FETİH SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
48, nüzûl sıralamasına göre 111, mesânî kısmı beşinci sûreler grubunun dördüncü
sûresi olan Fetih sûresi, Medine’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
29’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Hudeybiye anlaşmasından sonra
Rasulullah Efendimiz Medine’ye dönerken nâzil olmuş 29 âyetlik bir sûreyle karşı
karşıyayız. Sûrenin ilk âyeti
Rasulullah Efendimize bir fetih haberi, bir fetih müjdesiyle başlıyor. Hudeybiye
fethinin akabinde geldiği için böyle baş-lıyor. Adı sûrede geçen Feth
kelimesine dayanır: "Biz sana apaçık bir fetih müjdeledik" (Âyet I) Fetih: Bir
yeri almak, zaptetmek, ele geçirmek demektir. Sûrenin konusu, kendisinden önce
yer alan Muhammed sûresindeki gibi savaş ve fethin
müjdelenmesidir.
Rasulullah Efendimiz beraberindeki
ashabıyla birlikte sadece ellerinde basit kılıçları olduğu halde, bir savaş
niyet ve hazırlığı olmaksızın Kâbe’yi ziyaret, umre maksadıyla Mekke’ye
yönelirler. Ama Mekkeli kâfirler hâlâ eski kinlerini, eski düşmanlıklarını, eski
cahilî anlayışlarını sürdürmektedirler. Müslümanları Hudeybiye denen yerde
durdururlar, Mekke’ye, öz vatanlarına koymazlar. Rasulullah Efendimiz onlarla
bir anlaşma imzalar. Bu anlaşmanın şartları Müslümanların aleyhine gibi görünse
de, geleceği bilen Allah gelecek sene Müslümanların emin bir şekilde Mekke’ye
gireceklerini peygamberine bildirir. Allah bunu bir fetih olarak değerlendirecek
ya da fethe dönüş-türecektir.
Sûre,
müslümanların geleceğine dâir müjdeler ihtiva etmektedir. Hudeybiye
antlaşmasından önce Resulullah (s.a.s.) rüyasında sahabeleriyle birlikte
Mekke'ye gittiklerini ve orada umre ziyaretini yaptıklarını gördü. Bir peygamber
için rüya ayrı bir önem ifade eder; Çünkü rüyaları bir çeşit vahiydir. Bunun
üzerine Resulullah ashabına umreye gitmek üzere hazırlık yapmalarını ve çevreye
haber gönderilmesini emretti. Muhâcir ve Ensâr hazırlıklarını yaptılar. Ancak
çevre kabîlelerden çağrıya icabet etmeyenler oldu. Çünkü hicretten sonra
Mekkeliler, beş yıldır hiçbir müslümanı Mekke'ye sokmamışlardı. Mekkelilerden
izin almadan yapılan bu yolculuk sonucunda müslü-manların bir katliama tâbi
tutulacaklarını sanıyorlardı.
Hacc
mevsiminde Mekke'nin kapılarını amansız düşmanlarına bile açan Mekkeliler sadece
müslümanların gelmesini kabul etmiyor-lardı.
Peygamber
(s.a.s.)'le birlikte 1400 sahabe yola koyuldu. O dönemde umreye gidenlerde âdet
olduğu üzere her şahıs beraberinde silah olarak sadece kılıcını götürürdü.
Kurban edilmek üzere beraberlerinde yetmiş deve de götürmüşlerdi. Mîkat'a
geldiklerinde ihramlarını giyerek yollarına devam ettiler. Harem sınırına yakın
Hudeybiye denilen yere geldiklerinde ise Mekkelilerin silahlanarak pusuya
yattıkları haberi duyuldu. Müslümanlar orada konakladılar. Karşılıklı elçiler
gönderildi. Nihâyet antlaşma yapmak üzere görüşmeler yapıldı ve antlaşma
imzalandı. Antlaşma maddeleri görünürde müslümanların aleyhineydi. Bu sebeple
şartlar görüşülürken müslümanlar aşırı derecede huzursuz idiler.
Hoşnutsuzluklarını Rasulullah’ın huzurunda bile
söylüyorlardı.
İşte
böyle bir antlaşmadan dönerken -ki umre yapma imkânını da bulamamışlardı- Mekke
fethini içeren Fetih sûresi indi. Sûre, müs-lümanların gönlüne su
serpmişti.
Sûre
şu fetih müjdesiyle başlar:
"Biz
sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki Allah, senin günâhından, geçmiş ve gelecek
olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola
iletsin. Ve Allah sana şanlı bir zafer versin. O, imanlarına iman katsınlar diye
mü'minlerin kalplerine huzûr indirdi. Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır.
Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır." (1-4) .
Böylece
müslümanlara sadece umreye gidecekleri değil, Mekke'nin fethedileceği müjdesi de
verilmiş oluyordu.
Sûre,
müminlerin âhirette de mükâfatlandırılacaklarına, münâfık ve müşriklerin ise
şiddetli bir azaba çarptırılacaklarına dikkat çektikten sonra; korkuları
sebebiyle bu yolculuğa katılmayanların samimî kişiler olmadıklarını, Medine'ye
varıldığında asılsız birtakım bahaneler uyduracaklarını haber vermektedir. Söz
nihâyet antlaşmaya katılan mü’minlere getirilir. Allah'ın o kimselerden razı
olduğu ve yakında bir fetihle mükâfatlandırılacakları
anlatılır:
"Allah
şu müminlerden râzı olmuştur: ki onlar, ağacın altında sana bey'at ediyorlardı.
Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefayı) bildiği için onların üzerine
huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara (yakında)
alacakları birçok ganimetler bahş eyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir"
(18-19).
Bu
arada Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Hudeybiye antlaşmasın-dan önce gördüğü rüya ele
alınarak Peygamberin bu rüyasının gerçek çıkacağı bildirilir
(27-28).
Kuran'da
geleceğe dair bu tür pek çok haber vardır ve bunların hepsi anlatıldığı gibi
gerçekleşmiştir.
Sûrenin
sonunda Peygamber ve onunla birlikte olanlar övülerek üstün hasletlerinden bir
kısmı şöylece dile getirilir:
"Muhammed
Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi
aralarında merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf ve
rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.
Onların Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları da şudur: Filizini
çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış, derken gövdesinin üstüne dikilmiş,
ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler. Onlara karşı kâfirleri de
öfkelendirir (bir duruma gel-di). Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara
mağfiret ve büyük mükâfat vaad etmiştir" (29).
Bu
benzetme, Allah Resulünün ve arkadaşlarının ilk ve son durumlarını
anlatmaktadır. İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeğe başlayan
müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar; İslâm tohumunu ekenler
bu durumdan son derece sevinirlerken, onların bu güçlü durumunu gören kâfirler,
öfkeden çatlar hale gelmişlerdi.
Evet sûrenin âyetlerini tek tek
tanımaya başlayalım inşallah.
1. “Ey Muhammet! Doğrusu Biz sana apaçık bir
zafer sağlamışızdır.”
“Peygamberim, muhakkak ki Biz
sana apaçık bir fetih sağladık. Sana apaçık bir fetih açtık, bir zafer verdik.
Biz sana apaçık bir fetih müjdeliyoruz.” Böylece Mekkeli müşrikler tarafından
kendisine hayat hakkı tanınmayan, Müslümanca bir hayat yaşamasına, Allahu Ekber
demesine izin verilmeyen Rasulullah Efendimiz ve beraberindeki Müslümanlar,
yıllar önce öz vatanlarını terk etmiş, her şeylerini bırakıp Medine’ye hicret
etmek zorunda kalmış Müslümanlar, yıllar sonra Rabblerinden bir fetih müjdesi
alıyorlardı. Artık Mekke’nin fethi müyesser olacaktı. 6 yıl önce terk ettikleri,
âdeta burunlarında tüten ülkelerine döneceklerdi. Gerçekten bu müjde Mekke’nin,
Kabe’nin hasretiyle yanıp tutuşan Müslümanları çok sevindirecek, gönüllerine su
serpecekti. Aynı zamanda bu müjde Rabbimizin beyanıyla Rasu-lullah Efendimizin
geçmiş ve gelecek tüm günâhlarının da affının, bağışlanmasının müjdesini ihtiva
ediyordu. İşte bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
2,3. “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek
günâhlarını bağışlar, sana olan nîmetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir.
Böylece sana, kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde yardım
eder.”
Rabbin bundan önce ne günâhın, ne
kusurun varsa, bundan sonra da ne kusurun olacaksa hepsini affedecek, hepsini
bağışlayacak. Şüphesiz Allah’ın Resûlü bizim gibi değildir. O Allah tarafından
korunmuştur. Elbette onun işlediği günâhlar çok azdır. Ama ne de ol-sa o da bir
beşerdir. İşte Rabbimiz onların tümünün affedildiğini müj-deliyor. Böyle bir
peygambere iman etmek, böyle bir peygambere tes-lim olmak, böyle bir peygamberi
örnek bilmek, onun gibi olmaya, onun peşi sıra gitmeye çalışmak ne kadar güzel,
ne büyük şeref değil mi? 23 yıllık risâlet hayatı bitince tüm günâhlarından
bağışlanmış, ku-surları silinmiş, geçmişi sıfırlanmış, geleceği affedilmiş,
hataları düzel-tilmiş, yanlışları uyarılmış ve hayatı, sözleri, amelleri
tertemiz, dos-doğru bize kadar ulaşmış bir peygamber...
Şu anda bizler onun tertemiz
hayatıyla, tertemiz sünnetiyle, tertemiz örnekliliğiyle karşı karşıyayız. Tüm
hayatı, tüm sözleri, tüm fiilleri Rabbimiz tarafından onaylanmış bir kulluk
örneğiyle karşı karşıyayız. Bize sunduğu Kitap ve o Kitaba uygun olarak bize
örneklediği sünneti bizim iki temel kaynağımızdır. Kendilerine sarıldığımız,
kendilerine tutunduğumuz, kendilerini hayatımızda hareket noktası bildiğimiz
zaman asla sapmayacağımız, asla hataya düşmeyeceğimiz, dünyada en güzel bir
hayatı, âhirette de cenneti kazanabileceğimiz iki temel kaynağımızdır.
Allah senin geçmiş gelecek tüm
günâhlarını bağışlayacaktır. Bununla da kalmayıp böyle müjdelediği bir fetihle
de sana nîmetlerini tamamlayacaktır. Yine sana müjdelediği bu fetihle seni
dosdoğru yoluna, hidâyet yoluna, sırat-ı müstakimine ulaştıracaktır. Şu anda
dosdoğru yolda yürüyorsun, bu yürümene de devam edeceksin. Rabbin seni sırat-ı
müstakiminde yürütecek, bu yol Allah’ın yolu olacak ve tüm dünya insanlığı da
senin rehberliğinde, senin sayende bu yolu bulmuş, bilmiş ve bu yola uymuş
olacaklardır. Azîz olan, şerefli olan, güç kuvvet sahibi olan Allah, izzet ve
şerefiyle senin yanında, senin desteğinde olacak, sana aziz bir yardımla yardım
edecek. Azîz olan Allah’ın aziz olan yardımı sayesinde artık sen izzet ve şeref
bulacaksın. Artık Mekke’deki o güçsüz dönemin bitmiş olacak. Bundan sonra artık
tüm dünyada izzet ve şerefin zirvesine tırmanacaksın. Karşında hiçbir güç
duramayacak.
Kim tahmin edebilirdi bir gün
Rasulullah Efendimizin ve be-raberindeki bir avuç Müslümanın böyle bir güce
ulaşacağını? Mekke’de tek bir fert olarak çıkmış, yapayalnızdı. Kimsesi yoktu,
yardımcısı, desteği yoktu. Bu yalnız ve sahipsiz döneminde Allah’ın Resûlü
hanımı Hatice’ye: “Şimdi bu durumda kim inanır bana ey
Hatice?” diye soruyordu. Şu yalnızlığı, şu çaresizliği bir tasavvur
edin… Allah’ın dinine omuz vermek, Allah’ın dinini insanlara tebliğ için keşke
ömrümüzde bir kerecik biz de duyabilseydik bu kaygıyı! “Kim inanır şimdi bana ey
Hatice?” Dünya o kadar geniş ki! İnsan o kadar çok ki! İlişkiler o kadar girift
ki! Kurulu düzen, İslâm’dan o kadar uzak ki! Neresinden tutsundu Allah’ın
Resûlü? Nereden başlasındı işe? Resûlü Ekrem’in,
“Kimse bana inanmazken o inandı” derken, Hatice anamızı ne kadar
sevdiğini anlıyoruz.
Kavminin vurdum duymaz,
akrabalarının sağır bir duvar kesildiği günlerde Süheyb-i Rûmî’nin, Bilal’ın,
Ammar’ın onu ne kadar mutlu ettiğini anlamaya çalışıyoruz. Çünkü o günlerde
Müslüman olmak gerçekten çok zor ve tehlikeliydi. Ben Müslüman oldum demek âdeta
işkenceye adaylığını koymak gibiydi. Tek başına dünyayı omuzlamak isteyen bir
Allah Nebisine o günlerde omuz vermek cidden büyük cesaret
işiydi.
O sıkıntılı günlerinde Allah’ın Resûlü
kendi evinde, Safa tepesinde, Ukaz’da, Kâbe’nin içinde, İbni Erkam’ın evinde,
pazarda, panayırda, deve güreşlerinin yapıldığı yerlerde, şiir müsabakalarının
ya-pıldığı meydanlarda, taşradan gelen kervanların arasında, insanların
toplandığı çadırların içinde eşine, akrabalarına, ticaret için gelenlere,
Mekkeli müşriklere anlatıyor, anlatıyordu. Kavmi, kabilesi kendisine hüsn-ü
kabul göstermeyince, taşradan gelenlere: “İçinizde beni koruyacak, bana sahip
çıkacak, benim getirdiğim mesajı insanlara anlatmama imkân hazırlayacak kimse
yok mu?” diyordu.
Bir zamanlar öyleydi ama artık o
günler geride kalmıştı. Rabbi-mizin anlattığı gibi Allah ona yardım etmişti.
Rabbimiz nusretini onunla beraber kılmış, ona zafer üstüne zaferler ve fetihler
lütfetmişti. Hem Mekke’nin fethi, hem gönüllerin fethi… Rabbimizin ona
lütfettiği bu fetihler sonucunda bölük bölük, grup grup insanların
gönüllerindeki küfür ve şirk buzları erimiş olduğu halde insanlar Allah’ın
dinine giriyorlardı. Eskiden bir-iki kişinin gizli gizli İslâm’a girmesine
sevinen, Rabbine hamd eden Allah’ın Resûlü, şimdi köyler, kasabalar, kentler,
topluluklar halinde insanların Allah dinine girdiklerini görüyor ve sevincinden
Rabbine hamd ediyordu.
Kim tahmin edebilirdi bu kadar kısa bir
zamanda Rasulullah’ın bu noktaya ulaşacağını? Tek kişi çıkmıştı ama şimdi
etrafında dâvâsı için seve seve başını verecek nesiller oluşmuştu. Artık yalnız,
korumasız ve ıstıraplı günler bitmişti. Artık işkenceler geride kalmıştı. Artık
imanlarından ötürü insanların kızgın kumlar üzerinde dağlanmaları geride
kalmıştı. Artık Şi’b-i Ebi Talib’de açlık, susuzluk ve sıkıntıların,
gözyaşlarının hakim olduğu ekonomik boykot anlaşmaları geride kal-mıştı.
Hudeybiye anlaşması yapılmış ve bir zamanlar kendilerine zerre kadar bir değer
vermeyen Mekkeliler bir devlet olarak, bir güç olarak onu kabul etmişler,
onlarla bir anlaşma masasına oturmuşlardı. Artık Rasulullah Efendimizin ve
beraberindeki yiğit Müslümanların karşılarında durulmaz bir güç olduklarını
kabul etmişlerdi. Nereden nereye, değil mi? Sûrenin son âyetinde de İslâm’ın ve
Müslümanların nasıl filizlendiğini, filizlerin nasıl kökleşip kısa zamanda
gövdesi üzerinde durduğunu anlatacak Rabbimiz.
4. “İnananların, imanlarını kat kat
artırmaları için, kalplerine güven indiren O’dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular
Allah’ındır. Allah bilendir, hakim olandır.”
Mü’minlerin kalplerine bir
sekînet, huzur, güven, emniyet indirdi Allah. Rabbimiz mü’minlerin kalplerine
desteğini indirdi. Ne için? İmanlarıyla birlikte imanları artsın diye. İmanları
kat kat artsın diye Rabbimiz onların kalplerine yardımını indiriverdi. İmanları
kat kat artsın diye desteğini, müjdesini, zaferini, huzur ve sükununu,
ordularını indiriverdi. İman eden mü’minlerin imanlarını pekiştirecek,
imanlarına iman katacak, imanlarını artıracak bir sekînet indirdi Allah.
Güvenleri, teslimiyetleri tamdı Allah’a karşı. Peygamberlerine karşı güvenleri
tamdı. Rabblerinin kendilerine takdir ettiği güzel günlerin geleceğine imanları
tamdı.
Göklerin ve yerin orduları, askerleri
yalnız Allah’a aittir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın ordusudur.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin boynundaki ipin ucu Allah’ın elindedir.
Göklerde ve yerde olanların tamamı sadece Allah’ı dinler. Göklerde ve yerde
yegâne hakim güç Allah’tır. Allah Alîm, Allah Hakîmdir. Her şeyi bilen de O, her
şeye hükmeden de O’dur. İlim sahibi de O’dur, hikmet sahibi de O’dur. Her şeye
karar veren de O’dur, verdiği kararını ordularına uygulatan da O’dur. Niye
Müslümanlara bu yardımını, bu sekînetini, bu ordularını gönderiyor Rabbimiz?
Şunun için:
5. “İnanan erkek ve kadınları, içinde temelli
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar, onların kötülüklerini
örter. Allah katında büyük kurtuluş işte budur.”
İman eden erkekler ve iman eden
kadınlar, içinde ebedîyen kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere
girsinler diye. Zeminlerinden ırmaklar akan cennetlere girsinler, ya da taht-ı
tasarruflarında ırmakların akıp gittiği, yani diledikleri yerden, diledikleri
şekilde ırmakların fışkırıp durduğu cennetleri kazansınlar, elde etsinler diye.
O mü’minler gözlerin görmediği, kulakların duymadığı cennetlerde ebedîyen mutlu
bir hayatı yaşasın, şu dünya hayatındaki çıkmazlarını, açmazlarını bitirsin
diye. Tüm ailevî, toplumsal, hukukî, ekonomik, si-yasal sıkıntılarını,
dertlerini, problemlerini de bitirsin diye. Onları sahil-i selâmete çıkarsın
diye. İşte Rabbimiz o Müslümanların üzerine bunun için sekînetini indirdi. İşte
bunun için onların önderlerine zafer va-adetti, fetih vaad etti Allah. İşte
böylece Rasulullah’a ve beraberindeki yiğitlere fethin müjdesi verilmiş oldu.
Hudeybiye fethi, arkasından Hayber’in fethi ve onun da arkasından Mekke’nin
fethi.
Daha sonra kıyâmete kadar gelecek
fetihler… Yani daha henüz Müslümanların ayaklarını basmadıkları nice nice
ülkelerin fethinin müjdesi… İşte bu vaatler, bu fetih müjdeleri, Müslümanların
kalplerine indirilen sekînetler ve onların cennetle müjdelenmeleri, hatalarının
silinmesi, dünyada tüm problemlerinin halledilip düzlüğe çıkarılmaları Allah
katından onlara takdir edilmiş büyük bir başarı, büyük bir müjdedir.
İşte Müslümanlar için en büyük başarı,
en güzel sonuç ta budur. İşte Müslümanların hedefi bu olmalı. Müslümanlar
dünyada sadece bunun peşinde olmalı. Mal, mülk, dükkan, tezgah, para, pul,
Al-lah’ın razı olmadığı makam, mevki peşinde değil sadece bu feth-i mü-bîn
peşinde olmalıdırlar. Gerçek kazanç, gerçek başarı Allah katında işte budur.
Ülkelerin Allah için fethedilmesi, orada Allah’ın egemenliğinin
gerçekleştirilmesi ve orada Allah’ın istediği bir hayatın yaşanması… İnsanların
zulümden, sömürüden, haksızlıklardan kurtarılması. İnsanların özgür iradeleriyle
istedikleri bir hayatı tercih edebilecekleri, Allah’a kulluklarını rahat bir
şekilde icra edebilecekleri bir özgürlük ortamına kavuşturulmaları… Yeryüzünde
kulların kullara kulluğunun kökünün kazınması… Küfrün, şirkin ve zulmün
kaldırılıp, insanların sadece Rabblerine kulluk edebilecekleri bir ortamın
hazırlanması… İnsanların küfür, şirk ve günâh kirlerinden arındırılması… İşte
fet-h-i mübîn budur. Bütün bunları gerçekleştirebilmişsek başarıya
ulaştırılmışız demektir. Rabbimizin bu fetih müjdesi Müslümanlara işte bunları
kazandırırken, acaba bu müjde kâfirlere, münâfıklara ve müşriklere neleri
kazandırıyor ya da onlara neleri kaybettiriyordu? Bakın onu da Rabbimiz bundan
sonra şöyle anlatıyor:
6. “İnananlara yardım etmez diye Allah’a kötü
sanıda bulunan ikiyüzlü erkek ve kadınlara, puta tapan erkek ve kadınlara Allah
azap etsin; kötü sanıları kendi başlarına gelsin! Allah onlara gazap etmiş,
onları lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Ne kötü dönüş
yeridir!”
Münâfık erkekler ve münâfık
kadınlar… İnanmadıkları halde iman gösterisinde bulunan iki yüzlü erkekler ve
kadınlar... Kalplerinde hastalık bulunan erkekler ve kadınlar... Allah’a yetki
sınırlaması getiren, Allah’ın yetkilerini Allah’ın elinden alıp onu yeryüzünde
birilerine devretme kavgası veren, Allah’ı hayata karıştırmamaya çalışan
münâfıklar… Yeryüzünde Allah’a hayat hakkı tanımamaya çalışan, Allah dışında bir
takım aciz varlıkları İlâh makamına yükseltip onları hayatlarında söz sahibi
kabul eden, onların yasalarını uygulamaya çalışan müşrik erkek ve kadınlar da
azap görsünler, azaba mahkum olsunlar diye Rabbiniz bu fethi size müjdeliyor.
O münâfık erkek ve kadınlar, o
kalplerinde hastalık bulunan erkek ve kadınlar, o müşrik erkek ve kadınlar Allah
hakkında kötü zanda bulunuyorlardı. Allah hakkında kötü zan taşıyorlardı. Allah
hakkında olmadık şeyler düşünüyorlardı. Allah’a güvenleri yoktu. Allah’ın tek
İlâhlığını reddediyorlardı. “Allah hayata karışmaz” diyorlardı. “Allah elçi
göndermez, kitap göndermez, Allah arzularını bize bildir-mez, Allah dünya
işlerini bilmez,” diyorlardı. “Allah bize yetki vermiştir. Yeryüzünde Allah’ın
yetkilileri vardır,” diyorlardı. Allah’ı kendi İlâhları cinsinden, İlâhlardan
bir İlâh kabul ediyorlardı. “İlâhlarımızı biz kendimiz oluştur, biz
yönlendiririz,” diyorlardı.
İşte Allah’a yakışmayan kötü zanlarda
bulunmalarından ötürü kötülük onların başlarına gelmiştir. Kötülük planları,
kötülük kurguları onların kendi başlarına gelmiştir. Müslümanlar hakkında
düşündükleri tüm kötülük komploları onların kendilerine dönmüştür. Allah
hakkındaki bu kötü zanlarından ötürü Allah da kötülüğü onların üzerlerine
vurmuştur. Allah onlara gazap etti. Allah onlara lânet etti ve onlara cehennemi
hazırladı. Onların gidecekleri, yuvarlanacakları yer cehen-nemdir ve o cehennem
ne kötü bir varış yeridir! Ne kötü bir konaklama yeridir!
Allah bizi kendi lânetinden,
kendi gazabından ve ateşinden korusun. Onlar gibi olmayalım ki, Rabbimiz böyle
kötü bir âkıbetten bizi korusun. Allah’a iman iddiamızda münâfıklardan, iki
yüzlülerden olmayalım. Diliyle inandım deyip de hayatıyla, hayat programıyla bu
imanı yalanlayanlardan olmayalım. Allah’a iman ettim deyip Allah’ın istemediği
bir hayatı yaşamayalım. Dili farklı, kalbi farklı münâfıklardan olmayalım.
Müşriklerden de olmayalım. Allah’a ortak koşanlardan da olmayalım. Allah’a yetki
sınırlaması getirenlerden, Allah’ın sıfatlarını Allah berisinde başka İlâhlara
yükleyenlerden, Allah’la birlikte başkalarını da dinleyenlerden, başkalarına da
kulluk edenlerden, baş-kalarını da razı etmeye çalışanlardan, başkalarının
yasalarını da uygulayanlardan olmayalım. Allah’ı Allah’ın kendisini tanıttığı
gibi tek Rab, tek İlâh kabul edelim. Allah hakkında kötü zanlarda bulunmayalım.
O’nu zatıyla, sıfatlarıyla, isimleriyle, yetkileriyle, kitabıyla, peygamberiyle
tanıyalım da, şirke düşüp başımıza belâ satın almayalım. Allah’ın lânetini hak
edenlerden, Allah’ın gazabına uğrayanlardan ol-mayalım.
İlk âyetlerde, Allah yolunda olan
Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlara lütfedilen nîmetler, fetihler,
zaferler, müjdeler gündeme geldi. Ama hemen arkasından onlara verilenlerin
tamamen aksine münâfık erkek ve kadınlara, müşrik erkek ve kadınlara verilenler
ne kadar kötü değil mi?
Âyetler dikkatinizi çekti mi?
Rabbimiz hepsini iç içe anlatıyor. Bir tarafta Allah’a, Allah’ın istediği gibi
iman etmiş, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayan mü’minler, diğer tarafta
Allah’ı reddetmiş, Allah’ın istediği gibi değil de kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde hayat yaşayan kâfirler, müşrikler ve münâfıklar… Bir tarafta
iyiler, diğer tarafta kötüler… Bir tarafta hayır, diğer tarafta şer… Bir tarafta
dünya, diğer tarafta âhiret… Bir tarafta Allah’ın rızası, diğer tarafta Allah’ın
gazabı ve lâneti… Gerçekten mükemmel bir ikili anlatımla karşı karşıyayız.
İşte bu ikili yol, ikili tercih
her zaman gözümüzün önünde durmaktadır. Bu ikiden birini seçim hakkı bize
aittir. Diler Allah’ın istediği gibi bir takva ve teslimiyet yolunu tercih edip
Allah’ın rızasını ve cennetini kazananlardan oluruz, dilersek Allah’ı, kitabını
kapatıp keyfimizce bir hayat yaşayarak cehenneme gidenlerden
oluruz.
7. “Göklerdeki ve yerdeki ordular
Allah’ındır. Allah güçlü olandır, hakim olandır.”
Göklerin ve yerin orduları
tamamen Allah’ındır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi Allah’tır.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın askerleridir ve hepsi de sadece
Allah’ı dinlemektedir. Tüm âlemin sahibi O’dur. Tüm âlemde sözü geçen yetkili
O’dur. Cebbar ve Kahhâr O’dur. Azîz ve Hakîm de O’dur. Güç ve kudret sahibi,
izzet ve şeref sahibi, egemenlik ve hâkimiyet sahibi O’dur.
8-9. “Ey Muhammed: Doğrusu seni şâhit,
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ey insanlar, siz de Allah’a ve peygamberine
inanasınız, ona yardım edesiniz, O’na saygı gösteresiniz ve O’nu sabah akşam
tesbih edesiniz.”
“Ey peygamberim, seni bir şâhit
olarak gönderdik. Tüm ümmetine, tüm Müslümanlara ve tüm insanlığa bir şâhit
olarak gönderdik seni. Sen Müslümanlara şâhitsin, Müslümanlar da tüm insanlığa
şâhittir. Senin bu şâhitliğinle yeryüzünde herkes Allah’a, imana, İslâm’a şâhit
olacak. Artık yeryüzünde hiç kimse bizim Allah’tan, Allah’ın dininden, Allah’ın
hayat programından, Allah’ın istediği kulluktan haberimiz yoktu diyemeyecektir.
Hiç kimse biz bunu duymamıştık deme hakkına sahip olamayacak. Sen buna şâhitsin.
Sen tüm dünyanın gözleri önünde buna şahadet edecek bir hayat yaşadın. İşte
şâhit sensin. İşte şâhit senin yaşadığın hayattır. Senin yaşadığın kulluk,
se-nin gerçekleştirdiğin Hudeybiye anlaşması, Hayber’in fethi, senin
gerçekleştirdiğin cihad, namaz, oruç, hac, nikâh, talâk, zikir ve tüm hayatın
şâhittir. Sen tüm insanlığa bir şâhit olarak gönderildin.
Bir de sen beşîr ve nezîr olarak
gönderildin. Senin bir görevin, bir misyonun da nezîr ve beşîr olmandır. Sen bir
uyarıcısın. İnsanları cennet ve cehennemle uyarasın diye gönderdik seni.
Allah’a, Resûlü’ne iman edesiniz, Allah Resûlüne destek olasınız diye. Allah’a
saygı gösteresiniz, O’nu yüceltesiniz, O’nun dinine sahip çıkasınız, O’nun hayat
programını tüm programlara, O’nun dinini tüm sistemlere, O’nun yolunu tüm
yollara tercih edip üstün tutasınız diye o Resûlü bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik. O Allah’ı sabah-akşam tesbih edesiniz, sabah-akşam gündeme alasınız,
yüceltesiniz, O’nu noksan sıfatlardan arındırarak dilinizle, hayatınızla tenzih
edesiniz diye Resûlü size gönderdik.”
“O Resûlü size gönderdik ki, o
size Rabbinizi nasıl tesbih edeceğinizi, Rabbinize nasıl kul olacağınızı
öğretsin. Rabbinizi nasıl tanıyacağınızı, O’na nasıl kulluk yapacağınızı size
öğretsin. Siz onu örnek alın ve aynen onun gibi bir hayat yaşayın diye onu size
gönderdik.” İşte peygamberin geliş gayesi budur. İşte peygamberin varlık sebebi
budur.
10. “Ey Muhammed! Şüphesiz sana
baş eğerek ellerini verenler, Allah’a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah’ın
eli onların ellerinin üstündedir. Verdiği bu sözden dönen, ancak kendi aleyhine
dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük ecir
verecektir.”
“Ey peygamberim, seninle
biatleşenler, seninle ahitleşenler, seninle sözleşenler bilsinler ki muhakkak
Allah’la biatleşmişler, Al-lah’la ahitleşmişler, Allah’la sözleşmişlerdir. Sana
el verenler muhakkak ki Allah’a el verip boyun eğmişler demektir. Allah’ın eli
sana biat için uzanan o mü’minlerin ellerinin üzerindeydi. Rasulullah Efendimiz
orada yiğit ashabıyla bir sözleşme, bir biatleşme yapmıştı. Mekke’ye elçi olarak
gönderilen Hz. Osman efendimizin şahadet haberi ulaşınca, Rıdvan ağacının
altında Rasulullah Efendimiz ashabıyla bir biat gerçekleştirmişti. Sahâbe-i
kiram bu kritik durumda Rasulullah Efendimize söz verdiler. Yanlarında sadece
basit kılıçları olduğu, savaş için bir hazırlıkları olmadığı halde, orada
Rasulullah Efendimizin elinin üzerine ellerini koyarak kanlarının son damlasına
kadar Rasulullah Efendimizin yanında Mekkeli müşriklerle savaşacaklarına, asla
onu yalnız bırakmayacaklarına, asla düşmana arkalarını dönmeyeceklerine dair söz
verdiler.
İşte Rabbimiz orada Resul-ü Ekrem
efendimizle Müslümanların gerçekleştirdikleri anlaşmalarının, biatlerinin
değerini, üstünlüğünü anlatıyor.
Rabbimiz: “Ey peygamberim onlar seninle
biatleşmediler, seninle sözleşmediler, onlar Benimle biatleştiler, onlar Benimle
sözleştiler” buyurarak onların bu biatlerinin yüceliğini, makamlarının,
şereflerinin zirve noktasını haber veriyor. Çünkü Allah’ın eli o anda onların
eli üzerindeydi. Yani o sözleşmede Allah da vardı. O sözleşmede Allah da
taraftı. Artık kim bu sözleşmesinden vazgeçer, sözleşmesine aykırı davranırsa
kendi nefsinin aleyhine davranmış, kendi aleyhine vazgeçmiş demektir. Ama kim de
Allah’a vermiş olduğu sözünde durur, Allah’a vermiş olduğu ahdine riâyet ederse,
işte ona büyük bir mükafat hazırlanmıştır. Kim ki Allah’a verdiği sözünde
durursa, Rab-bimiz ona çok büyük mükafatlar verecektir.
Bey’atle
alâkalı sorulan bu soruya binaen kısaca birkaç söz söyleyelim: Bey’at; kadın
veya erkek müslümanlığa giren, İslâm’ı kabul eden kişinin bu işi kabullendiğinin
beyanıdır. Bey’at Rasûlullah’a yapılır.
Fakat gerçekte Allah’a yapılmaktadır. Esas iş Allah’a bey’attır. Resulullah’la
bey’atleşme C. Hakka bey’atin bir nişanesidir. Tavafta Haceru’l Esved’in
selamlanması, her namazda yapılan iftitah (baş-langıç) tekbiri hep bu bey’atin
nişaneleridir.
Bey’atle
kişi bey’at ettiğinin emrine âmâde olduğunu arz etmekte, ondan sadır olan
programın kendisi için bağlayıcı olduğunu, tüm hayatını bu programa göre tertip
ve tanzim edeceğini tekeffül ve taahhüt etmektedir. Bu da ancak Allah adına
O’nun elçisine yapılabilir. Zira sözü, ameli kendisine reddedilemeyecek tek
insan odur. Ama Allah ve Resûlüne yapılan bey’at çerçevesinde kalmak kayd u
şartıyla, yani bu bey’ate ters düşmemek kayd u şartıyla, bu bey’ati hatırlatan,
bu bey’atin devamını sağlayan bey’atler de caizdir. Halîfe’ye, imama, emire
yapılan bey’atler işte bu mânâya bey’atlerdir.
Şu
anda insanların birbirlerine yapmaya çalıştıkları bey’atler gerçekten devlet
kuran bir otoriteye yapılan bey’atler midir, değil midir konumuz bu olmadığı
için bu kadarıyla iktifa ediyorum ve bunun tartışmasına girmek istemiyorum.
Ancak soruya binaen şu kadarını söyleyelim ki bey’at elbette iki tarafın
birbirlerine bir akilde yetki devretmesidir. Bey’at edilen bey’at edenleri
Allah’ın kitabı ve resûlünün sün-neti istikametinde yöneteceğine, bey’at edenler
de bey’at ettikleri kişiyi canları pahasına koruyacaklarına dair söz veriyorlar
demektir. Acaba gerçekten bey’at edilenlerde böyle bir güç var mı, veya bey’at
edenlerde bey’at ettiklerini koruyabilecek bir güç var mı yok mu onu iyi
düşünmek lâzım. Değilse bu henüz kadınlık fonksiyonlarını icra etmekten uzak üç
yaşındaki bir kız çocuğu ile, yine aynen onun gibi er-keklik gücü olmayan iki
yaşındaki bir çocukla yapılan nikâh akdi gibidir.
Bu sözleşmeden sonra civar kabileler,
çevredeki insanlar ve kalplerinde hastalık bulunan bazı kimselerle alâkalı
değerlendirmelere şâhit olacağız. İnsanlar savaş karşısında ne düşünüyorlar?
Savaşı nasıl değerlendiriyorlar? Niçin savaşa gitmek istemiyorlar? Niçin
peygamberle birlikte bulunmaktan kaçıyorlar? Özürleri ne? Rabbimizin bunlara
cevabı nasıl? İşte bakın şimdi de Rabbimiz bu konularda bilgi
verecek:
11. “Bedevilerin savaştan geri
kalmış olanları, sana: “Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu. Allah’tan
bi-zim bağışlanmamızı dile” diyecekler. Dilleriyle, gönüllerinde bulunmayanı
söylerler; de ki: “Allah size bir zarar gelmesini, yahut bir fayda elde etmenizi
dilerse, O’na karşı kimin gücü bir şeye yeter? Kaldı ki, Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.”
Müslümanların gücü, varlığı ve
ağırlığı Mekkeli Kureyş tarafından da kabul edilince, daha önce Peygamber
Efendimizle antlaşmış ama onunla birlikte savaşa gitmemiş olan civar kabileler
yavaş yavaş Peygamber Efendimize yaklaşma zarureti duyuyorlar. Onlar senin
gücünü anlayıp gelip sana diyecekler ki: “Ey Muhammed, bizler sizinle birlikte
bu sefere katılamadık. Sizinle birlikte gelemedik. Ancak bi-lesin ki bu sana
inanmadığımızdan, seni sevmediğimizden değildir. Mâzeretlerimiz sebebiyle buna
imkân bulamadık. Bizim mallarımız, mülklerimiz, işimiz, aşımız, dükkanımız,
tezgâhımız bizi meşgul etti. Çekimiz, senedimiz bizi bırakmadı ki seninle
birlikte olalım. Atımız, arabamız yakamızı bırakmadı ki senin hatırını soralım.
Meşguliyetimiz sebebiyle biz seninle gereği gibi ilgilenemedik. Ne olur ey
Allah’ın Re-sûlü, bizim için biraz istiğfar etsen!” Her şeyi bilen, bilgi
kendisinden olan Rabbimiz daha olmamış bir şeyi, gelecekte olacak bir şeyi
Rasu-lullah Efendimize haber veriyor. “Gelecekler ve sana böyle diyecekler,”
buyuruyor.
Onlar kalplerinde olmayan şeyi
dilleriyle söylüyorlar. Yani ciddi değiller, bu sözlerinde samimi değiller.
Kalplerinde başka şeyler var, dilleri başka şeyler söylüyor. “Böyle ikiyüzlülere
karşı dikkatli ol ey peygamberim,” buyurarak Rabbimiz onlara karşı peygamberini
bilgilendiriyor ve uyarıyor. Peygamberin ihtiyacı anında ondan tüyeceksin,
Müslümanların sıkıntılı anlarında onları yalnız bırakacaksın, Peygamber ve
Müslümanlar bir zafer kazandıkları, bir güç ve kuvvete ulaştıkları zaman da
hemen onlara yanaşıp, “aman bizi de unutma, ganîmetlerden bize de bir şeyler
ayrılsın” diyecek, cukka kapmaya çalışacaksın. Külfetleri göğüslemekten kaçacak
ama menfaat devşirmeye çalışacaksın. Rabbimiz buna müsaade etmiyor.
Peygamberim sen onlara de ki:
“Allah’tan size ulaşacak olana kim engel olabilir? Allah size bir zarar vermeyi
murad etse, yahut da Allah size bir fayda, bir menfaat ulaştırmayı murad etse
onu sizden engelleyecek başka kim var? Allah’ın takdirinin önüne geçebilecek
birileri var mı? Nîmetini engelleyebilecek, azabını defedebilecek birilerini
biliyor musunuz? Bilâkis Allah tüm yaptıklarınızdan, tüm söylediklerinizden
haberdardır. Allah’tan bir şeyi gizlemeniz, saklamanız mümkün değildir.”
Allah, Peygamberine ve beraberindeki
Müslümanlara yardım etti. Peygamber ve tercihini ondan yana kullanan mü’minleri
destekledi, onlara fetih müjdesi verdi. Onlara akla hayale gelmedik lütuflarda
bulundu, üstünlükler nasip etti. Münâfık erkek ve kadınlara, ikiyüzlü erkek ve
kadınlara, müşrik erkek ve kadınlara da yaptıklarının karşılığı olarak lâyık
oldukları cezalarını haber verdi. Peygamberin geliş ga-yesini ortaya koydu.
Rıdvan ağacının altında Peygamber’e (a.s) biat edenlerin bizzat kendisiyle
biatleştiklerini, bu şerefe erdiklerini müjdeledi. İzzet ve şerefin zirvesine
tırmanan Müslümanlar karşısında Mekke müşrikleri de anlaşma yapmak zorunda
kaldılar.
İşte bütün bunlar açığa çıkınca,
Müslümanlar büyük bir şeref kazanınca, Allah ve Resûlü’nden ümidini kesenlerin
yeniden Allah ve Resûlü’nün yoluna girme yarışına gireceklerini Rabbimiz
elçisine haber veriyor. Kıyâmete kadar İslâm toplumunda böyle insanlar hep
olacaktır. Halbuki bu adamların daha önceki durumları, duyguları şöyleydi,
buyurarak bakın Rabbimiz onu da bildiriyor:
12. “Aslında siz, Peygamberin ve inananların,
ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu, gönüllerinize güzel
görünmüştü de kötü sanıda bulunmuştunuz. Hayırsız bir topluluk
oldunuz.”
Aslında sizler Peygamber ve
mü’minlerin orada öldürüleceğini, helâk edileceğini ve ebediyen bir daha
şehirlerine, ülkelerine, evlerine dönmeyeceklerini zannetmiştiniz. Öyle hesap
etmiş, öyle ummuştunuz. Mekkeli müşrikler onların işini bitirecek, defterlerini
dürecek ve sizler de o peygamberden ve beraberindeki Müslümanlardan kurtulup
istediğiniz gibi münâfıkça bir hayat yaşayacaksınız. Hesabınız böyleydi. “Artık
Müslümanların sonları geldi, bu iş burada biter,” diyordu-nuz. Bu duygu, bu
düşünce, bu beklenti de sizin kalplerinize süslü gösterildi. Sizler kötü kötü
zanlarda bulundunuz. Allah hakkında, peygamber hakkında, Allah desteğindeki
mü’minler hakkında çok kötü zanlarda bulunuyordunuz. Allah’ın yenilebileceğine,
yani Allah desteğindeki bir peygamberin ve mü’minlerin yenilebileceğine
inandınız. Bu halinizle gerçekten helâki hakketmiş bir toplum oldunuz.
Allah hakkında, peygamber hakkında,
Müslümanlar hakkında ne kötü duygular, ne kötü düşünceler, ne kötü beklentiler
bunlar? Hem Müslüman olduklarını iddia edecekler, hem Allah ve Resûlü’ne
inandıklarını, hem Müslümanlarla beraber olduklarını söyleyecekler, hem Allah’ın
Resûlü’ne gelip itaatlerini bildirecekler, hem de gelişen olaylar sebebiyle
birdenbire kalplerindeki hastalıklar nüksedecek ve Allah hakkında da, Rasulullah
hakkında da, Müslümanlar hakkında da en kötü zanlarda bulunacaklar. Olacak şey
midir bu? Bir müslüma-na yakışır mı bu? Yoksa sizin kalbinize iman yerleşmedi
mi? Yoksa bu iman iddialarınız yalan mıydı? Böyle gerçek bir imanla iman
etmeyen, Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olmayan insanların, dünyayı da,
âhireti de, savaşı da, barışı da, hayatı da iyi bir şekilde değerlendirmeleri
mümkün olmuyor. Furkân’la, Kur’an’la, basiretle hadiselere bakamayan insanların
tüm değerlendirmeleri bozuk oluyor.
Bedir’den sonra, bu kalbinde hastalık
olanların kalplerini bir sevinç kapladı. “Tamam” dediler, “artık Müslümanların
işi bitti.” Hendek savaşı esnasında, ahzab’ın, birleşik düşman ordularının her
yandan Müslümanları kuşattıkları, Rasulullah ve beraberindeki yiğitlerin
sıkıntılı anlar yaşadıkları bir atmosferde hainlerin yüzleri güldü. “Tamam,
artık bundan sonra bu Müslümanların Medine’de kalmaları da, hayatta kalmaları da
mümkün değildir,” demişlerdi. Müslümanlar Pey-gamberlerinin yanında ellerinde
basit kılıçlarıyla Mekke’ye doğru giderlerken için için seviniyorlardı. “Tamam
şimdi işleri bitecek. Bunları hazırlıksız yakalayan müşrikler bunların tamamını
kılıçtan geçirip yok edecekler,” dediler.
“Hayber de tamam, bu sefer işleri
bitik,” dediler. “Yahudiler bunların hesabını şimdi görecek,” dediler. “Artık
iflah olmaz bu müs-lümanlar” diyerek sevindiler. Hep Müslümanlar hakkında bu tür
zanlarda bulunuyorlardı. Allah’ın yardımını hiç düşünmüyorlardı. Allah hakkında
çok kötü zanlarda bulunuyorlardı. Ama bekledikleri olmayınca, Müslümanlar galip
gelince de, ganimet hesaplarıyla hemen onların yanında bitiveriyorlardı. Tüm
Arabistan yarımadasında Müslümanların adım adım ilerlemeleri, başarıdan başarıya
ulaşmaları on-ları için için kahrediyor, onları tekrar Müslümanlara yöneltiyor,
onlara “biz zaten sizinle beraberdik,” dedirtiyordu.
Münâfık tipinin kalbinde daima bir
aşağılık, bir eziklik mevcuttur. Müslümanların başarıları sürekli onların
kalpleri üzerinde bir baskı kurar. Dünya üzerinde az sayıda Müslümanın küçücük
bir başarısı bile bunları etkiliyor. Üzülmekle birlikte başarıya ulaşan
Müslümanların yanına yanaşmak gereği duyuyorlar. Şu anda da bu tür münâfıkları
çok hoş görme ve tanıma imkânına sahip oluyoruz.
13. “Allah’a ve peygamberine kim inanmamışsa
bilsin ki, şüphesiz Biz, inkârcılar için çılgın alevli cehennemi
hazırlamışızdır.”
“Kim Allah’a ve Resûlü’ne iman
etmezse, kesinlikle bilsin ki Biz onlara, o kâfirlere acıklı bir sair azabı
hazırladık. Onlara dayanıl-maz bir cehennem ateşi
hazırladık.”
14. “Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah bağışlayan-dır,
merhamet edendir.”
Böyleleri iyi bilsinler ki,
göklerin ve yerin hükümranlığı, göklerin ve yerin mülkiyeti Allah’ındır. Melik
olan, Mâlik olan, mülkün sahibi olan, mülkünde egemen olan Allah, mülkü olan
insanlardan dilediğini bağışlar, dilediklerine de azap eder. Bağışlama yetkisi
de, azap etme yetkisi de O’na aittir. Tüm yetki O’na aittir. Kullarından
kendisine iman eden, kendisi için bir hayat yaşayan ve yaşadığı hayatla
bağışlanmayı talep edeni bağışlar, tercihini azaptan yana kullanana da azap
eder. Ama bilesiniz ki O fazlasıyla bağışlayan, fazlasıyla merhamet edendir.
Kulları için bağışlamadan yanadır, merhametten yanadır. Lâkin illa da azap
isteyenlere de azap edendir.
15. “Savaştan geri kalmış olanlar, siz
ganimetleri almaya giderken: “Bırakın, biz de sizinle gelelim” diyeceklerdir.
Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: “Bize uymayacaksınız; Allah
sizin için önceden böyle buyurmuştur.” Size: “Hayır, bizi çekemiyorsunuz”
diyecekler. Aksine, kendileri ancak pek az söz anlayan
kimselerdir.”
Yine onlardan geride kalanlar,
peygamberle ve Müslümanlarla birlikte savaşa katılmayıp kaçanlar sizler
ganimetleri almaya giderken gelip sana diyecekler ki: “Bırakın da biz de sizinle
birlikte gelelim.” Rabbimiz zafer olarak, en büyük bir fetih olarak Müslümanlara
müjdelediği Hudeybiye’den sonra Hayber’in fethini ve Hayber Yahudilerinin
ganimetlerini nasip edecek. Daha düne kadar Müslümanların yok olup gitmesini,
telef olup gitmesini isteyenler hemen harekete geçip ganimetten pay almak için
Müslümanların yanına koşacaklar. “Bizi de yanınıza alın da, biz de gidip o
ganimetten payımızı alalım,” diyecekler. Bunların derdi Allah’ın kelâmını,
Allah’ın yasasını değiştirmek.
Allah şöyle buyurur: “Siz asla
bize tabi olamayacaksınız. Siz bu bozuk düzen tavırlarınızla bizim
zaferlerimizde de, bizim sevinçlerimizde de, bizim tasalarımızda da asla bizimle
beraber olamayacaksınız. Kötü günlerimizde de, iyi günlerimizde de asla bizimle
beraber olamayacaksınız.” Rabbimizin bu uyarısını Rasulullah Efendimiz onlara
hatırlatınca, Rabbimiz onların şunu söyleyeceklerini haber veriyor:
“Siz bizi çekemiyorsunuz. Siz bizim de
ganimetlere sahip olmamızı kıskanıyorsunuz. Bizim de sizinle birlikte savaşa
gelip kazan-mamızı istemiyorsunuz.” Siz onlara deyin ki, “siz sözü az fıkheden,
sözü az anlayan kimselersiniz. Anlayışı kıt insanlarsınız. Anlamıyor, anlamak ta
istemiyorsunuz. Sizler samimi Müslümanlar olsanız, Ra-sulullah ve Müslümanlar
niye sizi kıskansınlar ki? Onlar zaten mal-mülk için çırpınan insanlar değiller.
Onlar bırakın böyle bir savaştan gelecek ganimetleri, zaten kendi mallarını,
mülklerini bile kardeşleriyle paylaşma kavgası veren kimselerdir.
Yani siz onları sıkıntılı
anlarında terk edin, onlar için felâket isteyin, onların bitmesini bekleyin,
sonra o Müslümanlar soylu zaferlerle, ganimetlerle dönünce de, biz de sizinle
beraberiz deyin. Sorumluluk yüklenmeye gelince, savaşa gelince, fedakârlığa
gelince kaçın, ortalarda görünmeyin, ama ganimet devşirmeye gelince ileri
atılın. Ne büyük bir hainliktir bu?
16. “Ey Muhammed! Bedevilerden geri kalmış
olanlara de ki: “Güçlü kuvvetli bir millete karşı, onlar Müslüman olana kadar
savaşmaya çağrılacaksınız; eğer itaat ederseniz Allah size güzel ecir verir, ama
daha önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi can yakan bir azaba
uğratır.”
Ey peygamberim, onlara, o
Arabîlerden geri kalanlara, “işimiz, gücümüz, malımız, mülkümüz,
çoluğumuz-çocuğumuz bizi seninle savaşa gelmekten meşgul etti, mâzeretlerimiz
çoktu da onun için gelemedik” diyen, ama ganimeti görünce de hemen senin yanına
damlayanlara de ki: “Siz güçlü, kuvvetli bir toplumla savaşa çağrılacaksınız. Ya
onlarla savaşı göze alırsınız, yahut onlar teslim olurlar. Onlar Müslüman
oluncaya, onlar Allah’ın emirlerine teslim oluncaya kadar savaşacağınız bir
topluma dâvet edileceksiniz. Haydin bakalım, iyi düşünüp karar verin. Yakında
böyle bir fırsat çıkacak karşınıza. Onlar teslim oluncaya, Müslüman oluncaya
kadar kendileriyle savaşa devama dâvet edileceksiniz.
Eğer siz itaat eder, bu savaş
dâvetini kabul ederseniz, Allah size çok büyük mükafatlar verecektir. Ama daha
önceki davranışlarınız gibi yüz çevirirseniz o zaman da Allah size büyük bir
azap tattıracaktır. Artık bu savaş Bizanslılarla yapılacak bir savaş olabilir,
İranlılarla, yahut diğer müşrik kabilelerle yapılan bir savaş olabilir. Yani
si-zin çağrılacağınız bir savaşta sizin Allah ve Resûlü’nün dâvetine icabet
etmeniz gerekecektir.
17. “Ama, gözleri görmeyen kimse savaşa
gelmezse ona bir sorumluluk yoktur; topala ve hastaya da sorumluluk yoktur. Kim
Allah’a ve peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan
cennetlere koyar. Kim yüz çevirirse, onu can yakıcı azaba
uğratır.”
Peki bu savaşlardan muaf
tutulacak, affedilecek kimse yok mu? Elbette var. Gözleri görmeyen âmâlara,
topal olanlara zorluk yoktur. Hasta olanlara da zorluk yok, onlara da bu konuda
af var. Bunlar isterlerse bu savaşlarda bulunmayabilir, gitmeyebilirler. Kim
Allah ve Resûlü’ne itaat ederse onlar altlarından ırmaklar akan cennetlere
girerler. Kim de Allah ve Resûlü’ne itaatten yüz çevirirse onlar da Allah’ın
acıklı azabına mahkumdurlar. Bütün Müslümanlar bu Hudeybiye’den sonra daha zorlu
savaşlara dâvet edileceklerdir. Tüm dünyaya bir açılım gerçekleşecek. İşte bu
durumda sadece affedilenler, özrü kabul edilecek olanlar burada sayılanlardır.
Âmâlar, topallar ve hastalar. Bunun dışında yok malım mülküm, yok tarlam
tapanım, yok oğlum kızım özrü asla kabul edilmeyecektir. Kim Allah ve Resûlü’nün
dâvetine icabet ederse altlarından ırmaklar akan cennetlere gi-recek, kim de
Allah ve Resûlü’nden yüz çevirirse, Allah ve Resûlü’nün dâvetinden iraz ederse o
da acıklı bir azapla azaplandırılacaktır. Hüküm Allah’ındır. O dilediğine azap
eder, dilediklerini de cennetine ko-yar. O’ndan başka yetkili
yoktur.
18,19. “Ey Muhammed! Allah inananlardan, ağaç
altında sana baş eğerek el verirlerken, andolsun ki hoşnut olmuştur.
Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve
ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir. Allah, güçlü olandır, hakim
olandır.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz ve
beraberindeki sayıları 1400 kadar olan Müslümanlar sadece umre yapmak, sadece
Kâbe’yi ziyaret etmek maksadıyla Mekke’ye doğru yönelirlerken, Mekke müşrikleri
buna engel oldular. Rasulullah Efendimiz ve beraberindeki Müslümanları Kâbe’yi
tavaftan engellediler. Rasulullah Efendimiz müşriklerin niyetlerinin ne olduğunu
araştırmak üzere Hz. Osman efendimizi Mekke’ye gönderdi. Hz. Osman efendimizin
Mekke’ye varmasının ar-ka-sından müthiş bir haber geldi. Rasulullah Efendimizin
elçisi Osman e-fendimizin müşrikler tarafından şehit edildiği haberi duyuldu ve
gerçekten bu haber Rasulullah ve Müslümanları çok tedirgin etti. Hemen o anda
sayıları 1400 kadar olan Müslümanlar Rasulullah Efendimizle bir sözleşme
yaptılar, bir biat gerçekleştirdiler. Bu biat bir ağacın altında
gerçekleştirilmişti. İşte sûrenin bu bölümünde gündeme getirilen ağaç, bu
ağaçtır ve bu ağacın altında yapılan biat, bu biattir.
Yiğit Müslümanlar, her halükârda
Resul-i Ekrem’in yanında olmak, ölümüne kadar savaştan geri kalmamak üzere
Peygamber’e (a.s) söz verdiler. “Hiçbirimiz hayatta kalmayıncaya kadar
savaşacağız,” dediler. İşte Rasulullah’ın elini sıkarak yiğit Müslümanların
gerçekleştirdikleri bu biat bizzat Rabbimiz tarafından onaylanırken, övülürken,
az sonra gelen o haberin yanlışlığı, Hz. Osman efendimizin öl-dürülmediğinin
anlaşılması ve Kureyş’in Rasulullah Efendimizin bulunduğu yere kadar gelmesi
Müslümanları rahatlatmıştı. Ama biat ta gerçekleşmişti, verilen söz kıyâmete
kadar geçerliydi. O gün onlar adına, bugün de bizim adımıza ve kıyâmete kadar
gelecek Allah yolunun, peygamber yolunun yolcuları adına geçerli olacaktı. Bakın
işte Rabbimiz bu âyetinde bunu anlatıyor:
Muhakkak ki Allah o mü’minlerden, o
yiğitlerden razı olmuştu. O yiğitler o ağacın altında ölümüne kadar
savaşacaklarına dair sana biatlerini sunarlarken, sana söz verirlerken, seninle
biatleşirlerken, Allah onların bu davranışlarından, bu yiğitliklerinden razı
olmuştur. Allah sana o sözü verirlerken onların kalplerinde olan niyetlerini,
samimiyetlerini de bildi, bilmektedir. O anda nasıl bir kararlılık içinde, nasıl
samimi bir duygu içinde olduklarını, nasıl bir İslâmî heyecan ta-şıdıklarını,
Rasulullah’ın bir işaretiyle Kureyş üzerine nasıl yalın kılıç saldıracaklarını,
kütükte doğranır gibi doğransalar bile nasıl geri dön-meyeceklerini, döneklik
yapmama kararında olduklarını Allah bildi. Allah onlar üzerine bir sekînet
indirdi. Bir huzur, bir güven indirip onların kalplerini rahatlattı. Gönüllerine
bir genişlik ve huzur verdi. Yakın bir fethi, yakın bir zaferi, bir başarıyı da
hemen müjdeleyiverdi. Çok yakın bir gelecekte ulaşacakları çok büyük ganimetleri
de onlara müjdeleyiverdi. Alacakları, sahip olacakları ulaşacakları ganimetlerle
müjdeledi onları. Doğrusu Allah Azîzdir, her şeye güç yetirendir, yenil-mezdir,
her şeye hükmedendir. Düşmanlarından, kâfirlerden intikam alandır, dostlarına,
Müslümanlara yardım edendir.
İşte bu âyetlerinde Rabbimiz, Peygamber
Efendimize ve beraberindeki yiğit Müslümanlara müjdeler veriyordu. Neydi bu
müjdeler? Yakın bir fetihten söz ediyor Rabbimiz. Bu fethin Hayber’in fethi
olması lâzımdır. Çünkü Hudeybiye’den çok kısa bir süre sonra Müslümanlara nasip
olan fetih, Hayber’in fethi olmuştur. Rasulullah Efendimiz bundan sonra Hayber’i
fethetmiş ve Müslümanlar o bölgenin en zenginleri olan Yahudilerin ganimetlerine
sahip olmuşlardır. Rabbimi-zin yakın bir fetihle müjdelediği Müslümanlar çok
büyük zenginliklere ulaşmışlardır. Daha düne kadar Medine’de savunma savaşı
veren, Hendek’te ahzaba karşı, üzerlerine gelen birleşik ordulara karşı savunma
savaşı veren Müslümanlar Rabbimizin müjdesi, desteği ve yardımıyla bu umre
seferinden zaferle dönerlerken şimdi pek çok ga-nimetler Rabbimiz tarafından
kendilerine lütfediliyordu. Rabbimiz onları bu samimiyetleri, bu yiğitlikleri
sebebiyle ödüllendiriyordu.
20. “Allah size, ele geçireceğiniz bol bol
ganimetler vaad etmiştir. İnananlar için bir belge olması, sizi doğru yola
eriştirmesi için bunları size hemen vermiş ve insanların size uzanan ellerini
önlemiştir.”
“Allah size pek çok ganimetler vaad etti ey Müslümanlar!
Siz o Rabbinizin size vaad ettiği ganimetlere ulaşacaksınız. Sizin olacak onlar!
Bundan başka daha sizlere çok çok fetihler, çok çok ganîmetler verecek Rabbiniz.
Siz Rabbinizin, peygamberinizin yolunda olduğunuz sürece daha çok lütufları
olacak Rabbinizin. Sizin için bu konuda acele de edecek, hemen verecek size. Çok
acele bir şekilde siz Rab-binizin bu vaatlerine ulaşacaksınız. Rabbiniz
insanların ellerini de si-zin üzerinizden uzaklaştırdı. İnsanların ellerini
sizin üzerinizden çekti. Onlar size Allah’ın yardımıyla hiçbir zarar
veremediler. İşte Rabbinizin bu lütufları mü’minler için bir âyet, bir işaret
olsun içindi.
Rabbimiz Müslümanlara hem ganimet
vaadediyor, hem kâfirlerin, müşriklerin ellerini Müslümanların üzerinden
defediyor, onların Müslümanlara sataşmalarını, saldırmalarını engelliyor, hem de
Müslümanlara fetihleri, zaferleri müyesser kılıyor.
İşte bütün bunlar Allah’ın
mü’minlere birer lütfuydu. Allah’ın her zaman mü’minlerin yanında olduğunun, her
an mü’minlere destek olduğunun açıkça belirtisi oluyordu. Rabbimizin
âyetlerinin, Rabbi-mizin güç ve kudretinin gün yüzüne çıkmasıydı. Yine
Müslümanların Allah yolunda olduklarının, sırat-ı müstakimde olduklarının açık
bir belgesiydi. Ya da Müslümanların apaçık bir yola ulaştırılması, yürüdükleri
yolun doğruluğu konusunda kalplerinin yatıştırılmasıydı.
21. “Bundan başka, sizin gücünüzün yetmediği
fakat Allah’ın sizin için sakladığı ganimetler de vardır. Allah her şeye kâdir
olandır.”
Şu anda henüz sizin için takdir
edilmemiş, henüz şu anda size verilmemiş olanlar da var. Muhakkak ki Rabbiniz
onları sizin için saklamıştır. Şu anda sizin gücünüzün yetmediği, sizin şu anda
henüz alamadığınız, ulaşamadığınız şeyleri de Rabbiniz ihata etmiştir. Yani daha
Rabbinizin sizin için hazırladığı, size ileride lütfedeceği pek çok fetihler,
pek çok zaferler, nimetler, ganimetler vardır ki, Allah onları da ihata
etmiştir. Rabbiniz onları kendi katında, kendi bilgisi ve takdiri altında saklı
olarak tutuyor, zaman ve zemin müsait oldukça bu lütuflarını, bu nimetlerini de
size ulaştıracaktır. Çünkü Allah her şeye kâdirdir, her şeye güç yetirendir, her
şeyi takdir edip yönetendir.
22. “İnkar edenler sizinle savaşsalardı yüz
geri döneceklerdi. Sonra bir dost ve yardımcı da
bulamayacaklardı.”
“Eğer kâfirler sizinle
savaşsalardı kesinlikle yüz geri döne-ceklerdi. Yani o gün, Hudeybiye günü
Hudeybiye anlaşmasından önce eğer onlar sizinle savaşı göze alabilmiş olsalardı,
siz onlarla bir an-laşmaya yanaşmamış, ya da onlar anlaşmak istememiş olup ta
sizinle savaşa karar vermiş olsalardı, kesinlikle onlar gerisin geriye
dönerlerdi. Sonra kendilerine ne bir dost, ne bir velî, ne de bir yardımcı
bulamayacaklardı. Siz belki savaş niyetinde olmadığınız için sadece ya-lın
kılıçtınız. Onlarla savaşabilecek bir durumda değildiniz. Ama Allah’ın yardımı
ve desteği sizinleydi.
İşte gördünüz ey Müslümanlar,
sizler Allah ve Resûlü yolunda olduğunuz, Allah ve Resûlü’ne itaat ettiğiniz,
Allah desteğinde olduğunuz sürece kâfirlerin sizinle baş etmeleri mümkün olmadı,
ebedîyen de olmayacaktır. Yani o kâfirler orada sizinle bir anlaşma yapmayıp ta
bir yanlışın içine girip size saldırmayı göze alsalardı bile, kesinlikle
bilesiniz ki onlar sizin karşınızda kaçacaklardı ve Allah’ın yardımının,
dostluğunun sizinle olması sebebiyle kendileri için ne bir dost, ne de bir velî
bulmaları mümkün olmayacaktı.”
23. “Allah’ın önceden gelip geçmişlere
uyguladığı yasası budur. Allah’ın yasasında değişme
bulamazsın.”
Bu Allah’ın bir yasasıdır. Bu
Allah’ın bir sünnetidir. Bu Allah’ın önceki toplumlara da uyguladığı bir
kanunudur. Allah’ın bu sünneti daha önce de geldi geçti. Allah’ın sünnetinde,
Allah’ın toplumsal yasalarında asla bir değişiklik bulamazsın. Zamanın hangi
diliminde, mekânın hangi bölümünde, hangi coğrafyada, hangi devirde olursa olsun
Allah’ın değişmeyen yasası işte budur. Müslümanlar Müslüman oldukları sürece,
Müslümanlar Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşadıkları, Allah’a güvendikleri,
Allah’ın yardımına ehil oldukları sürece kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın
yardımı ve desteği onlar üzerinedir. Müslümanlar böyle Allah desteğinde
oldukları sürece onlarla savaşan kâfirler her zaman karşılarında önce Allah’ı
bulacaklar ve her zaman Müslümanlar karşısında mağlup olup kaçacaklardır. Allah
desteğindeki Müslümanlar karşısında onların bir başarıya ulaşmaları asla mümkün
olmayacaktır.
Eğer Müslümanlar Allah’ın
sünnetine, Allah’ın bu toplumsal yasalarına boyun eğmezler de, Allah yasalarını
ihlâl ederek, Allah’ın istediği kulluktan çıkarak, Peygamber’in (a.s) emir ve
yasaklarına riâ-yet etmeyerek, Kitap ve sünnetten uzaklaşarak kendi hevâ ve
hevesleri doğrultusunda hareket ederek bir savaşa girerlerse, yani Allah
desteğini kaybetmiş bir vaziyette karşılarındaki kâfirlerle eşit bir konumda
savaşa girerlerse, o zaman da elbette sünnetullah gereği han-gi taraf güçlüyse
savaşı o taraf kazanacaktır. O zaman da Müslümanların artık kendilerinden başka
hiç kimseyi kınamaya hakları olmayacaktır.
24. “Sizi onlara üstün kıldıktan sonra, Mekke
bölgesinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan geri tutan,
savaşı önleyen O’dur. Allah yaptıklarınızı görendir.”
O Allah ki o kâfirlerin, o
düşmanlarınızın ellerini, zulümlerini sizden bertaraf edip uzaklaştırdı. Sizin
ellerinizi, sizin kılıçlarınızı da onlardan uzaklaştırdı. Mekke’nin merkezinde,
Mekke’nin karnında, Mekke’nin hemen yakınında, sizi onlara karşı üstün kıldıktan
sonra sizi onlardan, onları da sizden uzaklaştırdı. Bu işi Allah yaptı. Orada
böyle bir sonuca Allah karar verdi ve kararını da aynen uygulayıverdi. Orada
savaşı Allah önledi. Şüphesiz ki Allah tüm yaptıklarınızı görendir. Kalplere
hükmeden, gönüllere sahip olan Allah, tüm savaşları yö-neten, yönlendiren Allah
ne sizi onlar üzerine saldırttı, ne de onları sizin üzerinize saldırttı. Her
ikinizi de engelledi Rabbiniz. Sonuçta siz-leri muzaffer kıldı, galip getirdi ve
bir anlaşma yaptırdı.
Gerçekten Müslümanların çok çok
lehine olan, Müslümanları zafere ulaştıran, Müslümanlara Mekke’nin fethini
hazırlayan bir anlaşmaydı bu. İlk bakışta Müslümanların aleyhineymiş gibi
görünse de, ilerde tüm Arabistan yarımadasını Müslümanların emrine verecek bir
başarıydı bu… Müslümanlar büyük bir zafer kazanmışlardı bu anlaşmayla. Hem de
kılıçlarını kınlarından çıkarmadan, burunları bile kanamadan. Mekkeli müşrikler
artık Müslümanların ve İslâm’ın varlığını kabul etmişlerdi. Düne kadar değer
vermedikleri Müslümanlarla barış masasına oturmuşlardı. Müslümanlar adına büyük
bir siyasî zaferdi bu.
25. “Onlar inkâr edenlerdir, sizi Mescid-i
Haramı ziyaretten ve bağlı kurbanları yerlerine gitmekten alıkoyanlardır. Eğer,
oradaki henüz tanımadığınız inanmış erkeklerle inanmış kadınları bilmeyerek
ezmek sûretiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı, Allah savaşı ön-lemezdi.
Allah, dilediklerine rahmet etmek için böyle yap-mıştır. Eğer inananlarla
inkârcılar birbirinden ayrılmış olsalardı, inkâr edenleri can yakıcı bir azaba
uğratırdık.”
Onlar, o kâfirler sizi Mescid-i
Haramdan engelleyen, alıkoyan kimselerdir. O emin bölgede rahat bir şekilde
Allah’a kul olmanıza, Allah’ın istediği bir kulluk hayatını yaşamanıza engel
olmuş kimselerdir onlar… İşte dün buna izin vermeyen bu alçaklar şimdi şu
ziyaretinize de engel oldular. Allah’ın beytini tavaf etmenize izin vermediler.
Allah’ın beytine adamış olduğunuz kurbanlıkların oraya ulaşmasını engelleyenler
de onlardır. Siz Müslümanlar olarak Allah’ın istediği şekilde kurban edilmek
üzere Kâbe’ye kurbanlıklar adamıştınız. Ama daha önce sizi Kâbe’de, Allah’a
kulluk kıblesinde Müslümanca bir hayat yaşamanıza izin vermeyen, Allah yasaları
egemenliğinde bir kulluk hayatı sergilemenize izin vermeyen bu adamlar, şimdi de
sizi Allah’ın beytini ziyaretten, Allah için umre yapmaktan ve kurban kesmekten
engellediler. Bu onlar için çok büyük bir vebal, çok büyük bir günâhtır.
Eğer mü’min erkekler ve mü’mine
hanımlar olmasaydı, ki siz onları bilmiyorsunuz, yani sizin bilmediğiniz,
tanımadığınız mü’min erkek ve kadınlar olmasaydı, onları ezmeniz mümkün
olabilirdi ve bilmeyerek onlardan dolayı bir sıkıntıya kapılmanız da mümkün
olurdu. İşte bundan dolayı Rabbiniz sizden bir savaşı alıkoydu.
Bir de Allah dilediği kimseyi
rahmetine girdirmesi için orada bir savaşı engelledi. Hem orada Müslüman
olacaklara Allah’ın rahmetinin ulaşmasına imkân doğdu, hem de bilmeyerek oradaki
kimi Müslümanları sizlerin öldürebilme ihtimaliniz engellendi, onları bilmeyerek
ezmediniz ve böylece sonunda eyvah diyeceğiniz bir duruma da düş-mediniz.
Kansız, kılıçsız Allah’ın yardımıyla bir zafere ulaştınız. İşte bunu da size
sağlayıveren Allah oldu. Allah sayesinde buna ulaştınız.
Eğer kâfirlerle Müslümanlar ayrılmış
olsalardı, yani Müslümanlar oradan ayrılmış olsalardı o kâfirlere acıklı bir
azabı tattırır, onlara hiç acımazdık. Ama onların içinde zayıf, mustaz’af
Müslümanlar vardı. İman ettikleri halde Allah ve Resûlü’ne, yol bulamadıkları
için, güç bulamadıkları için hicret edemeyip orada, onların arasında kalmış
gariban Müslümanlar olmasaydı, onların çoktan defterlerini dürerdik, buyuruyor
Rabbimiz. Onların hatırına böylece Mekkeliler de Allah’ın azabından kurtulmuş
oluyorlardı.
Allah’ın takdiri o ki, bu
anlaşmadan iki sene sonra iki kişi hariç Mekke’nin tamamı Müslüman olacaktı.
Hepsine hidâyet lütfedilecekti. Bu insanların tamamı cehenneme gitmekten
kurtarılacaktı.
Allah gerçekten büyük hesap
sahibidir. Hem o gariban Müslümanların bir savaşla öldürülmelerini engelliyor,
hem de yarın Allah’ın gücünü, Allah’ın yardımını ve Müslümanların zaferini
görerek Müslüman olacakların orada doğranmasına ve ebedîyen cehenneme gitmesine
engel oluyordu. Çünkü geleceği bilen O’dur, yarını programlayan O’dur.
26. “İnkâr edenler, gönüllerindeki cahiliye
çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde, Allah, peygamberine ve inananlara
huzur indirdi; onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Onlar, bu söze lâyık ve
ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilmektedir.”
Kâfirler, inkâr edenler
kalplerindeki cahiliye düşüncesinin, asabiyet ve ırkçılık duygularını
ateşlediler. Kâfirler kalplerinde hep ca-hiliye anlayışlarını ön plana
çıkardılar. Hep cahiliye inanışlarına sarıldılar. Dediler ki, “nasıl olur da biz
bu Müslümanların varlığını kabul ederiz? Nasıl olur da onlarla kendimizi bir
tutarız? Nasıl olur da biz onlara izin veririz? Nasıl olur da onların Kâbe’yi
ziyaretlerine müsaade ederiz?” Hattâ anlaşmanın imzalanması esnasında Rasulullah
Efendimiz, “Kâbe’yi ziyaretimiz bu sene olsun,” buyurunca, “hayır bu sene
olmaz,” dediler. “Bu sene bizim bir takım sıkıntılarımız var. Civar kabileler
nezdinde bizim zayıf olduğumuz anlaşılır, bu sene değil de gelecek sene olsun,”
diyerek umre ziyaretini bir sene ertelediler. Ayrıca kendi kendilerine
büyüklenip gurura kapıldılar. Cahiliye hamiyetini ön plana çıkardılar. Herkese
müsaade ettikleri Kâbe’yi kardeşlerinden kıskandılar. Müslümanların Allah’a
kulluklarını engellemeye çalıştılar.
Düşünebiliyor musunuz? Bir Kâbe
ki Hz. Adem (a.s) dönemin-den beri kimsenin girmesi engellenmemiş. Herkes rahat
ve güvenli bir şekilde oraya gelmiş, girmiş, kulluğunu yapmış, tavafını yapmış,
kurbanını kesmiş. Müşrik, kâfir, puta tapan, Allah’a tapan hiç kimse
engellenmemiş. Kimse oradan uzaklaştırılmamış.
Ama şimdi bakıyoruz ki kâfirler
kalplerindeki cahiliye duygusuyla hareket ediyor, gurura kapılıyor ve “asla bu
Müslümanları buraya sokamayız” diyorlar. “Herkese evet, ama Müslümanlara hayır,”
di-yorlar. Kâfirlerin, müşriklerin yeryüzünde tek düşmanları vardır, o da
Müslümanlardır. Çünkü müslümanların varlığı kendilerinin kâfirlğini açığa
çıkarmaktadır. Onun içindir ki onlar müslümanın varlığını asla kabul
etmezler.
Varsın onlar böyle davransınlar, Allah
da Müslümanlar üzerine sekînetini indiriveriyor. Müslümanlar gâyet rahat...
Kendilerini Allah-tan bir güven içinde hissediyorlar, Allah’ın yardımı ve
lütfuyla kalpleri sükûnete eriyor ve büyük bir zafere erişiyorlar. Takva
kelimesini de, takva yasasını da onlara kabul ettiriyor Rabbimiz. Kalplerini
takvaya yatıştırıyor. Doğrusu o Müslümanlar takvaya daha lâyıktılar, takvaya
daha ehil kimselerdirler.
Takvalı bir hayat, Allah için bir
hayat yaşamak zaten onların şiârı olmuştu. Allah bunu da, her şeyi de en iyi
bilendi. İşte her şeyi bilen Allah onlara sekînetini indiriverdi. Kalpleri
sakinleşti, Allah için takvayı hedeflediler, Allah için yaşamayı, Allah için
hareket etmeyi yeğleyerek bir savaş çılgınlığının içine girmeyerek bu anlaşmayı
kabul ederek sonunda Allah’ın kendilerine vaad ettiği nîmetlere ulaşmanın
şerefine erdiler.
27. “Andolsun ki Allah,
peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder. Ey İnananlar! Siz, Allah
di-lerse, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış
olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi
bilir. Size, bundan başka, yakın zamanda bir zafer
verecektir.”
Anlaşmanın şartlarını ağır gören,
kendi aleyhlerinde gören Müslümanlar o esnada çok üzülmüşlerdi. Bu anlaşma çok
ağırlarına gitmişti. Hattâ Hz. Ömer efendimiz Rasulullah Efendimize yüksek sesle
şöyle buyurmuştu: “Ey Allah’ın Resûlü, sen bize Kabe’yi ziyaret edeceğimizi
söylememiş miydin?” “Evet,” dedi Allah’ın Resûlü, “ama bu sene dememiştim. Biz
Kabe’yi ziyaret edeceğiz demiştim.”
Çünkü bir rüya görmüştü Allah’ın
Resûlü. Daha Medine’den yola çıkmadan Rabbimiz rüyasında göstermişti efendimize
olup bitenleri. Muhacirlere bu daha bir dokunuyordu. Çünkü vatanlarını,
Mekke’yi, evlerini, barklarını terk edeli altı yıl olmuştu… Burunlarında
tütüyordu vatanları. Ertesi yıl umre ziyaretine geldikleri zaman herkes
da-ğılıvermişti Mekke’de. İyice kendilerini buna hazırlamışlardı. Allah’ın
beytini özlemişlerdi. Altı yıl önce terk ettikleri vatanlarına gidiyorlardı. Ama
şu anda Mekke’ye bir adım kala engellenmişlerdi. Anlaşma şartlarına göre bu
ancak bir yıl sonra mümkün olacaktı.
İşte Müslümanlar bir yıl sonra
Rabbimizin peygamberine gösterdiği rüyanın gerçekleşmesine şâhit oluyorlardı.
Muhakkak ki Allah, Resûlü’nün rüyasını hak ile gerçekleştirdi, tasdik etti. İşte
Müslümanlar bunun hak olduğunu gördüler ve işte Mekke’ye, Kabe’ye girdiler.
“Allah’ın izniyle, Allah’ın dilemesiyle güvenlik içinde, emin olarak Allah’ın
mescitlerine girersiniz.
Saçlarınızı tamamen kesmiş
olarak, ya da kısaltmış olarak. Umre sonunda ihramdan çıkarken dilerseniz
tamamen saçlarınızı tı-raş edersiniz, dilerseniz de bir kısmını tıraş edersiniz.
İşte böylece gü-venli bir şekilde Allah’ın dilemesiyle oraya gireceksiniz.”
Gerçekten de oraya girdiler. Korkmadan, bir çekinme duymadan, bir hücum endişesi
hissetmeden.
28. “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere,
peygamberini, doğruluk rehberi Kur’an ve hak din ile gönderen O’dur. Şâhit
olarak Allah yeter.”
Çünkü Allah, elçisini hidâyetle
ve hak bir dinle gönderendir. O dini bütün dinlere egemen kılmak, o hayat
programını bütün sistemlere hakim kılmak, üstün kılmak için. Hak bir dinle,
hidâyetle Resûlü’nü gönderendir Allah. Şâhit olan da O’dur. Tüm hadiselerin
şahidi O’dur. Allah, hak bir din ve hidâyetle gönderdiği Resûlü’nü mutlaka galip
ge-tireceğini vaad etmiştir. Dinini tüm dinlerin üzerine hakim kılacağını,
yolunu tüm yollar üzerine, sistemini tüm sistemler üzerine hakim kılacağını vaad
etmiştir.
İşte Resûlünün gördüğü rüyayı da
gerçekleştirecek olan O’-dur. Sizler de ey Müslümanlar, hiçbir korku duymadan,
emin bir şekil-de o Kabe’ye gireceksiniz. Bundan sonra nice fetihlerle, nice
zafer-lerle Allah’ın yardım ve desteğine şâhit olacaksınız. Hudeybiye’den sonra
Hayber’in fethi, ondan sonra Mekke, ondan sonra tüm Arabistan yarımadası, ondan
sonra Suriye, İran, Irak, Mısır, Afrika, Asya, Anadolu, sonra diğer dünya
ülkelerinin fethini ve insanların fevc fevc Allah’ın dinine girdiklerini
göreceksiniz.
Siz yeter ki Allah adına bir
hayat yaşamanın hesabını yapın. Yeter ki siz Allah’a güvenin, Resûlü’ne güvenin.
Kesinlikle bilin ki Allah ve Resûlü sizi asla bırakmayacaktır. Resûlü’nün size
verdiği tüm vaatlerini de, tüm haberlerini de Allah doğru çıkaracak, tasdik
edecektir. Çünkü konuştuklarını vahiyle konuşur, kendisinden bir şey söylemez o
peygamber. Kendisi adına hareket eden peygamberini de onun yolunun yolcularını
da asla yardımcısız bırakmayacaktır Allah. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın.
29. “Muhammed Allah’ın elçisidir. O’nun
beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler.
Onları rükua varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken
görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların
Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlar-dı:
Filizini çıkarmış, kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş,
ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp
kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler
işleyenlere, ba-ğışlama ve büyük ecir vaad etmiştir.”
Muhammed (a.s), Allah’ın
peygamberidir, Allah’ın elçisidir. Onunla beraber olan, onun safında yer alan
Müslümanlar kâfirlere karşı çok şedit, çok şiddetli ve serttirler ama kendi
aralarında ise birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Birbirlerine karşı,
Müslüman kardeşlerine karşı boyunları kıldan incedir onların. Sen onları
Rabblerine rüku ve secde ederken görürsün. Sen onları Rabblerinin önünde
eğilirken görürsün. Rükuları ve secdeleri vardır onların. Allah’a kullukları
vardır onların. Namazları vardır. Onlar Rabblerine rüku ve secde ederken, sadece
Rabblerinden bir rıza, bir fazl, bir üstünlük arzusundadırlar. Tüm hedefleri
Rabblerinin hatırını kazanmak, Rabblerinin rı-zasına ermek ve Allah’ın fazlına
ve lütuflarına ulaşmaktır.
Onların simalarında, onların
yüzlerinde secde eserini, secde izlerini görürsün. Rabblerine karşı sürekli
secde halleri onların ayrımcı özellikleridir. Hiçbir toplumda görülmeyen, hiçbir
dinde görülmeyen bu kulluk özellikleriyle onlar şereflenirler. İşte onlar böyle
bir özelliğe sahiptirler.
Tevbe sûresinde Rabbimiz bunun bir
benzerini şöyle diyordu: “Onlar mü’minlere karşı alabildiğine merhametli,
alabildiğine zelil, mütevazıdırlar. Mü’min kardeşlerine karşı boyunları bükük,
boyunları kıldan incedir onların, ama kâfirlere karşı son derece onurlu,
izzetli, aziz ve şerefli bir konumları vardır. Eğer sizler Allah ve Resûlü’ne
i-mandan, Allah ve Resûlü’ne itaatten, Allah ve Resûlü’nün gösterdiği bir dini,
bir hayat programını yaşamaktan vazgeçerseniz, kesinlikle bilesiniz ki Allah
sizi giderir, sizin yerinize mü’minlere karşı zelil, kâfirlere karşı da aziz ve
hiçbir kınayıcının kınamasından korkup çekinmeyen, Allah yolunda cihad eden
kimseleri getirir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.”
İşte bu özellikleri içinde Rasulullah
Efendimizin etrafındaki yiğit Müslümanlar Allah ve Resûlü’ne karşı en içten, en
samimi duygularla bağlanırlarken, kendi aralarında da birbirlerine karşı çok
merhametli, çok fedâkar bir hayat yaşarlarken, kendilerinin dışındaki kâfirlere
karşı da son derece onurlu, izzetli, şerefli bir tavırla, ezilmeden, şahsiyetli
bir anlayışla dimdik ayakta kalabiliyorlardı. Müslümanlıklarının izzet ve
şerefini kimseye çiğnetmiyorlardı. İşte Rabbimiz de onlardan bunu istiyordu.
Eğer bu özelliklerini bırakıp kâfirlere karşı boyunları bükük, kâfirlere karşı
izzetsiz ve şahsiyetsiz, onursuz, Müslümanlara karşı da sert, merhametsiz olacak
olurlarsa, Rabbimiz onların izzet ve şerefini alacak bir başka topluma
verecekti. Onun içindir ki dünya üzerindeki hiçbir Müslüman topluluk bu din
bizim tekelimizdedir, bu din bize muhtaçtır, biz olmasaydık bu din yok olup
giderdi demeye hakkının olmadığını iyi bilmelidir.
Rabbimiz diyor ki, “Allah ve Resûlü’nün
egemenliğini kabul eden Müslümanlar ancak alınlarında secde izi olan
kimselerdir.” Allah karşısında secde eden, Allah’ın emirleri karşısında hemen
hiç beklemeden, hiç savsaklamadan teslimiyet gösterip, boyun büküp uygulamaya
koyan kimselerdir onlar. Allah karşısında şeytan gibi ukalalık etmeyen
kimselerdir onlar. Yine onlar kâfirler karşısında onurlu, şahsiyetli, izzet ve
şerefli, ama Müslümanlar karşısında da son derece merhametli, şefkatli bir
özelliğe sahip kimselerdir. İşte Müslümana ya-kışan tavır budur. Allah’ın biz
kullarında görmek istediği tavır budur. Hem de Müslümanların bu özellikleri
sadece bu kitapta değil, daha önceki peygamberlere indirilmiş olan kitaplarda da
gündeme getirilmişti. İşte onların örneği Tevrat’ta da böyleydi.
İncil’deki özellikleri de şöyleydi:
Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kuvvetlenip kalınlaşmış, gövdesi üzerine
dikilmiş, çiftçilerin hoşlarına giden bir ekin gibidirler onlar. Allah böyle
yiğit kullarını çoğaltıp ayağa kaldırdıkça kâfirlerin bunlara karşı öfkesi
artıyor, kabarıyor. Böylece kâfirler çatlasınlar patlasınlar, öfke ve gayız
içine girsinler ve böylece helâk olup gitsinler diye Rabbimiz mü’minlere böyle
bir güç, böyle bir fırsat ve imkân veriyor. Düşünün, bir bitki önce filizini,
başını çıkarmış, sonra kuvvetlenmeye başlamış. Yavaş yavaş büyümeye,
kuvvetlenmeye başlamış. Kalınlaşıp kuvvetlenmiş ve gövdesi üzerinde dimdik
durabilir bir hale gelmiş. Gökyüzüne yükselen hurmalar gibi. Kökü ta yerin
altlarına kadar inen büyük çınarlar, ulu çınarlar gibi. Kim ekmişse, kim
dikmişse onu, onun hoşuna gitmiş. Ama kâfirlerin de hoşuna gitmemiş. Şaşırıp
kalmış kâfirler. Bu nasıl bir şey? Bu nasıl bir büyüme? Birden bire bu nasıl bir
gelişme? Biz bunun bu kadar kısa bir zamanda bu kadar büyüyeceğini hiç hesap
etmemiştik. Mekke’de diyorduk, Medine’de diyorduk. Mutlaka biz bunun başını
ezeriz hesap ediyorduk. Çöller arasında susuz kurur gider di-yorduk. Ama işte
büyüdü, işte yüceldi, işte kök saldı,
işte gövdesi ü-zerinde duracak duruma geldi ve işte tüm Arabistan yarımadasında
yayılmaya başladı bile. İşte Müslümanların İncil’deki özellikleri de, mi-sâlleri
de böyledir.
Gerçekten Müslüman toprağa atılan bir
tohum gibidir. Tohum filiz çıkarır, filiz gövdeye doğru yürür, güçlenir,
kuvvetlenir de bir anda tüm dünya bakar görür ki o gövde sağlam bir hayatın,
Allah dininin egemenliği altına giriverir. Hüküm Allah’ındır, yetki O’nundur,
dilediklerini böylece yücelten sadece O’dur. Kim ki Allah’ın istediği gibi iman
eder, kim ki bu imanını salih amellerle pratiğe dökerse, iman kaynaklı bir hayat
yaşarsa, hayatını bu imanıyla düzenleme kavgası içine girerse Allah onlara bir
mağfiret, bir bağış, bir merhamet ve büyük bir ücret vaad etmiştir. Allah’ın
vaadi her zaman haktır. O günkü Müslümanlar için de, günümüz Müslümanları için
de Rabbimizin vaadi haktır.
O günkü Müslümanlara bir
Hudeybiye gerçekleştiren Allah’tır, Hudeybiye’den sonra Hayber’in fethini
gerçekleştiren O’dur. Daha sonra Mekke’nin fethini müyesser kılan O’dur. Daha
sonra tüm Arabistan yarımadasının fethini, daha sonra bütün dünya şehirlerinin,
Anadolu’nun fethini gerçekleştiren yine Allah’tır. Kıyâmete kadar böyle olan
Müslümanlara vaadini gerçekleştirecek olan yine Allah’tır. Hüküm O’nundur, yetki
O’nundur, irade O’nundur. Allah ve Resûlü yolunda yürüdükleri sürece dünyada
daha nice nice fetihler mü’minlerin olacaktır, öteler âleminde de cennetler,
nîmetler yine secdeli, rükulu, kâfirlere karşı onurlu, Müslümanlara karşı
merhametli olan Müslümanları beklemektedir. Her zaman ve her yerde hamd Allah’a
aittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder