CÂSİYE SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
45, nüzûl sıralamasına göre 65, mesânî kısmı beşinci sûreler grubunun ilk sûresi
olan Câsiye sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
37’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
28. âyetinde geçen “Câsiye” kelimesinden almış, Mekke’de Duhân sûresinden sonra
nâzil olmuş bir sûrenin huzurundayız. Âyetlerinin sayısı 36 dır. Sûrede Mekke
kâfirleri ve kıyamete kadar gelecek kâfirlerin Kur’an konusunda, İslâm
konusunda, tevhid inancı konusundaki tereddüt ve şüpheleri, kuşkuları son derece
net ve açık, akıl erdirici delillerle cevaplandırılır.
Yine
kâfirlerin bu Allah kitabına karşı takındıkları vurdumduymaz tavırları
eleştirilerek, bu tavırlarının sonucuna katlanmak zorunda oldukları vurgulanır.
Peygamber aleyhisselâmın getirdiği tevhid akidesine kâinattaki Allah
âyetlerinden deliller getirilir. Bu kâinatta Allah’ın yaratıp serpiştirdiği
hangi âyetine bakarsanız bakın mutlaka peygamberin ısrarla gündeme getirdiği
tevhid inancıyla örtüştüğünü, her şeyin onu haykırdığını göreceksiniz. Şu
etrafınızda gördüğünüz çeşit şeşit varlıklar, şu elinizin değemeyeceği, asla
müdahale imkânınızın bulunmadığı gece ve gündüz âyetlerinin belli bir ölçü ve
program dahilinde peş peşe deveranı, şu yağmurların yağması, rüzgarların esmesi
hep tevhidi ortaya koymaktadır. Hep bunlar üzerince işleyen tek Allah
egemenliğini ortaya koymaktadır. Aklı, kalbi, fıtratı başka düşüncelerle
bozulmamış bir insanın önyargısız bir şekilde bu âlemdeki Allah âyetlerine bakıp
onlar üzerinde düşünüvermesi bu gerçeği anlamasına yetecektir. Hiçbir şeyin
tesadüfen var olmadığını, mutlak sûrette onları yaratan bir Allah’ın varlığını
anlamakta güçlük çekmeyecektir denilmektedir.
Daha
sonraki âyetlerde insanların akıllarını erdirmek için sorular sorulmaktadır.
Bunları kim yaratmıştır? Bu kâinatı ve içindeki bunca varlığı Allah mı
yaratmıştır, yoksa sizin şu Allah berisinde kendilerinde güç, kuvvet, yetki
gördüğünün ilahlarınız mı yaratmıştır? Unutmayın ki kulluk yaratıcının hakkıdır.
Ulûhiyet ve rubûbiyet yaratana aittir. Yaratıcı olmayan, hattâ bırakın bir şey
yaratmayı, kendilerini bile yaratmaktan âciz olan varlıklar asla rab ve ilâh
olamazlar, egemen olamazlar, kulluk programı belirleyemezler mesajı
verilmektedir.
Daha
sonra gelen âyetlerde Allah’ın mahza insan hayatına karışmak, insan hayatını
düzenlemek üzere gönderdiği kulluk kitabına karşı takındıkları olumsuz
tavırlarından ötürü kâfirler ve müşrikler ikaz edilmektedirler. Ey insanlar,
dikkat edin, şu anda inkâr etmeye, ilgisiz davranmaya çalıştığınız bu kitap
sizden önceki kitap ehli olan İsrail oğullarına lütfedilen nimetleri, izzet ve
şerefleri şu anda size getirmektedir. Tarih içinde onlar bu nimete karşı
nankörce bir tavır sergilediler. Kitaplarıyla ilgisiz bir hayata yöneldiler.
Kitabın hayatlarındaki önemini anlayamayarak onu arkalarına atmaya, onu tahrif
etmeye, ondan habersiz bir hayat yaşamaya yöneldiler de Allah nimetlerini
onlardan alıverdi. Sakın sizler de size yol gösterecek, sizi izzet ve şerefe
ulaştıracak, size Allah’ın sayısız lütuf ve nimetlerini kazandıracak olan bu
kitabınıza onlar gibi davranmaya kalkışmayın. Değilse sizler de onların
düştükleri zillete düşersiniz uyarısı yapılmaktadır.
Daha
sonra Rabbimiz sözü bu kitabın muhataplarına çevirerek hem onları
cesaretlendirmek, hem de imanlarını takviye etmek üzere şöyle buyurur: Ey
Kur’an’ın muhatapları, ey peygamber yolunun yolcuları, sakın ha sizler bu ne
yaptığını bilmez şaşkınların sizlere karşı tepeden bakıp sizinle alay
etmelerine, küstahça tavır takınmalarına, işkence tehditlerine aldırış etmeden
yolunuza devam edin. Allah des-teğinde müslümanca bir hayata direnin, sabredin,
dayanın. Kesinlikle bilesiniz ki benim yardımım size ulaşacaktır
buyurulmaktadır.
Sûrede
daha sonra kâfirlerin, müşriklerin sapık inançları, bozuk yolları ele alınarak
yerden yere vurulmaktadır. Kâfirlerin; varsa da yoksa da bu dünya hayatımız
vardır, bunun dışında başka bir hayat yoktur. Ölüme gelince, bizi sadece zaman
mahvediyor. Ah şu zama-na bir çare bulabilsek biz asla ölmeyeceğiz. Tıpkı
işleyen bir saatin zamanı gelince durması gibi, bizler de zamana yenik
düşüyoruz. Ölümden sonra da toprak olup gideceğiz. Zaten ruh diye bir şey yok ki
tekrar diriltilsin. Siz o âhiretle yeniden dirilişi bizim külahımıza anlatın.
Biz asla böyle saçmalıklara inanmayız. Değilse eğer gerçekten bir diriliş, bir
hesap kitap varsa, o zaman haydi ölmüş atalarımızı diriltsenize, şeklindeki
lâkırdılarına da şöyle cevaplar verilmektedir:
a-
Ey kâfirler, ey akılsızlar, sizin bu iddialarınız başka değil sa-dece zanna
dayanmaktadır. Eğer öldükten sonra dirilme olmayacağı iddianıza dayandığınız bir
deliliniz varsa haydi getirin bakalım. Var mı bir deliliniz, bir bilginiz
denilmektedir.
b-
Sizin iddianıza göre herkes ölecek ve toprak olup gidecekse, kimseden bir hesap
sorulmayacaksa, o zaman iyilerle kötülerin, âdillerle zalimlerin, salihlerle
müfsitlerin ne farkı olacak? Bunların hepsinin sonunda aynı olacağı akla ve
mantığı uygun mu? İyilerin iyi-likleri boşa mı gidecek? Kötülerin kötülükleri
cezasız mı kalacak? O zaman tüm iyilik sahipleri enayi olmaz mı? Kime iyilik
yaptırabileceksiniz? Ve kötülük
sahiplerini neyle durduracaksınız? Onları durduracak bir güç bulabilecek
misiniz? Akla mantığı uygun mudur bu dediğiniz? Bunu ancak bu dünyada zalimce
bir hayat yaşamak, kan dökmek, ırza geçmek, insanların kanını emmek isteyenler
düşünebilirler. Çünkü onlar bu dünyada kendilerine hesap sorulmadan, hiçbir kayd
u bent altına girmeden, keyiflerince bir hayat yaşamak arzusunda olanlar
isteyebilirler.
Unutmayın
ki âhireti yok saymak beraberinde ahlâkî çöküntü-yü de getirecektir. Bu kâfirler
yaşadıkları hayatın kendilerini nereye götürdüğün farkında oldukları için böyle
demeye çalışıyorlar. Yaptıklarının yanlarına kâr kalmasını istedikleri için
böyle düşünüyorlar. Çünkü âhiret vardır, hesap kitap vardır dendi mi adamların
hayatı de-ğişecektir. Artık kan ememeyecekler, kötülük yapamayacaklar,
zul-medemeyecekler, yiyecekleri naneleri rahat bir şekilde yiyemeyecekler de
onun için böyle diyorlar. Öyle değil mi? Hem âhiret vardır diyecek adam, hem de
gâvurluk yapacak, bu mümkün değildir. Gâvurluk yapabilmek için her şeyden önce
âhiretin varlığını inkâr etmek zorundadır.
Sûrede
bu kesin uyarılardan sonra kâfirlere şu kesin tehdit gelmektedir: Ey kâfirler,
unutmayın ki sizler şu anda nasıl Allah’ın iz-niyle, Allah’ın bu dünyada koyduğu
bir yasayla yaşıyorsanız, sonunda yine bir Allah yasası olarak Allah huzuruna
getirileceksiniz. Cahilli-ğiniz, akılsızlığınız ve inadınız sebebiyle her ne
kadar yine bir Allah yasası olarak şu anda inanmamayı sürdürüyorsanız da,
kesinlikle bi-lin ki yarın kendinizi Allah huzurunda bulacaksınız. Bu
kaçınılmazdır. Tüm yapıp ettiklerinizin yazılı olduğu amel defterleriniz önünüze
ge-tirilecektir. İşte o zaman bu inkârlarınızın ne anlama geldiğini
anlaya-caksınız. Gelin bunu bugünden anlayın da kendinize yazık etmeyin diye
Rabbimiz kullarına karşı sonsuz rahmet ve şefkati gereği onları tekrar tekrar
uyararak akıllarını erdirmeyi hedefliyor.
Evet, “Hâ-Mîm”lerin altıncısı
olan Câsiye sûresi bir önceki sûrede olduğu gibi, ismini yine sûrenin 28.
âyetinde zikredilen “Câsiye” kelimesinden almıştır. Duhân sûresinden hemen sonra
nazil olduğunu muhtevasından çıkarabildiğimiz bu sûrede, Rabbimiz genel olarak
tevhid, âhirete iman konusunu anlatmaktadır. Kâfirler ve müşrikler, Allah’a
Allah’ın istediği biçimde imânâ dâvet edilirken, mü’minler de onlardan
gelebilecek yalanlamalara, alaylara karşı, sabra ve kulluğa devama dâvet
edilmektedir.
Bu
minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım inşallah.
Sûrenin ilk âyeti
yine Huruf-ı mukatta ile başlıyor ve yine kitaba dikkat
çekilir.
1. “Hâ,
Mîm”.
2. “Kitabın indirilmesi, güçlü ve Hakim
olan Allah katındandır.”
Kitabın indirilmesi Azîz ve Hakîm olan
Allah’tandır. Azîz ve Ha-kîm olan bir Allah’tan gelmedir bu kitap. Yenilmez ve
yanılmaz olan Allah’ın kitabıdır bu. Mutlak güç ve kuvvet sahibi, kimsenin
kendisine karşı gelemeyeceği, kimsenin kendisiyle başedemeyeceği ve yaptığı her
şeyi belli bir hikmete mebnî olarak yapan, hikmet sahibi ve hayata hakim olan
bir Allah’ın kitabıdır. İşte böyle Azîz ve Hakîm olan bir Al-lah’tan gelen bu
kitap, hikmet doludur ve hayata hakim olacak bir ki-taptır. Bu kitabın
müntesipleri de azîz ve hakim olacaklardır. Bu kitapla beraber olanlar, bu
kitapla hareket edenler, hayat programlarını bu kitaptan alanlar, kesinlikle
izzet ve şeref sahibi olacaklar ve hayata hakim
olacaklardır.
Bu kitabın müntesipleri, dünyada
da, ukbâda da yenilmeyecekler ve tüm düşmanlarına karşı mutlaka galip
geleceklerdir. Dünyada mağlup olsalar bile yine de galiptir onlar. Galibiyet ya
da mağlubiyet dünya şartlarına göre değerlendirilemez. Dünyada Allah’ın istediği
şekilde bir hayat yaşayan mü’min, tüm dünyasını kaybetse de, hattâ Allah’ın
kutlu bir elçisi gibi düşmanları tarafından belinden testereyle biçilse de, o
yine galiptir. Çünkü Allah adına ölürken diriliği kazanmış, ebedî ölümsüzlüğü
yudumlamış ve şehadetiyle hayatını bereketlendirmiştir.
Öyleyse kıyâmet günü, geri almak
üzere canını Rabbine karz olarak sunmuş bir mü’mine, “kaybetti!” demek asla câiz
değildir. Ama bunu kâfirler anlayamaz. Bunu hikmetsizlerin, hikmetten nasibi
olmayanların anlaması mümkün değildir. Hikmet kaynağı olan Kur’an’dan ve onun
hikmetinden mahrum olan birisinin bunu anlaması mümkün değildir. Kâfirlerin
bilgileri sathîdir, onlar Allah, kitap, hayat ve âhiret konusunda gafildirler.
Onlar dünya hayatının zâhirînden başka bir şey bilmezler.
Bu kitap, hikmetin kaynağı olan
Allah’tan gelmiş ve baştan so-na hikmet dolu bir kitaptır. Bu kitabı okuyan,
tanıyan, bu kitapla beraber olan, bu kitabı tüm hayatında hareket noktası kabul
edip, yaptıklarını bu kitaba dayandırarak yapan kimse de hikmet sahibi kimsedir.
Hikmet, vahye mutâbık konuşmak, vahye uygun düşünmek ve uygun amel işlemek
demektir. Hikmet, bilgiyle amelin, bilgiyle hayatın uyuşmasıdır. Hikmet,
bilginin yaşanması, bilginin amele dönüşmesi ve bil-ginin yerinde
kullanılmasıdır. Bilgiye göre hayatın şekillenmesidir. Al-lah bilgisine, kitap
bilgisine dayanarak insanın sözlerinin şekillenmesi, düşüncesinin, bakışının ve
inanışının şekillenmesidir.
İşte mü’minler bu kitap sayesinde
hikmete ulaşacaklardır. Bu kitapla beraberlikleri sayesinde hikmet sahibi
olacak, isâbetli kararlar verecek, tüm problemlerini doğru çözümleyecek ve
hayatta yanıl-mazlık özelliğine ulaşacaklardır.
Yine bu kitap, izzet sahibi bir
kitaptır. Geldiği kaynak gibi azîz bir kitaptır. Hiç kimse bu kitaba karşı
koyamaz. Hiçbir kitap bu kitabın karşısında duramaz. Hiçbir kitap, sistem,
ideoloji ve hiçbir güç bu ki-taba karşı koymaya, bu kitabın mesajını boğmaya, bu
kitabın âyetlerini susturup yok etmeye cesaret edemez. Hiçbir yasa bu kitabın
yasalarının yerine geçemez, hiçbir sistem bu kitabın ortaya koyduğu sis-temi
gölgede bırakamaz. Çünkü bu kitap Azîz ve Hakîm olan bir Allah’tan gelmedir.
Bu kitap mutlak sûrette hayata
hakim olacaktır. Hiçbir güç, bu kitabın hâkimiyetini engelleyemez. Çünkü bu
kitap, hayatın sahibi olan, tüm göklere ve yerlere egemen olan Allah’tan gelme
bir kitaptır. Şunu bir daha ısrarla söyleyelim ve asla unutmayalım ki,
yeryüzünde bizim izzet ve şerefe ulaşmamız da, yine bu kitap sayesinde
olacaktır. Müslümanlar olarak bizim şeytan, şeytan orduları ve küfür karşısında
yenilmezliğe ulaşmamız, bu kitap sayesinde olacaktır.
3. “Göklerde ve yerde inananlara nice
dersler vardır.”
Nasıl yaratabilir miydik böyle bir
âyeti? Gökler ve yeryüzü. Ya-ratabilir miydik bunları? Gücümüz yeter miydi buna?
Bakın gökyüzüne, direkler yok, hiçbir şey yok… Bakın yeryüzüne, ne kadar da
gü-zel yaymış, ne kadar da güzel yaratmış Allah onu, değil mi? Üzerinde dağları
da, ovaları da, yaylaları da var... İşte bu mükemmel âyetler Al-lah’ın
âyetleridir. Onları O’ndan başka birilerinin yapması, yaratması kesinlikle
mümkün değildir.
Göklerin ve yerin yaratılmasında
mü’minler için pek çok âyetler vardır. Gökler ve yerler Rabbimizin âyetleriyle
doludur. Gökler, yer nereye bakarsa baksın mü’min sürekli Rabbinin veçhiyle,
Rabbinin âyetleriyle yüz yüze gelecektir. Allah’ın bu görsel âyetlerini müşâhede
ettikçe, mü’minin Rabbine karşı imanı, teslimiyeti, O’na karşı sevgisi, saygısı,
muhabbeti ve kulluğu artacaktır.
Evet, bu kâinatta Allah’ın âyeti
olmayan bir şey var mı? Her şey Allah’ın âyetidir. Peki kimin için miş bu
âyetler? Kim okur, kim il-gilenir, kim anlar mış bu âyetleri? Mü’minler.
“Mü’minler için âyettir bunlar” diyor Rabbimiz. Demek ki bu âyetlerin ses
dalgasını alabilmek için imana ihtiyaç vardır. Kalbi imanla dirilmiş insanlar
ancak bu âyetleri anlayabilir. Çünkü göz ve kulak kalbin dışa açılmış iki
penceresidir. Elbette kalbi ölü olanlar, kalbinde iman olmayanlar bu âyetlerin
yanı başından geçerler de sadece hayvanlar gibi bakarlar. Bu âyetlerden ders
alıp ibret çıkarmazlar. Bu âyetlerin sahibini tanımazlar.
Bakın Âl-i İmrân sûresi, Rabbinin
bu görsel âyetlerini seyreden ve âdeta kendinden geçen bir mü’minde hâsıl olacak
neticeyi şöyle anlatır:
“Göklerin ve yerin yaratılışında gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller
vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve
yerin yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen
münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru,” derler.”
(Âl-i İmrân
190-191)
Mü’minler, otururken, kalkarken,
yerken, içerken, her durumda sürekli Rabblerinin metluv ve meşhût âyetleriyle
karşı karşıya gelerek Rabblerini zikrederler. Sürekli Allah’ın gök ve yer
âyetlerinin yaratılışını düşünürler. Gözleri ve kulakları vasıtasıyla
algıladıkları Allah’ın bu görsel ve işitsel âyetleri, kalplerini harekete
geçirir ve şunu terennümden kendilerini alamazlar: “Ey bütün bu âyetleri yaratan
Rabbi-miz! Sen bütün bu âyetleri bâtıl olarak yaratmadın! Sen bütün bunları boş
yere yaratmadın! Lâf olsun diye yaratmadın! Tüm bunları sen yaptın! Sen
yarattın! Bunları boş yere yaratmadın ya Rabbi, bizim imtihanımıza konu olsunlar
diye yarattın! Zira Sen abesle iştigâlden münezzehsin, bizi ateşin azabından
koru ya Rabbi!”
Rabbimiz, yarattığı her şeyi hak üzere
yaratmıştır. Her şeyi belli bir hikmete mebnî yaratmıştır. En’âm’da da şöyle
buyrulur:
“Gökleri ve yeri yerli yerince yaratan,
hakla yaratan O’dur.”
Allah, gökleri ve yeri hak ile
yaratmıştır. Gökleri ve yeri eğlence, fantezi olsun diye değil, insanın imtihanı
için yaratmıştır. Allah in-sandan kendisi için yarattığı bu göklerin de, yerin
de hesabını sora-caktır.
Kur’an’ın başka yerlerinde de bu konu
anlatılır:
“Ben gökleri, yeri ve bu ikisi
arasındakileri oyun ol-sun diye yaratmadım.”
(Enbiyâ 16)
“Siz zannediyor musunuz ki sizi boş
yere yarattık ve bize hiç döndürülmeyeceksiniz?”
(Mü’minûn 115)
Bu âyetlerden anlıyoruz ki, kâinatta ne
varsa hepsi hak üzerine, yâni sağlam temeller üzerine kurulmuş ve belli bir
hikmetle yaratılmıştır. Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun işlemektedir.
Tüm kâinatta hak esastır. Her şey hak üzerine bina edilmiştir. Bâtıl ise ârızî
ve geçicidir.
İşte Rabbimizin tüm bu âyetlerini
gördükçe, bizde böyle bir ne-tice hâsıl olacaktır. Aslında mü’minler için her
şey bir âyettir. Mü’min, gözünü ve gönlünü alabildiğine açarak Rabbinin kâinatta
yarattığı en-vaî çeşit âyetlerini seyreden kişidir. Kâfirler de Allah’ın
âyetlerini örten, örtbas eden, gündemden düşüren kimselerdir. Allah’ın kâinatta
yarattığı âyetlerine karşı kör ve sağır kesilen kimselerdir. Bakıyoruz, bu günün
kâfirleri de kendileri Allah’ın âyetleriyle ilgilenmedikleri gibi, bu âyetleri
Allah kullarının gündemlerinden düşürüp, âyetleri örtüp, saklayıp, ısrarla kendi
âyetlerini gündeme getirmeye çalışıyorlar. Allah’ın kulları Allah’ın âyetleriyle
tanıştıkları zaman kendi âyetlerinin beş para etmeyeceğini bildikleri için,
Allah’ın âyetlerini örtmeye çalışıyor, Allah’ın âyetlerinden yüz çeviriyorlar.
Yâsîn sûresinin dediği gibi:
“Onlara ne zaman ki Rablerinin
âyetlerinden bir âyet geldi, hemen ondan yüz
çevirirlerdi.”
(Yâsîn
46)
Ne zaman ki onlara gerek tenzîli,
yâni indirilmiş, gerekse tekvîni, yâni yaratmayla alâkalı üzerinde durulması,
düşünülüp ibret alınması gereken, göndericisinin istediği biçimde iman edilip
amele dönüştürülmesi gereken bir âyet, alâmet, işaret, hüküm, delil gelse
mutlaka ondan yüz çevirirler. İraz ederler, yâni ona dönüp bakmaz, onunla gereği
gibi ilgilenmez, onun üzerinde düşünüp kafa yormaz, anlamaya çalışmazlar. Çünkü
onlar bu âyetleri yalan saymaktadırlar.
Esasen onların iman yollarını
tıkayan şey iman konusunda âyetlerin azlığı, delillerin yetersizliği, ya da
kendilerini bu âyetlere çağıranların samimiyetlerini ortaya koyan
örnekliklerinden mahrum oluşları değildir. Aslında bütün sebep onların İslâm’ı,
imanı kabul isteklerinin olmayışıdır. Bu delillere karşı, bu âyetlere karşı nötr
davranıyorlar. Sanki böyle bir âyet gelmemiş gibi ilgisiz davranıyorlar. Gerek
görsel, gerek işitsel, gözlerinin önünde yığınlarla âyetlerin yanından
geçiyorlar da görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Çünkü onlar tüm kapılarını, tüm
pencerelerini kapatmışlar ve kendilerine hayat programı olarak gelmiş bu
âyetlere karşı müstekbirce bir tavır sergilemektedirler.
4. “Ey İnsanlar! Sizin yaratılmanızda
ve canlıların yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için
ibretler vardır.”
Gerek kendimizde, vücudumuzda,
gerekse çevremizde Rab-bimizin yarattığı sayısız âyetler vardır. İçimizde,
dışımızda, âfâk ve enfüsümüzde sayısız âyetler vardır. Yeryüzünün her tarafında
dengeli bir biçimde yayılmış, yaratılmış varlıklar ve âyetler
vardır.
“Ve orada her çeşit hayvanları
dağıtmasında da âyetler vardır.”
Rabbimizin yeryüzünde her bir hayvanı,
her tür hayvanları sı-nıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit yaymasında, yaratmasında
da büyük âyetler vardır. Çeşit çeşit varlıklar, çeşit çeşit yaratıklar...
Denizlerde ayrı, karalarda ayrı varlıklar yarattı Allah. Bilelim ki bütün bunlar
birer âyettir. Tüm bu varlıklar Allah’ın âyetleridir. Haydi bakalım bu insanlar
becerebilirlerse bu varlıklardan bir tanesini yaratsınlar. Şu füze çağında,
bilgisa yar çağında olduklarını iddia
eden, kendi tanrılıklarını ilân etmeye çalışan insanlar güçleri yetiyorsa sadece
bir tek varlık yaratsınlar da görelim. Bir sinek, ya da bir sineğin bir tek
hücresini, bir insanın bir tek tırnağını, bir tek saç telini yaratsınlar da
görelim. O za-man onların tanrılıklarını biz de kutsayalım. O zaman biz de
onların önünde secdeye kapanalım. Onlara da kulluk edelim, onları da egemen
bilelim. Onların arzularını da yerine getirip yasalarını uygulayalım. Var mı
böyle bir yaratıcı? Yok değil mi? Öyleyse kulluk sadece yaratıcının hakkıdır.
Egemenlik sadece O’na aittir.
Ama bütün bu âyetlerde yakîn
sahibi mü’minler için ibretler vardır diyor Rabbimiz. Evet, bu âyetler sadece
mü’minleri ilgilendirir. Bu âyetleri okuyup, onlarla beraber olup, onlar
üzerinde derin derin düşünüp ibret alarak bu âyetlerin sahibine kulluğa
yönelenler ancak mü’minlerdir.
Âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, bizler
Allah’ın âyetlerini yakîn bilgi haline getirmek zorundayız. Allah’ın âyetleriyle
yakîne ulaşmak zorundayız. İnanacağız, sonra da bu imanlarımızı yakîn haline
getireceğiz. Yâni imanlarımız aktif olacak ve bizi harekete geçirecek. Âyetler,
bu âyetlerin yaratıcısı konusundaki bilgimiz bizi imânâ ve teslimiyete
sürükleyici, itici olacaktır. Bu âyetleri hem aklımıza, hem duyularımıza, hem de
hayatımıza hakim kılmaya çalışacağız.
Bir başka âyetinden söz edecek
Rabbimiz:
5. “Gece ile gündüzün birbiri ardından
gelmesinde, gökten, Allah’ın rızık vermek için yağmur indirip, yeri onunla,
ölümden sonra diriltmesinde, rüzgarı yönetmesinde, akleden kimseler için dersler
vardır.”
Gündüzün ve gecenin uzayıp
kısalmasında, peş peşe gelmesi, birbiri ardınca gelmesinde ve buna bağlı olarak
idrak ettiğiniz zamanın sırrında ve bunun size temin ettiği menfaatlerin ortaya
çıkış tarzında sizin için, insanlar, akıl sahipleri için âyetler vardır. Gece ve
gündüz, insan gücünün, insan egemenliğinin, insan krallarının, insan
meliklerinin ulaşamadığı iki ayettir. Haydi, “her şeyin hakimi biziz di-yenler,
egemenlik hakkı bizdedir” diyenler, söz sahibi olarak kendilerini görenler
müdahale etsinler geceye! Müdahale etsinler, söz geçirsinler gündüze! Bazen
geceyi, bazen gündüzü uzatsınlar bakalım, yapabilirler mi bunu? Geceyi ya da
gündüzü bir saniye bile oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz geçirebilirler
mi? İşte bu, sürekli gö-zümüzün önünde bulundurmamız gereken bir âyettir.
Rabbimizin gökten indirdiği
rızıklarda da sizin için âyetler vardır. Rızık çok kapsamlı bir kavramdır.
İnsanın evladı, hanımı, kocası, yiyip içtiği, giyip eskittiği ve yeryüzünde
tükettiği her şey bir rızıktır. İman da, hidâyet de, kitap ve peygamber de birer
rızıktır. Gökten indirdiği yağmurlarla ölümünden sonra arzı dirilttiği,
yeryüzünde canlıları yarattığı gibi, yine aynen rızık olan, ruh olan kitabını
indirmekle de yeryüzünde hayatı diriltmiştir Rabbimiz. Kitabıyla, vahyiyle,
kendi bilgisiyle yeryüzüne hayatı, canlılığı, diriliği
getirmiştir.
İşte yine büyük bir âyet. Allah’tan
başkalarına asla verilemeyecek, O’ndan başkalarına izâfe edilemeyecek bir âyet…
Haydi bu in-sanlar gökten su indirsinler. Gökten fazla değil, sadece bir tek
damla indirsinler. Mümkün mü? İsterse bütün dünya birleşsin bir damla su bile
indiremeyeceklerdir. Bu âyetin alternatifi olarak haydi bir âyet çı-karsınlar.
İnsanlar barajlar yapıyorlar, barajlar başkalarının ismiyle anılıyor. Sulardan
enerji alıyorlar, elektrikler çıkarıyorlar, onlar da yine başkalarının ismiyle
anılıyor. Herkes gücü kendisinde görüyor, kendisini putlaştırmaya çalışıyor.
Herkes bir şeyleri parsellemeye çalışıyor. Halbuki sanki bunlar Allah’ın
âyetleri değil de kendilerinin âyetleriymiş gibi kendilerini zikretmeye
çalışıyorlar. Güçleri yetiyorsa şu yağmuru indirsinler bakalım. Nasıl
“ormanların sahibi benim, oraya benim ismim yazılacak” diyebiliyor bu insanlar?
Nasıl “barajlar kralı benim” di-yebiliyorlar? Nasıl “sulara egemen benim”
diyebiliyorlar? Nasıl da Al-lahu Teâlâ’nın âyetlerini böylece örtme cesareti
bulabiliyorlar? Nereden ve kimden alabiliyorlar bu yetkiyi? Ne hakları var bu
Allah âyetleri üzerinde?
Ama bakıyoruz ki adamlar tüm bu
âyetleri kapatıyorlar, gündeme getirmiyorlar, örtüyorlar, örtbas ediyorlar,
kamufle ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme getirmek için ellerinden gelen her
şeyi yap-maya çalışıyorlar. Korkunç bir gelişme, müthiş bir gelişme, müthiş bir
buluş, gökyüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne iniyoruz sihirbazlık numaralarıyla
insanlığın gözlerini büyülemeye çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden
düşürülmüş, şeytan âyetleri her tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi
kendilerine ibadet eder olmuşlar. Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana
izâfe edilir olmuş. Halbuki hiçbir ko-nuda tek yetkileri bile yoktur bu
insanların.
“Evet rüzgarları yeryüzünde her
taraftan estirmesinde.”
Rüzgarları bir taraftan başka bir
tarafa, bir şekilden başka bir şekle çevirmesinde ve yerle gök arasında emre
âmâde bekleyen bulutlarda da akıl sahipleri için deliller
vardır.
Bakıyorsunuz rüzgarlar bir o tarafa
gidiyorlar, bir bu tarafa gi-diyorlar. Bir anda yerdeler, bir de bakmışınız ki
gökyüzüne çıkmışlar. Bütün bunlar kimin emriyle oluyor? Gök ve yer tanrıları
onlara söz ge-çirebiliyor mu? Ekonomik ve siyasal tanrılar mı yapıyor bu işi?
Yoksa egemenlik hakkı bizimdir diyenler veya ruhanîler mi bu rüzgarlarda
etkililer? Ne dersiniz? Acaba rüzgarları onlar mı hareket ettiriyorlar?
Bulutları onlar mı hareket ettiriyorlar? Bitkileri onlar mı çıkarıyor,
varlıkları onlar mı yaratıyor? İnsanları
onlar mı yaratıyor? Dağları onlar mı yaratmış, gökleri onlar mı bina etmiş?
Gemileri onlar mı hareket ettiriyor? Hayır hayır, bunların hepsi Allah’ın
âyetleridir. Bunlar üzerinde egemen olan sadece Allah’tır. O’ndan başka kimsenin
de bu ko-nuda en küçük bir yetkisi yoktur.
Bu âyet-i kerime iman meselesinin bir
akıl ve fikir meselesi ol-duğunu anlatıyor. Günlük hayat müfredâtını anlamada
aklını ve fikrini kullanabilen bir insanın mutlaka sonunda iman etmesi
gerektiğini anlatıyor. Yâni sizin Allah’ı tanıyıp O’na iman etmeniz sizin
imkânlarınız dahilindedir. Allah’ı tanıyıp O’na iman edebilmeniz için öyle çok
büyük çabalar sarf etmeniz gerekmemektedir. Onu tanımak için yeryüzünü baştan
başa dolaşmayı kapsayan bir sefer düzenlemenize veya denizlerin derinliklerine
inmenize, ya da uzayın geniş ufuklarına çıkmanıza gerek yoktur.
Aksine günlük hayatınız ile karşılıklı
ciddi bir ilgi kurmanız yeterli olacaktır. Allah’ın çevrenize yerleştirdiği
âyetlere bir göz atmanız yeterli olacaktır. Allah’ın iki tür âyeti vardır:
Metlûv âyetler ve meşhûd âyetler. Metlûv âyetler, kulağa hitap eden işitsel
âyetlerdir ki, şu elimizdeki Kur’an’ın âyetleri bu tür âyetlerdir. Bir de göze
hitap eden, görsel dediğimiz meşhûd âyetler vardır ki, bunlar da tüm arzda,
semâda gördüğümüz âyetlerdir. Güneş, ay, yıldızlar, bulutlar, dağlar, denizler,
ağaçlar, kuşlar, insanlar bunların hepsi Allah’ın meşhûd âyetleridir. İşte
çevremizdeki Allah’ın yarattığı bu âyetleriyle eğer ciddi bir ilişki kurar,
bunlar üzerinde birazcık düşünürsek mutlaka Allah’ın varlığını anlayacak ve O’nu
tanıma imkânı bulabileceğiz demektir. İş bu kadar açıkken, iş bu kadar
kolayken;
6. “Ey Muhammed! İşte sana gerçek olarak anlattığımız bunlar, Allah’ın
varlığının delilleridir. Artık Allah-tan ve Onun delillerinden sonra hangi söze
inanırlar.”
“Ey peygamberim! İşte bunlar
Allah’ın hak âyetleridir. Biz bunları sana hak ile okuyor, okutturuyoruz. “Telâ”
bir de izlemek, izlettirmek anlamındadır ki, mânâ “biz bunları sana hak ile
izlettiriyoruz” demek olacaktır. Öyleyse Rabbimiz bu ifadesiyle bu âyetlerin
peşini bırakmamamızı, sürekli onları izlememizi, sürekli onlarla beraber
olmamızı istiyor. Gözlerimiz sürekli bu âyetleri izleyecek, gönüllerimiz sürekli
bu âyetlerin peşinde olacak ve hayatımızı bu hak âyetlerle düzenleme savaşı
içinde olacağız. Bir an bile bu âyetlerden gafil
olmayacağız.
Allah’ın hayatı düzenlemek üzere
yarattığı bu âyetlerle diyaloglarını kesen, bu âyetlerden habersiz bir hayat
yaşayan insanlar için bakın Rabbimiz diyor ki:
Onlar Allah’ın varlığına delil olarak
yaratılmış olan bütün bu âyetlerden bir şey anlamıyorlarsa, gözleri ve kulakları
önünde cereyan eden bu kadar âyet onlarda bir şeyler depreştirmiyor, bu
âyetlerin sahibine iman ve onun yasalarına teslimiyet konusunda onları harekete
geçirmiyorsa artık hangi söze inanacak bu adamlar? Allah’ın gökler ve yerlerde
yarattığı bunca âyetlerine, bu âyetlerin yaratıcısına “evet” demiyorlarsa, artık
hangi delile, hangi âyete, hangi söze evet diyecek bu adamlar? Allah’ın
âyetlerinin hepsi haktır. Hepsi gerçektir. Bu kadar açık seçik olan hakka “evet”
demeyen bir insan hangi hakka “evet” diyecek? Bundan daha açık, bundan daha
gerçek bir hak bulabilecekler mi ki kabul etsinler?
İşte bütün bu âyetler kâinatta yegâne
Rabb ve İlâh olarak Allah’ın gücünü, kudretini, bilgisini, iradesini ve
hikmetini ortaya koyan âyetlerdir. Ama kâfirler tüm bu varlıkların yaratıcısı
olan Allah’a inan-mıyorlar. Allah’ın Rabb ve İlâh oluşunu kabullenmiyorlar. Peki
kimmiş bu inanmayanlar? Allah’ı ve Allah’ın bu gerçek âyetlerini inkâr edenlerin
özellikleri neymiş? Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onların sıfatlarını
şöyle anlatıyor:
7,8. “Kendine okunan Allah’ın
âyetlerini dinleyip, sonra, onları hiç duymamış gibi büyüklük taslamakta
direnen, yalancı ve günâhkar kişinin vay haline! Ona can yakıcı bir azap
müjdele.”
Effâk; abuk sabuk, saçma sapan
konuşan kimse demektir. Ef-fâk; ağzına geleni ağzına geldiği gibi konuşan kimse
demektir. Hiç düşünmeden ağzına gelen her şeyi konuşan, hakka istinat etmeden
söz söyleyen, hikmetten uzak söz söyleyen, yâni kitaptan habersiz konuşan kimse
demektir. Hani sûrenin başında Rabbimiz bu kitabın hakim olan Allah’tan gelme
hakim, hikmet dolu ve hikmet kaynağı bir kitap olduğunu ve ancak bu kitapla
beraber olanların, sözlerini ve davranışlarını bu kitaba dayandıranların hikmet
sahibi olduklarını an-latmıştı. İşte effâk olanlar mahza hikmet kaynağı olan bu
kitaptan ha-bersiz ağzına gelen her şeyi konuşan
kimselerdir.
Kitaba inanmadıklarından, kitapla
diyalog kurmadıklarından, kitabı reddettiklerinden ötürü bunlar konuştukları
zaman iftira ederler. Herhangi bir konuda kitaba dayanmadan, hikmete istinat
etmeden söz söyleyen kişi effâk’dır. Herhangi bir konuda kitaba dayanmadan yorum
yapan, görüş ortaya koyan kişi effâk’dır. Ya da olayların gerçek yüzünü bildiği
halde onları gizleyerek anlatmamaya çalışan kişi
effâk’dır.
İfk, effâk daha çok hayatın söz
bölümünde, ifade bölümünde ortaya çıkan bir özelliktir. Resûl-i Erkemin pâk
zevcesi Ayşe annemize yapılan ifk hadisesini biliyoruz. Hakikatin aksine
söylenen o çok çirkin sözü biliyoruz.
Bir de effâk; sistem üreten, ideoloji
üreten demektir. Allah’ın sisteminden, Allah’ın düzeninden habersiz yeryüzünde
sistem yapmaya, düzen kurmaya çalışan insanların hepsi effâkdır. Çünkü onların
Allah’ın kitabından haberleri yoktur. Hikmetten mahrum ve nasipsiz insanlardır
bunlar. Sözleri kitaba dayanmaz, davranışları vahiyden kaynaklanmaz. Allah
hakkında rasgele konuşurlar. “Allah sadece dünyayı yaratmış ve işi bitmiştir.
Allah hayata karışmaz, Allah bir şey indirmemiştir, Allah arzularını bize
bildirmemiştir! Allah bizi serbest bırakmıştır! Allah da demokrasiden yanadır!
Allah da şu bizim yaşadığımız hayattan razıdır! Eğer Allah istemeseydi biz bu
hayatı yaşa-yamazdık. Allah’ın yeryüzünde yetkili varlıkları vardır. Allah yerde
bir takım varlıklara yetkilerinden bazılarını devretmiştir. Allah’a direk
yaklaşma imkânımız yoktur! O’na yaklaşabilmek ve O’nu razı edebilmek için
aracılar kullanmak zorundayız,” vs vs.
Allah, din, kitap, peygamber,
hayat, ekonomi, hukuk, eğitim, kılık-kıyafet, miras, kazanma-harcama, Allah’la
insanlar arasındaki ilişkileri, insanın insanla, insanın toplumla ve devletle
ilişkileri, insanın kâinatla ilişkileri konusunda, hâsılı insanın hayat programı
hakkında bilgiye dayanmadan, kitaba sormadan rasgele akıllarına geldiği gibi, akıllarına estiği gibi
konuşurlar. Tüm bu konularda Allah ne diyor, Peygamber ne diyor, Kitap nasıl bir
yol tarif ediyor, onları hiç mi hiç ilgilendirmez. İşte bunlar effâkdırlar. Bir
de:
Allah, “onlar Esîmdirler,” diyor.
Esîm de vebâl, suç, sorumluluk yüklenen kimse demektir. Kitaptan habersiz
söyledikleri sözleriyle, vahye istinat etmeyen hükümleriyle, hikmete dayanmayan,
Kitap ve Sünnete dayanmayan davranışlarıyla, Allah’tan kaynaklanmayan hayat
programlarıyla hem kendi veballerini, hem de Allah yasalarından koparıp kendi
yasalarına kul-köle yaptıkları Allah kullarının veballerini yüklenen insanlardır
bunlar. Kendileri Allah’ın âyetlerinden habersiz bir hayat yaşadıkları gibi,
çevrelerindeki insanları da Allah’ın âyetlerinden koparan, Allah’ın âyetlerini
gündemden düşüren, âyetlerin eğitimine yasaklar koyan ve böylece Allah’ın
âyetlerini örtüp çevrelerindekileri de bu âyetlere karşı örtülü hale
getirdikleri için sürekli vebal yükü yüklenmeden yana olan insanlardır
bunlar...
Allah diyor ki, “veyl olsun
bunlara! Cehennemin veyline, cehennemin çukuruna gitsin onlar!” Çünkü bunlar
Allah’ın âyetlerini işitince, Allah’ın âyetleri kendilerine arz edilince,
Allah’ın âyetleri kendilerine okununca sanki onları hiç işitmemiş gibi
müstekbirce, büyüklük taslayarak, onlara ihtiyacı yokmuş gibi eyvallahsız bir
tavırla bildikleri, alıştıkları yanlışlarına dönüverirler. Sanki o âyetler hiç
yokmuş, sanki o âyetler kendilerine hiç okunmamış gibi Allah’ın âyetlerine karşı
kör ve sağır kesiliverirler de, eski şirklerine, küfürlerine, hayatlarına
dönüverirler.
Bu adamlar kendi kafalarından
ürettikleri bir hayatı yaşarlarken, zaman zaman Allah’ın âyetleriyle karşı
karşıya geliyorlar. Zaman zaman kendilerine Allah’ın âyetleri, Allah’ın hayat
programı duyuruluyor, izlettiriliyor. Ama sanki hiç duymamış, hiç görmemiş gibi
hayatlarına devam ediyorlar. Kendilerine duyurulan Allah âyetleri karşısında,
Allah sistemi karşısında kendi âyetlerinin, kendi sistemlerinin, kendi
düşüncelerinin, kendi bulgularının daha üstün olduğunu iddia ederek Allah’a ve
Allah’ın âyetlerine kafa tutuyorlar. Kendilerini ve kendi sistemlerini
putlaştırıp Allah’ı ve O’nun âyetlerini reddediyorlar. Kendi sistemlerine
güvenerek Allah’ın sistemine karşı müstekbir davranıyorlar. “Bizim Allah’a da,
Allah’ın kitabına da, O’nun âyetlerine de, O’nun peygamberine de, O’nun hayat
programına da ihtiyacımız yoktur,” di-yorlar. Kendi programlarını, kendi hayat
felsefelerini, kendi sistemlerini devam ettirme adına her şeyi yapmakta ısrarlı
davranıyorlar.
Kendi sistemleri tıkandığı noktada da
insanlara yeni yeni ideolojiler, yeni yeni fikirler, yeni yeni formüller ve
sistemler üretmeye çalışıyorlar. Böylece insanların gündemlerini değiştirerek
onları kendi sis-temleri, kendi fikirleri etrafında toplamaya
çalışıyorlar.
Allah diyor ki, “peygamberim, bunlara
elim bir azabı müjdele. Hem kendileri adına, hem de başkaları adına günâh
yükünden, vebal yükünden yana olan bu kâfirlere, sen elem verici bir azabı
müjdele!” Azap müjdelenmez aslında, ama böyle yapanlar, böyle yaşayanlar bunu
hakketmiştir. Onlar bunu çoktan hakketmiş kimselerdir.
9,10. “Âyetlerimizden bir şey
öğrendiğinde onu alaya alır. İşte bunlara alçaltıcı bir azap ve ardından da
cehennem vardır. Kazandıkları şeyler de, Allah’ı bırakıp edindikleri dostlar da
onlara bir fayda vermez. Büyük azap onlaradır.”
Bu tip insanlar için Rabbimiz
buyurur ki, “âyetlerimizden bir şey öğrendiklerinde, âyetlerimizde sunulan bir
şeyin kesin doğru olduğunu, gerçek olduğunu anlayıp kavradıklarında, başka
yapabilecekleri bir şeyleri olmadığından hemen onu alaya alırlar. Onu oyun ve
eğlence konusu yaparlar.”
Önceki âyet-i kerimesinde Rabbimiz
âyetlerle karşı karşıya geldiklerinde sanki duymamış, hiç haberdar olmamış gibi
davrandıklarını ve kendi hayatlarına devam ettiklerini anlatmıştı. Bakıyoruz, bu
âyet-i kerimesinde de âyetlerle karşı karşıya gelerek âyetlerin doğruluğunu
anlayan bu insanların başka yapabilecekleri bir şeyleri olmadığı için onu alaya
aldıklarını, eğlence yerine koyduklarını anlatıyor. Böylece Allah’ın âyetleri
karşısında, Allah’ın sistemi karşısında bu adamların kendilerine tutunacak bir
dal aradıklarını anlatıyor. Allah’ın âyetleri karşısında, Allah’ın yasaları
karşısında onu yargılayıp reddedecek delilleri de olmadığından, tutunabilecek,
sığınabilecek bir tek yol bulabiliyorlar, o da alaya almak, maskaraya almak ve
gülüp geçmek.
Kendilerini üstün bir konumda,
Allah’ın âyetlerini ve o âyetleri duyuran peygamberi de alçak bir konumda
görerek gülüveriyorlar. Allah’ı da, Allah’ın âyetlerini de, Allah’ın elçisini de
alaya alıyorlar. Ta-rih boyunca bu hep böyle olmuştur. Tarih boyunca
kendilerinin tanrılığını iddia eden, kendi düşüncelerini, kendi yasalarını Allah
yasalarından üstün gören tüm kâfirler, kendi yasalarının hâkimiyeti adına Allah
âyetlerini, Allah yasalarını ilga edip, yasaklayıp duyurmamaya çalışan tüm
Firavunlar ve Firavunun sistemini ayakta tutmaya çalışanların ta-mamının yaptığı
iş budur. Allah’ın âyetlerini ve Allah’ın elçilerini alaya almak ve onlarla
dalga geçmek... Allah’ın hak elçilerinin kendilerine getirdikleri âyetleri
dinleyip onlar üzerinde düşünmek ve bir karara varmak yerine, düşünüp
taşındıktan sonra onları kabullenmek veya bir delille reddetmek yerine alaya
alarak gülüp geçiyorlar.
Neden?
Neden bu yolu tercih ediyorlar? Çünkü sepetleri boştur adamların.
Dağarcıklarında onu değerlendirecek sermayeleri yoktur. Kafalarının içi
bomboştur. Bütün sermayeleri sadece gülmek ve alaya alarak reddetmektir. Tek
yapabilecekleri şey işte budur. Alay et-mek, maskaraya almak, tekzip etmek,
yalanlamak, karşı çıkmak, susturmak, asmak, kesmek, tehditler savurmaktır. Her
devirde bu böyledir. Her devirde Firavunların, Firavun gibilerin ve Firavunun
sistemini ayakta tutmaya çalışan mele’ grubunun karakteri budur işte... Halbuki
herhangi bir kimseden bir söz duyulunca, önce onu dinlemek, anlamaya çalıştıktan
sonra ya kabullenmek, ya da delilleriyle reddetmek icap etmektedir. Bu işin
doğrusu budur. Ama adamlar öyle yapmıyor-lar. Dinlemeden, anlamadan, kavramadan
peşinen reddediyorlar, gü-lüp geçiyorlar.
İşte böyleleri için alçaltıcı bir azap
ve arkasından da cehennem vardır, diyor Rabbimiz. Kazandıkları şeyler de,
topladıkları şeyler de, Allah berisinde edindikleri veliler de onlara bir fayda
sağlamayacaktır. Kazandıkları şeylerin hiç birisinin onlara bir faydası
olmayacaktır. Elde ettikleri güçler, kazanıp topladıkları servetler, şanlar,
şöhretler, paralar, pullar, iktidarlar, rütbeler, kurdukları medeniyetler,
geliştirdikleri teknolojiler, silah fabrikaları, tanklar, tüfekler onları o
azaptan kurtaramayacaktır.
Ne bu kazandıkları, ne de Allah’ı ve
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın yasalarını bırakıp da O’nun yerine kabul ettikleri
velileri, yasalarını uy-guladıkları tanrıları, tanrıçaları, kendilerine yardım
vaad edenler, ar-kanızdayız diyenler ve onların yasalarına kullukları onlara hiç
bir fayda sağlamayacaktır. Ne yeryüzü tanrıları, ne A.B.D., ne A.T. onları
kurtaramayacaktır. Onlar için onların yaptıklarına uygun bir biçimde büyük bir
azap vardır.
11. “İşte bu Kur’an doğruluk
rehberidir. Rabbleri-nin âyetlerini inkâr edenlere, onlara, tiksindiren, can
ya-kan bir azap vardır.”
İşte bu Kur’an hidâyet
rehberidir. İşte hidâyet ve yol gösterecek olan budur. İşte kılavuz ve mihmandar
budur. İşte tüm hayat problemlerinizi çözecek olan budur. Artık hak belli,
hidâyet bellidir. Artık yol belli, yol kılavuzu da
bellidir.
Doğrusu İslâm yolu, doğrusu Allah
yoludur. Doğrusu bu kitabın gösterdiği yoldur. Başkalarına ihtiyacınız yoktur.
Sizin tüm problemlerinizi çözecek, sizi hem dünyada hem ukbada mutluluk ve
saadete ulaştıracak tek kaynak işte bu kitaptır. Diyebilirsiniz ki bizim bir
takım problemlerimiz, sıkıntılarımız var. Bizler yeryüzünde yalnız değiliz. Bu
dünyada yalnız yaşayamayız, birilerine muhtacız. Bizim ekonomik, siyasî, askerî
problemlerimiz var. Bizim yol göstermeye ihtiyacımız var. Bizim bir hidâyete
ihtiyacımız var. Görüyoruz ki şu andaki Yahudiler ve Hıristiyanlar da dünyanın
en büyük dev güçleridir. Ülkelerinin problemlerini halletmişler, sanayilerini
kurmuşlar, insanlarını mutlu etmişler. Hikâye bunlar aslında... Eh, biz ne
yapalım? Ne edelim? Kime gidelim? Kiminle beraber olalım? Bu dünyada tek başına
yaşayamayacağımıza göre, mutlaka birileriyle beraber olmak zorundayız filan
dersek, diyorsak o zaman bakın bize diyor ki Rabbimiz:
İşte hidâyet budur. Eğer hidâyet
istiyorsanız, bilesiniz ki hidâyet Allah’ın hidâyeti, yol Allah’ın yoludur.
Probleminiz varsa Allah’a havale edin, Allah’a yalvarın, Allah’a yakarın. Eğer
Allah’ın âyetlerinin tarif ettiği bir hayata yöneliverirseniz, bir de
bakacaksınız ki problemleriniz kendiliğinden çözülmüştür. Tüm problemleriniz
ama. Ekonomik, siyasî, içtimaî, askerî, eğitim, hukuk, seçim, geçim tüm
dertleriniz bir anda bitecektir. Çünkü o zaman siz yenilmez ve yanılmaz olan bir
Allah’la, yenilmez ve yanılmaz bir Allah kitabıyla berabersiniz demektir. Kesinlikle bilesiniz
ki böyle Âzîz ve Hakîm olan bir Allah’la, O’nun yol gösterisiyle, O’nun
hidâyetiyle, O’nun kitabıyla beraber olursanız, sizler de yenilmez ve yanılmaz
olacaksınız demektir.
Ama öyle değil de, problemlerinizi
Allah’ın kitabına değil de, Allah’ın yasalarına değil de başkalarının hevâ ve
heveslerine arz eder, Rabbinizin çözümüne değil de başkalarının çözüm
önerilerine müracaat eder, onların isteklerine, arzularına, sevgilerine,
nefretlerine, düşüncelerine, sosyal sistemlerine, ekonomi anlayışlarına,
eğitimlerine, ceza kanunlarına, âhiret görüşlerine yahut ahlâk, siyaset
yapılarına uyarsanız, artık senin için, sizin için Allah’tan ne bir dost vardır,
ne de bir yardımcı.
“Dost ve yardımcın olarak Beni
bulamayacaksın,” diyor Rab-bimiz. Peki Allah bunu kime diyor? Yeryüzünde en çok
sevdiği peygamberine. Allah çok sevdiği peygamberine diyor ki, “ey peygamberim!
Sen sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâ ve heveslerine uyarsan, dostun ve
yardımcın değilim. Sana gelen ilimden, sana ilim geldikten sonra.” Peki acaba
buradaki ilimden Rabbimiz neyi kastediyor?
Buradaki ilim vahiydir.
Peygamberimize gelen ilim, vahiydi. Öyleyse Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey
peygamberim, eğer sana ge-len bu vahiyden sonra, sen sana gelen bu vahyi bırakır
da onların il-me, vahye dayanmayan hevâ ve heveslerine uyacak olursan,
kesinlikle bilesin ki artık dostun da yoktur, yardımcın da.” Yeryüzünün en
sevgilisine bu söyleniyorsa, bizlerin durumunu bir düşünün. Allah korusun
bizleri böyle bir âkıbetten! Allah’tan gelen ilmi, Allah’tan gelen vahyi bırakıp
da onların hevâ ve heveslerine tabi olarak Allah’ın velâyetini, Allah’ın
dostluğunu kaybettikten sonra artık mü’minler için dünyada ne rahat yüzü, ne
saadet, ne bereket, ne de âhirette cennet ve devlet olması mümkün değildir.
Yıllar önce bizler vahyi bıraktık.
Yıllardır bizler Allah’tan gelen ilme sırt çevirdik ve bu kâfirlerin hevâ ve
heveslerine uyduk. Yıllardır şöyle der olduk: “Ey Yahudi ve Hristiyanlar! Ey
bizim efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin gibi olduk! Sizin
gibi giyiniyor, sizin gibi soyunuyoruz! Eskiden tepeden tırnağa giyinirdik, ama
şimdi bak sizin hatırınıza kılık-kıyafetimizi değiştirdik! Sizin yazınızı
kullanıyor, sizin eğitiminize sahip çıkıyoruz! Sizin kanunlarınızı, sizin
tatillerinizi, sizin takvimlerinizi kullanıyoruz! Sizin hatırınıza NATO’ya
girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! AT’la nikâhlandık, I.M.F ile
nişanlandık! Bugüne kadar bir dediğinizi iki etmedik?” Size yalvarıp
yakardığımız halde yine de kendimizi sevdiremedik. Ama beri tarafta Allah’ın
yardımı kesildiği için de gittikçe batağa battık ve bir türlü belimizi
doğrultamadık.
Elbette öyle olacaktık. Çünkü biz
vahyi terk ettik, ilmi bıraktık. Biz Rabbimizin bizim adımıza hidâyet kaynağı
olarak gönderdiği tüm problemlerimizin çözümü olan vahyi terk edip, başkalarının
yasalarında, başkalarının yol göstericiliğinde çözüm aradık. Böylece Allah
dostluğunu, Allah desteğini kaybettik. Allah desteğini kaybeden bir toplumun
iflahı mümkün mü? Allah’ın yardımını kaybeden bir toplumun çözüme ulaşması
mümkün mü? Huzur ve sükûnu bulması müm-kün mü? İşte hâlimiz, dilimizden daha
güzel anlatıyor durumumuzu.
12. “Emri gereğince denizde yüzmek
üzere gemileri, lütfedip verdiği rızkı almanız için denizi buyruğunuz altına
veren Allah’tır, belki artık şükredersiniz.”
Size yeryüzünde, yaşadığınız
hayatta şu imkânlarınızın tümünü sağlayıveren, size sizin yaşamak için muhtaç
olduğunuz her şeyi lütfeden Rabbinizdir. Denizi sizin emrimize sunan da
Rabbinizdir. Üzerilerine bindiğiniz, yüklerinizi, eşyalarınızı taşıdığınız o
gemiler, Rabbinizin denize yüklemiş olduğu yasalarla hareket etmektedirler.
Bunlar Allah’ın emriyle yürümektedirler. Tâğutların, şeytanların, effâk-ların,
esîmlerin, yeryüzü tanrılığına soyunanların ve sizin yasalarını uygulayarak
kendilerine kul-köle olmaya çalıştığınız varlıkların emriyle değil. Gemilerin
de, rüzgarların da, denizlerin de yasalarını koyan Al-lah’tır. Denizlere koyduğu
bu yasasıyla Rabbiniz sizlerin deniz aşırı ticaretler yapabilmeniz için
rızıkları ve fazlını sizin için denizlerin içine gömüvermiştir. Her halde bütün
bu nîmetleri size lütfeden Rabbinize teşekkür eder, artık şükredersiniz.
Şükür, nîmeti nîmetin sahibinin yolunda
kullanmak demektir. Şükür, hayatı o hayatın sahibinin yolunda kullanmak
demektir. Şükür, nîmeti sahibine sormadan, sahibinin razı olmayacağı yerde
kullanmamak demektir. Herhalde sizler tüm hayatınızı bu nîmetleri size lüt-feden
Rabbinize sorarak yaşarsınız artık, değil mi? Herhalde artık Rabbinizin sizin
adınıza gönderdiği hayat programına müracaat ederek bir hayat yaşar ve böylece
Rabbinize teşekkür edersiniz değil mi? Değilse nankörlerden olursunuz. Öyle
değil mi? Bir adam hayatını o hayatı kendisine verenden habersiz olarak yaşarsa,
yâni nîmet verenin hamde lâyık olduğunu bilmeden yaşarsa, bu adam insanlıktan
çıkmış, şahsiyetini kaybetmiş demektir.
Rabbimiz, âyet-i kerimesinde:
“Herhalde artık şükredersiniz” buyurduğuna göre, anlıyoruz ki bu insana verilmiş
bir karakter demektir. Yâni bu ifadeyle anlıyoruz ki, insan insanlığı gereği
kendisine nîmet verene teşekkür etmek zorundadır. Kendisine bütün bu nîmetleri
lütfedenin kadrini, kıymetini bilmeli ve O’nun kapısında kul olmalıdır. Madem ki
tüm bu nîmetler O’ndandır, madem ki hayat O’ndandır, madem ki insan her şeyini
O’na borçludur, öyleyse sadece O’na kul olmalıdır. Sadece O’nu dinlemeli, O’nu
ve O’nun hayat programını ta-nıyıp uygulayarak O’na teşekkür
etmelidir.
Sizin durumlarınız da Allah’ın
yeryüzünde koyduğu yasalarına boyun eğen bu gemilerden farklı değildir. O
gemileri hareket ettiren, yürüten Allah’tır. Suya kaldırma ve gemileri yürütme
yasasını koyan Allah’tır. Onları hareket ettiren, rüzgarları gönderen Allah’tır.
Allah di-lerse o gemileri hareket ettiren gücü durduruverir, yasaları
kaldırıverir. O zaman onlar denizin üzerinde kalakalırlar. Veyahut da o gemileri
yürüten rüzgarları fırtınaya çeviriverir de o geminin içindekileri, kazandıkları
günâhlar yüzünden denizin dibine indiriverir. Ya da o geminin içindekileri
kazanıp geldikleri ticaret mallarıyla birlikte denize gömüverir. Ama bununla
birlikte bilesiniz ki, işlediklerinizden pek çoğunu Allah
affetmektedir.
Denizdekilerin durumu böyle de,
karadakilerin durumu bundan faklı mı sanki? Denizin yasasını koyan Allah da,
karanın yasalarını koyan başkaları mı? Denizde egemen olan Allah da, karada
başkaları mı? Gemileri hareket ettiren, gücü alıverdiği gibi, sizi de hareket
ettiren ruhlarınızı alıverdi mi, sizler de bir kadavra yığını gibi toprağın
kahrına yuvarlanıverirsiniz. Veya şu anda sizin altınızdaki gemiyi de, yâni
sizin altınızda sizin emrinize Allah tarafından boyun büktürülüp sizin için
uysallaştırılmış, zelil kılınmış olan şu arz gemisini sallayıverir de, siz de
onun kahrına gömülüverirsiniz. Yâni şu anda yaşıyorsanız, bunu kendinizden
zannetmeyin. Şu anda altınızdaki yeryüzü sizi te-petaklak getirmiyorsa bunu
kendinizden sanmayın. Size bunu sağlayan da Allah’tır, bunu asla unutmayın.
Öyleyse Allah’ın bu tür âyetlerini sürekli gündemimizde tutmak zorundayız.
Ama maalesef hiç kimse bu âyeti görmek
istemiyor. Bu âyet üzerinde de düşünen kimse kalmamış. İnsanlar gemilerden
haberdardır, gemiler, firkateynler yapmışlar, füzeler, yeni yeni arabalar icat
etmişlerdir. Ama şunu niye kabullenmek istemiyorlar? Niye gündeme getirmek
istemiyorlar? Bunların suyun üzerinde durabilme imkânını, suyun üzerinde
batmadan durabilme yasasını Rabbim takdir etmemiş midir? Eğer onların istifade
ettikleri bu yasayı Rabbim tespit etmese, her şeyi alabora ediverse, bu
kanunları tepe takla getiriverse, “artık suyun üzerinde hiçbir şey durmayacak!”
deyiverse bu insanlar ne ya-pabileceklerdir? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? O zaman
bu yaptıkları gemilerle nasıl övünebilecekler, nasıl hava atabilecekler? Üstelik
bu gemileri yapma ameliyesinin ilki de Rabbimize aittir. Gemilerin ilk planı,
ilk projesi de Rabbimize aitti.
Kitabımızın başka bir âyetinin
beyanıyla Rabbimiz Nuh’a (a.s): “Bizim gözetimimizde yap bu işi,” diyordu.
Rabbimiz, “Bizim gözetimi-miz ve kontrolümüz altında bir gemi yap ey Nuh,”
buyuruyordu. Evet, şu anda insanlar imal ettikleri füzeleriyle, arabalarıyla,
uçaklarıyla, fü-zeleriyle, gemileriyle öğünüyorlar. Eğer şu anda Rabbimiz bir
emir ve-riverse; artık şu andan itibaren bütün yer altındaki petroller su haline
gelmiştir. Ne hale gelir bu insanların yaptıkları şeyler? Bunu hiç
dü-şünmüyorlar mı? Düşünmeyecekler mi? O zaman bu yaptıkları şeyler, içinde
tavukların bile yaşayamayacağı şeyler haline gelmeyecek midir? Peki o zaman
insanlar niye Allah’ın bu âyetlerinin bilincine ermek istemiyorlar? Kendi
yaptıklarıyla öğünen bu insanlar, niye bütün bu yaptıklarını Allah’ın yasalarına
bağımlı olarak yaptıklarını anlamaya yanaşmıyorlar? Demir olmasaydı, benzin
olmasaydı, suya Allah ta-rafından bu kaldırma yasası verilmeseydi, havaya sesi
iletme gücü verilmeseydi, ne anlama gelecekti bütün bu yaptıkları? Suyun
üzerinde gemilerin yürüme yasasını, bu konudaki âyetleri zikretmiyorlar, gündeme
getirmiyorlar da, kendi yapmış oldukları putların önünde secdeye kapanıp onlarla
öğünmeye çalışıyorlar.
“Efendim insanlık artık
bilgisa yar çağına geçmiştir, robot
çağına fırlamıştır. İnsanlar kendilerinden daha hızlı düşünebilecek çağa
ulaşmıştır,” diyerek kendi kendilerini, kendi yaptıklarını putlaştırmaya
çalışıyorlar. “En büyük benim! En büyük biziz! Benden başka, bizden başka büyük
yoktur!” diyerek kendi kendilerine secde etmeye, kendilerinin tanrılıklarını
ilân etmeye başlamışlardır.
Hayır hayır, bunların hiç birisi tanrı değildir. Bunların hiçbirisinin
bizim hayatımızda söz hakkı yoktur, çünkü şu anda istifade ettiğimiz her şeyi
bize lütfeden Rabbimizdir. Bakın, Rabbimiz bize lütfettiği nîmetleri saymaya
devam ediyor:
13. “Göklerde olanları, yerde olanları,
hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler
için dersler vardır.”
Evet, göklerde ve yerlerde ne
varsa, ne görüyor, ne kullanıyorsanız hepsi O’ndandır. Her şeyi yaratan ve sizin
emrinize âmâde kılan Allah’tır. “Tamam, anladık; şunlar şunlar Allah’tandır,
şunları şunları yaratan Allah’tır, ama şunlar şunlar da filanlardandır, ya da
kendimizdendir,” gibi bir yanılgıya düşmeyelim diye burada Rabbimiz hepsini
anlatıyor. Hepsi Allah’tandır ve hiç şüphesiz bütün bunlarda akıllarını
kullanacak insanlar için bir tek âyet değil, pek çok âyetler vardır.
Akıllarımızı kullanır, iyi tefekkür edersek, bunu anlamakta güçlük
çekmeyiz.
Daha önceki âyette ifade edildiği gibi,
göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Gecede ve gündüzde sakin olan her şey
O’nundur. Duran, yürüyen, gündüz görünen, gece görünen ne varsa her şey
O’nundur. Zaman ve mekânın sahibi Allah’tır. Göklerin ve yerlerin sa-hibi,
suyun, ateşin, havanın, oksijenin sahibi elhamdülillah ki Allah’tır. Buna ne
kadar hamd etsek azdır. Eğer bütün bunların sahibi Allah değil de, başkaları
olsaydı, meselâ bunların sahibi insanlar olsaydı, ne olurdu bizim halimiz hiç
düşündünüz mü? Ne yapardı bu insanlar bize? “Gecemde uyudun, ver parasını!
Gündüzümü idrak ettin, öde ücretini! Güneşimden ısındın, güneşimde aydınlandın
çıkar parayı! Suyumu içtin, ateşimi kullandın, sökül paraları! Havamı yuttun,
oksijenimi kullandın, öde faturayı! Gölgemde serinledin, bulutumda gölgelendin,
çıkar parayı! Elmamı yedin, armudumu ısırdın, ver ücretini!” Evet eğer bütün bu
nîmetler Allah’ın değil de başkalarının olsaydı, ha-limiz bitikti!
Şu gökyüzü, şu semâmızı süsleyen
yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini aydınlatan hilâl, şu bize her saniye ısı ve
ışık gönderen güneş, şu her an teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden
tükettiğimiz sular, eğer Allah’ın değil de, bir insanın, ya da insanların elinde
olsaydı, onu ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir
Rabbiniz var. Üstelik bu konuda mü’min-kâfir ayırımı bile yapmadan herkese bol
bol ikram ediyor onları. Öyleyse kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını
salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade edip de, kimlere kulluk
ettiğinizi bir düşünün.
Meselâ bakın, basit bir hesap: Eğer şu
güneş olmasaydı ve şu anda güneşten aldığımız enerjiyi bir elektrik kurumundan
parayla satın almak zorunda kalsaydık, sadece bir tek dakika ısınabilmek için
elektrik kurumuna 150 milyar lira ödemek zorunda kalacaktık. Eğer elektrik
kurumu tüm dünyamızı ısıtacak bir enerjiyi üretebilecek bir güçte olsaydı,
elektrik kurumunun bu kadar masraf etmesi gerekecekti. Düşünebiliyor musunuz?
Sadece bir tek dakika yaşayabilmek için 150 milyar! Var mı o kadar paranız?
Elhamdülillah ki, tüm bu mallar ve mülkler Rabbimizindir. Ve Rabbimiz o kadar
merhametli ki, o kadar cömert ki, kendisini inkâr edenlere bile bu nîmetlerini
sunmaktadır. Eğer bütün bunlar insanların ellerinde olsaydı, başkalarına zırnık
bile vermezlerdi. Kimsenin kimseye faydası olmazdı. Şükürler ol-sun ki, Rabbimiz
bu konuda herkesi eşit yaratmış, kimseye yetki
vermemiştir.
Her şey Allah’ındır ve Allah’ın ihsanı
yeryüzünde insanların ih-sanlarına da benzemez. Rabbimizin ihsanı, yeryüzünde
insanların ki-milerinin cebinden zorla, zorbalıkla alıp onu haksız yere
sevdiklerine peşkeş çeken insanların ihsanlarına benzemez. Rabbimizin ihsanı
a-dildir. Tüm varlıklar ve tüm nîmetler O’nundur. Rahmeti bol olan Rab-bimizin
bu nîmetlerini kullarına ulaştırması konusunda hiç kimsenin payı yoktur. Yâni
bizim O’ndan başka hiç kimseye minnet borcumuz yoktur. “Efendim, bütün bu
nîmetlere filanlar falanlar sayesinde ulaştık, öyleyse onlara da kulluk
yapalım,” demeye hiçbir zaman hakkımız yoktur. Nimetlerin bize ulaşması
konusunda hiçbir aracının varlığı söz konusu değildir. Aksi takdirde Allah’ın
nîmetlerinden istifade edip baş-kalarına teşekkür etmek şirktir, Allah
korusun.
14. “Ey Muhammed! İnanmışlara de ki:
“Allah’ın bir milleti yaptıklarına karşılık cezalandıracağı günlerin geleceğini
ummayanları şimdilik bağışlasınlar.”
Rasulullah Efendimizin bize şöyle
demesini istiyor Rabbimiz: “Biz biliyor ve inanıyoruz ki, Allah’ın Resûlü
kıyâmete kadar müminleri uyarmaktadır. Onun bizi uyarısı kıyâmete kadar devam
edecektir.” Bakın En’âm sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ve bu Kur’an bana, sizi ve ulaştığı
kimseleri uyarmam için vahy olundu.”
(En’âm 19)
Demek ki bu kitap sadece o döneme ait
değildir. Demek ki bu kitabın hükümleri sadece onun indiği dönem insanlarını
kapsamaz. Sadece indiği dönem insanları için bağlayıcı değildir bu kitap, aksine
kıyâmete kadar, ona ulaşan insanları da onunla uyarmak için indirilmiştir.
“Onunla sizi uyarmam için, sizi cehennemden korumam ve cennete kazandırmam için
bu Kur’an bana vahy olunuyor.” Allah’ın Resûlü, kendi dönemindeki insanlara
böyle diyordu. “Sizi uyarmam için.” Allah’ın Resûlü, dönemindeki ashabını
uyardı. Kur’an’ı tebliğ ederek, Kur’an’ı gündeme getirerek, Kur’an’ın nasıl
pratize edileceğini bizzat hayatında göstererek uyardı. Ama sadece onları değil,
kıyâmete kadar her kime ulaşırsa onları da uyarmak üzere bu kitap bana
in-dirildi. Allah’ın Resûlü dün onları, şu anda da bizi uyarıyor. Şu anda bile
Allah’ın Resûlü bizi Kur’an’la uyarıyor.
Kim ki Kur’an okuyor, bilsin ki o
Rasulullah’la karşı karşıyadır. İbni Cerir der ki: “Bu âyetle anlaşılıyor ki
kendisine Kur’an’ın ulaştığı kimse, bizzat Muhammed’i (sav) görmüş gibidir.”
Öyleyse şu anda bizler de Rasulullah’la karşı karşıyayız. Meselâ bir elçi
hükümdarın emrini bir valiye ulaştırıyor. Bu emir, o elçinin değil hükümdarın
emridir. Öyleyse ben şu anda o elçinin size ulaştırdığı mesajı, o elçiyi
gön-derenin mesajını size ulaştırıyorum. Siz de duyduğunuz bu mesajı du-yar
duymaz kendinize, birbirinize, çocuklarınıza, hanımlarınıza, komşularınıza
ulaştırmak zorundasınız.
Tâbiînden Muhammed bin Kâb el-Kurazî
der ki: “Kur’an okuyan kişi onu peygamberden dinliyormuş gibi okusun. Zira onu
şu anda sizi uyarmak üzere Allah’ın Resûlü okumaktadır.”
Gerçi kesin biliyoruz ki Allah’ın
Resûlü vefat etmiş, maddî planda onun etkinliği bitmiştir. Ama onun risâleti,
onun fonksiyonu, misyonu, yolu, sünneti devam ediyor ve kıyâmete kadar da devam
edecektir. Öyleyse sanki şu anda Allah’ın Resûlü okuyor da biz ondan
dinliyormuşuz gibi onu dinleyecek ve okuyacağız. Şunu kesin bilelim ki, böyle
okumadığımız, böyle dinlemediğimiz sürece de ondan istifade imkânımız
olmayacaktır.
Bu âyet aynı zamanda bizden bize ulaşan
bu kitabın âyetlerini tebliğ etmemizi de istemektedir. Allah’ın Resûlü bir
hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
“Allah’ın kitabından her kime bir âyet
ulaşmışsa muhakkak ki ona Allah’ın emri ulaşmıştır. O da, bir âyet de olsa
Allah’ın kullarına onu ulaştırsın!”
Öyleyse bize Allah’ın kitabı
ulaşmıştır. Allah, Resûlü vasıtasıyla, kitabı vasıtasıyla bizi uyarmıştır. Bu
kitapla ve bu peygamberle uyarılma şerefine nâil olmuş olan bizler de,
uyarıldığımız bu âyetlerle başkalarını uyarmak zorundayız. Dirildiğimiz bu
âyetlerle, bizler de başkalarını diriltmek zorundayız. Bize ulaşan bu âyetleri,
bizler de başkalarına da ulaştırmak zorundayız; bunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım.
Ancak burada şunu da söyleyelim ki,
geldiği andan itibaren kıyâmetin kopacağı zamana kadar ki insanların tamamı bu
kitaptan sorumludur. Tüm insanlık bununla sorumlu tutulacaktır. Bu kitap
kendilerine ulaşsın ulaşmasın, bu kitabın varlığından haberdar olsun olmasın
fark etmez, herkes bundan sorumlu tutulacaktır. Hambeliler bu görüştedirler.
Ancak Hanefîler, “bu kitabın uyarısı kendisine ulaşmamış, bu kitabın uyarısıyla
karşı karşıya gelmemiş toplumlar bu kitabın hükümlerini terk etmekten sorumlu
olmayacaklardır,” derler. Hanefîler, “Übeyy bin Kâ’b’ın hadisi bunun delilidir,”
derler. Rasulullah’ın hu-zuruna bir kısım esirler getirildi. Allah’ın Resûlü
onlara sordu:
“Sizler İslâm’a dâvet edildiniz mi?”
Onlar, “Hayır! Bize İslâm ulaşmadı,” dediler. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü
onları serbest bıraktı ve: “Kur’an bana, sizi de, ulaştığı kimseleri de uyarmam
için vahy olundu.”
âyetini okudu.
Allah, elçisine diyor
ki:
“Ey Muhammed! İnanmışlara de ki: “Allah’ın bir
milleti yaptıklarına karşılık cezalandıracağı günlerin geleceğini ummayanları
şimdilik bağışlasınlar.”
“Ey peygamberim! Sen o müminlere de ki:
“Ey mü’minler! Sizler Allah’ın günlerinin “Eyyamullah’ın” bir gün başlarına
geleceğini ummayan kimseleri affedin. O müminlere söyle ki, onlar “Eyyamul-lah’tan” gafil olanları
affetsinler.” Rabbimiz bu âyetiyle bizleri kâfirlere karşı mühlet tanımaya dâvet
ediyor. Kâfirler karşısında bizi büyük bir sabır örneğine, büyük bir müsamaha
eylemine dâvet ediyor. “Eyya-mullah” konusunda gafil
yaşayanlara acımamızı istiyor.
Peki nedir bu
“Eyyamullah”? Eyyamullah, Allah’ın günleri, de-mektir. Ne anlayacağız bu
Allah’ın günlerinden? Allah’ın günleri; Allah’ın sonuç günleri, Allah’ın helâk
günleri demektir. Yeryüzünde Allah’a isyan eden toplumların başlarına gelen
helâk günleri demektir. Allah’ın günleri, Allah’ın hayat programını reddederek
kendilerince bir hayat yaşamaya ve Allah’la çatışmaya giren toplumların toplu
helâk günleri demektir.
Arapların hayatında meydana gelmiş,
unutulmayacak büyük tarihî olaylara “Eyyamu’l Arap” denilirdi.
Eyyamullah da, Allah’ın düşmanlarının başına getirdiği belâ günleri, helâk
günleri, yahut da dostlarına ulaştırdığı kurtuluş ve yardım günleridir. Allah’ın
günleri, kâfirler için ebedî kaybediş, ebedî helâk oluş, mü’minler için de ebedî
kurtuluş ve sonuç günleridir. Firavunların başına gelen azabın geldiği gün,
Hud’un (a.s) toplumu olan Âd kavminin yerin dibine batırıldığı gün, Sâlih’in
(a.s) toplumu olan Semûd’un diz çöktürüldüğü gün, Allah’ın günleridir. Bir
toplumu yaptıklarından ötürü cezalandırma günleridir bu
günler.
Rabbimiz diyor ki, “ey peygamberim!
Söyle mü’minlere, o günlerin kendi başlarına da geleceğini ummayan, o günler
konusunda gafil yaşayan, Allah’a isyanlarından ötürü, Allah’ın hayat programını
reddetmelerinden ötürü bir gün tıpkı öncekilerin başına gelenlerin kendi
başlarına da gelip çatacağını ummayan, hiç beklemeyen, hiç ihtimal vermeyen bu
kâfirleri affetsinler. Zira onlar bugünler konusunda gaflet içindedirler.
Allah’ın sünneti konusunda gaflet içindedirler. Bir gün Firavunlar gibi helâk
olacaklarını hiç düşünmüyorlar. Bir gün Fil ashabı gibi Eyyamullah’a maruz kalıp
yenmiş ekin posasına döneceklerini hiç hesap etmiyorlar. İşte Rabbimiz bu âyet-i
kerimesinde, bizden böyle bir gaflet içinde olanları affetmemizi, onlara karşı
peygamberce bir tavır sergilememizi istiyor.
Ancak unutmayalım ki, âyet-i kerimede
bu tür gafil kâfirlerle alâkalı kişisel kavgalara girmememiz isteniyor.
Rabbimiz, onların bize karşı yaptıkları kişisel işkenceleri, düşmanlıkları, bize
verdikleri sıkıntıları, eziyetleri ciddiye almamamızı, göz ardı etmemizi ve bu
yüzden kendilerine gazaplanarak tebliği terk edip onların cehenneme gitmesine
göz yummamamızı istiyor. Onlar gafilliklerinden ötürü bize ne ya-parlarsa
yapsınlar, nasıl davranırlarsa davransınlar, biz onları cennete kazandırmak için
yine de elimizden gelen her şeyi yapmak zorundayız. Çünkü onlar, acınacak bir
konumdadırlar ve gaflet içinde bulunmaktadırlar.
15. “Kim yararlı iş işlerse kendinedir;
kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Sonra Rabbinize
döndürülürsünüz.”
Kim salih ameller işler, fıtrata
yakışır yararlı amellere koşarsa, o kendisinedir. Salih amel, fıtrata uygun amel
demektir. Salih amel, Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Salih
amel, Rasu-lullah Efendimizin hayatında olan, sünnete uygun olan, yâni
Rasu-lullah’ın sünnetinde yeri olan ve Allah için yapılmış amel demektir. Sa-lih
amel, salih bir imandan kaynaklanan ameldir. Gayr-ı salih amel de imandan
kaynaklanmayan, ya da gayr-ı salih bir imandan kaynaklanan ameldir. Salih amel,
yaptırıcısı Allah olan amel, gayr-ı salih ameller de yaptırıcısı Allah’tan
başkaları olan amellerdir. Öyleyse kim salih amel işler, Rasulullah’la beraber
olur, Rasulullah’ın sünnetine sarılırsa, kendisi kazanacaktır. O amellerinin
karşılığını kendisi görecektir. İşlediği bu salih amelleri sebebiyle hem dünyada
hem de ukbâda mutlu bir hayat elde ederken, yarın öbür tarafta da bu amellerinin
kar-şılığı olarak cennete gidecektir.
Kim de kötülük işler, Allah ve
Resûlü’nün istemediği kötü amellerin peşine takılır, kötü kimselerle beraber
olur, kötülerin arkasından giderse, o da onun aleyhinedir. Kötü amellerin sahibi
de hem dünyada bedbaht olacak, hem de sonunda yaptığı bu kötü amellerin hesabını
ödemek üzere Rabbinin huzuruna gidecek ve orada cehenneme
yuvarlanacaktır.
Küfür kötülüktür, şirk, nifak
kötülüktür. Kişinin kendisini Allah’ın görmek istemediği bir ortamda tutması
kötülüktür. Yâni kişinin kendisini yaratıcısına, sahibine kulluk ortamından
uzaklaştırması en büyük kötülüktür. Allah’ın yasakladığı tüm ameller, tüm
tavırlar kötülüktür.
Ama unutmamak lâzımdır ki, kişinin
işlediği bu iyilik ve kötülükler sadece bu dünya ile sınırlı değildir.
Yaşadığımız bu hayatın so-nunda Rabbimize döndürülecek ve yaptıklarımızın
tümünün hesabını vereceğiz. Orada kendi lehimize, kendi menfaatimize uygun
olarak iş-lediğimiz iyi amellerden dolayı ebedî cennet kazanırken, kendi
aleyhimize işlediğimiz ameller sebebiyle de dünyada bu kötülüklerin altında
ezilmekle beraber, âhirette de cehennemi boylayacağız
demektir.
16. “Andolsun ki Biz, İsrailoğullarına
Kitap, hüküm ve peygamberlik gönderdik; onları dünyalara üstün
kıldık.”
Rabbimiz bir zamanlar
İsrailoğullarına kitap vermişti. Bu kitap, Tevrat ve İncil’dir. Rabbimiz,
İsrailoğullarına değişmeyen esaslar ver-mişti. Onlar onu hayatlarına hakim
kılsınlar, hayatlarını onunla düzenlesinler diye Allah onlara kitap vermişti.
Bir de kitapla beraber onlara hüküm vermişti Rabbimiz. Allah onlara kitap
bilgisi dediğimiz hikmeti verdi. Yani kitabın âyetlerinin nasıl anlaşılması ve
nasıl uygulanması gerektiğinin bilgisini, yani kitaba dayalı sözde ve amelde
isâbet vermiştir.
Ya da bu kitap sayesinde, bu
kitaba sahip çıkmaları sayesinde hâkimiyet ve hükmetme yetkisi, yeryüzünde
iktidar verdi onlara. İsra-iloğullarını tutundukları kitapları sayesinde Firavun
oğullarının zulmünden, onlara kölelikten kurtarıp, efendi olarak onların
mallarına, mülklerine varis yaptı.
Sadece Ben-i İsrail değil, tarihte
kitabına sarılan tüm toplumlara Allah bunları lütfetmiştir. Öyleyse Allah’ın
kendilerine lütfedip hikmet ve hâkimiyet, iktidar, güç-kuvvet verdiği toplumlar
bu verilenleri Allah yolunda kullanmalıdır. Değilse, Rabbimiz bunları çok kısa
bir sü-re sonra onlardan alıverir.
Rabbimiz, “onlara risâlet verdik,”
diyor. Rabbimiz, İsrailoğulla-rına sayılamayacak kadar peygamberler göndermiş,
bu kutlu elçileri vasıtasıyla onlara sayılamayacak kadar rahmet kapıları
açmıştır. İs-railoğulları, Allah’ın lütfu ve rahmetiyle pek çok peygamberi
uyarıcı olarak aralarında gördüler. Bu peygamberlerin rahmet ve bereketlerinden
istifade ettiler. İnsanların böyle kendilerine kulluk örneği olacak elçileri
aralarında görmeleri, onları gözleri önünde müşahede etmeleri, onların
hayatlarına şâhit olmaları gerçekten büyük bir nîmettir. Ama ne gariptir ki,
Allah tarafından kendilerine sunulan bu rahmet kapılarından en az istifade
edenler de yine İsrailoğulları olmuştur. Sonra:
“Onları en güzel rızıklarla
rızıklandırdık ve onları âlemlere üstün kıldık,” diyor Rabbimiz. Allah, çölde
onları bıldırcın eti ve kudret helvasıyla rızıklandırmış ve âlemlere üstün
kılmıştır.
Yâni bütün âlemlerden daha faziletli
kılmıştık sizi! Peki nasıl olmuştu bu? İsrailoğullarının bütün insanlardan üstün
kılınmaları, sınıfsal bir üstünlük değildir. Bunun mânâsı, kişisel bir değer
kazanma anlamına değildir. Bu üstünlük, onların nîmetler yönünden üstün
kılınmalarıydı. Allah onları nîmetlere boğmuştu. Ama biz biliyoruz ki nî-met,
nîmet verilenler açısından bir üstünlük sebebi değildir. Çünkü bu tür nîmetler
kesbî nîmetler değildir. Yani bunlar, insanların bizzat ken-di gayretleri,
bizzat kendi çabaları karşılığında kazandıkları cinsten nî-metler değil, Allah
tarafından lütfedilmiş cinsten nîmetlerdir bunlar.
Meselâ şimdi farz edin ki birine el
verilmiş, ötekisine verilmemiş. Yâni birisi elli, ötekisi elsiz, çolak
yaratılmış. Hangisi üstün şimdi bunların? Allah’ın kendisine el verip öyle
imtihan ettiği insan mı üstün, yoksa Allah’ın el vermeyip çolak imtihan ettiği
insan mı üstün? Meselâ birisine çokça mal vermiş Allah, ötekisine vermeyip fakir
kılmış. Şimdi Allah’ın kendisine bolca mal verip imtihan ettiği insan mı üstün,
yoksa Allah’ın mal vermeyip fakirlikle imtihan ettiği insan mı üstündür? Aslında
ne o üstün, ne de beriki alçaktır. Bunların hepsi imtihan konusudur. Allah
birini malla imtihan ediyor, ötekisini de malsız imtihan ediyor. Hepsi bu. Kimin
üstün, kimin alçak olduğu yarın belli olacak. Çünkü bu verilenler birer imtihan
konusudur, birer imtihan sorusudur. Bu sorulara karşı takınılan tavırlara göre,
kazanan ve kaybeden yarın ortaya çıkacaktır.
Allah, İsrailoğullarını nîmetlere gark
ediyordu. Neden? Herkesten daha çok şükretsinler, herkesten daha fazla itaat
etsinler, herkesten daha çok takvalı olsunlar diye. Herkesten daha çok peygamber
gönderiyordu Allah onlara. Peş peşe bir peygamberler silsilesinin
İs-railoğullarına gönderildiğini biliyoruz. İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şu-ayb,
Harun, Dâvûd, Süleyman, İlyas, Mûsâ, hepsi bunlara geldi. Böylece İsrailoğulları
kendi dönemlerinde çağdaşları içinde en faziletli toplum oldular. Demek ki Allah
onları, kitap, peygamberlik ve hükümranlık vererek üstün kılmıştı. Köle iken
devlet kurmak, Firavun’un esaretinden ve zulmünden kurtulmak türünde nîmetlerde
bulunmuştu Rabbimiz onlara.
Ama şurası hiçbir zaman unutulmamalıdır
ki onların bu üstün kılınmaları, Allah’ın onlara lütfettiği hilafet vasfını
korumaları ile kayıtlıdır. Yâni böyle ilelebet üstün olacak değillerdi bunlar.
Bu, hilafete sahip oldukları müddetçe geçerliydi. Hilafete liyâkatlerini,
ehliyetlerini kaybettikleri anda bu üstünlüklerini de kaybetmiş
olacaklardı.
Nitekim sonradan ilâhî emirleri
çiğnemeleri, peygamberlerine isyan etmeleri, peygamberlerini öldürmeleri,
kitaplarını tahrif edip Allah’a verdikleri ahitlerini bozmaları, hilafete sırt
dönmeleri neticesinde bu üstünlükleri de tarihe karışıp gitmiştir. Üstelik
Cenâb-ı Hak artık onlara karşı hükmünün lânet olduğunu, onların gazap, zillet ve
meskeneti hak ettiklerini ilân etmiştir..
Sanki bu âyet bu âyetlerin geldiği
dönem Yahudilerine ve kıyâmete kadar her bir dönem Yahudilerine şunu ilân
ediyordu: “Ey Ya-hudiler! Bir zamanlar atalarınıza verilen bu imkânları, bu
nîmetleri bir hatırlayın. Hatırlayın ki, bir zamanlar bu nîmetlerin hepsi
sizdeydi. Din, risâlet, kitap, ilim, üstünlük, liderlik, imâmet sizdeydi. Şimdi
ise yaptıklarınızdan ötürü bunlar sizden alınmıştır. Eğer tarihte sahip
olduğunuz bu nîmetleri yeniden elde etmek istiyorsanız, bu nîmet şimdi de
İslâm’da ve İslâm ümmetindedir. Eğer İslâm’a sahip çıkar, son el-çiye ve son
kitaba iman ederseniz, ona yeniden kavuşabilirsiniz.”
Sanki Rabbimiz “Bir zamanlar sizler
böyleydiniz. Hani o nîmeti ne yaptınız? Neden elden çıkardınız onu? Ne idiniz?
Ne oldunuz? Bir düşünün!,” diyor.
Demek
ki onların, İsrailoğullarının âlemlere üstün kılınışı, kıyâmete kadar ki
âlemlere değil, sadece o döneme kadar ki âlemlere bir üs-tünlük
olmuştur.
Tabi bizim için de geçerlidir bu. Eğer
biz de Rabbimizin bizim hayatımızı düzenlemek üzere bize gönderdiği şu kitabına
sahip çıkıp hayatımızı onunla düzenleme gayreti içine girmez, Allah’ın kitabıyla
ilgiyi kesersek, Rabbimizin bizim için açtığı en büyük rahmet kapısı olan
peygamberinin sünnetine, onun yoluna, onun örnekliğine sahip çıkıp hayatımızı
onlarla düzenleme konusunda nankör davranırsak, bir zamanlar İsrailoğullarından
aldığı gibi Rabbimizin bu konuda bizden de aldığı o ahde vefalı davranmaz, o
hilafete sadâkat göstermez-sek, elbette Allah onu bizden de alıp, ona lâyık
birilerini getirir ve bizim de defterimizi dürüverir. Allah buna her zaman
kadirdir.
İsrailoğullarına seslenen, ama bizim
kitabımızda geldiği için onlardan önce bize seslenen bu âyet bize şöyle diyor:
“Ey İsmail oğulları! Ey ümmet-i Muhammed! Ey Muhammed’in (a.s) yolunun
takipçileri! Sizler de hatırlayın size olan nîmetlerimi! Bir gün
Mekke’-deydiniz. Tek başına yapayalnız ortaya çıkmıştınız. Öyle bir
durumdaydınız ki, hiçbir şey bilmiyordunuz. Sonra aranızdan birini elçi seçtim
ve o elçiye kitap gönderdim. O elçiye kendi bilgimi gönderdim. Si-zi vahyimle
şereflendirdim. Size yol gösterdim.”
Evet, o elçi ve o kitapla bizler
yolumuzu bulduk. Yolsuzduk, yolumuzu bulduk. Bilgisizdik, Allah bilgisiyle
bilgilendik; Allah sayesinde hidâyete ulaştık. Karanlık bir dünyadan aydınlık
bir hayata gözlerimizi açtık. Sonra bu Allah elçisinin Mekke’den Medine’ye
hicretiyle ufuklar daha da genişledi. Bu mübarek elçinin bu dünyadan öbür âleme
hicret etmesinden hemen kısa bir süre sonrasında dünyanın en büyük, en güçlü
devletleri bile lokmalar halinde biz Müslümanların ağ-zına sunuldu.
Müslümanların önünde yeryüzünün en büyük devletleri birer birer diz çöker oldu.
Yeryüzünün en büyük saltanatları ve mülkleri Müslümanların ellerine sunuldu.
Peygamberin zuhurundan sonra henüz yüz yıl geçmeden, Çin sınırlarından Atlas
Okyanusu sınırları-na, Kafkasya içlerinden Sibirya’ya doğru, Asya ve Afrika
içlerine doğru geniş bir bölgede İslâm hakim oldu.
Rabbimiz bu âyetleriyle bize de
diyor ki: “Ey Müslümanlar! Hatırlayın hele bir o günleri! O günlerde lütuflar
Allah’tandı. Bütün bunları size o günlerde lütfeden Rabbiniz idi. O günlerinizi
size Allah nasip etmişti. Hatırlayın o günlerinizi de, haydi bana verdiğiniz
sözlerinizi yerine getirin! Ki Ben de size verdiğim ahdimi yerine getireyim.
Sizler her şeye rağmen Bana döneceğinize, Benim istediğim hayatı yaşayacağınıza,
kitabımla ve peygamberimle diyaloglarınızı kesmeyeceğinize dair Bana söz
vermiştiniz. “Rabbimiz Allah” diyeceğinize, hayatınızı Benim kurallarımla
düzenleyeceğinize, Benim kitabımı arkanıza atıp şeytanların uydurduğu
sistemlerin peşine gitmeyeceğinize dair Bana söz vermiştiniz. Haydi bana ezelde
verdiğiniz bu sözlerinizi yerine getirin! Yeniden kitabıma dönün! Yeniden
peygamberimin sünnetine sarılın ki, Ben de sizi tarihte yaşadığınız ve hasretini
çektiğiniz o günlere tekrar kavuşturayım. Yeniden sizleri yeryüzünün efendisi
yapayım!” Eğer biz bunu gerçekleştirebilirsek, bilelim ki Allah da bize olan
vaadini gerçekleştirecek ve bizi tekrar yeryüzünde izzet ve şerefe
kavuşturacaktır. Âyet bize de bunları söylüyor.
Kitap hep elimizde olacak, elimizden
hiç düşmeyecek. Peygamber sürekli aramızda, hayatımızda canlı olacak. Hayatımız,
sözlerimiz, davranışlarımız ve düşüncelerimiz hep kitap ve sünnet kaynaklı
olacak. Hayatımıza kitap, sünnet hakim olacak. O zaman Rabbimiz yeniden bize
yardım edecek, yeniden elimizden tutacak ve tarihte kaybettiğimiz o eski
günlerimizi yeniden bize iade edecektir. Tüm dünya insanlığı karşısında yeniden
hakim bir konuma, örnek ve önder bir noktaya getirecektir
bizi.
Rabbimiz, hem onlara, hem de bize
verdiği nîmetlerini saymaya devam ediyor:
17. “Din konusunda, onlara belgeler
verdik; ancak, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememelikten
ayrılığa düştüler. Ey Muhammed! Rabbin kıyâmet günü, ayrılığa düştükleri şeyler
hakkında şüphesiz ara-larında hükmedecektir.”
Allah’ın dini, Allah’ın yasaları,
Allah’ın yolu konusunda apaçık Beyyine’ler verdik onlara. Kitap Beyyine’dir,
kitabın âyetleri, Resul Beyyine’dir; Resullerin gösterdikleri mûcizeler
Beyyine’dir. “Onlar akıllarını başlarına alıp da Allah’a kulluğa yönelsinler
diye, Rablerinin ya-salarına teslim olup hayatlarında onu uygulamaya koysunlar
diye peş peşe onlara Beyyine’ler sunduk,” diyor Rabbimiz.
Ama onlar kendilerine ilim
geldikten sonra birbirlerini çekeme-mezlikten dolayı ihtilaflara, tefrikalara
düştüler. Kendilerine kitap geldikten, kitabı tanıdıktan sonra, kitap nîmetine,
vahiy nîmetine sahip olduktan, kendilerine elçiler geldikten, kitap ve peygamber
bilgisine sahip olduktan sonra birbirlerine hasetlerinden, düşmanlıklarından
ötürü ihtilafların içine düştüler.
Âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, Müslüman
toplumların, Beyyine ile tanışanların, Beyyine’ye muhatap olanların bir
hastalığı var. O da, kendilerine Rabblerinden ilim geldikten sonra ayrılığa,
kendilerine Al-lah tarafından vahiy geldikten sonra birbirlerine
düşmanlıklarından ve hasetlerinden ötürü ihtilaflara düşmek. Her biri ayrı ayrı
gruplar oluşturarak, her bir grup kitabın ayrı bir bölümünü bayraklaştırarak
ihtilaf-ların içine yuvarlanmak, kardeşliği, dostluğu unutmak, ümmet
olduk-larını unutmak, tek bir Rabbin kulu olduklarını unutmak. İşte Müslüman
toplumların tarih içinden en büyük hastalığıdır bu. İşte Rabbi-miz, bunun bir
tek sebebinden söz ediyor. Neymiş o?
Aralarındaki rekabet duygusu, kendi
aralarındaki kıskançlık ve çekememezlik duygusu, bencillik, hizipçilik ve
grupçuluk duygusu. Herkesin kendi düşüncesini, kendi yöntemini, kendi yolunu,
kendi metodunu, kendi cemaatini, kendi liderini en üstün, en doğru, en haklı
görüp, karşısındakileri kötü ve yanlışta görme yanılgısı. Gruplar bir-birlerini
ayıran ufak tefek anlayış, metot farklılıklarını sanki temelde ayrılıklarmış
gibi görerek birbirlerini tekfir noktasına gidiyorlar.
Biz, İsrailoğullarına kitap ve
Beyyineler göndermiştik de onlar ihtilafa düştüler. O Beyyineler, kitaplar
konusunda onlar ihtilafa düştüler. Kitap konusunda; kimileri ona iman ederek,
kimileri de onu inkâr ederek ihtilaf ettiler. Kimileri onunla yol bularak,
yollarını Allah’ın kitabına sorarak, kimileri de onunla ilgiyi keserek ihtilafa
düştüler. Kimileri onu arkalarına atarak, kimileri onun yerine başka kitaplar
ihdas ederek, kimileri o kitabı gerçekten kendileri için hayat programı bilerek
ih-tilaf ettiler. Kimileri, “tamam ben de kitap ehliyim, benim de bir kitabım
var, ama ben onu anlayamam, ben onu anlamaktan uzağım. Ben kim, onu anlamak
kim?” diyerek, kimileri kitaplarının fonksiyonunu reddederek, “tamam mukaddes
bir kitaptır bu, ama hayata karışmamalı, o sadece âhiret işlerini düzenlemeli;
işte zaman zaman mübarek gecelerde sevap kastıyla okunmalı!” diyerek kitap
konusunda ihtilafa düştüler.
Ama Allah diyor ki, “Peygamberim!
Onların aralarındaki ihtilaf konularındaki hükmümü Ben kıyâmet günü vereceğim.”
Allah bu konudaki kesin hükmünü kıyâmet gününe ertelemiştir. Bu konudaki son
hükmü verecek olan ve verdiği bu hükmünü de uygulamaya koyacak olan Allah’tır.
Yine insanların ihtilaflarına konu olan çözüm hükmü de bu kitaptan verilecektir.
Allah, hükmünü bu kitaptan verecektir. Hüküm mercii, kitaptır. Çünkü Allah
yeryüzünde her topluma kitap göndermiş ve her konuda hükmünü zaten vermiştir.
İnsanlara o kitaplara sarılmalarını, o kitaba uygun düşünmelerini, o kitaba
uygun hareket etmelerini, problemlerini o kitaba arz etmelerini, ihtilaflarını o
kitapla çözümlemelerini istemişti. Her topluma peygamberler göndererek o
toplumlardan peygamber modelinde bir hayat, peygamber modelinde bir iman istemek
şeklinde hükmünü vermişti. Ona benzeyenler, ondan kaynaklananlar doğrudur,
gerisi boştur, demişti. Önceden her ko-nuda hükmünü vermişti de, şimdi de bu
hükmünü uygulamaya koyacaktır diyoruz, Allah en iyisini
bilir.
Eğer Rabbinden daha önceden verilmiş
bir söz olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu. Yâni eğer Allah
onların ecellerini dolduracakları zamana kadar onlar için dünyada yaşama izni
vermeseydi, bunların işleri çoktan bitirilmişti. Ya da eğer Allah bu ihtilaf
edenler hakkında kimin doğru, kimin yanlış, kimin hak yolda, kimin bâtıl yolda
oldukları konusundaki son hükmünü kıyâmet gününe ertelememiş olsaydı, onların
işlerini çoktan bitirirdi. Yâni bu dünyada da haklıyı haksızı ortaya koyuverir
ve ona göre amellerinin karşılığını onlara tattırıverirdi.
18. “Sonra ey Muhammed! Seni de din
konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy; bilmeyenlerin heveslerine
uyma.”
Sonra onların ardından, seni de
ey peygamberim emirden, dinden bir şeriat üzerinde kıldık. Yani seni de bir yol,
bir usul, bir çığır, bir sistem, bir yöntem, bir hayat tarzı, bir şeriat
üzerinde kıldık. O halde sen de ona tabi ol!
Şeriat; Kitap ve sünnetle ortaya konan
hayat programıdır. Şeriat, yeryüzünde yaratıcı tarafından ortaya konmuş ve
kulların tümünün tâbi olması gereken bir yol, bir sistemdir. Çünkü bu yolu, bu
sistemi, bu yaşam biçimini göklerde ve yerlerde yegâne hâkimiyet sahibi olan,
göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini yoktan var eden Allah koymuştur.
İşte Rabbimiz, bilgisi, hikmeti ve
hâkimiyeti gereği sizin için bir şeriat koymuş, sizin için bir yol tayin
etmiştir. Sizden önceki peygamberlere, Nuh’a, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya din
olarak, şeriat olarak emrettiği şeyleri size de açıklayıp kanun yapmıştır. O
peygamberlere ve onların toplumlarına yasa olarak belirlediği, yapın ve yapmayın
buyurduğu şeyleri, sizin için de kanun yaptık, diyor Rabbimiz. Bizden önceki
toplumların ve peygamberlerin her birine yeni bir şeriat vermişti. Kendilerine
yeni bir şeriat verilmeyen öteki peygamberler ise, bunların şeriatlarını
tebliğle görevlendirilmiş peygamberlerdir. Kur’an’ın başka yerlerinde görüyoruz
ki, Rabbimiz tüm peygamberlerine kendilerine gönderdiği şerîatine uymalarını,
sadece ona tâbi olmalarını, onu hayata hakim kılmalarını
emretmiştir.
“O peygamberlere, hak dinin, İslâm
dininin emir ve yasaklarını yerine getirin! Bu hususlarda ayrılığa düşmeyin,”
diye emrettik. “Yani Hz. Adem’den bu yana tüm peygamberlere gönderilen bu dinin
asılları konusunda, Allah’ın varlığı ve birliği, sadece Allah’a ibadet
konusunda, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe iman konusunda tefrikaya
düşmeyin ve onu koruyup yaşatın,” diye emrettik.
Şûrâ sûresinde de Rabbimiz bu hususu
anlatırken şöyle buyurur:
“Allah, Nuh’a buyurduğu şeyleri size de din olarak
buyurmuştu.”
(Şûrâ 13)
Rabbimiz, “öncekilere yaptığımız gibi
sizin için de bir şeriat koyduk,” buyuruyor. Şeriat, takip edilen yol, üzerinde
yürünülen yol ve hayat programı, uyulması gereken anayasa demektir. “Teşrî”
anayasa; “şârî” de yasa koyucusu demektir. Şârî, yâni yasayı koyan Allah’tır ve
Allah’ın koyduğu bu yasanın adı da şeriattır. Bundan önceki âyetlerde kâinatta
yegâne velinin Allah olduğu, kulları adına karar verme konusunda, ihtilafları
halletmesi ve hükmetmesi konusunda tek mer-cînin kendisi olduğu anlatılmıştı.
İşte burada da Rabb, İlâh, velî ve ha-kim olarak koyduğu anayasadan söz ediyor.
Sonra da, “dini ikame edin, dini ayağa kaldırın,” diyor.
“Din bir hayat programı, bir
yaşam biçimidir. Din, bir toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar manzumesidir.
Bu mânâda komünizm, kapitalizm, sosyalizm ve demokrasi de bir dindir. Bunlar,
insanların ortaya attıkları bâtıl dinler ve sistemlerdir. Kâfirûn sûresindeki,
“De ki, “ey kâfirler! Sizin dininiz sizin, benimki de benim olsun!” âyeti bunu
anlatır. Rabbimiz önce “ey kâfirler!” dedi, sonra da “sizin dininiz sizin
olsun,” dedi. Peki kâfirin dini var mıdır ki, Rabbimiz böyle buyurdu? Elbette
dinsiz, yani kanunsuz, yolsuz, sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir.
Öyleyse bunun mânâsı, sizin kanunlarınız, sizin sisteminiz sizin olsun, benimki
de benim olsun, demektir.
Yine Yusuf sûresinde, “Kralın dinine göre kardeşini alıkoyması
Yusuf’a yakışmazdı” âyet-i kerimesinde anlatılan kralın dininden maksat
da, kralın sistemi ve o toplumda yürürlükte bulunan kralın ceza kanunlarıdır.
Öyleyse Allah kanunlarını, Allah ya-salarını, Allah’ın ceza kanunlarını
uygulayan bir toplum Allah’ın dininde, başkalarının kanunlarını, başkalarının
ceza yasalarını uygulayan toplum da kanunlarını uyguladığı kimselerin
dinindedir.
Zümer sûresindeki, “Dikkat edin, hâlis din, (katışıksız din)
Allah’ın dinidir.” âyeti de bunu anlatır. Başkalarının dini de vardır,
ama onlarınki katışıklı bir dindir. Yâni hayatın bazı bölümlerine Allah, öteki
bölümlerine de başkalarının kanunları karışır. “Allah katında gerçek din Allah’ın dinidir.”
âyetinde de ifade edildiği gibi, hayatın tümüne karışan din, Allah’ın
dinidir.
Allah diyor ki, “dini ayağa kaldırın,
dini ikame edin!” Yâni toplum hayatının her bir biriminde Allah’ın dini hakim
olsun. Hukukta, ekonomide, siyasette, kılık-kıyafette, eğitimde ve hayatın her
bir kademesinde Allah’ın arzuları hakim olsun. Bundan anlıyoruz ki, Allah’ın
dinini, Allah’ın bu şeriatını sadece yaşamak, onu başkalarına tebliğ etmek
yetmemektedir. Ayrıca onu ayağa kaldırmak, toplumda o kuralları uygulamaya
koymak zorundayız.
Bir adam için, “O devletini kurmuştur,
hükümetini ikame etmiştir” demek, o kişinin sadece kafasındaki devlet modelini
çevresine an-lattığı ve halkın da onun kafasındaki bu hükümet modelini beğendiği
anlamına gelmez. Ya ne anlama gelir? O kişi bulunduğu ortamda ka-fasındaki
hükümet modelini bütün kurumlarıyla işletmeye başlamış, o ülkedeki toplum da
onun yasalarına tâbi olmuş, mahkemeler kurulmuş, idari kurumlar onun emrine
bağlı olarak işlemeye başlamış demektir. İşte ikame bu anlamadır. Nitekim
Rabbimiz: “Namazı ikame edin,” buyurur. Bu emirden sadece namaza çağrıda
bulunmak ve onu insanlara tebliğ etmek anlaşılmaz. Bu emirden, namaz ortamı
hazırlamak, namazın önündeki barikatları kaldırmak ve tüm mü’minlerin bütün
şartlarına uygun bir biçimde namazı kılmaları ve toplumda uygulamaya başlamaları
anlaşılır.
Öyleyse dinin ayağa kaldırılması
da dinin tam anlamıyla toplumda uygulanmasını, toplumun her alanında dinin
emirlerinin geçerli olmasını, dinin bütün kurumlarıyla birlikte yaşanmasını,
hayatın her kademesinde hakim olmasını ve toplumun her probleminin dinin
emirleri istikâmetinde çözümlenmesini sağlamak anlamına gelecektir.
Bu âyet-i kerimeden peygamberlerin şu
iki vazifeyle görevlendirildiklerini anlıyoruz:
1. Allah’ın dininin hakim olmadığı
toplumlarda Allah’ın dinini hakim kılıp ayağa kaldırmak,
2. Eğer toplumda Allah’ın dini hakimse
onu ayakta tutmaya devam etmektir. Peygamber yolunun yolcusu olan bizler de işte
bu iki görevle görevliyiz.
Âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, mutlak
sûrette hayata hakim kı-lınsın, toplumun hayatında uygulanarak ayağa kaldırılsın
diye Rab-bimizin elçilerine ve onlar vasıtasıyla bize gönderdiği din, tüm
peygamberlerde aynı dindir. Bu peygamberlerin şeriatlerinde farklılıklar olsa
da, temelde dinleri aynı dindir. Bu dinin adı İslâm’dır, hepsinin adı
Müslüman’dır ve hepsinin dini temelde aynı dindir. Rabbimiz, hep-sine de bu dini
hakim kılıp ayağa kaldırmayı emretmektedir. Eğer bu dinin şeriatı, bu dinin
yasaları, bu dinin emirleri hayata hakim kılınıp toplumun tüm problemleri onunla
çözümlenecek hale getirilmezse, ya da insanlar bu dine inanır ama o dinin
şeriatı reddedilecek olur, yani dine inanılacak ama onun hükümlerinin
uygulanması reddedilecek olursa, o zaman Allah korusun St. Paul’un şeriatsız bir
din ortaya koyarak Hz. Îsâ’nın dinini ortadan kaldırdığı ve de Hz. Îsâ’nın
ümmetini sonunda dinsiz bıraktığı gibi, bu din de, bu dinin mensupları da yok
olup gidecektir.
Şeriat, dinin hayatta uygulanma
şeklidir. Hayatta uygulanmayan bir din de yok olmaya mahkum olacaktır. Bu dinin
mensupları ol-duklarını iddia eden Müslümanlar da sonunda bu dinin sadece
vicdanlara hapsedilen, hayatta uygulanırlılığı olmayan bir takım kuru ah-lâkî
kurallar manzumesi olduğunu zannederek, hayatta uygulanan başka dinler, başka
şeriatlar, başka sistemlerin varlığını kabul ederek dinleriyle ilgileri
kalmayacaktır. İşin acısı, Müslümanlar olarak kendilerini izâfe ettikleri din de
Allah’ın dini olmaktan çıkacaktır. Zira Allah âyet-i kerimesinde son derece açık
bir biçimde şöyle buyurur: “Benim dinimi ikame edin, benim dinimi uygulayarak
ayakta tutun. Uyguladığınız, hayatınıza hakim olan din benim dinim olsun. Hayata
geçirilmiş din, benim dinim olsun. Değilse sizler benim dinimde değil,
başkalarının dinindesiniz demektir.”
Bunun yanında, sadece Allah’ın
belirlediği yasalara şeriat den-mez, Allah’tan başkalarının yasalarına da şeriat
denir. Bakın yine Şû-râ sûresinde şöyle buyurulur:
“Yoksa, Allah’ın dinde izin
vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır? Eğer kesin yargı
bu-lunmayacak olsaydı aralarında hemen hükmedilirdi. Doğ-rusu, zalimlere can
yakıcı azap vardır.”
(Şûrâ 21)
İnsanlar kendilerine Allah’la beraber,
ya da Allah berisinde Allah’ın kendilerine izin vermediği konularda onlara din
koyacak, şeriat belirleyecek ortaklar mı bulmuşlar? Onların Allah berisinde,
Allah’ın dışında hüküm, kanun koymada, din, hayat programı belirlemede, şe-riat
va’z etmede Allah’a ortak kabul ettikleri bir kısım varlıklar mı vardır ki,
onların koydukları kanunlara itaat etmeye çalışıyor, onların belirledikleri
yasaları uygulamaya çalışıyorlar? Allah’tan başka onların Allah’a ortak
koştukları bir kısım şerikleri, şürekâları mı vardır ki, onların ortaya
attıkları akidelere, nazariyelere iman ederek onlara riâyet etmeye çalışıyorlar?
İnsanların böyle din koyan, yasa belirleyen şerikleri mi var ki, kişisel ve
toplumsal hayatlarını düzenlemede onların dinlerine, onların şeriatlerine,
yasalarına müracaat ediyorlar? Hukukta, eğitimde, siyasette, yönetimde,
mahkemelerde hep onların kanunlarını esas almaya çalışıyorlar. Bakın Rabbimiz,
âyet-i kerimede bunların ortaya atıp insanlara empoze ettikleri kanunlarına,
yasalarına, sistemlerine ve hayat programlarına da din diyor. “Onlar, Allah dini
dururken size din mi koyuyorlar,” buyuruyor.
Dikkat ederseniz, önceki âyetlerde
Rabbimiz kulları için şeriat belirlediğini anlatmıştı. Kur’an’daki emir ve
yasaklarının pratik hayatta uygulanması adına kullarına şeriat belirlediğini ve
bu konuda sadece kendisinin yetkili olduğunu, kendisinden başka hiç kimsenin
şeriat, din belirlemeye ve yasa koymaya hak sahibi olmadığını anlatmıştı. Burada
da Rabbimiz, kendisinden başka şeriat belirleyen, kanun, ya-sa koyan kimseleri
ve bunların koydukları dinlere, bunların ortaya at-tıkları şeriatlere tâbi olan
müşrikleri anlatıyor. Yani bu insanların Allah’tan başka Rabbleri mi var ki
onlara din belirlemeye kalkışıyor, on-lar adına hayat programı tespit etmeye
kalkışıyorlar?! Allah’ın izin ver-mediği şeyleri onlara meşrû mu kılmaya
çalışıyorlar!? Allah’ın kulları adına tanzim buyurduğu kanunları bırakarak,
diledikleri gibi insanlara, Allah kullarına kanun yapmaya kalkışıyorlar, öyle
mi!? Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl kılarak, Allah’ın helâllerini de haram
kılarak şeriat koyuyorlar, öyle mi!? Kendilerini şârî görüyor, teşrî hakkının
kendilerinde olduğunu mu iddia etmeye kalkışıyorlar!? “Hâkimiyet bizdedir”
diyorlar, öyle mi!?
“Ey kullarım! Şunu hiç bir zaman
hatırınızdan çıkarmayın ki, böyle yaparak, Allah’ın izni olmadığı halde,
Allah’ın kanunlarını, Allah’ın şeriatını görmezden gelerek yeryüzünde şeriat
belirlemeye, kanun koymaya çalışan bu tür tâğutların şeriatlerini, onların
kanunlarını uygulamaya çalışanlar, gerçek Rabbleri olan Beni bırakıp, Benim
dinimden çıkıp, bu şeriatleri ortaya koyanları Rabb kabul edip, bunları sanki
Benim ortaklarımmış gibi kabul edip bu kimselere kulluk etmeye çalışan
kimselerdir. İnsanların ortaya attıkları tüm sistemler, tüm kanunlar, şeriatler,
tüm hayat programları bilesiniz ki Allah’ın dininin kar-şısında ortaya atılmış
birer yeni dindir. Onlar nasıl ki Allah’ın izni olmadan, Allah’ın dinine rağmen
bu dinleri ortaya koyarak küfretmişlerse, Allah’ın izni olmadan onlara uyanlar,
onların bu hayat programlarını uygulayanlar da, aynen onların dinlerine uymuş ve
şirke düşmüş kimselerdir.” Âyet çok açık ve net bir biçimde bize bunu anlatır.
Kanun koyanlar için de, şeriat
belirleyenler için de, Allah dinini, Allah şeriatını bırakıp da insanların
belirledikleri bu şeriatleri uygulamaya çalışanlar için de bu öyle büyük bir suç
ki, eğer fasıl kelimesi ol-masaydı, Allah onların tamamının defterini dürerdi.
Fasıl kelimesi; ya-ni azabın belli bir süreye kadar ertelenmesi sözü, Allah
tarafından e-zelde verilmeseydi, onların işi bitikti. Eğer Allah sevap ve
cezanın âhi-ret günü açıklanacağına, her şeyi kıyâmet günü açıklayıp ortaya
dökeceğine, haklıyı ve haksızı, hak yolda olanı ve bâtıl yolda gideni kıyâmet
günü açıklayıp aralarında kesin hükmünü o gün vereceğine dair söz vermemiş
olsaydı, bu kâfirlerin defterleri çoktan dürülmüş o-lurdu.
Eğer Rabbimiz bu kâfirlerin
defterlerini dünyada dürüp, mü’-minlerin de haklılığını dünyada ilân edip
mükafatlarını dünyada verseydi, o zaman araları kesinlikle ayrılacaktı. Hakla
bâtılın, haklıyla haksızın arası ayrılacaktı. Her şey ortaya dökülecekti. Ama
Allah böyle murad etmemiştir. Bu, bu dünyada değil öbür tarafta olacağı için, bu
müşrikler şu anda bu şirklerine rağmen yaşama imkânı bulabilmektedirler.
Şimdilik yaşasınlar bakalım, pek yakında başlarına nelerin geleceğini
anlayacaklar!
Rabbimiz, peygamberine ve onun şahsında
bize diyor ki, “size takip edeceğiniz bir yol, bir şeriat, bir hayat tarzı
belirledik. Siz ona uyun ve kesinlikle bilgisizlerin hevâ ve heveslerine
uymayın. Allah’ın şeriatını tanıyan, Allah’ın yolunu bilen birisinin
başkalarının şeriatına uyup tâbi olması kesinlikle mümkün değildir. Ama Allah’ın
şeriatını bil-meyen, tanımayan kişi, ya kendi hevâsına, ya da başkalarının hevâ
ve heveslerine uyacaktır. Çevremizde bir tek insan bile kalmasa, toplum bizden
farklı şeyler istese de, biz yine de Rabbimizin yasalarına uymak, onlar
istikâmetinde bir hayat yaşamak zorundayız; âyet-i kerime bize bunu
anlatıyor.
19. “Şüphesiz onlar seni Allah’tan
müstağni kılamazlar. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostudurlar. Sakınanların
dostu ise Allah’tır.”
Tüm dünya birleşse dahi, seni
Allah’tan ve Allah’ın yasalarını uygulamaktan müstağni kılamazlar. Onlar Allah’a
karşı sana hiçbir fayda sağlayamazlar. Muhakkak ki kendilerini Allah’a kulluk
makamından uzaklaştırıp ya kendi hevâlarını, ya da başkalarının hevâ ve
heveslerini putlaştıran zalimler birbirlerinin velisidirler. Birbirlerinin
tan-rısı ve kuludurlar. Onlar, Allah yasalarını bırakıp birbirlerinin yasalarını
uygulayarak birbirlerine kulluk yapmaktadırlar.
Sakın ha peygamberim, bazı
mülâhazalarla, meselâ bu adamların gönüllerini kazanayım, bunların desteğini
elde edeyim, bunların teveccühleri benimle olsun diye Rabbinin yolunu, Rabbinin
şeriatını uygulamaktan vaz geçip onların hevâ ve heveslerine uyarak kendini çok
büyük bir tehlikenin içine atma. Eğer böyle yapacak olursan, bilesin ki Rabbinin
azabından seni hiç kimse kurtaramaz. Allah’a karşı hiç kimsenin sana
yapabileceği bir şey yoktur. Eğer bir kişi Allah’a ve Al-lah’ın dinine karşı
ters düşerek, Allah’ın şeraitine rağmen, Allah’ın ki-tabına rağmen birilerinin
şeriatlerine, birilerinin kanunlarına, yasalarına ve arzularına tâbi olmaya ve
onlara kulluk ederek, onları kendisinden razı etmeye çalışırsa, o kimseyi hiçbir
güç ve kuvvet Allah’ın azabından kurtaramaz.
İşte böyleleri zalimlerdir. Bunlar, hem
kendilerine, hem Allah’a, hem Allah’ın kitabına, hem peygambere, hem de tüm
çevrelerine zul-meden kimselerdir. Çünkü küfür ve şirk, yeryüzünde en büyük
zulüm-dür. Allah kendilerini kulluk makamında görmek istediği halde kendilerini
Rabblerine kulluk ortamından çıkarıp ya kendilerinin, ya da çevrelerinde Allah
berisinde birilerinin kulu-kölesi konumuna düşürenler, yeryüzünde en büyük
zalimlerdir. Bunlar birbirlerinin de velisidirler. Muttakîlerin velisi
Allah’tır, ama bunların velisi insanlardır. Mü’minler, Allah’ın kararlarını
uygularken bunlar birbirlerinin kararlarını uygularlar. Allah kendisini velî
bilip kendi kararlarını uygulayan müminlere yardım edecek, onlar adına aldığı
kararlarla onların hayatlarını hem dünyada güzelleştirecek, hem de âhirette
onlara çok mutlu bir hayat nasip edecektir. Ama zalimlerin velâyeti altına
giren, onların kanunlarını uygulamaya çalışan zalimlerin velileri de, onlar adına aldıkları
ka-rarlarla onları hem dünyada perişan edecek, hem de âhirette cehenneme
yuvarlanmalarına sebep olacaklardır.
20. “Bu Kur’an, insanlar için belgeler;
kesin olarak inanan millet için doğruluk rehberi ve
rahmettir.”
Bu kitap insanlar için
basirettir. Basiret sahibi olmak isteyenin mutlaka bu kitapla beraber olması
gerekir. Bu kitabın içindeki basiretlerden istifade etmesi gerekir. Bu kitapla
beraber olmayan kimselerin, basirete ulaşmaları asla mümkün
olmayacaktır.
Basiret; görmek, ileriyi görmek, hayrı,
hakkı, gerçeği görmek demektir. Vahyin, Allah bilgisinin ortaya koyduğu gerçeğin
yüzünü görmek, gerçekle alâkalı görüş sahibi olmak demektir basiret. İşte bunun
yolu bu kitaptan geçer. Çünkü bu kitap, tüm insanlık için be-sâirdir. Sadece
mü’minler için değil, bu kitap kâfirlere de gerçeği gösterir. Kâfirlere de
geleceği beyan eder. Meselâ nasıl? Bu kitap kâfirlere der ki: “Ey kâfirler! Eğer
sizler Allah’ın istediği, bu kitabın tarif ettiği gibi bir hayatı yaşamaz,
Allah’ın size gönderdiği bu basiretlerle ilgi kurmaz, bu kitabın sizden istediği
iman ve teslimiyeti gerçekleştirmez-seniz, o zaman kesinlikle bilesiniz ki
geleceğiniz ateştir. İleriniz azaptır. Sonunuz cehenneme yuvarlanmaktır.”
Böylece onlara da gelece-ği göstererek, onları da hakikatle yüz yüze getirerek,
bu kitap onlara da besair olur.
Kâfirlerin önünde böyle dayanılmaz bir
ateşin olduğunu haber veren bu kitap, mü’minlerin, iman eden ve salih ameller
işleyenlerin önünde de, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ebedî bir
cennet ve saadetin olduğunu haber veriyor.
Bu kitap besâirdir. Hem mü’minlere, hem
de kâfirlere dünya hayatındaki saadet ve şekâvet yollarını, mutluluk ve
bedbahtlık yollarını gösterip açıkladığı gibi, yaşadığımız bu hayatın sonunda
gideceğimiz âhiret hayatında ebedî kazanç ve ebedî kayıp yollarını da gösterip
açıklamaktadır. Mü’min-kâfir, tüm insanlığı mutlak gerçeklerle yüz yüze
getirmektedir.
Rabbinizden size basiretler
gelmiştir. İşte bütün bu anlatılanları anlayabilmeniz için, Rabbinizden size
kalp gözleri gelmiştir. Basar, basiret, önümüzü gösteren, yolumuzu aydınlatan,
nerede nasıl davranacağımızı, hayatımızın her bir birimini nasıl
düzenleyeceğimizi gösteren, anlatan, yolumuzu açan, aydınlatan nûrdur, ışıktır,
yol göstericidir. Rabbinizden apaçık âyetler geldi size. Size kalplerinizi,
gözlerinizi, kulaklarınızı açan âyetler geldi. Ben sizi zorla Müslüman yapacak
değilim. Bana inanmanız, bana teslim olmanız ve kendi lehinize hükmetmeniz için
ben tüm sebepleri, tüm vasıtaları yarattım. Bundan önceki âyetlerde anlattığım
gibi dışınızda ve içinizde yığınlarla görsel âyetler yaratıp onları size arz
ettim. Bir de işitsel âyetler denen şu Kur’an âyetlerini gönderdim. Tüm bu
yarattığım âyetlere intibak e-debilecek, onları anlayıp değerlendirebilecek,
göz, kulak ve kalp ver-dim size.
Artık siz bilirsiniz, ister iman
eder kendi lehinize hükmeder, ister küfreder, tüm bu âyetlere karşı kör ve sağır
davranır, sonucuna kendiniz katlanmanız şartıyla aleyhinize hükmedersiniz.
Unutmayın ki, inanmanız da küfretmeniz de sizin içindir. Allah’ın sizin
imanlarınıza da, amellerinize de ihtiyacı yoktur. Ne yaparsanız kendi lehinize
ve aleyhinizedir.
En’âm sûresi 104. âyette, Rabbimiz bu
kitabın basiretler olduğunu anlattıktan sonra buyurur ki:
“Kim görür, hadiselere bu basiretlerle
bakar, bu gözlükleri kullanırsa kendi lehine hükmetmiş; kim de körlük yapar, bu
gözlükleri kullanmak istemez ve hadiselere bu âyetlerle bakmak istemezse o da
kendi aleyhine hükmetmiş, kör kalmayı tercih etmiş
demektir.”
Kur’an besair, nûr, hidâyet ve
Furkân’dır. Hani arabanızla geceleyin bir yere giderken arabanın farlarını
yakıverince önünüz aydınlanır, köprüyü, virajı, tehlikeyi böylelikle anlarsınız
ya, işte Kur’an da böyle bir nûrdur, Furkân’dır. Olaylara Kur’an’ın gözlüğüyle
bakıverdiniz mi, o her şeyi size fark ettiriverecektir. Ama Kur’an’dan
habersizsek, olaylara Kur’an’la bakamazsak, aile hayatımızı, toplum hayatımızı,
hukukumuzu, eğitimimizi, kazanmamızı, harcamamızı, sosyal ve siyasal
yapılanmalarımızı, ekonomik düzenlemelerimizi Kur’an kaynaklı, Kur’an gözlüklü
düzenlemezsek, tüm bunları Kur’an’ın gözetiminde yapmazsak, işte o zaman
aydınlığa çıkmamız mümkün olmayacaktır.
Hangi insan, hangi toplum, hangi aile
Kur’an’la birlikte problemleri çözmeye çalışır, Kur’an kaynaklı problemlere
yaklaşmayı prensip edinir, “bu konuda Allah ne diyor? Kur’an ne diyor?” diyerek
Allah’ın kitabına müracaat eder ve çözümü Allah’ın kitabında arar, Kur’an’la
görmeye, Kur’an’la bakmaya çalışırsa, mutlaka aydınlığa ve hayra ulaşır. Bu
aydınlığa ulaşması sonunda kendi lehine olacaktır. Yâni dünyada aydın, mutlu bir
hayat elde etmiş olacaktır.
Öyleyse ey Müslümanlar!
Ekonomiyle ilgili bir derdiniz mi var? Ekonomik hayatınızı aydınlığa, düzlüğe
çıkarmak mı istiyorsunuz? Hukukunuzu aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz?
Eğitiminizi düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Aile hayatınızı, toplum
hayatınızı, gecenizi, gündüzünüzü, bugününüzü, yarınınızı, namazınızı,
orucunuzu, zikrinizi, fikrinizi, dünyanızı, âhiretinizi aydınlığa çıkarmak mı
istiyorsunuz? O halde problemlere basiretlerle bakmak zorundasınız. Tüm bu
problemleri basiretlerle, yâni Kur’an âyetleriyle çözümlemek zorundasınız.
Ama Allah böyle basiretler
gönderdiği halde kim de körlüğü tercih eder, kör olmayı, kör kalmayı tercih
ederse, o da kör olmaya ve kör kalmaya mahkumdur. Allah’ın kitabına gözlerini
kapayan, kitapla ilgilenmeyen, problemlere kitapla çözüm aramayan toplum kör
kalmaya mahkumdur. Karanlıklar, bunalımlar, çözümsüzlükler ve çaresizlikler
içinde bocalamaya mahkumdur. İşte şu anda Kur’an’dan kaçan ve basiretlerin
dışında başka yerlerde çözüm arayan toplumumuzun ne yapacağını şaşırmış bir
vaziyette çırpındığını, bocaladığını görüyoruz. Her şeyimiz bozuk, her şeyimiz
çözümsüz…
Problemlere çözüm arayan
idareciler de her şeyi denemeden, ama Kur’an’a müracaat etmemeden yanalar. Böyle
adamlara, yâni Kur’an’ın tabiriyle kör, sağır ve dilsiz insanlara neyimizi
emanet edebiliriz ki? Hangi işimizi emanet edebiliriz bunlara? Bu adamlar bizim
için ve bu ülke için ne yapabilirler? Kur’an’dan kaçan, Kur’an’ın çözümlerinden
habersiz olan bu insanlar neden kurtarabilecekler ki bizi? Açlıktan
kurtarabilirler mi? Bunalımlardan kurtarabilirler mi? Karanlık ve sömürgeci
güçlerin egemenliğinden bizi kurtarabilirler mi? Bizi aydınlığa, düzlüğe
çıkarabilirler mi? Hani yıllardır bu iddiada olanlar, yıllardır bize bunları
vaad edenler bugüne kadar ne yapabildiler bizim için? Bizi karanlık ve egemen
güçlere satmanın dışında, biraz daha onlara borçlandırarak sırtımıza ipotekler
koymanın ve onların kucağına itmenin dışında, bizi onlara peşkeş çekmenin
dışında ne yaptılar?! Söyleyin ne yaptılar bu Kur’an düşmanları?
“Benim Kur’an’a ihtiyacım yoktur!
Bizim böyle bir kitaba ihtiyacımız yoktur! Ben toplum problemlerini kendi
gücümle, kendi bilgimle çözerim! Ben bu problemleri A.B.D ile, A.E.T ile
çözerim!” diyerek Kur’an’dan kaçan, Allah’ın çözüm önerilerini beğenmeyen,
basiretlerle ilgilenmeyen bu körlere daha ne zamana kadar bel bağlayacağız! Daha
ne zamana kadar bunları, bu basiretsizleri Allah’a tercih edeceğiz! Allah bu
topluma basiret versin, şuur versin inşallah.
Kur’an, basirettir. Hadiselere
Kur’an’la, Kur’an’ın gözlüğüyle bakan kimseyle ona karşı kör ve sağır kesilen
kimse çok farklıdır. Peygamberimizin, “Mü’minin ferasetiyle yol bulun, çünkü o
Allah’ın nûruyla bakar” hadisi de işte bu gerçeği anlatır. Hadiste
anlatılan nûr da Kur’an’dır. Bir mü’min gaybı bilmez, bilemez. Allah onu
kullarına açmamıştır. İşte mü’min, gaybı bilmediği, geleceği göremediği için ona
Kur’an sayesinde basiretler vermiştir Rabbimiz. Ya-ni ilerisini Kur’an’la
değerlendirip adımlarını sağlam atması, kararlarını düzgün vermesi ve hata
etmemesi için Rabbimiz bu kitabın âyetlerini onlar için basiretler kılmıştır.
İleriyi bu kitabın âyetleriyle görsünler, ile-riye bu kitabın âyetlerinin
gözlüğüyle baksınlar, hayatın problemlerini onunla değerlendirip çözsünler,
hayatlarını onunla düzenlesinler ve hata etmesinler, yanlışa düşmesinler, isâbet
güçleri artsın diye Rabbi-miz bu kitabın âyetlerini göndermiştir.
Zira, yeryüzünde ‘sünnetullah’
dediğimiz Allah yasaları işlemektedir. Yeryüzünde işleyen bu Allah yasalarını
bilen kişi, olayları tahlil ve geleceği düzenleme konusunda elbette basiret
sahibidir. Kur’an’la, basiretle beraber olan kişi elbette her şeyi iyi bilecek
ve ki-tap sayesinde onun bakışı keskinleşecektir. Meselâ şu anda ben desem ki,
yakında şu yeryüzünün en büyük şeytanı, yeryüzünün en büyük teröristi ve kan
içicisi Amerika yıkılacaktır. Anlarsınız ki bu benim tavrım asla gaybı bilmek
değil, gaybdan haber vermek değil Allah ya-salarını bilmektir. Allah’ın
yeryüzünde koyduğu yasaları bilen birisi bu-nu çok rahat anlayacaktır. Çünkü
Â’râf’ta anlatıldığına göre Rabbimiz, her insan için nasıl bir ecel tayin
buyurmuşsa, aynı zamanda toplumlar için de bir ecel tayin buyurmuştur. Bu,
Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasadır. Toplumlar adalet üzerine kuruldukları
zaman onların ömürlerinin biraz daha uzun olacağı, ama zulmetmeye başladıkları
zaman da onların ecellerinin ve sonlarının yaklaştığını Allah kitabında haber
vermektedir. Şimdi olaylara Allah’ın kitabıyla bakabilen birisi olarak benim
bunu bilmem çok normaldir ve bu asla gaybdan haber vermek de değildir.
Madem ki bu kitabın âyetleri
basirettir, o halde hadiselere bu kitabın gözlüğüyle bakabilen kimseyle bu
kitabın âyetlerine karşı kör ve sağır kesilen kişi elbette birbirlerinden farklı
olacaklardır.
Meselâ kitaptan bir âyet öğrendikten
sonra o âyeti öğrenmeden önceki bakışım değişiveriyor. Bir âyet öğreniyorum
Allah’ın kitabından ve artık suya bakışım değişiyor. Başka bir âyet öğreniyorum
veya başka bir gözlük takıyorum gözüme, bu defa bu âyetin konu edindiği kadına
bakışım değişiyor. Bir başka âyet öğreniyorum, mala bakışım değişiyor. İstikbâl
anlayışım değişiyor, kazanma-harcama an-layışım, ihtiyaç anlayışım,
zenginlik-fakirlik anlayışım, ikram, infak, sevgi ve nefret anlayışlarım
değişiveriyor.
Meselâ Nisâ’yı, Ahzâb’ı
tanıdıktan sonra benim dünkü kadın anlayışım, kadına bakışım tamamen değişti.
Dün sokakta kapalı bir kadın gördüğüm zaman seviniyordum. Çok şükür
sokaklarımızda ka-palı kadınlar da dolaşmaya başladılar diye seviniyor ve
onlarla iftihar ediyordum. Ama bu sûreleri öğrendikten, yani hadiselere
Kur’an’ın bu sûrelerinin gözlüğüyle bakabilecek noktaya geldikten sonra şimdi bu
tür kapalı kadınları sokakta gördüğüm zaman üzülüyor ve onlara acı-yorum. “Ne
işi vardı bu mü’minelerin bu sokaklarda? Keşke vakarla evlerinde oturup
Rabblerinin arzusuna teslimiyet gösterselerdi,” di-yorum.
Bir adam görüyorum, okuduğum,
öğrendiğim bir âyeti onun yüzünde okuyor ve seviyorum onu. Bağrıma basmak
geliyor içimden onu. Bir başkasını görüyorum, okuduğum âyetler sanki yüzünde
canlanıyor ve içimden alçak diye bağırasım, yüzüne tüküresim geliyor. Bir
alış-veriş görüyorum, öğrendiğim âyetler, gözüme taktığım gözlükler hemen onun
fâiz olduğunu ve böyle bir alış-verişe girmemem gerektiğini söylüyor. Bir eğitim
sistemi görüyorum, okuduğum âyetler, ya da gözüme taktığım gözlükler onun
tamamen vahiy kaçkını, materyalist bir eğitim sistemi olduğunu söylüyor. Ne
kendimi, ne de çocuklarımı kesinlikle böyle bir eğitime teslim etmemem gerektiğini söylüyor. Ayırıyor
bunları kalbim. Gözlerim bunları fark ediyor. Vahiyle bütünleşen basiretim
bunları ayrıştırıyor.
Bir şişe içki, dünyanın en
kaliteli içkisi de olsa, birileri ona ulaşmak için Avrupalara kadar gitmeyi göze
alsa da, benim için imrenilecek bir şey değildir. Zinadan nefret ederim.
Çuvallarla da olsa haram para zerre kadar ilgimi çekmez benim. Çünkü Allah’tan
basiretler geldi bana. Allah’tan gözlükler geldi bize. Rabbimiz gönderdiği bu
ba-siretleriyle bir kısım şeyleri bize sevdirdi; biz onları severiz. Bir kısım
şeylerden de nefret ettirdi, biz onlardan da nefret
ederiz.
İşte iki bakış… Birisi hadiselere
Kur’an’ın gözlüğüyle bakabilen insanın bakışı, ötekisi de hadiselere kendi hevâ
ve heveslerinin gözlüğüyle bakışı.
Hz Ömer kendi döneminde İran’a
Müslümanlardan bir elçi gönderir. Elçi, Kisra’nın sarayına girer. Kisra’nın
sarayında yerler ipek ve atlas halılarla döşelidir. Birilerinin gözlerini
kamaştıran bu ihtişamlı sergiler ve halıların üzerinde yürüyen sahâbe zayıf,
cılız, ama alabildiğine vakûr ve başı dik bir şekilde yürümektedir. Birilerinin
bakmaya bile kıyamadığı bu halıların üzerinde Kisra’ya doğru yürürken,
mızrağıyla halıları dele dele Kisra’nın huzuruna yaklaşıyordu. Herkes hayretten
donakalmıştı bu manzara karşısında. O debdebe ve âlâyişe değer verenler
hayretler içinde o yiğidi seyrederlerken, o sahâbenin kafasında bir tek derdi
vardı. O da İran’ın Kisra’sının ve halkının Müslüman olması. Bu büyük dâvâ
yanında ne kıymeti vardı gerisinin? İhti-şam içinde yüzen bu insanlar ateşe
doğru giderlerken, cehenneme doğru giderlerken, bu halıların, sergilerin ne
değeri vardı?
İşte iki bakış. Birisi halıya,
kilime, koltuğa, kanepeye, süse, ihtişama, paraya, pula iman derecesinde bir
bağlılık, diğeri ise “dünyaya dalarım da, Rabbimi ikinci plana atarım,”
endişesiyle şiddetle onlardan kaçış. Birisi dünyayı kıbleleştirmiş, dünyaya
kul-köle olmuş bir insanın bakışı, ötekisi de âhireti için dünyayı ve
dünyalıkların tümünü ayaklarının altına alan mü’minin
bakışı.
Aynen bunun gibi, Bizans hükümdarı,
karşısında İslâm askerlerini görünce hayret ve dehşet içinde çevresindekilere
şöyle diyordu: “Dikkat edin, şu anda karşınızda sizin hayatı ve yaşamayı
sevdiğiniz kadar ölümü seven ve ona can atan bir ordu var. Ona göre ne
yapacaksanız yapın!” İşte iki göz, işte iki bakış ve iki değerlendiriş… Birisi
dünyayı sevmiş, onu hedef ve kıble edinmiş, onu kaybetmemek adına her şeyini
fedâ etmeye hazır bir bakış, diğeri ise âhireti kazanma adına her şeyi göze
alabilecek kadar dünyayı ve dünyalıkları ayaklarının altına almış, şehadete
susamış bir bakış… İşte Kur’an’la bakabilen bir mü’minin bakışı ve işte kitaptan
habersiz birinin bakışı…
Mü’min etrafında cereyan eden her olay,
her eşya karşısında mutlaka bir tavır belirleyen insandır. Ya kabul edecektir
onu, ya da reddedecektir. Ya meşrû diyecektir ona, ya da gayr-ı meşrû
diyecektir. İşte bu bakış, bu değerlendiriş ve bu tavır belirlemede vahiy ölçü
ise, bilelim ki bu Allah’ın istediği bir bakış ve değerlendiriştir. Değilse o
zaman bu değerlendiriş nefsin, hevânın ve şeytanın kaynaklık ettiği bir
değerlendiriştir. Meselâ kalabalığın içinde bir kadın görüyoruz, açık yeri,
kapalı yerinden fazla ve bu haliyle insanları eğlendirmeye çalışıyor. Birileri
çılgınca onu alkışlasalar da, mü’min böyle bir manzara karşısında tükürüğünü
bile lâyık görmeyecektir ona. Veya işte dün-ya çapında bir futbolcu bir gol
atar. Tüm dünya çılgınca onu alkışlarken, bir Müslüman için bu hiçbir değer
ifade etmez. Veya piyasaya bir dergi çıkar, şehvetperestler onu elden ele
dolaştırıp suyunu çıkarmaya çalışırlarken, bir Müslüman da, “Allah ve Resûlü’nün
sevmediği bir mikroptur bu!” diyerek elini ve evini bu zehirden korumanın
gayretine düşer. İşte bunlar farklı farklı bakışlar, farklı farklı
değerlendirmelerdir. İşte bu değerlendirmelerde Kur’an besâirdir,
kıstastır.
Düşünün ki herkesin gözleri bozuktu da,
Allah gözlükler gönderdi. Kim bu gözlükleri takar ve hadiselere bu gözlüklerle
bakarsa, her şeyi dürüst görür, kim de bu gözlükleri takmaz, kendi bilgisiyle
o-laylara bakmaya çalışırsa, o da bozuk görecektir.
Kim Allah’ın kitabıyla ve Resûlü’nün
sünnetiyle olaylara bakarsa o kimse Allah’ın istediği gibi görmeye başlar. Kim
de bu gözlüklerle ilgilenmezse, o da nefsinin, şehvetinin, mantığının istediği
gibi gör-meye başlar. İşin garibi o toplumda ihtilaflar, vuruşmalar, çekişmeler
de hiçbir zaman bitmeyecektir. Çünkü gözlükler, bakışlar farklı olunca, elbette
görüşler de hep farklı olmaya devam edecektir.
Bu kitap besâirdir, hidâyettir ve
rahmettir. Bu kitap yol göstericidir, kılavuzdur. Ama sadece yolu
gösterivermekle kalmaz bu kitap, sadece yolu tarif edivermekle kalmaz, aynı
zamanda insanların o yola girmelerine yardımcı olduğu gibi, yolun sonuna kadar
da onların ellerinden tutup onlara mihmandarlık
yapmaktadır.
Bir de bu kitap, iman edenleri yakîne
ulaştırma özelliğine de sahiptir. İman edecek ve bu imanını yakîn derecesine
ulaştıracak in-sanların bilgilerini, imanlarını kuru bir bilgi, kuru bir iman
olmaktan çıkarıp canlı, aktif, diri hale getirecek
olandır.
Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz: Bu
kitap tüm insanlık için besâirdir. Tüm insanlara yol gösterici bir özelliğe
sahiptir. Ama sadece yakîne ermek isteyen mü’minler için hidâyet ve rahmettir.
Yani tüm insanlık için hidâyet ve basiret olan bu kitap, sadece yakîne erme
ni-yetinde olanlar için rahmettir.
21. “Yoksa, kötülük işleyen kimseler,
ölümlerinde ve diriliklerinde kendilerini, inanıp yararlı iş işleyen kimseler
ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne
kötü hüküm ve-riyorlar!”
Kötülüğe bulaşan, durmadan
kötülük işleyen kimseleri, Allah’ın istediği biçimde iman eden ve bu imanlarını
yaşamanın kavgasını veren, imanlarını hayata aktarabilme adına salih ameller
işleyen kimselerle bir mi tutacağız?! Bunların hem hayatları, hem de ölümleri
müsavi olacak öyle mi?! Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi zannediyor bu
insanlar?! Ne kadar da kötü hükmediyor bu insanlar?!
Yâni şimdi biz Müslümanları kâfirlerle
denk mi tutacağız?! Müslümanları, mücrimler gibi mi kabul edeceğiz?! Mümkün mü
bu?! Deli misiniz siz?! Aklınız ermez mi sizin?! Allah’a, Allah’ın kitabına,
Al-lah’ın peygamberine inanan, kitap ve peygamberle birlikte olan, hayatını
kitap ve peygamberle düzenleyen kimseyle, kitaba ve peygambere sihir diyen,
sihirbaz diyen birini denk tutacağız ha?! Allah’ın kitabıyla yol bulan kimseyle,
kitabı reddedip kendi kendine yol bulmaya çalışan kimseyi bir tutacağız öyle
mi?! Allah’a müracaat ederek yaşayan kimseyle, Allah’ı reddedip nefsine,
şeytanlara, hevâsına, toplumuna, tâğutlara, modaya, âdetlere ve tüm yeryüzü
tanrılarına uymaya çalışan kişiyi bir kabul edeceğiz öyle mi?! Olacak şey mi
bu?! Ne kötü hükmediyor bu insanlar?! Hayır hayır! Biz, Müslüman ile kâfiri asla
denk tutmayacağız. Ne hayatında, ne de ölümünde bu ikisi birbirine denk
tutulmayacaktır.
Müslüman olan, teslim olan, iradesini
Allah’a teslim eden, oylamasını Allah’tan yana kullanan, Allah’ın seçimini
kendisi için seçim kabul eden, Allah’ın kendisi adına yeryüzünde aldığı kulluk
maddelerini uygulamaya çalışan bir Müslüman ile, suçlu olan, kötülük işleyen,
kötülük peşinde koşan, reddeden, baş kaldıran, isyan eden, itiraz e-den, kabule
yanaşmayan birini kesinlikle bir tutmayacağız.
Kâfirler, mücrimler ne kadar da yanlış
hükmediyorlar. Hem dünyada, hem de âhirette kendilerinin mü’minlerden bir
farklarının ol-madığını, olmayacağını iddia ediyorlar. Hattâ dünyada da,
âhirette de mü’minlerden çok üstün bir konumda olacaklarını zannediyor ve iddia
ediyorlar.
Hem Müslümanlarla alay ediyor,
Müslümanlara hayat hakkı tanımıyor, hem de dünya hayatından memnun oluyorlar.
Onların tüm hedefleri dünya hayatıdır. Kitabımızın onlar hakkında buyurduğu
ekini ve nesli bozma özelliklerinden de anlıyoruz ki, bu adamların dünyasında da
hayır yoktur. Gerçi dış görünüşleri itibariyle dünyayı hedefledikleri için
dünyada gerçekten erişemedikleri bir şey yok gibi, ama nihâyet kendi elleriyle
dünyalarını da bozmuşlar. Mekânik bir hayata gelmişler. Robotlaşmışlar,
duyguları bitmiştir. Hisleri, hareketleri kaybolmuştur. Sevmek, sevilmek,
ağlamak, gülmek gibi tüm insanî duyguları bitmiştir. Fedâkârlık, cefakârlık
duyguları bitmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları bitmiştir.
Karılık-kocalık bağları bitmiştir. Babalık-oğulluk bağları bitmiştir. Her
şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içindeyken tüm dünya onların olsa ne çıkar?
Şu anda aslında bu kâfirler
cehennemi yaşıyorlar, ama böyle bir hayat onlara süslü geliyor. Bunu hayat
zannediyorlar. Yani çok ra-hat altlarından kaçırdıkları kadınlar, üstlerinden
kaçırdıkları kocalar onların iç dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin
yaralar açıyor, ama bunu sanki fevkâlâde güzel bir şeymiş gibi süslü görmeye
çalışıyorlar. Konuştukları zaman da her biri bunu ortaya koymaktan hiç de
sıkıntı duymuyor. Çok rahat bir şekilde birbirlerini aşağıya indirebiliyorlar.
Çok rahat bir şekilde birbirlerini atlatabiliyor, rezil bir hayatı birlikte
yaşıyorlar.
Meselâ bir adam cadde ortasında
herkesin gözleri önünde aç-lıktan geberip gitse, “kimsin?” diyen olmuyor, ama
yine de bu hayat kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle tüm gördükleri,
oldum olası bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım, zaten bu adamlar
geberir gebermez hepsi de cehenneme gidecekler. Hakikaten acımak gerekiyor bu
adamlara, ama acımaya da hakkımız yok. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür ölmez
de cehenneme gidecekler, büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini. Dünyada
ne görmüşlerse, zevkleri de, sefaları da, eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak.
Lâkin işin garibi bu halleriyle bile Müslümanlara hep tepeden bakıyor, alay
ediyorlar. “Dünyada da, âhirette de biz çok iyi bir konumda olacağız,” diyorlar.
Ama sakın ha sakın, siz
Müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin. Onlara acınacak bir zavallı
gözüyle bakalım. Gerçekten ağlanacak durumda olanların kendilerinin olduğunu
söyleyelim onlara ve hiçbir zaman en ufak bir şekilde bile olsa kalbimizden
onlara benzemek duygusu geçirmeyelim. Hiçbir zaman onların yaşadığı hayatın
özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim. Çünkü ilim bizde, hikmet bizde,
izzet ve şeref bizde, akıl ve feraset, kitap ve hidâyet bizdedir. Dünyada
mutluluk, âhirette saadet ve cennet bizdedir. Bütün bunlara rağmen bunların, bu
zavallıların bizim üzerimizde uyguladıkları propagandalar sonucu hemen hemen
çoğumuzun da etkisinde kaldığı konular vardır.
“Efendim, işte bunların dünya
hayatları, zirveye çıkmış teknolojileri, köprüleri, yolları, sanayileri,
fabrikaları var. Bütün bunları takdir etmek gerekir. Alman bilmem ne buluşunu
takdir etmek lâzımdır! İsviçre’nin hukukunu takdir etmemiz lâzım!” gibi
hepimizin kalbine yerleşen ufak tefek duyguları, aşağılık komplekslerini ısrarla
bitirmek zo-rundayız. Bilmeliyiz ki, yeryüzünde kâfirlerin imreneceğimiz hiçbir
şey-leri yoktur. Güvenebileceğimiz hiçbir hareketleri, hiçbir karakterleri
yoktur. Gerçekten dünyanın en rezil ve en sefil mahluklarıdır onlar ve
geberdikleri andan itibaren de cehenneme yuvarlanacak insanlar
onlardır.
Bakıyoruz, bunlar dünyaya meyletmeyen
mü’minleri, birinci planda âhireti kazanmaya çalıştıkları için dünyada fakir
kalmış fakirleri küçümserler. Çünkü bunların üstünlük-alçaklık kıstasları dünya,
dünyanın süsü ve ziynetidir. Dünyalık sahibi olanlar bunlara göre üstün
insanlardır. Tüm plan ve programları dünya içindir. Hayatın, dünyanın kölesi
olarak değil de efendisi olarak kalmayı tercih edenler, dünyada çok yüce
idealleri gerçekleştirmek için çırpınanlar Allah katında üstün iken, bunlar
nazarında düşük insanlardır. Böyle insanlarla alay ederler. Varsın kendilerini
üstün görsünler ve bununla avunsunlar ama bakın Allah diyor
ki:
“Onlar mahlukâtın en
şerlileridir.”
(Beyyine
6)
Ama buna rağmen işte kendi hayatları
kendilerine süslü gösterildiği gibi, etkileri altına aldıkları biz zavallıları
da kendi pis dünyalarının kutsallığı hegemonyasına çekmeye çalışıyorlar. Ama
inşallah biz onların bu zavallılıklarına, bu oyunlarına
gelmeyeceğiz.
Evet kâfirler ne dünyada, ne de
âhirette kesinlikle mü’minler gibi olmayacaklardır. Allah asla küfürden ve
kâfirlerden razı olmaz. Allah asla kâfirlerin yaşadıkları hayatı onaylamamış ve
onaylamayacaktır. Onun içindir ki, Allah asla mü’minlerle kâfirleri denk
tutmayacaktır.
Kâfirlerle mü’minler yaşadıkları
hayatlarında denk olmadıkları gibi, ölürlerken de asla bir olmayacaklardır.
Kur’an’ın başka yerlerinden öğreniyoruz ki, Mü’minlerin ölümlerine gökle ve yer
ağlayıp gözyaşı dökerken, kâfirlerin gebermesine sevinmektedirler. Ölümleri
esnasında mü’minlere Allah’ın melekleri gelerek: “Korkmayın ey mü’-minler!
Bizler sizinle beraberiz! Cennete kadar sizi bırakmayacağız” müjdesini
verirlerken, kâfirler için de azap üstüne azap tehditleri getirmektedirler.
Mü’minler ölümle yepyeni ve hesapsız güzellikte bir ha-yata giderlerken,
kâfirlerin öbür tarafta hayatları olmayacaktır. Hal böyleyken, bu adamlar ne
kadar da kötü hükmediyorlar? Bu kâfirler kendilerini ne kadar da iyi
hissediyorlar? Kendilerini ne kadar da akıllı zannediyor bu adamlar? Hem
cehenneme doğru gidiyor, azabı hak ediyorlar, hem de hiçbir şey yokmuş gibi
davranıyorlar.
22. “Allah gökleri ve yeri gerçekle
yaratmıştır; her cana, kazandığının karşılığı verilir, onlara
zulmedilmez.”
Gökleri ve yeri yaratan
Allah’tır. Rabbimiz, gökleri ve yeri hakla yaratmıştır. Az evvel anlatılan
mü’minler ve kâfirlerle alâkalı yasalar nasıl hak ise, gökler ve yerler için
konan yasalar da aynen onun gibi hak üzerine konulmuştur. Göklerde ve yerlerde
cereyan eden tüm yasalar nasıl gerçekse, mü’min ve kâfirlerle alâkalı Rabbimizin
koyduğu yasalar da gerçektir. Gökler ve yerlerdeki tüm yasalar Allah’a aittir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Hiçbir
varlık Allah’ın yasalarının dışına çıkamaz. İşte tüm varlıklar Allah’a, Allah’ın
hak yasalarına boyun bükmüşken, her şey üzerinde Allah’ın hükmü ve iradesi
hakimken, tüm varlıklar isteyerek ya da istemeyerek Rabblerine teslimken, nasıl
olur da yine Allah’ın yasaları gereği kendilerine irade verilmiş olan insanlar
Rabb-lerinin emirlerine kafa tutarak kâfir oluyorlar? Nasıl oluyor da bu
insanlar Rabblerinin yasalarını kabule yanaşmıyorlar? Nasıl oluyor da
Rabblerinin hak yasalarını bırakıp başkalarının yasalarına kulluk etmeye
çalışıyorlar? O yasalarına kulluk etmeye çalıştıkları varlıklar mı bu gökleri ve
yeri yaratmıştır? Göklerde ve yerde işleyen yasaları on-lar mı koymuştur? Gökler
ve yerlerde egemen olanlar onlar mıdır?
Allah, her nefis işledikleriyle,
kazandıklarıyla cezalandırılsın di-ye bu düzeni kurmuş, gökleri ve yeri
yaratmıştır. İşte bunun için göktekileri ve yerdekileri yaratmıştır. İşte bunun
için göktekilerin ve yerdekilerin yasalarını hak olarak koymuştur. Allah’ın hak
olarak koyduğu bu yasalarına teslim olanlar, bu teslimiyetlerinin karşılığı
olarak Rabblerinin mükafatını görürlerken, bu yasalara teslim olmayıp kendi
bildiklerince bir hayat yaşayanlar da Allah’ın azabıyla karşılık göreceklerdir.
Göklerde ve yerde olanlar neye lâyık iseler onunla karşılık
göreceklerdir.
Bakın, bundan sonraki âyet-i kerimede
Allah’a ve Allah’ın yasalarına teslim olmayan, hevâsını ilâhlaştırmış, hevâsını
putlaştırmış bir insan tipi ortaya konacak. Rabbimiz şöyle
buyurur:
23. “Ey Muhammed! Hevâ ve hevesini
tanrı edinen, bilgisi olduğu halde şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği,
gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola
eriştirebilir? Ey insanlar! Anlamaz mısınız?”
“Peygamberim! Sen kendi hevâsını, kendi
heveslerini putlaştırıp tanrı edineni ve hevâsı istikâmetinde bir hayat yaşayanı
gördün mü? Allah’ı unutmuş, Allah’tan gelen basiretlerle ilgi kurmamış, Allah’ın
kitabından ve peygamberin sünnetinden habersiz olduğu için, Allah’ın kendisi
adına belirlediği kulluk programına teslim olmak yerine kendi bilgisine, kendi
hevâ ve heveslerine teslim olmuş, ya da kendisi gibi başkalarının hevâlarına
teslim olmuş, başkaları için yaşamayı, tâğutlar için yaşamayı, moda, çevre,
âdetler için yaşamayı, başkalarına kulluk etmeyi alışkanlık edinmiş kişiyi
gördün mü?”
Allah onu bir ilim, bir bilgi üzerine
saptırmıştır. Bunu iki türlü anlamaya çalışıyoruz:
a. Allah bunları neden saptırmış?
Allah, onları bir ilim üzerine saptırmıştır. Rabbimiz, “çünkü onlar sapmaya
lâyıktılar da, onun için saptırdık,” diyor. Yani onlarda inkâr, gurur ve kibir
gibi özellikler vardı ve onların karakterleri buna müsaitti. Allah onların
durumlarını bildiği için onları kendi bilgisi üzerine saptırmıştır. Sapmaya
lâyık gördüğü için saptırmıştır. Allah’ı bırakmış, Allah’tan gelen basiretleri
bırakmış, “ben bana yeterim! Ben benim hayatımı düzenlemesini bilirim! Evimi ben
de düzenleyebilirim! Evimi nasıl tefriş edeceğimi ben de bilirim! Nereden
kazanıp, nerede harcamam gerektiğini ben de bilirim! Çocuklarımı nasıl
eğiteceğimi, ne yiyeceğimi, nasıl giyineceğimi ben de bilirim! Benim aklım var,
benim fikrim var! Benim Allah’a da, O’nun ki-tabına da, O’nun peygamberinin
örnekliğine de, O’nun hayat programına da ihtiyacım yoktur,” demiş ve kendi
hayatına kendisi program yapmaya kalkışmıştır. İşte bunu bilen, onun bu tavrını,
onun bu tercihini bilen Allah da bu bilgisiyle onu saptırmıştır. Yani onun
sapmaya lâyık olduğunu ezelî ve ebedî ilmiyle bilerek Allah onun bu tercihini
onaylamıştır.
b. Bir de o kişi bilerek sapmıştır.
Yani adam her şeyi bilmektedir. Ne yaptığını, neyi tercih ettiğini bilmektedir.
Yaptığı işi cehâletle değil, bir bilgiyle yapmaktadır. Yaptığı şeyin
bilincindedir. Bildiği halde, bilerek sapmak istemiştir de Allah onu
saptırmıştır. Böylece Allah’ın sapıtmasına liyâkat kazanmış ve bunu hakketmiş
olan bu adamı Allah sapıklığı üzerine terk edecek ve onun kalbini, kulağını
mühürleyiverecek, gözünü perdeleyip hiçbir gerçeği görmez ve anlamaz hale
getiriverecektir. Artık bu adam sağırdır, kördür, duymaz, duygu-lanmaz bir
vaziyettedir. Artık ona ne derseniz deyin, ne kadar âyet gösterirseniz gösterin,
hiçbir şey duymayacak ve hiçbir şey anlayamayacaktır. Her şey boş olacaktır onun
için. Artık ne Allah, ne peygamber, ne kitap, ne gökler, ne yerler, ne cennet,
ne cehennem, ne hesap, ne kitap onun kalbini harekete geçiremeyecektir. Hiçbir
şey onun için etkili olmayacaktır. Allah’tan gelen basiretlerle ilgi kurup
Al-lah’ın hidâyetine tabi olmayan bir adamın yol bulması da kesinlikle mümkün
değildir.
Bu tür insanlar arzularını, heveslerini
putlaştırmış insanlardır. Canları ne isterse onu yapmaktan çekinmezler.
Zevkleri, nefisleri neyi hoş görürse onu yaparlar. Hiçbir kayıt altına girmek
istemezler. Ne Allah, ne peygamber, ne kitap, ne din, ne haram, ne helâl
tanımazlar. Aslında bir tek Allah’a kulluktan, bir tek Allah’ın yasalarına tâbi
olmaktan kaçarlar, ama pek çok İlâhlara kulluk ederler. Bir tek Allah’a
kulluktan kaçacağız derken pek çok İlâha tapınırlar. Bir tek Allah’tan
ka-çacağız derken pek çok İlâhın kucağına düşerler. Nefislerinin, arzularının,
tutkularının, şeytanların, tâğutların kucağına düşerler.
Allah’a kulluktan kaçan, Allah’ın
velâyetini kabul etmeyen bu insanların başına kuzgun gibi tâğutlar çöker ve
zorlamayla, dayatmayla, hile ve aldatmalarla onları her taraflarından kıskıvrak
bağlar, ağlarına düşürürler onları. Yularlarını ellerine alır ve onların
velileri o-lurlar. Onları nûrdan, imandan, İslâm’dan, Allah’a kulluktan,
yaratılışlarından, fıtratlarından, insanlıklarından, doğru yoldan çıkarıp küfre,
inkâra, ilhada ve karanlıklara sürüklerler. Gidilmeyecek yollara sürüklerler
onları. Çünkü tâğutlar aydınlık yolları sevmezler. Aklı, ilmi, düşünceyi fesada
verirler. Ahlâkı ve fıtratı bozarlar. Allah ve Resûlüyle yarış iddiasıyla
yapılmayacak şeyleri yaparlar. Peşlerine taktıkları kul-larını belâların
kucağına taşırlar. Boyunlarındaki ipin ucunu, o ipin de, kendilerinin de sahibi
olan Allah’a vermeyerek kendi ellerinde tutmak isteyen, ya da onu boşlukta
tutmak isteyen herkesin iplerini ellerine alır ve onları kendilerine kul-köle
edinirler.
İnsanlar güya Allah’a kulluktan
kaçarken bu defa tâğutların kulu-kölesi olurlar. Allah’ı inkâr eden, velâyetini
Allah’a vermeyen kişi binlerce tâğutun kulu olur. Bir tek Allah’a kulluktan
kaçarken pek çok tâğutlara kulluğa razı olur. Meselâ Allah’a kulluktan kaçan
kişi, evvela kendisini Allah’a kulluktan koparıp ayaklarını kaydırmak için
fırsat kol-layan şeytanın kulu durumuna düşer. Sonra onu Allah’ın arzularından
koparıp kendi arzu ve şehvetlerinin kulu-kölesi durumuna düşürmek isteyen
nefsinin kulu durumuna düşer. Daha sonra başkaları, karısı, babası, anası,
çocukları, akrabaları, kavmi, kabilesi, milleti, devleti, politik ve dini
liderleri, ağası, patronu, çevresi, âdetleri, töreleri, moda-sı ve daha yüzlerce
tâğutların kulu-kölesi durumuna düşer.
Görüyoruz işte Allah’ın velâyetini
kabul etmeyen insanlar bir tek Allah’a kulluktan kaçarken, yığınlarla tâğutun
kulu kölesi olmuşlar. Kimisi nefsinin, kimisi şehvetlerinin, kimisi şeytanın
kulu, kimisi nefsin kulu, kimisi modanın, kimisi şehvetlerinin, kadının,
âdetlerin, törelerin, kanun koyucuların, çevrenin, ağalarının, patronlarının
kulu olmuş. Ki-misi bu âlemde sebepler nizamı üzerinde galip ve müessir
zannettikleri, zarar ve felâketler anında kendilerinden medet bekledikleri,
kendilerine sığındıkları, kendilerini kurtarıcı olarak bildikleri kimselerin
ku-lu olmuş. Güya bir tek Allah’a kulluktan kurtulup özgürlüğe kavuşacaklarını
zanneden bu insanlar, boyunlarına pek çok varlığın kulluk iplerini takmışlar ve
onların çektikleri yere gitmek zorunda kalmışlardır. Hepsini aynı anda razı
etmek zorunda kalmışlar, kalpleri parça parça olmuş, burunlarına vurulmadık
zincir kalmamış, zillet ve meskenetin esfeline düşmek zorunda
kalmışlardır.
Bu âyetler istikâmetinde bizler
kendimizi gözden geçirmek zo-rundayız. Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi
anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün
sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayata kendimizi etkin mi
zannediyoruz? Acaba Allah’a ve Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi kendimize
hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı,
nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede e-ğiteceğimizi, nereden
kazanıp nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi kendi kendimize
belirlemeye mi kalkışıyoruz? Yâ-ni bizim hayat programlarımızı kim belirliyor?
Çocuklarımızın okuluyla ilgili, evimiz, malımızla ilgili, dükkanımız,
tezgahımızla ilgili, gündüzümüz, gecemizle ilgili programlarımızı kim yapıyor?
Tüm bu programlarımızı Allah mı belirliyor? Hayatımızın kaçta kaçına Allah
karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer
nefislerimiz, arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt
buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet
ettikleri bölümü de Allah’ın diniyle dolduruyorsak, o zaman bilelim ki burada
anlatılan biziz!
Hevâ ve heveslerimizi tanrı edinmek
istemiyor, Rabbimize kul-luk etmek istiyorsak, Rabbimizin hayat programını çok
iyi bilmek zorundayız. Başkalarına kulluktan kurtulup sadece Allah’a kul olmak
is-tiyorsak, bu kulluğun kitabı olan şu Kur’an’ı ve bu kitabın açıklaması,
pratiği olan, örnek kul Muhammed’in (a.s) sünnetini çok iyi tanımak zorundayız.
Bunun yolu işte buradan geçmektedir. Değilse, pek tabiidir ki, Allah’ı ve
Allah’ın yasalarını tanımayan bir adamın Allah’a O’-nun istediği şekilde kulluk
etmesi mümkün değildir. Allah’ın kitabını bilmeyen, peygamberin sünnetinden ve
uygulamalarından haberdar olmayan bir adamın hayatını o istikâmette yaşaması
mümkün değildir. Öyleyse kitap ve sünneti çok iyi bilmek zorundayız. Birinci
planda Müslüman olduğumuzu unutmamak zorundayız.
“Ben Müslümanların ilki olmalıyım,”
diyeceğiz. “Yeryüzünde benden başka hiç kimse Müslüman olmasa da, herkes bana
düşman olarak kâfir olsa da, ben yine de hiç kimseyi beklemeden Müslüman olmak
zorundayım.” Ya da bunun bir başka mânâsı da, “benim ilk i-şim Müslümanlık
olmalıdır. Mesleğim ikinci, üçüncü planda olmalı. Öğretmenliğim ikinci, üçüncü
planda olmalı. Talebeliğim öyle olmalı! Hacılığım, hocalığım, babalığım,
evlatlığım, zenginliğim, fakirliğim, müdürlüğüm, âmirliğim, hizmetçiliğim,
memurluğum ikinci, üçüncü planda olmalı. Ben önce Müslüman, sonra öğretmenim.
Ben önce Müslüman, sonra tamirciyim. Önce Müslüman, sonra babayım. Önce
müslüman, sonra evladım,” demeli ve talebeliğimizi, babalığımızı,
ev-latlığımızı, zenginliğimizi, fakirliğimizi hep İslâm’la yargılamalı,
sorgulamalıyız!
Eğer böyle yapmaz da, mesleğimizi,
işimizi, aşımızı, erkekliğimizi, kadınlığımızı birinci plana alır,
Müslümanlığımızı ikinci, üçüncü plana alırsak, o zaman bozuk bir Müslümanlık
çıkacaktır karşımıza. Eğer Müslümanlığımızdan önce işimiz, aşımızla ilgili,
mesleğimiz, meşrebimizle ilgili problemleri gündeme getirecek olur, “önce
bunları çözmeliyiz, önce bunları halletmeliyiz,” diyerek Müslümanlığımızı
ikinci, üçüncü plana alacak olursak, o zaman hayatımızda sapıklıklar
başlayacaktır. Meselâ eğer Müslümanlığımızdan önce babalığımızı değerlendirecek
olursak, o zaman belki kendimizi putlaştıran, kendimizi tanrı yerine koyan
despot bir baba olarak ortaya çıkabiliriz. Yani evlatlarımızdan Allah’ın
istemediklerini isteyen, Allah’ın istediklerini istemeyen bir tâğut baba
durumuna düşebiliriz. Ama eğer babalığımızı değerlendirirken Müslüman olduğumuzu
unutmaz, Müslümanlığımız hatırımızda olursa, o zaman Allah’ın istediği biçimde
bir baba ol-ma imkânımız olacaktır.
Müslümanlığınızdan önce
evlatlığınızı gündeme getirirseniz o zaman babayı hiç takmayan, babanın hiçbir
arzusunu yerine getirmeyen despot ve itaatsız bir evlat, yahut da babanın her
dediğini dinleyen, babayı Rabb yerinde gören bir evlat olabiliriz. Evlat olarak
önce Müslüman olduğumuzu hatırlamaz, hatırımızda canlı tutmaz ve babanın
arzuları karşısında önce bir Müslüman olduğumuzu unutur, yani babanın arzularını
İslâm süzgecinden geçirmeden, baba karşısında oğulun, oğul karşısında babanın
İslâm’da konumunu bilmeden babalık ve oğulluk ortaya koyarsak, elbette bu yanlış
olacaktır.
Eğer siz Müslümanlıktan önce
siyasetçi olmayı denemeye kalkışırsanız, o zaman belki kendinizi putlaştıran,
kendinizi İlâh ve Rabb makamında gören, Allah tanımadan kendi egemenliğinize
dayalı bir sistem getirmeye kalkışabilirsiniz. Eğer Müslümanlığımızdan önce
ti-careti gündeme getirir, Müslümanlığımızdan önce ekonomiyi düzeltmeye
kalkışırsak, çok bozuk bir mala bakış, çok bozuk bir kazanma ve harcama anlayışı
geliştirebilir, bunun adına da İslâm diyebiliriz. Müslümanlığımızı birinci plana
almadığımız, her şeyden önce Müslüman olduğumuzu gündeme getirmediğimiz,
Müslümanlığımız bu ticârî hayatımıza hakim olmadığı için mutlaka yanlışa
düşeceğiz demektir.
Ama unutmayalım ki, “ben
Müslümanım” demek, “ben bu kitaba inanıyorum, ben bu kitapla amel ediyorum, ben
tüm problemlerimi bu kitaba arz ediyorum, bu kitaptan ve bu kitabın pratik
uygulaması olan Rasulullah’ın sünnetinden aldığım çözümlerle amel ediyorum,”
demektir. Bunu diyebilmek için de kitap ve sünneti tanımak zorundayız. Bu kitabı
tanımadan, bu kitabın pratiği olan Rasulullah Efendimizin uygulamalarını
bilmeden Müslümanlığı yaşamaya kalkarsam, o zaman bilmediğim, tanımadığım
bölümlerde hep hata yapacağım de-mektir. Bilmediğim, tanımadığım bölümlerde
kendi bilgimi, kendi hevâ ve heveslerimi kitabın önüne geçirecek ve onları
putlaştıracağım demektir.
Yani biz her şeyden önce
Müslümanız dedik mi, o zaman tüm hayatımızda, tüm problemlerimizde
Müslümanlığımızı gündeme getirecek ve o problemlerin çözümü için ilk önce
İslâm’a baş vuracak, İs-lâm’ı öğrenecek ve hata etmemeye çalışacağız. İşte İslâm
budur, tes-limiyet budur. İşte Allah’a kulluk budur ve işte hevâyı terk etmek
budur. Bunun dışında da bu mümkün değildir.
Değilse, işte görüyoruz, Allah’ı da,
Allah’ın kitabını da, peygamberi de, dini de, Allah’ın hayat programını da
bilmeden yaşayan insanlar kendilerini tanrılaştırmaktadırlar. Tarih boyunca bu
hep böyle olmuştur. İnsanlar kendilerini tanrılaştırmışlar, tanrılık iddiasında
bulunmuşlardır.
“Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Eğer bizim kanunlarımıza itaat
etmezseniz, sizi yok ederiz! Rızık bizdedir, eğer bizim de-diklerimizi
yapmazsanız, rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi çıkarır, sizi sürgün
ederiz! Şifâ bizdedir, eğer bizim arzularımıza kulluk etmezseniz size türlü
hastalıklar musallat ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız
sizi cahil bırakırız! Size diploma vermez, sizi doktor yapmaz, size doçentlik
payesi vermeyiz! Egemenlik bizdedir, güç-kuvvet bizdedir! Eğer bize kulluk
etmezseniz, dünyayı size haram ederiz! Eğer bizim hâkimiyetimizi kabul
etmezseniz sizi kodese tıkar, güneşi size haram ederiz! Hayatı size zindan
ederiz!” diyerek Allah’ın kendilerine verdiği geçici güç ve kuvvetlerini O’na
sa-vaşta kullanmaya kalkışan insanlar, dün de, bugün de hep
olagelmiştir.
Bundan sonraki âyet-i kerimesinde
Rabbimiz kendilerini putlaştıran bu zavallıların hayata bakışlarını anlatacak.
Bakın onlar di-yorlar ki:
24. “Hayat ancak bu dünyadaki
hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürükler,”
derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle
sanırlar.”
“Yaşadığımız hayat budur. Varsa
da, yoksa da hayat bu yaşadığımız hayattır. Yeryüzünde belli bir süre yaşayacak,
sonra da tıpkı diğer varlıklar gibi ölüp gideceğiz, yok olup gideceğiz. Bizi
ancak zaman helâk ediyor. Bizi yenen, bizi yıkan, bizi yere vuran zamandır. Biz
zamanla baş edemiyoruz. Zaman bizim defterimizi dürüyor. Bizi ihtiyarlatan
zamandır. Zaman bizim gücümüzü zayıflatıyor, bizi mahvediyor. Eğer bizim
belimizi büken bu zaman olmasaydı, eğer bu alçak zaman bizi yiyip bitirmeseydi,
bu dünya hayatında ebediyen yaşayıp gidecektik. Hiç kimse bizim karşımıza
çıkamayacak, hiç kimse bizim hakkımızdan gelemeyecekti,”
diyorlar.
Bizi yaratan ve öldüren Allah’ı
diskalifiye ederek, işi zamana yüklemeye çalışıyorlar. Çünkü hayat ve ölümde
etkili olarak Allah’ı kabul ettikleri anda hayatları değişecek. O zaman âhiret,
hesap-kitap gündeme gelecek, düşünceleri, hayatları değişecek, zevkleri kaçacak,
iştahları gırtlaklarında düğümlenecek. O zaman şu anda işledikleri suçların hiç
birisini işleyemeyecekler. Şu anda yaşadıkları hayat programlarını gözden
geçirmek zorunda kalacaklar. O zaman zulmedemeyecek, öldüremeyecek, kan
içemeyecekler. Bunu çok iyi bildikleri için Allah’ı inkâr ediyorlar da, O’nun
takdirini, O’nun egemenliğini zamana yüklüyorlar.
“Ah şu zaman yok mu? Bizi mağlup eden,
bizim işimizi bitiren odur. Biz ona karşı koyamıyoruz,” diyorlar. Rabbimiz diyor
ki, “onlar bunu söylerken de bu konuda hiçbir delilleri yoktur. Hiçbir
mesnetleri, hiçbir dayanakları yoktur. Hayatı ve ölümü değerlendirirken
ellerinde hiçbir bilgi ve belgeleri olmadığı gibi, önlerinde neler var,
gelecekte neler olacak? Kendilerini neler bekliyor? Bu konuda da hiçbir
bilgileri yoktur. Karanlığa taş atıyorlar.”
Halbuki yaratılış Allah’la başlıyor.
Hayatın başlangıcında da Allah vardır, ölürken de Allah vardır. Bu konuda
Allah’ı gündemden düşüren insanların varabilecekleri hiçbir nokta
yoktur.
Allah’tan, Allah’ın kitabından habersiz
yaşayan insanların bunları bilmesi mümkün değildir. Çünkü insan, hayat, ölüm ve
ölüm sonrası hayat, hesap, kitap, cennet ve cehennem gibi gaybî konular Allah’ın
kitabında haber verilen bilgilerdir. Tüm bu bilgileri elbette hayatın da, ölümün
de sahibi olan Allah bilecektir. Bu hayatın yaratıcısından ve bu şekilde
programlayıcısından başkalarının bilmesi de mümkün değildir. Hâl böyleyken
sormak lâzım bu zavallılara: Yaşadığımız hayat ancak bu hayattır. Varsa da,
yoksa da yaşadığımız bu dünya hayatı vardır, bunun dışında hayat yoktur. İşte
belli bir süre bu dünyada yaşayıp sonra da ölüp gidiyoruz diyenler, acaba bu
hayatın sahibi midirler? Acaba bu hayatı onlar mı yaratmışlar? Acaba bu hayatı
kendileri mi kurmuşlar? Bırakın bu dünyayı, bu hayatı yaratmalarını, acaba
kendilerini kendileri mi yaratmıştır?
Hayır hayır, hayatın da, ölümün
de sahibi olan Allah’tan gelen bilgilere sırt çeviren ve kendilerince bir hayat
yaşayan insanlar hep karanlığa taş atıyorlar. Onlar sadece zannediyorlar. Öyle
olsun isti-yorlar. Bu hayatın sonunda yeni bir diriliş, yeni bir hayat, bir
hesap-ki-tap olmasın istiyorlar. İşledikleri cürümlerin, yaptıkları
suçların açığa çıkmasını, hesabının
sorulmasını istemiyorlar. Yaşadıkları bu hayatın sonunda geberip gitsinler,
unutulup gitsinler, sümenaltı edilsinler is-tiyorlar. Tıpkı bir böcek gibi
toprak olup gitmek istiyorlar. Çünkü adamların yaşadıkları dünyada sıfırı
tüketmiş insanlar olarak başka tür-lü düşünme ve inanma imkânları yoktur. Zaten
hayatları böyle olan birilerinin öldükten sonra dirilmeye, hesap ve kitaba
inanmaları korkunç bir yıkım olacaktır. Dayanılmaz bir azap olacaktır. Onun için
hep reddediyorlar, hep atıp kesiyorlar. Hep hayallerin peşinde koşuyorlar ve
şaşkınca yaşadıkları bir ömrün sonunda cehenneme yuvarlanıp
gidiyorlar.
25. “Âyetlerimiz onlara açıkça okunduğu
zaman; delilleri yalnızca: “Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım”
demek olur.”
Kendilerine âyetlerimiz
izlettirilince, âyetlerimiz açık ve net bir biçimde arz edilince, okununca
ellerinde hiçbir delilleri olmadığı için, sadece şöyle bir tutanak veya
gerekçeye sarılıyorlar. Diyorlar ki, “eğer sâdıksanız, eğer iddianızı eyleme
dönüştürme ve ispat etme imkânınız varsa, haydi atalarımızı bize geri getirin
bakalım. Daha önce ölmüş atalarımızı bize geri getirin!” Söyleyebildikleri tek
şey budur. Eğer Allah varsa, eğer bu âyetler gerçekten Allah’ın âyetleriyse,
eğer kitap doğru, peygamber haksa, yaşadığımız bu hayatın sonunda yeniden
diriliş ve hesap kitap varsa, haydi öyleyse bizim daha önce ölmüş atalarımızı
geri getirin de, size inanalım,” diyorlar.
Ne kadar gülünç bir istek değil
mi? Be ahmaklar, söyleyin bakalım, şimdiye kadar hangi peygamber, hangi âyet
sizin ölmüş atalarınızı geri getiririz, geri getireceğiz demiş ki? Bugüne kadar
böyle bir iddiada bulunan olmuş mu? Kim demiş ki bunu? Allah, kitaplarının hiç
birisinde sizin atalarınızı dünyaya geri getireceğim demiyor ki! Bugüne kadar
gelmiş Allah elçilerinden hiçbirisi “ölmüşleri geri getireceğim!” dememiş ki!
Peki ne demiş Allah? “Sizi ve atalarınızı öbür tarafta diriltecek ve âhirette
yepyeni bir hayata başlatacağım,” diyor. “Burada yaptıklarınızın hesabını ödemek
üzere, yaptıklarınızın karşılığıyla mükafat veya mücazât vermek üzere sizi
âhirette tekrar diriltip hesap soracağım,” diyor. Yani şimdi bunun onunla ne
ilgisi var? Allah si-zi ve ölmüş atalarınızı tekrar dünyaya geri çevireceğim
demiyor ki! Sanki Allah ve peygamberi böyle bir şey diyormuş gibi, “eğer
sâdıksanız haydi ölmüş atalarımızı geri getirin,” diyorlar. Ne kadar mantıksız
ve aptalca bir söz!
Gerçi Rabbimiz daha önce bu dediklerini
de gerçekleştirmiştir. Meselâ Bakara sûresi 259. âyette anlatıldığı gibi,
evleri-barkları altüst olmuş, hayat belirtisi kalmamış viran bir ülkeye uğrayan
ve bu ülkenin bir daha nasıl diriltileceği konusunda Rabbinden bilgi isteyen,
yakîn isteyen Üzeyr’i (as), Rabbimizin orada yüz yıl uyutup, öldürüp sonra
tekrar dünyaya geri gönderdiğini biliyoruz. Yine Kehf sûresinde anlatıldığı
üzere, toplumlarına, krallarına ve krallarının, toplumlarının şirkine
başkaldırıp şanlı bir kıyam gerçekleştirmiş “Ashab-ı Kehf” diye bi-linen
gençleri, Rabbimizin üç yüz küsur yıl öldürdükten sonra tekrar dünyaya geri
getirdiğini de biliyoruz. Yine Bakara sûresinde anlatılan Bakara kıssasında,
ineğin bir parçasıyla vurulan bir adamın diriltilip katillerini haber verdiğini
de biliyoruz. Allah adamların bu istediklerini de tarih içinde gerçekleştirmiş,
ibret olarak ölenlerden kimilerini tekrar dünyaya geri döndürmüştür. Ama
adamların dertleri bu da değildir. Adamların bütün dertleri, inkârlarına kılıf
bulma çabasıdır.
26. “De ki: “Sizi Allah diriltir, sonra
öldürür, sonra sizi şüphe götürmeyen kıyâmet gününde toplar. Ama insanların çoğu
bilmezler.”
Şüphesiz ki Allah sizi diriltecektir.
İsteseniz de istemeseniz de, kaçsanız da teslim olsanız da, hiç şüphesi olmayan
bir günde Allah sizi tekrar diriltecek ve hesap-kitap için huzurda
toplayacaktır. İşte Al-lah’ın dediği budur. İşte Allah’ın ve elçilerinin size
vaad ettiği budur. Âhiret vardır, yeniden dirilme, hesap-kitap, cennet, cehennem
hepsi gerçektir ve mutlaka yaşadığımız bu hayatın sonunda bunlarla karşı karşıya
geleceğiz. Ama insanlardan pek çoğu bilmiyorlar. İnsanların çoğu bu konuda
gafildirler. Hayatın ve ölümün sahibi olan dünyanın kurucusundan gelen bu
kitaptan habersiz yaşayan insanların bunu bilmeleri de mümkün değildir. Bunu
ancak kitapla diyalog kuranlar bilecektir.
27. “Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah’ındır. Kıyamet kopacağı gün, işte o gün bâtıl sözlere uymuş olanlar
hüsranda kalırlar.”
Gökler ve yerler O’nun olunca,
göklerin ve yerlerin yaratıcısı O olunca, elbette gökler ve yerlerde söz sahibi
de O olacaktır. Gökler ve yerlerde O’ndan başka hiç kimsenin egemenliği,
hükümranlığı, otorite ve hâkimiyeti yoktur. Gökleri ve yerleri, göklerde ve
yerlerde olanların tümünü yaratan ve şu anda göklerde ve yerlerdekilerin boyun
büküp teslim oldukları kulluk yasalarını belirleyen Allah’tır. Göklerde ve
yerlerdekilerin tamamı mülktür ve Mâlik de O’dur. Göklerde ve yerde bil-diğiniz
bilmediğiniz ne varsa hepsi de O’nun mülküdür. Göklerdeki ecrâm-ı semâviyye,
melekler, ay, güneş, yıldızlar, gezegenler, galaksiler ve bilmediğimiz daha nice
varlıklar hepsi Allah’ın mülküdür. Yerdeki insanlar, hayvanlar, bitkiler,
dağlar, taşlar, ağaçlar, evler, villalar, köşkler, paralar, mallar, mülkler,
altınlar, gümüşler hepsi hepsi Allah’ın mülküdür. Her şey Allah’ındır. Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.
Madem bütün kâinat Allah’ınsa, o
zaman siz kiminsiniz? Biz kiminiz? Biz kime aitiz? Biz kimin mülküyüz o zaman?
Bütün kâinat O’nun mülküyse siz kimin mülküsünüz? Ya da tüm kâinat O’nun emrine
boyun bükmüş, tüm varlıklar O’na teslim olmuşken, siz kime teslim oluyorsunuz?
Bütün varlıklar Allah’a kulluk ederken, siz kime kulluk ediyorsunuz? Yegâne
hakim olarak Allah’ı mı tanıyorsunuz? Yoksa göklerde Allah’ın hâkimiyetini kabul
edip de yerde kabul etmeyen müşriklerden misiniz? Mekke müşrikleri böyleydi.
Onlar göklerin hâkimiyetini Allah’a veriyorlardı, ama O’nu yeryüzüne
karıştırmamaya çalışıyorlardı. Onlar, yerde Allah’ın yardımcıları oluğuna
inanıyorlardı. Yeryüzünde Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin tasarruf hakkının
olmadığını bir türlü kabule yanaşmıyorlardı. Hayatlarının bazı bölümlerine
Allah’ı karıştırmayıp, bazı bölümlerinde O’nu hakim kabul ediyorlardı. Onun için
bunlara müşrik denmiştir. Peki ya günümüzde her türlü hâkimiyet haklarını
Allah’tan alıp kendi ellerinde toplamaya çalışanlara ne demek lâzım? Bunların
adı nedir? Varın onu siz düşünün.
“Mülk Allah’ındır,” demek, o mülkte söz
hakkı Allah’a aittir, de-mektir. Bir mülkün bir varlığa izâfesi demek, o mülkte
o varlığın söz sahibi oluşunu kabul demektir. Şu anda sizlerin kendi
mülklerinizde, kendi evlerinizde söz sahibi olduğunuz gibi. Mesela şu anda
içimizden birisinin evinde, mülkünde onun sözü geçmese, onun evine girip
çıkanlar ondan izinsiz girip çıksalar, o evde istediklerini emredip,
istediklerini yasaklama yetkisi olmasa, bu ev onundur denebilir mi? İçimizde
böyle bir ev sahipliğine, böyle bir ev reisliğine razı olacak kimse var mı?
Olmaz değil mi? Böyle bir reisliğe kendimiz razı olmazken, Allah’ı niye razı
etmeye mecbur kılıyoruz? Hakkımız var mı buna?
Yani hem mülkün sahibi Allah’tır
der, dilimizle bunu itiraf eder, hem de o mülkte Allah’ı değil de kendimizi söz
sahibi kabul etmeye kalkışır, nasıl yaşayacağımızı, çocuklarımızı nasıl
eğiteceğimizi, nere-den kazanıp nerelerde harcayacağımızı, nasıl giyineceğimizi,
nasıl bir hayat programı takip edeceğimizi Allah’a sormadan, Allah’ın kitabına
danışmadan kendimiz belirlemeye kalkışır, evimiz-barkımız, malımız-mülkümüz,
gecemiz-gündüzümüz, elimiz, ayağımız, çoluğumuz-çocu-ğumuz, hukukumuz,
ekonomimiz, siyasal yapılanmamız konusunda Allah’ı söz sahibi kabul etmeyerek
kendimizi, ya da Allah’tan başka kendimiz gibi kulları söz sahibi kabul edecek
olursak, o zaman biz Müslüman değiliz, demektir. O zaman biz kendimizin mülk
oluşunu unutmuş, kendimizi Mâlik ve İlâh
kabul etmiş oluruz, Allah korusun. Kendimizi göklerin ve yerin yaratılışı,
göktekilerin ve yerdekilerin mülkiyeti konusunda Allah’a ortak kabul etmiş
oluruz, Allah korusun.
Halbuki Rabbimiz buyuruyor ki: “Hayır!
Hayır! Bu kâinatın ve mevcudatın yegâne sahibi Allah’tır. Gökler ve yerler
O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun kulu ve kölesidir. Her şey
O’nun mülküdür. Mâlik sadece O’dur ve her şey mülktür. O halde mülk O’-nunken,
Mâlik O iken nasıl olur da O’nun mülkünde kendinizi, ya da başkalarını O’na
ortak kabul edersiniz? Mülk O’nunsa, mülkün sahibi Allah’sa o zaman o mülk
konusunda söz sahibi de Allah’tır. Nasıl olur da O’nun mülkünde kendinizi, yahut
bir kısım varlıkları söz sahibi kabul ederek O’na ortak koşmaya çalışıyorsunuz?
Bu yetkiyi nereden alıyorsunuz? Üstelik de Allah berisinde bulduğunuz, Allah’a
ortak kabul ettiğiniz bu yeryüzü tanrılarının sözlerini dinleyerek, hayatınızda
kendilerini de söz sahibi kabul ederek, kanunlarına da itaat ederek,
programlarını da uygulayarak onlara da kulluk yapmaya çalışıyorsunuz. Söyleyin
bakalım, O’na ortak yapmaya çalıştığınız varlıklar, bu insanlar da O’nun
kulları, O’nun mülkü değil mi? Yani kendilerine bile sahip olamayan, kendilerini
bile yaratmaya güçleri yetmeyen bu âciz, bu güçsüz, bu sonlu varlıklar nasıl
tanrı olabilirler? Allah tarafından yaratılmış olan, ölümlerine bile çare
bulamamış, Allah tarafından bir gün öldürülecek olan bu varlıkları, bu Allah
kullarını nasıl olur da Allah’a ortak koşmaya
çalışıyorsunuz?
Bu âyetler geldiği zaman dünün
müşrikleri diyorlardı ki, “tamam anladık, mülkün sahibi Allah’tır. Göklerin ve
yerlerin sahibi O’-dur. Bunu kabul ediyoruz. Buna bir itirazımız yoktur.
Severiz, sayarız Allah’ı. Zaman zaman O’na kulluk da yaparız. Hayatımızın ibadet
bölümünde O’nu dinleriz. Ama bizim hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz başka
tanrılarımız da var. Meselâ hukuk tanrılarımız, eğitim tan-rılarımız, siyaset,
şifa tanrılarımız vs. vs… Hayatımızda söz sahibi ka-bul ettiğimiz, arzularını,
yasalarını uygulamak zorunda olduğumuz başka tanrılarımız var bizim. Bunlar ne
olacak? Bunları ne yapacağız? Nereye koyacağız?”
“Şimdi Allah’ı göklerin ve yerin yegâne
hakimi kabul edecek olursak, göklerde ve yerlerde egemenliği sadece O’na verecek
olur ve böylece kabul ettiğimiz Allah da bize kanunlarını ulaştıracak olur, bize
talimatlar gönderecek olursa o zaman biz ne yapacağız? O’nu mu dinleyeceğiz,
öteki tanrılarımızı mı dinleyeceğiz? Yani o zaman bizler O’nu ve talimatlarını
dinlesek olmayacak, dinlemesek olmayacak! Böyle bir kaos yaşamaktansa, öteki
tanrılarımızı darıltıp onların gazabına uğramaktansa, iyisi mi o bizim
hayatımıza karışmasın!” Esasen dertleri buydu adamların da, onun için Allah’ın
Mâlik oluşunu, Rabb ve İlâh oluşunu reddetmeye çalışıyorlardı. “Efendim olur mu?
Allah hayata karışır mı? Allah kitap ve peygamber gönderir mi? İşi yok da, bizim
şu pis hayatımızla mı ilgilenecek bu Allah? Yâni Allah bir beşere tenezzül edip
de ona vahiy gönderir mi? Allah hiç bir insanla konuşur mu?” diyerek bunu
reddetmeye çalışıyorlardı.
Bakıyoruz, bugünkü kâfirler ve
müşrikler de aynı şeyleri söy-lüyorlar. “İyi, anladık anladık; Allah göklerin ve
yerlerin yaratıcısıdır. Tamam göklerde ve yerlerde egemenlik sahibi O’dur. Tamam
göklere ve yerlere O karışsın, gökler ve yerler O’nun olsun da, yani şimdi
sadece Allah’ı mı dinleyeceğiz? Sadece O’nun dediği gibi mi yaşayacağız?
Hayatımızda sadece Allah mı hakim olacak? Bizim keyiflerimiz, heveslerimiz ne
olacak? Eğer durum öyleyse, peki şu anda bizim ka-bul ettiğimiz bir sistemimiz,
bir yaşam biçimimiz var. Yıllar yılı atalarımızın kutsadığı ve şu anda da bizim
onlardan miras aldığımız, kutsadığımız bir hayat tarzımız var. Biz kendi
kendimize tapınıyoruz. Bizim kendi kendimize kulluğu yasallaştırdığımız
demokrasi isminde bir hayat tarzımız var. Biz nasıl yaşayacağımızı Allah’tan
daha iyi biliriz. Biz hukuku, eğitimi O’ndan daha iyi biliriz. Bizim içimizde
hayatı Allah’tan daha iyi bilen tanrılarımız var. Hayatımızda söz sahibi kabul
ettiğimiz, arzularına itaat ettiğimiz, yasalarını uyguladığımız bir kısım
İlâhlarımız var. Bizim hukuk tanrılarımız, sağlık tanrılarımız, şifa, siyaset,
ekono-mi, sanat tanrılarımız var. Bizler
onları da dinlemek zorundayız. Onların hatırını da kazanmak, onların emir ve
arzularını da yerine getirmek zorundayız. Onlara da dua etmek, onlara da
sığınmak zorundayız. Hayatımızda onları da etkili ve yetkili kabul etmek
zorundayız.”
“Şimdi ey Muhammed, senin dediğin
gibi hayatımızda söz sahibi olarak sadece Allah’ı kabul edecek olursak, sözünü
dinleyeceğimiz, çektiği yere gideceğimiz, hayat programına uyacağımız,
hayatımıza hükmedecek bir tek İlâh kabul edecek olursak, o zaman öteki
İlâhlarımızın fonksiyonu ne olacak? Bunları nereye koyacağız? Hayatımızda
bunlara hiç mi söz hakkı vermeyeceğiz? Halbuki bizler bu gü-ne kadar bunları da
dinlemeye alışmıştık,” diyor ve vahyi reddetmeye
çalışıyorlar.
Ama bakın Allah diyor
ki:
O kıyâmetin kopacağı, hayatı var eden
Allah’ın bu hayatı bitireceği, her şeyin altüst olacağı gün var ya, işte o gün
böyle bâtıla dalanların hepsi hüsrana mahkum olacaktır. Her şeylerini kaybetmiş,
sermayelerini kötüye kullanıp hayatlarını boşa harcamış olarak Allah’ın huzuruna
gelecekler. O gün Allah onlara buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Mâlikiyet kimin
bugün? Göktekiler, yerdekiler, kasalarınızdakiler, keselerinizdekiler,
altınızdakiler, üstünüzdekiler kimin bugün? Evleriniz, arabalarınız,
kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün? Hâkimiyet kimin? Söz hakkı kimin bugün?”
Yine Allah cevap verecek, buyuracak ki: “Bugün mülk, hâkimiyet Kahhâr olan, tek
olan Allah’a aittir.”
Peki sadece o gün mü diyecek
Allah bunu? Sadece kıyâmet günü mü soracak Rabbimiz bunu? Bugün sormuyor mu
Allah bunu? Ya da sadece o gün mü mülkün sahibidir Allah? Bugün mülkün sahibi O
değil midir? Bugün söz sahibi Allah değil mi? Evet, bugün de mülkün sahibi
O’dur. Bugün de söz sahibi, yarın da söz sahibi O’dur. Bu-gün de, yarın da Mâlik
O’dur. Bugün de yarın da Rabb ve İlâh O’dur. Bugün de yarın da egemenlik
O’nundur, ama imtihan gereği, dünyanın konumu gereği dokunmuyor Allah. O’nu
mülkün sahibi bilenlere de, mülkün sahibi kabul etmeyenlere de dokunmuyor Allah.
O’nu Rabb bilenlere de, O’ndan başka Rabbler kabul edenlere de, O’nu Rabb ve
İlâh bilip O’nun hayat programını uygulayanlara da, kendilerini, ya da
başkalarını Rabb ve İlâh bilip kendi hayat programlarını kendileri belirlemeye
kalkışanlara da dokunmuyor Allah. Namaz kılanlara da, kılmayanlara da
dokunmuyor. İçki içenlere de, içmeyenlere de dokunmuyor. Ne yazık ki insanlardan
pek çoğu dünyanın bu konumuyla aldanıyorlar. Allah dokunmuyor diye, Allah’ı
atlattık zannediyorlar.
Bir gün gelecek, Allah bu hayatı
bitirecek, kıyâmeti koparacak. İşte o gün imtihan döneminin bitip, imtihan
salonunun boşaltılıp imtihan sonuçlarının okunduğu, ya da imtihan sonuçlarına
göre insanların yerleşim birimlerinin belirlendiği gündür. Saatin ayağa
kaldırıldığı, saatin ikame edildiği gündür. Saat aslında zamanı ifade eder.
Bu ifadeyle Rabbimizin bize bir
yol gösterdiğini düşünüyorum. Bizlerin sürekli, “acaba geldi mi, gelmedi mi?
Yaklaştı mı, yaklaşmadı mı? Acaba gelmesine az mı kaldı?” diye her an
gözetleyeceğimiz, sü-rekli kendimizi kontrol edip duracağımız bir zaman olduğunu
anlatıyor Rabbimiz. Tüm saatlerimizi, tüm zamanlarımızı içine alan bir saat
ola-rak, o saati bir an bile unutmamamız gerekiyor. O gün:
28. “Her ümmeti diz üstü çökmüş olarak
görürsün. Her ümmet Kitabı’na çağrılır. Onlara denir ki: “Bugün, size,
işlediğinizin karşılığı verilecektir.”
O gün her ümmet, her toplum diz
üstü çökmüştür. Herkesi diz çökmüş bir vaziyette göreceksin. Herkesi diz çökmüş,
başına geleceklerin endişesiyle tir tir titrer göreceksin. Dünyadaki o
mağrurlar, o gücüne-kuvvetine, devletine ve saltanatına güvenip de gururundan,
kibrinden Allah huzurunda diz çöküp secdeye varmayanlar, Allah’a teslim
olmayanlar, kendi yasalarına, kendi sistemlerine güvenip Allah’ın yasalarını
uygulamaya yanaşmayanlar o gün diz çökecek, bel kıracak, secdelere kapanacak,
Allah huzurunda hiçliklerini itiraf edecekler. Rabblerinin hükmüne, Rabblerinin
emirlerine boyun bükecekler.
Dünyada savaş açtıkları, kitabını
diskalifiye ettikleri, yasalarını reddettikleri, elçilerine zulmettikleri
Rabblerinin huzurunda çaresiz huşû içinde duracaklar. Rabblerinin huzurunda kuzu
kesilecekler. Ar-tık tanrılıkları bitmiştir. Artık büyüklükleri, gururları,
kibirleri kalmamış, horluk ve hakirlik içinde diz çökmüşler, Rabblerinin
haklarındaki fermanını dinleyeceklerdir. İmtihan için yarattığı dünyada,
insanların im-tihanı gereği, dünyada koyduğu yasaları gereği, dünyanın konumu
gereği kimseye dokunmayan, kimseyi zorlamayan, herkesi serbest bırakan Allah
burada artık gücünü, kudretini göstermiştir. Tüm insanlar artık gerçek
Rabblerinin Allah olduğunu, gerçek hâkimiyet sahibi, gerçek rubûbiyet ve
ulûhiyet sahibi tek varlığın Allah olduğunu, O’nun dışında dünyada tanrılığa
soyunmuş, “egemenlik bizdedir, hâkimiyet bizdedir,” diyen tüm sahte İlâhların,
tüm sahte tanrı ve tanrıçaların Al-lah karşısında sus-pus olmuş, kulluk-kölelik
ihrazında bulunduklarını görmüşlerdir artık. Herkes Allah karşısında bir hiç
olduğunu anlamıştır artık. Herkes boyun büküp diz çökmüştür. O zaman ne
olacak?
Her ümmet kitabına dâvet edilecek ve
kendilerine denilecek ki, “bugün size dünyadayken işlediklerinizin karşılığı
verilecektir. Bu dünyada yaptıklarınızın karşılığını bulacaksınız. Ne fazlası,
ne eksiği… Ne yapmışsanız dünyada, hayatınızda ne suç işlemişseniz, onun
karşılığını bulacaksınız.”
O gün herkes kitabına dâvet edilecek.
Buradaki kitaptan kasıt, Rabbimizin dünyanın yaratılışından bu yana her topluma,
kendisiyle hayatlarını düzenlesinler diye gönderdiği kitaplardır. İnsanlık
tarihinin hiçbir dönemi kitapsız, sahifesiz ve vahiysiz kalmamıştır.
Peygambersiz, vahiysiz, kitapsız hiçbir dönem düşünmek mümkün değildir. Bir
başka deyişle, insanlık sürekli Cenâb-ı Hakk’ın ortak bir rahmetine, ortak bir
nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz bu in-sanların vahye
lâyık mı, değil mi olduklarına bakmadan, bu nîmete e-hil mi, değil mi
olduklarını hiç hesaba katmadan, her dönem insan topluluklarına mutlaka
peygamber göndermiştir. Onlara bu peygamberleri vasıtasıyla mesajını, vahyini,
muhtaç oldukları hak bilgisini ulaştırmıştır. Yani Rabbimiz yarattığı insanı
yolsuz yordamsız bırakmamış, onu kendi haline terk etmemiş, onun hayatına
karışmak üzere sürekli kitap göndermiştir. Bu insanlar kendilerine gönderilen bu
peygamberi ve onun getirdiği mesajı kabullenmişler veya reddetmişler, bu ayrı
bir problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz. Rabbimizin büyük lütfu böylece
gerçekleşmiştir.
Kitap, kişilerin ve toplumun hayat
programının adıdır. Kişi ve toplumlar hayatlarını kimin programlarına göre
düzenliyorsa, onun kitabına tâbi olmuşlar demektir. Her dinin, her toplumun
yaşam biçimini, dünya görüşünü içinde toplayan kitabı vardır. Bu kitaplarda va’z
edilmiş olan kanunlar, o toplumun hayat şeklini ortaya koyar. Bu kitaplarda
yazılı olanlara göre topluma yön verilir. Meselâ şu anda Allah’ın kitabı olan
Kur’an’ı ilga eden bizim toplumda amel edilen, hayatı düzenleyen kitap Kur’an
değildir. Peki o zaman kitapsız mı bu toplum? Elbette hayır. Şu anda toplumun
amel ettiği, yaşam biçimini be-lirlediği, şu yapılmalıdır, bu yasaktır gibi
hayatını düzenlediği kitapları, yasaları vardır.
Öyleyse unutmayalım ki, hiçbir insan,
hiçbir toplum kitapsız değildir. Her insanın, her toplumun hayatına
uygulayabileceği, hayat programı adına başvurabileceği bir kitabı vardır.
Kimileri toplum kitaplarıyla, kimileri moda kitaplarıyla, kimileri Marx’ın,
kimileri Mao’nun, kimileri filanın, kimileri falanların kitaplarıyla amel
etmektedir. İşte kim kimin kitabıyla amel ediyor, kim kimin yasalarıyla hayatını
düzenliyor-sa, o onun dinindedir ve onun kitabı odur. Çeşitli kitaplara, çeşitli
yasalara göre düzenlediğimiz ve yaşadığımız bu hayatın sonunda mezara girdiğimiz
andan itibaren karşımıza çıkacak sorulardan birisi de işte bu olacaktır. Kitabın
ne? Kitabın neydi? Yâni neyle amel ediyordun? Hayatına kimin emirleri egemendi?
Yaptıklarını sana yaptıran kimdi? Kimin kitabını, kimin yasalarını uyguluyordun?
Hayatında etkili kitap, hayatına etkili hükümler ve yasalar kimin yasalarıydı?
Dene-cektir.
Kişinin kitabının sadece adını bilmesi
yeterli olmayacaktır. Ki-şinin Kur’an’a imanı, aynı zamanda onunla amel ederek
onu pratikte uygulamaya imandır. “Ben Kur’an’a
inandım,” diyen kişi, “ben onunla amel etmem, onu pratik hayatımda
uygulamam gerektiğine inandım,” demektedir. Alırken, verirken, severken,
küserken, yatarken, kalkarken, giyinirken, kuşanırken, kazanırken, harcarken,
evlenirken, boşanırken, gecemde ve gündüzümde, evimde ve çocuklarımda, malımda
ve mülkümde, sosyal, siyasal, hukukî ve ekonomik tüm hayatımda ben onunla amel
ediyordum diyebilmek önemlidir. Ben tüm sözlerimi, tüm davranışlarımı, tüm
amellerimi işte bu kitaba bakıp gerçekleştirdim, diyebilmek önemlidir. İşte o
zaman bu kitap onun kitabı olacaktır. Değilse, sadece o kitabın adını bilmek
hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Kitaba iman demek, Allah kitabında
böylece buyurdu, ben de bunu aynen anladım ve kabul ettim demektir. Yani Allah
kitabında ne dedi? Bizzat Allah’la, Allah’ın kelâmıyla diyalog kurarak, ama bunu
Peygamber örnekliğinde anlayarak onu amele dönüştürmektir.
Rabbimiz Bakara sûresinin başında
kitaplara iman konusunda iki gruptan söz etmişti:
1. Kitapla yol bulan muttakîler.
Yollarını kitaba sorarak bulanlar, hayat programlarını kitaba bakarak yapanlar.
Yaptıklarını kitap yap dedi diye yapanlar, yapmadıklarını da kitap yasakladı
diye yapmayanlar. Yâni kitap kaynaklı, kitap endeksli bir hayat
yaşayanlar.
2. Kitaba ilgisiz olanlar. Yani fark
etmez, kitap kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış olanlar. Yeryüzünde böyle bir
kitap var mı, yok mu, fark etmez onlar için. Kitaba karşı kayıtsız, ilgisiz ve
nötr davrananlar. Kitabın varlığı ile yokluğu kendileri için eşit olanlar. Veya,
“kitap ne derse desin, Allah ne derse desin fark etmez, ben yine bildiğimi
okurum!” diyenler.
Yani kitap, peygamber karşısında
Firavunluk yapanlar. Âyet-i kerime şöyle diyordu: Allah’ın indirdiğini hayatında
görüntülemeyip te başkalarının indirdiğini hayatında görüntülemeye çalışan
kimseyi görmedin mi? “Ben Firavun değilim demek çok kolaydır, ama benim amelim,
benim tavrım Firavun’un ameline benzemiyor,” demek gerçekten çok zordur. Allah
için bu konuda kendimizi bir sorgulayalım. Kitaba karşı, peygambere karşı bizim
tavrımız da Firavun’un tavrına mı benziyor? Allah’ın elçisi Mûsâ’ya (a.s) ve
onun getirdiği mesaja sırtını dönen, ona değer vermeyen, onunla ilgilenmeyen
Firavun gibi, acaba bizler de son elçiye ve onun getirdiği Kur’an’a sırtımızı mı
döndük? Kitapsız bir hayatın adamı mı olduk? Bunu çok iyi düşünmek
zorundayız.
Kitaba iman, kitapla yol bulabilmek,
kitabı hayat programı yapabilmek için kitabı tanımak zorundayız. Kitabı
tanımayan bir adamın onunla amel etmesi ve onu hayat programı yapması mümkün
değildir. Bilelim ki, uygulayacak kadar kitaptan tanıdığımız âyetler bizim
âyetlerimizdir ve bizim kitabımız işte o kadardır.
İşte Rabbimiz âyet-i kerimesinde
buyurur ki, “her insan, her ümmet, her toplum kitabına dâvet edilecek. Size ben
böyle hayatınızı düzenleyin diye bir kitap göndermiştim. Hadi gelin bakalım,
kitabınıza sahip çıktınız mı? Onu tanıdınız mı? Onunla amel ettiniz mi?
Hayatınızı onunla düzenlediniz mi? Onu hayat programı yaptınız mı?”
Ya da buradaki kitaptan kasıt, herkesin
amel defterleridir. Her-kes dünyada yaptıklarının tümünün yazılıp kaydedildiği
amel defterlerine dâvet edilecek. “Buyurun şu dünyada yaptıklarınıza bir bakın
ba-kalım! Bunları siz yaptınız. Bu amelleri siz işlediniz, bu hayatı siz
yaşadınız. Siz kokladınız, biz topladık. Siz yaptınız, biz yazdık ve şimdi
sizler bu amellere göre karşılık göreceksiniz,” denilecektir. Ama unut-mamak
lâzımdır ki, o amel defterleri de şu sürekli elimizin altında bulunan, bulunması
gereken, elimizden hiç düşürülmemesi gereken ki-tabımıza göre doldurulmalıdır.
Amellerimiz konusunda sürekli beslendiğimiz, sürekli diyalog halinde
bulunduğumuz kitabımıza göre bu a-mel defterlerini doldurmak zorundayız. Tüm
amellerimizde kıstas bu kitap olmalıdır. Yaptığımız, söylediğimiz her şeyi,
verdiğimiz her kararı bu kitaba uygun olarak vermeliyiz. Yine unutmayalım ki,
adamın ki-tabı neyse, hangi kitapla sürekli beraberse, hangi kitabı elinden
düşürmemeye çalışıyorsa, kafasında kimin kitabının bilgileri canlıysa, elbette
ki amelleri de o kitap kaynaklı olacaktır.
29. “Bu kitabımız gerçekten sizin
aleyhinize konuşur. Biz yaptıklarınızı şüphesiz bir bir
kaydediyorduk.”
O gün kitap, insanların,
muhataplarının aleyhinde ve lehinde her şeyi söyleyecektir. Çünkü bugün de,
yarın da, kıyâmet gününde de bu kitap hak söyler, hakkı söyler, hakka göre
konuşur. Her şeyi söyleyecek yarın bu
kitap. “Ya Rabbi, benimle ilgilenmedi! Ya Rabbi, benim hatırımı sormadı! Beni
hayat programı yapmadı! Bana değer vermedi! Gazeteye değer verdiği, dergilere
değer verdiği kadar bana değer vermedi. Televizyona yöneldiği kadar bana
yönelmedi. Başkalarına sorduğu kadar hayatının problemlerini bana sormadı. Ya da
be-nimle ilgilendi, beni tanıdı ve hayatını benim tarifime göre düzenledi,”
diyecek. Bu kitap hem lehte, hem de aleyhte şehadette
bulunacaktır.
İfade ettiğim gibi, buradaki kitaptan
kasıt amel defteriyse, o zaman o da her şeyi sayıp dökecek. İşte bu adam namaz
kılmış, oruç tutmuş. Bu adam Allah’a baş eğmiş, Allah’a ve Allah’ın kanunlarına
teslim olmuş, ama bu adam da Allah’ı reddedip kendi hevâ ve heveslerini
tanrılaştırmış. Bu, tâğutlara kulluk etmiş; bu, modanın kulu olmuş; bu,
âdetlerin kulu; bu çevrenin kulu olmuş gibi amel defterleri de sahibinin lehinde
ve aleyhinde her şeyi sayıp dökecektir. Herkesin ameli hangi isme sahipse, hayır
ya da şer hangi sınıfa dahilse, o sınıfla damgalanmış olarak kişinin karşısına
çıkacaktır.
Allah diyor ki:
“Biz dünyada sizin işlediğiniz her
ameli istinsah ediyorduk.” İstinsah; bir kitaba bakılarak onu aynen başka bir
kitap haline getirmek anlamına gelir. Yani bir kitaptan aynen kopyalamak
demektir. Aslının aynına zarar getirmeden bir şeyi kopyalamak. Anlıyoruz ki
kı-yâmet günü insanın eline tutuşturulacak amel defteri de o insanın dünyada
işlediği amellerin tam bir kopyasıdır. O amellerin aslıdır, aynısıdır. Onda
kesinlikle yanlış yoktur. Zira Allah hiç kimseye zulmet-mez. Kesinlikle ne
amellerini zayi ederek, ne işlemediği amelleri onun defterine yazarak, ne
işlediği amelleri zayi ederek, ne birisinin işlediklerinden ötürü bir başkasını
cezalandırarak Allah kimseye zulmetmez. Allah adildir. İnsan iyilik, ya da
kötülük, hayır ya da şer dünyada ne yapmışsa, ne tür ameller işlemişse orada
hazır bulacaktır.
İşte bu amel defterlerine göre, dünyada
insanların işledikleri amellere göre iki temel ayırım:
30. “İnanıp, yararlı iş işleyenlere
gelince, Rabbleri onları rahmetine gark eder. İşte bu apaçık
kurtuluştur.”
İman edenler, Allah’a ve
Allah’tan gelen hayat programına Al-lah’ın istediği biçimde iman edenler. Dikkat
ederseniz ilk kriter imandır. Değilse Allah zenginler demiyor. Profesörler,
fabrikatörler, krallar, beyler paşalar, devlet başkanları, erkekler, kadınlar,
uzun boylular, kısalar, filan millete mensup olanlar, falan aileden, filan
soydan gelenler, köle olanlar, efendi olanlar, işçi olanlar, patron olanlar
değil. Peki ne ya? İman edenler. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman
edenler. Allah’tan gelen hayat programı olan kitaplara onlarla hayatlarını
düzenleme adına iman edenler. Allah’ın elçilerine onları örnek almak, onları
adım adım takip etmek ve hayatın her bir biriminde onlar gibi yaşamak üzere iman
edenler, peygamberlerin örnekliliklerine iman edenler. Allah’ın elçileri
vasıtasıyla hayatlarına karıştığına ve Allah’ın elçilerinin getirdikleri
istikâmetinde bir hayat yaşamak zorunda olduklarına iman edenler...
Ama bunu, bu imanı söz planında
bırakmayarak eyleme dönüştürenler, yani salih ameller işleyenler, imanlarını
pratiğe dökenler, fıtratlarına ve yaratılışlarına uygun ameller işleyenler,
Allah’ın razı olduğu ve emrettiği ameller işleyenler, işte böyle olanları Allah
rahmetine katacaktır. Rabbimizin rahmeti onları o gün çepeçevre kuşatacaktır.
Biz biliyoruz ki, Rabbimiz herkesin Rabbidir. Ama bu mü’minler yeryüzünde
yaşadıkları sürece Rabblerini Rabb bilmişler, O’nun hayat programını
uygulamışlar, yaptıklarını O’nun hatırına yapmış, yapmadıklarını O’nun hatırına
terk etmişlerdir. Kâfirler ise hayatlarında kendilerine başka Rabbler bulmuşlar,
Allah adına değil de hep başkaları adına hayat yaşamışlardır. Allah, kendisini
Rabb bilen mü’min kullarını ebedî ve sonsuz rahmetinin tecelli edeceği
cennetinin, rahmetinin içine sokacaktır. Bir daha oradan çıkmamacasına, bir daha
kaybetmemecesine. İşte bu en büyük kurtuluştur. Gerçekten bu, hiçbir gö-zün ben
göremiyorum diyemeyeceği, hiçbir aklın ben anlayamıyorum diyemeyeceği, hiçbir
kalbin ben bunu hissedemiyorum diyemeyeceği net ve apaçık bir
kurtuluştur.
31. “Ama, inkâr eden kimselere denir
ki: “Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suçlu bir millet olmuştunuz değil
mi?”
Kâfirlere, küfredenlere,
örtenlere, örtbas edenlere, Allah’ın tek Rabb ve yegâne İlâh olduğu gerçeğini
örtenlere, Allah’ı gündemlerinden düşürerek, hesaba katmayarak yaşayanlara,
Kitabı örtenlere, Al-lah’ın önlerine açtığı kitabı görmezden gelerek, kitabın
defterini dürerek, Allah’ın insan hayatına koyduğu işaret levhalarını örtenlere,
örtbas edenlere, kitaptan habersiz hayat yaşayanlara, kendi hevâ ve he-veslerini
putlaştırıp nefislerinin istediği, canlarının çektiği gibi, kendi bildiklerine
göre bir hayat yaşayanlara, merhameti bol olan Allah’ın elçi göndererek
kendilerine açtığı rahmet kapılarından istifade etmeden yaşayanlara, nebilerle
tanışmayan, peygamberlerinin sünnetinden habersiz yaşayanlara, rahmet kapılarını
kapatanlara, nankörlük yapanlara, Allah’ın hak yasalarını tanımazlıktan
gelenlere gelince, ba-kın onlara da şöyle denilecek:
“Size Benim âyetlerim okunmuyor
muydu? Sizler Benim âyetlerimi izlemiyor muydunuz? Âyetlerimi takip etmiyor
muydunuz? Gör-müyor muydunuz Benim âyetlerimi? Kur’an’daki kulaklarınıza hitap
eden şu metluv âyetlerimi, kâinata serpiştirdiğim, gözlerinize hitap eden şu
meşhûd ve görsel âyetlerimi, içinize, bedenlerinize koyduğum şu enfüsî
âyetlerimi okumuyor muydunuz? Görmüyor muydunuz bunları? Bütün bu âfak ve enfüsî
âyetlerim size bir şey demiyor muydu? Sizin için bir şey ifade etmiyor muydu bu
kadar âyet?”
“Bu âyetlerimi okuyordunuz, bu
âyetlerim size okunuyordu. Dünyada bu âyetlerimi size izlettiriyordum. Ama
sizler istikbar ediyordunuz. Âyetlerim karşısında büyükleniyor,
kibirleniyordunuz. İhtiyaçsız ve eyvallahsız davranıyordunuz. “Biz bize yeteriz!
Bizim kimseye ihtiyacımız yoktur! Bizim gücümüz, kuvvetimiz var! Bizim
devletimiz, saltanatımız var! Bizim atımız, arabamız var! Bizim itibarımız,
kredimiz var! Bizim şu anda uyguladığımız sistemlerimiz var! Bu nedenle bizim
Allah’a da, O’nun âyetlerine de, O’nun peygamberine de, O’nun sistemine ve hayat
programına da ihtiyacımız yoktur!” diyor ve büyükleniyordunuz. Kendi
âyetlerinizi Allah’ın âyetlerinden üstün görüyordunuz. Kendi yasalarınızı, kendi
ideolojilerinizi Allah yasalarından üs-tün görüyordunuz.”
“Bu halinizle siz suç işleyen
kimselerdiniz. Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın kitabına, Allah’ın sizin
adınıza gönderdiği hayat programına, Allah’ın elçilerine, kendinize,
nesillerinize, toplumlarınıza, insanlığa ve tüm kâinata karşı suç işliyordunuz.
Zira yeryüzünde işlenebilecek en büyük suç, küfür ve şirk suçudur. Yeryüzünde en
büyük suç, kişinin kendisini yaratana kulluk makamından çıkarıp kendi
kendisinin, ya da başkalarının kulu makamına indirmesidir. Yeryüzünde bundan
daha büyük bir suç düşünmek mümkün değildir. Sizler yeryüzünde sizi yaratan
Rabbinizi unutup kendi tanrılığınızı ilân ediyordunuz. Allah’ın yasalarını
kaldırıp onun yerine kendi yasalarınızı ikâme ediyordunuz. Böylece Allah
kullarını Allah’a kulluktan koparıp, kendinize kul-köle ediniyordunuz.
Yeryüzünde, yeryüzünün yaratıcısına ha-yat hakkı tanımıyordunuz. Allah’ın
sistemine uygulama alanı vermi-yor, Allah’ın mülkünde Allah’a söz hakkı
vermiyordunuz. Kendinizi büyük görüp insanları küçük
görüyordunuz.”
“Dün de, bugün de bu tür insanlar pek
çoktur. Cüceyken kendilerini dev aynasında gören, Allah’a savaş ilân ederek
büyüyeceklerine inanan, Allah’a söverek büyüdüğünü zanneden, Allah’ın sisteminin
aleyhinde konuşunca büyüdüğünü zanneden, Allah karşısında güç iddiasında
bulunan, Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan insanlar hep olmuştur. Allah
onlara şöyle buyuracak: “Bana karşı, insanlara karşı suç işlediniz. İnsanların
kanlarını emdiniz. Onların ırzlarına, namuslarına uzandınız. Kendi arzularınız,
kendi siyasi görüşleriniz yeryüzünde hakim olsun diye Benim sistemimi
diskalifiye ettiniz. Benim kullarımı zorla kendinize kul-köle edindiniz. Benim
kullarım duymasınlar diye âyetlerimi örttünüz, âyetlerimi gündemden düşürdünüz,
onların öğrenilmesini yasakladınız. Ama bütün bunları yaparken şunu hiç mi hiç
düşünmediniz, şuna hiç yanaşmadınız:
32. “Doğrusu Allah’ın verdiği söz
gerçektir, kıyâmet saati şüphe götürmez” dendiği zaman: “Kıyâmetin ne olduğunu
bilmiyoruz, yalnız yoktur sanıyoruz, buna dair ke-sin bir bilgi elde etmiş
değiliz,” dediniz.”
“Size Allah’ın vaadi haktır.
Allah’ın kitapları ve elçileri vasıtasıyla size haber verdiği şeylerin hepsi bir
gün gelip gerçekleşecektir. Saat konusunda hiçbir şüphe yoktur. Kıyâmet bir gün
gelip sizin beyinlerinizde patlayacaktır,” dendiği zaman, “o kıyâmet ne zaman?”
di-yordunuz. “Kıyâmet de nedir?! Biz bilmeyiz,” diyordunuz. “Biz sadece onu
zannediyoruz,” diyordunuz. “Yani olabilir de, olmayabilir de, diyor-dunuz. Olsa
da, olmasa da bizim için o kadar önemli değil,” diyordu-nuz. Âhireti, hesabı,
kitabı hayatınızda canlı tutmuyordunuz. “Bizler yakînen onun gerçekleşeceğine
ihtimal vermiyoruz,” diyordunuz. “Bilimsel olarak bu mümkün değil!”
diyordunuz.
Dikkat ediyor musunuz, bu alçaklar bir
taraftan, “belki olabilir,” diyor ama diğer taraftan da “mümkün değil, bu konuda
emin değiliz,” diyorlar. “Yani bu konuda tam bir kanaat içinde değiliz, tatmin
olmuş değiliz,” diyorlar. “Evet, bir zannımız var bu konuda, ama bu zannımız
daha çok bu işin olmayacağı, kıyâmetin gerçekleşmeyeceği istikâmetindedir,”
diyorlar. Ama onların olmaz dedikleri, olmayacak dedikleri kıyâmet işte
gerçekleşmiştir. Reddettikleri hesap, kitap işte karşıların-da durmaktadır ve
hepsi de diz çökmüş, Rabblerinin huzurunda, haklarında verilecek kararı
bekliyorlar.
33. “İşledikleri kötülükler kendilerine
belli oldu ve onları, alaya aldıkları şeyler kuşatıp
mahvetti.”
İşledikleri tüm kötülüklerin,
yaptıkları tüm pisliklerin, küfürlerin, şirklerin, Allah’tan habersiz
yaşadıkları hayatın kötü sonucu işte şu anda kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
İnkâr ettikleri, reddettikleri, alay edip durdukları kıyâmet gerçeği önlerinde
durmaktadır. Artık bundan kaçıp kurtulmaları da mümkün değildir. Artık
reddettikleri azabın gözlerinin önünde duruşunun yıkılışı ve hüsranı
içindedirler. Eyvah ki, işledikleri tüm kötülükler şimdi önlerindedir. Keşke bu
amelleri işlememiş olsalardı. Keşke dünyada böyle bir hayatın adamı olmamış
olsalardı. “Keşke, keşke o alaylı sözleri, o inanmıyoruz, zan-netmiyoruz, bu
bilimin verilerine terstir, kıyâmetin kopacağına inan-mıyoruz, belki olabilir
ama kanaatimiz bu işin olmaması istikâmetindedir şeklindeki alaylı sözler bize
ait olmasaydı! Keşke hayatımızı bu anlayışa bina edenlerden olmasaydık!” Keşke
hayatlarını o hayatın sahibi olan Allah’ın kitabı ve o kitabın pratik örneği
olan peygamber aleyhisselâmın sünnetine göre yaşamış olsalardı. Keşke kitap ve
pey-gamberden habersiz yaşanmış bir hayatın sahibi olmamış olsalardı. Çünkü
zaten Allah kitabını bunun için göndermişti. İnsanlar hayatlarını o kitap ve o
peygamber rehberliğinde yaşasınlar, kitaba ve peygambere sormadan program
yapmasınlar diye göndermişti.
Halbuki kıyâmet böyle zanla,
insanın kendi kanaatleriyle bilinebilecek bir şey değilmiş. Meğer bu konu gaybî
bir konuymuş ve bu konuda sadece gaybı bilen Allah’ın dedikleri geçerliymiş.
Keşke Rab-bimizin âyetlerine kulak verip de hayatımızı ona göre düzenleyenlerden
olsaydık. Keşke Allah’la bilinebilecek bir bilgiyi kendi zanlarımızla, bilimin
verileriyle anlayabileceğimiz gururuna kapılmasaydık! Keşke şu perişan duruma
düşmeseydik,” diyecekler.
34. “Onlara denir ki: “Bugüne
kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi Biz de sizi unuttuk; varacağınız yer ateştir,
yardımcılarınız da yoktur.”
“Tıpkı dünyada sizlerin bugünü ve
bugünle karşı karşıya geleceğinizi unuttuğunuz, bugünü gündemlerinizden düşürüp
gamsız, dertsiz bir hayat yaşamayı, Allah’ı, peygamberi izine çıkararak, kitabın
defterini dürerek dilediğiniz her şeyi yaparak sorumsuzca bir hayat yaşamayı
yeğlediğiniz gibi, artık bugün sizler de unutuluyorsunuz. Sizin dünyada Beni
unutup yaşadığınız gibi, bugün Ben de sizi unutacağım. Sizler dünyada bugünü
hesaba katmadığınız, bugünün hesabı, kitabı içinde olmadığınız, hayatınızı buna
göre bina etmeye yanaşmadığınız, üstelik bugünü alaya aldığınız gibi, bugün Biz
de sizi hesaba katmayacağız. Sizler barınaklarınız olan, evleriniz, yerleriniz,
yurtlarınız olan ateşin içinde unutulanlardan olacaksınız. Artık sizleri
hatırlayan ne bir dost, ne de derdinizi dinleyecek bir yardımcınız
olmayacaktır.”
İşte kendi zan ve kanaatleriyle hareket
eden, Allah’ın âyetleriyle ilgilenmeyen, Allah’ın kitabından habersiz, kendi
kendine hayat programı yapan insanların sonu budur! İşte âhiretle alâkalı
beyanda bulunmak kendi haklarıymış gibi, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın bu
konudaki haberlerini, putlaştırdıkları bilimlerinin laboratuarlarına götürerek
incelemeye kalkışan, kendi bilimlerine, kendi bulgularına, kendi sistemlerine,
kendi ideolojilerine güvenerek Allah’ı da, Allah’ın âyetlerini de reddetmeye
kalkışan insanların sonu budur! İşte Allah’ın âyetlerini yargılamaya
kalkışanların sonu budur. Öyleyse gelin kitabı ve peygamberi diskalifiye ederek
kendi kendimize bir dünya yaşamaktan vazgeçelim. Kendimizi, kendimiz gibilerini
putlaştırmaktan, vahyin ye-rine oturtmaktan vazgeçelim. Hayatı onun sahibinin
istediği gibi yaşayarak yarın perişan duruma düşenlerden olmayalım
inşallah.
35. “Bu, Allah’ın âyetlerini alaya
almanızdan ve dünya hayatının sizi aldatmış olmasından ötürüdür. O gün, ne
oradan çıkarılırlar ve ne de özürleri dinlenir.”
İşte böyle. Çünkü sizler Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın haberlerini alaya aldınız. Allah’ın âyetlerini hiçe
saydınız, yok farz ettiniz. Göklerde ve yerlerde hiç kimsenin itiraz
edemeyeceği, reddedemeyeceği Allah’ın âyetlerini hakkınız olmadığı halde
laboratuarlara götürüp, a-caba doğru mu, yanlış mı; aslı var mı, yok mu, diye
incelemeye aldınız. Allah’ın âyetlerini, Allah’ın sistemini sorgulamaya,
yargılamaya kalkıştınız. Allah’ın âyetlerini alay konusu
yaptınız.
Allah’ın âyetleriyle alayın bir başka
boyutu da, bu kâfirler Allah âyetlerini anlıyor, doğruluğunu kavrıyor, inkârının
mümkün olmadığının bilincine eriyorlar ama buna rağmen hayatlarında hesaba
katmayışlarıydı. İşte alayın bir başka boyutu da budur. Yani bildikleri,
anladıkları, inkâr etmedikleri, hattâ belki ağızlarıyla onların doğruluğunu
itiraf ettikleri halde hayatlarıyla yalanlıyorlardı. Hayat programlarıyla,
hayatlarını bu bilgiye bina etmemekle, onları yok farz etmekle yalan-lıyorlardı.
Yalan sayıyorlardı onları. Neden? Çünkü dünya hayatı onları aldatmaktadır.
Dünyanın konumu ile aldanıyorlardı. İmtihan gereği, dünyanın konumu gereği
Allah’ın kendilerine dokunmayışına aldanıyorlardı. Burada Allah’ı atlattık,
zannediyorlardı. Dünya hiç bitmeyecek zannediyorlardı. Dünya kendilerinin
zannediyor, orada ebedî kalacaklarını düşünüyorlardı.
Evet, dünya hayatı onları aldattı da,
artık onlar orada ateşten hiç çıkmayacaklar. Azabın, ateşin içinde
unutulacaklar. Sözleri dinlen-meyecek. Mâzeretler ileri sürme ve özürler dileme
imkânı da verilmeyecek kendilerine. “Aman ya Rabbi! Ne olur, pişman olduk! Hata
etmişiz! Anlayamamışız! Akıllarımızı kullanamamışız! Bizi affet! Bize merhamet
buyur!” deme hak ve imkânları da olmayacaktır. Kapılar kapanacak ve o azabın
içinde unutulacaklardır.
Elbette bütün bunlar buradadır.
Pişmanlık burada işe yarar. Dönüş burada geçerli, tevbe burada değerlidir. İş
işten geçtikten sonra artık insanın af dilemesi veya mâzeretler ileri sürmesinin
anlamı yoktur. Ama bakın, bütün bunları burada anlatıyor Rabbimiz. Sanki olmadan
olacakları bizim gözlerimizin önüne sürüyor. “Kullarım! Bakın iyi düşünün, yarın
bunlar mutlaka başınıza gelecek. Ben sizi şimdiden uyarıyorum. Gelin, yarın “biz
duymamıştık, bizim bunlardan haberimiz yoktu, eyvah, eyvah!” demeyin!” Çünkü
yarın hiç kimsenin mâzeret hakkı kalmayacaktır.
36. “Övülmek, göklerin Rabbi, yerin
Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”
Hamd, gökyüzünün, yeryüzünün,
gökyüzündekilerin, yeryüzündekilerin de Rabbi olan Allah’a aittir. Hamd, Allah’a
aittir. Mükemmellik, eksiksizlik, kusursuzluk O’na aittir. Övgü, senâ, saygı
O’na ait-tir. Tüm sevgiler, tüm saygılar O’na aittir. Çünkü bu kâinatı, bu
hayatı, bu varlıkları yaratan O’dur. Her şeyi yoktan var eden O’dur. Gökleri,
yerleri, göktekileri, yerdekileri yaratan O’dur. Bizi yaratan, “bu bizimdir!”
dediğimiz her şeyi yaratan, şu elimizdeki istifade ettiğimiz nîmetlerin tümünü
var eden O’dur. Elimizi, ayağımızı, gözümüzü, kulağımızı, havamızı, suyumuzu,
ayımızı, güneşimizi, elmamızı, armudumuzu, ciğerimizi, dalağımızı, atımızı,
arabamızı veren O’dur. Elhamdülillah ki bütün bunlar O’ndandır. Elhamdülillah ki
bütün bunları O’na borçluyuz.
Daha önceki âyette ifade edildi,
göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Duran, yürüyen, gündüz görünen, gece
görünen ne varsa her şey O’nundur. Zaman ve mekânın sahibi Allah’tır. Göklerin
ve yerlerin sahibi, suyun, ateşin, havanın, oksijenin sahibi elhamdülillah ki
Allah’tır. Buna ne kadar hamd etsek azdır. Eğer bütün bunların sahibi Allah
değil de başkaları olsaydı, meselâ bunların sahibi insanlar olsaydı, ne olurdu
bizim halimiz hiç düşündünüz mü? Ne yapardı bu insanlar bize? “Gecede uyudun,
ver parasını! Gündüzü idrak ettin, öde ücretini! Güneşten ısındın, güneşten
aydınlandın, çıkar parayı! Su içtin, ateşi kullandın, sökül paraları! Hava
yuttun, oksijen kullandın öde faturayı! Gölgede serinledin, bulutu kullandın
çıkar parayı! Elmayı yedin, armudu ısırdın, ver ücretini!” Eğer bütün bu
nîmetler Allah’ın değil de başkalarının olsaydı halimiz bitikti. Rabbimizin
arzında yaşıyor, onun lokantasında bedava yiyip içiyoruz. Eğer şu anda
sorumsuzca tükettiğimiz bütün bu nîmetler Allah’ın değil de, içimizden
birilerinin elinde olsaydı, onları bu kadar rahat alamazdık. Elhamdülillah ki,
bütün bu nîmetler Rabbimizindir. Elhamdülillah ki, bizim bu kadar cömert bir
Rabbimiz var ve o Rabbimiz bizi, bizim gibilere değil bizi sadece kendisine
muhtaç etmiştir.
İşte böyle bir Allah hamde lâyıktır.
İşte böyle bir Allah övülmeye lâyıktır. Biz sadece Rabbimizi hamde lâyık
görüyoruz. Onun dışında hiç kimseye minnet borcumuz yoktur. Onun dışında hiç
kimseyi hamd etmez, hiç kimseyi hamde lâyık görmeyiz. Allah’ı övmek demek,
Allah’tan gelenleri övmek demektir. Allah’ı hamd etmek demek, O’nun
gönderdiklerinden razı olmak ve sadece O’nun hayat programını uygulamaya koymak
demektir. Hamdı Allah’a ait kılmak demek, sadece O’nu razı etmeye çalışmak,
sadece O’nun emir ve yasaklarına riâyet etmek demektir. Hayatı O’nun belirlediği
yasalar çerçevesinde ve O’nun için yaşamak demektir. O’na isyan etmemek, O’na
karşı gelmemek demektir.
Bizim dışımızdaki gökler ve yerlerde
Allah’ın yarattığı varlıkları bir düşünün. Kendilerinin var edicisi olan
Rabblerine karşı isyan içinde olan bir tek varlık var mı? İnsan ve cinlerin
dışındaki tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu Allah’ın
elindedir. Bütün varlıklar, yaratıcılarının çizdiği hayat programına teslim
olmuşlardır. Yaratıldığı günden beri yaratıcısının emrine itaat eden, Allah’ın
kendisi adına çizdiği yörüngede hareket eden güneşi bir düşünün. Bir tek gün, ya
da bir tek saat Rabbine karşı gelip bugün doğmuyorum deyiverse, sizin haliniz ne
olur hiç düşündünüz mü? Güneşe böyle bir özgürlük tanımadan yana olmayan sizler,
Rabbinize karşı nasıl kendinizde öz-gürlük görmeye ve O’na isyan etmeye
kalkışıyorsunuz? Hakkınız var mı buna? Yaşadığınız gezegende ve tüm âlemler
üzerinde sözünü, hükmünü ve saltanatını geçiren, tüm varlıklar üzerinde egemen
olan Rabbiniz karşısında nasıl oluyor da egemenlik ve tanrılık iddiasında
bulunup, O’nun yasalarına rağmen kendinize, kendi bildiğiniz biçimde hayat
programı yapmaya kalkışıyorsunuz? Nereden alıyorsunuz bu yetkiyi?
37. “Göklerde ve yerde azamet O’nundur.
O, güçlüdür, Hakimdir.”
Göklerde ve yerlerde büyüklük
sadece O’na aittir. Allah en büyüktür. Allah tek büyüktür, başka büyük yok.
Hangi konuda? Her konuda. Her konuda en büyük Allah’tır. Ekonomik sorunların
çözümünde mi? En büyük Allah’tır. Eğitim problemlerinin halledilmesinde mi?
Allah en büyüktür. Hukuk belirleme konusunda mı? Allah en büyüktür. Siyasal
bakış açısı geliştirmede mi? En büyük Allah’tır. Aile planlamasında mı? En büyük
Allah’tır. Sosyal yasaların belirlenmesinde mi? En büyük Allah’tır. İnsanla
alâkalı, varlıklarla alâkalı aklınıza ne geldiyse her konuda Allah en büyüktür.
Çünkü Allah, kendisinden başka İlâh olmayandır. Allah, tek İlâhtır.
İnsanların hayatında
İlâhlaştırılanlar en büyüktür. Kişi neyi ilâh kabul etmişse, onu kendisinden
daha büyük kabul ettiği için, sözü dinlenecek varlık, yasaları uygulanacak
varlık bildiği için onu ilâh kabul eder ve onun sözünü dinler. Meselâ kişi
şehvetini mi ilâhlaştırdı? Toplumunu mu ilâhlaştırdı? Çevreyi mi ilâhlaştırdı?
Reisini mi? Ağasını, patronunu mu? Tâğutlarını mı? Neyi ilâhlaştırdıysa, neyi
putlaştırdıysa mutlaka onu kendisinden büyük ve sözü dinlenecek varlık bildiği
için ilâhlaştırmıştır.
Allah en büyüktür. Allah tek büyüktür.
Büyüklük sadece O’na aittir. Çünkü kâinattaki tüm varlıkları yoktan yaratan
O’dur. Her şeyi meydana getiren O’dur. Hayatı yaratan O’dur. Öyleyse büyüklüğü
sa-dece O’na verin. Büyük olarak sadece O’nu bilin. O’ndan başka büyükler kabul
etmeyin.
Ama siz bilirsiniz, eğer yeryüzünde
Allah’tan başka büyükler kabul eder ve onlara itaat etmeye kalkar, onları Allah
makamına koyarak onların kanunlarını uygulamaya çalışır, “efendim, bunlar sanat
büyükleri, bunlar ilim büyükleri, bunlar hukuk, bunlar siyaset büyüklerimiz,
bunlar devlet ve yönetim büyüklerimiz, bunlar hikmet, bunlar tövbe, bunlar
sığınma ve şefaat büyüklerimiz,” diyerek Allah dışında kendinize bir takım
büyükler bulur da, Allah’a yapılması gerekenleri onlara yapmaya kalkışırsanız,
bilesiniz ki o zaman Allah Azîz ve Hakîmdir.
Allah mutlak güç ve kuvvet sahibidir.
Allah, kendisine karşı gelinmez, itiraz edilmez, kendisiyle baş edilmez mutlak
otorite sahibidir. Sizden öyle bir intikam alır ki, ondan sizi kurtaracak hiçbir
yardımcı da bulamazsınız, Allah korusun.
Bu sûre ile alakalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle iman edip amel eden kullarından eylesin. Velhamdü
lillahi Rabbil’âle-mîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder