MUHAMMED SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
47., nüzûl sıralamasına göre 95., mesânî kısmın beşinci sûreler grubunun üçüncü
sûresi olan Muhammed sûresi, Medine’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
38’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd, yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işiten, her şeyi bilensin.
Sûrenin adı, sûrede geçen Rasulullah
Efendimizin adına izafeten isimlendirilmiştir. Sûrenin bir başka meşhur adı da:
“Kıtal” sûresidir.
Mekke’de Rasulullah Efendimiz ve
beraberindeki bir avuç Müslümana müşrikler tarafından yapılan saldırıların
dayanılmaz boyutlara ulaştığı, mü’minlere artık dünyanın dar gelmeye başladığı,
hayatın çekilmez hale geldiği ve yavaş yavaş Medine’ye hicret yolunun açıldığı
ama kâfirlerin orada da onlara rahat nefes alma imkânı bırakmamak üzere kararlar
almaya başladıkları bir dönemde gelen sûre, mü’minleri dinlerinin hâkimiyeti ve
Müslümanlıklarını muhafaza adına savaşa hazırlıyordu. Müslümanlar ya dinlerini
yaşama adına tebliğ ve cihadı göze alacaklar yahut da düşmanların saldırıları
sonucu yok olup gideceklerdi. İşte sûre Müslümanları bu iki şeyden birisinin
tercihiyle karşı karşıya getiriyordu.
Müslüman kalabilmek için tek çare
olarak sûrede Müslümanlara savaş konusunda ilk emirler veriliyordu. Onun içindir
ki kıtalden söz eden bu sûreye, “kıtal sûresi” denmiştir. Sûrenin başında iki
tarafın bir mukayesesi yapılmaktadır. Allah dâvâsına sahip çıkmış, Allah’ın
istediği gibi bir hayat yaşamak için çırpınan, iradelerini Allah’a teslim etmiş,
Allah’ın seçimini kendileri için seçim kabul etmiş, Allah’ın hatırını her şeyin
üzerinde tutan ve Allah için canlarından, mallarından geçebilecek bir avuç Müslüman, öbür tarafta
Allah’la, Allah’ın kitabıyla, Allah’ın elçisiyle savaşa tutuşmuş, Allah’tan
gelen hayat programını reddetmiş, yaratıcılarını inkâr ederek kendi kendilerini
putlaştırmış kâfirler güruhu. Kendilerinin reddetmeleri yetmiyormuş gibi Allah
kullarını da dinlerinden döndürmek, yeryüzünde Allah’a ve mü’minlere hayat hakkı
tanımamak için ellerinden gelen her şeyi yapmaya soyunmuş
kâfirler…
Sûrede bir yandan bu iki grubun
mukayesesi yapılırken öbür yandan da Rabbimizin sürekli mü’minlerin safında
olduğu, mü’min-lerin desteğinde olduğu, kâfirlerinse yalnız ve yardımcısız
oldukları vurgulanarak, kâfirlere tehditler, mü’minlere de zafer müjdeleri
verilmektedir.
Daha sonra münâfıklardan da söz
edildiğini görüyoruz. Medine toplumunda görülmeye başlayan, Medine toplumunun
insanı olarak açığa çıkan, Müslümanların güçlenmeye başladıkları dönemde
Müslümanlardanmış gibi görünüp, için için Müslümanları yok etmek için harekete
geçen ve Mekkeli müşriklerle diyaloga giren münâfıkların durumlarının da
anlatılmaya başlandığını, Müslümanların bu konuda uyarıldıklarını görüyoruz.
Sûrenin sonlarına doğru da mü’minlerin
inandıkları bu dinin hâkimiyeti uğrunda mallarını harcamaları öğütlenmektedir.
Allah dininin yayılması adına mallarını seve seve harcamaları ve bu uğurda her
şeylerini fedâ edecek bir duruma gelmeleri istenmektedir. Rabbimiz, ancak kendi
dini uğrunda maldan ve candan geçebilecek konuma ge-len kullarına yardımının
gerçekleşeceğini müjdeleyerek Müslümanları yarınlara
hazırlıyordu.
Bu
sûre nazil olduğunda, müslümanlar büyük sıkıntılar içerisinde idiler. Onlar,
sürekli işkence ve zulüm altında yaşadıkları Mekke'den, kendilerini
toparlayabilecekleri ve rahat bir nefes alabilecekleri Medine'ye her taraftan
hicret etmeye başlamışlardı. Ancak, müslü-manlara rahat vermemek ve onları yok
etmek için kararlı olan Mekkeli müşrikler, Medine'yi her taraftan kuşatma altına
almışlardı. Müslümanları ortadan kaldırmak için fırsat kolluyorlardı.
Müslümanlar için, savaşmaktan başka çare kalmamıştı. Ya dinlerinden dönecekler
(ki, bu muhaldir) ya da, Allah Teâlâ'nın takdir ettiği çizgide yürüyerek küfre
karşı müslümanların kıyâmete kadar vereceği savaşın ilk adımını
atacaklardı.
Zaman
dolmuştu; hak ile batılın arasını kılıç ayıracaktı. Artık İslâm için yeni bir
dönem başlıyordu. Hedef; Allah'ın dininin yeryüzünde hakim olmasını engelleyen
güçleri tasfiye edip, insanlığı ilâhî rahmetle yüz yüze getirmek ve beşeriyeti
onun nûrunun aydınlığı ile baş başa bırakmaktı. Savaşı kaçınılamaz yapan,
İslâm'ın mahiyeti değil, kâfirlerin ve müşriklerin İslâm'a karşı olan
tavırlarıdır.
Mekke
dönemi, İslâm nüvesinin oluşma devresi idi. Bunun için Allah Teâlâ orada kıtale,
maslahata uygun olarak, izin vermemişti. Hicretle birlikte; kıyamete kadar
sürecek olan bu yeni dönemin başlangıcında Allah Teâlâ, müslümanların,
kâfirlerle ne şekilde mücadele vermesi gerektiğini ve bu mücadele esnasında
uymaları gereken kuralları tek tek bildirmeye başladı.
İslâm
savaş hukukunun temelleri, bu sûre ile atılmaya başlamıştır. Allah Teâlâ,
savaşta ve sonrasında müslümanların davranışlarını şekillendirecek kuralları
serdederken, aynı zamanda, İslâm'ın sa-vaşa bakışı ve Allah Teâlâ'nın kâfirlere
karşı savaş ilan edişinin hikmeti de insanlığa tebliğ edilir. Savaş, İslâm
tebliğinin insanlığa ulaştırılması yolunda karşılaşılan engellerin kaldırılması
için bir vasıta olmakla beraber, gerçek mü'minleri öteki insanlardan net bir
şekilde ayıran, zorluklarla dolu bir imtihandır.
Sûreye
mü'minlerin kâfirlere karşı her durumda, üstün kılındığı zikredilerek
başlanıyor.
Kâfirler,
insanların İslâm'a girmelerini önlemek için engeller oluşturmaya çalışırlar.
Fakat Allah, onların bütün işlerini geçersiz kılmış ve neticesiz bırakmıştır.
Hz. Muhammed'e iman edenler ve salih amel işleyenlerse, her halleriyle diğer
insanlardan üstün kılınmışlardır: "Bu, böyledir. Çünkü küfredenler bâtıla
uymuşlar; iman edenler ise Rablerinden gelen hakka uymuşlardır..." (3). İman
edenle, küfreden arasındaki fark böylece izah edildikten sonra, İslâm'ın
gidişatında yeni bir dönemi açan emirler gelmeye başlıyor. Savaşa dair hükümleri
ve bu savaşın hikmetini Allah Teâlâ, müslümanlara şu şekilde bildirmektedir:
"Küfredenlerle (savaşta) karşılaştığınız vakit, boyunlarını vurun. Nihâyet
onlara üstün geldiğiniz zaman da esir alın. Savaş sona erince de onları ya
karşılıksız veya fidye mukabili salıverin. Ta ki savaşçılar silahlarını
bıraksınlar. Size emredilen budur. Allah dileseydi (savaşsız da) onlardan
intikam alırdı. Fakat Allah, savaşı emretmekle sizi imtihan ediyor. Allah
yolunda öldürülenin amelleri hiç bir zaman boşa gitmeyecektir"
(4).
Allah
Teâlâ; "Artık saldırıya uğrayan mü'minlere; zulmedildikleri için cihad etme izni
verildi" (el-Hac, 22/39) âyetiyle müşriklere karşı savaşarak mücadele verme
yolunu açtı. Bu savaş izni verildiği zaman, Medine'de daha önce savaşmak için
can atan görüntüsü veren münâfıklar baygınlık geçirmeğe başlamıştı. İşte Allah
Teâlâ, savaşı münâfık ile müslümanın birbirinden ayrılması için bir imtihan
vesilesi kıldığını da beyan etmektedir: "Fakat Allah, savaşı emretmekle sizi
imtihan ediyor"
Bu
âyet, İslam savaş hukukuna giriş mahiyetindedir. Bilhassa esirlerin göreceği
muameleler bakımından önem arz etmektedir. Bazı alimler bu âyete istinaden savaş
esirlerinin öldürülemeyeceği neticesini çıkarmışlardır. Diğer bazıları ise
esirlerin, karşılıksız veya fidye ile serbest bırakılmaları bahsinin kıtal
âyetleriyle neshedildiği görüşünde olup, harbî hükmünde olan müşriklerin her
durumda öldürülmeleri ge-rektiğini ileri sürmüşlerdir.
Bu
âyetlerle Allah Teâlâ, mü'minleri dünyevî menfaat duygularından arındırıp,
onlara gerçek yüceliğe ulaşmanın yollarını açıyor. Beşerî istek, duygu ve
zaafların bir tarafa bırakılarak, inanılan yüce değerler uğrunda savaşmayı,
öldürmeyi ve ölmeyi öğretiyor. Bu, mü'-minin inandığı davadan vazgeçmemesi ve
hak bildiğini yaşayabilmesi için Allah Teâlâ'nın koyduğu ilâhî bir kanundur.
İnsanlar isteklerinin hepsini bir tarafa, cihad davetini de bir tarafa koyduğu
zaman, cihad tarafı ağır basınca Allah, o insanların hareketlerinden hiç birinin
mükafatsız kalmayacağını haber veriyor ve onları dünya hayatında hidâyet üzere
bulundurup, âhirette de, vaad ettiği cennetin sakinleri yapacağını bildiriyor:
"Allah kendi yolunda öldürülenlerin amellerini asla boşa çıkartmaz; onları
hidâyete iletecek ve durumlarını ıslah edip dü-zeltecektir. Onları kendilerine
tanıttığı cennetine koyacaktır" (5-6).
Bu
âyetlerde Allah Teâlâ, İslâm'ı yeryüzünde hâkim kılmak uğrunda şehid düşenlere
âhirette özel bir muamele gösterileceğinin ipuçlarını vermektedir. Rasulullah
(s.a.s)'in şehitler hakkındaki şu sö-zü bunu açıklamaktadır: "Şehide altı haslet
verilir: Daha kanı damlar damlamaz bütün hataları bağışlanır. Cennetteki yeri
gösterilir. Yetmiş iki huri ile evlendirilir. Büyük dehşet gününün (kıyamet)
sarsıntısından ve kabir azabından emin olur. Başına dünya ve içindekilerden daha
değerli olan vakar tacı giydirilir ve yakınlarından yetmiş kişiye şefaat eder"
(Tirmizi, Fedâil-Cihad, 25).
Allah
yolunda can verenlerin ulaştığı yücelik ve göreceği mükâfatlar zikredildikten
sonra, iman edenleri fedakârlığa ve kendi hayat nizamını hâkim kılmak için
gayret göstermeye teşvik eden âyetler ge-liyor. Allah Teâlâ, İslâm'ın
hakimiyetini gerçekleştirmek için çalışan mü'minleri küfür sistemleri karşısında
güçlü kılacağını, kâfirlerin onları mevzilerinden söküp atmasının imkansız
olacağını vaadediyor: "Ey iman edenler! Eğer siz, Allah'ın dinine yardım
ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar"
(7).
Bu
sebat ve zafer vermenin ardından; İslâm'a baş kaldıran inkârcıların dünya ve
âhirette büyük bir hezimete uğrayıp, rezil ve rüs-vay olacaklarını
bildirmektedir: "Înkar edenlere gelince; yüz üstü sürünsün onlar. Allah, onların
amellerini de boşa çıkarmıştır" (8).
Demek
ki, müslümanlar, Allah'a karşı sorumluluklarını yerine getirip, i'lâ-i
kelimetullah için varlıklarını ortaya koyduklarında, dünya ve âhirette izzetli
ve şerefli makamların sahibi olacaklardır. Müslümanlar, sorumluluklarını yerine
getirmeye güçlerince gayret gösterdikleri vakit, Allah Teâlâ, maddî olarak kat
kat güçlü olsalar bile, inkârcılar topluluğunu darmadağın edecektir. Bu gerçek,
geçmiş olaylar örnek gösterilerek, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilir:
"...Allah'a kesinlikle kavuşacaklarına inananlar da: Nice az topluluklar vardır
ki, nice çok sayıdaki topluluklara Allah'ın izniyle galip gelmişlerdir. Allah
sabredenlerle beraberdir dediler. Mü'minler Câlût ve ordusuyla
karşılaştıklarında şöyle dediler: Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır.
Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver. Kâfir topluluğuna karşı bize yardım et"(el
Bakara, 2/249-250).
Müslüman
bu gerçekleri bildiği için, küfrün hiç bir tehdidinden korkmaz. Allah Teâlâ'ya
tam bir teslimiyetle, günümüzde de örneklerini gördüğümüz gibi, kâfirler
güruhunun üzerine aslanlar gibi atılır. Ve imanın yumruğu şimşek gibi dünya
zorbalarının kafalarına iner. Allah Teâlâ, inkârcılara, küfürlerinde ataları
olan geçmiş topluluklara bakarak, onların helâklerinden ibret almaları
gerektiğini, aksi halde sonlarının onlardan farksız olmayacağını
bildirir.
İslâm
ahkâmının hakim olması için çalışanların üstün gelecekleri mukadder olduğu gibi;
küfürlerinde inat edip, müslümanlara eziyet edenlerinde zilletleri mukadderdir:
"Bu böyledir, çünkü Allah, iman edenlerin koruyucusudur. Kâfirlerin ise
koruyucuları yoktur"(11). Uhud Savaşı'nda, bir yamaçta siperlenen Hz.
Peygamber'e, Ebu Sufyan'ın "bizim Uzza'mız var. sizin ise Uzza'nız yok" demesi
üzerine, Peygamber (s.a.s) bu âyet ile aynı anlama gelen bir cevap
vermişti.
Bütün
bunlar, çok büyük ilâhi gerçekleri açıklamakta ve mü'-min ferde, yaşayışında yol
göstermektedir. Kâfir zorbalar ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, müslümanın,
inandığı gerçekleri, Allah'ın ona emrettiği şekilde tebliğ etmesi, kâfirlerin
zulmünü yok etmeye çalışması gerekmektedir. O, hiç kimseden korkmaz. Çünkü o
bilir ki Allah Teâlâ, kendisini korumaktadır ve aynı zamanda şeytan dostlarının
gü-cünün Allah Teâlâ'ya karşı hiç bir şey ifade etmeyeceğini de bilir. Bunun
bilincinde olduğu için yeryüzünde tek müslüman sadece kendisi kalsa bile,
kâfirlerin tahakkümüne boyun eğmez.
Sûrede
daha sonra, münâfıkların durumundan söz edilir ve savaş emrinin indirilmesinde
maksadın, iman iddiasında bulunanların sınanması olduğu vurgulanarak, İslâm'da
savaşın gayesi izah edilir. Ayrıca, nifak içerisinde olanların mü'minlerce hal,
hareket ve tavırlarından tanınabileceği; "Şüphesiz sen, onları sözlerinin
edasından tanırsın..." (30) âyetiyle bildirilmektedir.
Müslümanların,
Allah tarafından desteklenip, gözetildikleri halde kâfirlere karşı onların
kalabalık ve maddi güçlerine bakarak, zayıflık gösterip savaştan çekilmek
istemeleri inananlara yakışır bir davranış biçimi değildir: "Sakın gevşeklik
göstermeyin. Sizler üstün olduğunuz halde düşmanlarınız karşısında gevşek
davranıp da barış istemek zorunda kalmayın. Allah sizinle beraberdir"
(35).
Sûrenin
sonunda, insanoğlunun yer yüzünde bulunduruluşunun gayesi ve onun Allah Teâlâ'ya
karşı konumu çarpıcı bir üslûpla dile getirilmektedir. İnsanın vermekte en çok
zorlandığı değerlerinden biri olan malını, Allah'ın istediği nizamı
gerçekleştirmek için sıkılmadan harcayabilmesinin imânî bir ölçü olduğu dile
getiriliyor. İnsanoğlu, kendisine gösterilen yolda yürürse, iyiliği ve faydası
sadece kendisinedir. Sûre, Allah'ın yeryüzündeki halifeliğini, gevşeklik
gösterilip yüklenmekten kaçınılırsa, Allah Teâlâ'nın İslâm'la yaşama şerefini
ona hakkıyla sahip çıkacak başka bir topluluğa devredeceğini bildirmesiyle son
buluyor:
"İşte
siz o kimselersiniz ki. Allah yolunda harcamaya davet olunuyorsunuz da yine
içinizden kimileri cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, kendisine cimrilik
etmiş olur. Allah her şeyin sahibidir. Siz ise yoksullarsınız. Eğer Allah'a
itaatten yüz çevirirseniz, sizin yerinize si-zin gibi olmayacak başka bir kavim
getirir" (38).
İşte sûre bu minval üzere
devam eder. Bu kısa tanıtımdan sonra inşallah sûrenin âyetlerini tanımaya
geçelim. Sûrenin ilk âyeti şöyle başlıyor:
1. “Allah, inkâr edenlerin ve kendi
yolundan alıkoyanların işlerini boşa çıkarır.”
Küfreden, örten, ört-bas eden ve
de Allah yolundan ayrılan, uzaklaşan, insanları Allah yolundan engelleyen,
çevirenlerin amellerini, işlerini Allah boşa çıkarmaktadır. Hem dünyada, hem de
âhirette onların amelleri boşa çıkarılacaktır. Böyle küfredip de sadde yapan
yani hem kendileri Allah yolundan sapan, hem de bu sapıklıklarını çevrelerindeki
insanlara da empoze etmek sûretiyle onları da saptırmaya çalışan kimselerin
fiilleri boşa çıkarılacaktır.
Bunlar ya insanların din eğitimini
yasaklamak sûretiyle onları Allah yolundan engelleyen ya da Allah’ın dinini eğip
bükerek, Allah’ın dinini eğri büğrü hale getirerek, yani Allah dinini saklayıp
insanların karşısına bozuk bir din çıkararak, resmî bir din sunarak, hayata
karışmayan, sosyal hayatta hiç etkinliği olmayan, sadece caminin içine ve
vicdanlara hapsedilmiş bir din sunarak “işte din budur!” diyerek on-ların
kulluğuna engel olmaktadırlar.
Küfredenler, Allah’ın dinini, Allah’ın
yolunu, Allah’ın âyetlerini örten, ört-bas eden, dinin hayatta görüntülenmesine
engel olan, Allah’ın işaret levhâlârı olarak insan hayatına koyduğu âyetleri
örten, Allah’ın yasalarını gündemden düşürenler ve hattâ Allah’ı gündemden
düşüren, Allah’ın yasalarını diskalifiye eden ve hem Allah yolundan çıkan hem de
insanları Allah yolundan uzaklaştıranlar. İnsanların önüne din budur diye kendi
anlayışlarını, kendi yasalarını sunarak insanları saptıranlar, ya da Allah
dininin önüne engeller koyarak, din eğitimini yasaklayarak Allah kullarının dine
ulaşmalarını engelleyenler ve böylece insanları dinden uzaklaştıranların tüm
yaptıklarını Allah hem dünyada, hem de âhirette boşa çıkaracaktır.
Hem kendi yaptıklarını, kendi
amellerini Rabbimiz boşa çıka-racaktır, hem de Allah’ın dinine karşı bozma
planlarını, Allah kullarını saptırma projelerini, dinin önüne engeller koyma
desiselerini Allah bo-şa çıkaracaktır. Bu sinsi hedeflerine ulaşmalarına fırsat
vermeyecektir Rabbimiz.
Âhirette onların amellerinin
hiçbirisi değerlendirilmeye tâbi tutulmayacak, Allah onlar için tartı bile
tutmayacaktır. Dünyada da onların yaptıklarının tümünü boşa çıkaracaktır.
Dünyada yaptıklarının, ya-pacaklarının, düşüncelerinin, planlarının,
projelerinin tümünü boşa çı-karacak ve hiçbirisini neticeye ulaştırmayacaktır.
Müslümanlara karşı kurdukları tuzaklarının hepsini boşa çıkaracaktır.
Aynı zamanda Allah’a, Allah
elçilerine, Allah yasalarına, Allah’ın sistemine düşmanlıklarından ötürü, Allah
yolunun yolcularına düşmanlıklarından ötürü onların dünyada iyi sayılabilecek,
hayırlı sayılabilecek türden yaptıkları amellerinin tümünü boşa çıkaracaktır.
Hiçbir amelleri kabul edilmeyecektir. Hiçbir gayretleri, hiçbir yaptıkları
onları doğruya, hakka ve huzura götürmeyecektir.
İşte görüyoruz, yaptıklarının hiçbirisi
neticeye ulaşmamaktadır. Kâfirlerin tüm projeleri boşa çıkmaktadır. Adâlet
diyorlar, toplumda adâleti gerçekleştireceğiz diyorlar ama bakıyoruz sonunda
yaptıkları sadece zulüm doğuruyor. Eşitlik diyorlar, hak hukuk diyorlar ama
sonunda insanlar birbirlerini yiyecek duruma geliyor. Emniyet diyorlar, emniyet
ve güven ortamı kuracağız diyorlar ama yaptıkları korkudan başka bir şey
doğurmuyor. Ekonomi diyorlar, insanların yüzlerini güldüreceğiz diyorlar ama
bakıyoruz ki doğan nesillerini bile gırtlağına kadar borçla karşılıyorlar.
Özgürlük diyorlar, toplumlarını efendilerinin kölesi yapıyorlar. Vatandaşlarını
başkalarına peşkeş çekiyorlar. Tüm yaptıkları boştur, Allah boşa çıkarmaktadır.
Hiçbir düşünceleri, hiçbir projeleri, hiçbir niyetleri neticeye
ulaşmayacaktır.
İşte şu anda da Allah’a kulluktan
kaçan, kendileri kâfir oldukları gibi sinsi sinsi planlar kurarak Allah
kullarını da kâfirleştirmek isteyen, Allah yasalarından kaçarak kendi
kendilerine yasa belirlemeye çalışan insanların, yaptıkları yasaların bir yıl
bile dayanmadığını, tüm yaptıklarının boşa çıktığını, tam bulduk dedikleri anda
hiçbir şey bulamadıklarını görüyoruz.
2. “İnanıp yararlı iş işleyenlerin ve
Muhammed’e, Rabblerinden bir gerçek olarak indirilene inananların kö-tülüklerini
Allah örter ve durumlarını düzeltir.”
İnanıp salih ameller işleyenler,
imanlarını hayatlarında görüntüleme kavgası verenler, Rabblerinden hayatlarını
düzenlemek üzere Muhammed’e gönderilen hakka gönülden iman edenler, hevâ ve
heveslerini terk ederek Allah’tan gelen hakka teslim olanlar var ya, işte Allah
onların kötülüklerini örtecek ve durumlarını düzeltecektir. Çünkü onlar kendi
bilgilerine, kendi hevâ ve heveslerine güvenmeyerek Rab-lerinden gelen hakka
teslim olmuşlardır. Çünkü onlar tıpkı melekler gibi,
“Ya Rabbi! Seni tesbih ve tenzih ederiz! Sen mükemmelsin! Eksiğin yoktur
senin! Bizim bilgimiz yok, ancak senin öğrettiğin vardır. Muhakkak ki her şeyi
bilen hakim ancak sensin!”
(Bakara 32)
“Ya Rabbi, seni tesbih ve tenzih
ederiz! Ya Rabbi bizim bilgimiz yok,
ancak senin öğrettiğin kadar var. Ancak senin öğrettiğin kadar biliyoruz, başka
bilmiyoruz ya Rabbi!” dediler.
“Muhakkak ki sen bilensin! Tam
bilensin! Bilgisi tam olansın! Bilgisi değişmeyensin! A!! Bunu ben mi yaptım?
Eyvah halbuki ben bunu şöyle yapacaktım! demeyensin, yaptığından pişman olmayan,
yaptığından geri dönmeyensin.”
Bu cümle temelde bizim de dememiz
gereken bir sözdür. “Biz-de ilim yok ya Rabbi! Ancak senin bildirdiğin kadarını
biliriz!” Melekler vasıtasıyla Rabbimizin bize sunduğu bu kulluk bilincini,
Rabbimiz karşısında bu acziyet şuurunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Her yerde ve her zaman, “biz bilmeyiz, sen bilirsin ya Rabbi!” demeyi
unutmamalıyız. Öyle değil mi? Allah bu bilgileri bize öğretmeseydi, biz nereden
bilebilirdik? Allah peygamberler göndermeseydi, o peygamberler vasıtasıyla bize
kendi bilgisinden aktarmasaydı, nereden bilebilirdik bu bilgileri?
Tıpkı melekler gibi, Allah,
karşısında bilgisizliklerini, acizliklerini anlayarak Rabblerinden kendilerine
gelen hakka iman edip ona teslim olan ve Allah katından gelenlerle doğruya
ulaşan mü’minlerin kusurlarını örtecek, onları hatalara düşmekten koruyacak,
onların akıllarını başlarına getirecek, gözlerini açtıracak ve yaptıklarını
bereketlendirecektir. Geleceklerini düzeltecek, durumlarını ıslah edecektir
onların. Yaptıklarını, yapacaklarını boşa çıkarmayıp neticeye ulaştıracaktır.
Hayatlarındaki problemleri çözme imkânı verecektir onlara.
İşte böyle Allah’a, Allah’tan
Muhammed’e (a.s) gönderilenlere Allah’ın istediği biçimde iman eden ve
hayatlarını bu imanlarıyla düzenleyen, yani imanlarını amele dönüştürerek
hayatlarında görüntüleyen, imanlarını salih amellere dönüştüren kimseler için
diyor ki:
Allah onların geçmiş günâhlarını,
cahiliye dönemine ait kabahatlerini örtecek, ört-bas edecek, gündeme
getirmeyecek ya da Allah onları önceki pisliklerinden kurtarmış, önceki
inanışlarından temizlemiş, arındırmış, zulmü sineye çekme, zâlimler karşısında
susma gibi tüm zillet ve meskenet anlayışlarından onları kurtarıp Müslümanlığın
izzet ve şerefini onlara göstermiştir. Yani Allah gönderdiği dinle onları
tamamen değiştirmiştir. Artık onlar kendilerine gelen hidâyetle bambaşka
kimseler olmuşlardır.
Dikkat ederseniz burada âyet-i kerîmede
önce iman edip salih ameller işleyenler, hemen arkasından da Muhammed’e
indirilenlere inananlar dendi. Zaten iman eden ve salih ameller işleyenler
Muham-med’e (a.s) indirilenlere inanmışlarken, acaba neden bir de Muhammed’e
indirilenlere iman edenler dendi? Bundan şunu anlıyoruz ki, Allah’ın Resûlü
dinde temel odak noktadır. Rasulullah Efendimizin bi’-setinden sonra artık
hiçbir kimsenin Allah’ın Resûlü’ne ve onun getirdiklerine iman etmeden Allah’a,
âhirete ve Allah’ın gönderdiği öteki ki-taplara inandım demesi onun ne
Müslümanlığına, ne de cennete gitmesine yeterli sebep değildir.
Öyleyse Rasulullah Efendimizin
peygamber olarak görevlendirilişinden itibaren Allah’a ve Allah’ın gönderdiği
Tevrat’a inandığını id-dia eden, Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’ya (a.s) inandığını
iddia eden hiçbir Yahudi ve İncil’e, Hz. Îsâ’ya inandığını iddia eden hiçbir
Hristiyan son peygambere ve onun getirdiği kitaba iman etmedikçe mü’min
sayılmayacak ve cennete gitmesi de mümkün olmayacaktır.
3. “Bu, inkâr edenlerin bâtıla uymaları
ve inananların Rabblerinden gelen gerçeğe uymalarından ötürü böyledir. Allah
böylece insanlara kendilerinin misâllerini anlatır.”
Kâfirler Rabblerinden geleni
reddederek bâtıla uymakta ve hayatlarını kendi hevâ ve hevesleriyle düzenlemeye
çalışmakta, mü’-minlerse bâtılları terk edip Rabblerinden gelene tâbi
olmaktadırlar. Zaten Allah’tan gelen hakka tâbi olmayanlar, bâtılların peşine
takılmak zorundadırlar.
Evet, yalnız Allah’ın indirdiği haktır.
Ona muhalefet eden her şey bâtıl ve sapıklıktır. Tüm insanlık bir şey üzerinde
toplanıp bu haktır deseler de, şâyet o Allah’ın indirdiğine ters düşüyorsa o
bâtıldır. Allah’ın indirdiğinin dışında hak yoktur. Allah’ın indirdiğinin
dışında hüküm de yoktur. Bu hak ve hüküm ortaya konulmadıkça da insanlar
arasındaki ihtilâfların bitmesine de imkân ve ihtimal yoktur. Allah’ın hak
olarak indirdikleriyle hükmetmedikçe yeryüzünde asla huzur olmayacaktır.
Yeryüzünde sulh ve sükun asla gerçekleşmeyecektir. İh-tilâfları çözecek,
insanların problemlerini çözecek bir tek yol, bir tek kaynak vardır. O da
Allah’ın yeryüzünde hak olarak indirdiği vahiydir. Vahye teslim olanlar
kurtulacak, bâtılları izleyenler de kahrolup
gideceklerdir.
Âyet-i kerîmede anlatılan kâfirlerin
bâtıla dayanmalarından, bâtılı izlemelerinden kasıt, Allah’ın âyetlerine,
Allah’ın âyetlerinin varlığına rağmen kendi hayatlarını sürdürme konusunda ısrar
etmeleridir. Çünkü bunlar küfretmektedirler. Küfür, örtmek, ört-bas etmek,
ka-mufle etmek, gündeme almamak, gündemden saklamak anlamlarına gelir. İşte
bunlar Allah’ın âyetlerini, işaret levhâlârının üzerini örtmüşler ve böylece
farklı istikâmetlere gitmeye çalışan zavallılar durumuna düşmüşlerdir. Allah’ın,
kullarının hayat yolları üzerine yerleştirdiği işaret levhâlârını örttükleri,
âyetleri gizleyip kamufle ettikleri için ısrarla kendi hayatlarını, kendi
anlayışlarını savunuyorlar. Âyetlere, o âyetleri kendilerine sunan Allah
elçilerine karşı kendi hayat felsefelerini, kendi hevâ ve heveslerini gündeme
getiriyor ve onu savunuyorlar. Âyetleri görmezden, duymazdan geliyor, yok etmek
istiyor, örtmek istiyorlar. İşaret levhâlârını örttükleri için de ne
yaptıklarını, nereye gittiklerini kestiremeyecek bir duruma düşmüşlerdir.
Bâtılların içine düşmüşlerdir. Gözleri vardır görmez, kulakları vardır işitmez,
kalpleri vardır anla-maz kimseler olarak hayvanlar durumuna
düşmüşlerdir.
İşte Allah böylece âyetlerini açık açık
ortaya koyarak insanların durumlarını kendilerine tanıtmaktadır. İnsanları kendi
hayatlarıyla, kendi yaşantılarıyla yüz yüze getirerek onları vicdanlarıyla
hesaplaşmaya çağırmakta ve onların akıllarını erdirmekte, akıllarını başlarına
getirmektedir.
4. “Savaşta inkâr edenlerle
karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları
esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıverin;
Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü öç alabilirdi, bunun böyle olması,
kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah kendi yolunda öldürülenlerin işlerini
boşa çıkarmaz.”
Burada da Rabbimiz savaş
esnasında mü’minlerin tavırlarını belirlemektedir. Aslında bu âyetleriyle
Rabbimiz mü’minlerin kâfirlerle karşılaşmalarını istemektedir. Küfürle imanın
çatışmasını, küfür mensuplarıyla iman taraftarlarının çatışma içine girmelerini
istemektedir. İmanla küfür arasındaki bu savaş kaçınılmazdır. Çünkü mü’minler
on-larla savaşa yanaşmasalar bile, küfür taraftarlarının kesinlikle mü’-minlerin
varlığına tahammülleri yoktur. Bakın Bakara sûresinde Rab-bimiz bu hususu şöyle
anlatır:
“Kâfirler ellerinden gelse sizi
dinlerinizden döndürünceye kadar sizinle çarpışır
dururlar.”
(Bakara
218)
Dün de bugün de kâfir budur. Eğer
ellerinden gelse, güçleri yetse, yeryüzünde bir tek Müslüman kalmayacak biçimde
sizleri dinlerinizden döndürmeye ve sizi yok etmeye çalışırlar. Tüm yeryüzü
kâfirleri yeryüzünde Müslümanın varlığına asla tahammül edemez. Hattâ bu
kâfirler işte görüyoruz İslâm’ı hiç bilmeyen, tanımayan, sadece adı Müslüman
olan, sadece atalarından kalma bir kısım âdetleri din diye yaşamaya çalışan
insanlara bile tahammül edemiyor. Adı Ahmet, Mehmet gibi Müslüman adı, ama
kafası demokratik ve laik olan insanların varlığına bile tahammülleri yoktur.
Yıllardır dünyanın her yerinde Müslüman kanı döküyorlar. Müslümanlar onlardan
bir tek kâfiri öldürdüğü zaman hemen feryadı basıyorlar, “bu Müslümanlar adam
öldürüyor! Bunlar barbardırlar!” diyorlar. Kendilerinin son elli yılda
öl-dürdükleri Müslümanın sayısını bile bilmek mümkün
değildir.
Yıllardır Filistinlileri öldürürler,
bunu yaparken kendileri haklıdır ama günün birinde kendilerinden bir tanesi
öldürüldüğü zaman Müslümanlar terörist olur. Bunlar zâlim, asi, saldırgan
insanlardır. Allah’a ve âhirete de inanmadıklarından hiçbir ölçü tanımazlar.
Kendileri oluk oluk Müslüman kanı akıtırken, öldürmek için silâhlanırken,
Müslümanları silâhtan uzak tutmaya çalışırlar.
Bu kâfirlerin her çağda tek hedefleri
yeryüzünde İslâm’ın ve Müslümanların mevcut olmamasıdır. İslâm’ın ve Müslümanın
varlığı bu kâfirlerin korkulu rüyasıdır. Bunlar şunu kesinlikle biliyorlar ki,
yeryüzünde İslâm varsa küfür asla yaşayamaz. Yeryüzünde az da olsa bu dine
inanan, bu sistemi uygulayan Allah’a inanan bir Müslüman topluluk bulundukça,
onlar bâtıl yollardan zulüm ve fesatlarından asla emin olamazlar. Müslümanın
varlığı gecenin zifiri karanlığını ortaya çıkaran gündüzün varlığı gibidir. Onun
içindir ki kâfirler yeryüzünde bir tek Müslümanın varlığına bile tahammül
edemezler ve şu anda tüm çıplaklığıyla müşahede ettiğimiz gibi, Müslümanları yok
etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Hattâ yeryüzünde bir tek
Müslüman kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecektir
derler.
İşte onların bu durumlarını en iyi
bilen Rabbimiz, burada mü’-minlere buyurur ki: “Ey müminler, kâfirlerle
karşılaştığınızda onların boyunlarını vurun. Yeryüzünde onların güçlerini kırın.
Onları tepeledikten sonra kalanlarını da sımsıkı bağlayın. Onları esir edin.
Hattâ savaş ağırlıklarını koyuncaya kadar. Yani savaş özelliğini kaybedip sulh
ve sükun ortamı gerçekleşinceye kadar onlara böylece davranın.”
Bu âyet-i kerîmede Rabbimizin “savaş
ağırlıklarını koyuncaya kadar” ifadesini nasıl anlayacağız? Birinci manasını
demeye çalıştım. Yani savaş bitene, savaş, savaş olma özelliğini kaybedene kadar
de-mektir. Bir başka manasını da Allah Resûlü’nün bir hadislerinden an-lıyoruz.
Peygamberimiz buyurur ki:
“Kıyamet alâmetlerinden Ye’cuc ve
Me’cüc çıkıncaya kadar mü’minler asla harp ağırlıklarını
koymayacaktır.”
Başka bir hadislerinde de: “Cihad kıyamete kadar devam
edecektir.” buyurmaktadır. Evet, cihad kıyamete kadar geçerlidir. Bir
başka âyette de yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din (Hayat tarzı, hayat
programı) sadece Allah’ın oluncaya kadar cihadın devam edeceği anlatılır.
Öyleyse iman cephesiyle küfür cephesi arasındaki bu savaş kıyamete kadar sürecek
ve kıyamete kadar savaş ağırlıkları da bırakılmayacaktır.
Allah isteseydi onlara galip gelirdi.
Allah isteseydi tek başına onları yenerdi. Allah dileseydi tek başına onlardan
zafer elde ederdi. O, “ol” dediği zaman her şey olacaktır zaten. “Ol” demesiyle
her şeyi oldurandır Allah. Sizin savaşmanıza gerek kalmadan da düşmanlarını yok
edecektir Allah, ama sizi birbirinizle sınamak, sizi birbirinizle denemek
istiyor.
Sürekli insanın hatırına şu soru
geliyor: Rabbimiz bu ve benzeri âyetlerinde kâfirleri tek başına yok edeceğini,
kâfirler karşısında mü’minlerin yanında, mü’minlerin safında olduğunu, kâfirlere
karşı mü’minlere yardım edeceğini anlatıyor. Peki, hâl böyleyken acaba ne-den
mü’minlerin onlarla savaşmalarını istiyor Rabbimiz? Acaba neden mü’minlerin kâfirlerle savaşa
katılarak ölümle, yaralanma ile, çeşitli sıkıntılar, çeşitli fedâkârlıklarla
karşılaşmalarını istemektedir? Hal-buki netice bellidir. Mü’min kulları ölmeden,
öldürmeden Allah neticeyi gerçekleştirebilirdi. Acaba bunun hikmeti
nedir?
İşte bunun hikmeti bu âyet-i kerîmede
anlatılmaktadır. Bir kere Rabbimiz bu dâvâyı omuzlayan mü’minlerin miskin ve
uyuşuklardan olmasını istemiyor. Yan gelip yatarak zafer bekleyenlerden
olmalarını istememektedir. Zaten böyle kazanılmış zaferlerin kaybedilmeleri de
çok kolaydır. Allah bir takım mahrumiyetlere, bir takım sıkıntılara katlanarak
zafere ulaşmalarını istemektedir. Çünkü ucuz kazanılan şeyler çabuk kaybedilir.
Karşılığında bir bedel ödeyerek kazanılan şeylerin ise kıymeti
bilinir.
Bir de bu âyet-i kerîmede ifade
edildiği gibi, Allah kimimizi ki-mimizle denemek ve bilemek istemektedir.
Gerçekten de hikmet sahibi Rabbimizin hikmet dolu müthiş bir yasasıdır bu.
Rabbimiz bizi bi-lemek istiyor. Savaş, insanların bilenmesi demektir. Herhangi
bir aleti keskinleştirmek isterseniz onu bilersiniz. Herhangi bir aleti bilerken
ondan bir şeyler götürürsünüz ama onu bilemiş olursunuz. Bilenen aletten bir
şeyler gider, bir kısım parçalar kopar ama artık o daha par-lak ve daha keskin
hale gelmiştir. İşte savaşlar da böyledir. Bir şeyler kaybeder Müslümanlar
savaşta ama bununla bilenirler. Daha canlı, daha güçlü hale gelirler. Tıpkı her
budanmanın sonunda daha da gençleşen ağaçlar gibi.
Biliyoruz ki savaşlar nice mü’minleri
bilemiş, nice kâfirleri diriltmiştir. O savaşlarda nice mü’minler bilenirken
nice kâfirler de İslâm’la buluşup diriliği yudumlamıştır. Mü’minleri bileyen
savaşlar kâfirleri de uyandırmıştır. Nasıl?
Savaş meydanlarında kendilerinin
dünyayı, hayatı, yaşamayı sevdiklerinden kat kat fazlasıyla, karşılarındaki
mü’minlerin ölüme ve şehadete koştuklarını gören nice kâfirler, İslâm’la tanışma
imkânı bul-muş, dirilişe ermişlerdir. Allah için nelerin fedâ edilebileceğini,
nelerin göze alınabileceğini gören nice kâfirler hidâyete
ermişlerdir.
Sonra yine muharebe meydanlarında
gözlerinin önünde kendilerinden sayıca kat kat azınlıkta olan mü’minlerin
Allah’ın yardımıyla kendilerine galip geldiklerini, Allah’ın melekleriyle nasıl
onların yardımlarına ulaştığını gören nice kâfirin kalbinde fetihler meydana
gelmiş ve imana yollar açılmıştır.
Yine savaş meydanlarında mü’minlerin
mertliklerini, hasbîliklerini, takvalarını, Allah adına hareketlerini ve
Rabblerinin yasalarına teslimiyetlerini görüyor ve hiç de kendilerine benzemeyen
Müslümanların nefesleriyle dirildiklerini hissediyorlar. Yani savaş esnasında
bile Müslümanların Allah yasalarını uyguladıklarını görüyor ve o yasalara iman
etmek zorunda kalıyorlar. Müslümanlar mağlup olsalar bile, ellerine esir
düşseler bile onların sabırlarını, metanetlerini, Allah için katlandıklarını
görmeleri bile onların dirilmelerine sebep oluyor.
İşte Allah hem kâfirleri diriltmek ve
hem de mü’minleri bilemek istiyor. Onun için mü’minlerin savaşmalarını istiyor.
Daha bilemediğimiz nice hikmetlerle Rabbimiz savaş yasasını
koyuyor.
5, 6.
“Onları doğru yola eriştirir, durumlarını düzeltir. Onları, kendilerine
anlattığı cennete koyar.”
Allah böylece kendi yolunda kendi
dini adına, kendi arzularının hâkimiyeti adına savaşarak şehid olan kullarını
doğru yola ulaştıracak, onların amellerini boşa çıkarmayacak, dünyada da ukbâda
da onların amellerini hedefine ulaştıracaktır. Onların yaptıkları yatırımların
hiçbirisi boşa gitmeyecektir. Kâfirlerin aksine Allah onların döktükleri terleri
bile değerlendirecektir. Onların nefesleri bile dâvâlarını diri tutmaya devam
edecektir.
Onlar bize sürekli mesajlar vermekte ve
Allah’ın dinini canlılıkla muhafaza ettirmede en büyük rolü oynamaktadırlar.
Yani şehidin sürekli bizim karşımızda, bizim dünyamızda yayın yaptığını ve
yaptığı yayınlarla sürekli olarak bize bunu hatırlattığını görüyoruz. Lâkin
hayatta olan, canlı olan birilerinin, hattâ en büyük âlimlerin, hocaların dahi
böyle bir mesaj veremediklerini de biliyoruz. Meselâ bakın hiçbir kimsenin
hiçbir mesaj vermediği bir ortamda, herkesin durgun, statik hayat yaşadığı bir
ortamda, yıllar önce ölen ve de adı Yâsîn sûresinde ebedîleşen adsız bir şehidin
sürekli olarak bize verdiği mesaj bakın şöyle :
“Keşke kavmim bir bilebilseydi Rabbimin
bana mağfiret ettiğini ve de beni mükramundan, ikrama boğulanlardan
kıldığını.”
Bu büyük bir şeref, bu büyük bir ecir
ve büyük bir nîmettir. İşte şehidin, Allah yolunda ölen birinin canlılığını
koruduğunun ve sürekli bize mesaj ulaştırdığının bir kanıtı ve ispatı...
Kıyamete kadar Yâsîn sûresini okuyan herkese ulaştırılan bir mesaj… Görünüşte
ölmüşler bunlar, toz toprak olmuşlardır, adları sanları kalmamış, nerelerde
oldukları da belli değildir. Ama dünyanın her bir yerinde canlarını Allah için
fedâ etmiş olan, Allah’tan başka İlâh olmadığının şehadetini canlarıyla ispat
eden bu insanlar, Allah’ın ölü demeyi yasakladığı bu varlıklar, bu kutlu
şehitler sürekli bize mesaj sunuyorlar.
Bakın Âl-i İmrân sûresindeki âyette de
bu diriliğin ve bize mesaj sunuşun açıklanmasını şöyle
görüyoruz:
“Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilâkis Rableri katında
diridirler. Allah’ın bol nîmetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde
rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku
olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek
isterler.”
(Âl-i İmrân
169,170)
Allahu Teâlâ onlara o kadar fazl ve o
kadar nîmet veriyor ki, onlar bunlarla sevinip coşuyorlar. Arkalarından henüz
onlara kavuşmamış olanlara da müjdeler veriyorlar.
“Onlar Allah’tan olan bir nîmeti,
bolluğu ve Allah’ın, mü’minlerin ecrini zâyi etmeyeceğini müjdelemek
isterler.”
(Âl-i İmrân
171)
Onlara korku da, mahzun olmak da, keder
ve sıkıntı da yok. Cehenneme gitme korkusu yok, cenneti kaybetme üzüntüsü de
yok.
Yine Allah’tan bir nîmet, bir fazilet,
bir üstünlüğü müjdeliyorlar. Allahu Teâlâ’nın mü’minlerin hiçbir zaman
ecirlerini zayî etmeyeceğinin mesajını veriyorlar.
Bu âyetler ölümle hayatın
bitmeyeceğini, hayatın devam edeceğini ve hayatlarını Allah adına infak eden
kimselerin amellerinin hiç-birisinin zayî olmayacağını anlatır. Kâfirlerin
amellerinin boşa gideceğini anlattıktan sonra, Rabbimiz burada da onların
tamamen zıddına mü’minlerin amellerinin zayî olmayacağını
anlatmaktadır.
Şehid, dâvâsına başını koyacak kadar
şehadet eden kişi demektir. Şehid, dâvâsının, başkalarının dirilişi için canını
fedâ eden kişi demektir. Şehid diridir. O yüzden şehidler ölüler gibi
yıkanmazlar. Yı-kanmak ölünün cesedini temizlemek demektir. Onlar zaten temiz
oldukları için yıkanmazlar. Cenaze namazları da kılınmaz onların, çünkü onlar
ölmemişlerdir. Kefenleri şehitlik elbiseleridir. Yaşarken giydikleri elbiseleri
ölürken de giyerler. Zira onlar öldükten sonra da
yaşarlar.
Diridirler onlar, zira onlar
yakınlarını diriltirler. Onların ayrılıkları yakınlarını asla üzmez, ayrılıkları
arkalarında kalanlara asla zor gel-mez.
7: “Ey inananlar! Siz Allah’ın dinine
yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit
kılar.”
Ey iman edenler! Ey ben de
mü’minim diyenler! Eğer mü’-minseniz bu sese kulak verin. Eğer sizler Allah’ın
dinine yardım ederseniz, Allah’ın dininin ikamesi adına çaba gösterirseniz, O da
size yardım edecek ve sizi zafere ulaştıracaktır. Sizin ayaklarınızı sağlam ve
sabit kılacak, cennet yolunda sizin ayaklarınızı kaydırmayacaktır.
Âyet-i kerîmede Allah’a yardımdan söz
ediliyor. Peki acaba Allah’a yardımı nasıl anlayacağız? Tirmizi’de rivâyet
edilen bir hadisi şerifte Allah’ın Resûlü Abdullah İbni Abbas’a der
ki:
“Evlâdım! Sana bir kaç kelime
nasihatim var. Allah’ı koru ki o da seni korusun, Allah’ı gözet ki o da seni
gözetsin...”
Peki Allah nasıl korunacaktır?
Yine bir hadis-i kudside Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Kıyamet günü Cenâb-ı Hak kuluna
buyuracak ki: “Kulum sen dünyada iken ben hasta idim de sen benim zi-yaretime
gelmedin! Yolumu kaybetmiştim de bana mihmandarlık yapmadın! Ben yoksul
kalmıştım da beni doyurup giydirmedin!”
Peki Allah nasıl ziyaret
edilecek? Allah nasıl doyurulup giydirilecek?
İşte tüm bunları Allah’a yardım gibi
anlayacağız. Allah’a yardım, Allah’ın dinine yardımdır. Allah iman, amel, ihlâs
ve ihsan ile ko-runacaktır. Allah’a yardım, Allah’ın emirlerini icra ve
nehiylerinden ka-çınmakla gerçekleşecektir. Allah’a yardım, Allah’ın dininin
hâkimiyeti adına çalışıp çırpınmakla gerçekleşecektir. Allah’ın dininin
hâkimiyeti adına mal ve can feda etmekle gerçekleşecektir. Rabbimiz tarafından
korunmayı, düşmanlarımız karşısında ayaklarımızın sabit tutulup zafere ulaşmayı
istiyorsak, biz de Allah’ın dinine yardım edeceğiz. Değilse hâşâ Allah’ın bizim
yardımımıza asla ihtiyacı yoktur. Çünkü dininin hakim olacağını zaten Allah
müjdelemektedir. Ama bizlerin kendi lehimize Allah’ın dininin hâkimiyeti adına
vereceğimiz yarım hurma, dökeceğimiz birkaç damla ter ve kan, bizim cennet
yolunda ayaklarımızın kaymamasına, cennete ulaşmamıza sebep
olacaktır.
Peygambere yardımı da böyle anlıyoruz.
Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz bizden peygamberlerine de yardım
istemektedir.
Peki acaba Peygamberlere yardımı nasıl
anlayacağız? Acaba ne kastediyor Cenâb-ı Hak bununla? Meselâ bir düşman grubu
var elli atmış kişilik ve farz edin ki onlarla ben kesin dövüşeceğim. Şimdi
böyle bir durumda sizlerin bana yardım etmeniz ne demek? Onlardan birkaçını da
sizin haklamanız değil mi? İşte benim böyle bir durumdayken sizin bana bu
şekildeki yardımınız ne demekse, Peygambere yardım da o demektir. Peygambere
yardım da o şekilde yapılacaktır. Nasıl yani? Hani Peygamberler küfür karşısında
küfre dimdik kalkan olmuşlar, küfre asla geçit vermemişlerdir ya, işte biz de
aynısını yapıvereceğiz, biz de öyle oluvereceğiz, biz de aynı rolü
üstlenivereceğiz; böylece Peygamberlere yardım etmiş
olacağız.
Meselâ bakın bir mü’min kişi vardı
Firavun hanedanından, Fi-ravun’un sarayında bir süre imanını gizlemişti. Nihâyet
Firavun ve adamları Hz. Mûsâ’yı öldürme kararı alınca, artık bu durumda imanını
gizlemenin anlamı kalmamıştı. Hemen harekete geçti, kendisini onların önüne attı
ve vücudunu Hz. Mûsâ’nın önüne kalkan yaparak: “Sizi, sizden hiçbir ücret
istemeden Allah’a çağıran salih bir peygamberi öldürmeye mi kalkışıyorsunuz!
Bunu asla yapamazsınız! Yapamayacaksınız!” diye haykırarak peygamber mesajını
savundu. İşte böylece kendini fedâ ediyor ama peygambere de destek
veriyordu.
Yine Yâsîn sûresinde şehrin çok
uzaklarından koşup gelen bir mü’min de peygamberin yalanlandığı bir ortamda
peygamberlerle beraber onların sözünün bittiği yerde cesurca tevhidi ortaya
koyuyor ve peygamber fonksiyonuna sahip çıkıyordu. Hem de kendisini bu uğurda
fedâ edecek biçimde.
Hz. Fatıma anamız Hz. Ömer’in
karşısında haykırırken kendini savunmaktan çok Resul-i Ekrem’e yardımcı
oluyordu. Resul-i Ekre-m’in geliş gayesine yardımcı olamaya
çalışıyordu.
Demek ki peygamberlere yardım, onların
görevlerine yardım şeklinde olur. Yani peygamberler dünyada Allah’ın istediği
adâleti gerçekleştirmek, insanların dünyada Allah’ın istediği hayat programını
yaşamalarını sağlamak, insanların cennet yollarını açmak, cehennem yollarına
barikatlar koymak için gelmişlerdir. İnsanların yeryüzünde Rabb olarak Allah’ı,
din olarak İslâm’ı, kitap olarak Kur’an’ı ve bu konuda örnek olarak da Hz.
Peygamber’i tanımaları için gelmiş olan Peygamberin bu görevini, bu fonksiyonunu
kendimize görev edinir, dert edinir, iş edinir, din edinirsek biz de onlara
yardımcı olmuş oluruz. Onların inandığına inanır, yaptıklarını yapar,
sevdiklerini sever, reddettiklerini de reddedebilirsek, varlıklarını ve
programlarını kendimize program kabul edebilir, isteklerine köstek değil destek
olabilirsek, o zaman biz de onlara yardımcı oluruz. Değilse ona ve onun
ge-tirdiği mesaja karşı kör ve sağır kesilirsek, o zaman bizde peygamberi
öldürüyoruz demektir. Peygamber bizim ilgisizliğimiz yüzünden öldürülüyor
demektir.
Birileri eğitim programlarıyla,
birileri kılık-kıyafet kanunlarıyla, birileri hayat programlarıyla onun yolunu,
onun sünnetini, onun anlayışını yok etmek, toplumdan silmek isterken, biz de
beri tarafta buna seyirci kalıp onların işlerini kolaylaştırmak yerine onun
sünnetini öğrenip, yaşayıp, müdafaa durumuna gelirsek o zaman biz de ona yardım
ediyoruz demektir.
Evet işte Allah’a yardım ve Allah’ı
korumak budur. Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanmak, Allah’ı Allah’ın
kendisini Kitabında bi-ze anlattığı mükemmel sıfatların sahibi ve noksan
sıfatlardan münezzeh olarak inanmak, Allah’ın gönderdiklerine Allah’ın istediği
biçimde iman etmek, emirlerini yarine getirip nehiylerinden kaçınmak, O’na onun
istediği biçimde kulluk yapmak, sevdiklerini sevmek, düşman-larını düşman
bilmek, rızası sebebiyle razı olmak, gazabıyla gazap-lanmak hasılı tüm hayatı
onun istediği biçimde değerlendirmektir.
Tabii ki Allah’ın hukukunu koruyabilmek
için, Allah’ın dinini muhafaza edebilmek için elbette Allah’ın hukukunu ve
dinini tanımak şarttır. Allah’ın kitabını koruyabilmek için kitabı tanımak
şarttır. Allah’ın kitabını Allah’ın yasalarını tanımayan bir kimsenin onları
koruması ve savunması mümkün değildir. Birileri bozuk para gibi Allah’ın
âyetlerini harcarken, birileri kendi hukuklarını yerleştirebilmek için, kendi
yasalarını hakim kılabilmek için Allah yasalarını ezip bozarken Allah
yasalarından habersiz yaşayan insanların beri tarafta seyretmesi kaçınılmazdır.
Bilmeli ki insan koruyabilsin. Öyleyse Allah’ın ki-tabını tanımak zorundayız.
Allah’ın yasalarını bilmek zorundayız ki onlara sahip
çıkabilelim.
8,9.
“İnkar edenlere ise, yıkım ve yokluk olsun! Allah onların işlerini boşa
çıkarır. Bu, Allah’ın indirdiklerini beğenmediklerinden ötürüdür. İşlerini Allah
bunun için boşa çıkarmıştır.”
Yok olsun o kâfirler! Zaten Allah
onların tüm amellerini boşa çıkarmıştır. Onların tüm yaptıkları boşa gitmiştir.
İşte böyledir, çünkü onlar Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmadılar, Allah’ın
indirdiklerinden tiksinip nefret ettiler. Namazdan, tesettürden, Allah’ın
istediği şekilde bir hayat yaşamaktan tiksindiler. Allah da bu tavırlarından
ötürü onların tüm sa’ylerini, tüm çabalarını boşa çıkardı. Onların amellerinin,
ya-tırımlarının, projelerinin tümünün nasıl boşa çıkarıldığı daha önceki
âyetlerde açıklanmıştı.
Bunların yaptıklarının, yapacaklarını
tamamı boştur. Çünkü bunlar gönüllerini İslâm’dan ve kulluktan soğutmuşlar,
Allah’tan, Allah’ın dininden, Allah’ın kendilerine gönderdiği hayat programından
hoşlanmamışlar, kendilerine başka başka hayat programları aramışlar,
peygamberden nefret etmişler, kitaptan tiksinmişler, namazı, orucu, haccı,
zekâtı beğenmemişlerdir. İdama gidiş bilmişlerdir mescide gidişi. İşte bunun
içindir ki Allah onların tüm amellerini boşa çıkarmıştır. Kur’an’ın başka
yerlerinden öğreniyoruz ki, haktan, Allah’tan gelenlerden nefret eden bu
alçaklara Rabbimiz pisliği, necaseti sevdirmiş, onlardan razı olacak hale
getirmiştir.
Şimdi bu durumda kendimizi bir
sorgulayalım. Eğer İslâm’dan razı değilseniz, eğer Kur’an sizi sıkıyorsa, eğer
hadislerden zevk al-mıyorsanız, eğer Kitap ve Sünneti öğrenmeye isteksizseniz,
namazdan, abdestten, tesettürden, haccdan, zekâttan hoşlanmıyorsanız, eğer
mü’minlerle beraberlik sizi sıkıyorsa, eğer dinden, âyetten, peygamberden
bahsetmekten sıkılıyorsanız, Cenâb-ı Hakkı hatırlamak, âhireti, hesabı, kitabı
düşünmek size zevk vermiyorsa o zaman kesinlikle söyleyebilirim ki siz bir
pislik içindesiniz, siz necasetten hoşlanıyorsunuz. Halbuki Allah onu kâfirlere
yazmıştır, durumunuzu bir daha gözden geçirin. Çünkü sevdikleriniz,
beğendikleriniz, razı olduklarınız Allah’ın sevip sizin adınıza gönderdiği
şeyler değildir. Halbuki bizim hayatımız için en güzelini, en doğrusunu, en
sevilmesi gerekeni gönderen Allah’tır.
Din adına, hayat adına en güzelini,
hayat programı ve sistem adına en güzelini, hukuk, eğitim, kanun, kazanç, eşya,
ev tefrişi adına en güzelini Allah’ınki bilmiyorsanız, Allah’ınkinden hoşlanıp
razı ol-muyorsanız, bunları insanlardan veya toplumdan almaya, Avrupa’-dan,
Amerika’dan, İsviçre’den, Fransa’dan almaya çalışıyorsanız, bi-lesiniz ki siz
kesin hidâyetten çıkmış pisliğe batmış insanlarsınız. Bir de utanmadan
İslâm’dan, Müslümanlıktan söz ederek Müslümanların mukaddes mefhumlarını
kirletmeyin. Peki niye böyle oluyor? Neden böyle pislik içindesiniz? Çünkü
En’âm’da Allah öyle diyor da ondan:
“İşte biz böylece kâfirlere pisliği, rics’i
yazdık, sevdirdik.”
(En’âm 125)
İşte Allah böylece inanmayan kâfirlere
pisliği yazmıştır. Pislikten hoşlanma ve hayırdan hoşlanmama onların vazgeçilmez
özelliğidir. İşte böylece, Allah inanmayanları bataklılar, pislikler içinde
bocalar bir vaziyette bırakıverir. Allah kâfirlere kötülüğü yazıyor. Çünkü
on-lar hep kötülükten yana olmuşlardır. Çünkü onlar oylarını hep kötülükten yana
kullanmışlardır. Çünkü onlar hidâyetten nefret edip dalâleti tercih etmişlerdir.
Çünkü onlar bunu istemişler, iradelerini bu istikâmette kullanmışlar, kötülükten
razı olmuşlar, kötülüğün peşinde olmuşlar, Allah da onlara bunu yazıvermiştir.
Kötülüğü onların vazgeçil-mez özelliği yapıvermiştir.
10. “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden
öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları ye-re
geçirmiştir; inkârcılara da onların başına gelenin benzerleri
vardır.”
Bu adamlar yeryüzünde gezip
dolaşmıyorlar mı? Kendilerinden öncekilerin başlarına nelerin geldiğini
görmüyorlar mı? Allah’ın indirdiklerini beğenmeyerek âdeta Allah’la savaşa
tutuşurcasına kendi bildikleri gibi yaşamaya çalışan Âd, Semûd, Lût kavmini
görmüyorlar mı? Allah’ın onlar üzerinde gerçekleştirdiği yıkım sonucu onları
yerle bir ettiğini, azabının onların başında patladığını görmüyorlar mı? Allah’a
kulluktan kaçan, Allah’ın hayat programını beğenmeyerek kendi kendilerine hayat
programı yapmaya çalışan kâfirlerin medeniyetlerini, villalarını, yatırımlarını
kendi üzerlerine nasıl yıktığını, müstekbir-lerin gururlarını nasıl kırdığını ve
Allah’a iman edip onun hayat programına teslim olan mustaz’aflara izzet ve şeref
verirken, izzetli gibi görünenleri de nasıl yerin dibine batırdığını görmüyorlar
mı?
Ey Kur’an’ın muhatapları şimdi sizler
görmüyor musunuz şu harabeleri? Görmüyor musunuz mezarlıkları? Görmüyor musunuz
Rabblerine isyan ederek bir hayat yaşayanların sonlarını? Halbuki Kur’an’ın
başka âyetlerinde görüyoruz ki, Allah onları sizi yerleştirmediği biçimde
yeryüzüne yerleştirmiş, onlara gökten bol bol yağmurlar yağdırmış, altlarından
da ırmaklar akıtmıştı. Size vermediği malı, mülkü, serveti, samanı, gücü,
kuvveti, vücudu, cüsseyi, boyu-posu onlara vermişti. Onlara dünyada her türlü
üstünlük sebepleri verilmişti. Ama onlar günâhlara daldılar. Tüm bu nîmetlerin
vericisini unuttular. Rabb-lerinin kendilerine gönderdiği hayat programından
habersiz bir hayat yaşamaya başladılar. Rabblerinin elçilerine ve o elçilerin
Rablerinden kendilerine getirdiği mesajlara ilgisiz yaşamaya başladılar.
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle mücâdeleye tutuştular.
Allah’ın gönderdiklerini
reddettiler. Allah’ın kendileri için seçtiklerinden memnun olmadılar. Allah’ın
yasalarını beğenmediler. Kitaba ve peygambere rağmen kendi kendilerine hayat
programı yapmaya kalkıştılar da, biz onları yakalayıverdik ve topunu helâk
ediverdik. Kendilerine azabımız geldiği zaman da tüm bu imkânları, güçleri,
kuv-vetleri, boyları-posları, medeniyetleri, ekonomik güçleri onlara hiçbir
fayda sağlamadı. Onların topunu helâk ettik ve arkalarından denemek, imtihan
etmek için başka bir nesil getirdik. Fakat onlar da öncekilerden ibret almayarak
benzer tavırlar takınınca, öncekiler gibi onları da yok ettik.
Öyleyse ey şu anda bu Kur’an’ın
muhatapları! Örneklerini sun-duğumuz toplumların başlarına gelenlerin sizin de
başınıza gelmesinden sakının! Sizin onlardan farklı hiçbir yanınız, hiçbir
ruçhaniyetiniz yoktur. Allah katında sizin onlardan faklı, onlardan üstün hiçbir
yanınız yoktur. Öyleyse bilesiniz ki, Allah yasalarında kesinlikle değişme
olmaz. Üstelik sizin şu anda yalanladığınız, değer vermediğiniz,
ilgilenmediğiniz, sırt döndüğünüz peygamber, onlara gönderilenlerden daha
kerîmdir. Öyleyse dikkat edin, sizin şu andaki durumunuz, onlarınkinden daha
kritik, daha tehlikelidir.
11. “Çünkü Allah inananların sahibidir.
Kâfirlerin ise sahibi yoktur.”
İşte böyle, Allah mü’minlerin
velîsidir. Mü’minlerin boyunlarındaki kulluk ipinin ucu Allah’ın elindedir.
Allah, mü’min kulları adına aldığı kararlarla onlara yardım ve desteğini
ulaştırmaktadır. Ama kâfirlerin velîsi, destekçisi, yardımcısı yoktur.
Kâfirlerin velîsi şeytandır. Onlar, velîlerinin gittiği yere gideceklerdir. Hal
böyleyken, velîleri Allah olan mü’minlerle kim baş edebilecektir? Kim
mü’minlerin karşısında durabilecektir? Bu kâfirlerin silâhları sakın gözünüzü
korkutmasın. Hiç bir silâh Rabbinize karşı duramaz. Onun meleklerinin karşısında
hiçbir güç dayanamaz. Mevlâ’sı, koruyucusu Allah olan mü’minlere hiçbir güç kafa
tutamaz.
Ama heyhat ki Allah’ın bu âyetlerinden
habersiz yaşayan, gerçek güç kaynağıyla, gerçek güç kaynağının kitabıyla irtibat
kuramayan, bunun için de Allah’ın bu yasalarını bilmeyen Müslümanlar bugün
kâfirlerden korkmaktadırlar. Bu âyetler bize cesaret vermediği gibi, bu
âyetleri, bu yasaları kâfirlere duyuramadığımız için onları da
korkutamıyoruz.
12. “Doğrusu Allah, inanıp yararlı
işler işleyenleri içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Durakları ateş
olduğu halde kâfirler, zevklenirler ve hayvanlar gibi
yerler.”
Allah, inanan ve inancını
yaşamaya çalışan, inanan ve inancını salih amel olarak hayatında görüntüleme
kavgası veren mü’minleri altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır.
Kâfirler ise dünyada hayvanlar gibi zevklenirler, hayvanlar gibi yer, içerler ve
en sonunda da durakları, barınakları olan cehenneme dönerler. Son durakları
ateştir.
Başından beri sürekli mü’minlerle
kâfirleri her yönden mukayese eden sûrenin bu bölümünde de dikkat ederseniz,
sonuçları, âhiretleri bakımından mü’minlerle kâfirler arasında bir değerlendirme
görüyoruz. Âkıbetleri yönünden mü’minlerle kâfirler birbirlerinden farklıdırlar.
Dünyada, dünya nîmetlerinden istifade açısından her iki taraf da birbirine
benzerken, yaşadıkları bu hayatın sonunda karşılaşacakları âkıbetler açısından
farklıdırlar. Mü’minler, altlarından ırmaklar akan cennetlere uçarken, kâfirler
de cehenneme akacak, cehenneme dolacaklardır. Velâyetlerini Allah’a verip
hayatlarını onun belirlediği yasalar çerçevesinde yaşayanlar, velîlerinin
kendilerine hazırladığı konuklara yerleştirilirken, velâyetlerini Allah’a
vermeyerek kendi ellerinde tutanlar, kendi hayatlarını kendileri düzenlemeye
kalkışanlar ya da velâyetlerini Allah’tan başkalarına verip onların kendileri
adına belirledikleri yasalara tâbi olanlar da sonunda velîlerinin gittiği yere
gitmek zorunda kalacaklardır. Çünkü o velîlerin hiçbirisinin o kullarına
sunabilecekleri cennetleri yoktur.
İnsan, kime kulluk ettiğini ve kulluk
ettiği varlıktan sonunda ne beklediğini çok iyi düşünmek zorundadır. İnsanlar
kime kul olduklarını, kul oldukları varlıktan ne beklediklerini bir
düşünsünler!! Ya da kendisine kulluk yaptıkları varlıkların yarın kendilerine
neler sunabileceklerini, neler ikram edip ne ceza verebileceklerini
düşünsünler...
Çevrenin, modanın, âdetlerin, toplumun
kulu olan insanlar. Meselâ kayınpederinin, ağasının, patronunun, âmirinin,
müdürünün kulu olan insanlar, olsa olsa bu insanların tüm varlığına sahip
olabilirler, onların tüm statüsünü elde edebilirler değil mi? Başka ne
yapabilirler ki? Birilerine kul-köle olanlar, onların sözünden çıkmayanlar olsa
olsa ancak onların sahip olduklarına sahip olabilirler değil mi? Daha başka bir
şey veremezler. Hadi bunu biraz daha büyütelim ve diyelim ki, o kul olduğumuz
kişi bize tüm dünyayı verebilecek güçte birisi olsa ve tüm dünyayı kendisine
kulluk edene verse, ne kadar süreyle verebilir onu bize? Ölünceye kadar değil
mi? Tüm dünyayı verse bile, bu saltanat biz ölünce biter değil mi? Peki aksini
yapıp onu dinlemezse, ona kul-köle olmazsa, diyelim ki ceza verecektir, peki ne
kadar ceza verilebilir? Dünyada onun verebileceği ceza en fazla ölümdür. Ölünce
bu ceza bitecektir değil mi?
İşte Allah’tan başkalarının
kendilerine kulluk yapanlara verebilecekleri mükafat da, ceza da budur. Peki ya
Allah’ın kendisine kulluk edenlere vereceği mükafat ve ceza nedir? İşte şu anda
üstünde gezip dolaştığınız on dünya büyüklüğünde bir cennet, üstelik ölümle de
son bulmayacak, ebedîyen kaybedilmeyecek bir devlet ve işte ölümle de kurtuluşu
olmayan, ebedîyen içinde kalınacak bir cehennem. Varın ikisini siz mukayese
edin. Mukayese edin de, kime kulluk yaptığınızı ve kulluk yaptığınız varlıktan
ne beklediğinizi iyice anlayın…
Meselâ; ben çevremden birisinin
dediğini iki etmesem, her de-diğinin peşinde koşsam, kulu-kölesi olsam,
ayaklarına kapansam, eşiğinde yatsam kalksam. Beni bu vaziyette gören birisi
bana dese ki: “Hayrola ya! Nedir bu senin yaptığın?” Ben de: “Ya bu adamın
İstan-bul’da 10 tane villası var, bu kulluğumun karşılığı olarak üçünü bana
verecektir her halde. Sekiz helikopteri var, herhalde ikisini bana ayıracaktır.
Almanya’da on beş eyalet onun, herhalde üçünü bana ve-recektir. Almanya’daki
eyaletlerin hepsini de bana verebilir,” desem, kazandıklarımı ve kaybettiklerimi
hesaplayın bakalım… Bana bunları kaç yıllığına, ne kadar süreyle verebilir? Ben
onun verdiklerine ne ka-dar süreyle sahip olabilirim? Ölüme kadar değil mi?
Rabbim ise, ben ona kul-köle olursam, kullukta en son sırada yer alsam bile, on
dünya kadar bana mülk lütfunda bulunacaktır.
Unutmayalım ki birilerine kul-köle
olanlar, ancak onların ikramlarına ulaşabilirler; çünkü kural budur. Dünyada
herkes kölesini besler. Güçlü, kuvvetli, dinç bir köle, iyi bir hizmetçi, iyi
bir koruyucu anlamına gelecektir. Ya da bu bir kanundur; çünkü Allah da
kullarını, kö-lelerini destekleyip onları izzet ve ikrama boğuyor. Öyle ise biz
kimin kölesi olduğumuzu, kimin arzularına boyun büküp, hatırını kazanmaya
çalıştığımızı, kimden ne beklediğimizi iyi düşünelim. Allah’ın kendisine kulluk
yapan kullarına ödeyeceği ücret işte böyledir.
Dünyanın on katı bir cennet, ama
dünyadakilerle mukayese edilmez nîmetlerle dolu bir cennet. Ölümle sınırlı da
değil. Ebedîyen içinde kalabileceğim bir cennet.
Öyle olacaktı tabii; herkes kölelerine
ikram eder, herkes kölelerini mükafatlandırır. Ebrehe kendisine itaat adına
geldiğini zannettiği peygamberimizin dedesini ikrama boğmaya çalışıyordu. Çünkü
kendi zannınca kendisine itaat ve hizmete dönecekti bu ikramları. Çoban köpeğine
yal çalar, köpeğinin karnını iyice doyurmak ister. Çünkü do-yurduğu o köpek
kendisini koruyacaktır. Adam işçisine iyi bakar, çünkü hizmeti kendisine
dönecektir. Adam koyunlarını iyi doyurur niye? Süt verecek… ABD de bazen
kölelerine, koyunlarına ikramda bulunur. Neden? Çünkü sonunda sütlerini sağacak
da ondan. Yani sen onların köleliğini kabul et yeter ki! Onlar sana neler yapmaz
neler?!
Mü’minler Rabblerine kulluk ederler ve
sonunda bu kulluklarının karşılığını da bulacaklardır. Kâfirler ise dünyada
sadece yerler, içerler. Hem de hayvanlar gibi yerler, içerler. Sadece yemek
içmek, hayvanların özelliğidir. Yemek için yemek, içmek için içmek. Kulluk için,
ihtiyaç için değil önüne gelen hiçbir şeyi reddetmeden yemek iç-mek, hayvan
karakteridir. Halbuki mü’min asla böyle değildir. O önüne gelen her şeyi yemeden
yana olmaz. Onun yemesinde ve içmesinde bir sınır, bir durak noktası vardır.
Hattâ Allah’ın Resûlü bir
hadislerinde:
“Kişinin canının çektiği her şeyden yemeye çalışması
israf olarak ona yeter”
buyurmaktadır. “Efendim, tüm bu
nîmetler yenmek ve içmek için yaratılmamış mıdır? Yemeyelim mi yani?” Bütün
kadınlar da evlenmek için yaratılmışlardır ama bir sınır var değil mi? Hepsinden
isti-fade hakkımız yoktur değil mi? Hayvanlar yerler içerler ama yiyip içtikleri
nîmetler üzerinde hiç düşünmezler. Acaba bu yediğim, içtiğim rızıklar nereden
gelmiştir? Nasıl meydana gelmiştir? Kim yaratmıştır bunları? Acaba tüm bu
nîmetleri yaratıp benim hizmetime sunan varlık bu nîmetler karşılığında benden
ne ister? O’na nasıl teşekkür etmeliyim? Hayvan bunu düşünmez, düşünemez. İşte
kâfirler de aynen bu hayvanlar gibidirler. Yiyip içmelerinde hiçbir kontrol
mekânizması, hiçbir sınır ve durak noktası olmadığı gibi, tüm bu nîmetleri
kendilerine sunan Rabblerine karşı da en küçük bir minnet duyguları da
yoktur.
13. “Ey Muhammed! Seni sürüp çıkaran
kasabadan daha kuvvetli olan nice kasabaları yok ettik. Yardım edenleri
bulunmadı.”
Doğup büyüdüğü vatanından
çıkarılmak, memleketinden kovulmak durumuyla karşı karşıya bırakılmış olan
Rasulullah Efendimiz şehrini ve yakınlarını terk ederek yola koyulurken
üzülmüştü. Hattâ Allah’ın Resûlü hicret esnasında yüzünü kutsal şehir Mekke’ye
çevirip:
“Ey Mekke! Allah için sen dünyanın tüm
şehirlerinden daha sevimlisin. Allah seni tüm şehirlerden daha çok sever. Eğer
bu kavmim beni buna mecbur etmeselerdi, seni asla terk
etmezdim.”
buyuruyordu. İşte Rabbimiz bu
âyetiyle hem elçisini teselli ediyor, onun başına gelenlerin aynısıyla imtihan
edilen öteki elçilerin sabırlarını hatırlatarak onlar gibi olmaya dâvet ediyor,
hem de bu âyetiyle kâfirlere bir tehdit unsuru oluşturuyordu.
Rabbimiz diyor ki: “Ey peygamberim!
Seni sürüp çıkaran, hicrete mecbur eden bu müşriklerden, onların şehirlerinden
daha kuvvetli nice kasabaları biz önceden helâk ettik. Şu anda da seni bağrından
atmaya çalışan bu Mekke şehrinden ve onun sakinlerinden daha güçlü nice şehir
halklarını yıkıma uğrattık da, helâkimiz onlara geldiği zaman onlara yardım
edecek, bu helâkten onları kurtaracak hiçbir yardımcı bulunmadı. Onlara bir
kurtarıcı bulunmadı ve hâlâ da bulun-mamaktadır.” Yani üzülme ey peygamberim,
seni kovmaya çalışanlar da kendilerini bizim yıkımımızdan kurtaracak yardımcı
bulamayacaklardır.
14. “Rabbinin katından bir belgesi olan
kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kimseye benzer mi? Bunlar heveslerine
uymuşlardır.”
Rabbinden bir bilgi, bir belge,
bir beyyine üzere olan peygamber ve peygamber yolunun yolcuları ile kötü
amelleri kendisine süslenen ve kendi hevâ ve heveslerine tâbi olup keyifleri
istikâmetinde bir hayat yaşayan kâfirler hiç bir olur mu? Rabblerinden bir
beyyine ile hareket eden kimseyle Rabbinden gelen beyyineyi reddederek kendi
keyfine göre yaşayan kimse hiçbir olur mu? Beyyine ile beraber olan kişi
Allah’la beraber demektir. Allah’la beraber olan kişiyle kim başe-debilir?
Allah’la beraber olan kişiyi kim alt edebilir?
Beyyine, Allah’tan gelendir. Beyyine,
Allah’ın kullarının hayatına karışmak üzere gönderdiği hayat programıdır.
Beyyine, vahiydir, kitaptır, Allah bilgisidir. Beyyine, kitaba sahip olan,
kitapla hareket eden Allah’ın Resûlü’dür. Beyyine, elinde kitapla insanları
hakka çağıran peygamberdir.
Beyyine ile, Kitap ve Sünnetle
hareket eden bir Müslüman, Kitap ve Sünneti tüm hayatında, tüm hareketlerinde
istinat kabul eden bir mü’min, beyyine üzere demektir. Beyyineden habersiz,
Kitap ve sünnetten uzak, delilsizce kendi hevâ ve heveslerine uyanlar da
kâfirlerdir. İşte mü’minle kâfiri birbirinden ayıran belirgin nokta budur.
Mü’min her adım atışında beyyine ile hareket ederken, kâfir ise kendi aklını,
kendi heveslerini ve keyfini ölçü almaktadır.
Allah’ın Resûlü tüm hayatında beyyine
üzereydi. Hareket noktası vahiydi. Çevresindekilere de bunu tavsiye ediyordu.
“Ben Rab-bimden bir beyyine üzereyim. Benim tüm hayatımda hareket noktam,
istinatgâhım Rabbimden gelen Kur’an’dır. Ey insanlar! Ben Rabbim-den bana
gönderilmiş vahy üzereyim. Ben kitap üzereyim. Benim tüm yaptıklarım ve
söylediklerim konusunda hareket noktam vahiydir. Benim istinatgâhım Kur’an’dır.
Ben size ne diyorsam, neyi emrediyor, neden nehy ediyorsam, ne yapıyor, ne
yapmıyorsam bilesiniz ki bu ki-taba dayanıyorum. Bunun dışında dayanacak bir şey
de bilmiyorum.”
Eğer biz de insanlara bunu
diyebileceksek o zaman biz de vahyi bilmek zorundayız. “Ben kitaba dayanıyorum,
benim istinatgâhım, benim hareket noktam vahiydir,” diyeceksek vahyi tanımak
zorundayız. Kur’an ve sünneti tanımamız lâzım. Aksi takdirde bugün pek çoğunun,
“biz kitaba dayanıyoruz” iddiasında bulunup da kitaptan habersiz bir hayat
yaşadıkları gibi yapmaya kalkışırsak, bunu demeye hiçbir zaman hakkımız yoktur.
Şunu da asla unutmayalım ki,
beyyinenin olmadığı yerde hevâ ve hevesler geçerlidir. İnsanlar eğer amel
edecek, hayatlarını düzenleyecek kadar beyyine ile tanışmamışlarsa, hayatlarını
mutlaka başka şeylerle doldurmak zorunda kalacaklardır. Öyleyse bizler de
beyyine üzere olmak için beyyine ile yakından tanışmak zorundayız. Yaptığımız
her işte, verdiğimiz her kararda, attığımız her adımda beyyineye dayanmak,
beyyineye sarılmak zorundayız İşte o zaman biz Allah’ın bu âyetinde anlattığı
Müslümanlardan olma imkânı elde etmiş olacağız.
Değilse, Allah korusun Kitap ve sünneti
tanımadan, beyyine ile tanışmadan bir hayat yaşayacak olursak, o zaman ya kendi
hevâ ve heveslerimizi putlaştıracak, ya da günümüz müşriklerinin yaptığı gibi
bir kısım Allah düşmanı tâğutların hevâ ve heveslerine uymak zorunda kalacağız.
Eğer bu tür zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olursak, o zaman Rabbimizi ve
O’nun âyetlerini terk etmek zorunda kalırız. Allah korusun o zaman hayatımızda
Rabbimizin âyetlerine gündemimizde yer kalmaz. Onlara tâbi olduğumuz zaman
onların gün-demlerine tâbi olmak zorunda kalırız.
İşte görüyoruz, her gün yeni bir
gündemle insanları meşgul ediyorlar. Ne zaman bunların vahiylerinden vakit bulup
da insanlar vahye dönebilecekler bilmiyorum… Bugün şu konu öbür gün şu konu
derken gündemi tamamen dolduruyorlar ve insanların vahiyle meşgul olmasına
fırsat vermiyorlar. Allah korusun öyle olunca da, âhiret gündemlerimizden
düşüveriyor. O zaman yine Rabbim muhafaza buyursun tıpkı onlar gibi, sırf dünya
ve dünyalık düşünen birer materyalist olup çıkıveriyoruz. Korkuyorum, farkında
olmadan hızla Müslümanlar buna doğru gidiyorlar.
Hayır hayır! Bizim aklımız
başımızdadır elhamdülillah. Bizler kesinlikle bu adamların hevâ ve heveslerine
tâbi olmayacağız. Bu hainlerin yörüngelerine girmeyecek, onların anaforlarında
boğulmaya razı olmayacağız inşallah. Bizler vahyi tanıyıp onun dedikleri
istikâmetinde bir hayat yaşayacağız ve şirke düşmemeye azami gayret göstereceğiz
inşallah. Çünkü hainler önce kendileri Allah’ın dininden çıkmışlar, Allah’a
kulluktan uzaklaşmışlar, sonra da dönüp bizi de kendi cehennemlerine
çağırıyorlar. Allah bu konuda bize şuur versin, basiret
versin.
15. “Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: Orada temiz su ırmakları, tadı
bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal
ırmakları vardır. Onlara orada her türlü ürün ve Rabblerinden mağfiret vardır.
Bunların durumu, ateşte temelli kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek
kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur
mu?”
Beyyine ile beraber olan,
Allah’la yol bulan, yolunu Allah’a, Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine
sorarak bulan, tüm hayatını Allah’ın istediği gibi yaşamaya çalışan ve Allah’ın
koruması ve velâyeti altına giren muttakîlere vaadedilen cennet budur. Bakın
böyle yaşayanlara cennette ne varmış?
Orada onlar için tertemiz su ırmakları
vardır. Hiç bozulmayan, sürekli, taptaze akan su ırmakları vardır. Tadı, kokusu
hiçbir zaman bozulmayan süt ırmakları vardır. Rabbleri tarafından yaratıldığı
gibi, fıtrat-ı aslîyesi bozulmamış süt ırmakları… Ama bu sütler hayvanların
göğüslerinden sağılmış sütlerden değildir. Tabiatları bozulan dünya sütlerine
benzemez. Allah tarafından kaynak olarak çıkarılmış ve akıp giden nehirlerdir
bunlar. Sonra yine orada mü’minler için içenlere zevk ve lezzet veren şarap
ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Ama bu şaraplar dünya şaraplarına
benzemez, içenlere sarhoşluk vermez. Akıllarını gidermez, abuk sabuk
konuşturmaz. Orada onlar için her türlü meyveler vardır. Amellerinin,
sa’ylerinin semeresi ve meyveleri vardır onlar için. Tabi bunlar, bu meyveler
ihtiyaç için değil, lezzet için, keyif içindir. Tüm bu nîmetlerin ötesinde onlar
için Rablerinden bir mağfiret vardır. Bunu, bu mağfireti şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
1. Yani Allah onların dünyada
işledikleri ufak-tefek kusurlarını gündeme getirmeyecek, yüzlerine vurmayacak ve
onların üzerlerini örtüverecek. Onlardan dolayı onların utanıp sıkılmalarını
istemediği, iştahlarının kaçmasına razı olmadığı için, Rabbimiz onların üzerine
bir perde çekiverecek.
2. Ya da artık orada onlar için yeme ve
içmenin sonunda var olan külfetler kaldırılmıştır. Kendilerine sunulan bu
nîmetleri kazanma, onlara ulaşma külfeti, yeme ve içmenin akabinde dünyada
duyulan rahatsızlıklar, hastalanmalar ve def’i hacet gibi külfetlerin tamamı
kal-dırılmıştır. Herhalde dünyada def’i hacetten, ayak yolundan çıktıktan sonra
“Ğufranek” sözünün anlamı da budur.
İşte cennette muttakîlerin durumu
budur. Şimdi söyleyin bakalım hiç böyle olanlar:
Ateşte, cehennemde ebedî kalan ve
kendisine bağırsaklarını parça parça edecek hamîm içirilen kimsenin durumu gibi
olur mu?
Hiç çıkmamacasına, hiç
kurtulmamacasına azabın içinde kalan ve kendisine hamîm içirilen kimse cennette
az evvelki nîmetlerin içinde yaşayan kimse gibi olur mu? Zevk için, keyif için
kendisine sunulan yiyecek ve içeceklerin tüm külfeti kaldırılmış, def’i hacet
zahmeti bile olmayan bir mü’minin durumuyla kendisine sunulan hamîmin etkisiyle
bağırsakları parça parça olan bir kâfirin durumu nasıl bir olabilir?! Hiç
düşünmez misiniz siz?
Hamîm, yakıcı, hararetli kaynar su
demektir. Madenin eriyiği olduğu da söylenmiştir. Kısacası bu, cehennemliklerin
içecekleri bir içkidir. Allah’la çatışma içinde bir hayat yaşayan, Allah’ın
hayatı düzenlemek üzere gönderdiği kitabını bir kenara bırakan, o kitabın
pratiği olan peygamberle diyalogu kesen, sanki kitap ve peygamber yok-muş gibi
kendi heva ve hevesleri istikametinde bir dünya yaşayan insanlar bunu içmek
zorunda kalacaklarmış.
Ya da cehennemliklerin gözyaşları bir havuzda
toplanacak, bunun adına hamîm denir ve işte bu onlara içirilecektir. Tam onlara
uygun bir cezadır bu. Susuz günlerde çok kez görmüşsünüzdür; köpekler su
bulamayınca neminden istifade edebilmek için toprağı yalarlar. Sanki orada da
susuz kalan kâfirler birbirlerine sarılarak birbirlerinin yaralarından akan
irinleri ve gözyaşlarını yalamaya, emmeye çalışacaklar.
Dünyada da böyle yapmıyorlar
mıydı bu adamlar? Dünyadayken de birilerinin irinlerini, salyalarını aynı aşkla,
aynı şevkle, sanki aynı ihtiyaç duygusuyla böyle yalayıp yutmaya çalışmıyorlar
mıydı bu adamlar? Patronunun, müdürünün, efendisinin, şeyhinin, ortağının,
karısının, kocasının, müridinin, babasının yada falanının ağzından çı-kan veya
tavrında çıkan salya gibi irin gibi sözleri, tavırları, amelleri yalayıp
yutmuyorlar mıydı? “Evet efendim! Tamam efendim! Hayhay efendim! İsâbet
buyurdunuz, hikmet yoğurdunuz efendim!” edâsıyla yalayıp yutmaları karşılığı,
cehennemde kendilerine gözyaşı, salya, hamîm ve irin yutturulacak onlara. Hem de
bağırsaklarını parça parça eden, onları insanlıktan çıkaran
içecekler…
16. “Ey Muhammed! Onların içinde seni
dinleyenler vardır; sonra senin yanından çıkınca, bilgili kimselere “Az önce ne
demişti?” diye sorarlar. İşte bunlar, Allah’ın kalplerini mühürlemiş olduğu,
kendi heveslerine uyan kimselerdir.”
Burada da kalıpları Rasulullah
Efendimizin yanında ama kalpleri başka yerlerde olanlar anlatılıyor. Mü’minlerle
kâfirler arasındaki vahiy karşısındaki fark ortaya konuyor. Vahiy, vahyi
insanlara sunan Allah Resûlü karşısında takındıkları tavır anlatılıyor.
Kâfirlerden ya da münâfıklardan
kimileri gelip Rasulullah’ın yanında vahyi dinliyor, sonrada Rasulullah
Efendimizin huzurundan çıktıkları zaman ya ehl-i kitaba ya da kendilerine ilim
verilmiş, vahiy konusunda bilgi sahibi sahâbenin ileri gelenlerine: “Az önce ne
demişti peygamber?” diyorlardı. Allah’ın âyetleri açık seçikken, herkesin
anlayabileceği netlikte ve güzellikte iken, sanki bu âyetler anlaşılmayacak bir
şeymiş gibi, hiç anlayamamış gibi sahâbeye “az evvel ne demişti” diyorlar? “Az
evvel ne anlatmıştı peygamber?” diyerek alay etmeye çalışıyorlar. Vahiy
karşısında vurdumduymaz bir tavır sergilemeye ve sürüler kesilmeye
çalışıyorlar.
Rabbimiz Münâfikûn sûresinde de bunları
anlatıyordu. Allah diyor ki, “onlar sanki duvara dayanmış keresteler
gibidirler.” Bu adamlar Rasulullah’ın meclislerine gelir, gâyet ciddi, ağırbaşlı
bir şekilde Allah’ın Resûlü’nü dinler görünürlermiş. Söze kulak verirler, sözü
almaya ve anlamaya çalıştıkları tavrını sergilerlermiş. Ama bu tavırlarının
tamamen aksine kulaklarına asla söz gitmiyor, kalplerine inmiyor-du. Sanki söz
duvara çarpıyor, söyleyene geri dönüyordu. Allah buyurur ki, “sanki onlar duvara
yaslanmış kütükler, keresteler gibiydi.” Âyetteki kereste, kütük benzetmesinden
anlıyoruz ki, bu adamlar ruhu olmayan cesetler gibidirler. Ağaçtan adamlardı
bunlar. Ruhu, aklı, idraki, zerre kadar düşünceleri olmayan cisimlerdi
bunlar.
Tıpkı onlar, gibi bugün de “biz bu
kitabı anlayamayız. Bunu anlamak kim, biz kim? Bunu ancak büyük zatlar anlar,”
diyerek kitaba karşı nötr davranan insanların varlığına şahit oluyoruz. Bakın
âyetin devamında Rabbimiz buyurur ki:
“İşte bunlar, Allah’ın kalplerini
mühürlemiş olduğu, kendi heveslerine uyan kimselerdir. Söz anlamaya
yanaşmadıkları için, istifade etmek üzere, iman etmek ve amel etmek üzere
dinlemedikleri için de Allah onların kalplerini mühürleyivermiştir.” Yani
dinlemek ve anlamak için kendilerine verdiği hassalarını kullanmadan yana
olmadıkları için Allah da bu hassalarını onlardan alıvermiştir. Kalplerine mühür
vurmuştur Allah, çünkü bu adamlar Allah’ın kendilerine verdiği kalplerini
kullanmak istememişlerdir. Allah böyle davranan kimselerin kalplerini
mühürlerken, beri tarafta mü’minlerin anlayışlarını
artırmaktadır.
17. “Doğru yolu bulanların ise Allah
doğruluklarını artırır, onların karşı gelmekten sakınmalarını
sağlar.”
İhtida edenlere, Allah’ın
hidâyeti üzere gitmeye çalışanlara ge-lince, ötekilerin tamamen aksine Rabbimiz
bunların hidâyetlerini ziyâdeleştiriveriyor ve onlara takvalarını da ilham
ediyor. Demek ki biz hi-dâyette olmaya, hidâyet yolunda yürümeye karar vereceğiz
ve Rab-bimiz de buna doğru orantılı olarak, bizim hidâyetimizi ziyâdeleştirecek.
Yani burada bizim yapmamız gerekenler var, Rabbimizin yaptıkları var. Biz
hidâyeti talep edeceğiz, buna sa’y edeceğiz, Rabbimiz de bizim adımıza
istediğimiz hidâyeti yaratacak ve de ziyâdeleştirecek.
İşte mü’minle kâfirin ayrıştığı nokta.
Birinde anlamaya, dinlemeye, iman etmeye, amel etmeye karar var, sa’y var;
ötekiler de ise hidâyete karşı nötr davranma var. Allah birisinin kalbini,
anlayışını, kavrayışını geri alırken, ötekisinin anlayışını, hidâyetini ve
takvasını artırıyor. Buradan da anlıyoruz ki mesele vahyin, vahiydeki maksadın
kapalı oluşunda, Kitap ve sünnetin örtülü ve anlaşılmaz oluşunda değil, mesele
ona muhatap olanların kalplerinin buna açık ya da kapalı olmasındadır. Eğer öyle
olsaydı, Müslümanlar da anlayamayacaklardı bu vahyi. Halbuki vahyi dinleyip,
anlayıp onunla amel etmeye koşan mü’minlerin anlayışları ziyâdeleştirilirken,
muvaffakiyetleri artırılırken, kendilerine ateşten korunma yolları
gösterilirken, onu anlamaya ve onunla hayatlarını değiştirmeye yanaşmayan
kâfirlere ve münâfıklara bunun tamamen zıddı
yapılmaktadır.
Allah mü’minlerin hidâyetlerini
artırırken onlara takvalarını da ilham buyurmaktadır. Yani onlara kaçınacakları,
sakınacakları şeyleri de göstermektedir. Ya da Allah onlara takvalarının
mükafatını göster-mektedir. Yani Allah onlara imanlarını amele dökme, imanlarını
hayatlarında görüntüleme imkânı vermektedir. Kur’an’ı dinledikleri halde onu
anlayamayan münâfıklara karşılık mü’minlere onu anlama, kavrama, fıkıh etme
imkânı vermektedir. Hani Allah’ın Resûlü bir hadislerinde “Allah kimin için
hayır murad etmişse onu dinde fakih kılar” buyuruyordu ya işte Allah onları
delilsiz konuşmaktan, Kur’an’la alâkalı aklî yorumlara düşmekten muhafaza
buyurmuş, onlara takvalarını göstermiştir. Ya da hayatlarını kendi kendilerine,
kendi hevâ ve hevesleriyle düzenlemekten onları korumuş, yollarını Kitap ve
sünnetle bulma, hayatlarını kitap ve sünnetle yargılama imkânı vermiştir onlara.
Eğer bundan sonraki âyetle birlikte
düşünecek olursak, önlerindeki kıyamet konusunda hesap-kitap konusunda, onları
muttakî davranmaya, titiz davranmaya iletmiştir Rabbimiz. Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
18. “Onlar kıyamet gününün kendilerine ansızın
gelmesini mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri belir-miştir. Kendilerine
gelip çatınca ibret almaları neye yarar?”
Yani bu adamlar ansızın kıyametin
kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? Bu vahye yönelmeyenler, hayatlarını
vahiyle düzenlemeye yanaşmayanlar neyi bekliyorlar? Kıyametin gelip başlarında
patlamasını mı bekliyorlar? Bu adamlar başka değil, ancak kıyamet hiç
beklemedikleri bir anda beyinlerinde patlayıncaya kadar iman
etmeyecekler.
Halbuki o kıyametin eşratı da
gelmiştir. Peygamberlerin tamamı gelip geçmiş, en son olarak âhir zaman Nebîsi
de gelmiştir. Kitabın ve Rasulullah’ın haber verdiği eşratın pek çoğu
gerçekleşmiştir. Nitekim Allah’ın Resûlü bir hadislerinde şehadet parmağıyla
orta parmağını birleştirerek, “İşte ben ve kıyamet böylece gönderildik,”
bu-yurur. O halde bu insanlar daha neyi bekliyorlar? Bu kitabı dinledikleri
halde anlamaya yanaşmayan, onunla hayatlarını düzenlemeye ve onu hayat programı
olarak kabul etmeye yanaşmayan, kitabı dinledikleri halde hiçbir şey anlamamış,
hiçbir şey duymamış gibi davranan ve kitaba rağmen kitapsız bir hayat yaşamaya
çalışan bu gafiller ne bekliyorlar? Galiba bu adamlar kıyametin gelip çatmasını
bekliyorlar.
Ama bakın Allah buyurur
ki:
“Kıyamet ansızın gelip çatınca,
kıyametin zikrası beyinlerinde patlayınca ibret almaya kalkışmalarının ne anlamı
olacak ki? Kıyamet gelip çattıktan sonra gerçeği anlamalarının ne manası var?”
Hani, “anlamaz komaz olsunlar,” diye bir söz var ya, yani ne kıymeti var bu
anlamalarının? Ne işe yarayacak ki bu anlama? Zaten zorunlu olarak gerçekleri
kabul etmek durumunda kalmışlardır insanlar. Yani böyle reddedemeyecekleri bir
ortamda bunu anlamanın ne kıymeti olacak? Çünkü artık böyle bir ortamda
yapılacak iman yeis imanıdır ve ondan sonra ne iman işe yarar, ne korunma, ne de
tevbe kabul edilir.
19. “Ey Muhammed! Bil ki, Allah’tan
başka tanrı yoktur; kendinin, inanmış erkek ve kadınların günâhlarının
bağışlanmasını dile. Allah, gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri
bilir.”
Kıyametin gündeme gelmesinden,
işte onun alâmetleri gelmiştir, yaklaşmıştır buyurulduktan sonra, onu getirecek,
gerçekleştirecek yegâne İlâhın Allah olduğunu bil, bilin buyurulmaktadır. Bu
tıpkı Necm sûresi 57-58 âyeti gibidir:
“Kıyamet yaklaştıkça yaklaşmıştır. Onu
Allah’tan başka ortaya koyacak yoktur.”
(Necm 57,58)
O kıyamet saati yaklaşmıştır, onun
alâmetleri belirmiştir bu-yurulduktan sonra sanki peki ne zaman? gibi bir soruya
karşılık, “Allah’tan başka İlâh olmadığını bilin de böyle sizin üzerinize lâzım
olmayan şeylerle uğraşmayın, sizin göreviniz kıyametin zamanını araştırıp bilmek
değil, tevbe ve istiğfardır. Kıyamet ne zaman gelirse gelsin önemli olan sizin
ona hazır olmanız, ona hazırlık yapmanızdır,” buyuruluyor.
Rabbimiz, Allah’tan başka İlâh
olmadığını bil, her konuda Allah’tan başka söz sahibi İlâh olmadığını bilin,
buyuruyor. “Allah’tan başka İlâh olmadığını bil” dendiğine göre, demek ki
mutlaka tevhid esası bilinmelidir. La İlâhe illallah diyen, bu kelimeyi söyleyen
bir kimse, söylediği bu sözle ne dediğini, neyi ikrar ettiğini, neyi kabul
ettiğini, neleri reddettiğini, hangi taahhüdün altına imza attığını bilmek
zorundadır. Bilmediği bir şeye insanın inanması da, onu savunması da mümkün
değildir. Kişinin inandığı dini net bir ilimle bilmesi şarttır. İlim de
vahiydir, vahye dayanmayan her şey zandan ibarettir.
Bileceğiz ki göklerde ve yerlerde
yegâne söz sahibi Allah’tır. Bileceğiz ki hayatımızda Allah’tan başka söz sahibi
yoktur. Allah, kendisinden başka İlâh olmayan tek İlâhtır. Tüm varlıkların
kulluk iple-ri elinde olan, sadece kendisine ibadet edilen, sadece kendisinin
sözü dinlenen, kendisinin hayat programı program kabul edilen, göktekiler ve
yerdekiler konusunda sadece kendisinin kanunları geçerli olan, herkesin
kendisine boyun büktüğü tek varlıktır. Kendisine yöneline-cek, kendisine kulluk
edilecek tek varlıktır. O’ndan başka İlâh yoktur. O’ndan başka sözü dinlenecek,
O’ndan başka hatırı kazanılacak varlık yoktur. İbadetin, duanın, tevekkülün
sadece kendisine yapılacağı, imdadın, yardımın sadece kendisinden isteneceği tek
varlık Allah’tır. Bunu böylece bilecek ve böylece iman
edeceğiz.
Siz bilirsiniz! Eğer O’nun dışında da
İlâhların, O’nun berisinde de Rabblerin varlığına inanıyorsanız, O’ndan
başkalarına da kulluk yaparız, O’ndan başkalarının hayat programlarını da kabul
ederiz diyorsanız, O’ndan başkalarından da yardım isteriz, O’ndan başkalarının
önünde de eğiliriz diyorsanız, unutmayın ki sonunda dönüşünüz O’nadır. İşin
sonunda O’na döneceksiniz. Hesabı O’na ödeyeceksiniz. Sizi hesaba çekecek olan
O’dur. Unutmayın ki yegâne hüküm sa-hibi, yegâne hâkimiyet sahibi O’dur ve bu
hükmünü, hâkimiyetini ölüm ötesi hayatta da devam ettirecek olan O’dur.
Siz bilirsiniz, ama unutmayın ki
bir gün hayat bitecek, ömür tükenecek, kıyamet kopacak, imtihan için size
tanınan süre dolacak, imtihan sonuçlarının okunma dönemi gelecek ve tüm sorumlu
varlıklar hesap vermek üzere O’nun huzuruna çıkacak. Yeryüzünde kendilerine
geçici olarak yetki verilmiş tüm varlıkların yetkileri geri alınacak ve herkes
hiçbir yardımcısı olmadan yegâne egemen olan Allah’ın huzuruna çıkarılacak. Şu
anda mü’minlerin ellerinde hayat programı olan, mü’minlerin sürekli onunla
beraber oldukları, gece-gündüz onu okuma, anlama ve yaşama savaşı verdikleri ama
kimilerinin de ondan hiç haberdar olmadan bu dünyadan göçüp gittikleri Allah’ın
kitabına göre yargılanacaklar. Tüm insanlık bu kitapla yargılanacak. Kitabın
hakemliğiyle, Kur’an’ın hakemliğiyle kimileri cennete, kimileri de cehenneme
gidecek...
Rabbimiz buyuruyor ki, “ey peygamberim!
Allah’tan başka İlâh olmadığını bil ve hem kendinin hem de mü’min erkek ve
kadınların günâhları için Rabbine istiğfar et.” Biz de hem kendimize hem de
mü’-min erkek-kadın kardeşlerimiz adına Rabbimize istiğfar edeceğiz. Ya-ni
Rabbimizin efendimize ve onun şahsında bizlere gösterdiği usul gereği, bizler de
sadece kendimizi düşünmeyeceğiz. Cennete yalnız gitme taraftarı olmayacağız.
Burada bizden istenen istiğfar da şöyle olacak. Rızası kazanılacak, uğrunda
terlenecek, yasaları uygulanacak, hayat programı sahiplenilecek Rabbimizden
başka Rab ve İlâh olmadığını kabul ederek, onun dışındaki tüm sahte tanrıları,
tüm yapay tanrıçaları reddederek Rabbimizin mağfiretine, bağışlamasına lâyık
hale geleceğiz. Bu hale geldikten sonra da dilimizle Rabbimiz-den mağfiret talep
edeceğiz.
Âyetin sonunda da Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
“Allah sizin gezip dolaştığınız yerleri
ve sonunda varacağınız yeri de bilmektedir.”
İlâh olanın, kendisine kulluk yapılacak
olanın yaratıcı olması gerekir, bir de İlâh olanın bilgi sahibi olması gerekir.
O Allah ki, sizin hayatınızı nasıl düzenlemeniz gerektiğini en iyi bilendir.
Sizi nasıl imtihan edeceğini, size nasıl bir din göndereceğini, size ne kadar
âyet göndereceğini, sizi neyle sorumlu tutacağını en güzel bilendir. Mutlak
bilendir o. Bilgi kendisinden olandır, bilginin kaynağıdır. Şu anda
bildiklerinizin tamamını size bildiren Allah’tır. Sizin bildiklerinizi de,
bilmediklerinizi de bilen Allah’tır. O Allah ki, sizin gizlinizi de açığınızı da
bilmektedir. Sizin kazanmakta olduklarınızı da bilir. O, gizliyi de açığı da
bilendir. O’na karşı gizli kalacak hiçbir şey yoktur. En gizlinin gizlisi
diyebileceğiniz bir ortamda yaptıklarınızın hepsini bilmektedir, görmektedir.
Her zaman ve zeminde O’nun kontrolü ve murakabesi altındasınız.
İlâh olanın böyle bilen olması
gerekir. Kendisine kulluk yapılacak varlığın böyle âlim olması gerekir.
Kullarından kulluk isteyen varlığın, onların kulluğu konusunda mutlak bilgi
sahibi olması gerekir. Peki var mı böyle Allah’tan başka bilen birileri? Varsa
böyle yanılmaz birileri, o zaman onlara da kulluk borcumuz olacaktır. Değilse,
kulluğunuz sadece Allah’a olmalıdır. Hayat programınız konusunda sadece Allah’ı
dinlemek zorundasınız. Allah’tan başkalarının programlarına iltifat etmemeniz
gerekmektedir.
Allah sizin mütekallebinizi de,
mesvânızı da bilmektedir. Müte-kalleb; insanların kalben geçirdiği
değişiklikler, değişiklik geçirdiği za-manlar veya geçirdiği değişiklikler
demektir. Kalp zaten değişmek, in-kılâba uğramak demektir. Kalp, altüst olmak
anlamına gelmektedir. Kalp değişme, değişebilme özelliğine sahiptir. Allah bizim
tevhidle de-ğişikliklerimizi bilmektedir. Zira İslâm, vahiy ve tevhid insanı
değiştirmektedir. Bu kelimeyi manasını anlayarak ve inanarak söyleyen adam
önceki durumundan tamamen farklı bir insan olmuştur. Bu cümleyi söylemeden önce
insan bir kâfirken, necisken, kestiği yenmezken, kendisiyle nikâh caiz değilken,
mescide giremezken, bu kelimeyi söylediği andan itibaren bu adam temizdir,
tahirdir, kestiği yenir, ken-disiyle nikâh caizdir. Bu kelimeyi söylediği andan
itibaren artık o söy-lediği bu kelimeyle hayatını düzenleyecek ve hayatının
sonuna kadar bu ahde vefalı davranacak ve sonunda yaşadığı hayatın mükafatı
ola-rak cennete gidecektir. İşte âyet-i kerîmesinde Rabbimiz sizin mes-vânızı da
bilmektedir buyururken, bu, mü’minlerin gidecekleri cenneti de bilmektedir
anlamına gelmektedir.
20. “İnananlar: “Keşke bir sûre
indirilse de cihada çıksak” derlerdi. Fakat kesin anlamlı bir sûre inip, orada
savaş zikredilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla bayılmış
kimselerin bakışları gibi, ey Muhammed, sana baktıklarını gördün. Onlara
lâyıktır.”
Bu bölümde de Rabbimiz Allah’tan
gelen emirler ve amelî teklifler karşısında gerçekten inanmış mü’minlerle
inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunanların mukayesesini yapmaktadır.
Allah’a gerçekten inanmış mü’minler, sürekli kendisine kulluklarıyla şeref
duydukları Rabblerinden teklifler beklerler. Hayatları boyunca Rable-rinin
kendilerine şeref kazandıracak emirlerini ve tekliflerini dört gözle beklerler.
Rabblerinden kendilerine bekledikleri teklifler gecikince de, “acaba biz ona
lâyık değil miyiz? Acaba Rabbimiz tekliflerini neden geciktirdi?” diye hep
Rabbleri karşısında kendilerini, kendi kulluklarını sorgularlar.
Mü’minler hep böyledirler. “Keşke
ibadete dair, îmana ve itaate dair yeni bir şeylerle emr olunsaydık,” derler.
Ama münâfıklar, Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanmadıkları halde, dışarıdan
iman iddiasında ve iman gösterisinde bulunanlar ise bunun tamamen zıddına
Rabblerinden kendilerine intikal edecek emir ve tekliflerden korkarlar.
Allah’tan kendilerine, kendi beklentilerine ters düşecek, nefislerine ağır
gelecek mükellefiyetler ihtiva eden bir emir, bir teklif, bir âyet, bir sûre
geldiği zaman da hemen memnuniyetsizliklerini izhar
ederler.
Burada anlayabildiğimiz kadarıyla,
“keşke Allah’tan içinde cihaddan söz eden bir âyet gelseydi,” diyenler gerçek
Müslümanlardır. Gerçek Müslümanlar Rabblerinden böyle cihad konulu nefislere
ağır gelecek bir teklif beklerlerken, hem kendileri Rabblerinin emrine koşarak
imanlarını izhâr etmek istiyorlar, hem de böyle ağır bir mükellefiyet karşısında
münâfıkların açığa çıkmasını istiyorlardı. Mü’min-lerle münâfıkların ayrışmasını
istiyorlardı. Saflar ayrılsın da, kimin ne olduğu ortaya çıksın
istiyorlardı.
Bakın diyorlar ki, “keşke Rabbimizden
bir sûre indirilseydi.” Onların bu taleplerine karşılık Rabbimiz de buyuruyor
ki: “Fakat onlara ne zaman ki muhkem bir sûre, açık, apaçık, içinde Allah’ın
kesin ve sağlam hükümlerinin bulunduğu, kimsenin te’vil edip oraya buraya
çekemeyeceği, mükellefiyetinden kurtulamayacağı, hükmü sabit, yani neshedilmemiş
bir sûre indirilip içinde de mükellefiyetlerin en zoru olan cihaddan söz edince
de kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden dolayı baygınlık gelmiş, ölüm
korkusuyla komaya girmiş kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün.” Yani böyle
gözünü açamayan, ölmek üzere bulunan bir kimsenin bakışı gibi baygın baygın sana
baktıklarını görürsün ey peygamberim.
Önceki âyetlerde kalbin vahiyle
değişmesinden söz edilmişti. İşte burada kalpleri vahiyle değişmemiş, vahiy
kalplerine girmemiş insanların, kalpleri tevhidle, imanla temizlenmemiş,
kalplerinde her türlü pislik bulunan kimselerin sağlam bir bakışa sahip
olmadıkları anlatılıyor. Elbette kalplerine tevhid oturmamış insanların tüm
bakışları bozuk olacaktır. Cihada bakışları da, zekâta bakışları da, tesettüre
bakışları da, namaza bakışları da bozuk olacaktır. Böylelerinin inandığı Allah,
uğrunda ölmeye değmeyen bir Allah’tır. Uğrunda can ve mal fedâ etmeye değmeyen
bir Allah’tır. Böylelerinin Allah için fedâkârlığa, Allah için ölüme sağlam bir
bakış taşıması mümkün değildir. Allah için şehadet gibi çok yüce değerlerin
bunlar için bir anlamı yoktur.
Bunlar kalplerinde hastalık bulunan
kimselerdir. Allah da onların hastalıklarını artırıvermiştir. Peki acaba kalbin
hastalığını nasıl an-layacağız? Kalbi hasta olmak ne
demektir?
Kalbin hastalığı, kalbin uyum
sağlayamamasıdır. Biliyoruz ki kişinin ruh ve bedenindeki uyumunun adına sıhhat,
denge denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun adı da hastalıktır. Ruhtaki
dengesizlik bedende görülür. Çünkü ruhun morardığını kimse görmemiştir. Eğer biz
sebepleri ve tezahürleriyle bedenin hastalığını anlayabilirsek, buna kıyasla
ruhtaki hastalığı da tanıma imkânımız olacaktır.
Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksiyonunun
bozulmasıdır. Hasta olan bir bedende idrak ve hareket bozulur. Görme ve işitme
duyularının bozulması gibi… Yahut da beden hastalandığı zaman eşyayı tamamen
farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı görmeye
başlar ve hazım bozukluğu şeklinde tezahür edebilir. Meselâ bazı gıdalardan
hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir. Kalp
hastalıklarının tezahürü de, kişide bakış bozukluğu, irade bozukluğu, algı
bozukluğu şeklinde kendini gösterir. Kalbinde hastalık bulunan kişi haktan değil
de bâtıldan hoşlanmaya başlar, sudan değil içkiden, nikâhtan değil zinadan,
tesettürden değil çıplaklıktan, temizden değil pislikten hoşlanmaya
başlar.
Peki acaba kalp hastalıklarının
tedavisi nedir? Rabbimiz kalp hastalıklarının iki tür tedavi usulünü
göstermiştir. Bunlardan birincisi Ra’d sûresindeki şu âyet-i
kerîmedir:
“Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın
zikriyle mutmain olur, doyuma ulaşır, sükûnete
erer.”
(Ra’d: 28)
Âyet-i kerîmede anlatılan zikir
Kur’an’dır. Yani kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur. Ancak Kur’an’la itminan
bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp Allah’ın âyetlerini
duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup, doyuma ve itminana
ulaşacaktır.
“Müminler ancak o kimselerdir ki Allah
anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman
da imanlarını artırır ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler.”
(Enfâl: 2)
Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça,
âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü’minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına
sığmaz hale gelir. İşte bu mü’minin kalbidir.
Bu iki âyetin bize anlattığına
göre kalplerin itminana kavuşmasının, doyuma ulaşmasının birinci yolu,
elimizdeki şu Kur’an âyetleridir. Bu âyetlerle kalbimizdeki şüpheler dağılacak
ve tam bir itminan, tam bir doyum hasıl olacak.
Kalbin sükûnete ve doyuma
ulaşmasının ikinci yolu da: Bakara sûresinin 260. âyetinin anlattığına göre
meşhûd âyetlerdir. Rabbi-mizin bu kâinatta serpiştirdiği gözsel âyetlerdir. Hani
İbrahim (a.s): “Ya Rabbi, ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek
istiyorum!” demişti de:
“Allah buyurdu ki: “İnanmıyor musun ey
İbrahim?” İbrahim: “İnanıyorum ya Rabbi, ama kalbimin mutmain olması için,”
dedi.”
(Bakara 260)
İşte kalplerin itminana kavuşmasının
ikinci yolu da yeryüzündeki Allah’ın görülen, müşahede edilen âyetlerini bizzat
görmektir. Allah’ın bu iki âyetiyle meşgul olan kalpte onun hastalığına sebep
olan tüm bilgisizlikler, tüm şüphe ve tereddütler gidecek, yerine kesin bilgi ve
îman gelecektir.
Maraz aslında bir şeyin aslîyetini,
aslî fonksiyonunu bozan il-lettir. Aslında fıtrat-ı aslîyesi gereği her kalp
sıhhatlidir. Ama bunlar kalplerinin kendisiyle itminan bulacağı, yatışacağı
kalbin gıdası olan Kur’an’la ilgi kurmadıklarından, ya da kalbi sükûnete
ulaştıracak bilgiden mahrum olduklarından kalpleri hep şüphe içindedir.
Âyet-i kerîmedeki maraz
kelimesi pek çok müfessirce
bilgisizlik yani şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır. Biliyoruz ki bir şey
hakkında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konudaki şüphe ve
tereddütler kalbi istilâ eder ve o konuda tam bilgi gelinceye kadar bu durum
kalbe elem verir. O konuda tam bilgi gelince kalpteki tüm şüphe bulutları
dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın
Resûlü:
“Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira
cahilliğin şi-fası sormaktır.”
buyurur. Kalbin sahibi ve doktoru olan
Allah yukarıdaki âyetlerde onun doyuma ve sükûnete kavuşmasının iki yolundan
bahsetmişti. Bunlardan birisinin metlûv âyetler dediğimiz şu Kur’an âyetleri,
ikincisinin de meşhûd âyetler dediğimiz kâinâtta serpiştirilmiş görsel âyetler
olduğunu haber vermişti. Münâfıklar bu âyetlere yönelmediklerinden, tedaviden
yana olmadıklarından, reçeteyle ilgilenmediklerinden dolayı kalpleri hastadır.
Kalbin gıdasını almadıklarından dolayı kalpleri hastadır.
“Onlara lâyıktır, gerektir onlar için,”
diyor Rabbimiz âyetin sonunda. Peki ne lâyıktır onlara? Ne gerektir onlara? Bunu
iki türlü anlamaya çalışıyoruz:
a. Az evvel korkularından baygın baygın
baktıkları, tiksinip nefret ettikleri ölüm lâyıktır onlara. Geberesiceler,
onlara yaşamaktan çok gebermek yakışır. Yahut da mânâ, bundan sonraki âyette
anlatılacak itaat, Allah’ın emirlerine, tekliflerine teslimiyet ve doğru söz
yaraşırdı demektir.
21. “Oysa onlara itaat etmek ve uygun
olanı söylemek yaraşırdı, iş ciddileşince Allah’a verdikleri anda doğruluk
gösterselerdi, onların iyiliğine olurdu.”
İtaat ve doğru söz. İşte mü’mini
kâfirden, mü’mini münâfıktan ayıran en belirgin özellik... Mü’min “semi’na ve
eta’na” der; kâfir ve münâfık ise “semi’na ve asayna” der. Mü’min, “duyduk
emrini ya Rab-bi! Tamam ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! İnandım ya Rabbi! Baş
üs-tüne ya Rabbi! Hemen gereğini yerine getiriyorum ya Rabbi!” diyerek Allah’tan
kendisine intikal eden her bir emir karşısında hemen teslimiyet göstererek
uygulamaya koyar, hemen secdeyi gerçekleştirirken, kâfir ve münâfık ise isyan
içinde olur.
Onlara itaat ve ma’ruf söz yaraşırdı.
Çünkü Allah’tan kendilerine gelen bu tür emirler karşısında itaat onların
kalplerini değiştirecekti. İtaat edecekler ve de ma’ruf söz söyleyecekler.
Şeriata uygun söz söyleyecekler, irfana, mârifete uygun söz söyleyeceklerdir. Bu
da elbette vahyi bilmekle, Kur’an ve sünnet bilgisine sahip olmakla elde
edilecektir. Çünkü kişiyi mârifete, irfana ulaştıracak tek kaynak vahiydir.
Vahiy bilgisine sahip olan kişi mârifet ehlidir. Eğer itaat, irfan ehli olmak
istiyorsak, eğer kalplerimizin değişmesini, Allah’ın istediği gibi bir tavır
sergilemesini istiyorsak, o zaman mutlaka vahye teslim olmak ve vahiyle hareket
etmek, stratejimizi vahiyle belirlemek zorundayız.
“Sonra iş ciddileşince, iş kesinleşince
keşke Allah’a karşı sadık olsalardı, onlar için elbette daha hayırlı olurdu.”
Allah’a sadık olmak, Allah’a karşı verilen söze sadık olmak demektir. Sıdk,
sadâkat, tasdik, iddianın ispatı demektir. İmanın eylemi demektir. Onlar Allah’a
karşı verdikleri sözlerini ispat etselerdi, bu iddialarını söz planında
bırakmayarak eyleme dönüştürselerdi, gerçekten onlar için daha hayırlı olurdu.
22. “Geri dönerseniz yeryüzünde
bozgunculuk yapmanız ve akrabalık bağlarını kesmeniz beklenmez mi
sizden?”
Sizler tevellâ eder etmez yeryüzünde
bozgunculuk ve rahîm bağlarının koparılmasından başka bir şey
gerçekleşmeyecektir. Sizler tevellâ eder etmez yeryüzünde bozgunculuktan,
ifsattan ve akrabalık bağlarını koparmaktan başka bir şey
olmayacak.
Vellâ, tevellâ kelimesinin iki anlamı
vardır:
1. Senin, sizin yanınızdan ayrılınca, o
atmosferi terk edip de kendi dünyasına dönünce demektir. Ya da İslâm’dan,
kulluktan, vahiyden sırt dönüp, vahye, Allah’ın hayat programına arkasını dönüp
kendi bildiğince bir hayat yaşamaya yönelince demektir. Kitap ve Sünneti terk
edip, kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat ya-şamaya
yönelince.
2. Bir iş başına geçince, velî olunca,
birilerinin velâyetini üzerine alıp idareci olunca demektir. Müslümanların
velâyetlerini alıp iktidarı ele geçirince demektir. Aslında kâfirlerin
Müslümanlar üzerinde velâyet hakları yoktur. Kâfirlerin Müslümanlar üzerine velî
olup, vali olup onlara danışmadan onlar adına karar verme makamına getirilme
hakları yoktur. Kâfirlerin böyle makamlara getirilmeleri yasaktır. Ama tatlı
dilleriyle Müslümanları kandırıp bir fırsatını, bir yolunu bulup da Müslümanlar
üzerine velî oldukları zaman, bu tür insanların yapacakları işler şunlardır:
Yeryüzünde fesat çıkarmak, yeryüzünün dengesini bozmak, Allah’ın yeryüzünde
koyduğu düzeni bozmak ve rahîm karabetini koparmak için sa’y etmek. Bakara’da
ifade edildiği şekliyle de ekinleri, ürünleri ve nesilleri yok etmek, telef
etmek, bozmak için sa’y etmek ve koşturmak.
İki manayı birlikte söylersek Rabbimiz
buyurur ki: “Yani sizler ey Allah’ın emirlerine karşı yılgınlık gösterenler!
Beklentilerine uygun düşmeyen tekliflerle karşı karşıya geldikleri zaman ölüler
gibi yerlere serilenler! Bir yandan ağızlarıyla iman iddiasında bulundukları
halde inandıkları Allah hatırına mal ve can fedâsından çekinenler! İnandıkları
Allah adına ölümü göze alamayanlar! Eğer şimdi sizler Kur’an’dan, vahiyden,
Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirir, kendi
bildiğinize gider, keyfinize göre, kendi hevâ ve heveslerinize gö-re bir hayat
yaşamaya kalkışırsanız, bu hâlinizle de iş başına gelir, toplumun yönetimini
elinize alırsanız, toplumda hâkimiyetinizi gerçekleştirirseniz, sizin yeryüzünde
yapacağınız şey şu iki şeydir:
Birincisi ifsat etmek. İfsat,
küfrü yaymak, küfrü ve şirki hakim kılmak demektir. Allah’ın yeryüzünde koyduğu
düzeni değiştirip, ilga edip onun yerine başkalarının düzenlerini ikame etmek
demektir. İkincisi de yeryüzünde rahmete dayalı tüm ilişkileri, tüm merhamet
iliş-kilerini, tüm rahmet ilişkilerini koparmaktır.
Vahiyden, gerçek düzenden, düzen
sahibinin yasalarından ha-bersiz birilerinin topluma hakim olması, o toplumu
fesada verecek ve insanlar arasında Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhamet
esaslarına dayalı tüm insanlar arası ilişkileri paramparça edecektir.
Acaba şu anda bizler vahye göre mi
yaşıyoruz? Yoksa vahiyden, Kitap ve sünnetten tevellâ etmiş, Kitap ve
sünnetten yüz çevirerek kendi bildiğimiz
gibi keyfimize göre bir hayat mı yaşıyoruz? Eğer gerçekten şu anda bizler vahye
tâbi olmuş, Kitap ve sünnet rehberliğinde bir hayat yaşadığımızı iddia
ediyorsak, o zaman şu bizim toplumdaki, şu yeryüzündeki ayyuka çıkmış fesadın
varlığını ve rahmete dayalı tüm ilişkilerin bozukluğunu neyle izah edeceğiz?
Ülkemiz, şehrimiz, köyümüz, mahallemiz, yeryüzü bozulmuş, emanet ve güven
duyguları ortadan kalkmış, kimse kimseye güvenemiyor, rahmete da-yalı tüm
ilişkiler kalkmış, Müslüman Müslümanı aldatıyor, kardeş kardeşi ezmeye
çalışıyor. Rahîmler parça parça olmuş, insanlar rahîm karabetini unutmuş, öz
kardeşini bile yemeye çalışıyor. Anne rahîmleri sebebiyle ortaya çıkması gereken rahmete dayalı tüm bağlar, tüm akrabalık
bağları ve tüm ilişkiler parça parça olmuş. Rahmet ilişkileri bitmiş. Kimse
kimsenin umurunda bile değil. Akrabaların cehenneme gidişine, onlara Allah
âyetlerini ulaştırma derdini taşıyan yok, onlara cennet kapılarını açma derdi
yok. Birbirlerini kurtarma derdi kalmamış ve herkes akrabalarını tâğutlara terk
etmiş... Herkes kendi hevâsını yaşıyor, kendi hevâsıyla hareket ediyor.
23. “İşte, Allah’ın lânetlediği, sağır
kıldığı ve gözlerini kör ettiği bunlardır.”
İşte böyle vahye sırt çevirmiş,
Allah’tan ve Allah’ın hayat programından habersizce kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşayanlar, Allah’ın kendilerini lânetlediği,
rahmetinden kovduğu, ku-laklarını sağır, gözlerini de kör kıldığı insanlardır.
Allah onları kör ve sağır kılmıştır; artık görmüyorlar, göremiyorlar,
işitmiyorlar, duyamı-yorlar. Âyetleriyle ilgilenmedikleri, kitabıyla ilgi
kurmadıkları, vahiyden kaçtıkları veya duydukları, anladıkları halde Allah
âyetlerini yaşamaya yanaşmadıkları, hayatlarını onlarla düzenlemedikleri,
kalplerindeki pislikleri Allah âyetleriyle temizlemeden yana olmadıkları için,
Allah da onların kullanmadıkları kalplerini mühürleyivermiş, kulaklarını
duy-maz, gözlerini de görmez hale getirivermiştir. Vahiyle değişmeyen, vahiyle
kendisini değiştirmeden yana olmayan insanların âkıbeti işte
budur.
24. “Bunlar Kur’an’ı düşünmezler mi?
Yoksa kalpleri kilitli midir?”
Bunlar Allah’ın kitabını hiç
düşünmezler mi? Kur’an’ı hiç düşünmeyecekler mi? Allah’ın kitabı üzerinde hiç
kafa yormayacaklar mı? Kitapla hiç ilgilenmeyecekler mi? Kitabı izlemeden yana
olmayacaklar mı? Allah bu kitabında ne anlatıyor? Nasıl bir hayat programı
istiyor? Bakara sûresi bizi nereye götürmek istiyor? Âl-i İmrân sûresi bize ne
anlatıyor? Rabbimizin kitabında anlattığı bütün bu konular doğru mu, yanlış mı
bunu anlayabilmek, müspet ya da menfî bir kanaate varabilmek için, kabul, ya da
ret bir tavır sergileyebilmek için merak edip de bir kerecik Allah’ın kitabına
yönelmeyecekler mi? Allah’ın kitabını izlemeye yanaşmayacaklar mı? Kitabın
peşine takılma-yacaklar mı?
Tedebbür düşünmek, akıl yormak, hem de
arkasına düşmek anlamına gelmektedir. Yani onlar, hep anlamadan okumadan yana mı
olacaklar? Ya da onlar o kitabı önlerine alıp kitabın arkasına düşerek bir hayat
yaşamaya yanaşmayacaklar mı? Tüm hayatlarında kitabı rehber edinmeyecekler mi?
Kitaba tutunup onun gösterdiğine gitmeye razı olmayacaklar mı?
Gözümüzle, gönlümüzle,
kulağımızla, aklımızla, fikrimizle, düşüncemizle Rabbimizin kitabını önümüzde
kabul edip onun arkasına düşüp onun gösterdiği bir hayatı yaşamak zorundayız.
Gözümüzü, kulağımızı, aklımızı, fikrimizi, gecemizi, gündüzümüzü ona adayacak,
ona tâbi kılacak, onunla görecek, onunla duyacak, onunla düşünecek ve onunla
yürüyeceğiz. Tıpkı yol bilmeyen birinin, yol bileni önünde bilip ona tâbi olduğu
gibi. Tüm hayatımızda, tüm davranışlarımızda, tüm amellerimizde, tüm
konuşmalarımızda, tüm bakışlarımızda ve düşünüşlerimizde onu mihmandar kabul
edecek, istinatgâh bileceğiz. Her şeyimizde hareket noktamız kitap
olacak.
Bu adamlar niye Kur’an’a tâbi olup onu
anlamaya ve hayatlarını onunla düzenlemeye yanaşmıyorlar? Yoksa bu adamların
kalpleri üzerinde onu anlamalarına engel kilitleri mi var? Onların kalpleri
üzerinde kilitleri mi var, ifadesinden anlıyoruz ki, kalplerin bizzat kendi
kendilerini kilitleme özelliği vardır. Yani kalbin sahibi, kalbine bizzat kendi
kilidini kendisi vuruyor. Kalbini Allah’ın âyetlerine açan ve kapatan, bizzat o
kalbin sahibi olan insandır.
Acaba bizim kalplerimiz Allah’ın
kitabına karşı açık mıdır, yoksa kapalı mıdır? Sürekli Allah’ın âyetlerini
okuyup öğrenmeye, sürekli Allah’ın âyetleriyle düşünüp tefekkür ve tedebbür
etmeye kalplerimiz açık mı? Kalplerimiz her an Allah’ın âyetlerinin girmesine
müsait mi? Âyetler elbette kendiliğinden durup dururken girmez. Öyleyse sizler,
bizler Allah’ın âyetleriyle ilgilenebiliyor muyuz? Allah’ın kitabıyla sürekli
bir diyaloga girip onlar üzerinde düşünebiliyor muyuz? Günlük hayatımızın ne
kadarını kitabı anlamaya ve düşünmeye ayırıyoruz? Allah’ın âyetlerini okuyup
öğrenmeye, onlar üzerinde derin derin düşünüp onlarla yol bulmaya bir sa’yiniz,
bir çabanız var mı?
Eğer bütün bu sorulara cevabınız
müspet değilse, o zaman Allah korusun, kendi kalplerinize, kendi kilitlerinizi
kendiniz vuruyorsunuz demektir. Allah’ın âyetlerini kapattığınız, Allah’ın
kitabının defterini dürdüğünüz için kendi kendinizi kör, sağır ve duygusuz hale
getiriyorsunuz demektir. Kendi kendinizi rahmetten uzaklaştırıyor ve cehenneme
sürüklüyorsunuz demektir.
Bu ve benzeri Kur’an’ın diğer
âyetlerinden ve hadislerden anladığımıza göre, Allah herkese bir kalp vermiş ve
bir de her insan kal-bi için bir kilit
yaratmış, bir kilit vermiştir. Bu
kalbin kilitleyici, mühürleyici veya açıcı anahtarı Allah’tandır. Ama bu
kilidin, bu mühürün Al-lah’tan oluşu, bir cebir anlamına gelmemektedir. İnsanlar
kendi öz, hür iradeleriyle bu kilidin kapatılmasını Allah’a arz ederler, Allah
da onu kapatır. Ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açıverir onu. O halde isteyen kuldur, ama açan ve
kapatan da her zaman din sahibi olan Allah’tır. Demek ki bu açma ve kapatma
işinde Allah yine de insana irade vermiştir. Yani tekrar müracaat hakkınız
vardır. İnsan kâfirken, kalbi mühürlüyken, kapalıyken Allah’a tekrar müracaat
edip açtırabilir kalbini ve Müslüman olabilir. Müslümanken de müracaat edip
kapattırabilir, mürtet olabilir.
25. “Kendileri için doğru yol belli
olduktan sonra artlarına dönenleri, bu işi yapmaya şeytan sürüklemiş, onlara
ümit vermiştir.”
İşte böyle kendileri için yol
belli olduktan sonra, kendilerine hidâyeti gösteren Allah’ın âyetleri geldiği
halde, bu âyetlerle ilgilenmeyerek, yollarındaki işaret levhâlârını örterek,
yollarını kaybederek mürtet olanlar, gerisin geriye arkalarına dönenler, eski
cahilî hayatlarına dönenleri şeytan aldatmıştır.
Allah’ın kitabı, Allah’ın âyetleri,
Allah’ın hidâyeti, Allah’ın insanlara gösterdiği yolu, cennet ve cehennem
yolları apaçık belli olduktan sonra buna arkalarını dönerek, bununla
ilgilenmeyerek kendi bildikleri bir hayatı yaşamaya çalışanlar, keyifleri
istikâmetinde gidenler var ya, işte onlara bunu şeytan sağlamaktadır. Şeytan
onlara bunu güzel göstermektedir. Şeytan onlara Allah yoluna girmelerini, Allah
yasalarıyla hareket etmelerini çirkin göstererek, günâhları, isyanları onlara
güzel göstererek onları sonu gelmez arzu ve uzun emellerin peşine
düşürmüştür.
Allah diyor ki:
Şeytan onları fitledi, onlara vesvese
verdi. Allah’ın kitabını, Al-lah’ın yolunu kötü gösterip onlara çeşitli
sistemler, çeşitli nazariyeler, çeşitli görüşler, çeşitli ideolojiler dikte
ettirdi. Emlâ kelimesinin böyle bir anlamı vardır. Onlara çeşitli yasalar,
çeşitli nazariyeler imla ettirdi. Allah’ın kitabı dururken kendi hevâlarından
çeşitli kanunlar imla ve dikte ettirdi onlara. İşte adamlar şeytan vahiylerini
söylüyorlar, şeytan vahiylerini yazıyorlar.
Bu emlâ kelimesi bir de şeytan onlara
mühlet verdi, onları gev-şetti anlamına gelmektedir. “Henüz gençsiniz, önünüzde
upuzun bir hayat var, gençliğiniz var; gençliğinizden dinçliğinizden yararlanın.
Şimdilik Allah yoluna girmeseniz de olur. Bu durumda fırsatları değerlendirin
sonra iman edersiniz, sonra Allah yoluna girersiniz,” diyerek onlara mühlet
tanıdı ve onları gevşetiverdi.
26. “Bu, Allah’ın indirdiğini
beğenmeyen kimselerin: “Biz bazı işlerde size itaat edeceğiz” demelerindendir.
Allah onların gizlediklerini bilir.”
İşte
bu adamlar mürtet oldukları için bu sözü söylediler, ya da bu sözü söylemeleri
onların mürtet olmalarını gerçekleştirdi. Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmayan
bu tür kimseler müşriklere veya yahu-dilere diyorlar ki, “bizler bazı konularda
size itaat edeceğiz.” Ya da bu adamlar Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmayan
kimselere diyorlar ki, “biz bazı konularda sizinle birlikte hareket edecek, bazı
konularda sizi dinleyeceğiz. Âyet-i kerîmedeki, “Allah’ın indirdiklerinden
hoşlanmayanlar” ifadesi ya bu sözü söyleyenlerin sıfatıdır, ya da bazı konularda
kendileri dinlenilecek kimselerin sıfatıdır. Öyle olsa da, böyle olsa da fazla
bir şey değişmeyecek.
Anlaşılan o ki, Medine’de gerçekten
Allah’a, Allah’ın istediği bi-çimde inanmadıkları halde, çevreleri müslümanlar
tarafından sarıldığı, tüm akrabaları iman ettiği için kendileri de inanmış
görünmek zorunda kalan ve Rabbimizin anlattığı cihad emri gelince baygın baygın
peygambere bakıp bundan hoşlanmayan, Allah yolunda mal ve can fedâsına
yanaşmayan, vahiyden uzaklaştıkları için yeryüzünü fesada veren, rahmete dayalı
tüm insanî ilişkileri koparmaya çalışan, bu yüzden de Allah’ın kendilerini
lânetleyip gözlerini ve kulaklarını iptal ettiği, bunun sonucu olarak da kendi
kendilerinin kalplerini Allah’ın âyetlerine karşı kapatan ve irtidat eden
münâfıklardır bunlar. İnanmadıkları halde iman gösterisinde bulunan insanlar ya
da dilleriyle inandıklarını söyledikleri halde hayatlarıyla bu imanlarını
yalanlayan insanlardır.
Medine’de Rasulullah’ın arkasında namaz
kılan, oruç tutan ve herkesin kendilerini Müslüman bildiği bu insanlar, Allah’ın
indirdiklerinden hoşlanmayan, Allah’ın yasalarından tiksinen, Allah’ın
şeriatından haz etmeyen kâfirlerle, müşriklerle ve de Medine’deki İslâm düş-manı
Yahudilerle görüşüp bazı konularda onlarla birlikte hareket edeceklerine, bazı
konularda onları dinleyeceklerine, onlara uyacaklarına dair söz veriyorlar. Bazı
konularda sizin dediklerinize itaat edeceğiz diyorlar. Yâni Allah’ın hakkını
Allah’a vereceğiz, sizin hakkınızı da si-ze vereceğiz. “Bazı konularda Allah’ı
dinleyeceğiz, bazı konularda Al-lah’a itaat edeceğiz ve böylece Allah’ın hakkını
Allah’a vereceğiz, a-ma bazı hususlarda da sizi dinleyerek, size itaat ederek
sizin haklarınızı da size vereceğiz. Allah’ın hakkını Allah’a, Sezar’ın hakkını
da Sezar’a vereceğiz,” diyerek hayatı parçalamayı, kulluğu parçalamayı ve
böylece şirki açığa çıkarmayı istiyorlardı.
İşte şirk budur. Hayatı parçalayıp bazı
birimlerinde Allah’ı, bazı birimlerinde de Allah’tan başkalarını dinlemek
şirktir. Hayatın bazı bö-lümlerine Allah’ı karıştırıp öteki bölümlerine Allah’ı
karıştırmamak şirktir. Hayatın bazı bölümlerinde söz sahibi olarak Allah’ı,
öteki bölümlerinde de Allah’tan başka Rabbleri dinlemek, onların emir ve
yasalarını uygulamak şirktir. Namaz, abdest, oruç, zekât gibi konularda Allah’ı
dinleyip, o konularda Allah’ı söz sahibi kabul edip, kılık-kıyafet, hukuk,
eğitim, beşerî ilişkiler konusunda Allah’tan başkalarının yasalarını söz sahibi
kabul etmek şirktir.
Medineli münâfıklar, tıpkı şu anda
bizlerin tâğutlara dediğimiz gibi, “bizler bazı konularda sizleri dinleyeceğiz,”
diyorlardı. “Bazı konularda Allah’ı dinleyeceğiz ama bazı konularda da size
uyacağız size itaat edeceğiz.” Küfre prim veriyorlar, şirke hak veriyorlar,
küfre ve şirke meşruiyet kazandırıyorlar. Hem Allah’ı, hem de başkalarını razı
etmeye çalışıyorlar. Hem Allah’a, hem de Allah’tan başkalarına kulluk yapmaya
çalışıyorlar. Tıpkı şu anda Müslüman olduklarını söyledikleri, namaz kıldıkları,
oruç da tuttukları halde hem Allah’ı hem modayı, hem Allah’ı hem âdetleri, hem
Allah’ı hem de çevrelerini, hem Allah’ı hem âmirlerini, reislerini, tâğutlarını
razı etmeye çalışanlar gibi…
“Biz bazı konularda sizi dinleyecek, size
itaat edeceğiz, sizin yasalarınızı uygulayacağız ama öteki konularda da bizler
Allah’ı dinleyeceğiz, o konularda siz de bize karışmamalısınız,” diyorlar. “O
konularda siz de bize zorluk çıkarmamalısınız.” Tam bir laiklik anlaşması.
Namaz, oruç, hac, zekât gibi konularda Allah’ı dinleyip, hayatın öteki
konularında başkalarını dinlemek şirktir, irtidattır. Din, hidâyet geldikten,
yol belli olduktan sonra bu yolu terk ederek irtidata düşmek ve gerisin geriye
arkaya dönmektir bu.
İşte bundan, bu tavırlarından dolayı
onlar mürtet olmuşlardır ve Allah:
“Onların sinelerinde gizlediklerini de
bilmektedir.” Allah düşmanlarıyla giriştikleri bu gizli gizli konuşmalarını,
anlaşmalarını Allah bilmektedir. Onları bu tür yamukluklara iten içlerindeki
niyetlerini Allah bilmektedir. Ne niyetleri vardı bunların? Menfaat, çıkar,
makam-mev-ki, bakanlık, dekanlık, para, pul hesapları vardı. Zâhirde
sergiledikleri Müslümanlık iddialarının yanında, içlerinde besledikleri bir
kısım beklentileri vardı. Onun içindir ki, bu beklentilerine ulaşabilmek için
her konuda sadece Allah’ı dinlemesi gereken, sadece Allah’ın kulu olması gereken
bu insanlar, onlara da sadâkat yeminlerinde bulunuyorlar, onlara da kulluk
yapmaya söz veriyorlardı.
Dikkat ederseniz, Rabbimiz, “bunların
gönüllerinde gizlediklerini ben biliyorum,” buyurmaktadır. İfadenin bu tarzından
anlıyoruz ki, kalben Allah’tan başkalarını razı etmeye çalışan, kalben buna razı
ol-muş herkes müşriktir. Arzuları Allah arzularıyla çatışan, arzularını Al-lah’a
rağmen yerine getirirken kalben bu işten razı olan bir kimse müşriktir. Kalben
Allah’tan başkalarını dinlemeye razı olmayan, içi bu işe razı olmadığı halde,
kalben tiksindiği halde köleliği sebebiyle ya da zorla, zorbayla yaptırılan
eylemlerinden ötürü Rabbimizin affı umulur. Zaten bunun adına da şirk değil,
günâh denir.
27. “Melekler, onların yüzlerine ve
sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nice olur?”
Bu adamlar tüm bu yamuklukları
niye yapıyorlardı? Savaştan kaçmak, savaşın sorumluluğundan kurtulmak, ölümden,
yaralanmadan kurtulmak veya kalplerinde planladıkları bir kısım menfaatlere
ulaşmak için, pulla, makamla, diplomayla, doktorayla, koltukla, iktidarla izzet
bulmak için yapıyorlardı değil mi? Allah diyor ki: “Melekler onların yüzlerine
ve sırtlarına vurarak canlarını alırken ne yapacak onlar?” İfadeye dikkat ediyor
musunuz? Yüzlerine ve sırtlarına vurarak… Yüz, kişinin kendi şerefini, sırt da
kişinin dayandığı, yaslandığı, kendisinden, kendilerinden güç ve kuvvet umduğu
destekçilerdir, yardımcılardır. Allah’ın melekleri hem onların kendi şeref
mahalleri olan yüzlerine vuracak, hem de onların tüm desteklerine, tüm yardım
umduklarına, kendisiyle izzet ve şeref umdukları, makamlarına, koltuklarına da
vuracak.
O zaman bu adamlar ne yapacaklar?
Allah’ın azabından kendilerini kim kurtaracak? O zaman adına saptıkları
menfaatleri, Allah’ı küstürme pahasına Allah’tan başkalarına kalplerinde
besledikleri sevgileri, itaatleri, korkuları, Allah yasalarına tercih ettikleri
arzuları, hevesleri, Allah kitabına tercih ettikleri tâğutlarının yasaları
onları kurtarabilecek mi? Acaba Allah gibi sevdikleri, saydıkları, sıkıldıkları
zaman kendilerine dua ettikleri, daraldıkları zaman kendilerinden yardım
bekledikleri, Allah kitabını ikinci plana attıracak biçimde kitaplarını
el-lerinden düşürmedikleri, Allah zikrinden iraz ettirecek biçimde isimlerini
dillerine doladıkları, peygamberleri unutturacak biçimde anma tö-renleri
düzenledikleri büyükleri onları kurtarabilecekler mi?
İşte kendileri sebebiyle
saptığımız, sapıttığımız mallarımız, mülklerimiz, mevkilerimiz, statülerimiz
acaba bizi kurtarabilecekler mi? Allah berisinde insanların kendilerine itaat
ettiği güçler, otoriteler onlara arka çıkabilecekler mi? Acaba tüm bunlar o
zaman bir işe yarayacak mı? Acaba hesabımızı melekler mi görecek, yoksa Allah mı
görecek? Yani bizler yaşadığımız hayatın hesabını Allah’a mı, yoksa onlara mı
ödeyeceğiz? Bunu çok iyi düşünmek ve ona göre karar ver-mek zorundayız. Kime
kulluk ettiğimizi ve kulluk ettiğimiz varlıktan mükafat ve ceza olarak neler
beklediğimizi çok iyi hesap etmek zorundayız.
28. “Bu, Allah’ı gazaplandıran şeye
uymaları ve O’-nun rızasından hoşnut olmamalarından ötürüdür. Allah da onların
işlerini boşa çıkarmıştır.”
Çünkü onlar Allah’ı kızdıracak,
Allah’ı gazaba getirecek şeylerin peşine düştüler. Allah’ın gazabını celbedecek
şeylere tâbi oldular. Allah’ı kızdıracak şeyleri izlemeye kalkıştılar. Allah’ın
yaratıklarını putlaştırıp, onları Allah yerine koyup onların yasalarının peşine
takıldılar. Allah’ın rızasından, Allah’ın kitabından, Allah’ın hayat
programından, Allah’ın sisteminden hoşlanmadılar da Allah’tan başkalarının
sisteminden hoşlandılar ve böylece Allah’ı kızdıracak yollara girdiler. Allah’ın
razı olacağı şeylerin peşinde, peygamberlerin peşinde olmadılar da Allah’ı
kızdıracak şeytanların, tâğutların peşine takıldılar. Allah da onların tüm
amellerini, tüm işlerini boşa çıkarıverdi.
Peki biz nelerin peşindeyiz? Gerçekten
şu anda bizler Allah’ı hoşnut edecek şeylerin mi peşindeyiz yoksa Allah’ın
gazabını celbe-decek şeylere mi tâbi oluyoruz? İttibâ gözle, kulakla, kalple ve
düşünceyle izlemek, takip etmek demektir. Peki acaba şu anda bizler gözlerimizle
neleri izliyoruz? Allah’ın razı olacağı şeyleri mi yoksa Allah’ın gazap edeceği
şeyleri mi izliyoruz? Gözlerimizle Kitap ve sünneti mi yoksa haramları mı
izliyoruz? Kulaklarımız en çok hangi sözleri din-liyor? Kulaklarımızda en çok
kimin sözleri dolu? En çok kimin mesajlarıyla meşgul kulaklarımız? Kalplerimiz
neyle meşgul? Neyle dolu? Ellerimiz en çok neye uzanıyor? Ayaklarımız nereye
doğru gidiyor? Meyillerimiz, arzularımız ne tarafa doğru? Varlığımız, vücudumuz,
ge-cemiz, gündüzümüz ne tarafa meyilli? Kendimize dert edindiğimiz şeyler
Allah’ın razı olacağı şeyler mi, Kitap ve Sünnet mi? Bunların tarafımızdan
anlaşılıp hem kendimizi diriltmek hem de etrafımızı diriltmek derdi mi?
Yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirme der-di mi? Yoksa Allah’ın
gazabını celbedecek ve Allah katında sineğin kanadı kadar bir değer ifade
etmeyen dünyalıklar peşinde miyiz? Kendimizi, hayatımızı, varlığımızı, gözümüzü,
kulağımızı, kalbimizi, gecemizi, gündüzümüzü kime ve neye satıyoruz? Hayatımız,
varlığımız kime doğru akıyor? Bunun hesabını çok iyi yapmalıyız. Allah,
“on-ların amellerinin tümünü boşa çıkaracağım,” buyuruyor
Allah, “hayatını Allah için ve Allah
adına yaşamayan, Allah’ı ra-zı edecek şeylerin peşinde değil de sürekli Allah’ı
kızdıracak şeylerin peşinde bir ömür tüketen insanların tüm işlerini boşa
çıkardım,” diyor.
“İhbad”, istiğfar ya da “gufranın”
zıddıdır. Güzel ameller, salih ameller, günâhlara kefaret olup onları örttüğü
gibi, kötü ameller de iyi amelleri boşa çıkarmaktadır. Böyle yapan, böyle
yaşayan insanların iyi amelleri varsa, onların tümünü boşa çıkardık, diyor
Rabbimiz.
29. “Yoksa, kalplerinde hastalık
olanlar, Allah’ın onların kinlerini dışarı vurmayacağını mı
sandılar?”
Kalplerinde hastalık bulunan bu
insanlar Allah’ın kalplerinde gizledikleri, gizli gizli Allah âyetlerine karşı,
Allah sistemine karşı içlerinde taşıdıkları bu nefretlerini ve Allah
düşmanlarına karşı kalplerinde taşıdıkları bu itaat duygularını, bu gizli gizli
onlarla Allah’a ve Müslümanlara karşı anlaşmalarını Allah’ın açığa
çıkarmayacağını mı zannediyorlar? Allah’a, Allah âyetlerine, Allah yasalarına
karşı kinlerini, nefretlerini, Allah düşmanlarına karşı sevgilerini ve
bağlılıklarını Allah’ın açığa çıkarmayacağını mı umuyorlar?
Allah bu tür insanların kalplerinde
taşıdıklarını açığa çıkarmaktadır. Peki nasıl çıkarıyor Allah? İnsanları çeşitli
imtihanlardan geçirerek çıkarıyor. Onlara, onların sevmediği, beğenmediği bir
takım sorular göndererek açığa çıkarır. Allah’tan gelen bu belâlar, bu sorular
karşısında her şeye rağmen Allah’a inanan, Allah’ı seven, O’nun emirlerine
gönülden bağlı olan insanlar Allah’ın razı olduklarından vazgeçmezler. Meselâ
Rabblerinden gelen bir savaş emri, Rabblerinin hatırı karşısında her şeylerini
ayaklarının altına alır ve Allah’ın arzusunu başlarına taç yaparlar. Ama bu
savaş emri inanmayanların kalplerindekini açığa çıkarıverir. İnsanların
kalplerindekini açığa çıkarmak için Allah bazen böyle bir savaş yazıverir. Böyle
bir emir karşısında kimileri sendelerken, tökezlerken kimileri de Allah adına
canlarını or-taya koymak için can atar, Rabblerinin emrine koşarlar.
Mü’minler Rabblerini razı edecek
şeylerin peşinde koşarken, kalplerinde hastalık bulunan münâfıklar da, “bu cihad
emri de nereden çıktı şimdi?” diyerek Allah’ın gazap ettiği bir hayatın adamı
olurlar. Allah safında yer alacakları, Müslümanlarla beraber olacakları yerde
küfür safında yer alırlar.
Bazen kıtlıkla, yoklukla, maldan ve
candan eksiltmelerle Allah insanları imtihan eder ve böylece insanların
içindekileri açığa çıkarır. Veya bir hapisle, bir soruşturmayla, işkenceyle,
insanlardan gelebilecek bir zararla kalplerdekini açığa çıkarıverir. Böyle bir
durumda Müslümanlığından bile pişmanlık duyan insanları görüyoruz. “Keşke
Müslüman olmasaydık! Keşke kendimizi tehlikeye atmasaydık! Keşke Al-lah yolunda
dikkat çekmeseydik! Bütün bunlar Müslümanlığımızdan dolayı başımıza geliyor!
Müslüman olduğumuz için eziliyoruz! Müslüman olduğumuz için ikinci sınıf
muamelesi görüyoruz! Müslüman olduğumuz için şunlardan, şunlardan mahrum
oluyoruz! Tüm bu ezikliklerimizin sebebi Müslümanlığımızdır,” diyerek
Müslümanlıklarından şikâyette bulunanların varlığını görüyoruz.
Halbuki böyle bir durumda gerçek
Müslümanların şöyle söylemesi gerekirdi: “Elhamdülillah ki şu anda bizler de
peygamberlerin yolundayız. Allah adına çektiğimiz bu sıkıntılar, katlandığımız
bu eziyetler, döktüğümüz bu kanlar yarın bizi
kurtaracaktır.”
Öyleyse bu münâfıklar nasıl
düşünüyorlar? Nasıl hesap ediyor bunlar? Allah onların içlerinde taşıdıklarını
peygamberine ve Müslümanlara bildirmeyecek deşifre etmeyecek mi zannediyorlar?
Halbuki:
30. “Eğer dileseydik, Biz, ey Muhammed,
onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. Andol-sun ki sen,
onları konuşmalarından da tanırsın; Allah işlediklerinizi
bilir.”
Rabbimiz diyor ki: “Peygamberim,
eğer biz isteseydik o münâfıkları iyice öğrenip bileceğin bir tanıtımla sana
tanıtırdık. Dileseydik onların münâfıklıklarını yüzlerinde bir alâmetle ya da
içlerini dışa yansıtarak veya kalplerini yüzlerine geçirerek onları sana
gösterirdik.”
Veya Yâsîn sûresi 67. âyetinde
anlatıldığı gibi, “onların yüzlerinde kendilerini tanıtacak bir işaret, bir
alâmet yaratırdık da sen onları yüzlerinden tanırdın.” “Biz isteseydik onların
yüzlerini değiştirir, farklı bir duruma sokardık da sen onları tanırdın. Şöyle
onların yüzlerine bakar bakmaz onların Allah’a ve Allah’ın dinine karşı
kinlerini, küfre, kâfirlere ve müşriklere karşı meyillerini hemen görüverirdin.
Yani içlerinde olanları yüzlerine vuruverirdik de sen bakınca onların kalplerini
yüzlerinden okuyuverirdin. Ama sen zaten onların nifaklarını, münâfıklıklarını
sözlerinin üslûbundan, sözlerinin edâsından, kıvrımından da tanırsın.”
Demek ki münâfıklar sözlerinin
karakterinden de tanınmaktadırlar. Bunların bu sözlerinden kastın da şu sözleri
olduğu anlatılmak-tadır:
“Münâfıklar sana geldikleri vakit:
“Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah’ın elçisisin” derler. Senin mutlaka
kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münâfıkların yalancı olduklarına
şahitlik eder.”
(Münâfikûn
1)
Kendilerini korumak, kendilerini
garantiye almak için yapıyorlardı bunu. Gerçek yüzlerini Müslümanlardan gizlemek
ve Müslümanlara yaranmak için yapıyorlardı bunu.
Buradaki münâfıklardan kasıt Abdullah
bin Übeyy ve arkadaşlarıdır. Bunlar Rasulullah’ın yanına geldikleri zaman,
“Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah’ın elçisisin,” diyerek yeminle beraber
onun risâ-letine şehadette bulunuyorlardı. Abdullah bin Übeyy münafığı bu tür
tavırlar sergiliyordu. Öyle ki her cuma, cuma namazına geliyor ve Al-lah’ın
Resûlü hutbeye çıkınca da şöyle diyordu: “Ey cemaat! Allah’ın Resûlü
aranızdadır! Allah sizi onunla şereflendirmiştir. Onun sizin beldenize
hicretiyle Rabbiniz size şeref kazandırmıştır! Bu yüzden o ne diyorsa tasdik
edin! Emirlerini dikkatlice dinleyin ve ona itaat edin!” Bir yandan böyle diyor,
bir yandan da için için Allah’ın Resûlüne ve Müslümanlara düşmanlık için planlar
düşünüyordu. İşte ey peygamberim sen onları bu tür sözlerinden tanırsın. Veya
meselâ yine Münâ-fikûn sûresinde:
“Diyorlar ki: “Andolsun, eğer Medine’ye
dönersek, daha aziz (daha üstün) olan, daha zelil (daha alçak) olanı mutlaka
oradan çıkaracaktır.” Üstünlük, ancak Allah’a, onun elçisine ve mü’minlere
aittir. Fakat münâfıklar bilmezler.”
(Münâfikûn
8)
Kime diyorlardı bunu? Allah’ın
Resûlü’ne ve beraberindeki mu-hacirlere diyorlardı. Ne cüret! “Medine’ye hele
bir dönelim onları çıka-rıp atacağız. Aziz olan bizler, zelilleri, peygamberi ve
Müslümanları da oradan sürüp çıkaracağız,” diyorlardı. Kendilerini aziz,
peygamberi ve beraberindeki Müslümanları da zelil görüyorlardı. Halbuki güç,
kuvvet, izzet, şeref, hâkimiyet ve galibiyet Allah’ın ve onun aziz kıldığı
peygamberin ve Müslümanlarındır.
Bu münâfıklarda zerre kadar izzet ve
şeref yoktur. Eğer bunlarda zerre kadar bir izzet olsaydı, münâfıklık
yapmalarına gerek kal-mazdı. Bin bir yalanın arkasına saklanarak “biz de
Müslümanız” demelerine, yalan söylemelerine gerek kalmazdı. Münâfıklığa tenezzül
etmez, açıktan açığa “biz inanmıyoruz” diyerek bir tavır ortaya koyarlardı.
Halbuki izzetsiz ve şerefsiz
olduklarından kâfir oldukları halde yalan dolanla kendilerinin Müslüman
olduklarını söylüyorlar. Bu ne bi-çim izzet? Bu ne biçim bir şeref anlayışıdır
böyle? İzzet ve şeref sahibi birisi hiç böyle yapar mı? İzzet ve şeref sahibi
birisi böyle iki yüzlü olur mu? İşte peygamberim, sen onları bu tür sözlerinden
tanırsın.
Yine meselâ Ankebût
sûresinde:
“İnsanlardan: “Allah’a inandık”
diyenler vardır; ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanların ezasını
Allah’ın azabı gibi tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa, andolsun
ki, “Doğrusu biz sizinle beraberdik” derler. Allah, herkesin kalbinde olanları
en iyi bilen değil midir?”
(Ankebût
10)
Ahzâb sûresinde Allah adına, Allah
yolunda cihada çağrıldıkları zaman da şöyle diyorlardı:
“İçlerinden bir topluluk da
Peygamberden: “Evlerimiz düşmana açıktır” diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri
açık değildi, sadece kaçmak istiyorlardı.”
(Ahzâb 13)
İşte münâfıkların bu tür sözlerinden
tanınabileceklerini anlatıyor Rabbimiz. İnanmadıkları halde iman gösterisinde
bulunan münâfıklar, sözlerinden tanınacaktır. Öyleyse Müslümanlar sözlerinin
Allah’ın âyetlerine ve Resûlü’nün sünnetine uygunluğuna dikkat etmek zorundadır.
Kitap ve sünneti tanımayanların, vahyi bilmeyenlerin cehaletleri mutlaka
sözlerine ve tavırlarına da
aksedecektir. Kitap ve sünnetle beraber olan kişinin sözleri ve
davranışları, vahiyle birliktelikleri ölçüsünde vahye mutabık olacaktır. Hasbel
kader yanlış bir söz, vahye mutabık olmayan bir söz söylediği ve yanlışı
kendisine duyurulduğu, “bu sözün filan âyete terstir, bu tavrın filan hadise
zıttır,” diye uyarıldığı zaman da Müslüman hemen pişman olacak, tevbe edecek ve
hemen ondan vazgeçme hikmetini gösterecektir.
Mü’minler böyledir ama kalplerinde
hastalık bulunanların ağızları açıldığı zaman içlerindekini dışarı sızdırırlar
ve söyledikleri sözler onların kalpleri hakkında bize bilgi verir.
31. “Andolsun ki sizi, içinizden cihada
çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi açıklayana kadar
deneyeceğiz.”
Andolsun ki sizi bileyeceğiz,
sizi cihad, açlık, kıtlık, maldan candan eksiltmeler gibi bir kısım
imtihanlardan geçireceğiz ki içinizdeki mücahitleri ve sabredenleri açığa
çıkaralım ve sizin haberlerinizi açıklayalım.
Böylece gerçek mü’minleri
sahtelerinden, gerçek mücahitleri korkaklardan, sabırlıları sabırsızlardan
ayıralım. Ya da sizin muharebe meydanlarındaki destanlaşan sabırlarınızı,
sebatlarınızı, Allah için göze aldığınız fedâkârlıklarınızı, cesaret ve
kahramanlıklarınızı tüm dünyaya gösterelim, tüm çağlara ilân edelim. Gelecek
nesillere sizi örnek kahramanlar olarak sunalım.
Bir de sizin haberlerinizi açığa
çıkaralım diye. Her halde burada Rabbimizin açığa çıkarmayı murad ettiği
haberler münâfıkların: “İman ettik” ifadeleridir. Zira bu iddia hem mü’minler
hem de münâfıklar tarafından yapılan bir iddiaydı. Ancak bu konuda kimin sadık
kimin yalancı olduğu böyle fedâkârlık isteyen bir savaş ortamında açığa
çıkacaktı.
Veya buradaki haber Ahzâb sûresinde
onların şu sözleridir:
“Andolsun ki, daha önce, sırt çevirip
kaçmayacaklarına dair Allah’a ahit vermişlerdi. Allah’a verilen ahit
sorulacaktır.”
(Ahzâb 15)
Âyet-i kerîmede anlatıldığı gibi
onların Rasulullah Efendimize karşı savaştan sırtlarını dönerek
kaçmayacaklarına, Rasulullah’la be-raber düşman karşısında dayanacaklarına dair
verdikleri ahitlerine sadık kalıp kalmayacaklarının açığa çıkarılmasını
istiyordu Rabbimiz.
“Sizin haberlerinizi de açığa
çıkaracağım. Sizin içinizdekileri, kalplerinizdekileri, torbalarınızdakilerin
tümünü açığa çıkarıp dökeceğiz. İçinizde gerçek bir iman mı taşıyorsunuz yoksa
dışarıdan iman gösterisinde bulunup içinizde nifak mı taşıyorsunuz, bütün
bunları açığa çıkaracağız.”
32. “Şüphesiz, inkâr edenler, Allah
yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere
karşı gelenler Allah’a hiçbir zarar veremezler. O, onların işlerini boşa
çıkaracaktır.”
Küfredenler, örtenler, örtbas
edenler, hakkı örtenler, Allah’ın âyetlerini örtenler, kendi hevâ ve
heveslerini, keyiflerini gündeme getirebilme adına Allah’ın âyetlerini Allah’ın
arzularını örtenler, keyiflerince bir hayat yaşayabilmek için Allah’ı, Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın dinini gündemlerinden düşürerek üstünü örterek Allah’ın
âyetlerinin defterini dürenler, kendi hevâ ve heveslerini, kendi yasalarını
ikame edebilmek için Allah’ın yasalarını örtüp saklayanlar, insanlara sundukları
eğitim, hukuk, kılık-kıyafet, ekonomi, siyasal yapılanma, sofra,
ka-zanma-harcama anlayışlarıyla Allah’ın yasalarını örtenler…
Ya âyetleri örtenler, yahut da
âyetlere karşı kendilerini, kendi hayatlarını örtenler, hayatlarını Allah’ın
âyetlerine örtülü tutanlar, hayatlarını, sözlerini, düşüncelerini ve
davranışlarını Allah’ın yasalarına kapalı tutanlar… Sanki Allah kendilerinden
hiçbir şey istemiyormuş, Allah onların hayatlarına hiç karışmıyormuş gibi
Allah’ın tüm tekliflerini yok farz ederek bildikleri gibi bir hayat yaşamaya
çalışanlar…
Kendileri hakkı örttükleri gibi,
başkalarının hakka ulaşmalarını engellemeye çalışanlar… İslâm’ın tebliğinin
önüne dikilerek, İslâm eğitimini yasaklayarak insanların hakka ulaşmalarına
engel olanlar, insanları zorla Allah yolundan çevirmeye çalışanlar ve de
Allah’ın Resûlü’ne karşı onun yolunun yolcuları olan mü’minlere karşı cephe
oluşturanlar… Rasulullah’ın ve Müslümanların karşısındaki safta yerlerini
alanlar… Üstelik bütün bunları yaparken de kendilerine hidâyet belli olduktan,
yâni Kitabı, sünneti, Allah’ı, peygamberi, dini, hidâyeti tanıdıktan sonra
bunları yapanlar var ya, işte bunların Allah’a karşı verebilecekleri herhangi
bir zarar yoktur. Allah’a, Allah’ın peygamberine, Allah’ın dinine ve bu dinin
mensuplarına verebilecekleri en küçük bir zarar yoktur. Allah’a zaten zarar
veremezler de, burada anlatılmak istenen Allah’ın sistemine ve Müslümanlara
verebilecekleri bir zarar yok demektir.
Bir de âyet-i kerîmeden şunu anlıyoruz
ki peygambere muhalefet, Allah’a muhalefettir. Peygamber yolunun yolcularına
düşmanlık, Allah’a düşmanlıktır. Unutmayalım ki Müslümanlara düşmanlık yapanlar
karşılarında Allah’ı bulacaktır.
Allah onların tüm işlerini boşa
çıkaracaktır. Ya Allah onların iyi zannettikleri, iyi ameldir diye yaptıkları
tüm amellerini geçersiz kılacak, değerlendirmeye tâbi tutmayacak, kıyamet günü
onlar için terazi, mizan koymayacak ya da dünyada Allah’ın peygamberine ve
Müslümanlara karşı düşmanlık adına düşündükleri tüm planlarını, Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın yasalarını, Allah’ın sistemini engellemek için aldıkları
tüm tedbirlerini, tüm mesâilerini boşa çıkaracaktır. Ne yaparlarsa yapsınlar,
Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın sisteminin hayata hakim oluşuna engel
olamayacaklardır. Ne bu dine, ne de bu dinin mensuplarına yapabilecekleri hiçbir
şey yoktur onların. Her ne kadar şu anda bu kâ-firler Müslümanlara karşı
üstünlük sağlamış gibi görünerek mü’min-lere işkence ve eziyet edebilecek duruma
gelmişlerse de, unutmayalım ki bu da yeryüzünde Rabbimizin koyduğu yasaları
gereğidir.
33. “Ey inananlar! Allah’a itaat edin,
Peygambere itaat edin; işlerinizi boşa çıkarmayın.”
Ey mü’minler, Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin ki amelleriniz bo-şa gitmesin. Ameller Allah ve Resûlü’ne
itaat esasına bağlıdır. Amellerin işe yaraması, amellerin boşa gitmeyerek Allah
tarafından değerlendirilmeye lâyık görülmesi, o amellerin sahibinin Allah ve
Resûlü’ne itaatine bağlıdır. Allah ve Resûlü’ne itaatten çıkan birisinin ne
yaparsa yapsın yaptıklarının hiçbiri bir değer ifade etmeyecektir.
Buradan şunu da anlıyoruz ki, yapılan
amel Allah ve Resûlü’-ne itaat adına değilse, Allah ve Resûlü’ne itaatten
kaynaklanmıyorsa o amel boştur. Yani yapılan bir amelin yaptırıcısı Allah ve
Resûlü değilse, o amel boştur. Öyleyse Müslüman yaptığı her bir ameli Allah ve
Resûlü’ne dayandırmak zorundadır. “Bunu bana Allah emretti. Bunu benden
Rasulullah istedi. Ben bunu Allah’ın kitabından aldım, ben bu-nu Rasulullah’ın
sünnetinde gördüm. Ben bu amelin şeklini, biçimini, zamanını, miktarını ve
usulünü Rasulullah’ın hayatında gördüm, bunu benim örneğim bana böylece
örnekledi,” diyerek, amellerini dedikodu veya işte filan-falanlara dayandırarak
değil, Allah ve Resûlü’ne, Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine
dayandırarak işleyen kişinin ameli salih bir ameldir. İşte Allah katında böyle
amellerin karşılığı var-dır.
Bir amelin Allah katında makbul, salih
bir amel olabilmesi için iki şart vardır: Birincisi o amel Allah, Allah’a ve
Resûlü’ne itaat için ya-pılacak, yani niyet sahih olacak, amelin yaptırıcısı
Allah ve Resûlü olacak, ikincisi de o amelin Kitap ve sünnette yeri olacak. Bu
iki şart yoksa, yani amel Kitap ve sünnette yoksa veya Kitap ve sünnette var ama
Allah ve Resûlü’ne itaat adına yapılmamışsa, o amel salih bir amel değildir.
Allah ve Resûlü’nün istediği, Allah ve Resûlü’nün belirlediği bir amel de olsa,
yapılan amel Allah ve Resûlü’ne itaat adına değil de başka sebeplerle
işleniyorsa, bu amel de boştur.
Meselâ çıkar, menfaat adına
yapılan ameller, toplum adına, çevreyi memnun etme adına yapılan ameller, moda
böyle istiyor, âdetlere karşı gelmeyelim diye, âmirim, müdürüm, devletim bundan
ra-zıdır diye, tâğutlar böyle istiyorlar diye yapılan ameller boştur. Hattâ
Allah’ın Resûlü, kişinin kendisiyle Allah’ın rızasını kazanabileceği bir ilmi
Allah rızasından başka, kulluk düşüncesinden başka bir sebeple, meselâ dünyalık
adına, doktora, diploma, kitap yazma adına, bilir de-sinler adına, sosyal statü
kazanma adına öğrenmeye çalışırsa, bu ki-şinin cenneti bile kaybedeceğini
anlatır.
Ey Müslümanlar! Az önceki âyette
anlatılanlar gibi amellerinizi boşa çıkarmayın. Sizler Allah ve Resûlü’ne mutlak
itaat edin. Allah si-ze savaşın mı dedi, hemen itaat edin. Rasulullah sizden mal
ve can mı istedi, hemen koşun emrine. Allah ve Resûlü din düşmanları karşısında
direnin, dişinizi sıkın ve sabredin mi dedi, hemen itaat edin. Ötekiler gibi
arkanıza dönüp kaçmayın, Allah ve Resûlü’nün emirlerine isyan etmeyin ki
amelleriniz boşa gitmesin. Allah ve Resûlü sizden sizin menfaatinize ne
istediyse itaat edin ki, hem bu dünyada, hem de âhirette amelleriniz netice
versin. Hem dünyada hem de ukbâda mutluluğa ulaşın.
34. “İnkâr edip Allah yolundan
alıkoyanları, sonra da inkârcı olarak ölenleri Allah şüphesiz ki
bağışlamayacaktır.”
Hakkı örtenler, fıtratlarını örtenler,
Kitabı ve sünneti örtenler, Allah’ın hayatlarına koyduğu işaret levhâlârını
örtenler ya da kendi hayatlarını vahye karşı örtülü tutanlar, vahyi hayatlarına
karıştırmadan yaşayanlar, vahye karşı kapalı, örtülü bir hayat yaşayanlar ve
çevrelerini de Kitap ve sünnetten uzaklaştıranlar, çevrelerine Kitap ve sünneti
duyurmayanlar, çoluk çocuklarını, hısım-akrabalarını Kitap ve sünnetten
uzaklaştıranlar… Onlara Kitap ve sünneti duyurmayarak ya da onların yollarını
değiştirerek vahyi örtenler... Nasıl? Çevresindekilere “Allah’a koşun, Allah’ın
kitabına koşun, peygamberin sünnetine koşun, peygambere gidin, aman kitaba
sarılın, aman peygamberin sünnetini örnek alın,” diyeceği yerde, “aman filanlara
koşun, aman fa-lanları tanıyın, aman filanları örnek alın,” diyerek insanların
Kitap ve sünnete gitmelerini engelleyenler, insanları insanlara, insanları
modaya, âdetlere, tâğutlara bağlamaya çalışanlar ve böylece kâfirce ölenler,
durumlarını değiştirmeden geberip gidenler var ya, işte böyle-lerini Allah asla
bağışlamayacaktır.
Dünyada böyleleri için, herkes için her
an mağfiret vardır, tev-be ve dönüş kapıları her zaman için açıktır. Ama ölüm
anı gelip çattığında tüm kapılar kapanmış ve iş bitmiştir artık.
Bu ve benzeri âyetler kâfirlere
seslendiği gibi, Müslümanlara da seslenmektedir. Rabbimiz bu âyetiyle kâfirlere
diyor ki: “Ey kâfirler! Ey Allah’ın âyetlerini, Allah’ın yasalarını, Allah’ın
hayat programını ör-terek, Allah’ın dinini gündemden düşürerek kendi bildikleri
gibi hayat yaşamaya çalışanlar! Unutmayın ki şu anda bu tavırlarınızdan dönme ve
tevbe etme imkânlarınız vardır. Allah’ı ve Allah’ın hayat programını diskalifiye
ederek kendi hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde bir hayatın peşinde yuvarlanıp
giderken bir anda Rabbinizin istediği hayata dönüverirseniz, kıblenizi
değiştiriverirseniz kesinlikle bilesiniz ki Rabbiniz sizi affıyla, mağfiretiyle
karşılayacaktır. Ama yok bu hayatlarınıza devam ederken bir ölüm gelip
beyninizde patladığı zaman her şey bitmiş olacaktır. Geberip giderken
yapacağınız dönüşleriniz, ya da yarın her şeyi gerçek olarak gördüğünüz bir
ortamda zorunlu olarak yapacağınız tevbelerinizin size iç bir yararı
olmayacaktır, bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Öyleyse gelin inadı bırakın da
fırsat kaçmadan, tevbe kapıları kapanmadan Rabbinizin bu çağrısına kulak verin,”
derken Müslümanlara da “dikkatli olun, kendinize güvenmeyin, bu âyetlerle
kendinizi bir sorgulayın. Kendinize, çocuklarınıza, çevrenize karşı Allah’ın
âyetlerinin ne kadarını açıyor, ne kadarını örtüyorsunuz? Bunu bir düşünün.
Düşünün de Rabbinize kulluk konusunda gevşeklik göstermeyin,” çağrısında
bulunmaktadır.
35. “Ey inananlar! Sizler daha üstün
olduğunuz halde düşman karşısında gevşemeyin ki barış istemek zorunda
kalmayasınız; Allah sizinle beraberdir; sizin işlerinizi
eksiltmeyecektir.”
Rabbimiz bu âyetiyle Medine’de
bir avuç Müslümana sesleniyordu. Medine’de, Mekkeli Kureyş’i karşısına almış,
Medineli Yahudiler ve münâfıklar tarafından düşman ilân edilmiş ve üstelik
sadece o bölgeyle de sınırlı kalmayarak İran’ı, Bizans’ı ve tüm dünyanın
kâfirlerini karşılarına almış, tüm dünya kâfirlerine meydan okumuş, tüm dünya
kâfirleriyle savaşmak zorunda kalmış bir avuç Müslüman… Düşünebiliyor musunuz,
tüm dünya kâfirleri ve onların karşılarına al-dıkları bir avuç Müslüman… Böyle
bir ortamda sayısal azlıklarına rağ-men Rabbimiz onlara diyordu ki: “Ey
Müslümanlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde, sizler daha aziz olduğunuz
halde, sakın ha düşmanlarınız karşısında barışa yalvarmayın. Düşmanlarınız
karşısında sayısal azlığınıza bakarak güçsüz olduğunuz düşüncesine kapılarak
onlardan barış dilenmeye kalkışmayın. Unutmayın ki Allah sizinle be-raberdir ve
sizin işlerinizi eksiltmeyecektir. Sizin işlerinizi asla sarpa sardırıp zora
sokmayacaktır.
Unutmayın ki siz üstünsünüz. Unutmayın
ki Allah sizinle beraberdir. Unutmayın ki siz Allah safındasınız veya sizin
safınızda Allah vardır. Sizin Azîzle, sizin üstünle irtibatınız vardır. Siz
üstünsünüz, çünkü Azîzle berabersiniz. Siz üstünsünüz, siz güçlüsünüz, çünkü
sizler yalnız değilsiniz. Öyleyse sakın ha kâfirlerden, müşriklerden aman
dileyip zillet içinde bir barışa razı olmayın. Zillet ve horluk içinde bir
barıştan yana olmayın. Böyle zillet ve meskenet içinde kâfirlerle, müşriklerle,
münâfıklarla kol kola, keyif içinde, rahat içinde uzlaşmacı bir hayat içinde
yaşayıp gidecek duruma düşmeyin. Yurtta sulh, cihanda sulh teraneleriyle pis bir
hayata razı olmayın, diyor Rabbimiz.
Ama bu, hep savaştan yana olun, hep
geçimsizlikten yana olun anlamına gelmez. Bu emir Müslümanların hiçbir zaman
barış sözcüğünü ağızlarına almamaları gerektiği anlamına gelmez. Bunun manası
şudur: Müslümanların kendilerini güçsüz ve zelil görerek düş-manlarını da güçlü
ve izzetli görerek kâfirlerin kendilerine hükmedecekleri, kâfirlerin kendileri
üzerinde baskı oluşturacakları bir konum ve ortamda asla onlardan barış
dilenmemeleri anlamına gelmektedir. Değilse karşılarındaki kâfir güçler
Müslümanların varlığını, gücünü kabul eder ve barış teklifi onlardan gelirse,
buyurun sulh edelim derlerse, o zaman İslâm hep barıştan yanadır. Nitekim bakın
Rabbimiz Enfâl sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de
yanaş ve Allah’a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir.”
(Enfâl 61)
İslâm barıştan yanadır ama zillet
içinde bir hayatı asla kabul etmez. Çünkü bu dünya için sürünmeye değmez. Bakın
bundan sonraki âyetinde Rabbimiz şöyle buyurur:
36. “Doğrusu dünya hayatı oyun ve
oyalanmadır. Eğer inanır ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, O, size
ecirlerinizi verir; O, sizin mallarınızı tamamen sarf etmenizi
istemez.”
Âhiret hayatı yanında dünyanın
değeri sadece bir oyun ve eğ-lenceden ibarettir. Dünya sadece bir oyundan,
oyalanmadan, oyuncaktan ibarettir. Evleri, barkları, dükkânları, tezgâhları,
hesapları, kararları, evliliği, boşanması, sanki çocukların evcilik oyununa
benziyor.
Rabbimiz, Kitabında bu tür âyetleriyle
bize dünyayı, dünya ha-yatını anlatıyor. Dünya, denâ fiilinin ism-i tafdîl
müennes sığasıdır. Müennes sığasıyla kullanılışı, onun kancıkça bir hayat
oluşunu anlatır. Ya da “Ednâ” daha düşük, daha alçak, daha adi ve değersiz
anlamlarına gelir. Allah’ın Resûlü Medine sokaklarından birinde dolaşırken
kokmaya yüz tutmuş bir oğlak ölüsü görür. Ashabına dönüp: “Bu oğlak ölüsünü kim
bir dirheme benden satın almak ister?” buyurur. Çevresindekilerden talip
çıkmayınca buyurur ki: “Öyleyse kim bunu kendisine hediye etmemi ister?”
Etrafındakiler: “Ey Allah’ın Resûlü bunun dirisi bile para etmez, değil ki
kokmaya yüz tutmuş ölüsü!” deyince, Allah’ın Resûlü buyurur ki: “İşte Allah
katında dünyanın değeri, bu oğlağın sizin yanınızdaki değeri gibidir. Eğer şu
anda sizin kazanmak için çırpındığınız, onsuz olmaz dediğiniz dünyanın, sineğin
kanadı kadar Allah katında bir değeri olsaydı, ondan kâfire bir yudum su bile
vermezdi.” Rabbimiz, kâfire bolca verdiğine göre, demek ki onun hiçbir değeri
yoktur.
Şu anda bizler bu oğlağı paylaşma
kavgası veriyoruz. Yok ba-cağı senin olacaktı, yok kuyruğu benim olacaktı… Şu
anda bizler bunun paylaşım savaşını veriyoruz. İşte dünya budur. Halbuki
Allah’ın Resûlü başka bir hadislerinde buyuruyor ki:
“Yaranızı sudan koruduğunuz gibi Allah da
sevdiği kullarını dünyadan korur.”
Ama bakıyoruz ki bugün mü’mini
de, kâfiri de dünyayı hedeflemiş, dünyayı kucaklama sevdasına kapılmış. Dünya
sadece bir eğlenceden, geçici bir oyundan oyalanmadan ibaret olduğu halde,
ölümle bitecek ve yarına intikal etmeyecek olduğu halde, âhiret yurdu daha güzel
ve daha kalıcı olduğu halde insanlar hep dünyayı tercih ediyorlar. Almamızda,
vermemizde, küsmemizde, barışmamızda, sevmemizde, reddetmemizde, evimizde,
eşyamızda hep dünyayı tercih ediyoruz. Kızımızın dünyalık istikbalini düşünüyor
ve okula gönderiyoruz. Oğlumuzun kazanmasını hesap ediyor, mühendisliğe yatırım
ya-pıyoruz. Çeyiz peşinde, ev-bark peşinde, para-pul peşinde koştuğumuz kadar
ilim peşinde koşamıyoruz. Bilgisa yar öğrenmeye inandığımız kadar
Bakara’ya inanmıyoruz. “Yahu ne olur ne olmaz, belki ya-rın lâzım olur,”
diyoruz. O belki lâzım olacak ama Bakara mutlaka lâ-zımdır, bunu anlayamıyoruz.
Yarışımızı hep dünya adına yapıyor, hep dünyalıklar konusunda yarışıyoruz. Aman
daha çok malım olsun, aman daha çok markım-dolarım olsun, daha çok dükkân, daha
çok ar-sa, daha çok şan-şöhret, daha çok alkış, daha çok koltuk, daha çok makam,
daha iyi model araba, daha güzel sofra adına yarışıyoruz. Ama Allah korusun,
içimizde daha iyi Müslüman olalım, cennette daha yüce makamları elde edelim,
daha güzel kulluk yapalım diye bunu dert edinenler azaldı gibi...
Âyet-i kerîmede anlatılan dünya
hayatının çok lüzumsuz, gerçek dışı, hiçbir değeri olmayan, hiçbir ciddiyet
taşımayan, hiçbir amacı olmayan boş bir hayat olduğu anlaşılmamalıdır. Dünya o
kadar de-ğerlidir ki biz Rabbimizin arzularını burada gerçekleştirecek,
Rabbimi-zin yasalarını burada uygulayacak, Rabbimizin rızasını burada kazanacak
ve cenneti burada hak edeceğiz. Dünya âhiretin tarlası ve ekim yeridir. Bu
mânada onu küçük göremeyiz.
Burada anlatılmak istenen, dünya
hayatının sonluluğu ve geçiciliğidir. Dünya hayatının hedef değil, vasıta
oluşudur. Yani dünya hayatının âhiret yurdu yanında çok kısa, geçici bir hayat
olduğunun anlatılmasıdır. Çok ciddi bir iş için yolculuğa çıkan bir adamın
yolculuğuna devam ederken, kısa bir süre dinlenmek ve sonra tekrar yoluna devam
etmek için uğradığı bir ağacın altında dinlenme ve oyalanma yeridir.
Oyun; faydalı işleri bırakıp faydasız
şeylerin peşine takılmaktır. Eğlence, “lehv” ise ciddiyeti bırakıp
ciddiyetsizliğe yönelmek demektir. Dünya hayatını temel kabul edenler, onu
sonsuz zannedenler, “varsa da yoksa da işte yaşadığımız bu hayat vardır, bunun
ötesinde başka bir hayat yoktur” diyenler, bu inançta olanlar oyun ve eğlenceye
yönelen insanlardır. Ya da onların dünyada yaptıklarının tamamı oyun ve
eğlenceden başka bir şey değildir. Tıpkı oyun ve eğlence gibi bu hayat da kısa
sürmektedir. İnsan oyun ve eğlencelere, olayların sonunu düşünmediği zamanlar
dalar. Ancak olayın ciddiyeti ya da ötesi düşünüldüğü zaman, oyunun da
eğlencenin de tadı tuzu kalmaz.
Oyun ve eğlencelerle genellikle
çocuklar ve cahiller meşgul olur. Akıllı insanların bu tür şeylere ayıracak
zamanları yoktur. Onun için Allah diyor ki, “hiç düşünmüyor musunuz?
Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? Ama âhiret yurdu öyle değildir. Âhiret yurdu
böyle gelip geçici, bir anda bitiveren sonlu bir hayat değildir. Sonu olmayan,
ebedî bir yurttur.
Bakın Allah diyor
ki:
“Eğer iman eder ve sakınırsanız, iman eder ve
muttakî olursanız, eğer iman eder ve imanınız istikâmetinde Allah için bir hayat
yaşarsanız yani imanlarınızı hayatınızda görüntüler, imanlarınızın salih
amellerini gündeme getirirseniz, o zaman işte bu âyette anlatılan hayat artık
denî bir hayat, alçak bir hayat değildir.” Çünkü Allah için yaşanan, Allah’a
sorarak yaşanan, Allah’ın koruması altına girerek yaşanan, Allah’ın yasaları
istikâmetinde yaşanan bir hayat, Allah’ın eline ve iradesine verilen bir hayat,
denî bir hayat değil âhirete dönüşmüş bir hayattır. Allah katında zemmedilen bir
dünya hayatı değil, Allah ta-rafından övülen bir âhiret hayatıdır. Allah için
değerlendirilmeye alınacak, mîzanda değer ifade edecek bir
hayattır.
Onun içindir ki mü’min asla gereksiz
şekilde dünyaya dalmaz. Onun içindir ki mü’min asla oyun ve eğlenceden ibaret
olan materyalist bir hayatın sahibi olmaz, olamaz. Mü’minin yaşadığı bu dünya
ha-yatında Allah’ı söz sahibi bilmesi, yemesi-içmesi, kazanması-harca-ması, tüm
hayat programları konusunda, Allah’ın helâl-haram sınırlarına riâyet etmesi,
evlenmesinde, boşanmasında, giyiminde, kuşamında, hukukunda, eğitiminde
Müslümanca bir hayatın sahibi olması, yaşadığı hayatın tümünde alçak dünyaya
değil aslında âhirete, âhireti kazanmaya yönelmektir. Hem dünyası hem de âhireti
ile alâkalı olarak sadece Allah’ı dinlemesi sonucunda Allah ona mükâfatını
verecektir. Rabbimiz yaptıklarının hiçbirisini karşılıksız
bırakmayacaktır.
Âyetin devamında da şöyle
buyuruluyor:
Dünyada böyle yaşayın, dünyayla
ilişkilerinizi Allah’ın istediği biçimde ayarlayın ama şunu da unutmayın ki,
Allah mallarınızın tümünü de istemiyor. Mallarınızın tamamını bana verin, benim
yolumda harcayın demiyor. Benim rızamı kazanabilmek için tüm mallarınızı
el-lerinizden çıkarın, tüm mal varlığınızı benim yolumda infak edip sıfırlayın
demiyor.
37. “Eğer sizden onları isteyip de sizi
zorlarsa, cimrilik edecektiniz, O da kinlerinizi ortaya
çıkaracaktı.”
Allah sizden tüm mallarınızı
istemeyecektir. Eğer Allah mallarınızın tümünü sizden isteyip de, mallarınızın
tümünü benim yolumda, benim istediğim yerlerde infak edin diyerek sizi aç ve
açıkta bırakacak olursa, sizi malsız, mülksüz bırakacak olsa, o zaman cimrilik
yapacak, bunun altından kalkamayacaksınız. Allah biliyor ki, o zaman sizin
kinleriniz açığa çıkacak. Onun içindir ki sizi böyle bir duruma dü-şürmek
istemediğinden Rabbiniz sizin mallarınızın, servetlerinizin tü-münü sizden
istemiyor ama onlardan belli bir bölümünün Allah yolunda harcanmasını, infak
edilmesini istiyor.
Zekât olarak malınızın kırkta birini,
infak olarak da imkân nis-betinde mal varlığınızdan harcamanızı istiyor. Belli
bir miktar benim yolumda, benim rızam için, benim belirlediğim yerlere harcayın
harcayın, gerisi sizin olsun diyor. Yâni mallarınız konusunda beni yetkili bilin
diyor. Mallarınıza benim karıştığımı, onları kazanma ve harcama düzeninizi benim
belirlediğimi kabul edin diyor.
38. “İşte sizler, Allah yolunda sarf
etmeye çağırılan kimselersiniz. Kiminiz cimrilik yapıyor ama, cimrilik yapan
bilsin ki, ancak kendine karşı cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise
fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, sizin gibi
olmayacak bir milleti sizin yerinize getirir.”
İşte sizler Allah yolunda mal
harcamaya, Allah yolunda mallarınızı infak etmeye çağrılan kimselersiniz. Size
böyle bir çağrı, böyle bir dâvet yapıldı. İnfak edin, Allah yolunda ve Allah’ın
istediği yerlerde yatırım yapın. Allah yolunda harcayın. Allah’ın emrettiği
yerlerde harcayın. Mallarınızı, imkânlarınızı Allah’ın izin verdiği biçimde ve
izin verdiği yerlerde kullanın. Malla ilişkilerinizi Allah’ın istediği biçimde
ayarlayın. Mal-mülk konusunda Allah’ı söz sahibi bilin. Kazanma yollarını da,
sarf yollarını da mülkün gerçek sahibine sorun.
Size böyle bir dâvet yapıldı, böyle bir
çağrı yapıldı. Ama içinizden kimileri cimrilik yaptılar. İçinizden kimileri
malla ilişkisini Allah’ın istediği biçimde ayarlamıyor. Malında Allah’ı söz
sahibi kabul etmiyor. Cimrilik yapıyor, tutuyor, sarılıyor, öpüyor, seviyor ve
Allah yolunda harcamıyor, infak etmiyor. Kendisini mülkün sahibi zannediyor,
malı, mülkü konusunda kendini yetkili zannediyor, Allah’ın emrini yerine
ge-tirmiyor. Ama kim cimrilik yaparak Allah’ın dâvetine icabet etmezse, malını
Allah’ın istediği biçimde istediği yerlerde harcamazsa bilsin ki, o kendisi
adına cimrilik yapmaktadır. Cimrilik yapan kişi kendi kendisini yakmaktadır.
Çünkü öbür tarafta kendisini kurtaracak, kendisini cehennemden koruyacak ve
cennete ulaştıracak, korktuğundan emin kılacak ve umduğuna kavuşturacak hiçbir
şeyi olmayacaktır. Bakın Bakara sûresinde bu hususu anlatırken Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Ey
iman edenler! Kendisinde hiçbir alışverişin, hiç bir dostluğun, ve hiçbir
şefaatin bulunmadığı bir gün gelip çatmadan size verdiğimiz rızıklardan Allah
yolunda harcayın. Kâfirlere gelince onlar zâlimlerin ta
kendileridir.”
(Bakara 254)
Kendisinde malın, mülkün bulunmadığı,
dostluğun, karşılıklı yardımlaşmanın bulunmadığı, şefaatin ve dost kayırmanın
mümkün olmadığı bir gün gelmeden infakta bulunmamızı emrediyor Rabbimiz. Zira o
gün gelip çattı mı, artık hiç kimse kendisini kurtaracak bir bedel ödeyemez, hiç
kimse ateşten kurtuluş için fidye veremez. Çünkü orada ne mal vardır, ne mülk…
Kimin malını kime vereceksiniz? Öyleyse bugünden Allah’ın malını Allah yolunda
harcamalıyız ki yarın o harcadıklarımızı Allah’ın yanında bulalım. Bakın yine
Bakara’da Rabbimiz kendi yolunda harcama yaparak kendisine karz sunmamızı
istemektedir.
“Kim
de Allah’a güzel bir borç verirse Allah ona kat kat artırarak ödeyecektir. Allah
hem daraltır, hem genişletir. Sonunda O’na
döndürüleceksiniz”
(Bakara 245)
Dikkat ediyor musunuz ifadeye?
Rabbimiz kulları için infakı gündeme getiriyor. Hem de kendisine borç isteme
pozisyonunda infakı gündeme getiriyor. Yani böyle cihad, namaz, oruç, infak gibi
yapacağınız kulluklarla Allah’a öyle borçlar sunun ki, bunlar güzel bir borç
olarak Allah’ın yanında kalsın ve size en lâzım olacağı zaman ondan alın. Cennet
için mi lâzım oldu? Cehennemden kurtulmak için mi lâzım oldu? O zaman O’ndan
alırsınız.
Canlarınızı, bedenlerinizi,
akıllarınızı, zamanlarınızı, mallarınızı bugün Allah’a emanet verirseniz, yani
bütün bunları Allah yolunda ve Allah’ın hizmetinde kullanırsanız: “Ya Rabbi
senin yolunda harcıyo-rum! Al senin olsun! Al senin yanında kalsın! Al sana
emanet! Yarın lâzım olunca senden alırım!” derseniz, bilesiniz ki onlara en çok
muhtaç olduğunuz zaman onu kat kat Allah size ödeyecektir. Hoş demeseniz de
geçiyor zaten. Meselâ şu anda şu bir saatlik zamanı Allah’a ayırmasaydınız,
nasıl olsa yine geçecekti değil mi? Öyleyse zamanınızı Allah için harcayın ve
ona bir emanet olarak sunun, yarın ondan alırsınız. Akıllarınızı, zekalarınızı
sadece para kazanmaya değil de, biraz da Allah’ın âyetlerini tanımaya,
ağızlarınızı sadece yemeye içmeye değil de, biraz da Allah’ın dinini
çoluk-çocuğunuza anlatmaya harcayın; böylece Allah’a güzel bir borç sunun ki,
yarın Allah’tan onu alasınız.
İnfak eden kendi lehine infak eder,
kendisine lâzım olanı infak eder, âhireti için, gelecekteki kurtuluşu için,
kendi selâmeti için yatırım yapar. Ama cimrilik yapan da kendisini yakmak için
cimrilik yapar. Çünkü:
Allah zengin, siz fakirsiniz. Allah
gani, siz muhtaçsınız. Allah güçlü, siz güçsüzsünüz. Siz Allah’a ve Allah’ın yol
gösterisine muhtaçsınız. Allah’ın rahmetine, Allah’ın cennetine ulaşabilmek için
Allah yolunda infaka ihtiyacınız vardır, Allah’ın rızasını kazanmaya
muhtaçsınız. Allah hiçbir zaman sizin yaptıklarınıza yapacaklarınıza muhtaç
değildir. Siz yaptıklarınızın tamamını kendiniz için yapıyorsunuz. Kendi
geleceğiniz için yapıyorsunuz. Çünkü amellerimizle, yaptıklarımızla İslâm’a
şeref verecek değiliz, İslâm’a izzet kazandıracak değiliz.
Evet, İslâm’ın bizim
yaptıklarımıza hiçbir zaman ihtiyacı yoktur. Biz İslâm’a değil, İslâm bize izzet
ve şeref kazandırmaktadır. Bakın bu hususu en güzel bir şekilde bize anlatmak
için bir hadis-i kutside Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey kullarım, sizin öncekileriniz,
sonrakileriniz; in-sanlarınız, cinleriniz hepsi birden sizin en muttakîniz gibi olsanız ve bu şekilde bana kullukta
bulunsanız, bu benim mülkümde hiçbir şey artırmaz. Yine önce ve sonra gelen
bütün insan ve cinler en facir ve fâsık
bir kimsenin kalbi üzere olup isyan etseniz, bu da benim mülkümden hiçbir şey
eksiltmez
(Müslim, K. Birr
4/1994)
“Bu hayvanların ne etleri ve ne de
kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak sizin O’nun için
yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir.”
(Hac 37)
Evet, sizden Allah’a ulaşacak olan,
sadece sizin menfaatinize yarayacak takva ve teslimiyetlerinizdir. Bunun faydası
Allah’a değil kendinizedir. Değilse kullar ne Allah’a bir zarar verebilirler, ne
de yaptıkları kulluklara Allah’ın herhangi bir ihtiyacı vardır. Ama Rabbimiz
kullarının kendisine itaat edip kendisine kulluk yapmalarını, kendi e-mirleri
istikâmetinde bir hayat yaşayıp yasakladıklarından da sakınmalarını sevmektedir.
Bilelim ki bizim yaptıklarımıza Allah’ın hiçbir za-man ihtiyacı
yoktur.
“Rabbin müstağnî ve rahmet sahibidir.
Dilerse, sizi başka bir milletin soyundan getirdiği gibi, sizi yok eder,
dilediğini yerinize getirir.”
(En’âm 133)
“Eğer O’ndan yüz çevirirseniz sizi
ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bir milleti sizin yerinize
getirir.”
Şunu da asla unutmayın ki,
yaptıklarınızın tümünü siz kendiniz için yapıyorsunuz. Çünkü Allah Ganidir,
Allah zengindir ve sizin yaptıklarınızın hiçbirisine ihtiyacı yoktur. Allah hiç
kimseye ve hiç kimsenin ameline muhtaç değildir. Ne ibadetlerinize, ne
çalışmalarınıza, ne gayretlerinize, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur O’nun. Yokken
sizi yaratan O’dur. Sizi size ihtiyacından dolayı, yalnızlığını gidermek veya
sizin yapacaklarınızdan istifade etmek için de yaratmadı. Dilediği zaman da sizi
yok etmeye muktedirdir. Size de, yaptıklarınıza da ihtiyacı yoktur O’nun.
Dilerse sizin defterlerinizi dürer de, daha önce sizi, sizden öncekilerin yerine
dünya sahnesine getirdiği gibi, sizin yerinize de başkalarını halef kılar. Sizi
başkalarının neslinden getirdiği gibi, sizin neslinizden de başkalarını getirir.
Tıpkı Nuh toplumunu yok edip
yerine Âd’ı getirip yerleştirdiği gibi… İsyanlarından dolayı Âd’ın da defterini
dürüp, yerine Semûd’u yerleştirdiği gibi… Küfürlerinden ötürü Semûd’u da yerin
dibine batırıp yerine başkalarını getirdiği gibi… Veya Selçukluyu, Osmanlıyı yok
edip şu anda onların yerine sizleri getirdiği gibi… Sizi de yok edip ye-rinize
başkalarını getirir o Allah.
Öyleyse size hakim olan, sizin
üzerinize Kahhâr olan Rabbini-ze teslim olup onun istediği hayatı yaşayın. Asla
onun emirlerine isyan içine girmeyin. O’nu ve O’nun hayat programını hesaba
katmayarak bir hayat yaşamaktan sakının. Kendisini seven kişi, kendisi için
iyilik bekleyen kişi yaptıklarıyla kendi kendisine zulmetmesin. Kendisini can
yakan dayanılmaz ateşten korumasını bilsin. Bunun için de hayırların en güzelini
kendisi için işlesin. Kendisini ateşe götürecek, ateşten yatak ve yorgana
götürecek amellerde bulunmasın. Kendi kendini kendi elleriyle cehenneme
atmasın.
Bu sûre ile alakalı bu kadar söz yeter.
Rabbim iman edip gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Sübhanekallahümme ve
bi-hamdik, eşhedü enlâ ilâhe illâ ente. Estağfiruke ve etûbü
ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder