugün de
zalimlerin yapacakları bir tek şey vardı. Yalanlamak, reddetmek, tehdit etmek...
Hz. Mûsâ-yı da yalanlıyorlar. Onu ölümle, hapisle tehdit ediyorlar ve Allah
elçisi de bakın diyor ki:
20. “Beni taşlamanızdan ötürü, benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım.”
Rabbim Allah’tır diyen Hz. Mûsâ,
“beni taşlamanızdan, bana işkence etmenizden benim de, sizin de Rabbiniz olan
Allah’a sığınıyorum. Benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah’la korunuyorum,”
diyor. Allah’a sığınan kişi, bilelim ki sığınılması gereken en güzel makama
sığınmıştır. Mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah’a sığınan kişi, güç
kaynağıyla irtibata geçmiş ve kendisini garantiye almış demektir. Bu dönem
-Allah en iyisini bilir- Firavun ve çevresindekilerin, Hz. Mûsâ’yı öldürmeye
karar verdikleri bir dönemdi.
Mûsâ (a.s) diyor ki, “ben koruması için
Allah’tan eman istiyo-rum. Allah’ın koruması altına giriyorum.” Zaten böyle bir
durumda bir Müslümanın yapabileceği başka bir şey de yoktur. Tüm dünya kendisine
düşman bile olsa, o, tüm dünyadakilerin zimamı elinde olan Allah’a sığınacaktır.
Allah mutlak güç ve kuvvet sahibidir. Kendisine sığınanı elbette koruyacak ve
tüm dünyayı onun önünde eğilmeye zorlayacaktır.
21.
“Bana inanmazsanız başımdan çekilin.”
“Benim size tebliğ ettiğim
şeylere ister iman edin, ister inanmayın. Ama inanmazsanız bile hiç olmazsa beni
serbest bırakın. Hiç olmazsa üzerimden gölgenizi çekin. Karşımdan çekilin.
Kendiniz inan-mayacaksanız bile tebliğimin karşısında durmayın. İman
etmeyecekseniz terk edin beni! Ayrılın benden! Yollarımız ayrılsın ve buyurun
başınıza gelecek belâyı bekleyin,” dedi ve ondan sonra da Rabbine dua etti:
22.
“Bunlar, suçlu bir millet olduğu için, Rabbine yardım etmesi için
yalvardı.”
“Ya Rabbi, bunlar mücrimdirler.
Bunlar sana ve senin elçine imana yanaşmayan suçlu kimselerdir. Ya Rabbi, bunlar
günâhkar bir kavimdir. Bunlar günâhta ısrar eden, lâf anlamaz, söz dinlemez bir
kavimdir. Kendilerinin tanrılığını iddia eden bir toplumdur bunlar.”
Muhataplarının yola geleceklerine dair bir ümit ışığı kalmayınca, Allah’ın
elçilerinin bu şekilde Rabblerine dua edip onlar konusunda O’ndan yardım
istediklerini görüyoruz.
Mücrim; suçlu, günâhkâr, günâh işleyen,
haddi aşan kimsedir. Mücrim ifadesi anlam itibariyle kapsamlı bir kelimedir.
Yerine göre bir kişi, bir grup, bir kavim, hattâ bir millet hakkında
kullanılmıştır. "Cere-me", "Cürm" kelimeleri de aynı şeyi ifade etmek için
kullanılır. Cürm: Günâh işlemek, haddi aşmak demektir. Cürm veya mücrim
kelimeleri hadislerde de "günâhkâr (suçlu)" karşılığında kullanılmıştır (Buharî,
Ahkâm, 53; Diyât, 30)
Din konusunda, dini kavramlar konusunda
söz söyleme yetkisinde olan âlimlerimize göre mücrimlerden maksat,
kâfirlerdir Buna delil olarak şu âyeti
gösterir: "Doğrusu âyetlerimizi yalan sayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara,
göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe Cennet'e de
giremezler. Suçluları (mücrimîn) böyle cezalandırırız" (A'râf,40).
Mücrimlerin özellikleri, dünya ve
âhirette karşılaşacakları belâ, musibet ve azâplarla alâkalı kitabımızda pek çok
âyet vardır. İşte burada da suçlu kimselere karşı Allah’ın peygamberi Rabbinden
yardım istiyor.
Tüm peygamberin yaptığı duanın
aynısıydı bu dua. Tarih boyunca tüm elçiler aynı duayı yapıyorlardı. Zuhruf
sûresinde görüyoruz ki Allah’ın Resûlü de aynı duayı
yapıyordu.
“Muhammedin
onlar hakkında: “Ey Rabbim! Bunlar inanmayan bir millettir” demesi üzerine
Allah: “Onları geç, esenlik dile; yakında bileceklerdir,”
buyurdu.”
(Zuhruf 88,89)
Peygamberin “Ya
Rabbi!” demesi hatırı için, onun Allah’a yal-varması hakkı için. “Ya
Rabbi! İşte bunlar iman etmeyen bir topluluktur,” diyerek onların hidâyeti için
dua etmesi hatırı için. Allah’ın Resûlü, “ya Rab” diyerek onların hidâyetini
istiyor. “Ya Rabbi! Ne olur bunları hidâyete ulaştır! Bunlara hidâyeti nasip
eyle ya Rabbi!” diyerek dua ediyor, ya da inanmayan bu insanları Allah’a havale
ediyor. “Sen bilirsin bunları ya Rabbi!” İşte böyle diyen peygamberine Rabbimiz
di-yor ki, “vazgeç onlardan ey peygamberim! Onlardan yüz çevir! Onlarla
oyalanmayıp sen kendi işine, kendi dâvetine bak!”
Onlardan ayrılırken de, “İslâm,
selâm, veya Müslüman olun, teslim olun!” deyiver. “Yâni madem ki o Allah’ın
gökleri ve yeri yarattığına inanıyorsunuz, o halde bu gökleri ve yeri
yarattığına, sizi yoktan var ettiğine inandığınız Allah’a teslim olun,” deyiver.
“Teslim olun ki selâmete erin! Teslim olun ki, dâru’s selâmı elde edin! Teslim
olun ki dünya ve âhiret saadetlerini elde edin,” deyiver onlara.
Rabbimiz, onlardan yüz çevir
derken bile yat demiyor, dinlen demiyor, izine ayrıl, onlara tebliğden vazgeçip
kendi istirahatına bak demiyor. Ya ne diyor? Peygamberim, sen dâvetine devam et,
ilerde mutlaka onlar senin derdini anlayacaklar diyor. Yâni ayrılırken de
onlardan güzellikle ayrıl, zira yarın onlara bir daha gideceksin. Seni bir daha
dinlemeyecekleri biçimde onları kırıp dökme deniliyor.
Toplumlarında artık yola geleceklerine
dair bir emare, bir ümit ışığı kalmayınca tüm peygamberlerin aynı duayı
yaptıklarına şahit oluyoruz. “Ya Rabbi bunlar söz dinlemez, yola gelmez mücrim
bir kavimdir, bunlar hakkında son kararı sen ver,” diyerek Allah’a kavimlerinin
raporunu veriyorlardı. Allah’ın elçisi Rabbinin kendisinden istediğini yapmıştı.
Peygamber kendisine düşeni yapmış ve artık onun görevi bitmişti. Artık bu
dâvânın sahibi olan Allah işi ele alacaktı. Peygamber merhale merhale
mücâdelesini vererek toplumu Allah’la karşı karşıya getirmeyi becerebilmiş,
kendisine düşeni aynen icra etmişti. O noktadan itibaren toplumun karşısında
Allah vardı. Görevini lâyıkıyla tamamlayan, her türlü yalanlamalara, her türlü
işkencelere karşı sabretmeyi becerebilen peygamberine nasıl yardım edeceğini,
onun gözleri önünde düşmanlarını nasıl helâk edeceğini gösterecekti Allah.
Sünnetullah bunu gerektiriyordu. Allah yasalarını böyle belirlemişti. Bakın bu
noktadan sonra Allah buyurdu ki:
23. “Allah da şöyle buyurdu: “Kullarımı
geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip olunacaksınız.”
Elçisinin bu duasına, bu
müracaatına karşılık Rabbimiz de buyurdu ki, “ey peygamberim, kullarımı gece
yürüt! Kullarımı geceleyin yürüyüşe çıkar! Kullarımı alıp geceleyin yola çık!
Onları alıp geceleyin şehri terk et!” Peki acaba burada “kullarım” sözüyle kimi
kastediyordu Rabbimiz?
Biliyoruz ki Mısır’da iki grup insan
yaşıyordu. Kıptiler, yâni Firavun oğulları ve Hz. Yusuf (a.s) döneminden
itibaren Mısır’a yerleşmiş olan İsrailoğulları, yâni Yakub’un çocukları olan
Müslümanlar. Hz. Yusuf ve daha sonra gelmiş Allah elçisi Hz. Mûsâ’nın (a.s)
gelişiyle Kıptilerden Müslüman olanlar da vardı. Hz. Yusuf (a.s) ve ondan
sonraki dönemlerde peygamber çocukları Mısır’da adaletle hükmetmişler ve Mısır
halkına çok mutlu yıllar yaşatmışlardı. Ama dönem gelmiş, peygamber çocukları
egemenliği Firavun oğullarına kaptırmışlar ve zalim Firavun oğulları
İsrailoğullarını köleleştirmişler, onlara çektirmediklerini bırakmamışlardı.
Peygamber çocukları yıllar yılı büyük işkenceler altında her şeylerini
kaybetmişlerdi.
Daha sonra Rabbimiz kurtarıcı
olarak Hz. Mûsâ’yı (a.s) göndermiş. Hz. Mûsâ bir yandan onları bu kölelik
psikozundan kurtarıp imana ve Allah’a teslimiyete çağırırken, bir yandan da
Firavun oğullarını imana dâvet ediyordu. Ama bu köle toplum, yıllar yılı Firavun
sisteminin kendilerine verdiği eğitim ve çektirdiği işkenceler yüzünden,
Firavun’un korkusundan kendilerini kurtarmaya gelmiş Allah elçisi Hz. Mûsâ’yla
birlikteliği çok geç ve zor sağlayabilmişlerdi. Çünkü güçsüzdüler, çaresizdiler.
Silahları alınmış, savunmasız bir durumdaydılar. Yasalar onların aleyhine
işliyordu. Suçları da yoktu aslında. Tek suçları, peygamber çocukları olmaktı.
Tek suçları Allah’a inanmak ve Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşamaktı.
Ama potansiyel suçluydu bu Müslümanlar. Her dönemde bu böyle olmuştur. Her
dönemde suçludur Müslümanlar. Suçlular onlardır, dosyalananlar onlardır her
dönem.
Onlar Firavun’un korkusundan Mûsâ’ya
(a.s) karşı soğuk davransalar da, Allah’ın elçisi onlarla diyalogunu kesmedi.
Mûsâ (a.s) bu peygamber çocuklarını bırakmadı. Bıkmadan usanmadan onları
uyarmaya devam etti. Nihâyet onları Rabbinden aldığı emir gereği o gece Mısır’ı
terk etmeye ikna etmişti.
Yıllar yılı ezilmiş, horlanmış,
en ağır işlerde çalıştırılmış, namusları kirletilmiş, iffetleri yok edilmiş,
Müslümanlıkları sadece kimlik olarak devam eden, ama inançlarını yaşayamayan,
Müslüman olan, ama Müslümanca bir hayat yaşamalarına izin verilmeyen,
inandıkları dinin gereği gibi giyinemeyen, Allah’ın istediği gibi çocuklarını
Müslü-manca eğitemeyen, hanımlarının ve çocuklarının namuslarına sahip çıkamayan
bu köleler, artık Allah’ın kendilerine gönderdiği peygamber tarafından
kurtarılacaktı. Artık çile bitiyordu. Yıllar boyu süren işkenceler artık son
bulacaktı. Bu iş için peygamberini görevlendiren Allah, o gece onlardan şehri
terk etmelerini emrediyordu.
Bakın Allah diyor ki, “ey peygamberim,
Mısır’da bana inanan mü’min kullarımı alıp geceleyin şehri terk et.
Ama:
Muhakkak ki sizler takip olunacaksınız.
Kesinlikle sizler takip edileceksiniz. Takibe uğrayacaksınız. Yakın takibe
alınacaksınız.”
Allah’ın emrine uyarak bir gece
beraberlerinde Allah’ın peygamberi Mûsâ (a.s) olduğu halde İsrailoğulları
Mısır’ı terk ederler. Ertesi sabah onların kaçtığını haber alan Firavun hemen
kentlerine haber salar ve çok büyük bir ordu hazırlar. Bu kölelerin gücü yoktur,
biz ise düzenli ve kuvvetli bir orduyuz gururuyla hemen arkalarından harekete
geçer. Elbette efendiler, kölelerini asla kaybetmek istemezler. Bu adamlar
giderlerse bizim işlerimizi kim görecek? Onlarsız biz ne yaparız? Nasıl yaşarız?
diyerek onları yakalamayı hedefler.
Bir de onlar bizim kontrolümüzden
çıkarlarsa, bizim kontrolümüzden uzak kendi başlarına kalırlarsa ne olur ne
olmaz belki hürleşiverirler, belki özgürlüğü anlayıverirler, belki bizim
kontrolümüzden uzakta Mûsâ’yla tanışırlar, vahiyle tanışırlar da hürriyetin ne
demek olduğunu anlayıverirler diye onları takibe karar verir.
Bir de Firavun’un korkusu şuydu:
Bu adamlar kaçarlarken tekrar geri dönerler de Firavun’un zaten çökmekte olan
sistemine hücum ederlerse, Mûsâ ile beraber işimizi bitirirler diye korkuyordu.
Bu yüzden elini çabuk tutup onların toparlanmalarına müsaade etmemeliydi.
Hürleşmelerine izin verip göz yumamazdı. Çünkü Firavun hayatı seven birisiydi,
ölümü göze alamayacak kadar da korkaktı. İsrailoğulları kendi kontrolü altında
oldukları sürece ona hizmet edecekler, ona kul-köle olacaklar ve ona karşı gelme
cesaretini kesinlikle kendilerinde bulamayacaklardı. Zira Firavun’un sistemi
onları bu şekilde eğitiyordu. Sistemin hedefi buydu. Ne olur ne olmaz, bu
köleler bu eğitimden uzak kalırlar, sistemin kontrolünden çıkarak Mûsâ ile bir
süre baş başa kalırlar, vahyi tanırlar ve bilinçleşirlerse geriye dönüp
kendisinin işini bitirebilirlerdi.
İşte bu yüzden onları yakın takibe
alması gerekiyordu. Bir hesabı vardı Firavun’un, ama Allah’ın da bir hesabı
vardı ve o bunun farkında değildi. Tıpkı bugün dünya üzerindeki tüm Firavunî
güçlerin Müslümanları yakın takibe aldıkları gibi. Müslümanlar bugün tüm
dün-yada kendilerine en yakın Firavunların yakın takibi altında bir hayat
sürmektedirler. Müslümanlara egemen olan güçler Müslümanları sürekli kontrolleri
altında tutup, onların birlikte hareket ederek kendilerine karşı bir çıkış
eyleminde bulunmamaları, birleşmemeleri için tüm imkânlarını kullanmaktadırlar.
Aynen o gün İsrailoğullarının Firavun oğulları tarafından yakın takibe
alındıkları gibi. Ama Allah’ın da bir he-sabı vardı. İsrailoğulları kaçıyordu.
Bıktıkları, usandıkları kölelikten kaçıyorlardı. Özgürlük aramak için
kaçıyorlardı. Namuslarını, iffetlerini kurtarmak, hürriyete kavuşmak,
inançlarını yaşayabilecekleri bir orta-ma kavuşmak için kaçıyorlardı. Allah’ın
istediği bir kulluğu yaşayabile-cekleri bir vasatı bulmak için kaçıyorlardı.
Mısır’da kölelik içinde bir hayat yaşamaktansa çölde seve seve açlığı ve ölümü
yudumlamak için kaçıyorlardı.
Kölelerini, gönüllü hizmetçilerini
kaybetmenin çılgınlığı içinde gözü dönmüş Firavun da onları takip ediyordu. Tüm
ordularını, tüm güçlerini toplamış ve kaçanları yakın takibe almıştı. Gün
ağarırken Firavun ve orduları göründü. Müslümanlar denizle karşı karşıya
kaldılar. Önlerinde deniz, arkalarında düşman vardı. “Eyvah, “yakalandık,
basıldık. Askerler geliyor. Eyvah, siyasal gücü elinde bulunduranlar geliyor. Ne
yapacağız şimdi?” diyerek korkuya kapıldılar. Halbuki karşılarındakiler korkak
insanlardı. Hayatı seven ve asla ölümü göze alamayan insanlardı. Arkalarına
dönüverseler, karşılarındakiler hayatı çok seven, ölümü göze alamayan, uğrunda
ölümü göze alacak bir inançları olmayan insanlar olduklarını göreceklerdi. Zaten
Allah kendilerini koruyacak, galip getirecekti. Eğer dönüverselerdi, şeref
kendilerinin olacaktı.
Ama berikiler de henüz vahiyle tümüyle
tanışmamış, henüz gerçek güç kaynağıyla irtibata geçememiş, yıllar yılı o
Firavunların eğitiminden geçmiş, onların eli altında büyümüş insanlardı. Elbette
onların da böyle bir cesareti göstermeleri düşünülemezdi.
Karşılarında deniz arkalarında düşman
böyle sıkışıp kalmıştı Müslümanlar. Ama ne gam, onlar sahipsiz değillerdi. Onlar
kendi başlarına hareket eden kimseler değillerdi. Onlar Allah adına hareket
eden, Allah’ın istediğini yapmaya çalışan ve beraberlerinde Allah olan
kimselerdi. Onları tek başına görme yanlışına düşen Firavunların bir planı, bir
hesabı varsa, elbette Allah’ın da bir hesabı vardı. Allah buyurdu
ki:
24.
“Denizi sakin iken geride bırakın, doğrusu onlar suda boğulacak bir
ordudur.”
Kur’an’ın başka yerlerinde anlatılır,
Hz. Mûsâ Rabbinden aldığı emirle asasını denize vurur, deniz yarılır, denizin
ortasında kupkuru yollar açılır ve beraberindeki Müslümanlarla birlikte sağ
salim karşıya geçerler. Tabii denizin böyle yarıldığını gören Firavun ve ordusu
da o-radan geçmek için harekete geçer. Hz. Mûsâ onların geçmelerini engellemek
için asasıyla yeniden vurup denizde açılan bu yolların kapanmasını isteyince,
Rabbimiz buyurur ki, “dokunma ey Mûsâ! Dokunma denizdeki o yollar açık kalsın.”
Çünkü Rabbimizin muradı farklıydı. Rabbimizin hesabı farklıydı. Rabbimiz
düşmanlarından intikam alacaktı. Onların gözleri önünde, tüm dünyanın gözleri
önünde kendisiyle savaşmanın, elçisiyle savaşmanın, Müslümanları yok etmeye
çalışmanın ne demek olduğunu gösterecekti onlara. İşlerini bitirecekti onların.
Kıyâmete kadar gelecek kullarına bir ibret levhası sunacaktı
Rabbimiz.
Allah buyurdu ki, “ey Mûsâ, dokunma,
denizi açık bırak çünkü onlar boğulacaktır.” Hz. Mûsâ da denizi açık bıraktı ve
Kur’an’ın değişik yerlerinde, Tâhâ sûresinde, Şuarâ sûresinde anlatıldığı gibi,
Rab-bimiz düşmanlarını, yeryüzünün en süper gücünü, en güçlü ordusunu denizde
boğuverdi.
Düşünebiliyor musunuz? Gerçekten de
yeryüzünün en büyük olayı cereyan ediyordu. Öyle bir an geldi ki, akıllara
durgunluk veren, yeryüzünde emsali görülmemiş bir olay yaşandı. Firavun, gariban
müslümanların arkalarından yetişmişti. Önlerinde alabildiğince haşin bir deniz, arkalarında da azgın
Firavun’un orduları. İsrailoğulları işte böyle bir kaos içindeydiler. Ne
yapacaklarını şaşırmışlardı, korku ve telaş içindeydiler. Ama Allah vardı. Mûsâ
(a.s) onları teskin etmeye çalışıyordu. “Korkmayın Allah bizimle beraberdir!”
diyordu. Allah buyurdu: “Ey Mûsâ, asanı denize vur!” Vurdu asasını denize ve o
asa denizde kupkuru yollar oluşturuverdi. Ya bir yol, ya da on iki yol açıverdi.
İsrailoğulları sağ salim karşıya geçtiler. Arkalarından yeryüzünün en büyük
gücü, yeryüzünün en büyük devleti, komutanlarıyla, askerleriyle onlar da
arkalarından o yola girdiler. Tam denizin ortasına geldiklerinde denizin gemini,
zimâmını salıverdi Allah. Deniz eski haline geldi ve Firavun oğulları tümüyle
denizin altına gömülüp hayata veda ettiler. Yeryüzünün en güçlü adamı, en
müstekbir insanı Firavun suda boğulurken şu sözü söylemekten kendini
alamıyordu:
“İnandım ki İsrailoğullarının iman
ettiği Allah’tan başka İlâh yokmuş. Ben de
Müslümanlardanım!”
(Yunus: 90)
Gerçekten bugün bu sözü tüm dünya
müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya Firavunlarına duyurmalıyız
bu sözü. Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç kuvvet olduğunu zanneden zalimler!
Firavun’un söylediği bu sözü sizler ne zaman söyleyeceksiniz? Size hiç bir şey
hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi söyleyeceksiniz bunu? Ama Firavun’a fayda
vermediği gibi o zaman söyleyeceğiniz bu sözün size de hiçbir faydası
olmayacaktır.
Firavun, “ben İsrailoğullarının
inandığı İlâhtan başka İlâh olmadığına inandım,” diyor. Ama bunu ölürken
söylüyordu. Halbuki şimdi inandım dediği İlâhın, göndermiş olduğu Mûsâ’yı dün
öldürmeye çalışıyordu. Yıllarca o İlâh’ın dinini reddetmiş, o İlâh’ın gönderdiği
peygamberi reddetmiş, o İlâh’a inanan İsrailoğullarına kan kusturmuş, ülkesinin
yegâne ilâhı olduğunu ilân etmişti. Şimdi ölürken inandım dediği İlâh’ın hayat
programına itiraz etmişti. Kendi yasalarını toplumda hakim kılabilmek için o
İlâh’ın yasalarına geçit vermemişti. Kendi arzularını Allah’ın arzularına tercih
etmişti. Allah’ı reddedip kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat
yaşamayı yeğlemişti. Şimdi O İlâh’ın gücünü, kudretini görmüş ve pişmanlık
ortaya koyuyordu. Hayatı boyunca reddettiği Allah’a geberirken iman etmeye
çalışıyordu.
İşte kıyâmete kadar gelecek nesiller
içinde kendisine özenen, kendi yoluna imrenen, yeryüzünde Rabliğini iddia ederek
Allah’a ve Allah’ın dinine savaş açan, Allah yasalarını ilga ederek kendi
yasalarını insanlara dayatan, Allah’ın kullarını Allah’a kulluktan çıkarıp
kendisine kul-köle edinen, Allah kullarının inandıkları gibi yaşamalarına,
inandıkları gibi giyinmelerine, inandıkları gibi hareket etmelerine izin
vermeyen tüm Firavun taslaklarına bu sözleriyle boğulup giderken Firavun şu
mesajı veriyordu: “Gelin ey beni taklit edenler! Ey benim yolumdan gidenler! Ey
benim gibi Allah’la savaşa tutuşanlar! Ey yeryüzünde Allah’a hayat hakkı
tanımayarak, yeryüzünde Allah yasalarının, Allah sisteminin uygulanmasına izin
vermeyerek, Müslümanlara zulmederek Allah’la savaşa soyunanlar! Gelin sizler de
benim düştüğüm yanlışa düşmeyin! Ben imanı son dönemime tehir etmiştim. Ama
gördünüz ki o iman benden kabul edilmedi. Siz bunu önceden anlayın da benim
durumuma düşmeyin. Şimdiden hatalarınızdan dönüp, tâğut-luklarınızdan vazgeçip
Müslümanlığınızı ilân edin ve kurtulun.” Anlayanlara mesajlar sunuyordu
Firavun.
İşte Allah’la, Allah’ın elçileriyle,
Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşan kimselerin âkıbeti böyle oldu. Hepsi de
geberip gittiler. Güçleri, kuvvetleri, orduları, planları, silahları hiçbir işe
yaramadı. Çünkü karşılarında Allah vardı. Onlar zannediyorlardı ki karşılarında
gariban üç-beş Müslüman var ve onların çabucak hakkından gelebilecekler. Halbuki
Müslümanlarla savaşanlar karşılarında müslümanlardan önce Allah’ı bulacaklardır.
Bu, Allah’ın yeryüzünde koyduğu değişmez bir yasası, bir
sünnetullahdır.
25,27.
“Orada nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, eğlenip
durdukları nîmetler bırakmışlardı.”
Onlar nice bağları, bahçeleri,
nice ekinleri, nice köşkleri sarayları, eğlenip keyif çattıkları nice nîmetleri
terk edip gittiler. Nice imkânları, nice konumları geride bıraktılar.
Müslümanları takip etmek için Firavun tüm ordusunu, tüm kumandanlarını ve
yardımcılarını alarak yola koyulmuştu. Korkaklardı, çünkü dünyanın en büyük
gücüyle sa-vaşacaklarmış gibi hazırlık yaparak yola düşmüşlerdi. Ama elbette
senaryoyu yazan Allah’tı. Yâni onları yola çıkaran Allah’tı. Gece Müs-lümanların
kaçtığını duyunca hemen hazırlık yapıp şehirlerini, evlerini, bağlarını,
bahçelerini, köşklerini, saraylarını terk edip arkalarından yola çıkardı Allah
onları.
İşte Allah yasasını böyle
işletir. İşte Allah şartları böyle hazırlar. Adamların hiçbir şeyden haberleri
yoktu. Başlarına gelecekleri nereden bilebilirlerdi? Güya kendi hesaplarına göre
Müslümanları yok edeceklerdi. Çünkü Müslümanlar azınlıktaydı, güçleri,
silahları, yardımcıları yoktu. Sadece küçük bir çıbandı onlar ve ezerek yok
edeceklerdi onları. Gariban Müslümanları yok ederek tüm dünyaya karşı süper
güçlerini göstereceklerdi. Ama gördünüz ki tam aksi oldu. Tüm dünyaya başka bir
ibret dersi verdi hainler. Allah’la savaşılamayacağının, Allah’la baş
edilemeyeceğinin, Müslümanların yalnız olmadığının ibretini veriverdiler tüm
gelecek nesillere. Verdiler ama, hâlâ bundan ibret almayan akılsızlar vardır
bugün. Onlar da Allah’la savaşarak, Allah’ın sistemine karşı savaş açarak,
Allah’ın kullarını yok etmeye çalışarak aynı yere gitmek ve aynı âkıbeti tatmak
istiyorlar. Allah böylelerine akıl versin, şuur versin
inşallah.
Rabbimiz bu âyetiyle dün Mekke’de
Rasulullah Efendimizle savaşa tutuşmuş müşriklere ve kıyâmete kadar Allah
yasalarıyla savaşa tutuşmuş kâfirlere
şunu hatırlatıyor: “Bakın ey kâfirler! Ey zalimler! Sizden çok daha güçlü
olanları bile benimle, dinimle, elçilerimle savaşa tutuşunca ben ne yaptımsa,
onları nasıl helâk ettimse, kesinlikle bilesiniz ki, sizin âkıbetleriniz de
onlarınkinden farklı olmayacaktır. Bu gerçeği iyi anlayın ve ona göre kendinize
çeki düzen verin.”
Evet, boğulup gittiler denizde de, tüm
mallarını mülklerini, evlerini-barklarını, tüm nîmetlerini terk edip, geberip
gittiler.
28.
“Bu böyledir; onları başka bir millete miras
bı-raktık.”
Onlar geberip gittiler de, bir
başka kavme, bir başka topluma Allah onların bırakıp gittiklerini miras yaptı.
Bu ifadeyle ya onların geberip gitmesinden sonra bıraktıkları evlerine,
şehirlerine, mallarına, mülklerine hakim olan İsrailoğulları kast olunmaktadır,
ya da işte onların çocukları onların mülküne varis oldular anlamınadır. Yâni bu
Allah’la çatışan Firavun ve hâkimiyetinin böylece son bulmasından sonra,
egemenlik Allah kulları mü’minlerin eline geçti. Dâvûd (a.s) ve Süleyman (a.s)
döneminde Müslümanlar yeryüzünün en büyük devleti oldular. Güçlerini,
iktidarlarını Allah’ın iradesine teslim ederek yeryüzünde insanlığa adaletin en
güzelini sergilemeye muvaffak oldular.
Bu konuda böyle iki görüş vardır.
Kimileri, onların ülkesine ve mülklerine Allah İsrailoğullarını yerleştirdi
derken, kimileri de diyorlar ki bunlar İsrailoğulları değildir. Çünkü
İsrailoğullarının Mısır’dan ayrıldıktan sonra tekrar Mısır’a geri döndüklerine
dair bir rivâyet yoktur.
Allah düşmanları geberip giderken Allah
diyor ki:
29.
“Gök ve yer, onlar için gözyaşı dökmedi, onlar erteye
bırakılmamışlardı.”
Onlar böylece denizin dibine
gömülüp giderlerken, bir Allah helâkiyle geberip giderlerken onların üzerine ne
gök, ne de yer ağladı diyor Rabbimiz. Firavunlara, Firavunluk yapanlara, Firavun
gibi olanlara ne gök ağlar, ne de yer ağlar. Allah’la, Allah’ın yasalarıyla,
Allah’ın elçileriyle savaşa tutuşan, Müslümanları sırf Müslümanlıklarından ötürü
yok etmeye soyunan Firavunlara, Firavunların yanında yer alanlara, Firavunların
ordusunu teşkil edenlere, Firavunlara yardım edenlere, Firavunların safında yer
alanlara göklerde olanlar da ağla-maz, yerdekiler de.
Çünkü bunlar başta Allah olmak
üzere tüm kâinatla, tüm varlıklarla çatışma halindedirler. Bunlar kendilerini
bir şey zannederek kendilerini çok değerli görerek Allah kullarına yasa
belirlemeye ve Rabliğe soyunuyorlardı. Allah yasalarını beğenmeyerek kendi
yasalarını ikame etmeye ve insanları bu yasalara itaate zorluyorlardı.
Yeryüzünde Rabblik pozları oynuyorlardı. Hayatlarında insanlar bunlardan
çekindikleri için ses çıkaramıyorlardı ama geberdikleri andan itibaren, ya da
yıkıldıkları andan itibaren bunların geberişlerine ve yıkılışlarına ne
göktekilerden ne de yerdekilerden hiç kimse ağlamadı. Canlı ve cansız hiçbir
varlık ağlamadı.
Niye ağlasınlar ki? Çünkü bunlar zalimdiler.
Çünkü bunlar onların Rabblerine isyan içindeydiler. Çünkü bunlar onların
kanlarını emiyorlardı. Çünkü bunlar onlara zulmediyorlardı. “Egemenlik
bizdedir,” diyorlardı. “Sizi koruyan, sizi doyuran, size rızık ulaştıran
bizleriz. Bizi dinleyeceksiniz. Bizim emirlerimize itaat edeceksiniz. Bizim
dediklerimizden çıkmayacaksınız. Bizim istediğimiz gibi giyineceksiniz. Bizim
istediğimiz gibi yaşayacaksınız,” diyorlardı. İnsanlar da onların zulümlerinden
korktukları için itaat eder görünüyorlardı. Ama bu adamlar geberdikleri anda
bunlar için ağlayanların, üzülenlerin varlığı şöyle dursun, gökte ve yerde ne
varsa hepsi sevinip “oh!” çekerler. “Böyle bir pislikten Allah bizi kurtardı,”
diye tüm varlıklar sevinip Allah’a hamd ederler. Çünkü zalimlerin arkasından
ağlanmaz. Çünkü zalimler, kâfirler, müşrikler öldükleri zaman arkalarında
kalanlara onların üzülecekleri hiçbir iyilik bırakmamışlardır. Onlar arkaya
sadece gözyaşı ve ıstırap bırakmışlardır. Allah’la savaşa tutuşan, gökler ve
yerdekilerin Rabbine karşı savaş açan kimselere ağlamak, üzülmek
yoktur.
Ama bir insan gökler ve yerlerle uyuşma
içindeyse, Allah’la, Allah’ın yaratığı varlıklarla barışık, tüm varlıkların
inandığı Allah’a iman eden, tüm varlıkların saygı duyduğu Allah’a saygı duyan
bir kim-seyse, göktekilerin ve yerdekilerin kulluk yaptıkları Allah’a kulluk
yapan bir kimse ise, işte böyle bir kimse vefat ettiği zaman göktekiler ve
yerdekiler ağlarlar. Çünkü gökler ve yer hak ile yaratılmışlardır. Göktekiler ve
yerdekiler hak yasalara bağlıdırlar. Bir insan göktekilerin ve yerdekilerin
boyun büktüğü bu hak yasalarına teslim olur ve onlarla birlikte onların kulluk
kervanına katılırsa, tüm varlıklar onun ölümüne ağlayacaklardır. Çünkü
göktekiler ve yerdekilerin yöneldiği kıbleye yö-nelen, onların tesbihini
benimseyen, onların salâtını icra eden, onların kulluğunu icra eden kişi,
onlardan bir parçadır. Nasıl ki biz kendimizden kopan bir parçaya ağlıyor,
üzülüyorsak, onlar da kendilerinden kopan bir parçaya ağlarlar. Bir mü’minin
vefatı gökleri ve yerleri ağlatacaktır. Bir zamanlar kendisine dayanarak hutbe
okuduğu bir kütük parçası Rasulullah’tan ayrılığa ağlayacaktır.
Ama geberir gebermez cehenneme gidecek
olanlara ne göktekiler, ne de yerdekiler asla ağlamayacaklardır. Bakın Allah’ın
Resûlü Enes Bin Mâlik’in rivâyet ettiği bir hadislerinde bu hususu şöyle
anlatır:
“Hiçbir kul yoktur ki gökte ona iki kapı
olmasın. Bir kapıdan onun rızkı çıkar, bir kapıdan da ameli girer. O öldüğü
zaman onu kaybedenler ona ağlarlar.”
Buyurarak bu âyeti okudu. Allah’ın bu tür
insanlar için göktekilerin ve yerdekilerin ağlamadığını anlatan âyetini okudu.
Ve sonra şöyle buyurdu:
“Çünkü bunlar yeryüzünde salih
ameller işlememişlerdir ki yer ağlasın, göğe de ne salih bir amel ne de hoş bir
sözleri çıkmamıştır ki bunlar için gök ağlasın.”
(Tirmizi Duhân sûresi âyetin
tefsiri)
Veya buradaki “gökler ve yerler
ağlamadı” ifadesinin anlamı, onlara ne melekler ağladı, ne de mü’minler ağladı
demektir. Yâni göklerden, göktekilerden kasıt meleklerdir, yerden, yerdekilerden
kasıt ta insanlardır.
30,31. “Andolsun ki, İsrailoğullarını azgın
bir zorba olan Firavun’un alçaltıcı azabından kurtardık.”
“İşte böylece Mus’taz’afları,
İsrailoğullarını o zalimin, Firavu-n’un alçaltıcı, ezici azabından kurtardık,”
diyor Rabbimiz. Müslüman kullarımızı onun pençesinden kurtardık. Bir tarafa azap
olan, helâk olan yasa öbür tarafa rahmet oluyordu. Allah’la savaşa tutuşan
Firavun’a ve onun yanında yer alanlara işleyen helâk yasası Müslümanlara
işlemiyor. Birilerine hayat olan su, birilerinin helâkine sebep oluyor. Çünkü
eşyanın boynundaki ip, Allah’ın elindedir. Eşya sadece Rab-bini dinler. Tıpkı
birilerini yakan, kavuran ateşin İbrahim’e serin ve selâmet vesilesi olduğu
gibi. Veya boynundaki ipin ucu Allah’ın elinde olan bıçağın, İsmail’i kesmediği
gibi.
Allah diyor ki, “kullarımızı Firavunun
alçaltıcı azabından kurtardık. Çünkü o Firavun:
O Firavun âli idi, müsrif idi.” Bu
ifadelerle Kur’an’da Firavunların tanıtımını görüyoruz. Onlar, Firavunlar
adaletin, barışın, insanlığın, huzurun temsilcisi değildirler. Onlar azaptırlar,
azap kaynağıdırlar, ıstırap kaynağıdırlar. Çünkü kendileri egemen olduklarından,
hâkimiyeti ellerinde bulundurduklarından asla hak, hukuk tanımazlar.
Kendilerinin boyun büküp teslim oldukları, kendilerini durduracak kendilerinden
başka bir otorite olmadığından, yâni Allah’a inanmadıklarından, âhiret, hesap,
kitap endişesi de taşımadıklarından hiçbir sınır tanımadan, hiçbir sorumluluk
hissi duymadan dilediklerini yaptıkları için herkesi aşağılar, herkesi küçümser,
herkesin hakkını gasp ederler. Azap ederek, öldürerek, idam ederek, ezerek,
işkence ederek insanları kendi aralarında çatışmaya, gruplaşmaya sevk ederler.
İnsanların bir noktada birleşmeleri bunlar için en büyük tehlikedir. Çünkü kendi
egemenlikleri o zaman tehlikeye düşecek ve tüm güçlerini kendisine doğru
yönlendirebileceklerdir. Onun içindir ki, kendi egemenliğinin sürmesi toplumun
parçalanmasına ve enerjilerini birbirlerine boşaltmalarına bağlıdır. Onun için
onların toplumlarında zulüm vardır, ezen vardır, ezilen vardır, israf vardır,
insan hayatının ve insan emeğinin boşa harcanması vardır.
Firavun, âli ve müsrifti diyor, Allah.
Yâni israf böyle sadece ye-me-içme konusunda sınırı aşmak değildir. Müsrif,
hayatını israf eden demektir. Allah’ın kendisine verdiği fıtrî özellikleri
gereği gibi kullanamayarak boşa harcayan demektir. Veya müsrif, böyle sere serpe
istediği gibi bir hayat yaşamadan yana olan, ne Allah, ne din, ne iman hiç bir
kayıt tanımadan, hiçbir sınır tanımadan canı ne isterse yapmaya çalışan
kimsedir. Keyfine göre bir hayat, keyfine göre bir kılık-kıyafet, keyfine göre
bir hukuk, ekonomi, keyfine göre bir inanç, bir itikat sistemi belirleyerek
hayat yaşamak, israftır.
Allah’ı İlâh kabul etmeyerek
kendi kendini İlâh makamına koy-mak israftır. Allah’ı, Allah’ın yasalarını
reddederek kendi kendisini, kendi bilgisini putlaştıran bir insan, kendi
hayatını israf ettiği gibi, toplumu kendi aklına, kendi görüşüne, kendi
yasalarına, kendi düşüncesine çağırıp onları buna uymaya mahkum ettiği için tüm
toplumunu da israf etmiştir. Toplumunun iradelerini ipotek altına alarak herkesi
kendisi gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorladığı için tüm toplumunu israf
ediyordu. Firavun gibilerin tüm hayatları baştan sona israftır. Onların
hayatları boşa giden bir hayattır. Kendilerini cehenneme göndererek kendi
kendilerine yazık eden insanlardır onlar. Kendilerini dinleyenleri de israf edip
boşa harcayan kimselerdir bunlar. Çocuklarını, hanımlarını kulluk bilincinden
uzak tuttukları için, israf edip kötüye harcamış insanlardır bunlar. Onların
yasaları altında geçen tüm ömürler, harcanan tüm kuruşlar, dökülen tüm terler,
yapılan tüm çalışmalar israftır. Çünkü bunlar Allah için değil, bunlar için
yapılmaktadır ve bunların elinde heba olup gitmektedir.
Evet, böyle kendisini bir şey zanneden,
kendisini üstün gören ve tüm hayatı israf olan Firavun’u yok edip mü’min
kullarımızı onların yerine egemen kıldık. Sonra:
32. “Andolsun ki, onların durumunu bilerek
dünyaların üzerinde seçkin kıldık.”
“Andolsun ki biz o müminleri
muhtar kıldık. Bilerek onları âlemler üzerine seçip iktidar mevkiine getirdik.
Biz onlara hayır verdik, hayırlar verdik. Onlara hayır kapılarını açtık. Onlara
hayır yollarını, cennet yollarını gösterdik. Ama bir bilgiyle, bir bilgi
üzerine, bir ilim üzere seçtik onları,” diyor Rabbimiz. Yâni Biz ezelî ve ebedî
ilmimizle onların bu işe lâyık olduklarını bildiğimiz için bir ilim üzerine
onları seçtik. Onlarda iman, takva ve teslimiyet gibi özellikler gördüğümüz için
seçtik onları. Seçilip iktidara getirilmeye lâyık oldukları için seçtik onları.
Unutmayalım ki tüm insanlığa
önderler olarak seçilenler, Allah’ın ezelî ve ebedî ilmiyle kendilerinde hayır
gördükleri olacaktır. İman, takva ve teslimiyet olarak bu işe lâyık olmayanların
seçilmeleri de, iktidar mevkiine getirilmeleri de mümkün değildir. Öyleyse
Allah-tan bunu isteyenlerin durumlarını düzeltmeleri ve bu işe ehil hale
gel-meye karar vermeleri gerekmektedir. Ham hayallerle, kuru iddialarla bu iş
mümkün değildir.
Bu ilim üzere, bilgi üzere seçilme
işini bir de şöyle anlamaya çalışıyoruz: Biz onları âlemlere egemen yapma,
âlemler üzerine iktidara getirme işini şunun için seçtik ki, onlarda bir ilim,
onlarda bir bilgi vardı. Allah’tan gelen bir ilme, vahiy bilgisine sahipti
onlar. Allah bilgisine, kitap, peygamber bilgisine sahip oldukları için seçtik
onları, diyor Rabbimiz. Bakara sûresinde anlatıldığı gibi, Hz. Adem’in Halife
seçilmesinin altında yatan da buydu. Allah, Adem’e eşyanın bilgisini vermiş ve
onu üstün kılmıştı.
Çünkü hilafet; Allah’ın yasalarından ve
nizamından kaynaklanan ustaca idare esasına göre evreni idare etmek demekti.
İşte halife olarak yaratılan insan, Allah’ın kendisine bahşettiği bu güçle, bu
bilgiyle etrafını kuşatan varlıkları tanıyabilecek ve yine Allah’ın kendisine
verdiği ilim ve akıl gücüyle iyilik ve kötülüğü, salah ve fesadı kavrayabilecek,
karşılaştığı olayları birbirleriyle kıyas ederek hayatın problemlerine çözümler
getirebilecekti.
Allah, Hz. Adem’e eşyanın hakikatini
öğretiyordu. Bu, kullukta şu anlama gelir, şu şu anlama gelir diye eşyanın
hakikati öğretiliyor. Bunu şurada kullanman lâzım, bunu şunun için yarattım,
bunun görevi şudur, sakın bunu burada kullanmayasın, bu burada olmasın gibi
eşyanın varlık sebebi, bilgisi öğretiliyordu. Meselâ bıçağı ben ekmek kesmek
için yarattım, sakın bunu insan kesmekte kullanmayasın. Taşın varlık sebebi
şudur, sakın ha onu meyhane yapımında kullanmayasın. Üzümün varlık sebebi şarap
değildir. Domuzun varlık sebebi yemek değildir. Ağzın varlık sebebi onu sadece
yemek yemede, çay içmede kullanmak değil, vahyin sözcülüğünde kullanmaktır gibi
eşyanın varlık bilgisi ve hikmeti, hakikati öğretiliyor. Buğday bunun içindir,
ateş şunun içindir, erkek bunun içindir, kadın şunun içindir, elbise bunun
içindir, insan bunun içindir, hayvan bunun içindir, melek şunun içindir, yağmur
bunun içindir, kar bunun içindir, sema bunun içindir, arz bunun içindir gibi
eşyanın hakikati anlatılıyordu. İşte Allah’ın kendisine öğrettiği bu bilgiler
sayesinde Hz. Adem halife oluyor ve seçiliyordu.
Bu âyetten de bunu anlıyoruz. Yâni
onlarda bu işe ehil bir ilim vardı. Vahiy ilmine sahiplerdi de onun için Allah
yeryüzünün idareciliğine seçti onları. Eğer bizler de Rabbimiz tarafından
yeryüzünün idareciliğine seçilmek, âlemlere üstün ve hakim bir konuma getirilmek
is-tiyorsak, eğer derdimiz tüm dünyaya hakim bir noktaya gelip, yeryüzünde
adaleti gerçekleştirmek ve dünyanın makus kaderini değiştirmek, dünyalının
yüzünü güldürmek istiyorsak, o zaman unutmayalım ki bunun yolu ilimden
geçmektedir. Biz de vahyi tanıyacağız, vahiy bil-gisiyle, kitap ve sünnet
bilgisiyle donanacağız ki, Allah da bizleri seçsin. Seçsin de hem helâk
olanların yanında bu helâk yasasından bizi kurtarsın, hem de helâk olanların
yerlerine egemenler olarak bizleri yerleştirsin inşallah.
33.
“Onların, her birine açıkça bir imtihan bulunan, mûcizeler
verdik.”
Onlara âyetlerimizden verdik ki
onlarda onlar için çok açık imtihanlar vardı. Onları bu âyetlerle, bu
mûcizelerle eğittik, yetiştirdik, biledik, diyor Allah.
Belâ’nın sözlük anlamı, denemek,
yapmak, bitkin hale getirmek demektir. İmtihan için başa gelen musibete de belâ
denir. Elbisenin eskidiğini ifade etmek için de bu kelime kullanılır. Denenmek
veya bir sınamaya uğramak insanı yıprattığından dolayı ‘belâ’ kelimesiyle ifade
edilmektedir. Kur’an-ı Kerim'de daha çok denemek, sınamak, imtihan etmek
anlamlarında kullanılmaktadır.
Aynı kökten gelen ‘belaya’ Türkçedeki belâ ve musibet anlamına gelir. Terim anlamı;
Gerek darlıkta ve gerekse genişlikte insanın denenip imtihana tâbi tutulması,
imtihan maksadıyla başa gelen musibet ve meşakkat bulunan olay demektir. Başa
gelen belâlar, musibetler birer deneme ve sınama olduğundan ve insanı çeşitli
biçimlerde eskitip yıprattığından dolayı, başa gelen olaylara “belâ” denmiştir.
Bu bakımdan, dinin emirleri ve yasakları, çeşitli yönleriyle belâdır. Bazıları bedene zorluk verdiğinden,
insanların içindeki hayırlıları şerlilerden, temizleri kirlilerden, mü’minleri
münâfıklardan ayırmak için bir deneme, sınama vasıtası olduklarından. Nitekim
Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Sizden
mücâhidleri ve sabredenleri bilelim (ortaya çıkaralım) diye sizi deniyoruz.”
(Muhammed:31) İnsanlar şükretsinler diye sevinçlerle ve nimetlerle,
sabretsinler diye de zorluklarla denenirler. İnsanların bu şekilde denenmesi de
“belâ”dır. Nitekim Hz. Ali (r.a.): “Kimin dünyası genişletilir de, bunun bir
imtihan olduğunu bilmezse, o kişi akıldan yoksundur.” buyurmuştur. Yani, kişi başına gelen bolluğun
da darlığın da Allah’tan bir deneme vasıtası olduğunu bilmeli ve ona göre
davranmalıdır.
Dinin emirleri bir bakıma ‘belâ’dır, yani sınamadır. Çünkü
bazı dinî emirler insan bedenine zorluk verir, insanların iyilerinin ve
kötüle-rinin ortaya çıkmasına sebep olur.
Şükredenler veya nankörlük edenler bununla belli olur. Zorluklara kim
sabredecek, nimetlerin değerini ve sahibini kim bilecek? Bütün bunlar bir
‘belâ’dır/sınamadır. İnsanlara verilen nimetler bir deneme amacına yöneliktir.
“Yeryüzünün ziynetleri (süsleri)
insanların denenmesi içindir.” (Hûd:7)
Hayat ve ölüm, doğma ve yaşama birer
sınamadır. Rabbimiz, herkese farklı şeyler, farklı nimetler, farklı yetenekler
vermiştir. Her bir insan farklı bir imkâna sahiptir. Herkes kendine göre bir iş
yapar veya mesleği yerine getirir. Aralarında müslüman olanı vardır, müslüman olmayanı vardır. Ancak Rabbimiz
bütün insanları onlara verdiği nimet, kabiliyet ve imkânlarla denemektedir.
Allah (c.c.) verdiklerinin karşılı-ğını kulluk ve şükür olarak ister. Her bir
nimetin teşekkür borcu, her bir kabiliyetin sorumluluğu vardır. Rabbimiz
kişilere ve toplumlara ba-zen sıkıntı verir, bazen musibetler gönderir, bazen
zorluklara ve darlıklara düşürebilir. Bunun sebebi onların akıllarını başlarına almaları-nı,
yanlış yolda olanların düzelmelerini ve
isyan içerisinde olanların Allah’a itaate dönmelerini sağlamaktır. Bazen
de müslüman kullarına sıkıntı, musibet veya zorluklar verir, onları sabırla
dener. Böylece on-ların daha çok sevap kazanmasını, derece yönünden daha çok
yücel-mesini sağlar. Rabbimiz bütün insanları dener. Herkesin denenme şekli,
imtihanı ve araçları farklı olabilir. İyi insanlar sabırla ve Allah’ın dinine
yardımla; kötü insanlar hidayete, iyiliğe, Allah yoluna dâvetle sınanırlar.
Başına ‘belâ’nın, yani imtihanın nereden geldiğini anlayan-lar onun gereğini
yaparlar. Böyle bir denemenin karşısında mü’min o-lanlar sabreder, Rablerine
tevekkül ahlâkı kuşanarak O’na teslim o-lurlar.
Demek ki sadece biz Müslümanız, biz
Müslüman olduk demek yetmiyor. Biz de Müslümanız demekle iş bitmiyor. Müslüman
olduktan sonra Rabbimiz bize bir kısım iptilalar göndermek sûretiyle bizi
eğitecek, bizi bileyecek, olgunlaştıracak ve bizi daha iyi hale getirecektir.
Âlemler için seçilen İsrailoğullarının hayatında bu iyileşme süreci başlamış,
devam etmiş ve Hz. Dâvûd ve Süleyman (a.s) döneminde Rabbimiz tüm dünyanın
egemenliğini onlara vermiştir.
Öyleyse yeryüzünün ıslahını, dünyanın
yüzünün gülmesini ve tüm dünyada zulümlerin, haksızlıkların, işkencelerin,
gözyaşlarının bitmesini isteyen, bunun özlemini çeken bizler de unutmayalım ki
sabırla, savaşla, mahrumiyetle deneneceğiz. Maldan ve candan geçmekle,
zamanımızı ilme ayırmakla, fedâkârlıklarla deneneceğiz. Bütün bu denenmeler
karşısında yılmayacağız, fedâkarca Allah yasalarına evet diyeceğiz. Bileneceğiz,
olgunlaşacağız, hasbileşeceğiz. Allah için her şeyi yapabilecek, her şeyi fedâ
edebilecek bir konuma geleceğiz ve Allah da bizi seçecek ve tüm yeryüzüne hakim
bir konuma getirecektir.
34-36. “Doğrusu inkârcılar, “Ölüm bir
defadır bir daha diriltilmeyeceğiz. Eğer doğru sözlü iseniz bize babalarımızı
getirsenize,” derler.”
Diyorlar ki, o sadece bizim ilk
ölümümüzdür artık, bir daha dirilmeyeceğiz, diriltilmeyeceğiz. Yaşadığımız hayat
işte şu hayattır, bu-nun ötesinde başka bir hayat yoktur. Varsa da, yoksa da
hayat işte bu dünya hayatı vardır, bu hayatın sonunda öldükten sonra dirilerek
tekrar yeniden bir hayatın olacağını, yâni hesabın, kitabın görüleceği bir
âhiret hayatının olacağını sanmıyoruz, diyorlar. Aslında ölüm tüm insanlığın
gözlerinin önünde duran ve inkâr etmeleri, reddetmeleri mümkün olmayan bir
gerçek olduğu için onu inkâr edemiyorlar. “Ölüm bir keredir,” diyorlar. “Bir
kere öleceğiz, ondan sonra bir daha dirilme olmayacak,” diyorlar. “Ölümümüzden
sonra başka bir hayat yoktur,” diyorlar ve sanki kendi yasalarını kendileri
koyuyorlar.
Yâni sanki kendileri hakkında
yargılamayı kendileri yapıyorlar. Sanki kendilerini yaratan kendileriymiş gibi
kendi hesaplarını da kendileri görüyorlar. Sanki kendi kaderlerini kendileri
belirlemeye çalışıyorlar. Biz bizim hakkımızda bunu münasip gördük. Biz
ölümümüzden sonra tekrar dirilip yaptıklarımızın hesabını vereceğimiz bir
hayatın ol-masını istemiyoruz. Çünkü yaptıklarımızın bizi nereye götüreceğini,
nasıl bir sonuç doğuracağını biliyoruz. İyisi mi olmasın böyle bir hesap, kitap
diyerek yaşadıkları dünyada iştahlarını kaçıran bir gerçeği reddetmeye ve bu
inkâra dayalı yapabilecekleri günâhları rahat işleyebilecekleri bir anlayışın
sahibi olmaya çalışıyorlar. Kendileri dışında kendilerine egemen olan,
kendilerini yaratan, yaşatan, öldüren ve sonunda hesaba çekecek olan Allah’ı,
karşı gelinmez mutlak gücü reddediyorlardı.
Böyle düşünen, böyle yaşayan
insanlara sormak lâzım: Eh öy-leyse madem ki kendi kaderinizi kendiniz
belirliyorsunuz da ölüme ne-den çare bulamıyorsunuz? Madem ki her şey sizin
elinizde, o halde haydi ölmemeyi de becerebilseniz ya. Ölüme karşı gelebilseniz
ya. Neden ölüyorsunuz? Neden teslim oluyorsunuz Allah’ın ölüm yasasına? Ölüm
yasasına karşı gelemeyen sizler, dirilme yasasına nasıl karşı geleceksiniz? Sizi
öldüren Allah diriltemez mi? Öldürmeye güç yetiren, diriltmeye güç yetiremez mi?
Bütün bunları biliyorlar hainler de, ölümlerinden sonra tekrar dirildikleri
hayat kendileri için hiç de hoş olmayan hesabın, kitabın gündeme gelmesi
sebebiyle elleriyle işledikleri suçlar yüzünden ona inanmak istemiyorlar. Çünkü
böyle bir şeye iman, hayatın programını temelinden değiştirecektir. Yâni bu
imana göre hayatları değişecek ve işledikleri suçların pek çoğunu yapamaz hale
gelecekler de onun için reddetmek daha kolaylarına
geliyordu.
Bakın ölüm ötesi hayatı, ölümden
sonraki dirilişi, hesabı, kitabı reddederken de güya delilleri de şöyleydi: Eğer
ölümden sonra diriliş vardır, herkes dünyada yaptıklarının hesabını ödemek ve
yaşadığı hayatın sonucuna göre ya cennete, ya da cehenneme gitmek zorunda
kalacaktır derken doğru söylüyorsanız, eğer bu konuda iddialarınızı eyleme
dönüştürme imkânlarınız varsa, o zaman haydi babalarımızı getirin bakalım,
diyorlar. Eğer doğru söylüyorsanız, haydi ölmüş atalarımızı diriltip geri
getirin de görelim, diyorlar. Eğer bunu yapamı-yorsanız, atalarımızı diriltip
dünyaya geri getiremiyorsanız biz de sizin dediklerinize inanmıyoruz, diyorlar.
Âhiretin varlığını inkâr ederken
sarıldıkları delil de işte budur. Sanki Allah’ın Resûlü kendilerine böyle bir
şey demiş gibi. Yâni sanki Allah’ın Resûlü ölülerin geri geleceğini iddia etmiş
gibi, “haydi onları geri getir de görelim,” diyorlar. Halbuki kimse onlara böyle
bir şey de-memişti. Yâni bu dirilişin dünyaya tekrar dönüş olduğunu kimse iddia
etmemiştir. Ölmüş babalarını geri getirerek ölüm sonrası dirilişi ispata
Allah’ın ihtiyacı yoktur. İster inanırlar ister inanmazlar, keyifleri
bilir.
Kaldı ki inanacak olanlar için daha
evvel bunları da yapmıştı Rabbimiz. Ölümlerinden üç yüz küsur yıl sonra Ashab-ı
Kehf’i tekrar dirilterek veya İbrahim’in (a.s) elinde ölmüş kuşları tekrar
dirilterek ve-ya yüz yıl öldürdükten sonra dirilterek veya şu anda çevremizde
yazın, kışın tabiatı her an öldürerek, dirilterek aslında bunu gösteriyor
Rabbimiz. Bunlar aslında ölüm ötesi dirilişin mümkün olduğunu gösteren Allah’ın
âyetleridir. Bu âyetlere kör ve sağır kesildikleri için anla-mıyorlar da yeni
deliller, yeni âyetler istiyorlar.
Bundan sonra ölüm ötesi hayatı
reddederek güya dünyada rahat bir hayat yaşamaya çalışan bu kâfirlerle öncekiler
arasında bir mukayese yaparak Rabbimiz şöyle buyurur:
37:
“Bunlar mı daha üstün yoksa Tübba milleti ve onlardan öncekiler mi?
Onları yok etmişizdir, çünkü onlar suçlu idiler.”
Bu adamlar mı daha üstün, yoksa
Tübba mı? Tübba, Yemen-de bir hükümdar, kendisi Müslüman ama kavmi kâfir bir
devlet reisi. Daha önce yaşamış ve kendisinin hayırlı bir kişi olduğuna dair
hakkında şehadette bulunup bir devlet reisinden söz ederek diyor ki Allah,
“söyleyin bakalım şimdi ölüm ötesi hayatı reddeden şu Mekkeli müşrikler mi daha
hayırlı, yoksa Yemen hükümdarı Tübba mı daha hayırlı? Yahut da söyleyin bakalım,
Mekke müşrikleri mi daha hayırlı, yoksa onlardan öncekiler mi daha hayırlı? Yâni
Sâlih’in (a.s), Lût’un (a.s), Hud’un (a.s) kavimleri mi daha hayırlı? Halbuki
onlar güç kuvvet, uzun ömür yönünden sizden çok daha üstündüler, sizden çok daha
zengindiler ama suçlu olmaları sebebiyle, suç işlemeleri sebebiyle Biz onların
tamamını helâk ettik.
Yâni sizden çok daha güçlü, ya da
sizden çok daha hayırlı olanlar ölüme çare bulamadılar da siz mi bulacaksınız?
Onlar helâk yasasından kurtulamadılar da, sizler mi kurtulacaksınız?” Onlar
suç-luydular. Rabblerine karşı suç işlediler, Rabblerinden kendilerine
gön-derilen peygamberlerine karşı suç işlediler. Allah’a ve O’nun elçilerine
teslim olmadılar. Allah da onları helâk ediverdi. Çünkü onlar suçluydular.
Allah’ı inkâr eden, âhireti reddeden her insan, her toplum suçludur. Allah’ı ve
âhireti inkâr eden her fert ve toplum sonunda helâk olmuştur. Yeryüzünde bu
dengeyi bozan her toplum sonunda iflas etmiştir.
38,39. “Biz gökleri, yeri ve ikisinin
arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak
gerektiği gibi yarattık, ama insanların çoğu
bilmezler.”
“Gökleri ve yeri, göktekileri ve
yerdekileri oyun olsun, eğlence olsun, insanlar eğlensinler, hoşça vakit
geçirsinler diye yaratmadık,” diyor Allah. Onun ikisini de hakla yarattık, hak
yasalarla yarattık.
Allah gökleri ve yeri hak ile
yaratmıştır. Gökleri ve yeri eğlence olsun, fantezi olsun diye yaratmamıştır,
insanın imtihanı için yaratmıştır onları. Allah insandan kendisi için,
kendisinin imtihanı için yarattığı bu göklerin de, yerin de hesabını soracaktır.
Burada göklerin ve yerin hak olarak
yaratıldığı anlatılırken, başka yerlerde de göklerin ve yerin bâtıl yere
yaratılmadığını anlatan âyetler vardır.
“Rabbimiz sen bunları bâtıl yere
yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi ateş azabından koru.” (Âl-i
İmrân:191)
“Ben gökleri, yeri ve bu ikisi
arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım.”
(Enbiyâ: 16)
“Siz zannediyor musunuz ki sizi boş
yere yarattık ve bize hiç döndürülmeyeceksiniz?”
(Mü'minûn:115)
Kâinatta ne varsa hepsi hak üzerine,
yâni sağlam temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle yaratılmıştır.
Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun işlemektedir. Tüm kâinatta hak
esastır. Her şey hak üzerine bina edilmiştir. Bâtıl ise ârızî ve geçicidir.
Burada göklerin ve yerin yaratıcısının
Allah olduğu anlatılmaktadır. Öyleyse kâinatta ne varsa onların tümünü Allah
yarattığı için hepsinin üzerinde söz sahibi, hak, hukuk, hâkimiyet ve hüküm
sahibi sadece Allah’tır. Allah’tan başka bu varlıklar üzerinde hâkimiyet ve
otorite sahibi yoktur. O bir şeye “ol” dediği zaman hemen oluverir. O’nun sözü
haktır. O’nun sözü hukuktur. O’nun sözü mutlak dinlenen sözdür. İşte göklerde ve
yerde, göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklarda da hak, hukuk vardır. Onlarda da
kulluk vardır. Onlar da kendilerini var edenin kulluk yasalarına teslimdirler.
Güneş hiçbir zaman O’nun hak yasasının dışına çıkamaz. Ay sürekli O’nu
dinlemektedir. Yıldızlar O’na teslimdirler. Yâni göklerde ve yerde sadece
Allah’a kulluk ve O’na itaat yasası işlemektedir.
Yine burada Allah tarafından yaratılmış
olan göklerin ve yerin hakka ve hakikate delâleti anlatılmaktadır. Yaratıcıları
Allah olan bu gökler ve yerler, hak olan Allah’ın varlığına ve gücüne delildir.
Eser, müessirin varlığına delildir deniyor.
40.
“Doğrusu hüküm günü hepsinin bir arada bulunacağı
gündür.”
Kâfirlerin, eğer doğru
sözlülerseniz haydi ölmüş atalarımızı ka-birlerinden diriltip dünyaya geri
getirin şeklindeki isteklerine Allah böyle cevap veriyor. Hayır hayır, bu
diriliş burada olmayacaktır, bu dirilişi Allah fasıl gününe ertelemiştir. Onun
günü fasıl günüdür. Fasıl günü hem sizleri, hem de atalarınızı bir arada
toplayacağız. Fasıl günü onların randevu vakti ve günüdür ki, onların hepsini
bir araya toplayacağız.
Fasıl günü Mürselât’ta anlatıldığına
göre hall-ü fasl günüdür. Her şeyin hall-ü fasl edileceği gün. Her şeyin ve
herkesin hesabının, kitabının görülüp karara bağlanacağı veya her şeyin
tafsilatıyla ortaya döküleceği, tüm detayların gündeme getirileceği gün. Her
şeyin, tüm amellerin ve o amelleri yaptıran niyetlerin tafsilatıyla gündeme
getirileceği, fâsılalı, fâsılalı ortaya konulacağı gün. Hepiniz Allah’ın bu
yasasına tabi tutulacaksınız. Herkes birbirinden ayrılacak. Kâfir, mü’-minden,
müşrik, münâfıktan, Müslüman, gayr-i müslimden, iyiler, kötülerden, salihler,
facirlerden ayrılacaktır o gün.
41.
“O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, yardım da
görmezler.”
O gün artık başka bir gündür. O
gün kimsenin kimseye yapabileceği bir şey yoktur. Kimse kimseye sıcak bir kucak
açamayacak, kimse kimsenin halini hatırını soramayacaktır o gün. O gün
dostluklar bitmiştir. O gün bağlar kopmuştur. O gün protokoller sona ermiştir. O
gün ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kadının kocasına, ne kocanın
karısına sağlayabileceği bir fayda yoktur. Çünkü herkes o gün kendi başının
derdine düşmüştür. Kur’an’ın değişik yerlerinde bu konunun anlatıldığını
görüyoruz.
“Hiç kimse diğerinin yükünü yüklenemez!”
(Fâtır: 18)
“O gün herkes kendi derdine düşmüştür!”
(Abese: 37)
“Babanın oğluna, oğulum da babaya hiçbir şey ödeyemeyeceği günden çok
korkun!”
(Lokman:
33)
Ne zorla, zorbayla ne de kolaylıkla hiç
kimse kimsenin başına gelecek olanları defedemez. Zorla defedemez, çünkü yardım
yoktur o gün. Kolaylıkla da defedemez, çünkü şefaat da yok o gün.
42. “Yalnız, Allah’ın merhamet ettiği
kimseler bunların dışındadır. O, şüphesiz güçlüdür,
merhametlidir.”
Sadece Allah’ın merhametine
mazhar olanlar, Allah’ın razı olacağı bir hayat yaşayarak Rabblerinin rızasını
kazananlar müstesnadır. Onlara peygamberlerin ve Allah’ın kendilerine şefaat
konusunda izin verdiklerinin faydası dokunabilecektir. O gün tüm şefaat, tüm
yetkiler Allah’a aittir. Hiç kimsenin alacağı kararlar konusunda O’nu
etkilemesi, O’na tesir etmesi, O’na torpil yaparak fikrinden caydırması
ke-sinlikle mümkün değildir. Ancak dilediklerini affedip rahmetine idhal
buyurması da kendisinin bileceği bir iştir. Ama şurası muhakkaktır ki, Allah hiç
kimse kendisini zorlamamışken, kimse kendisine hesap sor-ma hakkına ve gücüne
sahip değilken, kimse kendisini minnet altında tutamazken, O kendi arzusuyla
kullarına zulmü de haram kılmıştır. Rabbimizin kullarıyla ilişkisi her zaman
rahmet ilkesine dayanmaktadır.
Bu âyetten anlıyoruz ki sadece Allah’ın
merhamet buyurdukları kurtuluşa ereceklerdir. Peki acaba Allah kimlere merhamet
eder? Şunu kesin biliyoruz ki, Allah kesinlikle kâfirlere ve müşriklere merhamet
etmeyecektir. Yeryüzünde Allah’ın rahmetinden istifade etmeyi istemeyenlere
Allah rahmet etmeyecektir. Çünkü Allah yeryüzünde kulları için rahmet kapıları
açmıştır. Kitaplar, elçiler göndermek sûretiyle Rabbimiz yeryüzündeki kullarına
rahmet kapıları açmıştır. Allah’ın mü’min kulları bu kapılardan istifade
etmişler, ama kâfirler, müşrikler Rabblerinin kendileri için açtığı bu rahmet
kapılarından istifade etmeyi istememişlerdir. İşte Allah’ın kendileri için
açtığı bu rahmet kapılarından istifade edip Allah’ın istediği şekilde bir hayat
yaşayarak rahmete hak kazanan mü’minlere merhamet ederken, bu rahmete karşı nötr
davranan kâfirlere de merhamet etmeyecektir.
Kur’an rahmettir. Rahmân olan Allah
Kur’an’ı öğretmiştir. Öy-leyse Kur’an’la beraber olan, Kur’an’la hareket eden
kişi rahmete hak kazanmış demektir. Rasulullah, rahmeten lil’âlemîndir. Tüm
alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Öyleyse böyle rahmet kaynağı bir elçiyle
beraber olan, o elçiyi kendisine örnek alan, o rahmetten istifade etmesini bilen
kişilere Allah merhamet edecektir diyoruz.
43-46. “Doğrusu günâhkarların yiyeceği
zakkum ağacıdır; karınlarında suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden
gibidir.”
Günâhkarların yiyeceği de zakkum
ağacıdır. Kıyâmet günü kâfirlerin yerleşim merkezlerinde hiç şüphesiz ki
kâfirler için de yiyecek ve içecekler söz konusudur, tıpkı dünya hayatında
olduğu gibi. Dünya hayatında mü’minler Allah’ın kendilerine helâl kıldığı temiz,
güzel yiyecek ve içeceklerden istifa etmişler, bir kısım şeyleri canları çekse
de Rabbleri haram kıldığı için onlardan tiksinerek uzak durmayı becermişlerdi.
Kâfirler ve müşrikler ise haram-helâl tanımadan, Allah ya-salarını reddederek
aslında insan fıtratına ters düşen şeyleri yiyip içmeye devam ediyorlardı. İşte
dünyadaki bu suçlarına denk olarak, dünyadaki bu haddi aşmalarına karşılık
olarak, Allah da onları orada zakkumla cezalandıracaktır.
Zakkum günâhkarların, vebal
yüklenenlerin yiyeceğidir. Hem kendi günâhlarını, hem de çevrelerindekilerin
veballerini ve günâhlarını yüklenerek günâh yüküyle sırtları kamburlaşmış
insanların yiyeceğidir.
Sanki o bir pota, erimiş bir maden
eriyiği veya suyun kaynaması gibi karınlarının içinde kaynayacaktır, Allah
korusun. Bu daya-nılmaz azapların içindeyken yarın onlara şöyle
denecektir:
47-50. “Suçluyu yakalayıp, cehennemin
ortasına sürükleyin, sonra başına azap olarak kaynar su dökün” denir, sonra ona:
“Tat bakalım, hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu, şüphelenip
durduğunuz şeydir” denir.”
Onu tutunuz. Yakalayınız o
günâhkarı de cehennemin ta ortasına atınız. Cehennemin ta ortasına sürükleyiniz.
Sonra da onun başı üzerine hamim dökünüz. Hamim, kaynar su ya da maden demektir.
Onun başının üzerine binlerce derece kaynatılmış maden eriyiği dökünüz. Sonra da
deyin ki ona: “Bak bakalım bunun tadına. Tat bakalım haydi bunun tadını. Haydi
zevk al bakalım bundan!” Azaplar içinde kıvranan kâfirin ruhunu rencide edici,
gururunu kırıcı bir ifade. Haydi ezil, haydi alçal bakalım. Dünyada izzet ve
şeref sevdalısıydın. Malınla, mülkünle, dükkanınla, tezgahınla, çoluğunla,
çocuğunla, saltanatınla, devletinle Allahlık iddiasına soyunuyordun. Benim
hiçbir şeye ihtiyacım yoktur. Benim ne Allah’a, ne Allah’ın dinine, ne Allah’ın
kitabına, ne Allah’ın yasalarına ihtiyacım yoktur. Benim aklım, mantığım, keyfim
vardır. Hayatımı nasıl düzenleyeceğimi, mala bakışımı, hayata bakışımı, kadına,
kazanma-harcamaya bakışımı nasıl ayarlayacağımı, nasıl giyineceğimi, neleri
yiyip-içeceğimi ben kendim de bilirim. Nasıl bir hayat yaşayacağımı ben kendim
de bilirim, diyerek İlâhlık iddiasında bulunuyordun.
Günâh nedir bilmiyordun.
Günâhlarınla böbürleniyordun. Kâfirliğinle övünüyordun. Müslümanlara
zulmediyordun. Rabbim Allah diyenleri takibe alıyordun. Onlar için dosyalar
hazırlıyordun. Onlara hayat hakkı tanımıyordun. Onların Rabblerinin istediği
biçimde Müslü-manca bir hayat yaşamalarına engel olmaya çalışıyordun. Bu konuda
yasalar çıkararak kulluklarını engellemeye çalışıyordun. Hayatına Allah’ı
karıştırmayarak kendi kendine hayat programı yapmaya çalışıyordun. Hayattan
Allah’ı diskalifiye etmeye çalışıyordun. Tâğutluk yapıyordun. Allah karşısında
bilgi iddiasında bulunuyordun. “O bilirse ben de bilirim! O böyle diyorsa ben de
şöyle diyorum!” diyordun. Allah karşısında güç iddiasında bulunuyordun. “Onun
Cehennemi varsa be-nimde hapishanelerim var! Onun melekleri varsa benim de
askerlerim var! Benim de avenem var!” diyordun. Toplumun en değerlisiydin,
Herkes sana saygı duyuyordu. Herkes senin önünde eğiliyordu, eğdiriyordun
insanları önünde. Herkes çevrende pervane olsun istiyordun. Haydi tat bakalım
şimdi bu horluk hakirlik azabını,” diyecek Rabbimiz
onlara.
51,52.
“Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlar ise, güvenli bir yerde,
bahçelerde ve pınar başlarındadırlar.”
Ama beri tarafta muttakîler,
Allah’la yol bulanlar, yollarını Allah’a sorarak yaşayanlar, hayat programlarını
Allah’ın kitabından ve Resûlü’nün sünnetinden alanlar, Allah’ın koruması altına
girenler, Allah’ın velâyetini kabul edip iradelerini Allah’ın iradesine teslim
edenler, kendi bilgilerini, kendi akıllarını, kendi anlayışlarını bir kenara
bırakarak Allah’ın kendileri adına seçtiklerini, kendileri için seçim kabul
edenler, hâsılı hayatlarını Allah adına ve Allah’ın istediği biçimde yaşayanlar
var ya, işte onlar da güvenilir bir makamdadırlar.
Allah yoluna girip kâfirlerin,
müşriklerin davranışlarından uzak duran ve sadece Allah’ı razı etmek için
çırpınan muttaki mü’minler de bu tür azaplardan, bu tür pisliklerden emniyet
mahallerindedirler.
Hem Firavunların geberip giderken
bıraktıkları nîmetler, hem de âhiretteki cennet nîmetleri muttakîler içindir.
Onlar emin ve güvenilir makamlardadırlar. Yâni dünyadaki gibi sallanan,
sarsılan, yıkılan, yok olan, solan, kaybolan, ölümcül makamlar değildir. Hiçbir
şey cennetteki o makamları sarsamaz. Hiçbir şey o makamları mü’minlerin
ellerinden alamaz. Ölümle son bulan makamlar değildir onlar, çünkü orada ölüm de
yoktur. İhtilallerle, darbelerle de yıkılmaz o makamlar, çünkü orada ihtilaller
de yoktur. İhtiyarlamayla da sarsılmaz o makamlar, çünkü orada ihtiyarlama da
yoktur.
İşte bu son âyetlerde bir diriliş,
yeniden bir dirilişin gerçekleştiğini ve yaşadıkları hayata göre insanların iki
grup olduklarını görüyoruz. İşte bakın muttakîlerin mükafatlarının zikri devam
ediyor:
53.
“İnce ipekten ve parlak atlastan giyinerek karşılıklı
otururlar.”
“İpekten ve parlak atlastan en güzel
elbiseler giyinerek karşılıklı otururlar.” Buradaki “mütekabilin” ifadesi karşı
karşıya gelirler, karşı karşıya otururlar ifadesi sadece birbirlerine
yönelirler, birbirlerine bakarak otururlar anlamına değil, aynı zamanda
gönüllerinin, kalplerinin, gözlerinin, duygularının aynı zevkleri paylaşması,
aynı şeylerden hoşlanması anlamına gelmektedir. Cennette buna kavuşan
mü’min-ler, zaten dünyada da birbirlerini severler, birlikte hareket ederler,
aynı şeylerden hoşlanırlar, aynı şeylerden nefret ederlerdi.
54.
“Bu böyledir; onları iri siyah gözlü hûrilerle
eşlendiririz.”
O mü’minler orada iri gözlü
hûrilerle de evlendirilirler. Ceylan gözlülerle evlendirilecektir onlar. Bunlar
güzellikleri tahayyül bile edilemeyecek kadar güzel kadınlardır. Dünyada
kadınlar için güzellik ge-çicidir, fânidir. Ama oradaki kadınlar ve onların
güzellikleri ölümsüzdür. Bakara sûresinde de bu kadınların temizlikleri
anlatılır:
“Bir de orada onlar için tertemiz
zevceler vardır.”
(Bakara 27)
Âyet-i
kerimede kadının temizliğinden söz ediliyor. Ya da eşlerin temizliğinden
bahsediliyor. Bunun anlamı şudur: Oradaki eşler hem madde olarak kan, idrar,
koku, hayız, nifas, dışkı vs. gibi hiçbir şeyleri olmayacak şeklinde tertemiz.
Hem de mânâ olarak yalan dolan cinsinden, aldatma, ahlâksızlık, geçimsizlik
cinsinden de bir kötülüğü, bir pisliği, necisliği, necesliği, bir küfrü, nifâkı,
inkârı olmayacak tertemiz eşler verilecektir onlara. Bütün bu anlatılanlar
kâfirlerin kulağına gittiği, bunları duydukları halde, hayret ki yine de âhireti
inkâr etmeye sebep bulabiliyorlar. Cennette Allah’ın mü'minler için hazırladığı
bu nîmetler anlatılınca: “Ne yâni! Onları biz de buluruz dünyada! Biz de elde
ederiz! İstediğimizi buluruz dünyada. Bağ, bahçe, elma, armut, karı, kız
istediğimiz kadar buluruz!” diyorlar ama “Halidîne fî ha ebeda” denince, yâni
oradakiler ebedîdir, ebediyen bu nîmetler onların ellerinden alınmayacak
denince, işte orada duruyorlar. Çünkü dünyada onların bulabildiklerinin tamamı
ve de kendileri bir gün geliyor ki o nîmetlere veda etmek zorunda
kalıyorlar.
55.
“Orada, güven içinde olarak her yemişi
isteye-bilirler.”
Sonra orada o mü’minler güven
içinde, huzur ve saadet içinde istedikleri her türlü meyvelere ulaşırlar.
Çağırdıkları, istedikleri her türlü meyveler onlara sunulur.
56,57.
“Orada, ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Rabbin lütfuyla onları
cehennem azabından korumuştur. İşte büyük kurtuluş budur.”
Orada ölüm de yoktur. Dünyada ilk
tattıkları ölümden sonra artık bir daha ölüm tatmayacaklardır. Az evvel
anlatmıştı Rabbimiz, kâfirler de öyle diyorlardı. “Bizim için tek ölüm vardır,
biz bir kere öldürüleceğiz. Bu ölümümüzden sonra artık bir daha dirilmeyeceğiz,”
di-yorlardı. Halbuki önceki âyetlerde gördük ki, Allah onları ölümsüzleştirdi.
Onlar cehennemde azaptan kurtulabilmek için ölümü temenni edecekler ama
ölemeyecekler. Mü’minler için de cennette ölümsüzlük vardır. Ama birisinde
emniyet, güven, saadet, mutluluk; öbür tarafta azap üstüne
azap.
Allah mü’minleri lütfu ve rahmetiyle o
cehennem azabından korumuştur ve işte bu kurtuluşların en büyüğü budur. Bundan
daha büyük bir kurtuluş düşünmek mümkün değildir.
diyor Allah. Yâni tüm bu nîmetlere
Allah’ın fazlu keremiyle ulaşmıştır mü’minler. Hani sûrenin baş taraflarında
şöyle buyrulmuştu:
Bakın burada da “fazlen min Rabbik”
buyruluyor. Öyleyse Allah’ın fazl-ı keremi olan cennete ve cennetteki bu
ölümsüzlüğe ulaşmanın yolu, rahmet kaynağı, rahmet kapısı olan kitapla beraber
olma-ya bağlıdır. Allah’ın en büyük nîmeti ve rahmeti olan Kur’an ve sünnetten
istifade edebilen, dünyada Allah’ın kullarına rahmeti gereği bu iki rahmet
kapısından girebilen, onların istediği hayatı yaşayıp Allah’ın lütfuna lâyık
hale gelebilen kişi, sonunda cennete gidecek ve cehennemden de korunacaktır.
Çünkü bakın son âyetinde Rabbimiz cennete gidişin yolu olan bu Kur’an’ı
kolaylaştırdığını anlatıyor.
58,59. “Ey Muhammed! Biz, öğüt alırlar diye,
Kur’-an’ı senin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık. Sen bekle,
onlar da beklemektedirler.”
İnsanlar öğüt alsınlar, insanlar
onunla yol bulsunlar, hayat programlarını ona sorsunlar ve hayatlarının tüm
problemlerini onunla çözümlesinler ve de sonunda cennete, Allah’ın lütfuna
ulaşsınlar diye biz bu Kur’an’ı senin lisânında kolaylaştırdık, diyor
Rabbimiz.
Bu kitap Rasulullah Efendimizin dilinde
kolaylaştırılmıştır. Okunması kolay, öğrenilmesi, anlaşılması, ezberlenmesi,
uygulanması, yaşanması kolay, istediği hayat kolay, her şeyi çok kolaydır. Allah
onu bizim için kolaylaştırmıştır. Belki onu zikrederler, zikir haline
getirirler, hatırlarlar, kafalarında, kalplerinde canlı tutarlar da hayatlarını
onunla düzenlerler diye. Belki onu tezkira yaparlar, kafalarında kalplerinde
hayat programı yaparlar da, haftalık ders programı gibi, günlük, aylık, haftalık
sürekli bakılacak bir konuma getirirler diye Allah bizim için onu
kolaylaştırmıştır.
Kur’an öyle olmalıdır zaten.
Kur’an anlaşılıp hayat onunla düzenlenecek ve kafalarda ve kalplerde canlı
tutulacaktır. Çünkü hayat programıdır o. Ona bakılmadan, ona sorulmadan hayat
yaşanmamalıdır. Çünkü bu kitap hayatımızın her bir saniyesinde bize yol
gösterecek bir kitaptır.
Allah, “biz onu sizler için
kolaylaştırdık,” diyor ama unutmayalım ki ona yönelenlere kolaydır bu kitap.
Onunla ilgilenenlere kolaydır. Ona yönelenlerin hayatları
kolaylaşacaktır.
Öyleyse ey peygamberim, sen bekle,
onlar da beklemektedirler. Öyleyse ey peygamber yolunun yolcuları, sizler
bekleyin, onlar da beklemektedirler. Neyi bekleyeceğiz? Yeryüzünde bu kitabın
varlığına rağmen, hayat programı olarak, hidâyete ulaştırıcı, hakkı beyan edici,
cenneti gösterici olarak yeryüzünde böyle bir hidâyet kaynağı, böyle
kolaylaştırılmış bir kitap olduğu halde yine de kâfirler olabilecektir. Yine de
inanmayanlar olabilecektir. Onların yok olmalarını, helâk olmalarını, yerin
dibine batırılmalarını hemen beklemeyeceğiz. Onlarla Allah’ın istediği biçimde
diyaloglarımızı, uyarılarımızı sürdürecek ve kesinlikle bileceğiz ki, şartlar ne
olursa olsun âkıbet muttakilerin olacaktır. Sonunda kazananlar, mutlaka
muttakiler olacaktır. Bunu hiçbir za-man hatırınızdan çıkarmayın, diyor
Rabbimiz. Onlar da beklesinler, sen de bekle, ama şunu asla unutmayın ki, son
kazanan mü’minler olacaktır. Son kazananlar Allah safında yer alanlar olacaktır.
Bu sûrenin de sonuna geldik. Rabbim
gereği gibi iman edip sâlih ameller işleyen kullarından eylesin. 15. ciltte
buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Velhamdü lillâhi
Rabbil’âlemîn.
allah rahmet etsin
YanıtlaSilallah rahmet etsin
YanıtlaSil