AHKÂF SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
46., nüzûl sıralamasına göre 66., mesânî kısmı beşinci sûreler grubunun ikinci
sûresi olan Ahkâf sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
35’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd, yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Ahkâf sûresi, nübüvvetin on birinci
yıllarında Mekke’de nâzil olmuş 35 âyetlik bir sûredir. Ahkâf, kum yığınları
anlamına gelen ve Hz. Hûd’un (a.s) kendilerine peygamber olarak gönderildiği Âd
kavmini uyardığı bölgenin adıdır.
Kur'an-ı
Kerim'in kırk altıncı sûresi. Sûrenin on, on beş ve otuz beşinci âyetleri hariç
geri kalanı Mekke'de nazil olmuştur. Sûre, yirmi yedinci âyetinde söz konusu
edilen Âd kavminin bulunduğu bölge olan Ahkâf'tan adını almıştır. Sûre Ha-Mim
şeklinde huruf-ı mukattaa ile başlayan yedi sûrenin sonuncusudur. Otuz beş
âyetten ibaret olan Ahkâf sûresi üç yüz kırk dört kelime ve iki bin üç yüz
harften meydana gelmiş olup fasılaları nûn ve mim
harfleridir.
29 ve 30. âyetlerinden de anlaşıldığına
göre, sûre Rasulullah Efendimizin ve çevresindeki bir avuç müslümanın bir kaşık
suda boğulmak istendikleri bir dönemde nâzil olmuştur. Mekke’de müşrikler
Allah’ın Resûlü ve müslümanlara karşı boykot ilân etmişler, ekonomik ambargo
koymuşlar, şu anda yeryüzü kâfirlerinin müslümanlara yaptıkları gibi, onları
korkunç işkencelere maruz bırakıyorlardı. Müslümanları âdeta toplumdan tecrit
edercesine, Ebu Talib mahallesinde üç yıl boyunca ölüme terk etmişlerdi.
Mekke’de tüm kapıların yüzüne kapandığı Allah’ın Resûlü, bir ümit kapısı olarak
gittiği Taif’ten de ümitleri yıkılmış ve eli boş olarak dönmüştü. Mahzun bir
şekilde Mekke’ye dönerken Batn-ı Nahle denilen yerde konaklayıp orada birkaç gün
kaldı. Allah’ın Resûlü üzüntü içinde Mekke’ye tekrar nasıl gireceğini
düşünüyordu. Şimdi işi daha da zorlaşmıştı… Taif’e gittiğini, oradakilerin
kendisini taşladıklarını duyan Mekkeliler daha da şımaracak ve Allah’ın
Resûlü’ne yapmadığını bırakmayacaklardı.
İşte Allah’ın Resûlü bunları
düşünüp üzüntü içinde kıvranırken, Buhârî’de anlatıldığına göre Cebrâil (a.s)
gelmiş ve: “Ey Allah’ın elçisi, senin kavminin sana yaptıklarını Allah bilmekte
ve görmektedir. Sakın üzülme, istersen şu dağları birleştirip sana zulmeden bu
insanların tümünü helâk edeyim,” buyurur. Bu konuda kendisine tercih hakkı
verilen Rasûlullah, seçimini onların helâki için değil, hidâyeti için kullanır.
Daha sonra Rabbimiz, Rasûlullah Efendimize cinleri gönderir. Belki de Allah,
Taif’te kendisine yapılanlara karşılık Resûlünü teselli adına cinlerin kendisini
dinleyip iman etmiş olarak kavimlerine dönmelerini
sağlamıştı.
Bu
sûre Mekke'de nazil olduğu için daha çok imanî ve akîde konularını ele almıştır.
Allah'ın birliğine, onun kâinatta var olan her şe-yin mutlak Rabbi olduğuna iman
konusunu işlemektedir. Vahye, risâ-lete, peygamberlerin getirdiği mesajlara, bir
çok peygamberin gelip geçtiğine iman etme hususlarını konu edinen Ahkâf sûresi,
Kur'an ve Kur'an'dan evvel indirilmiş bulunan semavî kitaplara, Kıyamet gününe,
dirilişe, insanların hesaba çekilecekleri ve yaptıklarının karşılıklarını iyi
veya kötü alacakları hususlarına iman etmenin gereklerini
anlatmaktadır.
Sûre
yukarıda söz konusu ettiğimiz hususlara imanı her yönüyle gönüllere kadar
indirmekte, kalbin her teline dokunarak değişik alanlarda olayı dile
getirmektedir. Sûre bu iman konusunun belli bir insan kitlesini değil, bütün
kâinâttaki varlıkları ilgilendirdiğini belirtir. İsrail oğullarından bir grubun
İslâm'a karşı tutumunu söz konusu ederek olayı ele almakta ve ayrıca cinlerden
bir grubun Kur'an-ı Kerim'e karşı tavırlarını anlatmaktadır. Yahudilerden bazı
kimselerin son derece yanlış ve sapık bir anlayışa kapıldıklarını, diğer bazı
kimselerin ise, olumlu davranışlarını ve sağlam fıtratlarını dile getirip
bunlardan örnekler sunar. Sûredeki anlatım tarzı insanın kalbini kâinatın
ufuklarında, göklerde ve yerde gezindirerek ona Kıyamet ve âhiretten tablolar
çizmektedir. Hz. Lût (a.s.) kavminin iman etmemelerinden dolayı başlarına gelen
felâketleri ve içinde yaşadıkları şehirlerinin kötü sonunu
anlatmaktadır.
Sûrenin
anlatım ve akışına göz attığımızda dört ayrı bölüm içinde olayların
değerlendirildiğini görüyoruz.
Birinci
bölüm, sûrenin başlangıcı olup Kur'an'ın Allah katından vahiy yoluyla
indirildiği ilk âyette ifade edildikten sonra, kâinat içindeki ahenk ve mükemmel
nizamın Allah tarafından yönetildiği belirtilmekte ve buna insanların dikkati
çekilmektedir. Bu güçlü ifadelerden sonra iman ve akîde konusu ele alınmakta
Allah'a şirk koşmanın son derece basit ve dayanaksız bir tutum olduğu
belirtilerek reddedilmektedir .
"(Ey
Muhammed) Kâfirlere de ki, "Söyleyin bana Allah'ı bırakıp ondan başka şu
tapındıklarınız yeryüzünde ne yaratmışlardır? Yoksa onların ortaklıkları
göklerde mi? Eğer şu inancınızda doğru yolda iseniz o halde size indirilmiş bir
kitap veya sizden öncekilerden size intikal etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana
getirin." (4)
Böylece
Allah'ı bırakıp karşılık vermeyen, duyup işitmeyen, ko-nuşmayan, cansız putlara
veya ölüp gitmiş insanlara tapınmanın sapıklığı ve basitliği kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır. Bununla da kal-mamakta; o tapındıkları put ve tâğûtların
kıyamet gününde insanlarla çekişerek o sıkıntı dolu hesap gününde kendilerine
tapanlardan uzak olduklarını ifade edecekleri bu sûrede
anlatılmaktadır.
Sûrede
ayrıca müşriklerin Rasulullah’a karşı tutumları anlatılıp, Kur'an'ı kendisinin
uydurduğunu ve bunun bir büyü olduğunu belirtmeleri üzerine onlara verilen
Kur'anî cevaplar ve meydan okumalar sergilenmektedir. Ayrıca İsrail oğullarının
bazı yanlış tutumları dile ge-tirilerek onların iman ettiği Hz. Musa ve
kitapları Tevrât'ın Kur'an tarafından tasdik edildiği bildirilerek onlardan iman
edenlerin doğru davranışları takdir edilmektedir. Nihâyet bölümün sonunda
zulmedenlerin yanlışlıkları ahlatılıp uyarıldıklarını ve salih amel işleyenlerin
müjdelendiklerini görüyoruz.
"Muhakkak
Rabbimiz Allah 'tır deyip de sonra dosdoğru gidenlere korku yoktur. Ve onlar
üzülecek de değillerdir. İşte onlar cennet ehlidirler. İşlediklerine karşılık
olarak orada ebediyen kalacak ve (mükâfatlandırılacak)lardır."
(13)
İkinci
bölümde de doğru ve sapık iki insan fıtratının akîde karşısındaki tutumları
örnek olarak anlatılmaktadır. Doğumlarından erginlik çağına varıp sorumluluk
yüklenerek tecrübelerle karşı karşıya kaldıkları zaman takındıkları tavır ve
giriştikleri hareketleri izlenmektedir. Bu iki örnekten biri Rabbine şükredip
anne ve babasına karşı iyi davranmakta, ahde vefa gösterip Allah'a yalvararak
günâhlarından tevbe etmektedir. Diğeri ise, Allah'a karşı isyankâr davranarak
anne ve babasını üzmekte, onlara itaât etmeyerek âhireti inkâr etmektedir. Bunun
için de büyük bir sıkıntı içine gömülüp bitkin bir duruma
düş-mektedir.
"Onlar
öyle kişilerdir ki yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların
kötülüklerinden vazgeçeriz. Onlar cennet halkıdırlar. Bu dünyada kendilerine
vaadedilen doğru vaadin gerçekleşmesidir." (16)
"İşte
bunlar da kendilerine azap sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce
geçen cin ve insan toplulukları arasında azabın içinde bulunacaklardır.
Gerçekten onlar ziyana (hüsrana) uğrayanlardır." (18)
Bu
kısım bir Kıyamet tablosuyla sona erip bu tablonun acı sonu gözler önüne
serilmektedir.
"O
kâfirler ateşe sunuldukları gün: (Kendilerine) denir ki: Dünya hayatınızda sizin
için temiz olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise
yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve doğru yolu terk etmenizden
dolayı bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız. "
(20).
Üçüncü
bölümde ise, kendilerine gelen peygamberi ve ilâhi emir ve mesajları
reddettikleri için Âd kavminin başlarına gelen son derece acı ve elîm âkıbeti
dile getirmektedir. Kendileri hayat ve mutluluk bekledikleri rüzgârdan, öldürücü
ve yok edici bir azap görünce nasıl perişan oldukları anlatılmaktadır
.
"Onu
vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce dediler ki: "Bu bize yağmur
yağdıracak bir buluttur. " Hayır o, acele beklediğiniz şeydir. Acıklı azabı
getiren rüzgârdır. Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder. Derken onlar öyle
bir hale geldiler ki evlerinden başka bir şey görünmez oldu (her şey yok oldu).
İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız. "
(24-25)
Bu
âyetlerle Kur'an'ın muhatabı olan o günün Mekkeli müşrikleri ile Kıyamet'e kadar
gelip geçecek bütün inkârcı ve Allah'ın emirlerini reddeden kimselere Âd
kavminin durumu anlatılarak acı sonlarının nasıl olduğu
hatırlatılmaktadır.
"Bilin
ki onları sizi yerleştirmediğimiz sağlam yerlere yerleştirmiştik. Ve kendilerine
kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Ne var ki bu kulakları, gözleri ve
kalpleri onlara bir fayda sağlamadı. Çünkü Al-lah'ın âyetlerini (emir ve
hükümlerini) bile bile inkâr ediyorlardı. Alay ettikleri şey onları mahvetti."
(26)
Bu
kısmın sonunda Mekkelilerin çevresinde bulunan kavimlerin başına gelenler
hatırlatılarak, tapındıkları put ve tağûtların kendilerine yardım etmekten aciz
oldukları, yalanlarının ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Böylece onların bu
örneklerden etkilenip imâna gelmeleri için ikazda bulunulmaktadır
.
Dördüncü
bölümde de cinlerden ve onların Kur'an'a karşı olan tavrından söz edilmektedir.
Nihâyet sûre:
"Görmezler
mi ki gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri de
diriltmeye kadirdir. Evet o her şeye kadirdir" (33) mesajıyla sona
ermektedir.
İşte böyle bir ortamda nâzil olmuş bir
sûreyle karşı karşıyayız… Önceki Hâ-Mim’lerde olduğu gibi, burada da Rabbimiz
huruf-ı mukattaadan sonra kendi isimleriyle söze başlıyor:
1. “Hâ, Mîm.”
Önceki sûrelerde bu konuda epey
bir şeyler demeye çalıştık.
2. “Bu Kitabın indirilmesi güçlü olan,
Hakim olan Allah katındandır.”
Bu kitabın indirilişi, Azîz ve
hakim olan Allah’tandır. Bu kitabın sahibi izzet ve şeref, güç ve kuvvet
sahibidir. Kitabı okurken böyle bir Allah’tan geldiğini asla unutmamalıyız. Yine
kesinlikle bileceğiz ki, bu kitapla beraber olanlar yeryüzünde en büyük izzet ve
şeref, hikmet ve hâkimiyet sahibi kimselerdir. Bu kitapla beraber olanlar
şerefli, bu kitapla beraber olanlar güçlüdürler. Bu kitapla beraber olanlar, bu
kitabı anlayanlar ve bu kitabın istediği şekilde hareket edenler hikmet
sahibidirler. Çünkü bu kitap, hikmet sahibinden gelmiş hikmet dolu bir kitaptır.
Bu kitaptan habersiz yaşayanlar, bu kitabın hikmetinden, izzet ve şerefinden
istifade edemeyenler, hikmetsiz, izzetsiz ve şerefsiz olarak sürünmek zorunda
olan kimselerdir.
Bu kitapla beraber olanlar yeryüzünün
en hayırlı insanlarıdır. Rasûlullah’ın hadisiyle söylersek; ‘Kime hikmet
verilmişse, kimin bu kitaptan nasibi varsa ona çok büyük hayırlar verilmiştir.’
Yine Rasû-lullah’ın ifadesiyle bu kitabı tanıyan ve bu kitabı hayatında hareket
noktası yapan kimseye bâliğa bir hikmet verilmiştir. Bu kitapla beraber olanlar
yeryüzünde ulaşacakları her yere ulaşmışlardır. Görüşleri keskin, anlayış ve
kavrayışları engin. kararları isa betlidir.
Öyleyse anlamak ve onunla hayatımızı
düzenlemek üzere ki-tabı elimize aldığımızda kiminle diyalog halinde olduğumuzu,
kimin kitabından bilgilenmeye çalıştığımızı unutmayacağız. Rasgele bir kitapla
değil, Azîz ve Hakim olan Allah’tan gelme, Azîz ve hakim olan bir kitapla karşı
karşıya olduğumuzu bileceğiz. Eğer izzet ve şerefe ihtiyacımız varsa, eğer
bilgin olmaya, hikmet sahibi olmaya ihtiyacımız varsa, bu kitabı hiçbir zaman
elimizden düşürmemeye çalışacağız. Elimize aldığımız bu kitabın âyetlerini
anlayıp, hayata onlarla bakabildiğimiz zaman yeryüzünde izzet ve şerefe
ulaşacağımızı, tüm düşmanlarımıza galip geleceğimizi, bundan ayrı kaldığımız, bu
kitapla ilgimizi kestiğimiz zaman da ebediyen izzet ve şerefimizi kaybederek
şerefsizlerin elinde oyuncak olacağımızı, onların kulu-kölesi olarak rezil bir
hayatı yaşamak zorunda kalacağımızı unutmayacağız. Bu ki-tabı kendimizden,
kendimizi de bu kitaptan ayırdığımız zaman ne ya-parsak yapalım, kime gidersek
gidelim izzetsiz, şerefsiz ve hikmetsiz olarak yeryüzünde sürünmek zorunda
kalacağız. Ne A.B.D’de, ne Avrupa’da, ne de başka yerlerde izzet ve şeref
bulamayacağız.
3. “Biz, gökleri, yeri ve ikisinin
arasında bulunanları, ancak gerçek üzere ve belirli bir süre için yarattık;
inkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz
çevirmektedirler.”
“Biz gökleri, yerleri ve ikisi
arasında olanları hak ile, belli bir yasa, belli bir ecel, belli bir süre ile
yarattık,” diyor Rabbimiz. Allah, var olan tüm varlıkları belli yasalara
bağlayarak belli bir zaman süreci içinde yaratmıştır. Her şeyi belli bir hakka
istinat edecek biçimde yaratmıştır. Varlıkların tümünü yaratan Allah olduğu
için, tüm varlıklarda Allah’ın hak yasaları, hak sözleri geçerlidir. Allah’ın
Resûlü bir hadislerinde bu hususu anlatırken, “gökler ve yer, İhlâs sûresine
bina edilmiştir,” buyurur. Kâinattaki varlıkların tamamı tevhid yasasına bina
edilmiştir. Tüm varlıkta tevhid esastır, tüm kâinatta tevhid geçerlidir.
Gökte ve yerdeki varlıkların
tümünün boyunlarındaki ipin ucu Allah’ın elindedir. Hepsi de Allah’a kulluk
etmektedir. Hepsi Allah’ı dinlemekte ve O’nun yasalarına boyun bükmektedir.
Hiçbir varlık Allah’ın kendileri için belirlediği bu kulluk yasasına karşı gelip
isyan edemez. Sadece insan ve cinler bunun dışındadır. Aslında onlar da fıtraten
yine Allah yasalarına boyun bükmektedirler ama Rabbimizin onlar adına
belirlediği hak bir yasa gereği, âkil-bâliğ oldukları andan itibaren onlar iman
ya da küfür adına bir tercih hakkına sahiptirler. Bunun dışında insanlar ne
erkek ve kadın oluşlarına, ne uzun ve kısa oluşlarına, ne kaşlarının rengine, ne
midelerinin çalışmasına, ne ölümlerine, ne doğumlarına söz geçirme imkânına
sahip değildir. Çaresiz Allah yasalarına teslim olmak zorundadırlar.
Yaşadığımız hayatta da Allah yasaları
geçerlidir. Allah’ın yeryüzünde bizim adımıza va’z ettiği bu yasa gereği, inanan
ve inancını yaşayan hiçbir müslümanı cennete gitmekten kimse engelleyemez.
Aksini tercih etmiş hiçbir kâfiri de cehenneme yuvarlanmaktan hiç kimse
engelleyemez. Bu, yeryüzünde Allah’ın koyduğu bir yasadır ve Allah’ın
yasalarının dışına çıkmak da mümkün değildir.
Allah, her şey için belli hak yasalar
tespit etmiş, yine her şey için belli bir ecel tayin buyurmuştur. Her şeyin
takdir edilmiş bir eceli vardır. Eceli geldiği zaman yapraklar düşer, eceli
geldiği zaman taşlar yuvarlanır, eceli geldiği zaman dip diri bedenler düşer,
ruhlar bedenlerden ayrılır, eceli geldiği zaman güneşin defteri dürülür,
yıldızlar yerlerinden sökülüp sağa sola atılır, dağlar yürütülür, eceli geldiği
za-man dünya durur, hayat biter ve her şey yok olup gider.
Evet, Rabbimiz her şey için bir
zaman, bir ecel belirlemiştir. Kendisinden başka her şey fânidir. Her şey eceli
geldiği zaman yok olmaya mahkumdur. Bâkî olan sadece bu kâinatın yaratıcısı ve
yarattığı varlıkların yasalarının ve ecellerinin tayin edicisi olan
Rabbimizdir.
Ama kâfirler uyarıldıkları
tehlikelerden yüz çeviriyorlar. Kâfirler, Allah’ın bu yasalarını örtenler,
Allah’ın bu yasalarını anlatmak ü-zere gönderdiği kitabını örtenler, Allah’ın
âyetlerini örtüp örtbas edenler, onları gündemlerinden düşürenler, Allah’tan da,
Allah’ın kitabından da habersizce bir hayat yaşamaya çalışanlar, uyarıldıkları
teh-likelerden yüz çeviriyor, yan çiziyor, ciddiye almıyor, hayat programlarını
buna göre bina etmiyorlar. Allah’ın istediklerini yerine getirip,
yasakladıklarından da sakınmaya, yâni hayatlarını Allah’ın istediği gibi
yaşamaya yanaşmıyorlar.
Peki acaba onların uyarıldıkları
bu tehlikelerle ne kastedilmektedir? Bu tehlike, Rabbimizin kitaplar ve
peygamberler göndererek duyurduğu gerçeklerdir. Allah, bu kitabında ölüm ötesi
hayatın hesabı, kitabı, haşır, neşir, sırat, cennet, cehennem, azap, ikap,
mükâfat olarak neleri haber vermişse, hangi konularda dikkatli olmalarını
istemişse, onlar işte bu uyara aldırış etmiyorlar.
Bu, gökleri, yeri ve ikisi
arasındaki tüm varlıkları imtihan için yarattığını, laf olsun, eğlence olsun
diye değil, hak yasalara bağlı olarak yarattığını, onlar için belli yasalar
koyduğunu, her biri için belli bir yaşama zamanı, belli bir ecel tayin ettiğini,
imtihan zamanının son bulması ve ecelinin dolmasıyla her şeyin öleceğini, yok
olacağını ama hemen arkasından yepyeni bir hayata dirilişin, hesap-kitap
döneminin başlayacağını ve bütün bu gerçekleri örtüp örtbas ederek küfür içinde
yaşayanların sonunda cehenneme yuvarlanmak zorunda olacaklarını anlatır
Rabbimiz. Azapla uyarmıştı insanları, cehennemle uyarmıştı. Ama kitabı örtenler,
kitaptan habersiz bir hayat yaşamaya yönelenler elbette bunlardan gafil
olacaklar. Bütün bunların anlatıldığı kitaptan habersiz yaşayanlar elbette ki
bunlardan yüz çeviren insanlardır.
4. “Ey Muhammed! De ki: “Allah’ı
bırakıp taptığınız şeyleri görüyor musunuz? Yeryüzünde ne yaratmışlar bana
göstersenize! Yoksa Allah’la ortakları göklerde midir? Eğer doğru sözlü iseniz,
size indirilmiş bir kitap veya intikal etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana
getirin.”
Bunların bir tek canlı
yarattıklarını söyleyebilir misiniz? Bu yeryüzü tanrılarından hiçbirisine
yaratma işini izâfe edebilir misiniz? Kâinattaki varlıkların yaratılması
konusunda bunların bir müdahalesinin olduğunu yahut bu yaratma konusunda
bunların Allah’a yardımcı olduklarını söyleyebilir misiniz? Halbuki ilâh olanın
yaratıcı olması gerekir.
Yeri yaratan, gökleri yaratan,
yerdekileri ve göktekileri yaratan Allah’tır. Öyleyse hamd da, övgü ve senâ da
Allah’a aittir. Övülmeye, kulluk edilmeye lâyık tek varlık O’dur. Böyle iken
Allah’ı tanımayanlar, başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye,
başkalarına kulluk etmeye çalışıyorlar. Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana
denk tutmaya çalışıyorlar. Kimileri Allah’ın yarattığı maddeyi Allah ye-rine
koyarak Allah’a denk tutuyor, kimileri Allah’ın yarattığı kulları Allah makamına
oturtarak ona denk tutuyor, kimileri yeryüzünde ona arkadaşlar, ahbaplar,
vekiller ve yetkililer izafe ederek, kimileri Allah’a çocuklar izâfe ederek,
kimileri Allah’ın yarattığı ateşe, kimileri taşa, toprağa, kimileri kadına,
kimileri Allah makamına oturttukları insanlara, tâğutlara tapınarak onları
Allah’a denk tutmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır.
Hepsi de Allah’ın yaratığı, hepsi de Allah’ın kulu ve mülküdür.
Peki bunlara kulluk edilebilir mi?
Kulluğa lâyık mıdır bunlar? Bunu hakkettiler mi bunlar? Ey Allah’tan başkalarını
Rabb ve İlâh bilip onlara kulluk etmeye çalışanlar! Onları hayatlarında söz
sahibi bilip, onların hayat programlarını uygulamaya çalışanlar! Söyleyin,
gerçekten bunlar bir şey yaratabilmişler mi? Gerçekten bunlar kulluğa lâyık
varlıklar mı? “Hayır, bizler bu varlıklar kulluğa lâyık oldukları için değil,
ancak kulluğa lâyık olan Rabbimiz onlara kulluğu da emrettiği için, onlara da
kulluk yapıp onların sözlerini de dinleyin dediği için biz onlara da kulluk
ediyoruz,” diyebilirsiniz. Nitekim müşrikler de öyle diyor-lardı. “Bizi
Rabbimize yaklaştırsın diye onlara kulluk yapıyoruz,” diyor-lardı.
Rabbimiz işte bu âyetiyle böyle
inanan insanları düşünmeye dâvet ediyor. Düşünsenize, şu Allah’tan başka İlâh
bildikleriniz, Allah berisinde kanun koyma yetkisine sahip gördükleriniz, darda
kaldığınız zaman dua edip kendilerine sığındığınız bu sahte tanrılar yeryüzünde
ne yaratmışlar? Yoksa göklerin ve yerlerin yaratılışında Allah’a yardım mı
etmişler? Yoksa onların gökler ve yerlerin egemenliği konusunda bir ortaklıkları
mı var? Şu anda güneşe onlar mı hükmediyor? Aya, yıldızlara onlar mı emrediyor?
Göklerin ve yerlerin yasalarını on-lar mı koymuşlar? Varlıklara hükmeden onlar
mı?
“Eğer öyleyse, bana bu konuda delil
olarak size indirilmiş bir kitap veya size bu konuda intikal etmiş bir bilgi
kalıntısı, bir bilgi kırıntısı varsa haydi getirin bakalım onu. Böyle bir
rivâyet, bir haber var mı? Bir iz, bir alâmet var mı bu konuda?” diyor
Rabbimiz.
Anlayabildiğimiz kadarıyla buradaki
kitaptan kasıt, Rabbimizin önceki toplumlara indirdiği kitaplardır. Kitapların
herhangi birisinden bir deliliniz var mı? Eser ya da bilgi kalıntısından maksat
da, önceki nesillerden sonraki nesillere güvenilir, mütevatir yolla ulaşmış bir
bilgi yahut önceki peygamberlerin uygulamalarından öğrenilenlerdir. Yani bu
konuda, şirkin kokusuna bile delil olabilecek bir bilgi kırıntısı bile varsa,
haydi getirin onu!?
Eğer yeryüzünde Allah’ın ortaklarının
varlığını iddia ediyor ve onlara da kulluk yapılması gereklidir
iddiasındaysanız, haydi bana bu konuda delil olarak Kur’an’dan önce gelmiş bir
kitaptan bir delil veya bir bilgi kalıntısı getirin. Eğer Allah böyle bir delil
indirmişse, bu ancak vahiyle bilinir. Haydi, önceki kitapların birinden bir tek
âyet yahut peygamberlerden buna dair bir tek söz bulun. Ya da bu kitaplara ve
peygamberlere dayanarak yazılmış bir tek kitaptan bir delil bulun. Hiçbir
kitabın, hiçbir peygamberin Allah’la birlikte başkalarına da kulluğa çağırdığını
duydunuz mu?
Hamde, İlâhlığa ve Rabblığa lâyık olan,
tüm bunları yaratandır. Tüm bu semâvât ve arzdakileri yarattığı için Allah hamde
lâyıktır. Gökleri ve yerdekileri, insanı yarattığı için, göktekileri ve
yerdekileri in-sanın hizmetine sunduğu için Allah hamd edilmeye lâyıktır. İşte
böyle bir yaratıcı İlâh olmaya lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı kulluğa lâyık
o-landır. Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor ve sonra da
deniliyor ki, “onlar bütün bunları yaratanın Allah olduğunu bile bile yine de
Allah’a denk İlâhlar bulmaya çalışıyorlar.” Allah’tan başkalarını da
hayatlarında söz sahibi kabul edip onların sözlerini de dinlemeye, onların
arzularını da gerçekleştirmeye, onların kanunlarını da uygulamaya çalışıyorlar.
Halbuki İlâh olanın, Rabb olanın,
kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani var mı
Allah’tan başka böyle bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var
mı? Varsa böyle birileri, tamam o zaman ona da kulluk yapalım. Meselâ gökten
muhtaç olduğumuz bir damla su indirebilecek birileri varsa, ona da kulluk
yapalım. Veya yeryüzünde bir tek ot bitirebilecek birileri biliyorsanız, tamam
ona da kulluk hakkımız olabilir. Örneğin zamana beş dakikalığına söz geçiren
veya ölüme giderken ömrümüzü beş dakikalığına uzatabilecek birileri varsa, tamam
ona da kulluk edelim. Ona da hamd edelim, onun arzularını da yerine getirelim,
onun programını da övelim, onun kitabını da hamd edelim, onun sistemini de
uygulayalım.
Var mı böyle birileri? Hayır
hayır, bir şeyler yaratmak şöyle dursun, Allah’a denk tutulmaya çalışılan bu
varlıkların hiçbirisi kendilerini bile yaratmamıştır.
Rabbimiz yine insanları düşünmeye ve
akıllarını erdirmeye de-vam ediyor:
5. “Allah’ı bırakıp da, kıyâmet gününe
kadar cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim vardır? Çünkü
yalvardıkları şeyler, yalvarışlarından habersizdirler.”
Bu insanlar, Allah’ı bırakıp da
kıyâmet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek, dualarına ve çağrılarına
ebediyen icabet edemeyecek âciz varlıklara kulluk yapmaktadırlar. Böyle
insanlardan daha zalim kim vardır?
“Yeryüzünde hiçbir şey yaratmaya ve
yapmaya güç yetiremeyen, kendi varlıkları konusunda bile Allah’a muhtaç olan,
yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve zararı ortadan kaldırmaya
güç yetiremeyen bir kısım âciz varlıklara dua eden kimselerden daha akılsız ve
daha zalim kim vardır? Allah’ı bırakıp da böyle dualarını bile duyamayacak,
kendilerine icabet edemeyecek, kendilerinin imdadına yetişemeyecek varlıklara
dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim vardır,” diyor Rabbimiz. Çünkü
yalvardıkları şeyler, onların dualarından, çığırtkanlıklarından gafildirler.
Onlar ne hakkıyla işitebilirler, ne de icabet edebilirler. Çünkü her şeyi
hakkıyla işiten ve bilen sadece Allah’tır.
Peki, hakkıyla işitmek ne
demektir? Hakkıyla işitmek, işittiğine icabet edebilmek, demektir. Hakkıyla
işitmek, işittiğinin derdine derman olabilmek, onun imdadına yetişmek demektir.
Allah, işittiklerine icabet etmek üzere işitir. Çağıranın elinden tutup onun
derdine derman olmak üzere işitir. Başka şeyler de işitir, başkaları da işitir
belki ama hiç birisi icabet edemez. Allah’tan başka hiç kimse işittiklerinin
imdadına yetişemez. Hadi çağırın bakalım, imdadınıza yetişen birilerini
bulabilecek misiniz?
Bu akılsız, bu zalim insanların Allah’ı
bırakıp da kendilerine dua edip yardım bekledikleri varlıkların hiçbirisi
kıyâmete kadar onları ne işitebilecek, ne de onların imdadına yetişebilecektir.
Kıyâmete kadar kapılarını dövdükleri bu âciz varlıkların onlara hidâyet
sunmaları, onlara yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları mümkün değildir.
Kıyâmete kadar onları hakka ulaştırmaları mümkün değildir.
İstedikleri kadar bu zalimler
onların önünde eğilip onlardan yardım beklesinler. İstedikleri kadar onları Rabb
bilip onlardan hayat programı istesinler. “Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel
yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın!” diyerek istedikleri kadar onlara
yalvarıp yakarsınlar, kıyâmete kadar onların bunlara bir fayda sağlamaları
mümkün olmayacaktır. Çünkü isteyenler de, kendisinden istenenler de âcizdir.
Onların hakka ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.
Öyle değil mi? Hani şu ana kadar
bu âciz insanlardan hangisinin insanlığa sunduğu sistem, hangisinin insanlığa
sunduğu reçete insanları huzur ve sükuna kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu
böyle olduğu gibi, âhiret açısından da böyledir. Dünyada bir fayda
sağlayamadıkları gibi, âhirette de insanları Allah’ın azabından
kurtaramayacaklardır bu varlıklar. İşte görüyoruz, dünyamız bu âcizlerin elinde
kan gölüne dönmüştür.
Dikkat ederseniz, âyet-i kerimede
kendilerine dua edilen varlıkların kıyâmete kadar dua edenlere icabet
edemeyecekleri belirtiliyor. Peki acaba kıyâmet günü işitip icabet edebilecekler
mi bunlar? Çünkü kıyâmet günü iş değişecek. Dünyada onları hiç duymayan put-lar
veya bu zalimlerin kendilerine dua edip yalvardıkları ölmüş ve şu anda onları
duymaktan uzak bulunan sâlih kişiler, kıyâmet günü onlardan teberrî edip
uzaklaşacaklar. “Vallahi ya Rabbi! Bu alçakların yaptıklarından bizim haberimiz
yoktu! Bizi sana ortak koşarak, bizde güç, kuvvet görerek bize dua eden bu
zalimlerin yaptıklarıyla bizim ilgimiz yoktur. Ya Rabbi, sen şahitsin ki biz
hayatımız boyunca sadece sana dua ettik,
sadece sana kulluk yaptık ve sadece sana kulluğa çağırdık. Hayatımız
bunun ispatıdır. Bu zalimlere de bize kulluk yapın demedik,” diyecek ve onlardan
uzaklaşıp Allah’a sığınacaklar.
Anlayabildiğimiz ve görebildiğimiz
kadar müşriklerin dua ettikleri varlıklar üç kısımdır.
a. Ruhsuz, şuursuz olan cansız
varlıklar,
b. Geçmişte yaşamış peygamberler ve
Allah’ın sâlih kulları,
c. Yine geçmişte sapmış, sapıtmış ve
sapıklığı kendilerine din edinmiş, yol edinmiş ve kendileri saptığı gibi Allah
kullarını da saptırmak için çırpınmış kimseler. Sapıklar ve saptırıcılar olarak
dünyadan göçüp gitmiş olan insanlardır.
Birinci sırada yer alan cansız
varlıkların ne kendi varlıklarından, ne kendilerine dua edip yalvaranların
dualarından haberleri yoktur. Bunlar zaten cansız
varlıklardır.
İkinciler, yâni Allah’ın kutlu elçileri
ve daha önce yaşamış sâlih kulları, aslında yaşadıkları dönemde, Allah’a
Allah’ın istediği biçimde kulluk etmiş ve insanları Allah’a kulluğa çağırmış
kimselerdir. Hayatlarında bunun mücâdelesini vermiş insanlardır. Allah’ın bu
sâlih kulları da vefatlarından sonra kendilerine yapılan duaları duymaz,
duyamazlar.
Duymazlar, çünkü vefat etmiştir
onlar. Duymazlar, çünkü Allah onlara bunu duyurmaz. Bu zalimlerin, bu
akılsızların, bu densizlerin densizliklerini duyurarak Allah üzüntüye sevk etmez
bu sâlih kullarını. Rabbimiz, bu zalimler tarafından kendilerinin
putlaştırıldıklarını ve ha-yatları boyunca savundukları dâvânın tamamen aksine
kendilerine ibadet edildiğini duyurarak bu kutlu kullarını üzmez. Çünkü bunlar
ha-yatları boyunca sadece Allah’a kulluk yapmışlar, hayatları boyunca sadece
Allah dua etmişler, isteyeceklerini sadece Allah’tan istemişler, hayatları
boyunca tevhide inanmışlar, tevhidi yaşamışlar ve çevrelerindeki insanları
sadece Allah’a kulluğa ve tevhide çağırmışlardır. Bir ömür boyu çırpındıkları ve
uğrunda şehit düştükleri dâvâlarının kendilerinden sonra gelen zalimler ve
cahiller tarafından ne hale getirildiğini göstererek Rabbimiz onları
üzmez.
Üçüncü gruptakilere, yani geçmişte
kendileri sapmış ve insanları saptırmış insanlara gelince, bunlar zaten
yaşadıkları pis hayatın cezası olarak, suçlu kimseler olarak Allah katında
beklemektedir. Ge-berip gittikleri andan itibaren dünyadan hiçbir haber ulaşmaz
onlara. Allah, dünyadaki haberleri ulaştırarak sâlih kullarını üzmediği gibi, bu
zalimlerin de orada sevinmelerini sağlamaz.
Bazen bu alçakların yaşadıkları
dönemde savundukları sapıklıklar kendilerinden sonra gelen insanlar arasında
yaygınlaşmış ve zâ-hiren zafere ulaşmış olabilir, ama Allah, kendilerinin
saptırdıkları haleflerinin yaygınlaştırdıkları bu sapıklıkları onlara haber
vererek, on-ların dâvâlarının galibiyetini göstererek, onları orada asla
sevindirmez diyoruz.
Dediklerimizin tamamen aksine, vefat
etmiş sâlih kullarına, hayattaki sâlih kullarının dualarını, salât-u selâmlarını
ulaştırır. Çünkü bu onlara sevinç verir. Allah elbette dünyada rızasına uygun
yaşamış ve hatırını kazanmış kullarının orada sevinmelerini ister. Aynı zamanda
daha önce geberip gitmiş zalimlere, suçlulara da dünyadan gönderilen lânetleri
ve bedduaları da ulaştırır. Çünkü bu onları kahredecektir.
Kalib-i Bedir denen yerde
Rasûlullah Efendimizin kâfirlerin cesetleri üzerinde okuduğu hutbeyi biliyoruz.
Hattâ sahâbe-i kiram: “Ey Allah’ın Resûlü, bunlar sizin sözlerinizi duyar mı ki
onlara sesleniyorsunuz?” diye sorunca, Allah’ın Resûlü, “evet, aynen sizin gibi
duyarlar ama cevap veremezler,” buyurmuştur.
Hani az evvel okuduğumuz âyetinde
Rabbimiz “Onlar kıyamet gününe kadar kendilerine icabet edemeyecek varlıklara
dua ediyorlar” buyurmuştu. Peki acaba bu varlıklar kıyamet günü onlara icabet
edecekler mi? Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz kendilerine dua edilen
varlıkların kıyâmet gününde şöyle diyeceklerini anlatır:
6. “Ama, insanlar kıyâmet günü
toplanınca, putları onlara düşman olur ve tapınmalarını inkâr
ederler.”
Dünyada Allah’ı bırakıp da
kendilerine dua edilenler, kendilerinde güç, kuvvet görülenler, kapılarında
yardım dilenilenler ya da kendilerine dâvetiye çıkarılanlar, kendileri bir şey
zannedilip de reklâmları, propagandaları yapılanlar, Rabb, İlâh mevkiinde
görülenler, kurtarıcı konumunda bilinenler, “aman yetişin anam babam! Kurtarın
bizi!” denenler veya “işte yolundayız, izindeyiz,” denenler, dünyada kendilerine
tapınmaya çalışan bu gönüllü kullarına asla dostluk göstermeyeceklerdir.
Kendilerinin önünde eğilen bu yardakçılarına düşman olacak ve kendilerine
yaptıkları duaları ve ibadetleri reddedeceklerdir.
“Ey aptallar! Sizler aslında bize
kulluk yapmıyordunuz! Sizler kendi menfaatlerinize, kendi nefislerinize ve kendi
hevâlarınıza kulluk ediyordunuz. Her ne kadar da bizim kanunlarımızın reklâmını
yapıyor, bizim yasalarımızın tâbileri oluyor gibi görünüyor idiyseniz de,
aslında sizin derdiniz bize kulluk değil, Rabbinize kulluktan kaçmaktı. Tüm
derdiniz, hayatınıza Allah’ın değil, başkalarının hakim olmasıydı. Bunun yanında
bizi yönlendirebileceğinizi, seçme hakkınızla, oylarınızla bize tesir edip
istediğiniz yasaları çıkartabileceğinizi veya bizi atlatabileceğinizi, bizim
gafletlerimizden istifade ederek istediğiniz günâhları işleyebileceğinizi
biliyordunuz. Yani siz, aslında kendi kendinize
tapıyordunuz.”
Evet, dünyada kendilerine dua
edilenler, kendilerine kulluk yapılanlar bunu reddedecekler. “Ya Rabbi, hiçbir
zaman biz bu insanlara bize kulluk yapın demedik. Bize dua edin,
isteyeceklerinizi bizden isteyin, bize sığının, bize yalvarın, bizim korumamız
altına girin demedik. Bizler onların gözleri önünde sadece sana dua ettik.
Sadece sana kulluk yapıp sadece sana sığındık. Onların bize ibadetlerinden de,
dualarından da bizim hiçbir haberimiz ve ilgimiz yoktur. Bu sapıkların
yaptıklarından bizler sorumlu değiliz. Onların yaptıklarında bizim payımız
yoktur,” diyecekler.
Kendilerinin propagandalarını
yapan, kendilerinin fikirlerini, kitaplarını insanlara empoze etmeye çalışan,
hayatlarını kendilerine adamış kimseler, “biz size kulluk yapıyorduk, sizin
reklâmınızı yapıyorduk,” deyince, “hayır hayır senin bu yaptıklarının hiç
birisinden be-nim haberim yoktu,” diyecek ve
reddedeceklerdir.
7. “Âyetlerimiz onlara açıkça okunduğu
zaman inkâr edenler, kendilerine gelen gerçek için: “Bu apaçık bir büyüdür”
derler.”
Âyetlerimiz onlara okunduğu
(telâ) zaman. Telâ sadece okumak değildir. Gözleriyle, kalpleriyle, dilleriyle
ve akıllarıyla onlara âyetlerimizi izlettirdiğimiz, peygamberler vasıtasıyla
metlûv âyetlerimizi, uzuvlarıyla meşhûd âyetlerimizi onlara arz ettiğimiz zaman,
kâfirler kendilerine sunulan bu gerçekler için “bu apaçık bir sihirdir,” derler.
Allah’ın bu âyetleri haktır, gerçektir ama kâfirler onu gerçek dışı kabul
ediyorlar.
Allah’ın Resûlü onlara Allah’ın
âyetlerini arz edince, Mekkeli müşrikler kesinlikle bunun insan sözü olmadığını,
olamayacağını, in-san üstü harikulâde bir söz olduğunu anlıyorlardı. Çünkü o
güne kadar pek çok hatip, pek çok şair görmüşlerdi. Bunlardan hangisi
söyleyebilmişti bunu? Hiçbirisinin böyle sözleri söyleyebilmesi mümkün değildi.
Kendi içlerinden birisi olan Muhammed bin Abdullah’ın da böyle bir sözü
söylemesi mümkün değildi. Çünkü o da aralarında doğup büyümüştü. Çocukluğundan
beri tanıyorlardı onu. Kur’an’ın kesinlikle bir insan sözü olmadığını
biliyorlardı ama onu reddetmekte de kararlıydılar. Onun için de
söyleyebilecekleri bir tek şey kalmıştı, o da bunun bir sihir
olduğuydu.
Kur’an-ı Kerim’e şiir dediler, sihir
dediler, evvelkilerin masalları dediler, insan sözünden başkası değildir
dediler. Dediler ama buna kendileri de inanmadılar. Çünkü eğer Kur’an şiirse o
zaman ondan bu kadar korkmanın anlamı ne? Piyasada yığınlarla şiir söyleyip
duran insan vardı. Bunların hangisinin arkasına bu kadar insan düşmüştü?
Yok eğer Kur’an sihirse ve onu
size getiren Peygamber bir sihirbazsa, piyasada bu kadar sihirbaz var, bunlardan
hangisinden bu kadar korkulmuş, hangisine karşı bu kadar tedbir
alınmıştır?
Dediler ki bu bir sihirdir ve peygamber
de bir sihirbazdır. Peki şimdiye kadar hangi sihirbaz bunları gösterebilmişti?
Hangi sihirbaz bu sözleri söyleyebilmiş? Hangi sihirbaz bunu becerebilirdi?
Hangi sihirbaz kendisine mutlak ceza verecek olan yeryüzünün en zalim ve en
güçlü ordusuna sahip olan bir kralın sarayına böyle bir cesaretle girebilmişti
bu güne kadar? Şimdi böyle zalim bir idarecinin karşısında hangi sihirbaz bir
asayı yılan haline getirebilirdi? Hangi sihirbaz bir el çabukluğuyla, bir göz
işaretiyle koskoca bir ülkeyi açlık ve felâkete sürükleyebilirdi? Hangi sihirbaz
bir ülkenin tamamının evlerine kurbağalar, çekirgeler, bitler doldurabilirdi?
Hangi sihirbaz tüm suları kan haline getirebilirdi? Bu güne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bunları? Hattâ Mü’min sûresinde anlatıldığına göre,
Firavun, Allah’ın bu güçlü elçisine karşı şöyle diyordu: “Sen bizi sihrinle
yurdumuzdan çıkarmaya, bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısır’ın yönetimini eline
geçirmeye mi geldin?”
Oysa, o güne kadar hiç bir
sihirbazın sihir gücüyle bir memleketi fethettiğinin görülmediğini biliyorlardı.
Sihirbazlar sadece Firavun’dan mükafatlar alabilmek için onun ayaklarını
öpmekten başka bir şey yapmamışlardı, bunu çok iyi biliyordu. Onun içindir ki,
Firavu-n’un hem “sen bir sihirbazsın” demesi, hem de arkasından “sen benim
krallığımı ele geçirmek istiyorsun” demesi, onun kafasının ne denli karıştığını
göstermektedir.
Peygambere sihirbaz ve peygamberin
getirdiği âyetlere de si-hir diyen Firavun ve Mekke müşriklerinin bu yaptığı,
bir çifte standarttı. Bu, onların tüm bunları Allah desteğiyle gösteren bir
peygamber olduğunu anladıklarını, ama saltanatlarının, statülerinin yok
olmasından endişe ettikleri için onu reddetmeye çalıştıklarını
göstermektedir.
8. “Veya, “Onu Muhammed uydurdu”
derler. De ki: “Eğer onu uydurdumsa,
beni Allah’a karşı hiçbir şekilde savunmazsınız; O, Kur’an için yaptığınız
taşkınlıkları daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter. O,
bağışlayandır, merhamet edendir.”
Bir taraftan bu kitaba “sihir”
diyor, diğer taraftan da “bunu sen uydurdun ve utanmadan bir de Allah’a izâfe
ettin,” diyorlar. Rabbimiz peygamberine diyor ki, peygamberim sen onlara de ki:
“Eğer sizin id-dia ettiğiniz gibi bunu ben kendimden uydurmuş ve Allah’a izâfe
etmiş, Rabbime yalan iftirada bulunmuş olsaydım, Allah bunun cezasını bana
dünyada hemen verirdi ve sizler de asla Rabbimin bana vereceği o cezanın önüne
geçemezdiniz. Rabbimin gücünü, kudretini bildiğim halde ben böyle bir şeyi nasıl
yapabilirim? Üstelik bu Kur’an’ın benim sözüm olmadığını, olamayacağını sizler
pekâlâ bilmektesiniz.”
Kur’an’ın başka yerlerinde de bu konuda
peygambere bir gözdağının verildiğini görüyoruz. Rabbimizin elçisine karşılık,
“Eğer sen böyle bir şey yapmış olsaydın, senin dilini koparır, şah damarını
keserdik,” gibi tehditlerini görüyoruz. Allah’ın yeryüzünde en sevgili kulu
peygamber bile olsa, bunu yapan kimsenin gözünün yaşına bakılmaz.
Allah Kur’an hakkında sizin yaptığınız
taşkınlıkları bilmektedir, görmektedir. Bazen ona sihir diyorsunuz, bazen şiir,
bazen kehanet, bazen de bunu sen uyduruyorsun diyorsunuz. Allah, kitaba karşı
takındığınız bu tavırlarınızı görmektedir. Benimle sizin aranızda şahit olarak
Allah yeter. Benim doğruluğum, sizin de yalancılığınız konusunda Allah bana
şahittir. Aynı zamanda bu ifade, kitaba karşı azabı gerektirecek bu
tutumlarınıza karşılık, Allah’ın size nasıl bir azap gön-dereceğini yakında
göreceksiniz, demektir. Allah’ın kitabına karşı işle-diğiniz bunca günâhlara
rağmen sizler şu anda hayattasınız. Ama bi-lesiniz ki, bu, Allah’ın sizin bu
yaptıklarınızdan gafil oluşunu değil, her şeye rağmen Rabbinizin gafur ve rahim
oluşunu göstermektedir.
Evet, Rabbiniz size karşı
merhametinden dolayı sizin işinizi bitirmiyor, size imkân tanıyor. Bir de ey
kâfirler, şu ana kadar Allah’a ve onun kitabına karşı ne yapmış olursanız olun,
ne tür suçlar işlemiş olursanız olun, bilesiniz ki her biriniz için tevbe imkânı
vardır. Tevbe edip bu yaptıklarınızdan vazgeçer, Rabbinize ve onun kitabına iman
ederseniz, bilesiniz ki Rabbinizin kapısı sizin için her zaman
açıktır.
Rabbimizin bu rahmetini her zaman
herkese hatırlatmak zorundayız. Allah’a karşı isyan içinde olanlara, Allah’a,
Allah’ın kitabına rağmen bir sistem ortaya atıp onunla hayatlarını düzenlemek
isteyenlere, hayatlarını Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine sormadan
yaşamak isteyenlere, bundan vazgeçip Rabblerine kulluğa yöneldikleri takdirde,
ne yaparlarsa yapsınlar Allah’ın onları affedeceğini, kendileri için Rabbimizin
rahmet kapılarının daima açık olduğunu onlara hatırlatmak
zorundayız.
Rabbimiz onları düşündürmeye, düşünmeye
dâvete devam ediyor:
9. “Ey Muhammed! De ki: “Ben
peygamberlerin il-ki değilim; size de bana da ne yapılacağını ben bilmiyo-rum.
Ben ancak bana vahy olunana uymaktayım; ben apaçık bir
uyarıcıyım.”
Onlara de ki peygamberim, “Ben
peygamberlerin bid’i değilim.” Yani ben yeni türedi, örneği olmayan, ilk defa
ortaya çıkmış, ilk defa Allah’tan ve onun peygamberliğinden söz eden birisi
değilim. Ya da önceki peygamberlerden farklı, onların hiçbirisinin söylemediği
yepyeni bir şeyler söyleyen, yepyeni ve apayrı bir şeyler icad eden birisi
değilim.
Ben size ve bana ne yapılacağını
da bilmiyorum. Sonunda bu dâvâya karşı gelen sizlerin de, benimde başıma nelerin
geleceğini bilmiyorum. Allah, dostlarına ve düşmanlarına ne yapacak? İleride
sizin de benim de nasıl bir durumda olacağımızı bilmiyorum. Bu dâvânın ne zaman
galip geleceğini, Allah’a, onun kitabına ve elçisine düşman kesilen sizlerin ne
zaman helâk edileceğinizi ben bilmiyorum. Benim ve dâvâmın galibiyetini, sizin
de hezimetinizi Rabbim bana ve size hayatımızda gösterecek mi, yoksa
göstermeyecek mi, bilmiyo-rum.
Ben kendi kaderimi de, sizin
kaderinizi de bilmiyorum. İlerde bana da, size de nelerin takdir edildiğini
bilmiyorum. Çünkü ben gaybı bilmiyorum. Ben gelecekte nelerin olacağını, sizi
de, beni de nelerin beklediğini bilmiyorum. Ben ancak Rabbimden bana vahy
edilenlere uymaktayım. Tüm bunları bilen ancak Rabbimdir. Bana düşen sadece
Rabbimin bana indirdiklerine uymaktır. Değil sizlerin geleceği, değil sizlerin
kaderi, kendi geleceğimi, kendi kaderimi bile bilmiyorum. Benim kaderim bile
kendi elimde değildir. Ben hayatımın tümünde Rab-bime teslim olmuşum. Ben bir
kulum ve benim Rabbim de Allah’tır.
Galiba sizler beni Allah’la
karıştırıyorsunuz. Allah’ın sıfatlarını bana vermeye kalkışıyorsunuz. Ya da
Allah’tan istenmesi gereken şeyleri benden istemeye çalışıyorsunuz. Halbuki ben
sizin gibi bir insanım ve ben sadece Rabbimin bana bildirdiklerini bilir ve size
onları bildiririm. Ben hiçbir zaman bundan fazlasını
bilemem.
Çünkü ben yeni türedi birisi değilim.
Benden öneki tüm risâ-letlerin esasları aynıdır. Hz. Adem’den bu yana risâletler
değişmemiştir. Tüm peygamberlerin risâletlerinde değişiklik sadece ufak-tefek
konulardadır. Hz. Adem’den bu yana her dönemde Rabb aynı Rabb, risâlet aynı
risâlet, kulluk yasaları aynı yasalardır. Söyleyin bana, bu güne kadar tarihte
gelip geçmiş hangi peygamber yiyip içmemiş? Hangi peygamber gaybı bilebilmiş?
Hangi peygamber şu anda sizin benden istediklerinizi becerebilmiş? Hangi
peygamberin yanı başında kendisini destekleyen bir melek yer almış? Hangi
peygamberin yanında orduları olmuş? Hangi peygamberin villaları vardı? Hangi
peygamber, toplumunun kendisinden istediklerinin tümünü onlara verebilmiştir?
Siz Allah’la peygamberi karıştırıyorsunuz.
Niye böyle demesini istiyordu Rabbimiz?
Çünkü onlar Allah’ın Resûlü’nü ve onun getirdiği mesajı reddedebilmek için çok
garip şeyler söylüyorlardı. “Bu ne biçim peygamber? Bizim gibi çarşıda
dolaşıyor, yemek yiyor, acıkıyor, baba oluyor, hasta oluyor. Eğer bu bir Allah
peygamberi olsaydı, yanında onu koruyan melekler olurdu, zengin olurdu, güçlü
olurdu, geleceği bilir, gayb konusunda bilgi sahibi olurdu. Bu gaybı da
bilmiyor, gelecek konusunda da bilgi sahibi değil,” diyorlardı.
Zaman zaman gelip Allah’ın
Resûlü’ne gaybî konularda sorular soruyorlardı. Huzuruna getirdikleri hamile bir
kadının yükünün ne olduğunu, erkek mi yoksa dişi mi olduğunu soruyorlardı. Kayıp
eşyalarını, falan hastanın ölüp ölmeyeceğini soruyorlardı. Yarın gerek
Ra-sûlullah’ın, gerekse kendilerinin başına nelerin geleceğini soruyorlardı.
Allah’ın Resûlü’nden harikulâde şeyler istiyorlardı. Peygamberin malları,
mülkleri olsun istiyorlardı. Uhud’un kendileri için altın yapılma-sını, bağları,
bahçelerinin olmasını istiyorlardı. Kendisine gönül verenlerin gariban kimseler
olduğunu söyleyerek kınıyorlardı onu.
Onların bu tavırlarına karşılık
Rabbimiz de peygamberinin böyle demesini istiyordu: “Siz yanılıyorsunuz. Siz
beni Allah’la karıştırıyorsunuz. Ben Allah değil, bir beşerim. Benim de sizin de
işinizin ne-reye varıp duracağını bilmiyorum. Benim başıma gelecekleri de sizin
başınıza gelecekleri de bilmiyorum. Bugün mü öleceğim, yoksa yarın mı öleceğim?
Yoksa Allah’ın öteki elçileri gibi şehid mi olacağım? Ya da dâvâmın zaferini
dünyada Rabbim bana gösterecek mi bilmiyo-rum. Sizin başınıza da önceki elçileri
yalanlayan toplumların başlarına gelenler gibi semâdan taş mı yağdırılacak,
yoksa yerin dibine mi batırılacaksınız? Ya da Rabbinizin izni ve takdiriyle iman
mı edeceksiniz, bunu bilmiyorum. Ben kaderi ve gaybı bilmiyorum ve ben ancak
Rab-bimin bana indirdiklerine tabi oluyorum. “
Allah’ın Resûlü, kendisinin bir insan
oluşunu ve onların sorduklarını bilmediğini söyleyince, bu defa da müşrikler bir
delil yakalamış gibi şöyle diyorlardı: “Biz böyle gaybı bilmeyen, gelecek
konusunda bilgi sahibi olmayan, kendisine de bize de gelecekte neler
yapılacağını bilmeyen birisine nasıl tâbi oluruz? Olacak şey midir bu?”
Bugün bize düşen, mü’mine düşen de işte
budur. Biz ancak vahye tabi oluruz. Bizim hareket noktamız vahiydir. Biz de
tıpkı peygamberimiz gibi bize düşeni yapacak ve işin sonunu düşünmeyeceğiz. Bu
dâvâ ne zaman galip gelecek? Allah düşmanlarımızı ne zaman helâk edecek? Sonunda
ne olur? İş nereye varır? Bunu hiç mi hiç düşünmeyeceğiz. Çünkü bu dâvânın, bu
dinin sahibi biz değiliz. Hayatın ve kaderin sahibi biz değiliz. Hayatın
programını biz yapmı-yoruz.
10. “De ki: “Eğer bu Kitap Allah
katından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz; İsrâil oğullarından bir şahit de
bunun böyle olduğuna şehadet edip de inanmışken, siz yine de büyüklük
taslarsanız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız? Doğrusu Allah
zalim milleti doğru yola eriştirmez.”
Ey kâfirler! Ey müşrikler!
Düşünsenize! Baksanıza! Anlasanıza! Şâyet bu bana indirilen kitap Allah’tansa ve
siz de zalimler olarak Allah’tan geleni inkâr etmişseniz ve sizin çok yakından
ilmine, ahlâkına, sadâkatine şahit olduğunuz İsrâil oğullarından bir şahitte
bunun böyle olduğuna, yani bu kitabın gerçekten Allah’tan gelme olduğuna
şahitlik edip inanmışsa, siz de buna rağmen büyüklük taslayarak bana ve bana
gönderilen bu kitaba karşı çıkmaya devam ederseniz ken-di kendinize yazık etmiş
olmaz mısınız? Sizin hiç aklınız yok mu? Hiç düşünmüyor musunuz? Böyle bir
durumda sizin haliniz ve âkıbetiniz nice olur? Acaba biz ne yapıyoruz? Biz şu
anda neyi reddediyor ve niçin reddediyoruz? Acaba bu kitap gerçekten Allah’tan
mı, değil mi? Acaba bu kitabın gerçekten Allah’tan geldiğine şahitlik eden
birileri var mı, yok mu? Acaba bizler şu anda hak olan bir kitabı ve hak olan
bir peygamberi mi reddediyoruz?
Rabbimiz, Beni İsrâil’den bir şahidin
bu kitabın Allah’tan geldiğine şahitlik ettiğini ve ona inandığını söylüyor. Bu
şahidin kim olduğu konusunda birkaç görüş vardır:
Bu, Beni İsrâil’den şahit Abdullah ibni
Selâm’dır denmiştir. Me-dine’de en büyük Yahudi âlimlerinden birisiydi ve
Tevrat’taki son elçiyle alâkalı alâmetleri iyi bildiği için, hicretten hemen
sonra Allah’ın Resûlü’ne ve ona gönderilen kitaba iman etmiştir. Hattâ Sâd bin
Ebi Vakkas: “Ben Rasûlullah’ın Abdullah ibni Selâm hariç yeryüzünde yü-rüyen
hiçbir kimseye bu cennetliktir dediğini işitmedim”
buyurur.
Veya burada anlatılan şahit Hz.
Mûsâ’dır. İsrâil oğullarının pey-gamberi Hz. Mûsâ da şu anda bu peygambere
indirilen kitabın bir benzerine yani Tevrat’a, Allah’ın kitap göndererek
kullarının hayatına karışması konusuna şahitlik etmiştir. Veya kendi
dönemlerinde, bizzat ahir zaman elçisinin geleceğine Hz. Mûsâ da (a.s) Hz. Îsâ
da (a.s) şa-hitlik etmişlerdir.
Bugün bu Kur’an’ı inkâr edenler,
otomatikman bu kitabın benzeri olan Tevrat’ı da inkâr etmiş pozisyonuna
düşmektedirler. Öyle değil mi? İnsan ne yaptığını, neyi inkâr ettiğini biraz
düşünmeli. Reddettiği şeyin bir benzeri kendi inandığı peygamberi tarafından
getirilmişse bunu inkâr ederken aynı zamanda onu da inkâr etmiş olmuyor mu?
Tevrat’a ve İncil’e inandığını iddia edenler bilmiyorlar mı ki bu ki-tap da aynı
kaynaktan gelmiştir. Bilmiyorlar mı ki inandıkları kitapların içinde bu kitabın
ve bu peygamberin kesin müjdeleri vardır.
Öyleyse bugün bu Kur’an’ı inkâr
eden Yahudi ve Hıristiyanlar bilsinler ki, onlar bu kitabı inkâr ederlerken aynı
zamanda kendi kitaplarını da inkâr etmektedirler.
Ya da âyet-i kerimede anlatılan
şahitten kasıt şudur: Bu kitap size ilk defa arz ediliyor değildir. Daha öncede
bu kitabın talimatları Tevrat ve İncil ve diğer kitaplar vasıtasıyla İsrâil
oğullarına gönderilmişti ve İsrâil oğulları da bu kitaplara iman edip şahitlik
etmişlerdi.
11. “İnkâr edenler, inananlar için:
“Eğer İslâmiyet’te hayır olsaydı, bu hususta bizden öne geçemezlerdi” derler.
Bununla doğru yola girmedikleri için de, “Bu eski bir uydurmadır”
derler.”
Kâfirler mü’minlerle alay ederek
onları dillerine doladılar. Hakkı dillerine dolamak istediler. Hakkın
sâliklerini dillerine dolamak ve alaylarına konu etmek istediler. Hak karşısında
bâtıl bir delil getirerek hakkı reddetmelerini mantıklı hale getirmek istediler.
Küfrün mantığı olmaz ama böyle bir mantık kazandırmak istediler ve dediler ki:
“Eğer bu dinde, bu peygamberde, bu kitapta gerçekten bir hayır bulunsaydı, bu
kitap hayırlı olsaydı, bu dini daha önce kabul eden şu ayak takımı bu konuda
bizi geçemezdi. Eğer bu dinde bir hayır olsaydı, onlardan önce biz iman ederdik.
Onlardan önce biz sahip çıkardık. Eğer bu din hak bir din olsaydı, onlardan önce
ona biz koşar, biz kabullenirdik. Baksanıza, bu dinin değeri ona sahip
çıkanlardan anlaşılmaktadır.” Böyle söyleyerek müslümanlarla alay ediyorlardı.
“Biz zenginler, biz kültürlüler
dururken bu garibanların sahiplendiği din ancak bu kadar olur,” diyerek
kendilerini bu konuda kıstas kabul ediyorlar. Kendilerinin hayır dedikleri
hayırlı, şer dedikleri de şerdir. “Bizim sahiplendiklerimiz hayırdır,” diyorlar.
Tam demokrasi anlayışı. Madem ki kendileri buna sahiplenmediler, madem ki
kendileri onunla yol bulamadılar, öyleyse bu hayır değildi. “Bu başka değil,
öteden beri tekrar edile gelen uydurma bir şeydir,” dediler.
“Madem ki bu işi ben yapmadım
öyleyse bunda hayır yoktur. Madem ki bunu ben ortaya koymadım öyleyse bu iş
doğru değildir. Madem ki biz buna sahiplenmedik, öyleyse bu bâtıldır!” Hak da
ölçü de bu insanların kendileridir. İnsanlar hakka tabi olmuyorlar, hak garip
kalmış diye, hak, hak olma özelliğini kaybetmez. Kimse sahip çıkmasa bile hak,
haktır. Bir şeyin hak olması için herkesin ona yönelme şartı yoktur.
Tüm yeryüzü insanlığı reddetse
bile hak yine haktır. Kitap hak-dır, iman hakdır, peygamber, hidâyet hak ve
hayırdır. İsterse yeryüzünde tüm insanlık bunu reddetmiş
olsun!
Müşrikler, Rasûlullah Efendimize tabi
olan müslümanları, Am-mar, Süheyb, Bilal gibi müslümanları ayak takımı olarak
görüyorlardı. “Eğer bu din hayırlı bir din olsaydı onlar bu konuda asla bizi
geçe-mezlerdi. Develerimizin çobanları bizden önce ona inanmazlardı,” di-yor ve
böylece Rasûlullah’ı ve onun mesajını reddetme konusunda bir delil olarak buna
sığınıyorlardı.
Tabii bununla da muvaffak
olamayacaklarını anlayınca, bu defa da, “bu başka değil, eskilerin uydurduğu
yalanlardan bir yalandır,” diyorlardı.
12. “Kur’an’dan önce, Mûsâ’nın kitabı,
Tevrat, bir rahmet ve rehberdir. Bu Kur’an, zulmedenleri uyarmak ve iyi
davrananlara müjde olmak üzere Arap diliyle indirilmiş, kendinden öncekileri
doğrulayan bir Kitaptır.”
Kur’an’dan önce gelmiş olan
Tevrat, bir imam ve rahmettir. İmam önde olan, insanın önünde olan ve kendisini
takip ettiği önder ve rehber demektir. Kitap kendisine uyanları, kendisini takip
edenleri hedefe götürecek bir imam ve rehberdir. Kitap en büyük rahmettir.
Allah, kullarına gönderdiği
kitapları vasıtasıyla onlara yeryüzünde en büyük rahmet kapılarını açmıştır.
Kitapları sayesinde hem dünyada hem de âhirette kullarına en büyük rahmet
kapılarını açmıştır. Dün Allah’ın kullarına gönderdiği kitap sayesinde, açtığı
bir rahmet kapısı ile çölde ona iman eden Allah’ın kulları onun rehberliğinde
saadete ulaşmışlardır. Kölelikten, yeryüzünün efendiliğine
ulaşmışlardır.
İşte tıpkı bunun gibi, zalimleri
dünyada ve ukbada azaplarla uyarmak ve bu kitabın gösterdiği biçimde sâlih
ameller işleyenleri de hem dünyada hem de ukbada saadet ve cennetle müjdelemek
üzere, Allah, Arap diliyle, sizin anlayabileceğiniz bir dille bu kitabı
göndermiştir. Bu kitap, kendisinden öncekileri tasdik edici bir kitaptır.
Kendisinden önceki kitapların doğrularını, âyetlerini doğrulayıcı, açığa
çıkarıcı ve tahrif edilmiş ve bozulmuş olanlarını da düzeltip ortaya koyucudur.
Tasdikin böyle bir anlamı vardır.
Ya da Kur’an tasdik makamıdır.
Onun onaylayıp tasdik ettikleri, bu doğrudur dedikleri doğrudur, bu bozuktur, bu
bâtıldır dedikleri de bâtıldır. Kur’an müheymin yani denetleyici, kontrol
edicidir. Hakkı bâtılı, yanlışı doğruyu ortaya çıkarıcıdır. Sadece onun hak
dedikleri hak ve bâtıl dedikleri de bâtıldır.
İşte bu özelliklere sahip olarak
Allah’ın gönderdiği bu kitap zul-medenleri uyarmak ve muhsinleri de müjdelemek
için gelmiştir. Muhsin, yani kitaba uyan, kitapla beraber olan, kitabı tüm
yaptıklarında hareket noktası edinen kimse demektir. İyi yapan, iyilik yapan
kimse demektir. Yani yaptıklarını Allah’ı görüyormuşçasına yapan, hayatının her
bir konumunda, her bir ortamda Allah huzurunda olduğunun şuurunda olan ya da
yaptıklarını hep Allah’a lâyık yapan kimsedir.
Öyleyse bu kitap kendisine
uyanları, kendisinin istediği gibi amel işleyenleri cennetle müjdelemek için
gelmiştir.
Rabbimiz, bundan sonraki âyetlerinde
muhsinlerin özelliklerini anlatacak.
13. “Doğrusu, “Rabbimiz Allah’tır”
deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir.”
Muhsinler, “Rabbim Allah,”
diyenlerdir. “Rabbimiz Allah’tır.” Tek bir söz, ama tüm hayatı içine alan çok
kapsamlı bir sözdür bu.
Rabb; kişinin hayat programını
belirleyen varlık demektir. İnsanın hayat programını belirleyen kimse, onun
Rabbi odur. İnsan ki-min arzularını gerçekleştiriyor, kimin dediği gibi yaşamaya
çalışıyorsa onun Rabbi odur.
Rabb;
insanın yaptıklarını yaptıran, yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür. Şöyle
giyiniyor veya böyle giyinmemeye çalışıyoruz. Kim dedi bunu? Kimi razı etmek
için böyle yapıyoruz? Yani öyle ya da böyle giyinirken bunun yaptırıcısı kimse,
o konuda Rabbimiz odur. Moda mı? Toplum mu? Çevre mi? Âdetler mi? Töreler mi?
Müdür mü? Âmir mi? Yönetmelikler mi? Yasalar mı? Yoksa Allah mı? Kim dedi böyle
giyinin diye? Kimdir bize bunu yaptıran? Kişiye bunu yaptıran kimse, işte
kişinin Rabbi odur.
Birine küsüyoruz, yaptırıcısı kim?
Allah mı? Yoksa para mı? Menfaat mı? Birini seviyoruz. Sevmemizi kim emretti?
Birileriyle beraber olmaya çalışıyoruz. Kimi memnun etmek için? Filân mektepte
okuyoruz. Kim emretti bunu? Evimizi şöyle şöyle tefriş ediyoruz. Kim dedi? Şu şu
meslekleri seçiyoruz, kim dedi? Evet, yaptıklarımızın yaptırıcısı kimse bizim
Rabbimiz odur.
Öyleyse geçen ay neler yaptınız
ve kim yaptırdı bunları size? Veya dün neler yaptınız? Bugün neler yaptınız ve
kim yaptırdı? Bunları düşünmek zorundayız.
İşte muhsinler, bunu düşünen ve
yaptıklarını Allah dedi diye yapan, Allah kitabında böyle istiyor, Allah şu anda
beni görüyor diye yapan ve yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık olarak yapan
kimselerdir.
Allah bizim Rabbimizdir. Bizi yaratan,
bizi büyütüp besleyen, bizi koruyup doyuran, bizim için yeryüzünde yasa
belirleyendir. Onun tarafından getirildiğimiz şu dünya hayatında neler
yapacağımızı, neler yapmayacağımızı, ona ait olan bu hayatımızı nasıl
yaşayacağımızı belirleyen Allah’tır. Bizim günlük hayat programımızı tespit eden
Allah’tır. Bizim boynumuzdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve çektiği yere
gitmemiz gereken Rabbimiz O’dur. Gece hayatımızın, gündüz hayatımızın, aile
hayatımızın nasıl olacağını, sabah kaçta kalkacağımızı, soframızda nelerin
bulunup nelerin asla bulunmayacağını, neleri yiyip neleri yemeyeceğimizi,
nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağımızı, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi,
hanımlarımızla nasıl bir münâsebet kuracağımızı, onları nasıl giydireceğimizi,
kılık-kıyafetimi-zin nasıl olacağını belirleyen Rabbimiz Allah’tır.
Müslüman, Allah’ın seçimini
kendisi için seçim kabul eden, se-çimini Allah’tan yana kullanan kişidir.
Müslüman, iradesini Allah’a teslim eden kişidir. Müslümanım diyen birisinin
gerek kendisi, gerek evi ve ev halkı, gerek malı ve işi hakkında söz söyleme ve
hüküm beyan etme hakkı yoktur. “Bu benim mantığıma hoş geliyor, bu bana
yakışıyor,” demeye hakkımız yoktur. Bunu Allah’a inanmayan bir kâfir diyebilir.
Çünkü o Allah’a inanmamıştır. “Ben Allah filân tanımam, kendi hayatımı kendim
belirlerim,” demiş ve dilediğini yapabileceğine inanmıştır. Ama bizler Allah’a
iman etmiş, Allah’a teslim olmuş müslü-manlarız.
Öyleyse, bizim kâfirler gibi
seçme hakkımız yoktur. Allah’ın bizim adımıza seçtikleri ve beğendikleri
güzeldir, gerisi boş ve bâtıldır.
İşte böylece iman edip “Rabbim
Allah’tır,” diyenler ve sonra da dosdoğru olanlar, “Rabbim Allah’tır” deyip de
tüm hayatlarında Allah adına doğrulanlar, ya da Allah’ın diniyle, hayatlarının
tümünde Allah’ın dinini doğrultanlar, dinle ayağa kalkıp dini yaşamaya
çalışanlar, yaptıklarını Allah’ın kitabından ve Resûlü’nün sünnetinden alarak
dinlerini, hayat programlarını doğrultanlar, imanlarını ayağa kaldıranlar,
din-lerini, imanlarını ayağa kaldırıp hayatlarına hakim kılanlar, imanlarının
eylemini gerçekleştirmek üzere doğrulanlar, imanlarını amele dönüştürme kavgası
verenler, “Rabbim Allah” deyip iman ortaya koyanlar ve sonra da bu imanlarını
söz planında bırakmayarak, inandım dedikleri konunun eylemini, amelini
gerçekleştirmek üzere ayağa kalkanlar, işte muhsinler bunlardır.
Sanki burada ki ifadesi bize Fâtiha’yı anlatır. diyorduk ya
orada. İşte oradaki dosdoğru yol Kur’an’dı. “Ya Rabbi bizi sırat-ı müstakime,
yani Kur’an yoluna hidâyet buyur,” diyorduk.
O halde “Rabbim Allah’tır” deyip
sonra da dosdoğru olmak demek, bu Kur’an’ın yolunda olmak demektir. Öyleyse
muhsinler, “Rabbim Allah’tır” deyip sonra da o Rabbin kendisi adına gönderdiği
hayat programı olan Kur’an’la beraber olanlar, Kur’an’ın kendilerine gösterdiği
hayatı yaşamaya çalışanlardır.
“Rabbim Allah” sözü, hayatın iman
bölümünü anlatır.
Dosdoğru olma sözü de hayatın
cihad yönünü anlatır. Bu söz, hayatın tümünü içine alan bir sözdür. Zaten hayat,
iman ve cihaddan ibarettir. Hayat, Allah’ın istediği biçimde iman ve bu imanı
yaşama adına verilecek cihaddan, cehd ve gayretten ibarettir. Muhsin, inanan ve
inancını yaşamanın kavgasını verenler, inanan ve inancı gereği eğilip bükülmeden
istikâmet üzere olan, şeytanların ve tâğutların arzularına kapılmayan kimse
demektir.
Ama unutmayalım ki istikâmet üzere
olmak, şeytansız bir hayat içinde yaşamak değildir. Şeytanlar bağlansın,
tâğutlar uslansın, çevre anlayışlı olsun, anamız, babamız, ağamız, patronumuz,
devletimiz, kanunlarımız, âmirimiz, müdürümüz bize karışmasın, işimiz aşı-mız
iyi olsun, tıkırımız yerinde olsun demek değildir. Bunlar cennette olacaktır.
Biz bunlara rağmen imanlarımızı yaşama kavgası verecek ve hayatımızın sonuna
kadar cihadımızı sürdüreceğiz, bunu unutmamalıyız.
İşte böylece inanan ve böylece
yaşayanlar için korku yoktur ve onlar asla mahzun da olmayacaklardır. Geçmişe
ait bir korku yoktur onlar için, ilerisi için de herhangi bir üzüntü yoktur.
Geçmişte dinlerini yaşamak adına kâfirlerden bir takım sıkıntılar çekmişlerse
de, artık âhiretteki mutluluk onların hepsini unutturacaktır. Dünyada imanını
yaşama adına yüz yıl yüz üstü sürünmüş olsa bile ne gam, cennette Rabbinin onun
için hazırladığı, gözlerin görmediği, kullukların duymadığı, hiçbir kalbin ihata
edemeyeceği çeşit çeşit nimetler ona bunları unutturacaktır. Mü’minler için bu
böyle olduğu gibi, kâfirler için de böyledir. Kâfirler yeryüzünde yüz yıl zevk
ve sefa içinde bir hayat sür-müş olsalar da, cenneti kaybedip cehennemi
boyladıklarında kahrolacak ve sanki dünyada hiç yaşamamış gibi
olacaklardır.
Evet,
iman ettikleri O Rabbin kendileri için belirlediği sırat-ı müstakimde olanlar. O
Rabbin kendilerine belirlediği kulluğu yaşayanlar. Rablerine verdikleri bu
ikrarda sebat edenler. Bu ikrarı sadece sözde, söz planında bırakmayıp
hayatlarını bu ikrara, bu imana bina edenler, bu imanı kendileri için hayat
programı yapanlara, yani sözleriyle kavilleriyle dosdoğru yolda oldukları ve
Rablerinin emirlerine teslim oldukları gibi amellerinde ve fiillerinde de
dosdoğru yolda Allah’ın kitabı istikâmetinde bir hayat yaşayanlar. İşte imandan
sonra ortaya konulan bu dosdoğru olma ifadesini böyle anlamaya çalışıyoruz.
İmandan sonra dosdoğru olmak imanın gereği olan bir hayatı yaşamak denektir.
Dosdoğru olmak sırat-ı müstakimi yaşamak demektir. Dünyada Allah’ın koyduğu
Kur’an ve sünnet istikâmetinde bir hayat yaşamak denektir. Bir ömür boyu imanı
hayatta görüntüleme kavgası vermektir. Hem kendini hem de çevresini bu imanla
doğrultma çabasıdır dosdoğru olmak.
Rabbunallah.
Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlardır. Tek bir söz ama tüm
hayatı içine alan çok kapsamlı bir sözdür bu. Rabbim Allah’tır demek sonra da bu
söze sadakatle yaşamak. Bu çok önemlidir. Rab kişinin hayat programını
belirleyen var-lık demektir. İnsanın hayat programını belirleyen kimse onun
Rabbi odur. İnsan kimin arzularını gerçekleştiriyorsa, kimin dediği gibi
yaşa-maya çalışıyorsa onun Rabbi odur. Bir başka deyişle Rab insanın
yaptıklarını yaptıran yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür. Şöyle gi-yiniyor
veya böyle giyinmemeye çalışıyoruz. Kim dedi bunu? Kimi razı etmek için böyle
yapıyoruz? Yani öyle ya da böyle giyinirken bunun yaptırıcısı kimse o konuda
Rabbimiz odur. Moda mı? Toplum mu? Çevre mi? Âdetler mi? Töreler mi? Müdür mü?
Amir mi? Yönetmelik-ler mi? Yasalar mı? Yoksa Allah mı? Kim dedi böyle giyinin
diye? Kimdir bize bunu yaptıran? Kimse işte kişinin Rabbi
odur.
Birine küsüyoruz yaptırıcısı kim? Allah
mı, yoksa para mı? Menfaat mı? Birini seviyoruz. Kim dedi diye? Birileriyle
beraber olma-ya çalışıyoruz. Kimi memnun etmek için? Filan mektepte okuyoruz.
Kim dedi bunu? Evimizi şöyle şöyle tefriş ediyoruz. Kim dedi diye? Şu şu
meslekleri seçiyoruz kim dedi? Evet yaptıklarımızın yaptırıcısı kimse bizim
Rabbimiz odur. Öyleyse geçen ay neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları size?
Veya dün neler yaptınız? Bugün neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları size? bunu
düşünmek zorundayız.
İşte gerçek mü’minler, Allah’a Allah’ın
istediği iman eden ve bu imanlarından sonra da dosdoğru olan mü’minler bunu
düşünen ve yaptıklarını Allah dedi diye yapan, Allah kitabında böyle istiyor
diye yapan, Allah şu anda beni görüyor diye yapan ve yaptıklarının tümünü
Allah’a lâyık olarak yapan kimselerdir. İşte imandan sonra dos-doğru olmak
budur.
Çünkü Allah bizim Rabbimizdir. Bizi
yaratan, bizi büyütüp bes-leyen, bizi koruyup doyuran, bizim için yeryüzünde
yasa belirleyen Rabbimiz Allah’tır. Onun tarafından getirildiğimiz şu dünya
hayatında neler yapacağımızı neler yapmayacağımızı, ona ait olan bu hayatı-mızı
nasıl yaşayacağımızı belirleyen Allah’tır. Bizim günlük hayat programımızı
tespit eden Allah’tır. Bizim boynumuzdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve
çektiği yere gitmemiz gereken Rabbimiz O’dur. Gece hayatımızın nasıl olacağını,
gündüz hayatımızın nasıl olacağını, aile hayatımızın nasıl olacağını, sabah
kaçta kalkacağımızı, soframızda nelerin bulunacağını nelerin asla
bulunmayacağını, neleri yiyip neleri yemeyeceğimizi, nerelerden kazanıp
nerelerde harcayacağı-mızı, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi, hanımlarımızla
nasıl bir müna-sebet kuracağımızı, onları nasıl giydireceğimizi, kılık
kıyafetimizin na-sıl olacağını belirleyen Rabbimiz Allah’tır. Müslüman Allah’ın
seçimini kendisi için seçim kabul eden seçimini Allah’tan yana kullanan kişidir.
Müslüman iradesini Allah’a teslim eden kişidir.
Müslümanım
diyen birisinin gerek kendisi hakkında, gerek evi ve ev halkı hakkında, gerek
malı ve işi hakkında söz söyleme ve hüküm beyan etme hakkı yoktur. Bu benim
mantığıma hoş geliyor, bu bana yakışıyor demeye hakkımız yoktur. Bunu Allah’a
inanmayan bir kâfir diyebilir. Çünkü o Allah’a inanmamıştır. Ben Allah filan
tanımam ben kendi hayatımı kendim belirlerim demiştir ve dilediğini
yapabileceğine inanmıştır. Ama bizler Allah’a iman etmiş insanlarız. Allah’a
teslim olmuş müslümanlarız. Öyleyse kâfirler gibi bizim muhayyerlik hakkımız,
seçme hakkımız yoktur. Allah’ın bizim adımıza seçtikleri ve beğendikleri
güzeldir gerisi boştur ve batıldır.
Evet işte böylece iman edip Rabbim
Allah’tır diyenler ve sonra da dosdoğru olanlar. Rabbim Allah’tır deyip de tüm
hayatlarında Allah adına doğrulanlar. Ya da Allah’ın diniyle doğrulanlar.
Hayatlarının tü-münde Allah’ın dinini doğrultanlar. Dinle ayağa kalkıp dini
yaşamaya çalışanlar. Yaptıklarını Allah’ın kitabından ve Resûlünün sünnetinden
alarak dinlerini, hayat programlarını doğrultanlar. İmanlarını ayağa
kaldıranlar. Dinlerini imanlarını ayağa kaldırıp hayatlarına hakim kılanlar.
İmanlarının eylemini gerçekleştirmek üzere doğrulanlar. İman-larını amele
dönüştürme kavgası verenler. Rabbim Allah deyip iman ortaya koyanlar ve sonra da
bu imanlarını söz planında bırakmayarak inandım dedikleri konunun eylemini,
amelini gerçekleştirmek üzere ayağa kalkanlar, işte bunlar gerçek müslümanlardır
diyor Allah’ın Re-sûlü.
14. “İşte onlar, cennetliklerdir;
işlediklerine bir kar-şılık olarak, içinde temelli
kalacaklardır.”
“Rabbimiz Allah’tır, bizim
boyunlarımızdaki ipin ucu Allah’ın elindedir, biz sadece kendisini dinler ve
sadece kendisinin çektiği yere gideriz,” diyenler, kendisine kulluk ettiğimiz,
hayat programımızı kendisinden, kendi kitabından aldığımız ve hayatımızı kendisi
adına yaşadığımız, hatırını her şeyin hatırından üstün tuttuğumuz ve sadece
kendisi önünde eğildiğimiz Rabbimiz Allah’tır deyip de sonra da dosdoğru yolda
yürüyenler… Bunu sözde bırakmayarak o Rabbin kendileri için belirlediği sırat-ı
müstakimde olanlar, Rabblerine verdikleri bu ikrarda sebat edenler, hayatlarını
bu ikrara, bu imana bina edenler, bu imanı kendileri için hayat programı
yapanlar, sözleriyle, fiilleriyle dosdoğru yolda olanlar ve Rabblerinin
emirlerine teslim oldukları gibi, amellerinde ve fiillerinde de Allah’ın kitabı
istikâmetinde bir hayat yaşayanlar var ya, işte onlar cennetliktirler ve
işledikleri bu güzel amellerine karşılık, onlar o cennette ebedî kalacaklardır.
Önceki âyetle ve Fussilet sûresiyle birlikte düşünecek olursak, melekler bu
mü’minlere bu cenneti müjdelemek için inerler.
“Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da
doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki:
“Korkmayın, üzülmeyin, size vaadedilen cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da,
âhirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve
istediğiniz her şey vardır.”
(Fussilet 30)
Melekler o mü’minlere derler ki: “Ey
mü’minler! Korkmayın! Üzülmeyin! Size vaadedilen cennetle sevinin! Rabbinizin
mükafatlarıyla sevinip coşun! Bizler dünya hayatında da, âhirette de sizin
dostlarınızız.” Yani biz melekler, siz mü’minlerin velîyy’ül emirleriyiz.
İşlerinizi üstlenen, sizlere yardım eden, sizler adına iş yapan, sizleri
koruyan, muhafaza eden varlıklarız.
Peki acaba ne zaman iner bu melekler?
Ya da melekler ne za-man bu müjdeyle gelir? Bazı alimler, bu meleklerin ölüm
anında mü’-minlerin yanına ineceğini ve bu müjdeyi vereceğini söylemişlerdir.
Ö-lüm anında mü’minlerin yanı başlarına gelecek ve diyecekler ki, “biz sizin
dünyadayken dostlarınızdık. Sizi koruyor ve Allah’ın izniyle sizi hakta tutmaya,
doğrultmaya çalışıyorduk. Sakın korkup üzülmeyin, aynı şekilde bundan sonra da
sizinle beraber olacağız. Kabirde de, âhirette de sizinle beraber olacağız. Sizi
kolayca sırattan geçirip cennete ulaştıracağız ve orada canlarınızın çektiği her
şey vardır!”
Bazı alimler, bu meleklerin
mezardayken mü’minlerin yanına geleceğini, onları orada yalnız
bırakmayacaklarını ve bir dediklerini iki etmeyeceklerini söylerler.
Rasûlullah’ın bir hadisinden anladığımıza göre, kabirde iki melek mü’minin
yanına gelir, onu hoş bir edayla karşılar ve derler ki: “Sakın üzülme, Allah’ın
sana vaad ettiği cennetle se-vin.”
Böylece Allah o mü’minin
korkusunu emniyete, üzüntüsünü de sevince çevirir, onu, gözünü gönlünü aydın
eder, buyurulmaktadır. Kimileri mü’minlerin yeniden dirilmeleri anında bu
meleklerin gelip bu müjdeyi vereceklerini söylemişlerdir. Yani onlara
gidecekleri yer konusunda hiç korkmamalarını söylerler. Tüm kötülüklerin sona
erdiğini, tüm sıkıntıların, tüm meşakkatlerin bittiğini ve bundan sonra sonsuz
hayırların başladığını haber verirler. “Arkada bıraktıklarınız konusunda da
üzülmeyin, biz onları koruyacak halefler bıraktık,” derler. Kimileri de hem ölüm
anında, hem mezardayken, hem de dirilme anında meleklerin geleceğini
söylemişlerdir.
Âyetin ifadesinin mutlak oluşuna
bakılırsa, dünyada her an meleklerin mü’minlere geldiğini anlarız. Sürekli
gelirler ve derler ki: “Korkmayın ey müslümanlar! Mahzun da olmayın! Ne
geçmişiniz konusunda, ne de geleceğiniz hususunda endişe etmeyin! Sizler Allah
yolunda olduktan sonra, hayatınızı Allah için yaşadıktan sonra, sırat-ı
müstakimde olduktan sonra geçmişiniz konusunda da, geleceğiniz konusunda da,
kabir konusunda da hiçbir endişeniz olmasın! Vaad o-lunduğunuz cennetle sevinip
coşun!”
Peki niçin sevinip coşacakmışız? Neymiş
o cennet? Ya da ne varmış o cennette? Bakın melekler diyor ki: “O cennette sizin
canınızın çektiği her şey vardır.” Yani ne arzu ederseniz hepsi vardır orada.
Neyin gelmesini isterseniz mutlaka o size getirilecektir orada. Yani cennette
acaba şu da var mı, bu da var mı, diye sormaya gerek yoktur. Orada ne arzu
etmişseniz hepsi vardır. Orada yok yoktur. Oradaki fıtrata uygun her şey vardır.
Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç beşer kalbinin ihata edemeyeceği
nimetler ve devletler vardır o cennette.
Buraya kadar muhsinlerle alâkalı genel
olarak söylenenler bundan sonra biraz daha özelleştirilecek. Bakın Rabbimiz
şöyle buyuruyor:
15. “Biz insana, anne ve babasına karşı
iyi davranmasını tavsiye etmişizdir; zira annesi, onu, karnında, zorluğa
uğrayarak taşımış; onu güçlükle doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz
ay sürer. Sonunda erginlik çağına erince ve kırk yaşına varınca: “Rabbim! Bana
ve anne babama verdiğin nimete şükretmemi ve benim hoşnut olacağın yararlı bir
işi yapmamı sağla; bana verdiğin gibi soyuma da salâh ver; doğrusu sana
yöneldim, ben, kendini sana verenlerdenim” demesi
gerekir.”
Burada da Rabbimiz muhsinlerin
ana-babaya ihsanını anlatıyor. “Biz insana ana-babasına karşı muhsin
davranmasını emrettik,” buyurduktan sonra, Rabbimiz annenin çocuğuna karşı üç
durumundan söz ediyor:
1. Annesi onu karnında zorluk çekerek
meşakkat içinde taşır,
2. Sonra yine onu güçlükle, meşakkatle
doğurur,
3. Ana karnında taşınması ve sütten
kesilmesi de otuz ay sürer. Yani onu doğurduktan sonra da uzun bir süre onu
emzirir.
Annenin çocuğuna karşı görevleri ve
çocuğu üzerindeki hakkı anlatılıyor. Bu âyetten, babaya nazaran evlât üzerinde
ananın haklarının daha çok olduğunu anlıyoruz. Dikkat ederseniz âyetin başında
ana babaya ikisine birden ihsan istendikten sonra, bu bölümde ayrıca ananın bir
daha özellikle zikredildiğini görüyoruz. Yine muteber hadis kitaplarında
görüyoruz ki, bir sahâbe gelip Allah’ın Resûlüne sorar: “Kime ihsan edeyim ey
Allah’ın Resûlü?” Allah’ın Resûlü, “senin ihsanına lâyık olan annendir,”
buyurur. Adam peş peşe üç defa sorar, Allah’ın Resûlü “annendir,” der. Dördüncü
defa sorduğunda “babandır,” der. Öyleyse evlât üzerinde annenin hakkı, babanın
hakkından öndedir.
Rabbimiz, ana-babaya, özellikle anaya
ihsan istiyor. Peki ana-babaya ihsanı nasıl anlayacağız?
Ana-babaya muhsin davranmak. Yani
ana-baba karşısında da Allah karşısında olma şuurunu taşımak. Gerçekten çok
orijinal bir kavram…
İhsan neydi? İhsan, Allah’ın gördüğü
şuuru içinde olmaktır. Ki-şinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde
yapma şuuru içinde olmasıdır.
Ana-babaya itaat ederken, Allah
karşısında olma şuurunu kay-betmeyecek, Allah kontrolünde olduğumuzu hep hatırda
canlı tutacağız. Yani “ya Rabbi, sen bana anana şöyle davran dedin, diye
yapıyorum bunu, babana böyle yap dedin diye böyle yapıyorum,” diyerek hem Allah
huzurunda olacağız, hem de onlara itaat edeceğiz.
Onların bizden istedikleri Allah’ı
gücendirecek, kızdıracak veya azabını gerektirecek noktaya ulaşınca da, o zaman
onlara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz. Anamız-babamız olsalar
da dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah huzurunda, Allah kontrolündeyiz. Ne
yapacaksak, nasıl yapacaksak, onun rızasını aşmayacak şekilde yapmak zorunda
olduğumuzu asla unutmayacağız.
Dikkat ederseniz itaat değil, ihsan
isteniyor bizden. Âyet-i kerimede ana-babaya itaat edin denmiyor da, ihsanda
bulunun deniyor. Öyleyse ana-babaya karşı ihsanın birkaç boyutu
vardır:
1. Öncelikle anne-baba, bizim
varlığımız ve onların var olmaları sebebiyle itaate lâyıktır. Anne-babamız bizim
varlık sebebimizdir. Yani anne-baban senin varlığına sebep mi? Tamam bitti,
itaat edeceksin. “İtaat edeceğim ama babam huysuzluk yapıyor, anam namaz
kılmıyor, abdest almıyor! İslâm’ı yaşamıyorlar, dinle ilgileri yok.” Ne olursa
olsun, onlar senin annen-baban mı? Sen onlardan dolayı varsın. O halde onlara
itaat edeceksin bir kere, mutlak ölçü budur. Çünkü onların itaate hak
kazanmaları, bizim ana-babamız olmalarıdır, iyi bir müslüman olup olmamaları
değildir.
2. Annen va baban eğer şirk konusunda,
seni şirke düşürme konusunda, yani senin dinini egale etme, İslâm’ını ekarte
etmek üzere senden bir istekte bulunuyorlarsa o zaman sen kenara geç ve onları
dinleme! Yani onlara itaat etme! Bu, hemen onları öldür, işlerini bitir, demek
değildir. Fakat bu işte ısrar ediyor, üstüne düşüyor ve se-nin dinini bozma
boyutuna götürüyorlarsa, o zaman onları diskalifiye et! Yani onları sıfır hale
getir! Çünkü sen o anda, her anda Allah huzurundasın. Sen hep Allah
kontrolündesin. Sen her şeyden ve herkesten önce Allah’ın kulu ve kölesisin.
Önce onu dinlemek zorundasın. Önce onu razı etmek
zorundasın.
Hattâ Bedir’de olduğu gibi, baban
veya anan Allah’ın dinini engelleme adına varlığını ortaya koyuyor ve seni
engellemeye çalışıyorsa, o zaman kafasını da kes, defterini de dür! İkinci boyut
da böyle. Çünkü Resûl-i Ekrem efendimizin dizlerinin dibinde büyümüş, onun
imanına, onun takva ve teslimiyetine şahit olmuş nice sahabe-i kiram
efendilerimizin peygamber aleyhisselamın safında katıldıkları savaşlarda
babalarına karşı böyle davrandıklarını çok iyi biliyoruz.
3. Üçüncü boyuta, dünya işlerine
gelince, dünya işlerinde de onlarla geçin! Ama yanlış anlamayalım, dünya
işlerinde onlarla geçin demek, sözlerini dinle, dediklerinden dışarı çıkma,
değil, geçinin demektir. Ekmek al, su ver demişlerse onu yerine getirin
demektir. Dini bozmayacak arzularını gerçekleştirin
demektir.
“Eğer anan-baban seni körü körüne bana
şirk koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerinde de maruf veçhile
onlarla geçin.”
(Lokman: 15)
Yani tevhid ölçüsüne dayanarak, İslâm
ölçüsü içinde onlarla geçin. Peki bunun ölçüsü ne olacak? Bunun ölçüsü, onları
gücendirme, onları küstürme demektir.
Eğer onların gönüllerini edebilir, ikna
edebilirsen istediğini yap. Meselâ baban “burada otur ya da oturma!” dedi. Orada
oturmak da helâl, burada oturmak da helâl iken, “neden bunu istiyorsun? Ne
oluyor? Senin zevkine mi uyacağım?” deme hakkımız yoktur. Ama, “bak burası daha
güzel! Burası daha serin, burada daha çok rahat ederim!” gibi sözlerle
kandırabilirsen, tamam o zaman burada otur, değilse onun dediği yerde oturmak
zorundasın. Örneğin benim babam bugün buraya gelmeme engel oluyorsa, eğer size
verilmiş bir sözüm yoksa gelmemeliyim. Ama onu ikna edebilirsem, o ayrıdır
tabii. Ana-babaya itaatin sınırı da bu olacaktır.
Bir kere mutlak mânâda onlar itaate
lâyıktır. Onlar iyidir, müs-lümandır diye değil, anne-baba olmaktan dolayı
itaate lâyıktır. Ama itaat derken, benden şirk isterlerse o zaman ben yan
çizeceğim, yok kabul edecek, dinlemeyecek, duymayacak, anlamayacak, unutaca-ğım.
Israr ederlerse engel koyacağız fakat dünya işlerinde de onlara hoş görünmeye
çalışacağız.
Yani anne ve babanın karşısında
onlara itaat ederken de Allah huzurunda olduğumuzu asla
unutmayacağız.
Ama şu bizim mevcut uygulamada
ana-babaya itaat biraz da onların rubûbiyet makamına geçmelerini sağlıyor ki bu
konuda daha titiz davranmak zorunda kalacağız. Adam, “illa da benim dediğim”
olacak diyor. Zevkini tatmin için değil, enaniyetini putlaştırmak için di-yorsa,
onun bu zulmüne engel olmaya da çalışacağız. Çünkü onun bu hareketi kendini Rabb
makamında görmesinden ötürü bir zulümdür.
Öyle olunca da artık burada konu
anne-babaya itaat konusu değil, anne-babanın kötülüğüne engel olma konusudur ki,
o zaman ona da dikkat edeceğiz. Bunu nasıl anlayacağımız konusu da ayrı bir
konudur. Bıçak sırtı gibi bir şey… Bir yana kaydı mı öbür yandan kayacaktır,
ikisinin ortasında durmak çok zordur.
Ana-babaya ihsan:
a. Onlar karşısında iken Allah
karşısında olduğumuzu unutmadan onları dinlemek, onları putlaştırmadan, Allah’ı kızdıracak biçimde onların arzularını
gerçekleştirmeye gitmeden ve onların Allah’ın arzularına uygun olan arzularına
kulak asmazlık etmeden onları hayra, hakka teşvik
etmektir.
b. Onlara karşı merhametli
davranmaktır.
c. Allah’ın size ulaştırdığını siz de
onlara ulaştırın,
d. Onları cennete götürmenin savaşını
verin, demektir. Yani onlara cennet yollarını açıp onların cehennem yollarına
barikatlar ko-yun demektir.
Ana-babaya ihsan edin, çünkü analarınız
sizi meşakkat içinde karnında taşımış, meşakkat içinde sizi doğurmuş, sonra sizi
otuz ay boyunca karınlarında taşımış ve emzirmişlerdir. Bakara sûresinde,
Rabbimiz emzirme konusunda şöyle buyuruyor:
“Emzirmeyi tamamlatmak isteyenler için
anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği ve
giyeceği örfe uygun şekilde babaya aittir.”
(Bakara
233)
Bu âyette de onların ana karnında
taşınmaları ve sütten kesilmeleri otuz aydır, buyuruluyor. Otuz aydan iki yıl,
yani yirmi dört ay çıkarılırsa, o zaman hamilelik süresinin altı ay olduğu
ortaya çıkar. Burada, hamileliğin en az müddeti, emzirmenin de en fazla müddeti
zikredilmiştir. Süt emzirmenin en uzun müddeti iki yıldır. Ulemânın bu konudaki
görüşü budur. Yani bir çocuk bu iki yıl içinde herhangi bir kadın tarafından
emzirilmişse o kadın o çocuğun süt annesi olur. Ama İmam Ebu Hanife’nin bir
görüşüne göre bunun süresi otuz aydır. Herhangi bir şüpheye yaklaşmamak için
ihtiyaten İmam Ebu Hanife otuz ay içinde emziren bir kadının süt annesi
olacağını ifade etmiştir.
Nihayet insan kırk yaşına ulaşıp
olgunluk ve güçlülük dönemine basınca Rabbine şöyle dua eder: “Ya Rabbi! Bana
verdiğin nimetlere karşılık bana şükretme anlayışı ver! Bana ihsan ettiğin
nimetlere ve benim ana-babama verdiğin nimetlere karşılık beni şükre sevk et!
Bana hakkıyla şükretmeyi nasip eyle! Tüm bu nimetlere karşı bana şükür yollarını
açıp kolaylaştır! Bana senin razı olacağın sâlih ameller işlemeyi, senin
istediğin sâlih amellere yönelmeyi nasip eyle! Amellerim hem kitap ve sünnete
uygun olsun hem de onları işlerken niyetim sadece senin için olsun! Amellerimde
riya, kibir, gösteriş, menfaat gibi bulanıklık olmasın! Zürriyetimin de ıslahını
nasip eyle ya Rabbi! Zürriyetimin ıslahı konusunda ben cehd ve gayret edeceğim,
ben onların ıslahı konusunda elimden geleni yapacağım, onlara senin kitabını ve
Resûlü’nün sünnetini duyurup onların cennet yollarını açıp cehennem yollarına
barikatlar koyacağım. Bana düşeni yapacağım ama bu konuda sen bana yardım eyle
ya Rabbi! Senin yardımın olmazsa ben bunu beceremem Allah’ım! Ben tevbe edip
sana yöneldim! Hayatımın tümünde senin arzularını gerçekleştirmeye yöneldim.
Yönümü sana döndüm, irademi sana teslim ettim! Senin seçimini seçim kabul ettim
kendime! Ben müslümanlardanım, tümüyle sana teslim olanlardanım ya
Rabbi!”
Muhsinlerden Allah’ın istedikleri işte
bunlardır. Verilen nimetlere karşı şükür… Ama sadece kendisine verilenlere karşı
değil, aynı zamanda ana-babaya ve yakınlara karşı verilenlere de şükür. Sâlih
ameller işleme konusunda Allah’tan yardım isteme, zürriyetin ıslahını dileme,
tevbe edip Allah’a yönelme ve müslümanlardan olma, müslü-manlarla birlikte
hareket etmeye hazır olma, peygamberler ve sâlih ki-şiler safında olma çabası…
İşte ihsan budur.
16. “İşte, işlediklerini en güzel
şekilde kabul ettiğimiz ve kötülüklerini geçtiğimiz bu kimseler, cennetlikler
içindedirler. Bu, verilen doğru bir sözdür.”
Rabbimiz, “İşte böyle olan, böyle
yaşayan muhsinlerin işlemiş oldukları amellerin en güzelini kabul ederiz. Onları
işlemiş oldukları amellerinin en güzeliyle değerlendirir, ona göre onlara
mükafat takdir ederiz. Onların günâhlarından da vazgeçer, onları kendilerine
vaa-dedilen cennetler içinde kılarız,” diyor.
İşte muhsin olmanın, ihsan içinde bir
hayat yaşamanın, Allah’ı görüyormuşçasına ona kulluk yapmanın, sâlih amellere
koşmanın ve sâlih ameller konusunda Allah’tan yardım istemenin, ana-babaya karşı
ihsan içinde bulunmanın, zürriyetlerinin ıslahı konusunda kavga verip Allah’tan
yardım istemenin karşılığı budur.
Rabbimiz, onların amellerinin en
güzeliyle onlara mükafat vereceğiz, diyor. Nasıl anlayacağız bu amellerin en
güzeliyle mükafatı? Rabbimiz, Fussilet sûresinde kâfirlerin
cezalandırılmalarıyla alâkalı bir katsayı anlatıyordu:
“Biz mutlaka inkâr edenlere şiddetli
bir azap tattıracağız. Ve onlara yaptıkları amellerin en kötüsünün cezasını
vereceğiz.”
(Fussilet
27)
Âyetin oradaki konumuyla, yani
sûrede anlatıldığı konu bütünlüğü içinde söylersek, bu âyette Allah’ın
âyetlerini gizleyen, Allah’ın âyetlerini Allah kullarına duyurmamaya çalışan
insanlar anlatılıyordu.
İşte böyle Allah’ın âyetlerinin
susturulmasına sa’yeden, Allah’ın âyetlerini örterek, ört-bas ederek Allah
kullarının gündemlerinden düşürmeye, Allah’ın âyetlerinin gözlerden,
kulaklardan, saklanmasına çalışan kimselerin cezası ateştir. Bu eylemin sonucu
cehennemdir. Hem öyle bir cehennem ki, bu onların uğrayacakları, görüp
geçecekleri bir ateş değil, içinden hiç çıkmamacasına, hiç kurtulmamacasına
kalacakları bir ateş olacaktır. Orası onların yeri ve yurdudur. Allah’ın
kullarının gündemlerini değiştirmeye ve Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışan
insanların durağı, barınağı cehennemdir.
Bunu bazen bilenler yapar. Yani
Allah’ın âyetlerini bildiği halde, kitap bilgisine, peygamber bilgisine sahip
oldukları halde, Allah kendilerini bu bilgiyle nimetlendirdiği halde, bildikleri
bu bilgileri Allah kullarına anlatmayarak, duyurmayarak Allah kullarının
gündemini bununla oluşturmayan kimseler yapar ve Allah korusun bunların sonu
cehennemdir. Bunların kafalarındaki, kalplerindeki anlatmadıkları Kur’an
âyetleri ateşe dönüşecek ve sonunda kendi ateşlerini dünyadan götüren insanlar
durumuna düşeceklerdir. Bazen da bu gizleme işini resmî otorite yapar. Okumaya
yasak, okutmaya, duyurmaya yasak koyarlar.
Ya da öyle resmen yasaklıyoruz
demezler de, öyle bir program yaparlar ki, o programdan geçen insanlar Kur’an’ın
kokusunu bile alamazlar. “İşte okutuyoruz, işte izin veriyoruz, işte din
dersleri koyduk,” derler. Ama koydukları programda insanlar beş âyet, beş hadis
bile öğrenemezler.
Allah, onlara yaptıklarının en kötüsü
ile ceza vereceğiz, diyor. Amellerinin en kötüsü ile cezalandıracağız onları...
Amellerinin en kö-tüsüyle karşılık vereceğiz onlara… Nasıl anlayacağız bunu? Bu
kâfir-lerin bu zalimlerin hayatlarında bazen işledikleri güzel ve faydalı işler
de olabilir. Ama onların işledikleri amellerin en kötüsüyle en çirkiniyle tüm
amellerini çarpıvereceğiz, diyor Rabbimiz. Allah, onların tüm amellerini hayatta
işledikleri en kötü amelle çarpacak.
Aynen bunun gibi, bakın burada da
Rabbimiz, mü’minlerin amellerinin en güzelini kabul edecek, amellerinin en
güzeliyle onları mükafatlandıracağız, buyuruyor. İşte mü’minler için de böyle
bir rahmet vardır. Mü’minlerin de tüm amelleri en iyi, en güzel, en ihlâslı
yaptıkları bir amelle çarpılacaktır. Yani bütün amelleri o en güzel amelle
çarpılacak ve tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul edilecektir.
Ne büyük bir rahmet değil mi?
Yani kâfirler için de, mü’minler için de katsayı en iyi amelleri olacaktır.
Mü’minler en güzel amelleri karşılığında mükafat alırken, kâfirler de en kötü
amelleriyle cezalandırılacaklardır.
Bundan sonra Rabbimiz önceki muhsinin
tamamen aksine, Allah’ın kendisinden istediği kulluğu sergileyememiş,
ana-babasına Allah’ın istediği gibi davranamamış, ana-babası tarafından İslâm’a,
imana dâvet edilen ama inadından onlara “öf” diyerek onlara itaatten ve imandan
kaçan bir evlâd tipini anlatacak:
17. “Annesine babasına: “Öf ikinizden;
benden önce nice nesiller gelip geçmişken beni tekrar diriltilmemle mi tehdit
ediyorsunuz?” diyen kimseye, anne-babası Allah’a sığınarak: “Sana yazıklar
olsun! İnan; doğrusu Allah’ın sözü gerçektir” dedikleri halde: “Bu Kur’an
öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” diye cevap
verirler.”
Ana ve babasına “öf be!” diyerek
karşı gelen bir adam... Ana-babasına diyor ki: “Tekrar dirileceğimi, tekrar yeni
bir hayata kalkacağımı mı söylüyorsunuz bana? Benden önce nice çağlar, nice
kuşaklar gelip geçmişken, şu ana kadar onlardan hiçbirisi dirilip geri dönmediği
halde, siz benim tekrar diriltileceğimi ve hesaba çekileceğimi söylü-yorsunuz,
öyle mi?” Daha önce ölüp gidenlerden hiçbirisinin dirilip ge-ri dönmediğini
delil getirerek, kendisinin de öldükten sonra bir daha dirilmeyeceğini iddia
etmeye çalışıyor.
İşte iki insan tipi. Ana-babasına ihsan
eden, onlar karşısında Allah huzurunda olduğunu unutmayan, onların Allah
arzusuna uygun arzularına itaat eden bir evlât tipiyle öte tarafta kendisini
Allah’a kulluğa çağırdığı halde onlara “öf” diyerek kırıp döken bir evlât tipi.
Bu âyetlerin geldiği dönemde bu iki insan tipinin ikisi de vardı. Ana-ba-basına
itaat eden yiğit gençler de, ana-babasına isyan eden kâfir evlâtlar da vardı.
Günümüzde bunların ikisine de rastlamak mümkündür.
Ana-babası diyor ki, “yazıklar olsun
sana, gel iman et! Yarın dirilecek ve yaptıklarının tümünden hesaba
çekileceksin!” Evlâtları diyor ki, “hayır! Bu sizin söyledikleriniz, diriliş,
sırat, haşr, mîzan, hesap, kitap hepsi de hayaldir, efsanedir.”
Böyle bir çocuğa sahip olmaktan, böyle
bir kâfirle evimizi, hayatımızı paylaşmaktan Rabbim hepimizi korusun. Eğer böyle
bir çocuğumuz varsa, o zaman Rabbimizin âyetinde anlattığı ana-babanın misyonunu
üstlenmek, onların tavırlarını sergilemek zorundayız. Böyle bir durumda bir
taraftan evlâdımıza nasihat edip onu eğitmeye çalışırken, diğer taraftan da
Rabbimize yalvarıp yakarmak zorundayız. Unutmayalım ki biz Rabbimize ne kadar
teslim isek, hanımlarımız ve çocuklarımız da bize ancak o kadar teslim
olacaklardır. Hanımlarından ve çocuklarından gerek kendisine gerek Allah’a itaat
bekleyen babalar, kendilerinin kendi efendilerine ne kadar itaat ettiklerine bir
baksınlar. Kendi efendilerine itaat etmeyenlerin, evlâtlarından kendilerine ve
Rabblerine itaat bekleme hakları yoktur.
18. “İşte onlar kendilerinden
önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde, Allah’ın azap
vaadinin aleyhlerinde gerçekleştiği kimselerdir. Doğrusu onlar hüsranda
olanlardır.”
İşte böyle olanlar üzerine söz
hak olmuştur. Bu hak olan söz de:
“Andolsun ki cehennemi hep insan ve cin ile
dolduracağım” sözü yerine gelmiştir.
(Hûd 119)
Onlar için Allah’ın işte bu sözü hak
olmuştur. Allah onların to-punu cehenneme dolduracaktır. Hem onları, hem de
kendilerinden önce yaşamış, kendileri gibi inanmış, kendileri gibi yaşamış
insanlar ve cinler için de Allah’ın vaadi hak olmuştur. Onlar kendilerinden önce
kendileri gibi şirk içinde, küfür içinde yaşamış olanların arasına
katılacaklardır. Bu konuda Allah’ın yasası kesinleşmiş, Allah’ın sözü hak
ol-muştur. Kâfirler ister insanlardan olsun, ister cinlerden olsun, cehennemi
hak etmişlerdir.
Onlar dünya da, âhirette de hüsrana
uğrayan, eli boşa çıkanlardır. Neden hüsrana mahkum olmuş, neyi kaybetmişlerdir?
Bunlar sermayelerini kaybettiler. Allah’ın dünyada kendilerine verdiği akıl,
iman, zaman sermayesini kaybettiler. Âhiretteki hayatlarını kaybettiler.
Allah’ın kendilerine verdiği fıtratlarını kaybettiler. Allah’ın kendilerine
lütfettiği gözlerini, kulaklarını, akıllarını kaybettiler. Güçlerini,
imkânlarını, ömürlerini boşa harcadılar. Bunların tümünü Allah’ın istemediği
yerde kullandılar. Allah için harcanmayan, Allah için kullanılmayan her şey boşa
gitmiştir. İşte boşa giden bir hayatın sonunda, âhirette de onları hüsran
kucaklayacaktır.
19. “İşlediklerinden ötürü herkesin bir
derecesi var-dır. Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir. Kendilerine haksızlık
yapılmaz.”
Ne iyilerin iyilikleri, ne de
kötülerin kötülükleri karşılıksız kalmayacaktır. Dünya hayatında yaptıklarından,
işlediklerinden ötürü herkesin amellerine karşılık dereceleri vardır. Cennette
cennetlikler için de, cehennemde cehennemlikler için de dereceler vardır.
Cennetin de, cehennemin de dereceleri vardır. Cennetin ve cennetliklerin
dereceleri kademe kademe yukarı doğru yükselirken, cehennemin ve
cehennemliklerin dereceleri de aşağıya doğru derecelenmektedir. Dereceler,
ameller karşılığıdır. Cennetliklerinki mükafat ve nimetlerin artırılması türünde
bir derecelendirilme iken, kâfirlerinki de azabın art-ması türünde bir
derecelendirilmedir.
Allah kullarına dereceler verir.
Bakıyoruz, bugün de birileri de-receler veriyor. Kimi insanların kendi
kullarına, kendi kölelerine da de-receler verdiğini görüyoruz. Birinci derece,
ikinci derece, üçüncü, beşinci derece gibi dereceler veriyorlar. İlk üç dereceye
girenlere, yani limon gibi suyunu sıkıp posasını çıkardıklarına, pillerini
bitirdiklerine yeşil pasaport veriyorlar. Sen dekansın, sen bakansın, sen
profesörsün, sen doçentsin gibi dereceler dağıtıyorlar. Veya “seni maiyetime
aldım, sen çevremdensin” gibi lütuflarda bulunuyorlar...
Evet, her rabb elbette kullarına
dereceler verir. Onlar kendilerine kendi sistemlerine, kendi davalarına hizmet
edenleri derecelerle ödüllendirirken Allah kullarını derecesiz ve mükâfatsız mı
bırakacak? Elbette Rabbimiz de kendisine kulluk yapanlara dereceler verecektir.
Ama Allah, dereceleri o kadar yüce olan ki, katında o kadar yüce dereceler
vardır ki, onun verdiği dereceleri hiç kimse veremez.
“Herkesin yaptığı amellere göre dereceleri
vardır. Rabbin onların yaptıklarından asla gafil
değildir.”
(En’âm 132)
“Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan, size
verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle
üstün kılan O’dur.”
(En’âm 165)
Rabbimiz kimisini zengin, kimisini
fakir, kimisini güçlü, kimisini zayıf, kimisini beyaz, kimisini siyah kılarak,
kimilerine imkân, kimisine sıhhat, kimisine hastalık vererek dereceler takdir
etmiştir. Ama tüm bu verdiklerini imtihan için verir Rabbimiz. Bu verdikleriyle
kullarını denemek ister. Dereceleri çok yüce olan, katında çok yüce dereceler
olan Rabbimiz, hem cennetlik kullarına cennette, hem de cehennemi hakkedenlere
cehennemde dereceler verir.
Oradaki dereceler amel karşılığıdır.
Dünyadaki derecelere benzemez. Mal, mülk, makam, erkek veya kadın olmak, rengi
şöyle ya da böyle olmak, filân yada falan aileye mensup olmak orada hiçbir değer
ifade etmez.
Allah’ın Resûlü mümin için bir derece,
bir yükseliş tarif ederek buyurur ki: “Oku ve yüksel!” Oku ve derecelerini
artır! Rasûlullah’ın bu ifadesine göre okuyan yükselecektir. Okuyan,
derecelerini artacaktır. Mü’min, okuduğu Kur’an’a göre derecelerini artıracak ve
yükselecektir.
Okumanın ne demek olduğunu kısaca
ifade edelim. Okumak, okunanı anlayarak hayata geçirmektir. Okumak, okunanı
anlayarak hayatı onunla düzenleme kavgası vermektir. Bakara sûresinde, kitabı
okudukları halde onu anlamaya yanaşmayan, onunla hayatı düzenleme çabası içine
girmeyen ve birbirlerini tekfir eden ehl-i kitabın durumunu
anlatılır.
Bunlar kitabı da okuyor. Kitaplarını da
okuyup durdukları halde, kitabın kendilerinden istemediği şeyleri çok rahat
yapabilmektedirler. Kitabı okudukları halde, anlamadan, birbirlerini tekfir
edebiliyorlar. Bazı anlayışlarda, bazı konularda ihtilâf etmek ayrı şey, toptan
birbirlerini reddetmek ayrı şeydir. Aslında kitap böyle bir çelişkiye engeldir.
Kitap aslında bu tip ihtilâfları ortadan kaldırmak için vardır. Öyleyse kitaba
rağmen her iki tarafta yalan söylemektedir.
Allah bunu niçin anlatıyor bize? “Ey
müslümanlar, bakın bunların durumu budur, sakın ha sizler bunlar gibi olmayın! Bunların durumuna düşmeyin?”
diye anlatır.
Halbuki bunlar kitabı da okuyorlar. Ama
sadece okuyorlar... Anlamıyorlar, anlamadan okuyorlar, anlamaya yanaşmadan
okuyor-lar. Halbuki, kitap anlamadan okunmak için gelmemiştir. Kitap, anlaşılmak
ve amel edilmek için gelmiştir. Allah’ın Resûlü Müslim’deki bir hadislerinde bu
hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde
toplanır ve Allah’ın kitabını okur ve de okuduklarını kendi aralarında ders
haline getirirlerse...”
Yani okudukları Kur’an âyetlerini
anlama ve yaşama savaşı verirlerse onlar üzerine sekînet inecek ve huzura
kavuşacaklardır, bu-yurur. İşte kitabı okumak budur. Ama bakın bunlar böyle
yapmıyor, sadece okuyorlarmış. Anlamadan okuyorlarmış. Amele dönüştürme
niyetinde olmadan okuyorlarmış. Rasûlullah Efendimizin tarif buyurduğu biçimde,
Allah, kitabı anlama ve onu hayatlarına aktarma çabası verenlerin derecelerini
yükseltecektir.
Kâfirlerin dereceleri de kendi
amellerine göre takdir edilecektir. Ameller, kalbin amelleri ve azaların
amelleri olmak üzere iki türlüdür. Kalbin ameli imandır. Kalbin ameli Allah’ı
sevmek, Allah’tan gelenlerden razı olmak, Allah’tan korkmak, Allah’ın
yasaklarına düşmekten kaçınmak, hayatında Allah’ı ve Allah’ın hesabını unutmadan
yaşamak, kısacası Allah için niyet taşımaktır.
Âzâların amelleri ise, namaz, oruç gibi
âzâlarla yapılan amellerdir. Yaşadığımız sürece yaptığımız her şeye, tüm
davranışlarımıza amel denir. Kişide iman olmayınca yapılan hiçbir amelin değeri
yoktur. İmansız işlenen hiçbir amel değerlendirilmeye tâbi tutulmayacaktır.
İmansız birinin yaptığı güzel ameller onun cennete gitmesini sağlamayacak ama
belki bu âyette ifade edildiği gibi, cehennemdeki derecesini biraz yükseltecek
ya da azabını biraz hafifletecektir.
20. “İnkâr edenler, ateşe sunuldukları
gün onlara: “Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız,
onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük
taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azap göreceksiniz”
denir.”
Kâfirler yarın ateşe sürüldüklerinde,
cehenneme arzedildikle-rinde onlara şöyle denecek: “Ey kâfirler! Sizler tüm
iyiliklerini, tüm tay-yibât ve hasenatınızı dünyada yediniz, bitirdiniz. Dünyada
yaşadığınız sürece zevk ve sefâ sürdünüz. Allah, kâfirlere dünyada yaptıklarının
karşılığını dünyada ödemektedir. Kâfirlerin dünyada işlediği ufak-te-fek iyi
amellerin karşılığı peşinen dünya hayatında kendilerine ödenmektedir. Onların
amellerinin hiçbirisi âhirete intikal etmemektedir. Zaten onlar âhirete
inanmadıklarından, tüm yatırımlarını dünya adına dünyada karşılığını bulma adına
yapmaktadırlar. Yaptıklarının karşılığını peşin peşin dünyada alıyorlar. Bakın
Bakara sûresinde Rabbimiz bunları şöyle anlatır:
“İnsanlardan kimileri de vardır ki,
“Rabbimiz bize dünyada ver!” derler. Onların âhirette nasipleri
yoktur.”
(Bakara 202)
Kâfirler ve insanlardan kimileri de
derler ki, “ya Rabbi! Bize dünyada mal-mülk ver! Biz dünyada senden makam-mevki,
ev-bark, mark-dolar, eş, dost, çevre, kredi istiyoruz! Bize bunlardan haber ver
sen! Biz gerisini bilmeyiz! Bize dünyada ver de, öbür tarafta ne olursa olsun
bizim için fark etmez.” Bunların dua konusu budur.
Aslında herkes dua eder.
Yeryüzünde dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar dua ederler ama duadan duaya
fark vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi, onu elde etme adına çırpınması, ona
ulaşma adına çalışıp çabalaması dua demektir. Bu adamlar her şeyin dünyada bitip
tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada bitip tükenecek şeyler isteyerek dua
etmektedirler. Böyle diyenlere, böyle dua edenlere, böyle hedefler uğruna
çırpınıp duranlara Allah dünyada her şeyi verir, ama âhirette onların hiçbir
nasipleri yoktur.
Kimileri de bakın şöyle
der:
“İnsanlardan kimileri de, “Rabbimiz
bize dünyada hasene (iyilik) ver! Âhirette de hasene ver! Ve bizi ateşin
azabından koru!” derler.”
(Bakara 202)
Hasene, güzel ve güzellik demektir.
Gerçek güzellik, gerçek hasene, başlangıcı ve sonucu güzellik olandır.
Kazanılması, elde edilmesi kendisine ulaşılması başlangıçta güzel olan nice
şeyler vardır ki, neticeleri felâket olabilir, sonuçları acıyla bitebilir. Onun
içindir ki, asıl hasene, asıl güzellik, sonu güzel olan hasenelerdir.
Birinci gruptaki insanlar için, sadece
dünyayı isteyen, dünyalık isteyen, tüm planlarını, programlarını dünyada
bitecek, öbür tarafa in-tikal etmeyecek biçimde ayarlayan insanlar için
hasenenin sadece başlangıçlarının güzel olması yeterlidir. Elde ettikleri
şeylerin, kazandıklarının sadece dünyada onları sevindirmesi, mutlu etmesi
yeterlidir. “Bize sadece dünyada ver!” derler. “Dünyada elde edelim de, dünyada
tadalım da, gerisi önemli değildir,” derler.
Ama bu ikinci grupta anlatılan gerçek
akıl sahipleri ise, hem başlangıcı hem de sonu güzellik olan, evveli de, âhiri
de güzellik olan hasene isterler. Hem dünyada, hem de âhirette hasene olacak
şeyler isterler. Hattâ bununla da yetinmeyip, cehennem ateşinden koruyacak
şeyler olmasını isterler.
Bu dua, tüm hayırları kapsayan bir
duadır. Onun içindir ki, Al-lah’ın Resûlü tüm namazlarının arkasında sürekli bu
duayı yapardı.
“Ya Rabbi bize verdiklerin sadece
dünyada bizim mutluluğumuzu sağlamakla kalmasın, aynı zamanda öbür tarafta bizi
cehennem ateşinden de koruyacak cinsten olsun,” derler. Müfessirler hem dünyada,
hem de âhirette insanı mutlu edecek hasene konusunda şunları
söylemişlerdir:
Bu hasene dünyada sağlıktır, geçinecek,
başkalarına muhtaç olmayacak kadar rızıktır, hayırda, âhirette sevaplara
ulaştıracak amellerde çokluk, dünyada sâliha kadın, sâlih arkadaş, iyi komşu,
güzel bir dünya hayatı, huzurlu bir toplum, bereketli ömür, kulluk bilgisi,
kitap ve sünnet anlayışı, hikmet, kısacası kişinin onunla Allah’ın rızasını
kazanabileceği ve sonunda cenneti elde ettirecek şeylerdir. Âhi-rette ise
hûriler, ırmaklar, şaraplar, giyecekler, yiyeceklerin güzelliği, kısacası
kişinin onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği ve sonunda cenneti elde
ettirecek şeylerdir.
İnsanlardan bir grup sadece dünyalık,
sadece dünyada bitecek şeyler isterlerken, bir grup da bunları istemektedir.
Rabbimiz her iki grup için de buyurur ki:
“İşte onların kazandıklarından bir
karşılık vardır. Allah, hesabı çok çabuk görendir.”
(Bakara 202)
İşte bu iki grubun her ikisi de
dualarına, isteklerine, arzularına ulaşacaklardır. Her ikisine Allah
istediklerini verecektir. Sadece dünyalık isteyenlere, dünyada tadılıp bitecek
mal, mülk isteyenlere, Allah istediklerini verecek, onlar burada her şeylerini
yiyip bitirecek, öbür tarafa hiçbir şeyleri intikal etmeyecektir. Allah, onları
dünyada mal-mülk, makam-mevki sahibi edecek, tatması gerekenleri burada
tattıracak ve burada tatlı gibi gelen, başlangıcı hasene gibi gelen şeylerin
sonu hüsranla bitecek ve kendilerini cehenneme yuvarlayacaktır.
Ama öbür taraftaki mü’minlere de
hem dünyada, hem de âhi-rette bitmez, tükenmez haseneler nasip edecek ve onları
cehennem ateşinden koruyacaktır. Dünyadaki bu mutlulukları öbür tarafta da
mutluluğa dönüşecek ve cennet hasenesiyle sonuçlanacaktır.
Kişi, sonucuna katlanmak şartıyla ne
isterse, Allah onu ona verecektir. Mal isteyene mal, mülk isteyene mülk, ilim
isteyene ilim, cennet isteyene cennet, cehennem isteyene de cehennem verecektir.
Şûrâ sûresindeki bir âyet-i kerime bunu şöyle anlatır:
“Kim âhiret kazancını istiyorsa onu ona
veririz. Kim de dünya kârını istiyorsa, ona da dünyadan
veririz.”
(Şura 20)
Yani bu dünyada çok zengin
olanlara, mal-mülk sahibi olanlara şaşmamak lâzımdır. Çok ciddi istediklerinden,
çok ısrarlı istediklerinden, belki gecelerini gündüzlerine katacak biçimde,
belki de âhi-retlerini ikinci, üçüncü plana iterek dünyalık istediklerinden,
Allah onlara bunu vermiştir. Resul-i Ekrem’in şöyle buyurur: “Dünyanın, Allah
katında sineğin kanadı kadar değeri olsaydı, ondan kâfire bir yudum su
vermezdi.” Dünyanın değersiz oluşundan ötürü, Allah, isteyen herkese onu
vermiştir.
Kimileri de bu kadar önemli
görmediklerinden, onlardan daha önemli şeylerin varlığına inanarak başka şeyler
istediklerinden onlara verilmemiştir. Rabbim, dünyada insanlar arasında bir
övünme vesilesi olmanın dışında hiçbir fayda sağlamayacak şeyler istemek yerine,
dünyada yetecek kadar bir rızkın peşine takılmayı, öbür tarafa intikal edecek
şeylerin peşinde olmayı hepimize nasip ve mukadder kılsın.
21. “Ey Muhammed! Âd milletinin kardeşi
Hûd’u an; ondan önce ve sonra, “Allah’tan başkasına kulluk et-meyin” diyen nice
uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkâf bölgesindeki milletini uyarmış, “Doğrusu sizin
için, büyük günün azabından korkuyorum,” demişti.”
Ey peygamberim, Âd’ın kardeşini
de an ki, o kavmini “Ahkâf”-da uyarmıştı. Ahkâf; eğri-büğrü kum tepeleri
demektir. Burası, Âd kavminin yaşadığı bölgedir. Onlar hayatlarında Allah’ı
diskalifiye etmişler, Allah’ın insan hayatını düzenlemek üzere gönderdiği hayat
programını terk ederek keyiflerince bir hayat yaşıyorlardı. Allah’ın kendilerine
gönderdiği elçisi Hûd (a.s) onları uyardı.
İbni İshak’ın rivâyetine göre, Âd kavmi
Umman’dan Yemen’e kadar uzanan geniş bir bölgede, Ahkâf denen bölgede yaşıyordu.
Bu bölgeye yerleşmiş olan Âd toplumu, tüm civar ülkelere de hakim bir
durumdaydı. Şu anda bile Hadramevt taraflarında bunların evlerinin-barklarının
kalıntılarına rastlanmaktadır. Gerçekten çok muhteşem bir medeniyet kurmuşlardı.
Araplar, bu muhteşem toplumun medeniyetiyle birlikte helâk edildiği o bölgeye
girmekten çok korkar ve asla o bölgeye girmezler. Bir ara İngilizler o bölgede
araştırma yaparlar. Yu-karıdan helikopterle bir kova bırakıp aşağıdan toprak
almak isterler ama yere değer değmez kovanın eridiğini, toprak tarafından
yutulduğunu ve sarkıttıkları ipin de çürüdüğünü görürler.
Allah o topluma Hûd’u (a.s) gönderir.
İşte Rabbimiz, “kardeşleri Hûd’un (a.s) toplumunu uyarısını ve onun uyarısına
aldırış etmediği için toplumun başına gelenleri de an,” diyerek peygamberine ve
peygamber yolunun yolcusu olan bizlere bir gündem maddesi hatırlatıyor.
Hatırlayın ki, Âd toplumunu kardeşleri Hûd uyarmıştı. Ondan önce ve sonra da o
topluma uyarıcılar gelmişti. Hûd’dan (a.s) önce ve sonra da onlara peygamberler
gelmiş ve her biri onları uyarmıştı. Allah’ın kutlu elçileri aynı değişmez
yasayı onlara ulaştırmışlardı.
Neydi bu değişmez yasa? Allah’ın
elçisi onları şöyle uyarmıştı: “Allah’tan başkalarına kulluk etmeyin. Sizin tek
Rabbiniz Allah’tır. Tüm hayatınızda sadece Allah’a kul olun. Ekonomik hayatınız
Allah’ın dediği gibi olsun. Aile hayatınızda Allah’ın dedikleri hakim olsun.
Hukukunuzda, siyasal yapılanmanızda, eğitiminizde, kılık-kıyafetinizde,
kazanmanızda-harcamanızda, yemenizde-içmenizde, gecenizde-gün-düzünüzde Allah’ın
yasaları hakim olsun. İbadet, hayatın tümünü kap-sar. İbadet, sadece namaz ve
oruçla sınırlı değildir. Tüm hayatınızda Allah hakim olsun. Değilse ben sizin
adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum. Eğer hayatınızda Allah’ı ve
Allah’ın yasalarını hesaba katmadan yaşamaya devam edecek olursanız, korkuyorum
ki başınıza çok kötü şeyler gelecek!”
Peygamberin uyarısı karşısında, bakın
onlar diyorlar ki:
22. “Bize, bizi tanrılarımızdan
alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi
başımıza getir” dediler.
“Ey Hûd, sen bizi ilâhlarımızdan
ayırmak, ilâhlarımızdan koparmak, ilâhlarımızdan soğutmak için mi geldin? Derdin
ne senin? Bizim hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz pek çok tanrımız var. Sen
bizi onlardan koparıp bir tek ilâha kulluğa çağırmak için mi geldin? Eğer doğru söylüyorsan, hayatımıza karışacak
tek ilâh olduğunu, başka ilâhların olamayacağını söylerken bu konuda
sadıklardansan, haydi bize vaa dettiğini getir. Haydi ne getireceksen getir,”
diyor-lar. Bu sözleriyle Allah’ın elçisini peşinen reddediyor, Hûd’un (a.s)
ge-tirdiklerinin Allah’tan olmadığını, kendisinin uydurduğunu söylemeye
çalışıyorlardı.
Çünkü onların hayatına hakim olmuş pek
çok ilâhları vardı. Diyorlar ki, “ey Hûd, yoksa sen bizi öteki ilâhlarımızı terk
edip sadece senin İlâhına kulluğa çağırmaya mı geldin? Tamam, senin İlâhını da
dinleyelim ama bizler öteki ilâhlarımızı da dinlemek zorundayız. İlâhlardan bir
ilâh olarak senin İlâhına da kulluk edelim, ama tek ilâh olarak asla o İlâha
kulluk etmeyiz!”
Allah tarafından gönderilen elçilerin
tamamı, tarih boyunca toplumlarını sadece Allah’a kulluğu çağırmışlardır.
Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program kabul
edilecek varlık yoktur, esasına çağırmışlardır. Zaten tarih boyunca en büyük
problem, işte burada çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük problem, sadece Allah’a
kulluk etmek, sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hakim olarak sadece Allah’ı
kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse, Allah’a da ibadet konusunda hiç
problem çıkmamıştır.
İlâhlardan bir ilâh olarak
Allah’a kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki ilâhlar yanında Allah’a da kulluğa
kimse ses çıkarmamıştır. Yani göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin,
dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren, yaratan,
yaşatan bir ilâh olarak herkes onu kabul etmiştir. “İnandığınız bu Allah
kendisinden başka ilâh olmayandır, Allah, hayata karışan ve kendisinden başka
hayata karışıcı olmayandır, Allah, insanların kulluk programlarını belirleyen ve
kendisinden başka kanun koyucu olmayandır, boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu
elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi gerekendir. Sadece kendi
yasaları uygulanması gerekendir. Al-lah, kendisinden başka Rabb, Melik, İlâh
olmayan, kendisinden başka kulluğa lâyık varlık olmayandır,” dendiği zaman işte
kavga burada başlamıştır. Tarih boyunca insanlar işte buna itiraz etmişlerdir.
Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri Allah’ı
hayatlarına karışan bir ilâh olarak reddetmeye çalışmışlardır.
“İlâh olarak Allah’ı kabul
edelim, ama tek ilâh olarak asla kabul etmeyiz,” diyorlar. “İlâhlardan birisi
olarak onu da dinleyelim, ilâhlardan birisi olarak ona da kulluk yapalım, ama
tek ilâh olarak sadece ona kulluğa hayır,” diyorlar. “Bizim hayatımıza karışacak
başka ilâhlarımız, hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka Rabblerimiz de var.
Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, şifa, siyaset
tanrılarımız da var. Tamam, bu tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim
ama öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız,” diyorlar.
Aslında bu iddiaların altında,
Allah’tan, Allah’a kulluktan kurtulup kendi keyiflerince bildikleri gibi bir
hayat yaşama arzuları yatmaktadır. Ya da şöyle ifade edelim: Bunlar, Allah’a
kulluktan kurtulup ken-di kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınmak
istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve sınırsızca bir hayat yaşamak
istiyorlar.
Bakıyoruz, bu adamlar Allah’tan
başka kendilerinin ilâhları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de kendileri
seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini bildikleri
için seçiyorlar. Seçtiklerine, “bizi şöyle şöyle idare ederseniz, sizi seçeriz;
değilse sizi seçmeyiz,” diyebildikleri için seçiyorlar. “Bizden şunları şunları
istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına almayacaksınız! Bizden namaz,
zekât, tesettür gibi ağır sorumluluklar istemeyeceksiniz! İçki, kumar, fâiz,
zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri bizim için yasaklamayacaksınız! Bize
lüks ve müreffeh bir hayat sağlayacaksınız! Biz ne istersek, nasıl bir hayata
razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bizim istediğimiz kanunları çıkarır, bizim
istediğimiz hayatı hazırlarsanız, Rabb, İlâh olarak biz de sizleri seçer ve
sizin bize uygun olarak çıkaracağınız yasalarınıza itaat ederiz,” diyebildikleri
için onları seçiyorlar.
Onları yönlendirebilecekleri,
şartlandırabilecekleri için onları seçiyorlar. Allah’a bunu diyemeyecekleri,
Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için Allah’ı Rabb kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına ve kafalarına göre ayarlamak ve
düzenlemek, yani kendi kendilerine, şehvetlerine tapınmak istedikleri için
hayatlarından Allah’ı diskalifiye etmek istiyorlar.
Bakıyoruz, bugün de bunun
yasallaştırılması adına demokrasiye tutunan insanların aynı şeyleri
söylediklerini görüyoruz. “Tamam, ilâhlardan bir İlâh olarak Allah’ı da
dinleyelim, meselâ hayatımızın iba-det bölümünde. Ama öteki bölümlerinde biraz
nefes alabilmek için Allah’tan başkalarını da dinleyelim,” diyorlar. Halbuki bu
şirktir. Hayatı parçalamak ve hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki
bölümlerinde başkalarını dinlemek şirktir. Halbuki, tevhid, kişinin hayatının
tümünde Allah’a teslim olmasıdır.
Kendilerini sadece Allah’a kulluğa
çağıran, hayatlarının her bir biriminde Allah’ı dinlemeye çağıran Allah’ın
elçisi Hûd’a (a.s) karşı diyorlar ki: “Ey Hûd yoksa sen bizi öteki
ilâhlarımızdan koparmak için mi geldin? Derdin bu mu senin? Halbuki biz Allah’ın
ortaklarının olduğuna inanıyoruz. Bizim hayatımızda söz sahibi başka
tanrılarımız vardır.”
“Bütün bunlar Allah’ın yarattığı
varlıklardır ama bu konuda bize yetkiler vermiş. Kendisinin işleri çok yoğun
olduğundan dolayı bizim işlerimizi, siyasal, ekonomik, beşerî, sosyal işlerimizi
bize bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza döndüreceğiz,”
diyerek Allahu Teâlâ’ya ortaklar bulmaya çalışıyorlar.
“Tamam, göklerin, yerin yaratıcısı
olarak, yağmurun yağdırıcısı, rüzgarların sahibi olarak Allah’ı kabul ediyoruz
ama, Allah’ın böyle büyük işlerin yanında ufak-tefek işlere vakti olmadığı için bu işler bize bırakılmıştır,” diyorlar.
Diyorlar ki, “ya Rabbi, bizim
ilim adamlarımız var. İlmî işlerimizi biz onlarla halledeceğiz. Senin de bilgin
vardır ama neyse, işte devir değişti. Şimdi bizim bilim adamlarımız bu işleri
daha iyi hallediyorlar. Ya Rabbi, tamam sen de şifa verensin ama gerçekten
asrımızda bizim hekimlerimiz gerçekten çok ilerlediler. Şifa tanrılarımız, hayat
tan-rılarımız var ve gerçekten bu işi çok iyi hallediyorlar, anında işe müdahale
ediyorlar, beceremediklerini de zaten bir takım sebeplere bağ-lıyorlar, artık
sen bu işe karışma!”
“Ya Rabbi, sen Mâlikü’l mülksün
biliyoruz. Ama şu anda bizim geçici mâliklerimiz, liderlerimiz, ekonomistlerimiz
var, bunlar gerçekten bu işi gerçekten iyi biliyorlar. Mallarımızı, mülklerimizi
başkalarına peşkeş çekmeyi bunlar gâyet iyi biliyorlar. Bundan dolayı bu işi de
sen bırak, bu pis işlere karışma, biz keyfimize göre hareket edelim. Bizim
deneyimli hukukçularımız var artık, biz hukuk konusunda Âd dönemini, Medyen
dönemini, firavunlar dönemini geri getirdik ve bu hukuk konusunda da artık bu
işin zirvesine vardık. Senin kitabına da ihtiyacımız kalmadı, zaten yıllar önce
kitabının hükmü de bitmiştir. Şimdi yeni kitaplar edindik, bizim hukuk
tanrılarımız da bu işi hallediyor,” diyerek Allah’a nidler, ortaklar bulmaya
çalışan insanlar vardır.
Bugün de insanlar aynı şeyleri
söylüyorlar. Allahu Teâlâ’ya nidler, ortaklar buluyorlar ve onları Allah
severmiş gibi seviyorlar. Onların emirlerine, yasaklarına itaat ediyor, Allah’a
isyan ediyorlar. Bu şeriklerinin arzularını Allah’ın arzularına tercih
ediyorlar.
Âd kavmi Allah’ın elçisine karşı,
“haydi, eğer bu dediklerinde sadıksan bizi tehdit ettiği şey neyse onu getir.
Semâdan başımıza taş mı yağdıracaksın? Azap mı getireceksin? Ne yapacaksan yap
bakalım,” dediler. Allah’ın elçisi onlara buyurdu ki:
23. “Doğrusu bunun ne zaman geleceğini
Allah bilir; ben size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat sizin cahil bir
millet olduğunuzu görüyorum” dedi.”
“Bu tavırlarınızla hak ettiğiniz
azabın size ne zaman geleceğini bilmiyorum. Onu ancak Rabbim bilir. Azabın ne
zaman geleceğini, yahut size ne kadar bir süre tanındığını ben değil, Rabbim
bilir. Bu konuda karar verecek olan Rabbimdir. Fakat sizler cahil insanlarsınız.
Allah’la beni karıştırıyorsunuz. Allah’tan istenmesi gerekenleri sizin gibi âciz
bir beşerden istemeye kalkışan cahiller topluluğusunuz siz! Allah’ı da, O’nun
azametini de, O’nun azabını da tanımayan cahillersiniz. Kiminle savaşa
tutuştuğunuzu, kime karşı geldiğinizi bilemeyecek kadar cahilsiniz! Bu konudaki
ilim sadece Allah katındadır. Ben bunun bilgisine sahip değilim. Ben sadece
benimle gönderilenleri size ulaştırıyorum. Rabbimin bana indirdiği şeyleri size
söylüyorum ötesini bilmem, bilemem.”
Allah’ın elçisi Hûd (a.s), aslında bu
konudaki genel yasayı bi-liyordu. Yani Allah’ın kesinlikle onlara azap edeceğini
biliyordu. Bu genel bir yasaydı. Allah hep kendisine isyan içinde olan
toplumlara azap etmişti. Zaten bundan önceki âyette bunu bildiğini ortaya
koymuştu. “Ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum,” buyurmuştu.
Ancak Allah’ın bu değişmez yasası gereği onlara gelecek olan azap ne zaman
gelecek? Bu yasa ne zaman uygulanacak? Ne şekilde uygulanacak? İşte bunu bilmesi
mümkün değildi. Onun görevi sadece Allah’tan gelenlere tâbi olmak ve onu
Allah’ın istediği biçimde Allah kullarına ulaştırmak, gerisini bu dinin sahibine
bırakmaktı.
Öyleyse biz de Rabbimizden gelen
bu kitaba tâbi olacağız, bu kitabı tanıyıp onunla amel etmeye ve bu kitabın
âyetlerini çevremizdeki Allah kullarına ulaştırmaya çalışacağız. Başka şeyleri
dert edinmeyeceğiz kendimize. Acaba bu dâvâ ne zaman galip gelecek? Acaba bu
kâfirlerle hesabımız ne zaman sona erecek? Acaba bu kâfirler ne zaman helâk
edilecek? Acaba kâfirler ve Allah düşmanlarına karşı Rabbimizin değişmez azap
yasası ne zaman gerçekleşecek? Acaba yeryüzündeki bu mazlumların ahı ne zaman
dinecek? Bunu bilmemiz mümkün olmadığı gibi, kafayı buna takmanın da anlamı
yoktur.
Allah’ın elçisi Hûd (a.s) onlara diyor
ki: “Ben sizi cahiliye içinde, bilmeyen, bilmezlikten gelen cahiller topluluğu
olarak görüyorum. Çünkü Allah’ı bilmeyen, Allah’ı tanımayan, kendilerini yaratan
Allah’ın yasalarından, Allah’ın kitabından, Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın
hayat programından habersiz kendi kendilerine hayat programı yapmaya çalışan tüm
toplumlar cahildir. Hayatlarının sahibinin yasalarından ha-bersiz yaşayan tüm
toplumlar cahiliye toplumlarıdır.”
Ne yazık ki bugünün insanları o
eski çağların hortlatılmaya çalışıldığı, Âd’ın, Semûd’un anlayışlarının geri
getirilmeye çalışıldığı bu çağa ilim çağı diyorlar. Allah’ın diskalifiye
edildiği, Allah’ın âyetlerinin dışlandığı, Allah’ın sisteminin ilga edildiği,
peygamberlerin yalanlandığı, Allah ve elçilerinin hayata karıştırılmadığı, kitap
ve sünnetin reddedildiği, peygamberlerin hayattan kovulduğu, vahyin
reddedildiği, in-sanların kendi kendilerini ilâhlaştırıp kendi kendilerine,
kendi şehvetlerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınıldığı bir çağa ilim çağı,
medeniyet çağı diyorlar. Allah’ın ve peygamberin gündemden düşürüldüğü, gerçek
ilim olan vahyin reddedildiği ilimsiz bir çağa ilim çağı demek gerçekten çok
büyük bir cahilliktir.
Hûd (a.s) toplumunu uyardı, toplumuna
karşı uyarılarını yaptı. Allah’ın gelecek azabını onlara hatırlattı. Allah’ın
elçisinin onlara va-adettiği o azabın işaretleri görünmeye
başladı.
24. “O azabın, yayılarak vâdilerine
doğru yöneldiğini gördüklerinde: “Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır”
dediler. Hûd: “Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azap veren bir
rüzgardır.”
Bir bulut halinde Allah’ın
azabının vâdilerine yayılarak kendilerine doğru yaklaştığını gördüklerinde: “Bu
bir buluttur ve bize rahmet getiriyor. Bu bulut azap değil, bizim tarlalarımıza
yağmur getiriyor. Bi-ze yağmur yağdıracak,” dediler. Peygamberin kendilerine
vaad ettiği gökten Allah’ın azabını getiren, içinde Allah’ın azabını barındıran
ve kendilerini helâk edecek olan bulutu yine kendi menfaatlerine hizmet edecek
bir rahmet olarak algılamaya çalıştılar. Gözleri ve gönülleri dünyaya meyletmiş,
dünyayı kıble edinmiş, dünyadan ve dünyalıklardan başka hiçbir şey düşünmeyen
bir topluluk elbette kendilerine gelen her şeyi bu arzularına yönelik algılamaya
çalışacaktı. O güne kadar kendilerine rahmet getiren bulutun boynundaki ipin
Allah’ın elinde olduğunu nereden bileceklerdi ki? Kendi boyunlarındaki ipin
ucunu Allah’a teslim etmeyen zalimler bunu nereden bilebilirlerdi!? Kâinattaki
tüm varlıkların Allah’ın kulu ve kölesi olduklarını, hepsinin de Rab-blerinin
yasalarına boyun büktüklerini ve sadece O’nu dinlediklerini bilmeleri mümkün
değildi.
Bu bilgisizlere karşı Allah’ın elçisi
diyor ki: “Hayır hayır, bu bu-lut sizin acele beklediğiniz şeydir. O bir
rüzgardır ki, içinde sizin için elim bir azap getiriyor. Rüzgar, Allah’ın
askeri, Allah’ın ordusudur. Su-lar, ateş, bulutlar, kuşlar, dağlar, taşlar ve
tüm varlıklar Allah’ın ordusudur. Tüm varlıkların varlık yasalarını koyan
Allah’tır. Suya, buluta, ateşe, “insanlar için hayat olun! kullarım için hayat
kaynağı olun!” buyurduğu andan itibaren tüm bu varlıklar Rabblerinin emriyle
insanlar için hayat kaynağı oldular. Ama bu varlıklarının yasalarını değiştirip,
“onlar için azap olun!” dediği anda tüm bu varlıklar insanlar için birer azap
kaynağı oluverirler. İnsanlara rahmet getiren bulutlar ve rüzgarlar Rabblerinin
emriyle birdenbire tufana dönüşür ve toplumları helâk
ediverir.
25. “Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok
eder” dedi. Bunun üzerine evlerinin harabelerinden başka bir şey gö-rünmez oldu.
Biz, suçlu milleti işte böyle cezalandırırız.”
“O bulutun, o rüzgarın içinde
sizin acele edip durduğunuz azap vardır ve o Rabbinin buyruğuyla her şeyi yok
eder,” dedi. Bunun üzerine onlar yine iman etmeyince, Allah’ın azabı o toplumun
üzerine indi. Evlerinin harabelerinden başka bir şey görünmez oldu. Hepsi helâk
oldu da sadece ortada görünen evlerinin harabeleriydi. İşte Rablerine karşı
böyle suç işleyen, isyan eden bir toplumu böylece cezalandırırız diyor Rabbimiz.
Suçlulardan kim kurtulmuş?
Kur’an-ı Kerîm’in pek çok yerinde Âd
kavminin helâkinin anlatıldığını görüyoruz. Meselâ Hâkka sûresindeki bu konuyu
anlatan âyetlerden birisi şöyledir:
“Âd milleti de bu yüzden önünde
durulmaz, dondurucu bir rüzgarla yok edildi.
Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgarı yedi gece, sekiz
gün estirdi. Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere
yıkıldıklarını görürsün. Onlardan arda
kalmış bir şey görür müsün?”
(Hâkka
6,7,8)
Allah onlara “Sarsar” denen şiddetli,
çok soğuk bir fırtına ya da taş yağdıran azgın, atiye bir fırtına gönderdi de,
taş taş üstünde kalmadı. Her şeyi büküp büküp atıverdi. Hattâ başka bir sûrede
“Mü-sevvemeten” deniyor. Yani böyle şanlı ve nişanlıydı bu rüzgarın getirdiği ve
yağdırdığı taşlar. Adı belli, nereye gideceği, kime vuracağı, ki-min başında
patlayacağı, kimin beynini dağıtacağı belliydi. Sanki böyle uzaktan güdümlü
füzeler gibi. Ebrehe’nin ve ordusunun helâkini gerçekleştiren taşlar da
böyleydi.
Allah o kahredici, helâk edici,
mahvedici rüzgarı o kavmin üzerine sekiz gün, yedi gece mûsâllat kıldı. Rüzgara
emretti, o da onların üzerine esip durdu. Yani salladı durdu orayı. Her şeyi
birbirine vurdu, her şeyi birbirine kattı, hepsi mahvoldular, sanki orada hiç
insan yaşamamıştı.
Sanki onlar orada tuş olmuşlar, yerle
bir olmuşlardı. İnsanlar içi boş hurma kütüklerine, içini kurt yemiş hurma
kovanlarına döndüler. Yirmi metre, otuz metre boyundaki insanlar kadınlarıyla,
erkekleriyle, çocuklarıyla diz çöküp uzanıverdiler yerlere. Güçleri, kuvvetleri,
pazıları, baldırları, medeniyetleri hiçbir şeye yaramadı. Varlıkları onları bu
helâkten kurtaramadı.
Rabbimiz, “Bir bakın,” diyor “arta
kalan bir şey var mı onlardan? Hani boyları posları vardı. Hani güçleri
kuvvetleri vardı. Hani ev-leri barkları, bağları bahçeleri vardı. Hani
apartmanları villaları, köşkleri vardı. Onlardan arta kalan ne vardı şimdi? Hiç
bir şeyleri kalmadı. Tüm varlıkları, tüm medeniyetleri, tüm saltanatları büyük
bir kum yığını haline geliverdi.”
O bulut, o rüzgar Peygamberin emriyle
değil, Rabbinin emriyle her şeyi dumura uğrattı. Falanların filânların emriyle
değil, Firavunların, Nemrutların emriyle değil, filân efendinin, falan hazretin
emriyle değil, sadece Allah’ın emriyle… Her şey Allah’ın ordusudur. Bizler de
Allah’ın ordusuyuz. Unutmayalım ki Rabbimiz bu kâfirlerin, bu Allah
düşmanlarının helâk işinde bizim de rol almamızı istemektedir. Bizler de Allah
safında yerimizi almak zorundayız. Bizler de Allah dostları o-larak bu
kâfirlerin yok edilişinde kendimize düşen cihad görevini Allah’ın istediği gibi
yerine getirmek zorundayız. İşte bu âyetin delaletiyle Rabbimiz bizlerden bunu
beklemektedir.
Allah’ın emriyle azap geldi ve sabaha
çıktıkları zaman hiçbir şey görünmez oldu. Koskoca bir toplum, koskoca bir
medeniyet, eşsiz bir medeniyet yerin dibine batıverdi. İşte Allah’la
savaşanların âkıbeti budur. Tarih içinde Allah’ı, Allah’ın kitaplarını, Allah’ın
elçilerini diskalifiye ederek bir hayat yaşamaya yönelmiş hiçbir toplum Allah’ın
bu helâk yasasından kurtulamamıştır.
26. “Ey Mekkeli putperestler! Andolsun
ki onları, sizi yerleştirmediğimiz yerlere yerleştirmiştik. Onlara kulaklar,
gözler ve kalpler vermiştik; ama kulakları, gözleri ve kalpleri onlara bir fayda
sağlamadı, zira, Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı, alaya
aldıkları şeyler onları kuşatıp yok ediverdi.”
“Ey onların arkasından gelip,
onların başlarına gelenleri görüp duydukları halde akıllarını başlarına
almayarak tıpkı onlar gibi Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine karşı
düşmanca tavırlar sergilemeye çalışan Mekkeliler! Veya ey yirminci asrın
zalimleri! Andolsun ki biz onlara şu anda sizlere vermediğimiz şeyler vermiştik.
Onlara size vermediğimiz mallar, mülkler, imkânlar, fırsatlar, konumlar,
iklimler, coğrafyalar, topraklar, yerleşim merkezleri vermiştik. Onlara hakkı
ta-nısınlar, gerçeği anlasınlar, Rabblerinin büyüklüğünü, Rabblerinin ru-bûbiyet
ve ulûhiyetini, Rabblerinin cennet ve cehennemini anlasınlar, Rabblerinin
âyetlerine intibak etsinler de sadece Rabblerine kulluk et-sinler, sadece
Rabblerine kul olmaları gerektiğini anlasınlar diye onlara gözler, gönüller ve
kulaklar vermiştik. Kulluğu anlamaları için ne lâ-zımsa hepsini
vermiştik.”
Rabbimiz bunları onlara da, bize de
vermiştir. Bugünkü kâfirlere de vermiştir. Kıyâmete kadar kâfir ve müslüman
herkese vermeye devam edecektir. Peki bunları niye veriyor Rabbimiz? Onları
kullanarak Rabblerine karşı kulluğu anlasınlar diye vermişti ama onlar Allah’ın
kendilerine lütfettiği bu hassalarını kullanamadılar. Onların ne gözleri, ne
kulakları, ne de gönülleri başlarına gelecek azaba engel olamadı. Onlar, kulluk
gerçeğini anlamalarına yardımcı olmadı. Çünkü onlar bu azalarını kullanmak
istemediler. Allah’ın âyetlerine karşı peşinen kapılarını pencerelerini
kapamışlardı. Bile bile Allah âyetlerini inkâr tavrı sergiliyorlardı. İşi baştan
bitirmişlerdi.
Aslında Allah’ı, Allah’ın âyetlerini
biliyorlardı. Bile bile, peşin peşin reddediyorlardı. Hayatları, yaşantıları,
beklentileri reddetmelerini gerektiriyordu. Çünkü inandıkları zaman kesinlikle
biliyorlardı ki ha-yatları değişecekti. Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın
hayat programına yöneldikleri zaman huzurları kaçacaktı. O zaman insanlara
zulmedemeyecekler, kan içemeyecekler, tanrılıkları bitecek ve sömürü düzenleri
sona erecekti. Saltanatları, çıkarları sona erecekti. Onun için biliyor ama bile
bile inkâr ediyorlardı. İşte inkâr ettikleri şeyler de onları çepeçevre
kuşatıverdi.
27. “Andolsun ki, çevrenizde bulunan
birçok kasabaları yok etmişizdir. Belki doğru yola dönerler diye âyetleri türlü
türlü anlatmışızdır.”
“Çevrenizde Âd, Semûd, Medyen ve
Eykeliler gibi nice toplumları helâk ettik,” diyor Rabbimiz. Âyetlerimizi size
anlattık. Ne için? Belki dönersiniz diye. Belki küfürden, şirkten, isyandan
tevhide dönersiniz diye. Belki hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde bir hayat
yaşamaktan vazgeçer, Rabbinizin istediği hayata dönersiniz, Allah’ın istediği
yola girersiniz diye. Rabbimizin değişmez yasası gereği, yeryüzünde
gerçekleştirdiği helâklerin her biri, bir sonraki toplum için birer ibret, birer
âyet özelliği taşımaktadır.
Tüm bu âyetler gösteriyordu ki
Allah tek Rabbdır, Allah tek İlâhtır, Allah’tan başka kendisine kulluk edilecek,
Allah’tan başka yasaları uygulanacak Rabb ve İlâh yoktur ve kesinlikle Allah’a
karşı ge-linmez. Allah’la savaşa tutuşanların tümü helâkten
kurtulamamıştır.
28. “O zamanlar, Allah’ı bırakıp da
O’na yakınlık peyda etmek için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli
değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup
durdukları şeydir.”
Allah’ın yıkımı, Allah’ın helâki
ve intikamı kendilerine geldiği zaman ona yakınlık için buldukları tanrıları
onlara yardım etmeli değil miydi? Allah berisinde edindikleri ilâhları onlara
yardım etselerdi ya! Allah’ı bırakıp da Allah yerine koydukları, yakınlıklarını
umdukları varlıklar, kendilerine yaklaşmak için çırpınıp durdukları ya da bizi
Allah’a yaklaştırsınlar diye kendilerinden medet bekledikleri, Allah’a rağmen
Allah’a yaklaştıracaklarına inandıkları varlıklar kendilerine yardım etselerdi
ya! Kendilerini Allah’ın helâkinden kurtarsaydı ya!
Allah berisinde Allah yerine konan,
Allah’a yaklaştırabilecekleri umulan, Allah’la kendileri arasında vasıta kabul
edilen her şeyi içine alıyor âyet-i kerime. Eğer Allah’a, Allah’ın kitabına
rağmen, Allah onaylamadığı halde bir şeyleri bizi Allah’a yaklaşma aracı kabul
eder ve onlara karşı farklı davranışlar içine girersek, Allah korusun onları
hayatımızda putlaştırmış ve Allah yerine koymuş oluruz. Dikkat ederseniz âyet-i
kerimede “âliheten” diyor Rabbimiz. Böyle yapanlar, onları İlâh kabul etmiş
demektir.
Meselâ neyi aracı yapar insanlar
Allah’a yaklaşabilmek için? Para mı? Onu hayatımızda ilâhlaştırmışız demektir.
Eğer parayla ilişkilerimizi, parayla münâsebetimizi, paraya bakışımızı Allah’ın
istediği biçimde ayarlamazsak, Allah’ın istediği ve razı olduğu yerlerden
kazanıp yine O’nun gösterdiği yerlerde sarf etmezsek o zaman para bi-zim
hayatımızda putlaşmış demektir. Ama eğer paraya bakışımızı Al-lah’ın istediği
biçimde ayarlar ve Allah hatırına ondan vazgeçebilecek bir duruma gelirsek, o
zaman para bizim Allah’a yaklaşmamıza vesile olacak demektir. Melekleri,
peygamberleri ve sâlih kişileri bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye Allah’ın
onaylamadığı bir şekilde ilâhlaştıranlar da böyledir.
Tarihin her devrinde insanların
genelinde Allah inancı hep var olmuştur. Her dönemde madde ötesi, üstün güç ve
kudret sahibi, ya-ratıcı olan Allah inancının var olduğunu ve insanların bu
yaratıcıya iman ettiklerini biliyoruz. Ama aynı zamanda bu insanların genelinde
şöyle bir kanaat söz konusu idi. Allah vardır, yaratıcıdır, tüm kâinatı o
yaratmıştır, kendilerini de O yaratmıştır, O yücedir. Ama bu yüce varlıkla
insanların doğrudan doğruya irtibat kurmaları mümkün değildir. Onun içindir ki
bu yüce varlıkla insanların irtibatlarını sağlayacak aracılara ihtiyaç vardır.
İşte bu durumda bazı aracıların bulunması kaçınılmazdır. Bu yüce varlıkla
irtibat sağlamak için bir kısım varlıklar geliştirmişler ve kendilerine kulluk
yapmaya, emirlerini dinlemeye başlamışlardır.
Veya kendilerini yüce varlıklar
bilip Allah’a karşı şefaatçi kabul etmeye, kendilerini Allah’a
yaklaştıracaklarına inanıp kendilerine harikulâde sıfatlar yüklemeye
çalışmışlardır. Bu varlıkları Allah sever gibi sevmeye, onlar hatırına Allah
hatırını ayaklarının altına almaya, Allah-a yapmaları gerekenleri kendilerine
yapmaya, kendilerinde güç, kuvvet görerek sıkıntılı anlarında dua edip
imdatlarına çağırmaya
başla-mışlardır. Karşılarında mest olup
secdelere kapanmışlar, kalplerinin derinliklerinde kendilerine yer verdiği yüce
varlıklar haline getirmişlerdir onları.
Hattâ Allah ne derse desin hiç
önemli değil, yeter ki onları üzmeyelim diye önlerinde eğilmişler. İşte Allah’a,
Allah’ın kitabına rağmen, Allah’ın bu konuda her hangi bir onayının olmamasına
rağmen insanların hayatlarında putlaştırdıkları bu konuma getirdikleri tüm
peygamberler, tüm melekler, tüm sâlih kişiler, tüm liderler, tüm efendiler, tüm
eğlence tanrıları, tüm sanatçılar birer put ve ilâhdır.
Ama peygamberler ve sâlih kişilerle
ilişkilerimiz Allah’ın belirlediği yasalar çerçevesinde olursa, o zaman onlarla
beraberliğimiz el-bette bizim Allah’a yaklaşmamıza vesile olacaktır. Sâlihleri
örnek almak, onların Kur’an ve sünnet istikâmetindeki uyarılarını dinlemek,
onların sâlih amellerine yönelmeye çalışmak zaten Allah’ın onayladığı bir
şeydir. Ama eğer insanlar bu konuda Allah’ın ölçülerini değiştirir veya bu sâlih
kişilere yakınlık ölçülerini kendileri belirler ve Allah’ın is-temediği biçimde
bu sâlih kişileri kendilerinden medet beklenen, kendilerine dua edilen, darda
kalınca kendilerine yalvarıp yakarılan, sebepler üzerinde kendilerinde güç,
kuvvet görülen varlıklar yerinde görmeye başlarsa, Allah korusun işte bu onları
ilâh yerine koymadır. İster hayatta olsunlar, isterse vefatlarından sonra
insanlar bu sâlih ki-şilere dua etmeye yönelsinler, tıpkı Hristiyanların Hz.
Îsâ’yı ilâhlaştırdıkları gibi onlar da bu zatları ilâhlaştırmış olur.
Ama eğer bu sâlihlerle
ilişkilerimiz Allah’ın belirlediği ölçüler içinde olursa, o zaman onlar bizim
Allah’a yakınlaşmamıza sebep olacaktır. Meselâ insan istediği kadar peygamberi
sevdiği, saydığını iddia etsin, istediği kadar ona methiyeler söyleyerek
rüyalarında görmeye çalışsın, onunla ilişkileri Allah’ın istediği gibi değilse
bütün bunlar Allah’a yaklaşmasına sebep değildir.
Yani Allah’ın istediği biçimde
peygamberi kendisine örnek al-mıyorsa, peygamberin sünnetini tanıma yolunda
değilse, peygamberin dâvâsını müdafaadan yana, onun misyonuna sahip çıkmadan
yana, onun gibi yaşamadan yana bir çabası yoksa, onun Allah’a yaklaşmasına sebep
değildir bu yaptıkları. Unutmayalım ki onun sünnetine ittibâ bizi Allah’a
yaklaştıracaktır. Hattâ biliyoruz ki kıyâmet günü kendi dostlarından zannettiği
kimi insanlara, Allah’ın Resûlü Kevser-den ikram etmek isteyecek, bunun üzerine
Rabbimiz şöyle buyuracaktır: “Ey peygamberim onlara ikram edemezsin!”
Peygamberimiz buyuracak ki, “ya Rabbi bunlar benim ümmetim, bunlar benim
dostlarım.” Rabbimiz buyuracak ki, “evet ama senden sonra senin yoluna uymayan
neler ihdas ettiler bir bilsen!” Bundan da anlıyoruz ki, yoluna, sünnetine
ittibadan uzaklaşanlara peygamberin kendisi bile bir şey yapamayacaktır.
Peygamberle ilişkimiz Allah’ın
belirlediği çerçeve içinde olmaz-sa, bu bile bizim Allah’a yaklaşmamıza sebep
değildir. Kitapla ilişkimiz eğer Allah’ın istediği şekilde değilse, bu ilişkimiz
bizim Allah’a yaklaşmamıza sebep değildir. Eğer kitabı anlamaya yanaşmadan,
o-nunla hayatı düzenleme endişesi duymadan sadece okumaya çalışıyorsak, bu hareketimiz de bizi
Allah’a yaklaştırmayacaktır. Kitapla böyle bir beraberlik Allah’ın istediği bir
beraberlik değildir. Din anlayışımız, dinle ilişkimiz Allah’ın istediği biçimde
değilse, meselâ din bir vicdan işidir, bu yüce müessese hayata
karıştırılmamalıdır, din siyasete karıştırılmamalıdır şeklinde sadece
müslümanlığımızın ispatı söz konusu olunca ağzımıza aldığımız ama hayatımıza
karıştırmadığımız bir din sahibiysek, bu din de bizi Allah’a yaklaştırmaktan çok
uzak bir dindir. Kısacası peygamberleri de
putlaştırmayacağız.
Kur’an-ı Kerîm tarih içinde böyle
peygamberlerin, sâlih kişilerin, meleklerin putlaştırıldığını ve kıyâmet günü de
bu insanlar tarafından putlaştırılan sâlih kulların onların kendilerine
yaptıkları bu çirkin muameleyi reddedeceklerini anlatır. Ama bu putlaştırılanlar
sadece insanlar olmamıştır. Başka şeyler de putlaştırılmıştır. Allah yerine
ikâ-me edilen moda, âdetler, töreler, onlar hatırına Allah hatırının çiğnendiği
her şey ilâhtır. Allah sever gibi sevilenler ve uğrunda can ve mal feda edilen
toprak, sancak, vatan, millet, bayrak, lider, önder, sistem gibi şeylerin tamamı
insanların geliştirdikleri putlardır. Gelenekler, atalar yoluna kulluk ve
toplumda putlaştırılıp Allah sisteminin yerine ikâme edilen ırk, renk, belli
siyasal ve ekonomik görüşlerin tümü birer puttur.
Kur’an-ı Kerîme baktığımız zaman şunu
görürüz: İnsanlar mahiyetini anlayamadıkları, iç yüzünü tam değerlendirip
kavrayamadıkları bazı şeylerin tehlikesinden korkmaları veya bazı varlıklara
aşırı sevgileri, ya da bazı varlıkları kendileri için Allah katında şefaatçi
kabul etmeleri sebebiyle, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları ümidiyle veya
bazı varlıklara aşırı sevgileri sebebiyle onlara tapınma, onlara saygı duyma ve
onları kutsallaştırma süreci içine girmişlerdir.
Meselâ Nisâ sûresi 117. âyetinde
anlatıldığına göre insanların aşırı tutkuları sebebiyle dişileri
putlaştırdıklarını görüyoruz: “Siz Allah’ı bırakıp da bize ne fayda, ne zarar
vermeye güç yetiremeyen âcizlere dua ediyordunuz. Yeryüzünde onları etkili,
yetkili varlıklar biliyordunuz. Allah yasalarını bırakıp onların yasalarını
uygulamaya çalışıyordunuz. Başınız dara geldiği zaman aman yetişin! Kurtarın
bizi!” diye onlara dua ediyor, dâvetiye çıkarıyordunuz.”
Dua, dua edileni büyük tanımak,
onu büyüklük mevkiine oturtmak, onun bizim hayatımızda gücünü, kuvvetini,
etkinliğini kabul etmek demektir. Daraldığımız, bunaldığımız bir anda birisine
dua ediyor ve ondan bir şeyler bekliyor, onu imdadımıza çağırıyorsak, onu bu işe
muktedir kabul ediyoruz demektir. Bu sebepler âleminde onun müessir olduğunu
kabul ediyoruz demektir.
Bizler, kâinatta her çağıranın
çağrısına icabet edecek, her dua edenin imdadına yetişebilecek bir tek varlık
biliyoruz, o da Allah’tır. Her dua edeni duyan, her duyduğuna icabet edip
imdadına yetişen Rabbimiz dururken, onu bırakıp da yeryüzünde çağıranın
çağırmasını duymayan, duyamayan, duysa bile onun imdadına yetişme gücüne sahip
olmayan, ne bize, ne de kendilerine hiçbir menfaat ve zarar sağlama imkânına
sahip olmayan bizim gibi âciz varlıklara mı dua edelim? Daraldığımız zaman,
bunaldığımız zaman, aman yetişin ey efendim! Yetiş ey filân ey falan! diye bizim
gibi âciz varlıkları mı imdadımıza çağıralım? Ki bu varlıklar kendilerine dua
edip yardıma çağırdığımız zaman bize hiçbir fayda sağlama imkânına sahip
olmadıkları gibi, kendilerini terk ettiğimiz, kendilerini reddettiğimiz zaman da
bize hiçbir zarar vermeyeceklerdir. Şimdi biz bu tür âcizlere dua ederek böylece
Allah bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geriye
şirke mi dönelim? Allah bize doğru yolu gösterdikten sonra Allah’tan başkalarını
imdadımıza çağırarak müşriklerden mi olalım?
Allah diyor ki, hani dua ettikleriniz,
Allah berisinde ilâh bildikleriniz nerede? Allah’ın azabı gelince sizi neden
kurtarmıyor onlar? Neden imdadınıza yetişmiyor o tanrılar? Bu tanrılarınız sizi
kurtarmalı deği miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaşıp gitmişlerdir. Zaten
onlar hiçbir zaman tanrılığa lâyık varlıklar değildi. Onlar, onların kendi
kendilerine uydurdukları, iftira ettikleri şeylerdi.
29. “Ey Muhammed! Kur’an’ı dinleyecek
cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik. Onlar Kur’an’ı dinlemeğe hazır olunca
birbirlerine: “Susun” dediler. Kur’an’ın okunması bitince, her biri birer
uyarıcı olarak milletlerine döndüler.”
Bu olay, cinlerin Resûl-i Ekrem
Efendimizi dinlemeleri, Rasû-lullah Efendimizin hayatında üç-beş kez
tekrarlanmıştır. Cinler Allah Resûlü’nün kendilerine okuduğu Allah’ın âyetlerini
dinlemiş, iman etmiş ve onunla dönüp toplumlarını
uyarmışlardır.
Bu âyetlerin arasında böyle bir konunun
gündeme getirilişi bi-ze şunu anlatır: Rabbimiz kitabına, âyetlerine karşı bozuk
bir tavır alan Âd kavminden ve bu tavırlarından ötürü başlarına gelenlerden söz
etti. Sonra çevrelerinde helâk olan toplumlara şahit oldukları halde bir türlü
adam olmaya yanaşmayan, aynen öncekiler gibi Allah’ın âyetleriyle ilgilenmeyen
Mekke müşriklerinden söz etti. İnsandı bunlar. Yeryüzünde en mükemmel şekilde
yaratılmış, en mükemmel sıfatlarla donatılmış, yeryüzünün halîfesi olarak,
yeryüzünün efendisi olarak tüm diğer varlıklara hükmedecek meziyetlerle
donatılmış insanlardı bunlar. Bunlar Allah’ın kitabına karşı işte böyle
davrandılar, buyurduktan sonra diyor ki: “Bakın, cinler onu dinleyip iman
ettiler. Kendilerinden daha üstün bir konumda yaratılmış olan insanlar ona böyle
davranırken, cinler ona iman etti.”
Allah’ın istediği biçimde yaşayan
peygamberler meleklerden bile üstündür. İnsanlar da eğer Allah’ın istediği
biçimde bir hayat yaşarlarsa onlar da meleklerden üstün
olurlar.
Sanki bu âyetiyle Rabbimiz insanlara
şunu diyor: “Ey insanlar! Ey kullarım! Sizler yeryüzünde en üstün yaratıklarım
olduğunuz halde, sizler benim ahsen-i takvîm üzere yeryüzünde halîfe olarak, tüm
diğer varlıklara hükmedici olarak, en şerefli bir varlık olarak yarattığım
kullarım olduğunuz halde eğer kitabıma sahip çıkmaz, onunla hayatınızı düzenleme
yoluna girmezseniz, unutmayın ki benim başka varlıklarım da vardır. Bakın sizden
aşağı olan cinlerim bile kitabımı dinlediklerinde, onun okunuşunda hazır
olduklarında, Allah’ın Resûlü onu okumaya başladığında birbirlerine işaret
ederek, birbirlerini uyararak “susun” dediler. Susun diye birbirlerini
uyardılar.
Çünkü onlar konuşanın Allah
olduğunu biliyorlardı. Kelâmın Allah kelâmı olduğunu biliyorlardı. Onu kim
okursa okusun, o kelâm kimin ağzından çıkarsa çıksın, unutmayalım ki o Allah
kelâmıdır. O anda konuşan Allah’tır. Cinler birbirlerini uyarıp sükûneti
sağladıktan sonra dikkatlice, candan ciğerden, kelâmın mütekellimine münâsip bir
ciddiyetle dinlemişler ve Allah’ın sözleri bitince, Rasûlullah’ın okuması
bitince de hemen iman edip kavimlerine de uyarıcılar olarak gitmişlerdi.
Allah’ın kitabını duyar duymaz onunla dirilmiş ve hemen öteki kardeşlerini de
onunla diriltmeye koşmuşlardı. Cin sûresinde de bu konu detaylı bir şekilde
anlatılır.
İşte Kur’an, onu okuyan, onu dinleyen,
onunla muhatap olan kişide böyle bir etkiyi meydana getirecektir. İnsan Allah’ın
kitabını duyduğu anda değiştirebileceği bütün yapısını Kur’an’la değiştirmek ve
onun atmosferine girmeye çalışmak zorundadır. Çünkü kişi okuduğu ya da dinlediği
sözün alelâde bir insan sözü değil Allah sözü olduğunu ve Rabbi olan Allah’ın da
onunla hayatını düzenlesin diye bu âyetleri gönderdiğini unutmayacak, tüm
hayatını onunla düzenleme savaşı içine girecektir. Kendisini Kur’an’la
düzeltecektir.
Kendisinin düzelmesi de yetmez,
kendisini düzelten bu kitapla çevresindekileri de düzeltmenin kavgasını
verecektir. Zaten Rabbimi-zin âyet-i kerimesinde de dikkatimizi çektiği Kur’an
öyle bir kitap ki, bir insanın içine girdi mi, bir kişide hüsn ü kabul gördü mü,
onda öyle bir aksiyon, öyle bir dinamizm meydana getirir ki, o güçle insan diğer
kardeşlerine de gitmek zorunda kalır. Kendisinin diriliğine sebep olan Allah
âyetlerini birilerine de götürmek zorunda kalacaktır.
İşte bunu en canlı bir biçimde
cinlerin hayatında görüyoruz. Eğer aynı heyecanla birilerinin dirilişine
koşamıyorsak, Allah’ın kitabını başkalarına ulaştırma heyecanımız yoksa, o bizim
içimize girmemiş demektir.
Cinler Allah kitabını duydular,
dinlediler, ona hemen inandılar, süratlice kavimlerine döndüler ve bakın şöyle
dediler:
30. “Şöyle dediler: “Ey milletimiz! Doğrusu biz, Mûsâ’dan sonra
indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir
kitap dinledik.”
“Ey milletimiz! Ey kavmimiz! Ey
akrabalarımız! Ey arkadaşlarımız! Doğrusu biz Mûsâ’dan sonra indirilen ve
kendisinden öncekileri tasdik eden, hidâyeti gösteren bir kitap
dinledik.”
Burada özellikle Mûsâ’nın (a.s)
zikredilişini müfessirler değişik şekilde izah etmişlerdir. Bu cinlerin Mûsâ’ya
(a.s) ve ona gönderilen kitaba iman eden cinler olduğu, yani Yahudilere mülhak
katılan cinler olduğu söylenmiştir. Anlaşılıyor ki bu cinler Hz. Mûsâ’ya ve daha
önceki semavî kitaplara iman ediyorlardı. Allah elçisinin ağzından Allah
kelâmını işitince de onun daha önce inandıkları kitapları tasdik edici ve önceki
peygamberlerin tebliğlerinin aynısını ihtiva ettiğini
anlayıverdiler.
Yine burada cinler kitabın iki
özelliğini anlatıyorlar.
a. “Mûsâddıkan lima beyne yedeyh”
oluşu,
b. Bir de Hakka ve hidâyete ulaştırıcı
olması.
Kitap, ‘Mûsâddıkan lima beyne yedeyh’
bir kitaptır. Yani kendisinden önceki kitapları ve peygamberleri reddeden değil,
onları tasdik eden ve doğrulayandır. Ona tutunanları, onunla hareket edenleri,
onunla amel edip hayatlarını onunla düzenleyenleri hayra, hakka, hi-dâyete ve
cennete ulaştırandır. Allah’ın rızasına ve rahmetine kavuşturandır. Kişiyi
içinde ebedî rahmete, ebedî rızaya ve mutluluğa ereceği cennete ulaştırandır.
Mü’minlerin kendisiyle rızaya doğruldukları, cennete doğruldukları bir kitaptır
bu.
Cinlerin kavimlerine tebliğleri devam
ediyor:
31. “Ey milletimiz! Allah’a çağıran
Muhammed’e uyun ve O’na inanın da Allah da sizin günâhlarınızı bağışlasın ve
sizi can yakıcı azaptan korusun.”
“Ey kavmimiz, Allah’a çağıran
Allah dâvetçisine icabet ediniz. Söylediği her söz Allah sözü olan, yaptığı her
iş Allah talimatı olan, çağırdığı her şey Allah’tan olan, sadece Allah’a kulluğa
çağıran, Allah’tan başkalarına kulluğu reddetmeye çağıran bu Allah dâîsine itaat
edin. Onun dediklerini aynen kabul edip onun gösterdiği kulluğa girin. Onu
kendinize örnek alın. Onun sizin hayatınıza karışması konusunda Rabbiniz
tarafından odak nokta seçtiğini ve onun vasıtasıyla size mesajlar gönderdiğine
iman edin. Onun Allah sözcüsü olduğuna iman edin. Allah’ın istediği hayatı
yaşama konusunda onun tek örnek olduğuna inanın. Allah tarafından kulluk
konusunda hayatı onaylanmış tek kul ve elçi olduğuna inanıp onun gibi olmaya
çalışın ki, Allah sizin gü-nâhlarınızdan kimini affetsin ve sizleri dayanılmaz
cehennem ateşinden korusun.”
Dikkat ederseniz burada,
‘günâhlarınızdan bazısını Allah bağışlasın’ deniliyor. Çünkü bazı günâhlar
vardır ki, Rabbimiz onları doğrudan bağışlar. Bunlar hukukullahı, Allah
haklarını ilgilendiren gü-nâhlardır. İmanla, ama hemen arkasından ameli de
gündeme getiren bir imanla Allah bunların tümünden dilerse geçiverir. Ama bazı
günâhlar vardır ki, bunlar sadece hukukullahı ilgilendirmekle kalmaz, aynı
zamanda hukuk-ı ibâdı, yani kulların haklarını da ilgilendirir. El-bette
bunların affı için onların rızası da şarttır.
Demek ki günâhların affının ve can
yakıcı cehennemden kurtulmanın bir tek yolu var, o da Allah’a iman ve Allah
davetçisi olan peygambere icabettir. Peygambere, peygamberin getirdiklerinin
tümüne, Allah’ın ve peygamberinin istediği biçimde teslimiyet. Böyle ya-pan,
böyle inanan ve böyle yaşayanların mutlaka günâhları affedilecek ve Rabblerinin
cennetine ulaşacaklardır.
32. “Allah’a çağıran, Muhammed’e
uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde âciz bırakamaz; onların O’ndan başka
dostları da bulunmaz; işte onlar apaçık sapıklıktadırlar.”
Her kim de Allah’a iman etmez,
Allah’ın dâvetçisi olan peygambere icabet etmez, onun getirdiği mesaj
istikâmetinde bir hayat yaşamaya yanaşmazsa bilsin ki yeryüzünde asla Allah’ı
âciz bıraka-maz. Yeryüzünde Allah’ın kulu olduklarını unutarak Allah’la savaşa
tu-tuşan, Allah’a rağmen, Allah’ın kitabına ve elçisinin örnekliliğine rağmen
kendi bildiklerince bir hayat yaşamaya çalışanların Allah’tan baş-ka velîleri,
dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık sapıklardır.
Allah’ı da, O’nun kitabını da, O’nun
peygamberini de, O’nun hayat programını da reddeden kâfirler yeryüzünde Allah’ı
âciz bırakacak değillerdir. Yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak yoktur. Ne cinler,
ne insanlar Allah’ı âciz bırakamaz, Allah’ı mağlup edemezler. Ne kaçarak,
saklanarak, ne de savaş açarak hiç kimsenin onu âciz bırakması mümkün değildir.
Hiç kimsenin, hiçbir varlığın Allah yasalarına karşı gelmesi, Allah yasalarını
durdurması, galip gelmesi mümkün de-ğildir. Göklerde ve yerde Allah’ın
yasalarını alt edecek, Allah’ın yasalarının dışına çıkabilecek hiçbir güç,
hiçbir kuvvet yoktur. Aslında şu anda Allah’ı inkâr ettiklerini söyleyen
kâfirler bile Allah’ın yasalarına itaat edip boyun bükmektedirler. Hiç kimse
Allah’ın yasalarının dışında değildir.
Çünkü göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin Rabbi, hepsinin İlâhı, hepsinin sahibi Allah’tır. Gökleri de, yeri de
idare eden O’dur. Göktekiler ve yerdekiler konusunda söz sahibi O’dur. Gökler ve
yer O’nun koyduğu ilâhî yasalara uymaktadır. Her ikisi de Allah’ın emrine boyun
bükmektedir.
Kur’an’ın başka yerlerinde de
anlatıldığı gibi, Allah tarafından yaratılmış olan gökler ve yer, her ikisi de
nasıl ki yaratıcısına boyun bükmüşse, yine yaratılış yönünden onlardan farklı
olmayan insan da Allah’ın kanunlarına boyun bükmeli, Allah’ın yasalarına itaat
etmelidir. Fıtraten zaten insan Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Kâfirler
de, Allah’ı inkâr edenler de şu anda Allah yasalarına itaat etmektedirler.
Allah’ın yarattığı bu insan yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta, uyumakta,
yorulmakta, üşümekte ve ölmektedir.
Yani insan fıtraten Allah’ın
koyduğu yaratılış yasalarının dışına çıkamamaktadır. İşte fıtrî hayatında
Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi, günlük hayatında da Allah’ın yasalarına
boyun bükmek zorundadır. Değilse, fıtrî hayatında Allah’ın yasalarına boyun
büken bu insan günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının
birinde Rabbinin ilâhî yasalarına, ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa,
yani iki Rabbi, iki İlâhı olursa, fıtrî hayatıyla günlük hayatı çatışma içine
girerse, o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir. Çatışan bu iki hayat
arasında insan mahvolup gidecektir.
Rabbimiz diyor
ki:
“Onların Allah’tan başka dostları,
velîleri de bulunmaz.” Onların ellerinden tutacak, kendilerine yardım edecek,
isteklerini yerine getirecek, problemlerini çözümleyecek, başları daraldığı
zaman korktuklarından onları kurtaracak, onlar adına aldığı kanunlar, yasalar ve
kararlarla onları sahil-i selâmete çıkaracak, dünyada da ukbâda da onları mutlu
ve mes’ud edecek, onların işlerini kolaylaştırıp yollarını açacak hiçbir
velîleri de yoktur.
“İşte böyleleri apaçık bir
sapıklık içindedirler,” diyor Rabbimiz. İşte böyle Allah’ı velî kabul etmeyen,
Allah’ın velâyeti ve koruması al-tına girmeyen, Allah’ın kendileri adına aldığı
kulluk maddeleriyle ilgilenmeyen, kitap ve peygamberle diyalog kurmayan,
kendisine şeytanları, tâğutları, kâfirleri, nefsini, hevâ ve heveslerini velî
edinen, on-ların istediği biçimde bir hayat yaşayan, onların hayat programlarını
uygulamaya çalışan bir adam elbette çok açık bir sapıklık içinde kıvranan
kişidir. Böyle bir adamın tüm hayatı bozuktur. Allah’tan, Allah’ın kitabından ve
elçisinin hayat programından habersiz yaşayan bir adamın tüm hayatı bâtıllarla
doludur. Aile hayatı bozuktur, ticarî hayatı, sosyal hayatı, ekonomik hayatı
bozuktur; insanlarla ilişkileri, çevresiyle münâsebetleri bozuktur. Kısacası tüm
hayatı bozuk ve bâtıllarla doludur.
Bunlar dalâlette, çölün ortasında
yolsuz, yordamsız kalmış, yollarını şaşırmış ve ne yapacaklarını bilemeyecek bir
vaziyette bocalayan çırpınan insanlardır. Binlerce yol vardır karşılarında ama
bu yol-lardan hangisinin kendilerini sahil-i selâmete çıkaracağını
bilememektedirler. Binlerce alternatif vardır hayatlarında ama hangisinin doğru,
hangisinin yanlış olduğunu bilememektedirler. Bir yasa yaparlar, onunla
problemlerini çözeceklerini zannederler ama üç gün geçmeden değiştirmek zorunda
kalırlar onu. Yaptıkları yasalar üç gün bile git-mez. Yaptıklarının hiç birisi
problemlerini çözmüyor, hayatlarına huzur getirmiyor. Aksine her yaptıkları yasa
başka huzursuzluklara, başka sıkıntılara dâvetiye çıkarıyor. Sıkıntılardan
bunalınca da yalvarıp yakarmaya başlıyorlar.
Rahatları yerindeyken, hayatları
tıkırındayken Allah’ı da Allah’ın yasalarını da, Allah’ın kitabını da
diskalifiye eden, Allah’a kulluktan yüz çeviren bu zalimler, elleriyle dünyada
işledikleri bu suçlardan dolayı kendilerine bir azap, bir sıkıntı geldiği,
başları daraldığı zaman Allah’ı hatırlar ve kendilerini kınamaya başlarlar:
“Eyvah bize! Vah bize! Yazıklar olsun bize! Meğer bizler zalimlermişiz! Meğer
bizler Rabbimize ve kendimize karşı zulüm içindeymişiz! Kendimizi Rab-bimize
kulluk ortamından çıkararak hem Rabbimize, hem de kendimize zulmetmişiz.
Yazıklar olsun bize ki, biz Rabbimizi diskalifiye edip kendimizi
tanrılaştırmışız. Rabbimizin yasalarını terk edip kendi hayat programlarımızı
kendimiz yapmaya kalkışmışız!”
“Yani biz hayatta kendimizi etkin
zannetmişiz. Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı kendimiz belirlemeye
kalkışmışız. Allah karşısında bilgi, güç iddiasında bulunmaya çalışmışız. Allah
hukuku dururken kendimize hukuk belirlemeye, Allah yasaları varken kendimize
yasa belirlemeye kalkışmışız,” diyerek zalimliklerini itiraf edip feryat
ediyorlar.
Allah’ı da, Allah’ın yasalarını da,
Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini de dışlayarak onlar yerine yeryüzü
tanrılarının yasalarını uygulamaya çalışırken sistemleri tıkandığı,
uyguladıkları yasalar kendilerini çıkmaza sürüklediği zaman, bu tür insanların
aynı feryatlarının yükseldiğini görüyoruz. Birbirlerini suçladıklarını ama Allah
yasalarını da bilmedikleri için yine bir pislikten başka bir pisliğe, bir
çıkmazdan başka bir çıkmaza yuvarlanıyorlar.
Tam bulduk dediklerinde, biraz
daha yokluğa saplandıklarını görüyoruz. Yaptıklarının kendilerine zulümden,
ıstıraptan, gözyaşından başka bir şey sağlamadığını görüyoruz. Ezen ve ezilenler
olarak, sömüren ve sömürülenler olarak bir ömür
tüketiyorlar.
Eğer bir toplumda egemen, yasa
belirleyen güçler zalimler olursa, elbette yasa onlar lehine işleyecektir. Eğer
egemen güçler hır-sızsa, bu sefer de yasa onların lehine işleyecektir.
Homoseksüellerin egemen olduğu toplumlarda da yasa onların lehine işlemeye
başlayacaktır. Demokrasi bu, ne olacağı belli olmaz. Toplumda egemen güç Allah
olmazsa, denge bir taraftan öbür tarafa kayıp duracaktır.
Meselâ şu anda bizim müşrik
toplumda içki kimilerine serbest, kimilerine yasak. Zina kimilerine serbest,
kimilerine yasak. Dokunul-maz olanlar, egemen olanlar istedikleri suçu
işleyecekler ama ötekilere bunlar yasaktır. Kim dedi bunu? Kim verdi bu yetkiyi?
Kim çizdi bu sınırları? Kim koydu bu kuralları? Eğer Allah, kullarının tümüne
eşit haklar vermişse, bu Allah’a iftira değil de nedir?
33. “Gökleri, yeri yaratan ve onları
yaratmaktan yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de kâdir olduğunu görmezler
mi? Evet; O her şeye kâdirdir.”
Bu adamlar bakmıyorlar mı?
Görmüyorlar mı? Hiç düşünmü-yorlar mı? Gökleri ve yerleri yaratan, onları var
etmekten yorulmayan, âciz kalmayan, bıkıp usanmayan, yılgınlık göstermeyen, her
şeyi yaratan ve yarattıklarının tümünün hayatını, rızıklarını ve yaşam
şartlarını hazırlayan, bunları yaparken de asla bir yorgunluk hissetmeyen
Allah’ın ölüleri de diriltmeye kâdir olduğunu görmüyorlar mı? Bunu anlamıyorlar
mı?
Bunu bilen, bunu beceren, buna güç
yetiren bir Allah ölüleri diriltmeye güç yetiremez mi? Âyet-i kerimede hem ölmüş
insanları diriltme konusu, hem de En’âm sûresinde anlatılan yaşarken ölmüş
kâfirleri diriltme konusu kastedilmektedir.
“Ölü iken kalbini diriltip, insanlar
arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu,
karanlıklarda kalıp çıkamayan kimsenin durumu gibi midir? Kâfirlere de,
işledikleri güzel gösterilmiştir.”
(En’âm 122)
Bir insan düşünün ki ölü. Bir
insan düşünün ki ruhen, bedenen ölü. Bir insan ki ruhtan, Allah’tan,
peygamberden, kitaptan, vahiyden habersiz. Allah diyor ki, böyle ölü iken
kendisine hidâyet vererek dirilttik. Yani kâfirken müslüman yaptık. Artık adam
dirilmiştir.
Tıpkı kupkuru bir toprağın
Rahmân’ın rahmetiyle dirilip canlandığı gibi. Artık vahyin, hidâyetin dirilttiği
bu adam Allah’ı, kitabı, peygamberi, kendisini, çevresini, hayatı, hayatın
mânâsını, ölümü, ö-lüm sonrasını ve varlık gâyesini
tanıyor.
Biz onu dirilttik ve bir de ayrıca ona
bir nûr verdik. Ona rehberlik edecek, yaşadığı hayatta onun yolunu aydınlatacak,
hayatı boyunca onu yalnız bırakmayacak bir kitap, bir peygamber verdik. Artık
ya-şadığı hayatta insanlar arasında o nûrla, o kitapla, o vahiyle yürüyor ve bu
nûr, onu karanlıklar arasında bırakmayıp aydınlığa çıkarıyor. İşte böyle ölü
iken vahiyle dirilttiğimiz, kâfirken hidâyetle müslüman yaptığımız bu adam hiç
karanlıkta kalan bir adamla aynı olur mu?
Bu kâfirler Allah’ın böyle ölmüş
insanları diriltmeye kâdir olduğunu bilmiyorlar mı?
Âyet, bildiğimiz mânâda ölüleri tekrar
diriltme mânâsını kapsadığı gibi, Allah’ın kitabından, peygamberin sünnetinden
habersiz kaldıkları için dalâlette, küfürde, karanlıklar içinde kalmış,
benliğini, tüm insanî değerlerini kaybetmiş fert ve toplumları Allah’ın vahyiyle
yeniden dirilteceği konusunu da kapsamaktadır. Şüphesiz ki Allah in-sanları da,
toplumları da diriltmeye kâdirdir. Yeter ki insanlar ve toplumlar Allah’ın bu
değişmez yasasına yönelsinler. Yeter ki insanlar Rabbimizin hayat kaynağı olan
kitabına, vahyine ve diriliğe çağıran Resûlü’nün mesajına
yönelsinler.
Kâfirler aslında ölüdürler. Bunlar
meyyit-i müteharrikedirler. Kişi eğer vahiyle, Allah’la, peygamberle beraber
değil, Kur’an’dan peygamberden ve onun ashabından örnek alacak kadar onlara
yakınlık kurmuş değilse, Rasûlullah’ın ve sahâbesinin tatbikatını bilmiyorsa
ölüdür. Kur’an’dan ayrı kalması sebebiyle ölüdür. Rasûlullah’ın hayat veren
çağrısına uymamışsa, hayattan mahrumdur. Çünkü Rabbimiz Enfâl sûresinde şöyle
buyurur:
“Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı
zaman icabet edin.”
(Enfâl 24)
Âyet-i kerimeden da anlıyoruz ki, Allah
ve Resûlü’nün çağırdığı şey hayat veren şeydir ve ondan mahrum olanlar da
ölüdür. Yine biliyoruz ki Kur’an’ın bir adı da ruhtur ve bu ruhla ilişkisi
kesilmiş insan ölüdür. Zaten irtidat eden, Kur’an’dan irtibatını kesen kişi, ruh
hakkını, hayatiyet hakkını kaybettiği için İslâm’da ölümü hak etmiş insandır.
Rabbimiz, böyle vahiyle, ruhla tanışmamış bir ölüyle, vahiyle dirilmiş kimse bir
olur mu, diyor. Nûr sahibi bir müslümanla, bu nûrdan mahrum olan kâfir bir olur
mu? Eline el feneri verilmiş ve onunla yürüyen bir adamla, karanlıkta el
yordamıyla düşe kalka yürümeye çalışan insan hiç bir olur mu? Elbette bu ikisi
bir olmayacaktır.
Yeryüzünde iki insan tipi var. Vahiyle
dirilmiş mü’minler ve va-hiyden mahrum oldukları için sapıklık içinde kalmış ölü
kâfirler. Birisi nûrla hareket eden aydınlık dünyasının üyeleri, ötekiler de
karanlık dünyanın üyeleri. Birisi vahiyle dirilmiş, hayatiyetini kazanmış;
ötekisi ise karanlıkta kalmış ve sanki kendi kendisini öldürmüş, kendi kendisini
boğmuş. Allah’ın kendisini yeryüzünde insan diye, halîfe diye, ah-sen-i takvîm
üzere yarattığı insanlık özelliklerinden bir eser bırakmamış. Kendisini esfel-i
safiline sürüklemiş.
İşte Ebu Cehiller, Nemrutlar,
Firavunlar, tüm kâfirler ve kitaptan habersiz yaşayanlar ve kıyâmete kadar
bunların karakterlerini taşıyanlar, karanlıkta kalmış, zulümat ashabındandırlar.
Ama vahiyle hareket eden, nûrla yürüyen tüm peygamberler ve peygamber yolunun
yolcusu olan mü’minler de nûrla hareket eden aydınlık dünyanın
üyeleridir.
Böyle ölümün şahikasına doğru giderken
Allah’ın vahyine gönül verir, Allah ve Resûlü’nün kendisini kendisine hayat
vermek üzere çağırdığı hidâyeti kabul ederse biliyoruz ki Allah da onu
diriltiverecektir. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran Rabbimiz, onu
hidâyetiyle diriltiverecektir
Allah her şeye kâdirdir. Allah’ın
yapamayacağı bir şey yoktur.
Ama siz bilirsiniz. İsterseniz reddedin
bunu! İsterseniz hayır deyin! İsterseniz bu güçlü Rabbinizin dirilik kaynağı
vahyine karşı vur-dum duymaz davranın. İsterseniz sizin hayatınızı düzenlemek
üzere Rabbinizin size gönderdiği bu kitabını ve bu kitabın pratiği olarak
görevlendirdiği elçisini yok farz ederek keyfinize göre bir hayat yaşayın. Kendi
keyfinize göre, ya da kendiniz gibilerin heva ve heveslerine göre bildiğiniz
gibi bir hayat yaşamaya devam edin! Ama unutmayın ki:
34. “İnkâr edenler, ateşe sunuldukları
gün onlara: “Bu, gerçek değil miydi?” denir, onlar: “Rabbinize an-dolsun ki evet
gerçekti” derler. Allah: “İnkâr etmenizden ötürü azabı tadın”
der.
Bir gün gelecek bu hayat bitecek.
Bir gün gelecek yaşadıkları bu hayatın sonunda kâfirler ateşe arz olunacaklar.
Ebediyen içinde kalmak, bir daha oradan çıkmamak üzere ateşe
yuvarlanacaklar.
Bu kâfirler ateşe sunulurken de
kendilerine şöyle bir soru sorulacak: “Bu hak değil miymiş? Nasıl, Allah’ın size
vaad ettiği ateş, Rabbinizin dünyada sürekli sizi kendisiyle uyardığı cehennem
hak değil miymiş?”
Tıpkı suç işlemiş bir kölenin,
efendisinin huzurunda durdurulup hesaba çekilmesi gibi, onları yaşadıkları
hayatın, işledikleri suçların hesabını vermek, yaptıklarının faturasını ödemek
üzere Rabblerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman bir görsen! Rabbleri tarafından
onlara: “Nasıl, bu dirilme işi hak değil miymiş? Hesaba çekilme konusu hak değil
miymiş? Bu dünyada inkâr edip durduğunuz öldükten sonra di-rilme işi gerçek
değil miymiş? Hayatınızı hep dirilmeme hesabına gö-re bina ediyordunuz.
Yaşadığınız hayat programında bu dirilme yoktu değil mi? Öldükten sonra unutulup
gidecektiniz bir böcek gibi. Sümen altı edilecek ve bir daha hesaba
çekilmeyecektiniz. Yaptıklarınız yanınıza kâr kalacaktı. Haydi söyleyin bakalım,
aslı yok muymuş kıyâmet gününün? Allah yalan mı söylüyormuş? Kitap, peygamber ve
mü’minler yalan mı söylüyorlarmış? Gerçekten bu, insanı eriten, kahreden bir
soru.
Tûr sûresinde de şöyle
deniyordu:
“Bu bir büyü müdür? Yoksa hâlâ görmez
misiniz? Girin oraya artık sabretseniz de sabretmeseniz de birdir. Ancak
işlediğiniz günâhların karşılığını görüyorsunuz,”
denilir.”
(Tûr 15,16)
Bedir’de gebertilen müşriklerin
cesetleri Kalib-i Bedir denen çukura doldurulduklarında, Allah’ın Resûlü onlara
şöyle demişti: “Ey kâfirler! Söyleyin bakalım! Ben Rabbimin bana vaadini hak
buldum! Sizler de Rabbinizin size vaadini hak buldunuz mu?” Neydi Rabbimi-zin
peygamberine vaadi? Rabbimizin peygamberine vaadi zafer, galibiyet, hidâyet,
cennetti. Peki kâfirlere vaadi neydi? Hezimet, mağlubiyet, ateş, cehennemdi.
Allah’ın Resûlü, kâfirlerin cesetlerinin üzerinde onlara soruyordu: “Ben
Rabbimin bana vaadini gerçek buldum, siz de size vaadini gerçek buldunuz mu?
Nasıl, yapar mıymış Allah dediklerini?” diyordu. Sahâbe-i kiram: “Ey Allah’ın
Resûlü, bunlar geberdiler, sizin sözünüzü duyarlar mı?” diye sorunca, Allah’ın
Resûlü: “Evet onlar duyarlar ama cevap veremezler,” buyuruyordu.
Bakın burada da Rabbimiz buyurur ki: “Bu
gerçek değil miymiş?” Bu sual karşısında artık tüm gerçekleri gören bu
kâfirler: “Evet Rabbimiz hakkı için
gerçekmiş” diyecekler.
Böylelikle dünyada inkâr ettikleri öldükten sonra dirilme gerçeğini itiraf
edecekler. Üstelik bu itirafı yeminle de pekiştirecekler. “Vallahi ya Rabbi, bu
iş hakmış,” diyecekler. Demez komaz olsunlar. Bunu dünyada diyeceklerdi. Bunu
dünyada kabul edecek ve hayatlarını buna göre bina edeceklerdi, geçmişler olsun!
İtiraf edecekler, hem de yeminle,
ama heyhat ki bu itirafın kendilerine hiçbir faydası olmayacak. Onu kesinlikle
inkâr edemeye-cekleri bir ortamda itiraf etmektedirler. O ortamda zaten inkâra
güçleri yoktur.
Aslında insanlar ister mü’min, ister
kâfir, yaşadıkları bu hayatın sonunda mutlaka bir dirilmenin olacağını ve
yaptıkları konusunda mutlaka bir hesap, kitapla karşı karşıya geleceklerini
bilmektedirler. Tüm insanlar aslında bunun farkındadırlar. Rabbimizin tüm
insanlara verdiği fıtrat, kitap, peygamber bilgisi bunu ortaya koymaktadır. Yâni
herkes aslında bunun farkındadır. Bakın Rabbimiz Kıyâmet sûresinde tüm
insanların kıyâmetin varlığından haberdar olduğunu şöyle
anlatır:
“Özürlerini sayıp dökse de, insanoğlu,
artık kendi kendinin şahididir.”
(Kıyâmet
15,16)
Allah diyor ki, “yok yok, insan bu işi
bilerek yapıyor. Bu bilgiyle yaratıldı bu insan. Bu bilgiye sahiptir aslında.
Doğrusu insan kendisine karşı basirdir. Kendisine karşı basiret vardır o
insanda.” Basiret, insanın kendi vicdanında kendi kendine şahit olması demektir.
Yani insan kendini, ne yapacağını, ne yapmayacağını, neleri yapması, ne-leri
yapmaması gerektiğini bilen olarak yaratılmıştır.
Hani “nefs-i natıka” deniyor ya,
kendini konuşan insan. “Nefs-i basira” da kendi kendini bilen, kendi kendine
basîr olan, kendi kendini gözetleyen, basiretli olan insan demektir.
İnsanda kendini kontrol edebilme
gücü ve imkânı vardır. İş ya-parken var, yapmaya karar verdiği anda var, yapmaya
başlamadan önce var, yaparken var. Ne yapacağını biliyor, yaparken düşünüyor,
yapmaması gerektiğini biliyor, yaptıktan sonra biliyor. İnsan her şeyi biliyor.
Hesabı da, kitabı da, kıyâmeti de biliyor, yaptıklarının sonucunda karşısına
nasıl bir sonucun çıkacağını da biliyor. Cenneti de, cehennemi de biliyor,
kendisinin nereye lâyık olduğunu da biliyor.
İnsan mâzeretler ileri sürse, özürler
beyan etse de her şeyi bi-liyor. Her ne kadar kılıfına uydursa da, ya da her ne
kadar yaptıklarını kamufle etmeyi becerip dışardan güzel göstermeyi, çevresini
ikna etmeyi becerse de.
İnsan her ne kadar özürler beyan
ederek, “ya Rabbi ben bil-miyordum, benim kıyâmetten de, öldükten sonra
dirilmekten de, hesap kitaptan da haberim yoktu. Tevbe edecektim, yakında sana
karşı gelmeyi bırakacaktım, seni ve kitabını diskalifiye etmeyi bırakacaktım,”
diyerek mâzeretlerin arkasına saklanmaya çalışsa da insan aslında her şeyin
farkındadır.
Allah kesinlikle mâzeretlerle
kandırılamaz. Rabbimiz bu tür sudan mâzeretlerle kendisini kandırılamaz kıldığı
gibi, insanın kendisini de kendisi tarafından kandıramaz bir özellikte
yaratmıştır. Rabbimiz insana öyle bir fıtrat, öyle bir vicdan vermiştir ki,
insan kendi kendini bile kandıramamaktadır.
Her insan bu işin farkındadır. Herkes
aslında yaşadığı bu hayatın sonunda mutlaka bir hesap, kitabın olacağının
bilincindedir ama bunu gündeme getirmek istemez. Neden? Çünkü o zaman insanın
hayatı değişecek. Kıyâmet, hesap-kitap gündeme geldiği zaman zevkleri kaçacak,
dilediği gibi yaşayamayacak, istediklerini yapamayacak, zulmedemeyecek, kan
ememeyecek de onun için.
Dünyadayken aslında her şeyin farkında
olan bu kâfirler cehenneme sunulurken Rabbimiz onlara soracak: “Nasıl,
Rabbinizin size vaad ettiği azap doğru değil miymiş? Hak değil miymiş? Sizler
dünyadayken yalan diyordunuz. Aslı yok diyordunuz. Zannetmiyoruz ki bir diriliş
olsun, ama eğer gerçekten böyle bir şey varsa bile, biz orada da iyi bir konumda
olacağız. Dünyada bize bu hayatı, bu saltanatları lütfeden Allah elbette bizi
öbür tarafta da düşünmelidir, diyor-dunuz. Dünya hakkında, cennet hakkında,
cehennem hakkında, hayat hakkında farklı farklı şeyler söylüyordunuz. Şimdi
buldunuz mu onları?” deyince bakın onlar diyorlar ki:
“Evet, doğru ya Rabbi! Dediklerin
hakdır ya Rabbi! vaat ettikle-rinin tamamı hakmış ya Rabbi!” Artık gerçek
Rabblerini tanıyorlar. Halbuki dünyadayken Allah’ın Rabbleri oluşunu
reddediyorlardı. Kanun koyucu olarak, yasa belirleyici olarak, hayat programı
vaz edici olarak Allah’ı reddediyor ve kendilerine başka Rabbler bulmaya, başka
Rabblerin yasalarını uygulamaya, başka Rabbleri razı etmeye çalışıyorlardı.
Başka Rabbler adına bir hayat yaşamaya çalışıyorlardı. İşleri düştüğü zaman,
başları daraldığı zaman Rablerini hatırlıyor hainler!
Demek ki orada insanların dünya
hayatında ört-bas etmeye çalıştıkları, kamufle ederek bir hayat yaşamaya
çalıştıkları iman açığa çıkacak. Öyleyse:
Onlara: “Yaptıklarınıza karşılık haydi
tadın bakalım şimdi azabı. Tadına bakın bakalım o reddettiğiniz azabı. O
örttüğünüz, ört-bas ettiğiniz, bildiğiniz halde gündemden düşürdüğünüz, farkında
olduğunuz halde hayatınıza geçirmediğiniz azabı tadın bakalım. Sizler hep
örttünüz, hep örtmeden yana oldunuz. Fıtratlarınızı, bilgilerinizi,
benliklerinizi, vicdanlarınızın sesini, Allah’ın âyetlerini, içinizdeki enfüs
âyetlerini örttünüz; tüm bu âyetleri diriltip açığa çıkaracak olan kitabın
âyetlerini örttünüz. Tüm bu örtmelerinizin cezası olarak tadın şimdi azabı!”
denecek.
35. “Ey Muhammed! Peygamberlerden azim
sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret; inkârcılar için acele etme;
onlar, kendilerine vaadedilen azabı gördüklerinde sanki dünyada sadece gündüzün
bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir bildiridir; yoldan çıkmış
olanlardan başkası mı yok edilir?”
“Öyleyse ey peygamberim, sen de
ulü’l-azim peygamberlerin sabrettikleri gibi sabret. Bu inkârcılar konusunda
acele etme!” Buradaki ulü’l-azim peygamberlerden kasıt ya daha önce Rabbimizin
anlattığı Adem, Nuh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed (a.s.) gibi yüce
peygamberler ya da azim sahipleri olan peygamberler gibi sen de sabret demektir.
Azm, ya da azim; bir insanın
iradesini kesin olarak bir şeye bağlaması, kesin olarak bir şeyin icrasına karar
verip iradesini ona bağlaması demektir. Öyleyse bu mânâda Allah’ın elçilerinin
tamamı azim, karar sahibi kimselerdir ve burada kastedilenler de tüm
peygamberlerdir. Öyleyse mânâ, “ey peygamberim, sen de senden önceki azim sahibi
peygamberler gibi sabret ve onlar için acele etme,” demektir. “Onlar için azap
konusunda acele etme. Acilen onların he-lâklarını isteme. Çünkü bu kâfirler
kendilerine vaadedilen azabı gördükleri zaman sanki dünyada gündüzün bir saati
kadar kaldıklarını, dünyada hiç yaşamamış olduklarını zannederler. Onun için sen
hiç üzülme, onların şu andaki saltanatlarının hiçbir değeri yoktur.”
İşte bu bir tebliğdir. Hiç yoldan
çıkanlardan, kulluğu terk eden sapıklardan başkaları helâk edilir mi? Elbette
helâke maruz kalacak olanlar yoldan çıkan sapıklardan başkaları
değildir.
Burada sûrenin son bölümünde Rabbimiz
peygamberini ve peygamber yolunun yolcularını teselli ediyor. Kur’an’ın pek çok
yerinde aynı tavsiyeleri görüyoruz. Kendisinden önceki elçilerin sabırları
gündeme getirilerek Rasûlullah Efendimize sabır tavsiye edildiğini
gö-rüyoruz.
“Senden önce nice peygamberler yalanlandı
ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmalara ve sıkıştırılmalara
katlandılar. Allah’ın sözlerini değiştirecek yoktur, andolsun ki peygamberlerin
haberi sana da geldi.”
(En’âm 34)
“Peygamberim, yalanlanan sadece
sen değilsin, senden önce de pek çok peygamberler yalanlanmıştır. Pek çok
peygamber de işkencelere maruz kalmıştır. Bu peygamberler kendilerine yardımımız
gelene kadar sabretmiş, dayanmış, direnmiş, yılmamış, durmamış, dönmemiş,
yollarına devam etmiştir.”
Allah’ın sözlerini değiştirecek
yoktur. Yeryüzünde Allah’ın koyduğu yasalarını değiştirecek yoktur. Allah’ın
kelimelerinde değişme olmaz. Burada Allah’ın kelimelerinden ve bu kelimelerin
değişmeyeceğinden maksat, doğruyla yanlış, hakla bâtıl, imanla küfür, Allah
yo-lu taraftarlarıyla şeytan yolu taraftarları arasında süregelen savaştır.
Hakla bâtıl arasındaki çatışma yasasıdır. Allah’ın yeryüzünde koyduğu bu yasa
hiç değişmeden devam etmektedir.
Bu yasaya göre hak, iman, takva
sahibi kimselerin bu konuda-ki sabırları, sadâkatleri, dirençleri ve Allah’a
olan tevekkülleri ve güvenlerini ispat etmeleri için, uzun bir süre imtihana
tabi tutulmaları, çeşitli eleklerden geçirilmeleri gerekmektedir. Böylece bu
denemelerden, bu potalardan geçirilirken hem istenmeyen cürufları atılacak, hem
yüce hasletleri geliştirilecek, hem de en sonunda kazandıkları bu silahlarla
küfür cephesi karşısında dayanabilme ve zaferi elde edebilme noktasına
geleceklerdir. İşte bu değişmeyen bir yasadır. Her dönemde müslümanlar bu
yasadan geçirileceklerdir.
İşte bu yasa gereği yardıma ehil
hale gelen müslümanlara Allah’ın yardımı gelecektir. Yine bu yasaya göre
müslümanlar kendilerine düşeni yapmadıkları sürece, kendilerine Allah’ın yardımı
gelmeyecektir. Mü’minler kendilerini değiştirmedikleri sürece Allah onları asla
değiştirmeyecektir. İşte Allah’ın kelimelerinde değişme olmaz ifadesinin mânâsı
anlayabildiğimiz kadarıyla budur.
Kâfirler iman cephesine karşı hep savaş
açacaklar, müslü-manlardan asla razı olmayacaklardır; bu bir yasadır. Allah
yolunun yolcuları bu kâfirlerin tutumlarına, yalanlamalarına karşı sabredecek,
yani her şeye rağmen Allah’ın dediğini yapmaya çalışacak, kulluktan
vazgeçmeyecek, yollarında, dâvâlarında şüpheye düşmeyecek, yılgınlık
göstermeyeceklerdir, bu da bir yasadır. Nihâyet onlara Allah’ın yardımı
gelecektir, bu da bir yasadır. Tarih boyunca bu hep böyle ola-gelmiştir.
Allah’ın yasalarını asla değiştirecek yoktur. Bu yasalara uy-gun hareket eden
kullarına Allah’ın vaad ettiği yardımı değiştirecek
yoktur.
Yine Mücâdele sûresinde şöyle
deniyor:
“Allah, “Andolsun ki ben ve peygamberlerim
üstün geleceğiz” diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir.
Güçlüdür.”
(Mücâdele
21)
Bu bir yasadır. Yeryüzünde değişmeyen
bir yasadır. “Öyleyse peygamberim! Sen de bu yasa gereği sabret, diren, dayan,
yılgınlık gösterme. Sana düşeni yaparsan, Allah da sana karşı yardımını
gönderecektir, bundan şüphen olmasın. Sonunda zafere ulaşacak olanlar mü’minler
ve helâk olacak olanlar da onlardır.” Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
Bu sûre de burada sona erdi. Rabbim
gereği gibi iman edip hayatını bu imanla düzenleyen kullarından eylesin. Vel
hamdü lillâhi Rabbil’ âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder