SÂD
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 38., nüzûl sıralamasına göre 38.,
mesânî kısmının ikinci sûreler grubunun ikinci ve son sûresi olan Sâd sûresi,
Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
88’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve O’nun pâk aile
halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
Bizi şerefe
ulaştıracak, bize şeref kazandıracak bir sûre ile karşı karşıyayız.
İçindekilerle tanışıp, onların istediği gibi bir hayat yaşadığımız takdirde bizi
doğruca cennete ulaştıracak bir sûreye misafir olduk. Bakalım bize neler ikrâm
edecek.
Sâd
sûresi, Kitabımız konusunda söz söyleme yetkisinde olan âlimlerimizin beyânıyla
Mekke’de Kamer sûresinden sonra nâzil olmuş 88 âyetlik bir sûredir. Kimi
müfessirler Sâd sûresi için, Sâffât sû-resindeki 67 ile 72. âyet arasında
anlatılan konunun devamı demişlerdir. Hatırlayın orada Rabbimiz şöyle
buyuruyordu: “Mekke müşrikleri diyorlardı ki, ah keşke şu bizden öncekilere
verilen zikir bizim yanımızda olsaydı, onlara verilen zikirden bize de verilmiş
olsaydı, bizim de onlar gibi bir kitabımız, bir kulluk programımız, bir
gündemimiz olsaydı, görseydiniz bizler neler yapardık. O zaman gerçekten bizler
Allah’a kul olurduk. Dinimize, imanımıza bu Yahudi ve Hıristiyanlardan çok daha
bağlı, çok daha iyi kullar olurduk,” diyorlardı.
Rabbimiz
âyetin devamında buyuruyor ki, “lâkin böyle dedikleri halde hainler kendilerine
gönderilen zikri örtüyorlar, örtbas ediyorlar, gündemden düşürüyorlar, gündeme
gelmesine dayanamıyorlar. Zikir sahibi bir kitabın gündemine, konuşulmasına,
hayata etkinliğine tahammül edemiyorlar. Hangi devirde zikrin gündemine tahammül
etmişler ki kâfirler?” Meselâ bakın şu anda futbol dininin müntesipleri o dinin
tapınaklarında devre arası kılınan bir namaza bile tahammül edemiyorlar. Nasıl
olur da bir dinin tapınısının icrâ edildiği bir tapınakta bir başka dinin
tapınısına göz yumabiliriz? diyorlar.
Her
devirde problem budur. Kafalarda, gönüllerde, kalplerde, düşüncelerde,
okullarda, evlerde, muayenehanelerde dinin bitirilmesi gerekirdi. Hiçbir yerde
hiçbir kimse Allah’ı, zikri, dini hatırlamamalıydı. İşte dünün Mekkeli
müşrikleri de aynı şeyleri yapmaya çalıştılar. Dini, zikri kapattılar, örttüler,
karanlığa gömmeye çalıştılar. Müfessirler, işte Rabbimiz o sûredeki bu
âyetlerden sonra, zikir olan kitabına dikkat çekerek bu sûresine başlamaktadır,
şeklinde bir ilgi kurmaya çalışmışlardır.
Evet genel olarak sûrenin âyetlerine bir bakış yaparsak;
Rasû-lullah (s.a.s)'in, Allah tarafından peygamber seçilip, bir uyarıcı
olarak gönderildiğini açıkladığı ve insanları almış olduğu vahye uymaya
çağırdığı zaman, müşrikler bunu hayret ve şaşkınlıkla karşılamışlardı. Onların,
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkâr etmelerinin sebebi, onun söylediği
şeylerde gerçekte bir yanlışlık görmeleri değildi. Onlar, risaletin verilmesi
gereken kimsenin, toplumun zengin ve ileri gelenlerinden biri olması gerektiğini
zannediyor, bu özelliklere sahip olan kendi aralarından birisinin değil de,
yetim ve hiçbir dünyevî iktidara sahip olmayan birisinin seçilmesini
anlayamıyorlardı. Aslında on-ları buna sevk eden şey gurur, haset ve kinleriydi.
Diğer taraftan atalarının dinine körü körüne bağlı kalmak istemeleri de onları
inada sü-rüklüyordu.
Allah Teâlâ,
sürenin ilk âyetinde Kur'an-ı Kerim'e kasem ederek meselenin inkâr edenlerin
iddia ettikleri gibi olmadığını; Sad, şeref ve öğüt dolu Kurân'a yemin olsun ki
durum kâfirlerin iddia ettiği gibi değildir" (1) ifadesiyle bildirdikten sonra,
onların İslâm'ın karşısında bu şekilde bir tavır almalarının sebebini şu şekilde
açıklamaktadır: "Bilakis onlar, boş bir gurur ve ihtilaf içindedirler" (2).
Allah Teâlâ pey-gamberlerini sürekli olarak, gönderildikleri toplumların
arasından seç-miştir: "Biz, her peygamberi gönderildikleri insanlara kolayca
anlatabilmeleri için, kavimlerinin diliyle gönderdik..." (İbrahim, 14/4).
Aslında bu, insanlar için bir rahmettir. Çünkü peygamber olarak seçilip
görevlendirilen kimse kendi aralarında bulunduğu ve günlük hayatı beraber
yaşadıkları için onu her haliyle tanırlar. Dolayısıyla onun bir yalancı mı yoksa
doğru söyleyen biri mi olduğunu yakînen bilirler. Ayrıca dini öğ-renme konusunda
onunla rahatça ünsiyet kurarak getirdiği mesajın gerçeklerini öğrenebilirler.
Durum böyle
olduğu halde, tarih boyunca inkâr eden toplumlar, gönderilen peygamberlerin bir
melek değil de kendileri gibi yiyip içen, gezip dolaşan kendi aralarından biri
olmasını her zaman yadırgamışlar ve bunu tuhaf karşılamışlardır. Kur'an-ı Kerim
değişik âyetlerde bunu dile getirmektedir. Nuh (a.s)'ın kavmi, onun için şöyle
demişti: "Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Yediklerinizden
yer, içtiklerinizden içer" (el-Müminûn, 23/33). Nuh (a.s)'dan sonra, çok uzun
zamanlar geçtiği ve nice kavimler yalanladıklarından do-layı helâk edildikleri
halde inkâr mantığı bir değişime uğramamıştı. Mekkeli müşrikler, inkârda ataları
olanlar gibi "... Bu, sizin gibi beşerden başka bir şey midir? Gözünüz göre göre
sihre mi gidiyorsunuz?" (el-Enbiya, 21/3) diyorlardı. Aslında onlar Rasûlullah
(s.a.s) için "sihirbazdır" derlerken iddia ettikleri şeyin doğru olmadığını
biliyorlardı. Müşrikler, her türlü işkenceye rağmen iman edenlerin İslâm'a bağlı
kalmaları karşısında acze düşmüşler ve bunu insanların zihinlerini bulandırmak
için bir yöntem olarak seçmişlerdi.
Süre, Mekke
müşriklerinin bu durumunu; "Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşmışlardı,
kâfirler; "Bu, pek yalancı bir sihirbazdır. İlahları tek bir ilâh mı yaptı?
Doğrusu bu tuhaf bir şeydir" dediler" (4-5) âyetiyle dile
getirmektedir.
Allah Teâlâ,
onların vahiy karşısında takındıkları şüphe içerisindeki hallerini cevaplarken
kendisinin güç ve kudretinden ne kadar habersiz olduklarını belirterek şöyle
demektedir: "Yoksa göklerin, ye-rin ve aralarındakilerin mülkü kendilerine mi
aittir? Öyle ise, yollarını bulup göklere çıksınlar" (10). İnsanların bu konuda
acı içerisinde bulundukları ve hiç bir güce sahip olmadıkları halde, Allah
Teâlâ'nın peygamber seçimi konusunda itirazda bulunmaları kadar mantıksız bir
şey yoktur. Kâinâtın yaratıcısı ve tek mâliki olan Allah Teâlâ'nın seçimine
itiraz etmeye kimin gücü yeter. Peşinden gelen âyette İslâ-m'a itirazda bulunan
ve müslümanlara kötülük yapmak için gece gündüz uğraşan müşriklerin her zaman
mağlup olmaya mahkum oldukları bildirilmektedir: "Onlar, orada çeşitli
gruplardan meydana gelen, mağlup olmaya mahkum derme çatma bir ordudur"
(11).
Allah Teâlâ, Nuh
kavmi, Ad, Firavun, Semûd, Lût kavmi ve Ashabul-Eyke'nin yalanlamaları ve azabı
hak etmelerini misal vererek, müşriklerin, inkârlarından dolayı: "Rabbimiz!
Hesap gününden önce payımıza düşen azabı hemen gönder" (16) demelerinin
sonuçları karşısında onları uyarmakta ve bunun kendisi için zor bir şey
olmadığını bildirmektedir: "Onlar ancak bir çığlığı bekliyorlar. Onun geri
dönüşü yoktur" (15).
Peşinden gelen
âyetler de Allah Teâlâ Rasûlullah (s.a.s)'e, müşriklerin inkâr ve aşırı
düşmanlıklarına sabrederek tebliğe devam etmesini bildirirken, daha önce
göndermiş olduğu, Davud (a.s), Süleyman (a.s) ve diğer bazı peygamberlerin
kıssalarını zikrederek mülkün kendi elinde olduğunu, kullarından dilediğini
dilediği şekilde rızıklandırdığını misaller vererek açıklamaktadır. Bu arada
kâfirlerin, yerin ve göklerin yaratılışı hakkındaki sapık düşüncelerine ve
kendilerinin yer yüzünde başıboş bırakıldıklarını zannederek hiç bir ilâhî
yükümlülüğü kabul etmemelerine "Biz göğü, yeri ve aralarındakileri boşu boşuna
yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. O ateş sebebiyle vay o kâfirlerin haline"
(27) şeklinde cevap verilmektedir. İman edip salih amel işleyenlerle, inkâr edip
bozgunculuk çıkaranların bir tutulmayacakları gerçeği vurgulandıktan sonra,
Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin akıl sahibi kimselerin ibret almâları için
indirildiği bildirilmektedir: Bu Kur'an, âyetlerini iyice düşünsünler, akıl
sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır" (29).
Rasûlullah
(s.a.s)'e ve onun şahsında bütün iman edenlere hitaben, önceki peygamberlerden
bazılarının isimleri zikredilerek onların durumlarının hatırlanması
istenmektedir. Bundan gözetilen maksadın ne olduğu ise şu şekilde
açıklanmaktadır: "Bu kıssalar bir hatırlatmadır. Şüphesiz Allah'tan korkanlar
için güzel bir akıbet vardır" (49). Allah'tan korkan ve O'nun emirlerini hiç bir
beşeri gücün baskısından korkmadan yerine getirmeye çalışan kimseler için
Cennetteki mükafatlar zikredildikten sonra, inkâr edip haddi aşanlar için
hazırlanmış olan Cehennemdeki korkunç azaplar
hatırlatılır.
Dünyada birbirini
İslâm'a karşı düşmanlık için yönlendiren kim-seler kıyamet gününde içine
girecekleri Cehennem azabını gördükleri zaman bu duruma düşmelerine sebep
olanları suçlayacaklardır. Ancak, Allah'a ortak koşmada müşriklere önderlik eden
kimseler bir mazeret bulamayacakları için durumlarını kabul etmek zorunda
kalacaklar ve kendilerine Cehenneme girmek üzere gösterilen dünyadaki
bağlılarına hiç iltifat etmeyeceklerdir. Öte taraftan onlara tabi olmuş kimseler
de onlardan yüz çevireceklerdir: "Kâfirlerin önderlerine; "İşte dünyada size
uyan şu gruplar da sizinle birlikte Cehenneme atılacaktır" denir. Onlar ila;
"Onlara merhaba yok. Çünkü onlar da cehenne-me gireceklerdir" derler. Bunun
üzerine dünyada onlara uyan gruplar da "Asıl size merhaba yok. Bu Cehennemi bize
siz hazırladınız. Ne kötü yermiş. Ey Rabbimiz bunu bize kim hazırladıysa, onun
azabını Cehennemde kat kat artır" derler" (59-61).
İnsanlar O'ndan
yüz çevirirler, ancak Kur'an'da haber verilen-ler büyük bir haberdir: "Sen şöyle
de: "Söylediklerim, çok büyük haberdir. Siz ise O'ndan yüz çeviriyorsunuz"
(67-68).
Daha sonra, iman
etmekten yüz çevirmenin gerçek sebebinin cahilce kibirlenme ve büyüklük
taslamadan başka bir şey olmadığı, inkârın temeline inilerek ve İblis'in, Adem
(a.s)'a secde etmekten kaçınarak rahmetten kovulması olayı anlatılarak ortaya
konmakta ve onun kıyamete kadar sürecek olan fonksiyonu dile getirilmektedir:
"İb-lis; "Ey Rabbim! İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana müh-let
ver" dedi. Allah da "Sen vakti belli olan bir güne kadar mühlet
verilenlerdensin" dedi. İblis "İzzet ve şerefine yemin olsun ki, onlardan
ih-laslı kulların hariç, bütün insanları yoldan çıkaracağım" dedi. Allah (c.c)
şöyle dedi: "Ben Hak'kım hakkı söylerim. Yemin olsun ki ben, Cehennemi sen ve
onlardan bütün sana uyanlarla dolduracağım"
(79-85).
Sûre, bütün bu
anlatılanlardan sonra, insanları bir defa daha uyararak son bulmaktadır: "Bu
Kur'an, sadece âlemlere bir öğüttür. Onun haberlerinin doğru olduğunu bir müddet
sonra mutlaka öğreneceksiniz" (87-88). İşte bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya başlayabiliriz
inşallah.
1,2. “Sâd; öğüt veren Kur’an’a andolsun ki,
inkâr edenler gurur ve ayrılık içindedirler.”
Sûre, Huruf-ı Mukatta ile başlıyor. Kur’an sâdıktır. Kur’an’ın mübelliği
Muhammed (a.s) sâdıktır. O ne söylemişse, onun iki dudağının arasından ne
çıkmışsa Allah onu tasdik edendir, Kur’an ona şehadet edip doğrulayandır gibi mânâlar verilmişse
de, önceki sûrelerde dediğimiz gibi dinleyin şu anda Allah konuşuyor. Bu sözler
Allah sözleridir. Bunları Allah sözü olarak dinleyin ve hayatınızı bu sözlerle
düzenleyin diye Rabbimizin bir uyarısıyla karşı karşıya olduğumuzu anlayacağımız
müteşabih bir âyetle muhatap oluyoruz.
Zikir sahibi
Kur’an. Mü’min zikirle beraber olmalıdır. Çünkü bu Kur’an bütün âlemlerin
zikridir. Tüm varlıkların gündemidir. Tüm varlıkların hayat programını belirler
bu kitap. İşte bu yetkiye sahip olan Kur’an’a yeminle söze başlar Rabbimiz. Bu
zikri, bu gündemi, bu hayat programını örtmek, örtbas etmek isteyen kâfirlerin
kendi kendilerine bir izzet ve şeref arayışı içine girdiklerini anlatır. Sonra
der ki; onlar şikâk içindedirler. Bölük pörçüktür onlar, darmadağınıktır. Veya
şâk olmuşlardır. Karşı durmuşlar, kenar durmuşlar, cephe oluşturmuşlar, karşı
gelmişler. Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın zikrine, hayat programına,
Allah’ın elçisine düşman olmuşlar, cephe oluşturmuşlar, karşı gelmişler.
Böyle yapanlar
tarihe bir bakıverseler olmaz mıydı? Bunu ilk yapan kendileri değil ki. Onlardan
öncekiler de aynı şeyi yapmışlar ve feryadı figan etmişler. Ama bu feryatları
onları kurtarmış mı? Hiç düşünmüyorlar mı bunu? Peki Allah’a ve kitabına karşı
böyle tavır alan bu hainler acaba bunu hangi mantıkla yapıyorlardı? Dayandıkları
bir şey var mıydı? Kur’an’ın zikir olma yetkisine, hayata program yapma
yetkisine karşı gelen bu adamlar acaba kendi kendilerince haklı bir sebep
bulabilmişler mi? Bakın bundan sonraki âyet onu şöyle
anlatır:
Evet, Kur’an’a andolsun ki, Kur’an üzerine iyi düşünün ki, Kur’-an’ı
anlamaya ve onunla hayatınızı düzenlemeye çalışın ki, o Kur’an zikir sahibidir.
Zikir bir anlamıyla küfrün mukabilidir. Bir şey zikredilirse küfredilmez,
küfredilirse de zikredilmez. Yâni zikir gündemde tutmak, küfür ise gündemden
kaldırmaktır.
Bir
başka mânâsıyla zikir dille, kalple, hareketle, eylemle, tasavvurla, düşünceyle,
tasdikle, tatbikle, destekle bir şeyin gündemde duruşuna kişinin kendini âmâde
kılması demektir. Buna göre temel prensip olarak ana zikir konusunun vahiy
olduğunu bilen kişi, kendisini bununla görevli bilmelidir. Evet Kur’an zikirdir,
gündemdir, gündem oluşturmaya yetkili bir kitaptır.
Burada bir misalle konuyu biraz açmaya çalışalım. İnsanlardan iki türlü
hayat programı söyleyelim: Bir: Sabahleyin güneş doğduktan sonra keyfi yetince
kalkacak, arkasından biraz müzik dinleyecek, biraz televizyonla ilgilenecek, bir
iki dizi filan izleyecek. Arkasından bir kahvaltı yapacak, birkaç kadeh atacak.
Arkasından şöyle gazetelere bir göz atacak, birilerine birkaç küfür atacak.
Sonra işte para düşünecek, yokluktan dem vuracak, krizden bahis açacak. Sonra
işi-ne, dükkanına gidecek, alacak verecek. Sonra akşam olacak bir yerlere
gitmeyi düşünecek, birilerine takılacak, bir şeylerin akıntısına gi-decek, işte
böyle bir program. Gündeminde namaz yok, zikir yok, Al-lah yok, peygamber yok,
kulluk yok, Kur’an yok, sünnet yok, kulluk adına hiçbir şey yok. Önce böyle bir
program düşünün.
Bir
de ikinci bir program: Sabah erken kalkıp sabah namazı kılacak, sonra işine,
aşına, hayatına devam ederken namaz vakitlerinde namaz kılacak, bazen inşallah
maşallah diyecek, bazen programın ara
boşluklarında biraz biraz Kur’an okuyacak, bazen komşularıyla, ev halkıyla dinsel içerikli
konuşmalar yapacak, bazen hadis
okuyacak. Bir de böyle bir program var. Şimdi söyleyin, acaba bunlardan hangisi
daha bir Müslümanca? İkisi de değil mi? Niye? Çünkü ikisinin programını da bu
Kur’an yapmamış.
Çünkü
Kur’an zikirdi. Kur’an program yapıcıydı. Programı Kur’an yapmalıydı.
Unutmayalım ki gündemini Kur’an’ın yaptığı hayat Müslümanlıktır, gündeminde
Kur’an’a yer ayrılan bir hayat değil. Gün-demi belirleyen Kur’an olmalı. Şunu
yapacaksın, bunu yapmayacaksın, şuraya gideceksin, burada durmayacaksın, şunu
konuşacak, bu-nu yiyecek, beni okuyacak, benimle yol bulacaksın gibi
yapılacakların ve yapılmayacakların programını Kur’an belirleyecektir. Ama
heyhat ki, bakın hayatını Kur’an ile programlayan olmadığından, Kur’an’ı
anlamakta güçlük çekmeyenimiz de yoktur. Ondan dolayıdır ki adam marketini
açarken, holdingini kurarken, mesleğini seçerken başta Kur’an merkezli
düşünmediğinden, programın onayını Kur’an’dan al-madığından, Kur’an’ı işin o
tarafına karıştırmıyor da işleyiş şeklinde, motifinde, motivasyonunda Kur’an’a
aykırı bir şey var mı diye soruyor insanlara. Efendim çekleri şöyle yapıyoruz,
kârları böyle belirliyoruz, zekatları böyle dağıtıyoruz, bunun Müslümanlığa
aykırı bir yeri yoktur değil mi? diye Müslümanlıkla bağdaşmasını istiyor adam.
Halbuki Kur’an gündem sahibidir. Gündem yapmaya yetkilidir. Allah için
söyleyin; evinizin hangi programında Kur’an yetkili? Hayatınızın hangi bölümünde
gündeme yetkili Kur’an? O zaman hayatınızın programını yapmaya yetkili bir
Kur’an’ınız yoksa size ne derler? Hayatında Kur’an görmemiş derler değil mi?
Kaba bir tabirle, “Kitapsız” derler değil mi? Ama biz buna dayanamıyoruz. Allah
korusun ama maalesef tefsir yazan adam kitapsız, Kur’an anlatan adam kitapsız,
namaz kılan adam, Müslümanlığını iddia eden adam kitapsız olacak buna göre.
Tabii o kitabı Allah’ın kitabı olarak düşünmeyeceğiz. Değilse bizim kitaptan
bölümlerimizin olduğunu herkes bilir. Bir “inna ağtayna ile üç kulhü” okuduk mu
çok rahat karşımızdakine Müslümanlığımızı yutturur gideriz.
Zikir sahibi Kur’an’a andolsun ki kâfirler bir kibir, gurur ve şikâk
içindedirler. Evet Kur’an zikirdir, Kur’an gündemdir, Kur’an hayat programıdır,
Kur’an yasadır, Kur’an şereftir. Hâfızalarda canlı tutulması gereken bir
tezkiradır, bir haritadır, bir pusuladır Kur’an. İşte böyle bir kitaba yemin
olsun ki, kâfirler kendileri için bir gündem olan, bir hayat programı olan bu
kitaba karşı, bu kitabın mübelliğine karşı boş bir gurur, kibir ve şikâk içinde
bocalayıp durmaktadırlar. Onlar böyle bir kitaba ve peygambere karşı şâk
olmuşlar, şikâk olmuşlar, şaklaşmışlar, ayrılıp parçalanmışlardır. Kitabın ve
peygamberin yolundan ayrılmışlar, parçalanmışlardır. Allah’ın kitabının ve
Resûlü’nün ortaya koyduğu dine, hayat programına karşı alternatif bir din, bir
cephe oluşturmuşlardır. Allah ve Resûlü’ne karşı savaş açmışlardır. Allah ve
Resûlü’ne, Allah’ın kitabına ve peygamberinin yoluna muhalefet ederek
mü’minlerin yolundan başka yollara gitmektedirler. Yapmayın, etmeyin ey
kullarım. Bu gidişiniz yanlıştır. Siz bilirsiniz. Bakın değilse tarihte siz gibi
olanlar da vardı, buyurarak bizi tarihle yüz yüze getirecek bundan
sonra:
3. “Onlardan önce nice nesiller yok ettik.
Feryat ediyorlardı; oysa artık kurtulma zamanı değildi.”
Kendilerinden
önce Allah’a, kitabına ve elçilerine şak olmalarından ötürü, cephe açmalarından,
karşı gelmelerinden, kafa tutmalarından ötürü Bizim nice nesilleri helâk
ettiğimizi, kendilerine bizim yı-kımımız geldiği zaman yapabilecekleri hiçbir
şeyleri olmadığı için ciyak ciyak feryatlar ettiklerini bilmiyorlar mı bu
insanlar? Kendilerine helâkimiz geldiği zaman, “aman ya Rabbi! Zaman ya Rabbi!
Bizi bağışla! Bizi affet!” diye feryâd-ı figân ettiler, yalvarıp yakardılar ama
ar-tık o zaman kurtuluş zamanı değildir. Tövbe edeceklerse zamanında tövbe
etselerdi. Hayattayken, fırsat eldeyken yapmalı değiller miydi bunu?
Unutmayın ki, Benim kendilerine gönderdiğim zikirle ilgilenmeyen sizin
gibi niceleri vardı tarihte, dinlemez misiniz onları? Kulak vermez misiniz
onlara? Bakın ki o kâfirler havalanıyorlardı. Uçuyorlar, ne yaptıklarını
bilmiyorlardı. Paramparça, ihtilâf etmiş kimseler olarak. “Şair” diyorlardı
Allah elçilerine, “kâhin” diyorlardı. Kimileri, “biz asarız, biz keseriz,”
diyordu. Bizim helâkimiz kendilerine geldiği zaman feryat ettiler, bağırıp
çağırdılar. İnsanlardan, çevrelerinden yardım beklediler, imkân aradılar. Ama
kaçma imkânları kalmamıştı. Neye güçleri yeterdi ki?
Hani bir bedevi çocuk kumlar üzerindeki karıncalarla oynu-yormuş. Yolunu
şaşırmış bir karınca bu tarafa gitmeye çalışırken, çocuk şöyle elini onun yoluna
koyup engel oluyormuş. Onun elinin engelini gören karınca öbür tarafa dönüyor,
bu defa da bu tarafa elini koyan çocuk: “Lâ menase leke, lâ menase lek”
diyormuş. Yâni sana bir çıkış yok, sana bir gidiş yok, kaçış yok, kurtuluş yok
diyormuş. Allah korusun, ya yarın aynısı bize de denirse. Farz edin ki yarın biz
bir melek karşısında şu anda o çocuğun karşısındaki karınca kadar küçülmüş ve
kaçıp kurtulmaya çabalarken çok güçlü bir melek: “Dur bakalım, hayır o tarafa
değil, La menase lek,”deyiverse ne yapabiliriz?
4,5. “Aralarından bir uyarıcının gelmesine
şaşmışlardı. İnkârcılar: “Bu, pek yalancı bir sihirbazdır; tanrıları tek bir
tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir” demişlerdi.”
Kendilerinden,
kendi aralarından, kendi cinslerinden bir uyarıcının gelmesine taaccüp ettiler,
içlerinden biri kendilerini uyarıyor diye şaşırıyorlar. Tıpkı bugünün
Müslümanları gibi. “Bu bir Allah elçisi değil, olsa olsa yalancı bir
sihirbazdır. Bu İlâhları tek bir İlâh mı yaptı? Bir çok İlâhın içinden
çıkamayacağı işleri bir tek İlâhla mı halletmek istiyor? Doğrusu bu şaşılacak
bir şeydir,” dediler.
Hastalandığı bir dönemde, Rasûlullah Efendimizin amcası Ebû Talib’in
yanına geliyorlar. Diyorlar ki, “Ey Ebû Talib, bu yeğenine bir çare bulsan. Ya
aramızdan çekil, onun işini biz bitirelim, ya da bir çare bul!” Çağırıyor amcası
peygamberimizi. O meclise gelen Rasû-lullah şöyle içeriye bir bakıp kendisine
oturacak bir yer arıyor ve Ebû Talib’in yanında boş bir yer görüyor. Tam oraya
oturmak için yöneldiğinde, hain Ebû Cehil Rasûlullah’ın oraya oturmasını
istemediği için hızlıca hareket edip orayı dolduruyor ve Allah’ın Resûlü
mecburen bulduğu başka bir yere oturuyor. Hain, Rasûlullah Efendimizin öyle
ağırlıklı bir konumda olmasını istemiyor. Şahsiyetiyle oraya oturup, daha ilk
başta böyle bir otorite kurmasını istemiyor.
Oturuyor
Rasûlullah, teklifler, konuşmalar yapıldıktan sonra Rasûlullah buyuruyor ki,
“amca mümkün değil, ben bunlardan bir tek söz istiyorum.” Bunu duyan müşrikler
diyorlar ki, “babanın hatırı için ey Muhammed, bir değil on cümle söyleyelim,
yüz cümle söyleyelim, söyle neymiş o cümle? İş bu kadar basitse nedir bu
aramızdaki kavga?” “Ben sizden sadece “La İlâhe illallah” demenizi istiyorum.”
Bunu duyar duymaz hemen elbiselerini üzerlerine atıp oradan kalkıyorlar,
“vallahi biz bunu ebedîyen söylemeyiz,” diyorlar. “Bu pek çok İlâhlarımızı bir
tek İlâha mı indirgemek istiyor? Ebedîyen bu mümkün değil,” deyip kalkıp
gidiyorlar.
Kendi içlerinden, kendi cinslerinden bir elçi seçip kendilerini uyarmak,
kendilerini hidâyete ulaştırmak üzere Allah’ın ona vahiy göndermesine şaştı
kâfirler. Bunu tuhaf karşıladılar. “Böyle bir şey nasıl olabilir? Nasıl olur da
Allah bir meleği değil de içimizden birisini elçi seçip onunla konuşabilir?
Nasıl olur da onun vasıtasıyla Allah bi-zim hayatımıza karışabilir?” dediler.
Sanki bu ilk defa oluyormuş gibi. Sanki tarihte Allah başka bir beşerî elçi
olarak göndermiş gibi. Halbuki Allah o elçi vasıtasıyla kendilerine gündem
olacak, zikir olacak, şe-ref kazandıracak bir kitap, bir hayat programı
göndermişti. Halbuki Rabblerinden gelen bu kitaba ve bu kitabın pratiği olan bu
peygambere sarılarak yeryüzünde izzet ve şeref kazanacaklardı. Kendilerine izzet
ve şeref kazandıracak bir kitabın ve elçinin gelişini tuhaf karşıladılar.
Halbuki
bundan daha doğal bir şey olamazdı. Yeryüzünde en mâkul bir şey varsa, o da
Allah’ın yarattığı kullarına hayat programı göndermesidir. Yeryüzünde en mâkul
şey, yine Rabbimizin insanlara onların içinden, onların cinsinden, onlar gibi
yaşayan, onların örnek alabilecekleri bir beşer göndermesidir. Asıl şaşılacak
şey bu dünyayı yaratan, insanları var eden Allah’ın onların hayatlarını
düzenleyecek bir program göndermemesidir.
Önceki toplumların içinden de elçiler seçip kitaplar gönderen Allah’a
kulluktan kaçmak için, kâfirler bunu tuhaf karşıladılar. Böylece Allah’ı
hayatlarına karıştırmak istemediler. “Allah elçi seçmez, Allah vahiy göndermez,
Allah hayata karışmaz,” dediler. Böylece Allah’ı, Allah’ın elçilerini, Allah’ın
kitaplarını diskalifiye ederek keyiflerince bir hayat yaşamak istediler. Tıpkı
günümüz kâfirleri gibi göklerin ve yerin yaratıcısı olarak inandıkları Allah’ı
hayatlarına, hukuklarına, eğitimlerine, kılık-kıyafetlerine karıştırmadılar.
Dediler ki: “Bizim bu konularda söz sahibi İlâhlarımız, tanrılarımız vardır. Ne
oluyor ey Muhammed? Sen bir çok İlâhı tek bir İlâh mı yaptın? Bir çok İlâhın
halledemediği işleri bir tek İlâhla halletmek mi istiyorsun? Bak şu anda bu
kadar çok tanrılarımız, hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, kılık-kıyafet
tanrılarımız, ekonomi tanrılarımız, sosyal ve siyasal tanrılarımız bile
problemlerimizi çözümleyemezken, sen bir tek İlâhla mı problemleri çözmek
istiyorsun? Bu mümkün mü?” diyorlar.
Evet, buraya kadar denenleri bir özetleyelim inşallah:
Allah’ın kendi
aralarından birini seçip ona zikir indirmesini, vahiy göndermesini kabul
edemiyorlar. Olmaz böyle şey diyorlar. Allah’ın ne yapıp ettiğine akıl
erdiremiyorlar. Size ne bundan? Allah’ın işlerinin ne olduğuna, nasıl olduğuna
ne diye akıl erdirmeye çalışıyorlar? Teslim oluversinler, tamam. Demek ki vahyi
indireceği kimseyi içimizden seçermiş, bunun mantığı buymuş, deyiverselerdi daha
iyi olmaz mıydı? Her halde Allah bunu onlara sormalı imiş. Kime versem bu
görevi? diye Allah onlardan izin alacakmış. Bu konuda yetkili onlarmış. Şaşırıp
kaldılar içlerinden birisinin elçi gönderilmesine. Sanki dışlarından birisi
gelmiş olsaydı kabul edeceklerdi, asla. Şimdi de öyle değil mi insanlar?
Kendilerinden birinin kendilerine mesaj sunmasını reddediyorlar. Halbuki önemli
olan mesajın kendisidir. Nitekim bir ha-dislerinde Rasûlullah Efendimiz bu
hususu şöyle anlatıyordu:
“Benim
mesajımı size ileten bir köle de olsa onu dinleyip itaat
edin”
Yâni dinlenecek
olan köle değil de aslında peygamber (a.s) olacaktır. Allah ve Resûlünün
emirlerini bize aktaran bir köle, bir çocuk, tanımadığımız birisi bile olsa ona
itaat edilecektir. Ama şimdi itiraz etmek isteyenler buna çok rahat yol
bulabiliyorlar. Bir söz duyduğumuzda onu söyleyene değil, onun asıl sahibine
bakılacaktır. Eğer onu Allah ve Resûlü söylüyorsa, onu dinlemek zorundayız. Ama
uyarıcıya, sözü söyleyene kafayı takarak sözü diskalifiye etmeye çalışmak, ciddi
bir kâfir mantığıdır. İşte bakın burada kâfirler sözü söyleyene, mesajı ileten
peygamber efendimize kafayı takarak diyorlar ki; bu adam sihirbazdır. Bu adam
yalancıdır. Bu adam dengesizdir. Sonra diyorlar ki;
Yahu bu adam ne
yapmak istiyor? Nedir bunun derdi? Bir çok ilahı bir tek İlâh’a mı indirmek
istiyor? Hayatımızın her bir bölümünü kendilerine parsellediğimiz yüzlerce
putlarımızı bir tek ilaha mı indirmek istiyor bu adam? Bizim hayatımız o kadar
düzensiz ki, bu kadar ilâh ancak hakkından gelebiliyorken, şimdi bir tek ilâh
nasıl becerecek bunu? Bir tek ilâhın bizim hayatımızı düzenleyebileceğine
inanmamızı istiyor öyle mi? Bu gerçekten çok acayip bir şey diyorlar. Sanki
Allah’ın Resûlü yattı, kalktı, düşündü, taşındı ve bu işi kendisi bulmuş gibi.
Halbuki onun da bu konuda hiçbir yetkisi ve müdahalesi yoktur. Allah onu
görevlendirmiş ve diyor ki; benden başka ilâhlar tanımayın. Bunu anlayamıyorlar
adamlar da itiraz etmeye çalışıyorlar. Sonra diyorlar
ki:
Haydi yürüyün.
Dinlemeyin onu, gündeminize almayın ve ilâhlarınıza sıkı tutunun diyorlardı.
Tarihte onların yaptıklarını bugün aynı yolun yolcuları da yapmaya çalışıyorlar.
Aman okumayın Kur’an’ı! Aman dinlemeyin Kur’an anlatanları! Ne olur ne olmaz,
belki kalpleriniz kayıverir, belki etkileniverirsiniz korkusu tarih boyunca tüm
kâfirlerin korkusu olmuştur. Yürüsünler, gitsinler bakalım kendi dünyalarına.
Kendi dünyalarını yaşasınlar bakalım. Herkes kendi mezarına gide-cektir sonunda.
Bu hep böyle
olmuştur. Kâfir dünya peygamberlerin getirdiği Allah’ın tek Rab ve İlâh oluşu
gerçeğini örten dünya, asla peygamber mesajıyla baş başa kalmaya tahammül
edememiştir. Onun getirdiği mesaja bir kişinin bile kulak vermesine izin
vermemişlerdir. Neden? Çünkü, ya içlerinden bir kişi o mesajı dinler de iman
ediverirse, bir ka-yıp bile vermek istemiyorlar. Âl-i İmrân son âyetinde de aynı
konu an-latılıyordu:
“Ey
İnananlar! Sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun,
Allah'a karşı gelmekten sakının ki başarıya
erişebilesiniz.”
(Âl-i İmrân
200)
Ey
İman edenler, dayanın, direnin, bıkmayın, usanmayın. Yâni bu imanınızı gündemde
tutma yarışında bulunun. Sabırda yarışın. Dünyada hangi denenmeyle, hangi
sınanmayla, hangi imtihanla karşı karşıya gelirseniz müslümanca kalabilmenin
direnişini gösterin. Müs-lümanca kalabilmenin ve ölebilmenin hesabını sağlam
yapın. Yâni siz sabırlı olun, direnin, dayanın. Şeytan ve dostlarının
engellemelerine karşı sabır yarışına girin. Dininizden, imanınızdan, takva ve
teslimiyetinizden asla taviz vermeyin, geri adım atmayın. Eğer karşınızdaki
şeytan ve köleleri sizi bu imanlarınızdan vazgeçirmeye, engellemeye, bıktırıp
usandırmaya çalışırlarsa, bu konuda sabır ve direnç gösterirlerse, sakın siz de
bıkıp usanmayın. Onlarla sabır yarışına girin.
Ama bu iş için de rabıtalı olun. Yâni Kur’an’la vahiyle bu mesajla ilginizi, irtibatınızı,
rabıtanızı kesmeyin. Böylece yolunuzu hep Allah’la bulun. Yanılmayın,
şaşırmayın. Hep Allah desin siz yapın.
Al-lah tarif etsin kitabıyla, siz oradan
alıp amele dönüştürün. Evet, rabıtalı olmak budur. Allah için bir kulluktan bir
başka kulluğa, bir hayırdan başka bir hayra koşun. Bir namazdan sonra bir başka
namaza doğrulun. Allah yolunda, Allah uğrunda bir savaşta nöbet tutun. Allah
için düşmanı gözetleyin. Savaşın en uç noktasında direnin. Allah’ın dinine
göğsünüzü siper edin. Umulur ki o zaman
felaha erersiniz. İşte
o zaman kurtuluşa erersiniz. Umulur ki o zaman dünyanız da, âhi-retiniz de güzel
olur diyordu Rabbimiz, bakıyoruz burada bu adamlar da birbirlerine aynı şeyi
söylüyorlar.
Sonra
bakın, birbirlerine de diyorlar ki:
8. “Onlardan ileri
gelenler: “Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz
budur. Son dinde de bunu işitmedik; bu ancak bir uyarmadır. Kur’an, aramızda
Muhammed’e mi indirilmeliydi?” dediler. Hayır; bunlar Kur’an’ımızdan
şüphededirler. Hayır; azabımızı henüz
tatmamışlardı.”
Onlardan
ileri gelenler, mele’ grubu, elit tabaka, yönetici kadro, ekonomik ve siyasal
gücü elinde bulunduran kalburüstü grup halk tabakasına diyor ki, “yürüyün,
tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sabredin, yardım edin İlâhlarınıza, memnun
etmeye çalışın onları, unutmayın ki sizden istenen şey budur. Sizden istenen şey
de bu değil mi? Sizler buraya ne için geldiniz? Zaten bu adamın derdi de bu
değil mi? Bu adam sizi İlâhlarınızdan koparmaya çalışmıyor mu?”
Evet diyorlar ki, “ey insanlar sizler yürüyün, durmayın, dinlemeyin,
kulak vermeyin, ilgilenmeyin, gündeme almayın bu Muhammed’in dediklerini.
Ciddiye almayın bu kitabı, bu peygamberi. Siz hayatınıza devam edin, işinize
bakın. Ona karşı koyacak, ona cevap verecek, onunla mücâdele edecek biz
büyükleriniz varız. Siz bu işle ilgilenmeyerek onu bize bırakın. Siz hayatınız
konusunda, dininiz konusunda bize güvenin. Biz sizin adınıza her şeyi düşünür ve
karar veririz. Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna, neyin hak, neyin bâtıl
olduğuna biz karar veririz. Siz yormayın kendinizi,” diyorlar.
Şunu
çok iyi biliyorlardı ki, halk kendi dinlerini bizzat kendileri öğrenmeye
başladıkları anda kendilerine kölelikleri bitecek, özgürlüklerine ilk adımlarını
atacaklardı. Bunu istemeyen zalimler, hep halkın akıllarının kendi ceplerinde
olmasını arzu ederler.
“Siz yürüyün ve İlâhlarınıza sabredin, onlara sıkı tutunun. İlâhlarınıza
bağlılık konusunda, onlara sahip çıkma konusunda sabırlı olun, dirençli olun;
işte sizden istenen, sizin yapmanız gereken de budur,” diyorlar. “Eğer sizler
İlâhlarınıza sımsıkı sarılır, onları ciddi benimser ve onlara sahip çıkarsanız
kesinlikle bilesiniz ki bu peygamberin size karşı yapabileceği hiçbir şey
yoktur,” diyorlardı. “O peygamber sizi asla o İlâhlarınızdan koparamayacaktır,”
diyorlardı. Bugün de “aman İlâhlarınıza sahip çıkın! Aman demokrasiye sahip
olun! Aman laiklik elden gidiyor! Aman şu düzeninizi yıktırmayın!” teraneleri
atanların niyetleri de işte budur. Hocalarının yolunu takip ediyor adamlar.
Gerçekten
de "Ben dedemi şu putun önünde secde ederken buldum. Ey Muhammed ne yaparsan yap
beni dedemin yolundan çe-viremezsin!" diyerek putuna sabredip sıkı tutunan Ebû
Cehil’e, Allah’ın Resûlü hiçbir şey yapamıyordu, yapamamıştır. Keşke onların
İlâhlarına sarılıp sabrettikleri kadar bugün Müslümanlar da kendi İlâhlarına,
İlâhlarının kitabına sarılmayı bir becerebilse! O zaman tüm dünya düşman olsa
bile, kimsenin yapabileceği bir şey kalmayacaktı
müslümanlara.
Öyleyse bizler de sabredeceğiz. Her konuda sabırla Allah’tan yardım
isteyeceğiz. Çünkü bilelim ki Allah’ın yardım kapılarının anahtarı sabırdır.
Bazen nefsin egemenliği, bazen dışındaki ve içindeki şeytanlar, bazen mal mülk
derdi, hayatın sıkıntıları bizi baş aşağı getirecek noktaya gelebilir. Bazen bir
şeylerden dolayı güçsüz düşebiliriz. İşte o zaman da sabırla Allah’tan yardım
isteyeceğiz. Sabır direnç de-mektir. Veya dayanmak demektir, süreklilik veya
devamlılık demektir. Kâfirlerin de hareketlerinde bir sabır veya müslümanların
da hareketlerinde bir sabır söz konusudur. Meselâ kâfirler peygamberimiz
karşısında dayanabilmek için birbirlerine yürüyün! dediler. Aman bu peygamber
karşısında pes etmeyin! Dayanın, dişinizi sıkın ve sabredin! dediler.
Ayrıldılar,
kalkıp yürüdüler, haydi dediler yürüyün. Aynı ortamda bulunmayın bu adamla. Onu
dinlemeyin, onun sözlerine kulak vermeyin dediler. Elbiselerine büründüler başka
âyetlerin beyânıyla. Bir şeylerinin arkasına saklandılar, önlerine kalkanlar
gerdiler de sözün, mesajın kendilerine ulaşmasına engel oldular. Aman
ilâhlarınıza sıkı tutunup dayanın, direnin, sabredin dediler. Demek ki hak
yolda, iman teslimiyet yolunda yapıldığı gibi bâtıl yollarda da yapılırmış.
İlâhlara sabır. Hani Resûlullah Efendimiz bir hadislerinde; “Bu din için, kulluk
için Allah’ın istediklerine azı dişlerinizle sarılır gibi sarılın” di-yordu ya,
sanki bu kâfirler de kendi ilâhlarına aynı inançla sarılmalarını istiyorlar.
Aman ilâhlarınıza sıkı tutunun. Zaten bu adamın da sizden istediği budur. Bu
adam sizi ilâhlarınızdan koparmak, tanrılarınızdan uzaklaştırmak istiyor. Aman
kopmayın ilâhlarınızdan, değilse onun ilahının yanında bulursunuz
kendinizi.
Peki acaba şu
anda şeytan ve çömezleri Müslümanları kendi İlâhları olan Allah’a sarılma
noktasında sarsmaya çalışmıyorlar mı? Allah’tan başka Rezzaklar tanıtarak
onların tek Rezzâkları olan Allah’a karşı imanlarını, güvenlerini,
teslimiyetlerini sarmıyorlar mı? Böylece Müslümanları helâke sürüklemiyorlar mı?
Onların karşısına başka şâfiler çıkarıp tek Şâfileri olan Rablerine karşı
güvenlerini sars-mıyorlar mı? Başka rabler, başka yasa belirleyiciler çıkarıp,
hayatlarına program yapmaya yetkili tek Rablerine karşı imanlarını sarmıyorlar
mı? Onların yaptıklarını yapma konusunda bizler de kendimize bir proje olarak
geliştirmeli değil miyiz? Yâni onların sahte ilahlarına, putlarına
sarıldıklarından çok daha fazlasıyla bizler de Rabbimize, İlâhımıza sarılmalı ve
O’na kulluğa sabretmeli değil miyiz? Onlar bu sahte tanrılarını, bu yapay
tanrıçalarını kesinlikle tartışmaya bile açmayacaklar, onların dokunulmazlığını
savunacaklar da biz ne yapacağız?
Efendim, biz
biraz objektif olsak, biz biraz her inanca, her düşünceye açık olsak, her
kitaba, her dine açık olsak. Olalım, ama bir şartla. Şeytan ve dostlarını da
bağlasınlar da o zaman bakalım meseleye. Tamam, ben çocuklarımı hangi okula
gidecekleri, hangi kitapları okuyacakları, nerelerde yaşayacakları konusunda
zorlamayayım. Hiç-bir şey söylemeyeyim onlara. Ama kimse hiçbir söylemesin
onlara. Hayatı bütün çıplaklığıyla kendileri görsün, hiç kimse onlara bir şeyler
empoze etmesinler. Damarlarında kan gibi dolaşan şeytan da onlara verdiği
vesveselerini bıraksın. Okulda, çarşıda, televizyonda onların körpe dimağlarına
küfür ve şirk empoze etmeye çalışan şeytan çömezleri de bu işi bıraksın. O zaman
ben de çocuklarıma hiçbir şey demeyeyim. Mümkün mü bu? Yaparlar mı bunu? Bakın
adamlar şöyle diyorlar:
Bugün de aman İlâhlarınıza sahip çıkın! Aman demokrasiye sahip olun! Aman
laiklik elden gidiyor! Teraneleri atanların niyetleri de galiba budur.
Hocalarının yolunu takip ediyor adamlar. Onların İlâhlarına sarılıp
sabrettikleri kadar keşke bugün müslümanlar da kendi ilahlarına, İlâhlarının
kitabına sarılmayı bir becerebilselerdi tüm dünya düşman olsa bile kimsenin
yapabileceği bir şey kalmayacaktı.
Zaten sizden istenen de budur! diyorlardı. Sabırlı olmak demek bıkmamak,
usanmamak demektir. On yıldır namaz kılıyorum! Yeter artık dememek sabırdır. On
yıldır içki içmiyorum! yeter artık bu kadar dememek sabırdır. İbâdetten
bıkmamaya, günâhtan kaçınmaya devam etmek sabırdır. Allah’ın nasıl isterse bizi
öylece imtihan et-tiğine, edeceğine, gönderilen sorular istikâmetinde Allah’a
kulluk etme şuurunun devamına da sabır diyoruz. Bazen yangınla, bazen
hastalıkla, bazen zenginlik, bazen fakirlikle, nasıl isterse öylece imtihan
edeceğine iman etmek sabırdır. Bazen müslümanların zafiyetleriyle, bazen
kâfirlerin gücüyle, bazen zaferle, bazen yenilgiyle, bazen Bedirle, bazen Uhut’la imtihan eder Allah. Biz de o konuda
sabredeceğiz. Yani o konuda nasıl kulluk etmemizi istiyorsa öylece kulluk
edeceğiz. Sabır insanın vücudundaki baş mesabesindedir. Başı olmayan bir
bedenden nasıl ki hayır beklenmezse sabrın kontrolünde olmayan bir imanda da
bilelim ki hayır yoktur. Sabır çok önemlidir
İslâm’da.
Bakıyoruz Kur’an-ı Kerimde; Allah, namaz kılanlarla beraberdir denmezken,
sabredenlerle beraberdir dendiğini görüyoruz. Allah namaz kılanlarla beraberdir
denmezken, sabredenlerle beraberdir dendiğini görüyoruz. Çünkü sabır namazdan da
şümullüdür. Zira namaz kılabilmenin, bunları yapabilmenin yolu da sabırdan
geçer. Namaza sabredecek ki kişi namazı kılabilsin, zekâta sabredecek ki
verebilsin. Sabır önemlidir. Kulluğa sabır, şeytana uymamaya sabır
gibi.
Evet sabırla Allah’tan sürekli yardım isteyeceğiz. Çünkü her an şeytanla
karşı karşıya bir hayat yaşıyoruz. Üstelik şeytanın tüm yardımcıları da bizi
çepeçevre kuşatmışlardır. Şeytanın sıkıntıları, şeytan dostlarının ürettiği
sıkıntılar, dünyanın tabii sıkıntıları, bir de müslümanlıklarının farkında
olmadan yaşayan müslümanlardan gelecek sıkıntılar bizi bunaltacak noktaya
geldiği zaman başka da çaremiz yoktur. Tüm bu aleyhte şartlara rağmen yine de
müslüman kalabilme bilinciyle Rabbimizden yardım
isteyeceğiz.
Şimdi
Allah için bu ortamda herkes, hepimiz kendi yerimizi bulmaya çalışalım. Farz
edin ki Rasûlullah var, etrafında Ebû Talib, Ebû Cehil, insanlar ve bizler
varız. Böyle bir ortamda Rasûlullah’ın bir teklifiyle karşı karşıyayız. Diyor ki
Allah’ın Resûlü: “Ey insanlar, gelin hayatınıza karışmaya yetkili tek İlâh Allah
olsun. Zevkinize, menfaatiniz, kılık-kıyafetinize, kazanmanıza harcamanıza,
mesleğinize, yemenize, içmenize, hukukunuza, eğitiminize, gecenize-gündüzünüze,
o-kumanıza-yazmanıza, sosyal, siyasal, ekonomik, bireysel ve toplumsal tüm
hayatınıza karışan öteki İlâhları bırakın, terk edin, hayatınızı sadece Allah
ayarlasın.” İşte şu anda okunan Kur’an, peygamberin bu teklifini size ulaştırdı.
Peki siz ne diyorsunuz bu teklife? Ya da siz hangi taraftasınız bu teklif
karşısında? Bunu duyduktan sonra yine aynen Kur’an’dan önceki hayatınıza mı
dönüyorsunuz? Yoksa, “ya! Öyle miydi?” diyerek onları bırakıyor ve hemen can
fedâ La İlâhe illallah mı diyorsunuz? Eğer bu ikiden birinin tercihini açıkça
ortaya koyacaksak o zaman niye okuyoruz ki bu Kur’an’ı? Ne gereği var da bunu
okumanın? Evet ne kadar korkunç bir tablo çıktı karşımıza değil mi?
“Gerçekten
bu çok acayip bir şeydir, çünkü biz bunu son dinde de işitmedik. Bizler bunu
daha önceki toplumlarda hiç görmedik,” diyorlar. Yâni, “babamın babasının
dedesinde görmedim. Hocamın hocasının hocasında görmedim. Îsevîlik, Mûsevîlikte
görmedim, Ku-reyş’in dininde görmedim. İmam hatipte okudum görmedim. Nedir bu
senin dediğin yahu?” diyorlar. Bizler de bunu fiilen demiyor muyuz? Bu ancak bir
uyarmadır. “Kur’an, aramızda Muhammed’e mi indirilmeliydi?” dediler. “Yâni
aramızda bir tek sen biliyorsun bunu ha? Biz bi-lemedik de sadece sen bildin ha?
Biz de okuduk, biz de hafızlığı bitirdik, biz de imam-hatibe gittik, biz okuduk
bu Kur’an’ı, biz de yıllarca nice hocaları dinledik, biz de yıllarca
mukabelelerde bulunduk. Yâni bunu bilen bir tek sen misin?” diyenlerin ataları
da diyorlar ki bakın, “bu sana mı düşmüş? Tamam bir peygamberi biz de
bekliyorduk ama, bu senden önce Mekke’de filana, Taif’te falana gelmeliydi.”
Hayır hayır, bunlar Bizim Kuran’ımızdan şüphededirler.
Evet, diyorlar ki
biz bunu son dinlerde hiç görmemiştik, nereden çıktı bu iş? Uyduruk bir şeydir
bu.
Son din;
babasının dinidir. Babasının dininde görmemiştir adam bunu. Çünkü babası öyle
yaşamıyordu adamın.
Son din;
dedesinin dinidir. O da bu dinden habersiz
yaşamıştı.
Son din;
Hıristiyanlık, ya da Yahudiliktir. Görebilmişler miydi o dinlerde Resûlullah
Efendimizin dediklerini? Duyabilmişler miydi onlardan Kur’an’dan duyduklarını?
Var mıydı onlarda bu tek İlâh ve Rab inancı? Bir tek İlâh olsun, hayata sadece O
etkili olsun. Duymuşlar mıydı bunu onlardan? Duymuşlar mıydı babalarından,
dedelerinden? Hayır. Babasından duymadı, dedesinden duymadı, kocasından duymadı,
ne yapacaktı şimdi bu adam?
Meselâ şu anda bu
ülkedeki tüp Tıp Fakültelerini kapatsalar. Tıbba yasaklar koysalar, bundan sonra
kimse tıp konusunda tek kelime konuşmayacak deseler. Hattâ tıp bilgilerini
ağzına alan herkesi cezalandırsalar, asıp kesseler. Uzun süren böyle bir
yasaklamadan sonra, biraz gevşeklik ortaya koysalar, herhalde eline kerpeteni
alıp; “ben de diş doktoruyum, ben de güzel diş çekerim, ben de tedavi ederim”
diyenler çıkar mı? Din konusu da böyle olmaz mı? Meselâ bir ülkede Allah’ı,
dini, kitabı ve peygamberi ağza almak yasaklansa. Kur’an ve sünnet tümüyle
gündemden kaldırılsa. Hattâ Allah’ın kitabı evlerden, duvarlardan, minderlerden
ve yastıklardan bile esirgense, kıskanılsa, yasaklansa. Kitabı ve sünneti kazara
ağzına alanlar hemen cezalandırılsa. İnsanlardan birileri çıkıp da biz bunu
kimseden duymadık deseler ne anlam ifade eder? Böyle bir ortamda kimden
duyabilecekler dini? Kimden öğrenebilecekler kitap ve sünneti? Kimden
duyabilecekler bu gerçekleri?
Evet, diyorlar ki
son dinlerde, başka dinlerde bunun benzerini duymamışlar. Devam ediyorlar saçma
sapan iddialarına, ama Allah da onları sorgulamasını sürdürüyor:
Ciddi misiniz?
Samimi misiniz? Kendinizden emin misiniz? Ne dediğinizin, ne yaptığınızın
bilincinde misiniz dercesine bundan sonra Rabbimizin sorgulamaları gelecek.
Bakın, işte onlardan biri şöyle:
Yok
yok, onlar gündem konusundan tereddütlüler. Orda zorlanıyorlar. Onların tüm
dertleri gündemlerinin değişmesi korkusudur. Bu kitap ve bu peygamberi kabul
ettikleri zaman gündemlerinin değişeceğinden ürküyor bu inançsızlar. O zaman şu andaki gibi istedikleri günâhları
yapamayacaklarından, diledikleri gibi keyiflerince bir hayat
yaşayamayacaklarından korkuyorlar, onun için buna yanaşmıyorlar diyor Rabbimiz.
Gündemlerini Kur’an’la oluşturmaya yanaşmıyorlar. Onlar azabımızı henüz
tatmamışlardır.
Kur’an’ı gündem yapmaya yanaşmıyorlar ve de üstelik dikkat ederseniz,
hainler bir dini reddetmek için bir başka dini kullanıyorlar. Bir dini
reddedebilmek için bir başka dine sarılıyorlar. “Biz böyle bir şeyi son
millette, millet-i âhire’de, son dinde görmedik,
duymadık,” di-yorlar. Son dinden, Allah’ın İsrâil oğullarına gönderdiği
Hıristiyanlığı kastediyorlar. Çünkü Allah’ın gönderdiği dini, kitabı bozan, hak
dinden sapıp giden Hıristiyanların dininde de teslis inancı vardı. Üç İlâh
inancı vardı. İşte buna bakarak diyorlar ki, “son dinde de biz tek İlâh
inancını, tevhid inancını göremiyoruz. Şimdi bu nasıl bir şeydir ki pek çok
İlâhı bir tek İlâha indirgiyor? Öyle kabul ettiğimiz zaman öteki İlâhlarımız ne
olacak? Muhammed tüm bu tanrıların yetkilerini alıp bir tek tanrıya mı veriyor?
Biz bunu ne önceki atalarımızda duyduk, ne de son dinlerden
birinde!”
“Sonra
içimizde filan filan nüfûzlular, filan filan ekonomik güce sahip olanlar
dururken bu din kala kala Muhammed’e mi gönderiliyor?” diyerek Allah’a akıl
vermeye, Allah’ı şartlandırmaya, O’na yol göstermeye cüret ediyor hainler.
“Başka birini bulmamış ta bula bula onu mu bulmuş Allah?” diyorlar. Onlara mı
soracaktı Allah, elçiliğini kime vereceğini. “Hayır hayır, onlar Bizim
kitabımızdan şüphe içindedirler ve onlar henüz Bizim azabımızı tatmadılar da
onun için bu tür sapıklıklarını sürdürebiliyorlar diyor,”
Rabbimiz.
Aramızda bula
bula Allah onu mu bulmuş? Başka vahiy gönderecek bulamamış mı? Onu mu lâyık
görmüş bu işe? Gündem belirlemek, hayat programı yapma işi ona mı düşmüş? Ona mı
verilmiş bu yetki? Abdulmuttalib’in yetiminden başka
bu işe lâyık bulamadı mı diyorlardı. Allah da buyuruyor ki; yoksa işin aslı, siz
benim kitabım ko-nusunda bir şüphe içinde misiniz? Yoksa bu itirazlarınız ondan
kaynaklanmasın? Yoksa benim hayatınıza karışmaya yetkili oluşumu hazmedemediniz
de onun için mi diskalifiye etmeye çalışıyorsunuz? Ya da henüz azabımı
tatmadınız da onun için mi bu itirazınız? Söyleyin
bakalım:
Yok yok, aslında
onlar benim zikrimden şüphe içindeler. Ana program maddelerinden şüphe ediyorlar
da ondan. Öyleyse bileceğiz ki Kur’an Allah’tandır. Bileceğiz ki Kur’an mutlak
haktır, doğrudur. Kur’an demişse tamamdır diyeceğiz. Kur’an’a karşı bizde böyle
bir teslimiyet yoksa, ondan şüphe içindeyiz demektir.
Daha azabımızı
tatmadılar da ondan. Gerçi kitabımızın başka âyetlerinin delâletiyle zaten
dünyada da azabın içindeler bu hainler. Hem dünyada azabı hak edecekler, hem de
âhirette. Bir soru daha:
Bakın
yine sorgulama devam ediyor:
9,11. “Yoksa, güçlü ve
çok ihsan sahibi olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Yahut,
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onların elinde
midir? Öyleyse sebepleri tevessül edip göğe yükselsinler (de hükümranlığı ele
geçirsinler bakalım). Onlar burada takım takım bozguna uğramış perişan bir
ordudur.”
Yoksa Vehhâb
olan, lütfeden, her şeye güç yetiren, mutlak güç ve kudret sahibi olan Rabbinin
rahmet kapıları onların yanında mı? Onun için mi böyle davranıyorlar?
Yoksa tüm
göklerin ve yerin mülkü, mülkiyeti, ikisi arasındakilerin mülkiyeti onların da
onun için mi karışmaya cesaret ediyorlar? Haydi öyleyse ne yapacaklarsa
yapsınlar.
Evet diyorlar ki;
bu Muhammed nereden almış bu yetkiyi? Kimden almış? Eğer Allah ondan başka
kimseyi bulamamış da bu yetkiyi ona vermişse, o zaman bu işin ciddiyeti nerede
kaldı? Ne özelliği var bu Muhammed’in? Malı yok, mülkü yok, çevresi yok,
saltanatı yok, sarayları, köşkleri yok, bağları bahçeleri yok, orduları,
askerleri yok, yanında melekleri yok, yok, yok. Bu yokların içinde nereden almış
bu yetkiyi diyorlar. Yâni böylece hem Allah’ı, hem de elçisini reddetmeye
çalışıyorlar. Bula bula bunu mu bulmuş diyorlar ve hâşâ Allah’a bilgisizlik,
hikmetsizlik izâfe ediyorlar. Veya mesajı aktaranı reddederek, mesajın sahibini
reddetmeye çalışıyorlar. Elçiyi reddederek elçiyi göndereni reddetmeye
çalışıyorlar.
Acaba bizde bazen
bazen bu özellik açığa çıkıyor mu? Bize Allah mesajını ulaştıran insanlarda
böyle bir takım özellikler arama hastalığı var mı bizde de? Sen kimsin kardeşim?
Nereden mezunsun? Diploman var mı? Hani ekonomik ve siyasal gücün? Doktoran,
doçentliğin filan var mı? Nerden buldun bu yetkiyi? Gibi tavırlar içinde olanlar
var mı bizim içimizde de? Ama unutmayalım ki bu tavır resmen uyarıya kapalı
oluştur. Kur’an’ın uyarısına olan kapalılıklarını, onu duyuranın kimliğine
kafayı takarak açığa çıkarıyor bugün insanlar. Kur’an ve sünnetin mesajını
diskalifiye etme zırhlarıdır bunlar Allah korusun. Kur’an’ın kendilerine
gelişine yol kapatmaya çalışıyorlar. Ehl-i kitap da aynısını yapmıştı. Bu mesajı
getirenin kimliği hoşumuza gitmedi. Bu peygamber bizim familyadan değil diye
reddedivermişlerdi. Tamam, belki uyaran adam melek değildir, hataları vardır,
yanlışları vardır, mükemmel değildir, ama Allah ve Resûlü adına becerebildiği
kadar bizi uyarıyorsa, onun uyarma hakkını ona Allah verdi demek zorunda değil
miyiz? Birbirinizi uyaranlar olun demiyor mu İslâm? İşte maalesef o günkülerin
şeytanca aldatmacalarının aynısını bugün de görüyoruz. Allah buyuruyor ki
bakın:
Onlara
ne bundan? Ne yetkileri var onların? Kim onlar? Mülk onların mı? Ne zamandan
beri yetkililer bu adamlar da, Allah zikrini kime indireceğini bu adamlara
soracakmış? Yoksa Azîz ve Vehhâb, mutlak güç ve egemenlik, mutlak yetki sahibi
olan Allah’ın rahmet hazineleri onların elinde mi ki, risaleti, mülkü
dilediklerine dağıtmaya, vermeye çalışıyorlar? Yoksa göklerde, yerde ve ikisi
arasında hükümranlık, yetki onların elinde mi ki, taksimatı onlar yapmaya
çalışıyorlar? Göklerde, yerde ve iki arasında tasarruf onlara ait öyle mi? Gökle
yeryüzünü anladık ta acaba ‘bu ikisi arasındakiler’ ifadesini nasıl anlayacağız?
Gökle yer arasında ne ola ki? Bakıyoruz, gök yerle bitişiktir. Yâni bir şey ya
göktedir, ya da yerdedir. Bir cisim, bir milimin milyonda biri kadar bile yerden
yükseldi mi, göktedir artık o. Peki nedir o zaman gökle yer arası? Ben bildiğimi
söyleyeyim: Her ne kadar kimileri bulutlar, kuşlar, tozlar, zerreler demişlerse
de, benim anladığım, gök huzurunda bulunanlar ve yerin önüne sunulanlar, yerle
tanınanlar, gökle bilinenlerin hepsidir.
Eğer
böyle bir güçleri, yetkileri varsa, haydi sebeplere sarılıp göğe yükselsinler de
oraların hükümranlığını ellerine geçirsinler, Allah’ın yetkilerini teslim
alsınlar da dilediklerini peygamber olarak göndersinler. Hangi yetkiye, hangi
hazineye sahipler ki onu dilediklerine vermeye, dilediklerini ondan mahrum
etmeye çalışıyorlar? Hayır hayır, göklerin ve yerin mülkü sadece Allah’a aittir
ve onu dilediklerine veren sadece Allah’tır. Peki bir soru sorayım burada: Acaba
sizin inandığınız Allah da böyle mi? Meselâ sizin inandığınız Allah da Veh-hâb mı? Allah size de bir
şeyler verdi mi yâni? Vermedi değil mi!? Ne-den? Çünkü eğer Allah bize de bir
şeyler vermiş olsaydı, bizler de onu verenin yolunda kullanacaktık. Var mı böyle
Allah’ın dediği yerde kullandığımız bir şeyler? Yok ki efendim! Ne vermiş ki
Allah bize!? Eli-miz kendimizden, ayağımız kendimizden, aklımız, paramız,
atımız, arabamız, malımız, mülkümüz, karımız, kızımız kendimizden! Dolayısıyla
Allah’ın verdiği bir şeyimiz olmadığı için bütün bunları kendi keyfimiz
istikâmetinde kullanmaya devam ediyoruz efendim!!
Onlar başka değil bozguna uğratılmış bir ordunun kalıntılarıdır,
kırıntılarıdır, döküntüleridir. Kendilerinden önce kendilerinin tavrını
sergileyip, Allah’la savaşa tutuşup sonunda bozguna uğratılmış orduların
kırıntılarıdır onlar. Dün de, bugün de hezimet, helâk, yıkılış bu orduların
alınyazısıdır, vazgeçilmez âkıbetidir. Zaman ne olursa olsun, şartlar ne olursa
olsun, güçleri ne olursa olsun Allah karşısında perişan olmaya mahkûm ordulardır
onlar. “Onlar burada helâk olacaklar, burada bozguna uğratılacaklardır,” diyor
Rabbimiz. Bu beyânın yapıldığı dönem, henüz Mekke’nin fethinden on yıl öncesi.
On küsûr yıl öncesinden, Rabbimiz Kureyş’in orada yenileceğinden söz ediyor.
Peki
bu bize ne söyler bilir misiniz? Bu bize şunu söyler: Zamanın Allah’ın
hâkimiyetinde olduğuna imanımızın çok kıt, ya da hiç olmadığını söyler. Kehf
sûresinde, Ashab-ı Kehf denen genç yiğitlerin durumu anlatılırken bu konu çok
hoş anlatılır. Ah bunu bir anlayıp, zamana Allah’ın etkin olduğu bilincine erip
biraz sabredebilsek, biraz bekleyebilsek. Bir tebliğci olarak muhataplarımıza,
bir eğitimci olarak oğlumuza, kızımıza, hanımlarımıza veya bir Müslüman olarak
kâfirlere karşı tavrımızı ortaya koyarken, “olmuyor!” diye bıkıvermeyip biraz
sabırla devam etsek de, zamana Allah’ın hakim olduğunu bilerek bir teslim
olabilsek, neler göreceğiz neler…
O
yiğitler yıllar sonra bunu anladılar. Meğer bizim kıyâmımız zamanla neleri ve
kimleri diriltiyormuş? Meğer zaman neleri değiştiriyormuş, zamana Allah
hakimmiş? İşte bu örnekte olduğu gibi bazen bu üç yüz küsûr yıl sürebilecekmiş.
Ama bizim aylara, hattâ günlere bile tahammülümüz yok. Az biraz sabırlı olsak
olacak ama yapamıyo-ruz.
Vehhâb
karşılıksız veren, bolca veren.. Birilerinden çekindiği, gocunduğu, korktuğu,
minnet duyduğu için değil, kendisi istediği, seçtiği, razı olduğu için verendir.
Nimet hazineleri
onların yanında mıdır? Buradaki nîmet pey-gamberliktir, risâlettir. Bu nimet
onların yetkisinde midir? Onlar mı ka-rar veriyorlar buna? Allah’ın vekili, ya
da veziri durumunda mıdır bu adamlar? Bugün için söyleyecek olursak, yâni Allah
bana ne gönder-meli? Kur’an bana ne demeli diye insanlar kendileri mi tespit
etmeye çalışıyor? Beni şunlarla imtihan etmeli, bana şu şu soruları göndermeli, beni şu şu
makamlarla, şu şu konumlarla denemeli mi demeye
çalışıyorlar? Yoksa her şeyin en güzelini, bana en uygun olanını Rab-bim bilir,
binaenaleyh benim adıma en mütenasibini O takdir eder mi diyoruz? Herkes baksın
hayatına.
Yoksa gökler ve
yerin mülkü onlara mı aittir? Yoksa göz benim, el benim, ayak benim, ben onları
nasıl istersem orada kullanırım demeye mi çalışıyorlar? Oğlan benim, kız benim,
onları istediğim gibi eğitir, istediğim yerde kullanırım mı demeye çalışıyorlar?
Ev benim, dükkan tezgah benim, istediğim gibi onlarla ilişki kurarım demeye mi
çalışıyorlar? Hayat benim, zaman benim mi diyorlar? Peki haydi
bakalım;
Bütün güçlerini,
bütün imkânlarını kullansınlar da gökyüzüne yükselsinler, nereye gideceklerse
gitsinler. Dünyayı baştan sona oysunlar, delsinler de yol açıp dünyanın ötesine
gitsinler. Ne yapacaklar? Allah’tan, Allah’ın egemenliğinde kurtulabilecekler
mi? Allah’tan bağımsız bir hayat bulabilecekler mi? Ölüme çare bulabilecekler
mi? Hayır hayır, asla buna güçleri yetmeyecek.
Öyleyse:
Bırakın öyle
sonradan helâk olacaklarını, onlar şimdi, burada helâk olacaklar. İşte
şuracıkta, Mekke’de yenilip helâk olacaklar onlar. Bu âyetlerin okunduğu yerde,
bu peygamberin kendilerini uyardığı ortamda helâk olacaklar.
Kâfirlerin başına
geleceği söylüyordu burada Rabbimiz. Allah hesabını bize göre yapmaz. Onların ne
zaman helâk olmaları bizim için hayırlıdır, bunu en iyi bilen O’dur. İçlerinden
kimler müslüman ol-duktan sonra helâk olacaklardı? Bunu en iyi bilen şüphesiz
Allah’tı.
İşte şuracıkta,
bu âyetlerin geldiği yerde helâk olacaksınız. Paramparça, bölük pörçük bir avuç
ahzâb olduğunuz halde. Belki dı-şarıdan bakanlara güçlü bir ordu gibi görünseler
de paramparçadır o kâfirler.
Peki
tarihten buna örnek mi istiyorsunuz? “Alın size örnekler” diyerek Rabbimiz bize
örnekler verecek:
12,15. “Onlardan önce Nuh milleti, Âd,
sarsılmaz bir saltanatın sahibi Firavun, Semûd, Lût milleti, Eyke’liler de
peygamberleri yalanlamıştı. İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen
topluluklardır. Hepsi peygamberleri yalanladı da azabımı hak ettiler. Bunlar da
ancak, bir an gecikmesi olmayan tek bir çığlık beklemektedirler.”
Peygamberler
kendilerine mesaj getirdiler Rabblerinden ama onlar, Allah’tan gelen zikirle
ilgilenmediler. İman, amel, davranış olarak yalan saydılar. Peygamberlerin
getirdiği programa rağmen kendi bildikleri gibi yaşamaya devam ettiler. Nuh
kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semûd kavmi, Lût kavmi ve
Eyke’liler... Allah’la, elçileriyle savaşa tutuşan bu toplumların helâk
yasalarını önceki sûrelerde detaylarıyla anlatmıştı Rabbimiz. Bunların
âkıbetleri de onlarınkinden farklı olmayacaktır. Bunları da başka değil, sadece
bir tek sayha bek-liyor. O sayha geldi mi, artık onlara göz açtırılmayacak,
tevbe ve dönüş imkânı tanınmayacaktır.
Evet, onlardan
önce Nuh kavmi, Âd kavmi ve… İşte bunlar da helâk olmadılar mı? Vahiy karşısında
hepsi darmadağın olmadılar mı? Güya güçlüydüler, orduydular. Hep öyle olmadı mı?
Güya onlar karşısında peygamberler ve onlara tâbi olan mü’minler ne kadar azdı?
Ne oldu? Kim kurtuldu, kim helâk oldu?
Hal
böyleyken:
16,17. “Onlar ise (işi alaya alarak)
“Rabbimiz! Bizim payımızı hesap gününden önce ver” derler. Ey Muhammed! Onların
söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Dâvûd’u an; O, daima Allah’a
yönelirdi.”
Öncekilerin
durumu bu kadar açık ve net iken şimdiki alçaklar da helâklerini çağırıyorlar.
Yıkılışlarına dâvetiye çıkarıyorlar. Diyorlar ki, “Rabbimiz bizim azaptan
payımızı hemen gönder. Onu kıyamete kadar ertelemeye gerek yok, beklemeye gerek
yok! Haydi ne gelecekse gelsin de görelim.” Yâni inanmıyorlar da, inanmadıkları
azabı haydi şimdi getir diyorlar; veya kendilerini kesin doğru yolda görüyorlar
da, mükâfatımızı acele gönder, diyorlar. “Hesap gününden önce cennetten payımızı
şimdi veriver de biz onu kullana duralım, rızkımızı şimdiden veriver,” diyorlar.
“Konaklarımızı gösteriver, nerede konaklayacaksak,” diyorlar. Ya da buradaki
‘gıdda’, hesap kitap demektir. Yâni, “şu bizim hesap
kitap hülâsamızı bir görelim, nedir bu? Ne kadar üstümüze geliyorsun? Nedir
bizim durumumuz?” diyorlar.
Bugün
maâlesef Müslümanların da aynı şeyi söylediklerini görüyor ve duyuyorum. Meselâ
adama anlatıyoruz, yükleniyoruz, adam diyor ki, “dur hele, ne oluyor arkadaş?
Neyiz biz? Biz bunu hak ediyor muyuz? Söyle bakalım, neyimiz var bizim?” Adam o
kadar kendisinden emin ki, sanki kesin cennetlik. “Ne yaptım ben yahu? Neyim var
benim? İçkim mi var? Kumarım mı var? Zinam mı var? Fâiz mi yiyo-rum? Domuz mu yiyorum? Allah’a mı küfrediyorum? Falan
gibi mi yaptım? Filan gibi mi ettim?” diyor. Kendisini cennete gitmeyeceklerle
veya hayvanlarla mukayese etmeye çalışıyor.
O
bunları saymaya başlayınca, benim gözümün önünde Bey-yine sûresi canlanmaya
başlıyor. Rabbimiz orada insanlar Beyyine ile tanışmadıkça kendilerini hep hakta
ve doğruda görecekler, diyor. Am-ma ne zaman ki vahiyle tanışınca, kimileri
diyecekler ki “eyvah meğer bizler yanılıyormuşuz. Meğer bizler kendimizi
Müslüman zannediyormuşuz.” Bulundukları durumu terk edip Beyyine’nin istediği
gibi Müslüman olacaklar, kimileri de, “yok arkadaş Müslümanlık buysa ben bunu
kabul etmiyorum,” diyeceklerdir.
Rabbimiz böyle akılsızlar gürûhu karşısında peygamberine ve onun yolunun
yolcusu müzminlere sabır ve direnç tavsiye ediyor. Peygamberim, sen onların bu
densizliklerine sabret. Onların bu tavırlarından dolayı programını bozma. Sen
onların bu zırvalarına aldırış etmeden yoluna, kulluğuna devam et. Bunun için de
kulumuz ve elçimiz Dâvûd’u hatırla. Dâvûd’u an, Onu gündeme al ki
sabredebilesin.
Evet bundan sonra yeryüzünde kendilerine en büyük mülk ve saltanat
verilmiş iki elçiden söz edilecek. Rabbimiz bu örneklerle Rasûlullah Efendimize
sabır tavsiye ediyor. Sabır, tüm peygamberlerin ve onların kutlu yollarının
yolcusu olan mü’minlerin kulluk yolunda en büyük sermayeleridir.
Bırak
peygamberim, onlar devam etsinler itirazlarına. Sen bakma onlara. Sen dayan,
diren. Onlar öyle yapıyorlar diye sakın sen bıkıp usanma. Hayatı ben
belirliyorsam, sen beni dinle, benim dediğimi yapmaya devam et. Sakın onların
sözlerine, onların tavırlarına takılıp kalma. Onların sözleri, söylemleri,
gündemleri sakın seni meşgul etmesin. Sen bırak onların gündemlerini. Senin
gündemin Dâvûd olsun. Çünkü bu Kur’an zikir sahibidir, gündem sahibidir, gündem
be-lirlemeye tek yetkilidir. Öyleyse sen ey peygamberim, kulumuz Dâvû-d’u
gündeme al, onu gündemde tut. Bırak onların lakırdılarını da işte gündemin bu
olsun.
Sanki bu âyetler
bize şunları söyledi: Diyor ki Rabbimiz; karşınızdakine hakkı ve hakikati
anlatın. Allah’ı, Allah’ın tek Rab ve İlâh oluşunu, hayata egemen oluşunu,
ölümü, ölüm ötesi dirilişi, hayatı, hayatta başka ilâhlara yer verilmemesi
gerektiği gibi sûrenin başından buraya kadar anlatılanları insanlara duyurun.
Ama baktınız ki, onlar dinlemiyorlar, ilgilenmiyorlar. Gözlerini, kulaklarını,
kalplerini ka-patmışlar. Bu konuların gündemini kapatmak istiyorlar. O zaman
sizler ısrar etmeyin, geçin başka bir konuya. Çünkü Allah’ın hayata karışıcı tek
İlâh oluşunun anlatım yöntemi bir tane değildir. Allah’ın bize yol
gösterilerinden birisi de, işte bakın bir de bunu Dâvût ile anlatın şeklindedir.
Sabredin, bıkmayın, usanmayın diyor Rabbimiz.
Bakın birden bire
sûrede bir peygambere intikal ediverdi Rab-bimiz. Demek ki yeni bir konuya,
farklı bir konuya geçilmeliymiş. Programda bir peygamber var. Ama bakıyoruz
yukarıda anlatılan ne Âd kavminin peygamberi Hûd aleyhisselâma, ne Semûd
kavminin peygamberi Salih aleyhisselâma benziyor Dâvûd aleyhisselâm. Ne Lût
gibi, ne Nûh gibi değil toplumunda. Dâvûd aleyhisselâm insanlık tarihinde ilk
defa devlet olma, saltanat bulma, hayata hakim olma, her istediğini yapabilme
konumunda bir peygamberdir. Yeryüzünün halifesi olan bir şahsiyettir. Belki de
peygamber efendimizi kabul edebilmek için onda şöyle şöyle özellikler
arayanlara; bakın benim böyle peygamberlerim de var, biz istersek böyle de
yaparız, aklınızı başınıza alın diye bir tehdit oluşturuyor Rabbimiz.
Takma kafana. Ne
derlerse desinler, sen takma kafana. Sen onlar dediler diye peygamber değilsin
ki. Sen onlar kabul ederlerse peygamber değilsin ki. Onlar kabul ederlerse devam
et, onlar reddedince sen de bırakıver demedim ki ben sana. Onların ne deyip
demediklerinden sana ne? Sen bırak onları da devam et görevine. Hayatını onlara
göre ayarlama. Programını onların tavırlarına göre şekillendirme. Ben sana ne
demişsem sen onu dinle. Kur’an sana ne yapacağını belirliyor, sen ona göre
hareket et. Gücünü kendi programında harca. Bunu biz de bir anlayabilsek.
Güçlü, kuvvetli,
güç kuvvet sahibi kulumuz Dâvûd aleyhisse-lâmı an. Kul, köle. Kulluk, kölelik
Allah’a oldu mu, işte en güzeli budur. İsrâ sûresinin başında da Rabbimiz aynı
ifadeyi kullanır. Yine meselâ Furkân sûresinde bu kul ifadesi peygamber için
kullanılır. Şe-hâdet kelimesinde de peygamberin önce kul olduğu sonra elçi
olduğu vurgulanır.
Öyleyse kulluk
makamı makamların en büyüğüdür. Müslüman, Allah’ı kendisine kulu kölesi olunması
gereken varlık bilen kişidir. Peki, siz kime kulsunuz? Kimin kulu kölesi olmaya
çalışıyorsunuz? Boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu kimin elinde? Kimin çektiği
yere gitmeye çalışıyorsunuz? Kimin seçimini seçim kabul ediyorsunuz? Hayatınızda
söz sahibi kim? Anneniz babanız mı? Hanımınız, kocanız, efendiniz, şeyhiniz,
ağanız, patronunuz mu? Müşteriniz, piyasanız, hocanız mı? Devletiniz,
yasalarınız, yönetmelikleriniz mi? Modanız, çevreniz, âdetleriniz, töreleriniz
mi? Nefsiniz, hevânız, şeytanlar mı? Yoksa Allah mı? Kime kul köle oldunuz?
Herkes kendisini daha iyi bi-lir. Halbuki Beled sûresi, Allah’a iyi bir kul
olmak için boyunlarınızdaki başkalarına ait kulluk iplerini kesmeniz gerektiğini
anlatıyor. Hepsini kesip sadece Allah’a kulluk ipini bırakmamız gerektiğini
anlatıyor. Boynumuzda sadece “Hablullah” olan Kur’an’ın ipi olacak ve Kur’an
bizi nereye çekiyorsa oraya gideceğiz. İşte burada bu konuya örnek olarak
boynuna Zebur isimli Allah kitabının ipi takılmış ve O’na nasıl kul olacağımız
konusunda bize sunulan en güzel bir örnektir.
Dâvûd (a.s), Rabbine kulluk konusunda, bedeninde, malında, mülkünde,
saltanatında Allah’ı söz sahibi bilme konusunda çok güçlüydü. Namaz, oruç ve
Allah’ı zikir konusunda çok kuvvetliydi. Ev-vah’tı o. Hep Rabbine yönelirdi. Çok
büyük askerî, siyasal ve ekonomik gücü vardı, ama o bunların hiçbirisine
güvenmeyip sadece Rab-bine güvenirdi. Bu gücü, bu saltanatı onu Rabbini
zikirden, Rabbine kulluktan asla alıkoymazdı. Tüm varlığını, tüm gücünü, tüm
saltanatını, devletini Allah’ın sözcülüğüne vermişti. Evvah’tı o. Dönmesi
gereken yöne dönerdi. Yönelinmesi gereken kıbleye yönelirdi. Tüm hayatında hep
Rabbine müteveccihti o. Çok tövbe eden, çok tesbih
edendi.
Evet, O, Allah’a
dönen, O’na yönelendi. Dönüşü, tevbesi O’na ait olandı. Programı, hedefi
Allah’tı. Hep Allah’ı memnun etmek için bir hayat yaşıyordu. Tüm derdi, tüm
endişesi, tüm sıkıntısı oydu. Bundan başka bir derdi yoktu. Evvâb idi o. Hani
“Evvâbîn” namazı diye bir namaz var değil mi? Rabbimiz sâlih ameller
karşılığında bire on, bire yedi yüz, bire otuz bin ve daha fazla vereceğini
söylüyordu. İşte Ev-vâb olanların namazı da Evvâbîn namazıdır. Dâvûd
aleyhisselâm ev-vâbtı, daha sonra göreceğiz Süleyman aleyhisselâm evvâbtı. Her
ikisi de hep Allah’a dönen, hep Allah’a yönelen, hep Allah’ı razı etmeye
çalışan, hep O’nun niyetini taşıyan, hep O’nunla beraber olmayan
çalışandı.
18,20. “Doğrusu Biz, akşam sabah onunla
beraber tesbih eden dağları, kuşları da toplu halde onun buyruğu altına
vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi. Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiştik.
Ona hikmet ve kesin hüküm ver-me selâhiyeti vermiştik.”
Hak ettiği için
Rabbimizin Dâvûd aleyhisselâma bir lütfu var. Dağları onunla beraber kılmış.
Dağları onun emrine vermiş. Girin onun emrine buyurmuş. Onlar da sabah akşam
onunla beraber tesbih ediyorlar.
Dahası, Allah ona
hüküm vermişti, hikmet vermişti. Allah’ın istediğine göre nasıl uygulanacak,
nasıl pratize edilecek? Bunun bilgisini vermişti Allah ona. Ayrıca bir de
fasle’l hitap verilmişti. Hall ü fasl etme, ayrıştırma, yâni ne denilecekse onu
güzelce deme, konuyu hükme bağlama gücü verilmişti.
Muhakkak ki Biz, akşam sabah onunla birlikte tesbih eden dağları ve
kuşları onun egemenliği altına vermiştik. Dâvûd’la beraber Biz dağları ve
kuşları tesbihe Mûsâhhar kıldık. Biz dağları ve kuşları onun emrine verdik ki,
onlar da onunla birlikte tesbih
ediyorlardı. Dağlara ve kuşlara da aynı şeyi emrettik. Dağlar da kuşlar da
akşam-sabah onun tesbihine katılıyorlardı. Dâvûd (a.s) Rabbimiz tarafından
kendisine vahy edilen Zebûr’u o güzel sesiyle, o Dâvûdî sesiyle okurken, dağlar
onun okuyuşunu yankılandırıyor, onun okuyuşuna tabi oluyorlardı. Kuşlar da
havada toplanıp onun okuyuşuna karşılık
veriyorlardı.
Görünürde
hiçbir gücü olmayan dağlar ve kuşlar onun tes-bihine, onun tahmidine eşlik
ederek onun şânını, şerefini artırıyordu. Hep birlikte onun Rabbi yüceltmesine,
Rabbi Rabb olarak tanımasına onlar da eşlik ediyorlardı. “Bizler de tıpkı
Allah’ın elçisi gibi Rabbimizi tüm noksan sıfatlardan münezzeh ve tüm kemâl
sıfatlarla muttasıf biliyoruz. Bizler de tıpkı Dâvûd (a.s) gibi Rabbimizin
emrindeyiz, Rab-bimizin yaratış yasasının dışına çıkmadan O’na kulluk ediyoruz,’
di-yorlardı. Rabblerini gündeme alıyorlardı, hep Rablerini yüceltiyorlardı.
Çünkü tesbihin başka bir anlamı da budur.
Tesbih, Rabbi gündeme almak, Rabbi yüceltmektir. Tesbih, Rabbi en yüce
sıfatların sahibi, noksan sıfatlardan münezzeh bilmektir. Tesbih, bir varlığın
yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesidir. Bu mânâda gülün kokuşu, ateşin
yakışı, bülbülün ötüşü, suyun akışı, bulutun yağmur yağdırması, güneşin
aydınlatması, kuşun ötüşü tesbihtir. Kitabımızın bir âyetinden öğreniyoruz ki
tüm varlıklar Rab-blerini tesbih ederler, ama biz onların tesbihlerinin
mâhiyetini bilemeyiz.
Onun
hükümranlığını kuvvetlendirmiştik. Ona hikmet ve kesin hüküm verme selâhiyeti
vermiştik. Rabbimiz Dâvûd’a (a.s) çok büyük bir saltanat vermiştir. Daha çocuk
yaşlarında yeryüzünün en büyük zalim ve tâğutlarından birisi olan Câlût’u
öldüren Dâvûd’a (a.s) Rab-bimiz büyük bir devlet ve saltanat vermiştir. Onun
döneminde yeryüzünde İslâm devleti kurulmuş, Müslümanlar en izzetli dönemlerini
ya-şamışlardır. Dâvûd (a.s) yeryüzünün en büyük meliki olmuştur. Sonra oğlu
Süleyman’ı (a.s) Rabbimiz ona varis kılmış, Süleyman’a (a.s) da yeryüzünde hiç
kimseye verilmemiş büyük bir mülk ve saltanat verilmiştir. Şeytanlar onun
emrinde, cinler onun emrinde, kuşlar, kurtlar, dağlar, taşlar, rüzgarlar hepsi
onun emrindeydi.
Bir
de ona hikmet ve “faslel hitap” verdik buyuruyor Rabbimiz. Hikmet ilimdir,
hikmet risalettir, hikmet sünnettir, hikmet söz ve fiilde, iman ve amelde
isabettir. Rabbimiz Dâvût’a (a.s) Zebûr’u ve bir de hikmet vermiştir. Yâni
Zebûr’un nasıl anlaşılması, nasıl uygulanması gerektiğinin bilgisini de
vermiştir ona. Dâvût (a.s) bu bilgiyle kendisi ve Allah, kendisi ve mahlukât,
kendisi ve insanlar, kendisi ve mevcûdât arasındaki diyalogu kurabiliyordu. Yâni
bu bilgiyle Allah elçisi, varlıklar âleminde kendi yerini bulmuş, konumunu
anlamıştır. Allah’ın verdiği bu hikmet, yerinin ne olduğunu, konumunun ne
olduğunu, ne-rede nasıl hareket edeceğini, konuşma, susma, ölme, öldürme, ya da
tavır ve davranış olarak ne yapması gerektiğini, her bir konumda, her bir
makamda Allah’ın kendisinden nasıl bir davranış beklediğini bilmesi mânâsınadır.
Yâni hayat programıdır hikmet, hayatı anlamaktır.
Allah
ona hikmet vermiş ve o da bu hikmetle, bu bilgiyle Allah’a nasıl kul olacağını
bilmiş, hayatı nasıl değerlendireceğini bilmiş, idareciliği bilmiştir.
Halifeliği, yöneticiliği bilmiş, devleti idare etmeyi bilmiş, ya da saltanatı
yürütebilmeyi bilmiştir.
Bir
de Rabbimiz Dâvût’a (a.s) “faslel hitap” verdik buyuruyor. Bitirici, ayırıcı,
halledici, hall-ü fasl edici bir söz özelliği, bir hitap imkânı vermiştir
Rabbimiz ona. Büyük bir söz belâğatı ve fesâhatı vermişti. O konuştu mu her şeyi
hall-ü fasl ediyordu, her şeyi çözüme kavuşturup bitiriyordu. Her şeyi Allah
bilgisiyle hükme bağlıyordu. Sözü, hük-mü çok net ve açıktı. Bakın işte burada
onun bu özelliğine bir örnek verilecek:
21,22. “Ey Muhammed! Sana dâvâcıların haberi
ulaştı mı? Mabedin duvarına tırmanıp Dâvût’un yanına girmişlerdi de, o onlardan
ürkmüştü. Şöyle demişlerdi: “Korkma, birbirinin hakkına tecavüz etmiş iki
dâvâcı; aramızda adâletle hükmet, ondan ayrılma, bizi doğru yola
çıkar.”
Ey
peygamberim, sana hasımların, dâvâlıların haberi, kıssası gelmedi mi? Hani onlar
mihrabın duvarlarını, surları aşarak gelmişler ve Dâvût’un huzuruna girmişlerdi.
Dâvût (a.s) böyle mihrapta Rabbi ile beraberken, Rabbine kulluk içindeyken onlar
da onun huzuruna çıkagelmişlerdi. Yâni girilmeyecek yere girmişler, gelinmeyecek
zamanda gelmişlerdi. Allah’ın elçisi Dâvût da onlardan ürkmüştü. Halbuki Hz.
Dâvût güçlüdür, kuvvetlidir, ordusu vardır, insanlara tahakküm eden bir
saltanatı vardır.
Ama
bazen ibadet gereği kendi odasına çekilirdi de o esnada insanlar pek dâvâ için
gelmezlerdi. İşte böyle bir ortamda, iki kişi yanına girdi. Onlar demişlerdi ki,
“korkma, bizler birbirlerinin hakkına te-cavüz etmiş iki dâvâcıyız, bizim
aramızda adâletle hüküm ver, haktan ayrılma ve bizi dosdoğru yola çıkar.”
23. “Bu kardeşimin doksan dokuz dişi koyunu,
benim de tek bir dişi koyunum vardır; “O’nu da bana ver” dedi ve tartışmada beni
yendi.”
Arkasından
da dâvâlarını, durumlarını anlatıyorlar. İşte benim bir koyunum bunun da doksan
dokuz koyunu vardı. Dâvâlılardan biri, “Bu kardeşim sözde, tartışmada beni
yendi, bana güçlü geldi ve benim bir koyunumu da kendi koyunlarının içine
katmayı becerdi,” diyor. Dâvût (a.s) da diyor ki:
24,25. “Dâvût:
“Andolsun ki, senin dişi koyununu kendi dişi koyunlarına katmak istemekle sana
haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu birbirlerinin haklarına
tecavüz ederler. İnanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır ki sayıları da ne
kadar azdır!” demişti. Dâvût kendisini denediğimizi sanmıştı da, Rabbinden
mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah’a
yö-nelmişti. Böylece onu bağışlamıştık.
Katımızda onun yakınlığı ve güzel bir geleceği
vardır.”
İki
kişi geliyor hasmâni, biri diyor ki, “işte benim 1 tane dişi ko-yunum vardı,
bunun da 99 tane koyunu vardı. Bu adam benim o bir tek koyunumu da kendi
koyunlarının içine katmaya çalışıyor. Tartışmada beni yendi ve o bir tek
koyunumu da alıp kendi koyunlarının içine kattı.” Dâvût (a.s) da aralarında
hükmediyor ve diyor ki, “andol-sun ki, senin dişi koyununu kendi dişi
koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Gerçi böyle beraber
olan, birlikte hareket eden insanların, ortakçıların çoğu birbirlerinin
haklarına tecavüz ederler. İnanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır ki,
onların sayıları da gerçekten çok azdır.” Onlar birbirlerine zulmederler,
haksızlık ederler. Bir koyun, bir tek koyun. Sen ne yapacaksın bir koyunu? Çoban
bulamazsın ona, ağıl yapamazsın, doyuramazsın, bakamazsın, sütü işine yaramaz,
onunla peynir yapamazsın, yağ yapamazsın diyerek onu da kendininkilerin içine
katmaya çalışıyor.
Sonra
Dâvût (a.s), “sana ne bu adamın bir koyunundan? Sen seninkine bak, bu adam da
kendisininkine baksın. Sen seninkinden sorumlusun, bu da kendisininkinden. Niye
onu da almak istiyorsun? Niye onunla ortaklık etmek istiyorsun? Böyle yaparak
zulmetme, haksızlık etme kardeşine,” diyerek bunu engelliyor. Sonra da hakim
makamında, hüküm verme makamında, devlet başkanı makamında bir insan oluşundan
dolayı dedi ki, “ya Rabbi! Ben bunu kendi kafamdan yapmadım, Sen bana makam
verdin, mekân verdin, güç verdin.” Hük-mü konusunda Allah’a şükrediyor.
Hükmetmesi, hâkimiyet makamında bulunması kendisi için bir ibadetti ve böyle bir
kulluğun sonunda diyor ki, “ya Rabbi bu kulluğumu tam kabul buyur, yanlışım
olmuşsa bağışla!”
Kimileri diyorlar ki bu 99 kadındır, şöyle şöyle olmuştur. Hayır bu 99
koyundur. Yâni burada kapitalist sistem anlatılıyor. Kapitalizmin devlet
planında tenkididir bu. Adam iş yeri açıyor, 90 tane işçi çalıştırıyor, 10
milyon onlara veriyor, 110 milyon kendisi alıyor. Hattâ sonunda o işçilerinin 10
milyonunda da gözü oluyor adamın, kampanya diyor, yeni çeşit diyor, sana göre
diyor, kendi yer diyor, filan ediyor ve onlara verdiği o 10 milyonu da çarpmaya
çalışıyor ya, işte bu anlatılıyor burada.
Veya işte burada bu kardeşim sözle beni yendi, tartışmada bana güçlü
geldi, söz hakkında benden önde gibi ifadelerden anladığımız o ki, burada
ortaklıklarda parasına göre, gücüne ve sermayesine göre söz hakkını elinde
bulundurup bu noktada gücü az olan kardeşlerine hükmetmeye, zulmetmeye kalkışan
günümüzün kooperatifçilik anlayışları, şirketçilik, holdingcilik yapılanmaları
anlatılıyor gibi geldi bana. Senin gücün ne ki? Bu imkânlarla ne yapabileceksin
ki? Gel elindekileri bizimkinin içine kat da büyüyesin diyen bu tür
yapılanmaların, bu tür birlikteliklerin,
böyle hareket eden insanların, ortakçıların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz
ederler. İnanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır ki, onların sayıları da
gerçekten çok azdır, diyor Rabbimiz. Onlar birbirlerine zulmederler, haksızlık
ederler.
Anlaşılmadı mı?
Tamam, bir daha söyleyelim inşallah. İki kişi, Dâvûd aleyhisselâm mihrapta iken,
yâni daha bir özel ibadet hanede iken, Allah’la daha bir baş başa olma ortamında
iken ansızın huzuruna çıkageldi. Dâvalı ve dâvacı olarak iki kişi huzuruna
girdiler. Dâvûd aleyhisselâmın saltanatı, sarayı ve o sarayda yaşarken elbette
kendisini insanlara vakfetmiş değil, Allah’a özel ibadetini unutmuş değil.
Namazını, zikrini, fikrini bırakmış değil. Kendinin özel bir makamı var ve orada
Allah’a ibadetle meşgulken, üstelik her zaman oraya insanlar her zaman
giremezlerken iki kişi çıkageliyor. Durumları çok ciddidir çünkü. Mal mülk
konusunda ya Allah’a teslim olacaklar, ya da he-vâ ve heveslerinin peşinde sapıp
gidecekler. Problemleri olan iki insan geliyor. Bir ürküntü var Hz. Dâvûd’da.
Öyle ya, yönetimleriyle so-rumlu olduğu insanlar, hayatlarına çekidüzen vermekle
yükümlü olduğu insanlar ekonomik bir konuda Allah’ın hayata hâkimiyetinin
ötesine taşmanın eşiğine gelmişler. Biri diğerine hakkın, hakikatin ötesinde
bâtılın empozesiyle meşgul, berikisi de o konuda sapmanın eşi-ğinde. Böyle bir
durumda ürkmez mi, korkmaz mı peygamber? Korktu Dâvûd aleyhisselâm, ama ötekiler
dediler ki; dur, korkma, daha uygulamadık, daha karar vermedik, sormaya geldik.
Evet, konuştuk aramızda, tartıştık, birbirimizi susturacak deliller bulduk,
kendi mantığımızla kendimize haklılık payları çıkardık, ama daha iş bitmedi,
korkma, sana geldik dediler.
Korkma, biz
ikimiz iki dâvacıyız. Bizim aramızda hakla hükmet ki, biz sapmayalım, ne
olduğunu daha iyi anlayalım. Bizi sırat-ı müstakime iletiver. Bu benim kardeşim.
Onun doksan dokuz koyunu var, benim de bir tane koyunum var. Ne etti eyledi,
sonunda sözde beni susturdu. O bir tek koyunu da bana ver dedi. Birlikte olalım
dedi, ortak olalım dedi, senin menfaatine dedi ve sonunda beni susturdu. Yâni ne
demesi gerektiğini kendisi belirledi. Allah’tan öğrendiklerini değil, peygamber
olarak senden duyduklarını değil, kendi fikirleriyle beni mat etti ve sonunda
sana geldik. O mu haklı, yoksa ben mi devam edeyim sözümde, sana geldik dedi.
Dâvûd aleyhisselâm da dedi ki; elbette bu bir zulümdür. Eğer insanlar, imanın
gereği bir hayatı ya-şamıyorlarsa, o zaman mutlaka böyle azgınlıklar kaçınılmaz
olacaktır. Ortaklıklar, beraberlikler, birlikte yaşayanlar, arkadaşlıklar,
şirketler, kooperatifler, sosyal, siyasal, ekonomik birliktelikler birbirlerine
zulme-derler, hak yerler. Ancak inanan ve inancını yaşayanlar bunun dışındadır.
İnanan ve iman kaynaklı bir hayat yaşayanlar bunun istisnasıdır. Ama heyhat ki
bunlar da ne kadar az? Sizler de o azlardan olmak zorundasınız dedi sanki
onlara.
Sonra bu işin
kendisi için bir imtihan konusu olduğunu bilen Dâvûd aleyhisselâm dedi ki; ya
Rab, eksiklerimi tam kabul et, yanlışlarımı da yok kabul buyur. Yâni
“estağfirullah” dedi. İstiğfar ediyorum ya Rab dedi tüm peygamberler gibi. Çünkü
istiğfar bir amelden, bir eylemden sonra gelir. Bir amel ortaya koyan mü’min,
sonunda estağ-firullah der. Ya Rabbi, ben ancak bu kadar becerebildim, sen
bundan çok daha güzeline lâyıksın, söz veriyorum bundan daha güzelini yapmaya.
Öyle ya, insanların Allah’tan af dilemelerine binlerce sebep yok mu?
Estağfirullah demelerine binlerce sebep yok mu? Bir namaz kılmışsınız, birine
bir infakta bulunmuşsunuz. Hiç değilse o isteyen kimse konumunda olmadığımız
için, isteyen konumunda olmamanın şükranesi için Allah’a istiğfarda bulunmalı
değil miyiz? Dâvûd aley-hisselâmın istiğfarını da böyle anlayamayız mı? O sapmak
üzere olanlar gibi değil de, Allah’ın bilgisine mahzar kılınmış oluşunu, soran
durumunda değil de, kendisine sorulan makamında oluşuna estağ-firullah dememeli
miydi? Allah kendisine vahiy ulaştırıp bilgilendirmemiş olsaydı, o insanlardan
ve farkı olacaktı onun? Ne özelliği vardı Al-lah’ın verdiğinin dışında?
Biraz sonra oğlu
Süleyman aleyhisselâmın şahsında diyecek Allah onu. Süleyman aleyhisselâm’ın
tahtında Allah’ın verdiklerinin dışında onun cesedinden başka ne vardı?
Diğerlerinin tümü Allah’ın kendisine verdiği hâkimiyet sebebiyle değil miydi?
Kimileri fırıncılıkla, kimilerini marangozlukla, kimilerini amelelikle imtihan
eden Allah, onu da büyük bir saltanatla imtihan ediyordu. Bu bir imtihandı,
elbette o bunu unutmayacak ve Rabbine istiğfar edecekti. Tıpkı Resûlullah
efendimizin günde yetmiş defa, ya da yüz defa istiğfar ettiği gibi.
Öyleyse istiğfar
etmesi için bir günâh işlemesi gerekmeye-cekti. Bu işin altında bir günâh, bir
isyan aramayacağız. Bu bize de gerçekten çok hoş bir örnektir. Her durumda
şımarmadan istiğfar edeceğiz. Çünkü Nasr sûresi kalplerin fethedildiğinde
istiğfar edileceğini haber veriyordu.
Evet istiğfar
etti ve İstiğfarın sonunda da kendisini secdede buldu. Elbette öyle yapmalıydı.
Kendi küçüklüğünü, Allah’ın büyüklüğünü, kendi kusurunu Allah’ın mükemmelliğini
bilen bir kişi secdeye gitmez de ne yapar? İşte Dâvûd aleyhisselâm da sen en
büyüksün ya Rabbi diyerek secdede buldu kendini. Öyle değimliydi? Nesi vardı
Dâvûd aleyhisselâm’ın? Allah onu o makama getirmeseydi, ona kendi bilgisi
aktarmasaydı neydi ki? Bu durumda Allah’ı diskalifiye ederek; ben yaptım, ben
ettim, ben buldum, ben kazandım, ben becerdim, ben kafamı çalıştırdım, ben
aklımı kullandım diyen Kârun, Firavun, Nemrut ve Ebu cehil gibi mi olmalıydı?
Onlar gibi kendisi mi putlaşmalıydı? O secdeye kapandı, Allah da affıyla,
mağfiretiyle ona muamele buyurdu. Ey kulum, sen kendin kendi kendine aldığın
kararlarda eğer ümmetin için bir yanlış karar almamışsan, kesinlikle bilesin ki
o, benim tarafımdan tam kabul edilmiştir, eksiksiz kabul edilmiştir de-niyordu.
Resûlullah
efendimizin hayatına bakıyoruz. Bedir savaşında nerede konuşlanacakları
konusunda ashabıyla istişare eder. Kendisi şurası olsun buyurur. Sahâbeden
birisi; “ya Rasûlallah, şurası daha iyi değil mi? Eğer orasını Allah dediyse
tamam, ama değilse burası oradan daha iyi” der. Sonunda o sahâbenin dediği
uygulanır ve savaş kazanılır. Arkasından esirler konusu gündeme gelir. Ne olacak
bu esirler? O konuda da istişare eder Rasûlullah ashabıyla. Öldürelim diyenler
var, fidye karşılığında salıverelim diyenler var sahâbe içinde. Sonunda onları
fidye karşılığında serbest bırakmaya karar verilir. Ama Rabbimiz alınan bu
kararı şiddetle kınar ve yanlış olduğunu beyan eder. Aldığı karar hemen Allah
tarafından düzeltiliverir. Yâni peygamberimizin de yaptıklarından kimileri böyle
onaylanmazken, diğerleri Allah tarafından onaylanmış, tam ve eksiksiz kabul
edilmiştir. İşte peygamberin böyle Allah kontrolünde bir elçi olarak kendi
içtihadıyla yaptıkları konular istiğfarı gerektiriyordu.
Allah da buyuruyor ki: Zaten o katımızda bize yakın
bir kul ve sonu, sığınağı, barınağı hoş olan birisiydi.
26. “Ey Dâvût! Seni şüphesiz yeryüzünde
hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adâletle hükmet, hevese uy-ma, yoksa
seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan sapanlara, onlara,
hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.”
“Ey
Dâvût sen zaten halifeydin, seni yeryüzünde halife kıldık, o halde insanlar
arasında adâletle hükmet ve sakın insanların hevâ ve heveslerine uyma. Seni
yanıltmaya çalışanlar olacak, haktan saptırmak, yönlendirmek isteyenler olacak,
bir koyun, doksan dokuz koyun diyenler olacak sakın dinleme onları. Unutma ki
hesap kitap gününü unutarak Allah yolundan sapanlar için çetin bir azap
vardır.”
Biz seni
yeryüzünde halife kıldık. Seni halife olarak görevlendirdik. Öyleyse sen de
bunun gereği olarak insanlar arasında hak ile hükmet. Hakikat ortaya çıksın diye
hükmet. Öyle hükümdar ol, öyle hükmeder ol ki, senin bu hükmün hakkı ortaya
çıkarsın. Seninle hak gündemde olsun. Öyle hükmet ki, öyle hâkimiyet kur ki,
öyle hikmetli davran ki bu hakkın ortaya çıkışı olsun. Ve sakın ha hiç kimsenin
hevâsına da uyma. İnsanlar arasında hakkı gündemde tutma makamında ol. Hevâya,
kişisel değerlendirmelere tâbi olma. Burada olduğu gibi davran. İşte burada
onların hevâlarına takılı kalmadın. Doksan dokuz koyunu var diye, adam zengindir
diye, güç ve kudret sahibidir diye ona meyletmedin. Bundan sonra da böyle
davran.
Yeryüzünde
Allah’ın halifesi olmak. Halifetullah olmak. Allah adına yaşamakla görevli,
Allah’ın istediği bir hayatın, hayat programının yaşanıp örneklenmesiyle yükümlü
oluş. Bu iş ilk olarak yeryüzünde Âdem aleyhisselâma verilmişti. Aslında
yeryüzünde Allah’ın istediği hayatı yaşama ve yaşatma konusunda bütün
müslümanlar halifedirler. Ama Dâvûd aleyhisselâm’a özellikle halife sözü
söylenmiştir. Meselâ En’âm sûresinde şöyle buyuruluyordu:
“Verdikleriyle denemek için sizi
yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan ve size
verdikleriyle sizi imtihan eden O’ dur. Doğrusu Rab-binin cezalandırması
süratlidir. Şüphesiz O bağışlar, merhamet
eder.”
(En’âm
165)
O Allah sizi
yeryüzünün halifeleri yapmıştır. Yeryüzünün halefleri değil, yeryüzünün
halifeleri kılmıştır. Yâni yeryüzü çekip gitti de siz onun yerine geldiniz, siz
ona halef oldunuz değildir mânâ. Allah’ın gö-revlisi demektir. Yeryüzünde Allah
adına Allah’ın istediği bir hayatı yaşayacak kimseler demektir.
Evet Allah sizi
yeryüzünde halifeler kılmış ve birbirinize farklı dereceler vererek sizi imtihan
salonuna salıvermiştir. Neden? Bu size verdikleriyle sizleri imtihan etmek için.
Yâni
yeryüzünde kendi istediği gibi yapmanız, yaşamanızı istemiştir. Yeryüzünde kendi
istediği gibi emirleri ve nehiyleri konusunda O’nun arzusuna uygun, O’nu razı
et-mek planında bir hayat yaşamamızı emretmiştir. Bunun için var kılmıştır Allah
bizi. Yeryüzünde Allah’ın dinini hakim kılmak üzere bizi halife olarak var
kılmıştır. Var kılınışımızın sebebi budur. Öyleyse ben halife olarak, Allah
tarafından görevlendirilmiş bir kul olarak yeryüzünde ne varsa suyuna, ateşine
varıncaya kadar her şeyi Allah’a kullukta kullanmak zorundayım. Benim varlık
sebebim, benim misyonum budur.
Ama
âyet-i kerimeden anlıyorum ki bu konuda, benim halifeliğim konusunda Allah’ın
bana verdikleri bir başkasına göre derece derecedir. Meselâ gözümün görüşü
başkalarına göre farklıdır. Benimki biraz az, bir başkasınınki biraz daha fazla
olabilir. Gücüm-kuvve-timden, malım-mülküme kadar, sıhhat ve afiyetimden
çoluk-çocuğu-ma kadar, çevrem ve imkânlarımdan bilgime-becerime kadar
farklılıklar olacaktır. Allah kullarını halife olarak görevlendirdiği bu dünyada
derece derece yaratmıştır. Herkes birbirine göre derecelidir. Sıhhatli, hasta.
Zengin, fakir. Zeki, az zeki gibi dereceler vardır. Peki niçin bu fark? Neden
böyle yapmış Rabbimiz? Size verdikleriyle Allah sizi imtihan ediyor da ondan.
Siz böylece deneme altındasınız. Siz bu verilenlerle kulluk imtihanındasınız.
Sonunda cennet ya da cehennem kazanacaksınız. Sonunda ikabı, hesabı çok şedit
olan Allah’ın kararıyla kendinizi cehennemde bulacaksınız, yahut da Gafûr ve
Rahîm olan Allah’ın gufranıyla cennet bulacaksınız.
Evet
bir an bile hatırınızdan çıkarmayın ki halifeler olarak şu anda sizler
hayattasınız. Şu anda mülk sizindir. Dün sizin yerinizde bir başkaları vardı.
Dün mülk onlardaydı ve onlar imtihandaydı, onlar git-tiler şimdi onların yerinde
sizler varsınız. Unutmayın ki yarın sizler de olmayacaksınız. Size, sizin sahip
olduğunuz şeylerin tamamını veren Allah’tır. Allah size imkân tanıyor. Kiminiz
zengin, kiminiz fakir, kiminiz idareci, kiminiz idare edilen, kiminiz patron,
kiminiz işçi. Ama bilesiniz ki bunların hiçbirisi kıstas değildir. Ne zenginler
zengin oldukları için cennete gidecekler, ne de fakirler fakir oldukları için
cehenneme gidecekler. Ne kadınlar kadın oldukları için cehenneme, ne de erkekler
erkek oldukları için cennete gidecekler. Kimilerinizin şu konumda kimilerinizin
de bu konumda olmaları hiçbir şey ifade etmez. Bütün bunlar birer imtihan
sebebidir. Unutmayın ki Rabbiniz size verdikleriyle si-zi imtihan etmektedir. Ne
mutlu bu imtihanı unutmadan yaşayanlara. Ne mutlu yaşadığı bu hayatın sonunda
hesaba çekileceğini unutmadan yaşayanlara.
İşte Rabbimiz Dâvûd aleyhisselâmı böyle yarattığını, böyle
görevlendirdiğini anlatıyor. Az evvel okuduğum En’âm sûresi benim de tıpkı onun
gibi halife olduğumu söyleyince, konuyu şöyle anlamaya çalışıyoruz: Allah
kitabımızda bizden kulluk istiyor ya, bizim yapacağımız ve yapmayacağımız
şeyleri beyân ediyor ya, sanki biz Rab-bimize; nasıl ya Rabbi? Bu işin bir
örneği var mı? Onu bana söylesen de ben ona göre yapsam, ben kendi kendime
yanlış anlamış, yanlış yapmış olabilirim diye sormadan önce Rabbimiz bakın bize
bir örnek sunuveriyor. İşte halifelik budur deyiveriyor. Yâni bizim halife olma
özelliğimiz Dâvûd aleyhisselâmla ortaya konuveriyor. Onun şahsında bize de diyor
ki, ey halifelerim, sizler de insanlar arasında benim tek Rab ve İlâh oluşum,
sizin de bana kul köle oluşunuz hakikatini açığa çıkarın. İnsanlar arasında bu
en büyük hakikati gösterecek bir hayatın adamı olun. Ve de ne kendinizin, ne de
kendiniz gibi insanların hevâ ve heveslerine tâbi olmayın. O zaman dikkat edin
sizi Allah yolundan sapıtırlar.
İslâm bir şeyin ne olduğunu
anlatırken, ne olmadığını da anlatır. Bir müslümanın ne yapması gerektiğini
anlatırken, ne yapmaması gerektiğini de ortaya koyar. Halife ne yaparmış?
İnsanlar arasında adâletle hükmeder, adâleti ayakta tutma makamında olurmuş.
Peki ne yapmazmış? Bu işi yaparken de hevâya tâbi olmazmış. Allah için bunu
sizler de düşünün ve anlamaya çalışın. Hükmetme meselesi, âdalet konusu, muhkem
âyetler konusu, Allah’ın hayata hâkim oluşu gerçeği gerçekten üzerinde
düşünülmesi gereken çok önemli konulardır. Çünkü kitabımızda hak tâbiri ısrarla
gündeme getirilir. Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştı, peygamberini hak
ile göndermiştir, kitabını hak ile indirmiştir, yarın mîzan hak ile kurulacaktır
ve insanlar arasında hak ile hükmedilecek, hak sürekli ayakta tutulacaktır. Ve
bu hayatın sebebi de hak ayakta tutulsun diyedir.
Öyleyse hak
nedir? Hak; gerçek demektir. Peki gerçek nedir? Güneşin var olması mıdır gerçek?
Peki güneş akşam yok olunca ne diyeceğiz? Öyleyse o değildir anlatılan. Peki
benim varlığım mıdır gerçek? Evet bugün için öyle, ama yarın ben toprağa girince
ne diyeceğiz? Bunlar izâfi gerçekler ve gerçekliklerdir. Acaba mutlak gerçek
nedir, gerçeğin tâ kendisi nedir? Gerçek; Yaratıcı olan Allah’ın tek Rab ve İlâh
oluşu gerçeği ile, O’nun tarafından yaratılmış olarak benim O’na kul köle olmam
gerçeğidir. İşte bu hayatın, bu Kur’an’ın, peygamberin, kâinatın, semavat ve
arzın varlık sebebi işte bu gerçeğin açığa çıkma sebebidir. Bunun dışında bir
gerçek var deseniz ne yazar, yok deseniz ne yazar? Suyun akması gerçeği, ateşin
yakması gerçeği, gülün kokması gerçeği, arının sokması gerçeği, insanın görmesi,
işitmesi, konuşması, koklaması gerçeği dedikleri aslında bu temel gerçeğin belki
bir parçası ve unsurudur. Yâni tüm varlıkların var kılınış gerçeği de Allah’ın
tek Rab ve İlâh oluşu gerçeği ve benim O’na kul ve köle olmam gerçeğidir. İşte
bu temel gerçek, mutlak gerçek anlaşılsın diye varlıklar var kılınmıştır. Yâni
bu temel hak açığa çıksın diye, hak anlaşılsın diye, hak ikâme edilsin diye.
Ve işte yeryüzün
halifesi Dâvûd aleyhisselâm da bunun için hükmedecektir, bunun açığa çıkması
için hükmedecektir. Yeryüzünde Allah’ın dinini ikâme edecek, arzularını
gerçekleştirecektir. İnsanlar arasında hakla hükmedecektir. Her ifadesinde, her
sözünde, her tavrında, her eyleminde Allah’ın yegâne Rab ve İlâh oluşu gerçeği
açığa çıkacaktır. İşte az evvel yapmadı mı bunu?
Ne yapmaması
gerektiğine dair de Rabbimiz onun hevâsına uymaması gerektiğini ortaya koyuyor.
Rasûlullah efendimiz bir hadislerinde şöyle
buyuruyor:
“Mü’min eğer hevâsını, zevklerini, duygularını,
düşüncelerini, bilgisini, hayat programını benim getirdiğim vahye tâbi kılmazsa
mü’min olamaz.”
Hevâlarınız,
hevesleriniz peygamberin Allah’tan getirdiği ger-çeklere uymuyorsa mü’min
değilsiniz diyor Allah’ın Resûlü. “Lâ yü’-minu” diye başlayan böyle hadisleri
gören kimi müslümanlar, hemen aceleyle böyle olanlar kâfirdir diyorlar. Öyle
değil, Allah’ın Resûlü kâfir demiyor. O
Resûlü kâfir demeyi bilmez miydi dersiniz? “Mü’min değildir” sözüyle,
“kâfirdir” sözü arasındaki farkı şöyle söyleyelim: “Lâ yü’minü” denilenler; ey
mü’minler bu sizde olmalı, mü’min böyle olmalı, ama “kâfirdir” denilenler ise,
bu sizde asla olmamalı, mü’min böyle olmaz demektir. Yâni “şöyle olmayan mü’min
değildir” deniyorsa, mü’-min öyle olsun. Meselâ; “kişi kendi nefsi için
istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe mü’min değildir” Yâni mü’min
kendisi için istediğini, mü’min kardeşi için de istesin, çünkü bu davranışı onu
mü’min ya-pacaktır demektir. Bu ona bir uyarıdır, böyle olman gerekir demektir.
Şöyle yapan kâfirdir dendi mi, ondan kaçacağız.
Mü’min hevâsını
peygamberin getirdiğine teslim etmek zorun-dadır. Resûl-i Ekrem Efendimizin bir
hadislerinde şöyle buyurduğunu biliyoruz: “Hevası (hevesleri) benim getirdiğime teslim olmayan kişi iman etmiş
sayılmaz.” Tüm heveslerimiz, tüm
arzularımız, zevklerimiz Resûlullah Efendimizin getirip tebliğ buyurduğu dine
mutabık olmalıdır. Burada inanmak, tabi olmak ve teslim olmak vardır. Meselâ
elbisede, giyimde, kuşamda heveslerimiz, arzularımız vardır. Gümüş kaptan
yemede, villada oturmada, saçımızı taramada, kravat takmada, Fakülteyi bitirip
falan mevkiye gelmede, falanları filanları elde etmede, evimize şunları şunları
almada, çocuğumuzu fi-lanca okula yazdırmada... Hülasa kişinin, hayatının her
bir kademesine ait hevesleri, arzuları, zevkleri, amaçları, gayeleri, hedefleri,
yöneldiği kıbleleri vardır. İnsanların hevesi bazan kadınadır, bazan
çoluk-çocuğa, bazan kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlara, mer-sedese,
opele, şahine, bağlara-bahçelere, evlere-apartmanlaradır. (Al-i İmrân 14) Mevlâ
bunlara bir heves kılmıştır insanda. Bazen marka, dolara, bazan inciye mücevhere
hevesi vardır insanın. Fakat bu hevesler İslâm’a, Rasûlullah’ın getirdiği vahye
kanalize edilirse, vahye mutabakat
ederse o zaman kişi iyi bir müslümandır.
Mesela paraya
heves var kişide. Ona kul olma adına değil de, Allah’ın takdiri kadar rızık
olarak kişiye para gelebilir ticaret, miras
gibi yollardan. Kişi bu parayı Allah’ın rızasını kazanma yolunda kendine,
ailesine, müslümanlara harcarsa, o zaman bu hevesi İslâm’a kanalize
edilmiştir.
Bir adam düşünün ki 50
dükkanı, 5 fabrikası, 5 yatı, 5 arabası, lüks bir hayatı varken hidayeti buldu.
Hidayete erdikten sonra bunların hepsini dağıtıp, elden çıkarmakla mükellef
değildir. Bunları Allah’ın istediği yerde kullanıp harcayabiliyorsa o zaman
hevesi Rasûlullah’ın getirdiğine teslim olmuş demektir. Veya bir adam düşünün ki
karısını seviyor. Hevesi vâr onda. Ama bir gün öğrendik ki, Allah kendisine
peygamberi vasıtasıyla, karına şu şekilde davranacaksın dedi. Meselâ namaz
konusunda onu zorlayacaksın, tesettür hususunda onu tedip edip, tokatlayacaksın
dediyse, bunu öğrenir öğrenmez uygularsa, o kişinin hevesi Rasûlullah’ın
getirdiğine teslîm olmuştur. Ama meselâ çocuğuna hevesi olup da onu sabah
namazına kaldırmayan ebeveynin durumu böyle değildir. Onların hevesleri
peygamberin getirdiği dine teslim olmamıştır.
Bir adam düşünür ki falanca
makamda hevesi. Avukat olmak, balerist olmak, artist olmak hevesi var. Ta
İmam-Hatip talebesiyken kafaya koymuş. Veya ilahiyat son sınıftayken tüccar olup
zengin olmayı, mesleği bırakmayı heveslenmiş. Ama peygamberin kendisinden
istediğini öğrenince hemen hevesini ona uydurmuşsa, İslâm’a teslim olmuşsa iyi
bir müslümandır. Veya evimizde şunlar şunlar olsun
istiyoruz. Heveslerimiz var bu konuda. Ta çocukluk yıllarımızdan gelen
heveslerimiz var. Bu heveslerimizi Allah ve Resulünün arzularına uydurursak iyi
bir müslümanız demektir.
Ama bunun için her şeyden
evvel Rasûlullah’ın ne getirdiğini bilmek zorundayız. O halde Kur'an ve sünneti
tanımalıyız. Vahyi tanıyıp Allah’ın istediği ve Resûlünün tarif buyurduğu
şekilde inanmalıyız ki, arzularımızın, heveslerimizin ona uyup uymadığını bile
bilelim. Aksi takdirde vahyi bilmezse ne yaşar adam? Arzularını, heveslerini,
zevklerini belirlerken kendilerine sorabilecek kadar Allah ve Rasûlüne, Kur'an
ve sünnete yakın değilse ne yapar bu adam? Mirasta Allah’ın kendisine takdir
ettiği hisseyi bilmeyen kadın, arzusunu İslâm’a nasıl
uydurabilir?
Evet mü'min olabilmek için
heveslerin, arzuların Rasûlullah’a mutabakatı şarttır. Peygamber bir şeye
hükmettiği zaman o konuda artık ben müslümanım diyen bir kişi için muhayyerlik
hakkı, seçim hakkı yoktur. Allah ve Resûlünün kötü gördüğü bir şeyi iyi gören
kişi mü’min değildir. Rasulullah buyuruyor ki: "Sizden biriniz, beni nefsinden,
hanımın-dan çocuğundan ve tüm insanlardan çok sevmedikçe mü'min
olmaz:
[Buhâri- İbni
Mâce]
Hal böyleyken
İnsanlardan kimileri hevâ ve heveslerini tanrı edinir, onun peşi sıra
giderlermiş. Yâni âmir makamına koydukları hevâ ve heveslerinin kulu kölesi
olurlarmış. Ya kendi hevâlarını, ya da kendi gibilerinin hevâlarını.
İşin gereğini
yerine getir, onların hevâ ve heveslerine tâbi olma der Şûrâ sûresi 15. Nâziat
sûresi de nefsinin hevâ ve hevesine tabi olmayanların kurtuluşa erdiğini
anlatır. Sonunda cennete gidiş anlatıldığına göre bu sûrelere, başka sûrelere
bakın hevânın ne olduğunu anlamaya çalışın
inşallah.
Demek ki hiçbir
konuda hevâ ve heveslerimize tâbi olmayacağız. Bize cennet kazandırmayacak, bizi
cehenneme götürecek şeylerin peşinde olmayacağız. Vahyi tanıyıp onun peşinde
olacağız. Yaptıklarımızı, yapacaklarımızı vahiy dedi diye yapmaya çalışacağız.
Şunu hiçbir zaman unutmayacağız ki, ya kendi hevâlarımıza, ya da bizim gibilerin
hevâlarına uyarsak;
Allah’ın yolundan
bizi saptırırlar, peygamberi saptırırlar, Dâvûd aleyhisselâmı saptırırlar,
peygamber bile olsan saptırırlar, dikkat et, hiç kimsenin hevâ ve heveslerinden
kaynaklanan yorumlarına tâbi olma.
Hevâ ve hevesleriyle, onlardan
kaynaklanan, vahiyden kaynaklanmayan, vahye dayanmayan yorumlarıyla insanları,
müslüman-ları saptıranlar var ya, işte onlar için de korkunç bir azap var. Çünkü
onlar bu tavır ve tutumlarıyla hesap gününü unutuyorlar.
27. “Göğü, yeri ve ikisinin arasında
bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkâr edenlerin sanısıdır.
Vay ateşe uğrayacak inkârcıların haline!”
Gökyüzünü,
yeryüzünü ve ikisi arasında ne var ne yoksa Biz onları bâtıl olarak, boş yere,
laf olsun diye yaratmadık. Onların tümünü bir gâyeye mebnî yarattık. Ama işte bu
bâtıldır deme, bu yaratıklar için boştur deme işi kâfirlerin zannıdır. Kâfirler
öyle hesap ediyorlar ve ona göre bir hayat yaşıyorlar. Hayatın boşluğu zannında
olan adamlar, hayatın sahibinin hak yasalarından habersiz bir hayattan yana
oluyorlar. Devam etsinler bakalım bu örtücülüklerine, eğer kâfirlikleri devam
ederse vay onların cehennemdeki yerlerine, yurtlarına! Çekecekleri vardır
onların cehennemde. Öyle mi? Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi zannediyorlar bu
hainler? Öyle mi umuyorlar?
Hayır hayır,
semayı, arzı ve ikisi arasında ne var, ne yoksa bâtıl olsun diye, iptal olsun
diye, bâtıl ikâme edilsin, bâtıl gündeme getirilsin diye, bâtıla unsur olsun,
yama olsun diye, ham madde olsun diye yaratmadık. Evet Allah gökleri ve yeri,
göktekileri ve yerdekileri bâtıla mesnet olsun, bâtıla payanda olsun, bâtılı
ayakta tutsun, bâtılda kullanılsın diye yaratmamıştır. Bu sadece kâfirlerin,
hakkı örtbas etmek isteyen, bâtılı hak yerine ikâme etmek isteyenlerin zannıdır.
Onlar öyle kabul ediyorlar, öyle zannediyorlar, öyle değerlendiriyorlar. Vay
onların cehennemden çekeceklerine. Vay onların ateşten nasiplerine. Cehennemden,
ateşten kendilerine ayrılan pay ne kadar kötüdür?
28. “Yoksa, inanıp yararlı işleyenleri,
yeryüzünde, bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa, Allah’a karşı gelmekten
sakınanları, yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?”
Yâni
hiç mümkün mü ki, iman edip ve imanının gereğini yerine getirenlerle, iman edip
iman kaynaklı bir hayat yaşayanlarla, iman edip imanlarını hayatlarında
görüntüleme kavgası verenlerle yeryüzünde ifsada eden, bozgunculuk yapan,
Allah’ın düzenini bozanları bir tutmamız? Allah’ın koyduğu kulluk düzenine
teslim olup Müs-lümanca bir hayat yaşayanlarla o düzeni bozanları denk mi
tutacağız? Muttakîleri, Rabblerine kulluklarının bilincinde olanları,
hayatlarını Allah için yaşayanları füccâr ile bir mi tutacağız? Takvâ ehli
kullarla fısk-ı fücûr içinde olanlar aynı olur mu? Yâni şu semâvât ve arzın var
oluş sebebini bâtıl, boş, gâyesiz diyenlerle Allah’ın yaratığı, Allah’ın gücü ve
bilgisinin eseri olarak bilenler hiç bir olur mu? Elbette Allah bu ikisini denk
tutmayacaktır.
Evet, demek Allah kendisine,
kendisinden gelenlere iman eden, bu imanlarının güvencesinde bir hayat
yaşayanlarla yeryüzünde ifsât eden, düzeni bozan, Allah’ı ve O’nun istediği
salah hayatı bırakarak kendi kafasına takılan, kendi hevâ ve hevesleri
istikametinde bir hayat yaşayan insanları bir kabul edecek öyle mi? Yâni
Allah’ın yarattığı tüm bu varlıklar bizim kulluğumuz için değildir, kulluğumuzla
bunların hiçbir ilgisi yoktur diyerek Allah’ın tek Rab ve İlâh oluş gerçeğini ve
bizim de kendisine kul köle olmamız gerçeğini örtenlerle mü’min-leri bir
tutacağız öyle mi? Cennetliklerle cehennemlikler hiçbir olur mu? Muttakilerle
füccâr denk olacak öyle mi? Asla böyle olmayacak diyor
Rabbimiz.
Peki muttaki kim,
füccâr kim? Âmenû yapanlar kim, müfsitler kim? Bunu nereden öğreneceğiz mi
diyorsunuz? Yâni nereden anlayacağız kimin takvâ ehli, kimin fısk-ı fücûr ehli olduğunu mu
diyor-sunuz? Kimin iman ehli, kimin ifsat ehli olduğunu nereden bileceğiz mi
diyorsunuz? Alın size bu konuda, her
konuda gerçek bilgi;
29. “Ey Muhammed! Sana indirdiğimiz bu kitap
mübarektir; âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.”
İşte
bir kitap. İşte bir yasa ve yazgı. Ki Biz onu seni ve senin şahsında kıyamete
kadar gelecek tüm mü’minleri şereflendirelim, tüm insanlık için bir gündem, bir
hayat programı yapalım diye sana indirdik. İşte bu işleri haberdar edendir bu
kitap. İşte tüm bu konularda kıstastır bu yazgı. Mübârektir bu kitap, bereket
kaynağıdır. İşte bu kitabın bir bereketi de, kimin mü’min kimin kâfir olduğunu,
kimin takvâ ehli, kimin fısk-ı fücûr ehli olduğunu haber vermesidir. İlk
bereketi semâvât ve arzın varlık sebebini haber vermesidir. Semâvât ve arzın
bâtıl yere, boş yere yaratılmayıp hak bir yasaya istinat ettiğini haber
vermesidir.
Bu dediyse tamam,
kimse değiştiremez, kimse bozamaz, kimse aksini söyleyemez. Kimin iman etmiş ve
iman kaynaklı bir hayat yaşar olduğunu, kimin yeryüzünde ifsât özelliğiyle açığa
çıktığını, kimin takva sahibi, kimin füccâr olduğunu bu kitap söyleyecek. Başka
hiçbir kimse, hiçbir varlık, hiçbir kitap yetkili değildir. Yâni hangi yolun
insanı cennete, hangi yolların da cehenneme götüreceğinin beyânı sadece bu
kitaba aittir. Çünkü yasa ve yazgıdır bu kitap. Değiştirilmesi mümkün olmayan
kitabedir bu. Allah’ın hayata, Allah’ın zihinlere, Allah’ın fıtratlara
nakşettiği yasalar ve yazgılardır bu kitap. İnsan hayatının, toplum ve birey
hayatının değişmez kurallarıdır bu kitap.
İşte bu değişmez
yasalarını Rabbimiz peygamber efendimize, onun şahsında hepimize indirmiştir.
Hepimizin hayatına, hepimizin gündemimize, ağzımıza, kulaklarımıza indirmiştir.
Allah’ın yaptığının tamamen tersini mi yapıyoruz bugün? Yâni Kur’an’ı, Allah’ın
indirdiğini, elimizden, ağzımızdan, kulağımızdan, evimizden uzak tutmaya,
kaldırmaya mı çalışıyoruz? Elimizin altında, dilimizin altında, masamızın
üstünde, kalbimizin yakınında cebimizde olsun diye Allah’ın gönderdiği bu kitabı
yoksa kaldırıp uzaklarda tutmaya, ulaşılamayacak yükseklerde tutmaya mı
çalışıyoruz? Allah için her birerimiz ne yaptığımızı bir düşünelim. Acaba
Allah’ın indirdiği bu kitap benim neremde? Ben ne yapıyorum bu kitaba karşı? Bu
kitap bana inmiş mi, iniyor mu şu anda? Herkes bunu ciddi ciddi bir
düşünsün.
Bu kitap
mübârektir, bereket kaynağıdır, insanları berekete, hayra, güzelliğe, sevaba,
cennete ulaştırandır. Kur’an’la beraber olan kişi tüm bereketlere, tüm hayırlara
ulaşacaktır. Kur’an’la beraber olanlar hayatta daha mutlu, daha dengeli, daha
huzurlu olacaktır. Ama âyetlerini tedebbür etmek şartıyla. Âyetleri tedebbür
edilecek bu kitabın. Âyetler üzerinde düşünülecek, kafa yorulacak, anlamaya
çalışılacak. Bu âyet bana ne dedi, benden nasıl bir görev istedi diye kafa
yoracak ve onların dediklerini yapma ve yaşama yolunda olduğumuz müddetçe bu
kitap bize bereketlerini sunacaktır. Hattâ öyle ki, tecrübelerimle sabittir ki
böyle yapınca bir çok problemlerimizin çözüme ulaştığını, pek çok
sıkıntılarımızın giderildiğini, nice hastalıklarımızın şifa bulduğunu bizzat
gözlerimizle göreceğiz Allah’ın izniyle.
Bugüne kadar
gerek ailevî, gerek bedenî, gerek sosyal, gerek ekonomik nice sıkıntıların bu
kitapla çözüme kavuştuğuna bizzat gözlerimle şahit oldum. Aile geçimsizliği
yaşayan birilerine, kanlı bıçaklı birbirlerine düşmüş ortaklara, ata evlât
ilgisizliği yaşayan birilerine, bunalım yaşayanlara, hattâ tıbbın yapacak bir
şeyimiz kalmadı dediği bir deri bir kemik kalmış nice erkek ve kadınlara ben bu
yöntemi tarif ettim. Dedim ki; buyurun, bereket kaynağı bir kitap, dertlere
derman bir kitap, müracaat edin ve onun bereketlerinden istifade edin diye
tavsiye edip de hayırlı sonuç aldığım sayılamayacak kadar çok olmuştur. Ama ne
yazık ki sıkıntı içinde kıvranan nice insanlar bu bereket kaynağından
gafildirler. Bunu anlayanlar akıllılardır diyor Rabbi-miz. Bu gerçeği
anlayamayanlar, bereket kaynağından habersiz yaşayanlar akıllı insanlar
değildir.
Evet üzerinde düşünenler, anlamaya, kavramaya ve gereğini yerine
getirmeye çalışanlar için bu kitap bereket kaynağıymış. Peki acaba bundan önceki
kitaplar da böyle bereket kaynağı mıymış? Onu da bundan sonraki âyetinde şöyle
haber veriyor Rabbimiz:
Ama
bu kitabın bereketli, mübârek, bereket kaynağı olması için, insanların cennet
yollarını açması, cehennem yollarına barikatlar koyması için şu şarttır: Bu
kitabın âyetleri üzerinde tedebbür edilmelidir, akıl yorulmalıdır, anlaşılmaya
çalışılmalıdır. Yattığınız yerden anlaşılmaz bu kitap. Yattığınız yerden
bereketlerini açmaz size bu kitap. Anlamak üzere okumazsanız, tedebbür
etmezseniz, âyetlere kafa yormazsanız anlaşılmaz bu kitap. Açmaz size
bereketlerini. Bereket kaynağı olmaz o zaman size. Aklınızı bu kitaba takacak,
gönlünüzü buna açacak, kafanıza bunu koyacaksınız. En büyük dert, en öncelikli
iş olarak bunu kabul edeceksiniz. Üzerinde düşünecek, tefekkür edecek,
zikredecek, aklınızın en üst köşesine koyacaksınız. İşte ancak o zaman bu kitap
mübârek olacak, o zaman berekete ulaşmış olacaksınız. Bunu becermiş, Allah
âyetlerini anlamış, onlarla hayatı yorumlamış, onların bereketine ulaşmış örnek
bir kul mu istiyorsunuz? İşte Dâvût (a.s). Bakın Allah ona da bir mübârek
Süleyman lütfetmiştir.
30. “Dâvût’a Süleyman’ı bahşettik; o ne güzel
bir kuldu! Doğrusu o daima Allah’a yönelirdi.”
Evet
Allah âyetlerine değer veren, Allah âyetleri üzerinde te-debbür eden, Allah
âyetleri rehberliğinde Allah’ın semâvât ve arzı ni-çin yarattığını bilen,
anlayan bir kişi, Allah âyetleri rehberliğinde iman ehliyle küfür ehlini, takvâ
ehliyle fücûr ehlini fark eden, bereketin kaynağı olarak kitabı tanıyan ve
kitapla berekete ulaşma kavgası içine giren bir kişi, kitabı tedebbür etmeye,
kitap üzerinde kafa yormaya çalışan olarak Dâvût (a.s) kitabın bereketine
ulaşıyor. Bereketin kaynağı olan Allah, bir bereket olarak Süleyman’ı (a.s)
lütfetmiştir. Ne güzel bir abd, ne güzel kuldur o.
Dikkat
edin, kulluk en güzel makamdır, en yüce şereftir ama burada bir de ne güzel
abd’dır dendiğine göre acaba Süleyman (a.s.) ne yapmıştır diye üzerinde düşünmek
zorundayız. Nasıl bir kulluk gerçekleştirmişti ki, Rabbimiz ona ne güzel kuldu
buyuruyor acaba? Bakın Rabbimiz buyuruyor ki, o Evvah’tı. Hep Allah’a dönen, hep
Allah’a yönelen, hep Allah’ı düşünen, hep O’nu razı etmeye çalışan, rotasını,
kıblesini, pusulasını, ayarını hep O’na doğru yaparmış ki, “ne güzel bir kuldu”
buyuruyor Rabbimiz.
Evet, kitapla beraber olan, kitaba göre düşünen, kitapla hareket eden,
kitap rehberliğinde bir hayat yaşayan Dâvûd’a Rabbimiz özel bir lütuf ve bereket
olarak Süleyman aleyhisselâmı veriverdi. Yâ-ni eğer biz de Dâvûd aleyhisselâm
gibi olursak, kesinlikle inanıyorum ki bize de lütuf olarak Süleymanlar
verilecektir. Ama unutmayalım ki bizler ne kadar Dâvûd gibi olabilirsek bizim
Süleymanlarımız da o kadar olacaktır. Tabi biz Dâvûd aleyhisselâm gibi peygamber
olamayacağımıza göre bizim Süleymanlarımız da peygamber olamayacak-tır. Yâni
herkese bir Süleyman vererek bereketlendirmez Allah. Farklı bereket kapıları
açıverir. Tıpkı mahza Allah’ın istediği kulluğu yaşayan bir Nuh aleyhisselâm’a
kâfir bir oğul verip beri tarafta başka bereket kapıları açtığı veya meselâ
İbrahim aleyhisselâm’a kâfir bir baba verip başka bereket kapıları açtığı gibi.
Yâni Allah herkese bereketi evlâttan vermez. Kim o Süleyman? Dâvûd’a lütfedilen
Süleyman’ın ne özellikleri varmış?
Ne
güzel bir kul…. O da Evvâb idi. Dağlar, taşlarla birlik, kuşlar kurtlarla birlik
Dâvûd’a Evvâb idiler. Süleyman da babasının oğlu olarak, Allah dedi diye o da
Evvâbdı. Allah’a dönen, O’na yönelen, sadece O’nun için niyet taşıyan, tüm
hayatıyla, tüm programıyla sadece O’nu razı etmeye, O’nu memnun etmeye çalışan,
hep O, hep O diyen idi. İşte baba oğul Yâkub aleyhisselâm’ın soyundan bir
aileyle karşı karşıyayız. Süleyman aleyhisselâm Kur’an’da farklı yerlerde farklı
özellikleri anlatılan bir peygamber. Diğer peygamberlerden farklı belirgin
özelliği saltanatta doruk noktada bir örnek oluşudur. Cinler onun emrinde,
şeytanlar onun emrinde, rüzgarlar onun emrinde böyle çok yüce saltanat sahibi
bir peygamber. Hattâ ta Yemen’den Filistin’e Belkıs’ın tahtını göz açıp yumacak
kadar kısa bir sürede getirten peygamber. Ama bu saltanatının kendisine imtihan
konusu olduğunun farkında, bilincinde bir peygamber. İşte şu anda onunla
beraberiz.
Bizler
de Rabbimizin ne güzel abd övgüsüne lâyık olmak isti-yorsak böyle olmak, böyle
yaşamak zorundayız. Müslümanlar kendilerini galiba bu peygamberlere izafe
edebilmek gayretiyle bir namaz kılıyorlar ve adına da “Evvabîn namazı” diyorlar.
Akşam namazından sonra dört veya altı rekat bir namaz kılıyorlar. Oh, artık
Süleyman ve Dâvût’la (a.s) birlikte oldular.
Bakın
bir defasında:
31,33. “Ona bir akşam
üstü, çalımlı, cins koşu atları sunulmuştu. Süleyman: “Doğrusu ben bu iyi
malları, Rab-imi anmayı sağladıkları, için severim” demişti. Koşup toz perdesi
arkasında kayboldukları zaman: “Artık yeter, onları bana geri getirin” dedi.
Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya
başlamıştı.”
Sarayında Süleyman aleyhisselâmla birlikteyiz. Sarayda im-kânları var,
büyük saltanatı var. Rüzgarlar onun emrinde, ama rüzgar gibi koşan atları da
var. Cinlerden, şeytanlardan, kuşlardan hizmet-çileri de var. Devleti var,
saltanatı var, otoritesi var. Savaş atları, devletin idaresinde kullanılan
atları var. Böyle sürüler halinde yaşayan, kendi başına buyruk atlar sürüsünü
hiç gördünüz mü? Âl-i İmrân sûresi atların insanlar için süslü gösterildiğini,
iştiha konusu olduğunu anlatır. Anlıyoruz ki Süleyman aleyhisselâm dünyanın en
güzel atlarına sahip. O zaman elbette sarayda atlar için bir bölüm olacaktır.
Uçsuz bucaksız bir sahada şu anda atlar sahnede. Öyle ki, bir ayağını tırnak
üzerinde tutmuş, üçünün üzerinde sabit duran, ama sanki uçmaya hazır atlar.
Sadece bir emir, bir işaret bekliyorlar sanki. Peki ne olacaktı bu kadar at?
Gereği var mıydı, yok muydu? Diye bir soru ak-lınıza geldiyse, bunu bir bilene
sormak zorundasınız. Kim o bilen? Elbette Muhammed aleyhisselâmdır o bilen.
Sorun peygambere, at sevilir mi? Bu kadar at taşınır mı? At ne için kullanılır?
Kim hangi şartlarda at taşır deyin. Bakın bir defasında İmam Buhârî efendimiz
aracılığıyla sormuştum peygamberime de, o şöyle buyurmuştu: “Atlarla beraberlik
üç ana programda mümkündür. 1- Rızık endişesi için, para kazanmak için, geçimlik
için. 2- Şöhret için, şan için, hava
atmak için, gurur kibir için at sahibi olmaktır ki bunu Resûlullah efendimiz
yasak-lıyor. 3- Allah’ın dinini hâkim kılmak, düşmanlara karşı güç varlığı
ola-rak cihadda kullanmak üzere at bulundurmak ki işte Süleyman aley-hisselâm’ın
atları bunun içindi.
İşte bu atlar kendisine arz edilmiş, seyrediyordu onları. Fıtratı
bozulmamış bir peygamber, cihad adına beslenmiş atların sevgisiyle kalbi dopdolu
bir beşer olarak atlarının karşısında.
Süleyman
(a.s) kitabımızın başka sûrelerinde de anlatılır. O kadar büyük saltanat
sahibiydi ki, kendisine atlar takdim ediliyor. Çalımlı, cins koşu atları arz
ediliyor. Şöyle bir ayağını çekmiş tırnağının üzerinde, öteki üç ayaklarını
neredeyse hareket halinde, neredeyse uçmaya hazır, neredeyse gözden kaybolmaya
hazır bir vaziyete getirmiş at sürüleri. Kendisine arz edilen bu atlar
karşısında Süleyman (a.s) dedi ki: “Ben bu atları bana Rabbimi gündemde
tutuyorlar,” diye seviyorum. “Ben bu malları, ben bu atları seviyorsam Rabbimi
zikir mânâsına seviyorum, Allah’ı anma mânâsına seviyorum.”
Ben
bunları severken Allah’ı anmıyorum, namaz kılmıyorum, kitabını okumuyorum,
tesbih etmiyorum, atı anıyorum, atı seviyorum ama bunu Allah izin verdi de onun
için yapıyorum. Hattâ işte bunu söylerken baktı ki, atlar gözden
kayboluverdiler. Rüzgar gibiydiler. Şimşek gibi, yıldırım gibiydiler. O kadar
seyyâldılar ki, bir anda gözden kayboluverdiler. Dedi ki, “getirin onları bana.
Getirin de seveyim onları, okşayayım.” Getirdiler. O da atların boyunlarını,
yelelerini, bacaklarını okşamaya, sevmeye başladı.
Dedi ki, ben atları seviyorum. Ben bu malları severim. Buradaki “hayır”
kelimesi mal anlamınadır. Ben bu atları seviyorum, ama Rabbimi gündeme
getirmekten dolayı seviyorum onları. Rabbim dedi diye, Rabbim bunu bana böylece
zikredip ifade etti diye. Yâni ben onu öylece Rabbimden öğrendim diye. Ve o
atlar benim için, bana Allah’ı gündemde tuttular diye onları seviyorum. Evet
onlar bana Rab-bimi hatırlattıkları için seviyorum onları. İşte şu anda ben
onlar karşısında Rabbimi zikrediyorum. Onlarla alâkalı Rabbimi düşünüyorum.
Onları bana veren Rabbimdir diyerek, onları O’na kullukta kullanmalıyım diyerek,
onlarla Allah adına cihada koşmalıyım diyerek hep Rab-bimi zikrediyorum, onları
bunun için besliyorum, onları bunun için seviyorum.
Derken, bu
konuşma sürerken atlar kayboluverdiler ufukta. Gözden uzaklaştılar. Dedi ki
Süleyman aleyhisselâm; getirin onları bana. Getirdiler. Başladı boyunlarını,
yelelerini, bacaklarını okşayıp sıvazlamaya. Bu, insan fıtratında vardır. Her
insan uzaktan gördüğünü yakın görmek ister, yakınındakine dokunmak ister,
dokunduğuyla daha bir yakından messetmek, ilgi kurmak ister. İşte Kâbe’ye giden
insan fıtratının Haceru’l Esved karşısındaki nasıl açığa çıktığını görüyoruz.
Hemen varıvermek, öpüvermek, dokunuvermek, onunla beraber oluvermek
isterler.
34. “Andolsun ki
Süleyman’ı denedik, hükümranlığını zayıf düşürdük; sonra eski haline
döndü.”
O
malların, o atların, o saltanatın, o nimetlerin içinde zaten Allah Süleyman’ı
imtihan etmekteydi. Yâni zaten Süleyman hep imtihandaydı. Yâni bütün bu
verilenler imtihanı başardığı, imtihandan alnının akıyla geçtiği için
verilmiyordu. Yâni her şey ona lütûf olarak verilmişti de tamam artık imtihan
yok değildi. Yâni Süleyman’ın (a.s) emrine rüzgarlar verildi, cinler verildi,
kuşlar, kurtlar verildi, saltanat verildiyse, elbette bütün bunlar henüz
imtihanın gereğiydi. İmtihan yeni başlıyordu. Yâni imtihanı başardı da cennet
nimeti olarak veril-miyordu bunlar. Çünkü bakın imtihanı yeni başlıyordu. Onun
kürsüsüne bir ceset konulmuştu da, o hemen Rabbine yönelerek diyordu
ki:
35. “Süleyman: “Rabbim! Beni bağışla, bana
benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver; Sen şüphesiz, daima
bağışta bulunansın” dedi.”
Aman
ya Rabbi, ben Sana karşı bana düşeni yapmaya çalıştım, fakat Sen eksiğimi tam
kıl, kusurumu görme, yanlışlarımı yok eyle. Bana öyle bir mülk, öyle bir
saltanat ver ki, benden sonra kimse ona ulaşamasın. Naz makamındaydı, kulluk
makamındaydı. Allah’tan ne istenebileceğini, nasıl istenebileceğini biliyordu.
Büyük adamlar elbette büyük düşünecekti. Allah’ın Vehhâb olduğunun farkındaydı
ve böyle diyordu. Allah’ın Vehhâb olduğunu bilen kişi elbette O’ndan ne
isteyeceğini çok iyi bilir. Herkes kendine, kendi kafasına göre bir şeyler
isteyecektir. Efendimiz de öyle yapmıştı değil mi? Bir taraftan Ah-zâb, birleşik
ordular, Mekke müşriklerinin safında toplanmış, küfür or-dusu Medine’ye doğru
hareket etmiş, geldi gelecekler, hendek kazılıyor, diğer taraftan Yahudilerin
ihanetlerinin söz konusu oluşu, münâfıkların düşmanla işbirliği içine girip
Müslümanları arkadan vurma ih-timalleri. Bütün bu olumsuz şartlar altında bile
Allah’ın Resûlü İran’ın, Bizans’ın kapılarının açılışını, fethini müjdeliyordu
Müslümanlara. Nasıl olurdu bu? Bu zor durumda hendeğin arasına sıkışmış kalmış
Müslümanlar, hangi güçle Bizans’ı ve İran’ı fethedeceklerdi? Evet öyleydi, çünkü
büyük insanlar büyük düşünebiliyorlardı. Oradaydı zaman olarak, oradaydı mekân
olarak Allah’ın Resûlü, ama çok daha ilerilere gidebiliyordu, yarını
görebiliyor, bu gidişin nerelere ulaşabileceğini haber veriyordu. .
Yâni kendisine bu kadar güç kuvvet, bu kadar imkân ve saltanat verdiğimiz
Süleyman’ı zaten kürsüde bir ceset olarak imtihan ediyorduk, buyuruyor Rabbimiz.
Yâni o tahtına konmuş bir cesetti. Bir cesetten ibaretti. Çünkü nedir bu tahtta,
bu saltanatta Süleyman’a ait olan? Hepsini Allah vermedi mi? Hepsi Allah vergisi
değil mi? ‘Benim’ diyebileceği varsa şâyet, o da bir cesediydi değil mi? Öteki
özelliklerinin tümü Allah’tan. Meselâ şu anda rüzgâra ben de diyebilirim gel
be-ni götür filan yerlere diye. Dinler mi beni rüzgar? Cinlere ben de
diye-bilirim, gelin benim emrimde olun diye. Dinlerler mi beni? Allah bana
vermeyince bu gücü, elbette dinlemezler değil mi?
Hattâ
Süleyman (a.s) diyor ki, “ya Rabbi bana verdiğin bu mül-kü benden başkalarına
verme. Ya da onu benden alıp birilerine verme. Bu mülk sadece bende olsun ya
Rabbi!” Hattâ bir ara Rasûlullah Efendimiz cinlerden birini tutup mescidin
direğine bağlıyor, gelip insanlar da bunu görsünler diye. Sonra işte Süleyman’ın
(a.s) bu duasını hatırlayıp vazgeçiyor bundan. Çözüveriyor o cini oradan. Bir
tek Süleyman’a (a.s) ait olsun bu iş deyiveriyor.
36,38. “Bunun üzerine Biz de, istediği yere
onun buyruğu ile kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan
şeytanları, demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına
verdik.”
Evet rüzgârlar da Süleyman’ın (a.s) emrine veriliyor. Esip giden
rüzgârlar onun emrinde. Biniyor halısının üzerine ve istediği yere götürüyorlar
onu. Ne büyük, ne muazzam bir saltanat değil mi? Yeryüzünde hiçbir melikin,
hiçbir kralın ulaşması mümkün olmayan bir saltanat. Söyleyin, böyle Allah
desteğinde bir peygamberden daha güçlü kim olabilir ki? Kim kafa tutabilir ki
ona? Kendisine kendisinin istediği şekilde kul olmuş kullarına böyle nice
nimetler lütfediyor Rab-bimiz. İşte bu, yeryüzünde Allah’ın değişmeyen bir
yasasıdır. Süleyman yolunda olan, Süleyman misyonuna sahip çıkan, Süleyman gibi
Allah’a kul olan her Müslümana, Allah bu desteğini, bu yardımını vaat
etmektedir. Yeryüzünde bir tek Müslüman olsa ve tüm dünya kâfirleri onun üzerine
yürüseler bile, Allah tüm ordularını onun yardımına gönderecek ve onu galip
getirecektir, bundan hiç kimsenin zerre kadar bir şüphesi
olmasın.
Ayrıca rüzgarların dışında yine bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları,
demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik, buyuruyor
Rabbimiz. Şeytanlar da Süleyman’ın (a.s) emrindeydiler. Bina kuran, dalgıçlık
yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğerlerini de onun buyruğu altına
vermiştir Rabbimiz. Süleyman (a.s) onları prangalara bağlanmış olarak Mescid-i
Aksâ’nın yapımında çalıştırıyordu. Denizlere gönderiyor, denizlerin dibine
dalıyorlar, oradan Süleyman’ın (a.s) -istediği nimetleri çıkarıyorlardı. Ne
büyük bir saltanat değil mi? Şeytanlar onun emrinde, cinler onun emrinde,
rüzgârlar, kuşlar, kurtlar onun emrindeydi… Kitabımızın bir başka sûresinin
beyânıyla hayvanlarla da konuşuyordu, onların dilinden de anlıyordu Allah’ın
elçisi.
39,40. “İşte bağışımız budur; ister ver ister
tut, hesapsızdır.” dedik. Doğrusu onun katımızda yakınlığı ve güzel istikbâli
vardır.”
İşte
bütün bunlar sana bir atiyemiz, bir lütfumuz ve ihsanımızdır. Dilersen harca
onları, insanlara ver, insanları onlardan yararlandır, dilersen de insanları
onlardan mahrum edip kendinde tut; sana hesapsız vermeye devam edeceğiz. Çünkü o
yanımızda şeref makamındadır, Bize yakınlığı vardır, Bizim katımızda güzel bir
âkıbeti vardır onun.
41,43.
“Ey Muhammed! Kulumuz Eyyûb’u da an; Rabbine: “Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve
azap verdi” diye seslenmişti. “Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek
soğuk bir su” dedik. Katımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak
üzere, ona tekrar aile ve geçmiş olanlarla bir mislini daha
vermiştik.”
Bir
de kulumuz Eyyûb’u hatırla ey peygamberim. Eyyûb’u da gündemine al, onu da gündeminde tut. Hani o Rabbine: “Ya
Rabbi, doğrusu şeytandan bana bir yorgunluk ve zarar dokundu. Şeytan bana bir
yorgunluk ve azap verdi. Şeytan beni Senden meyus kılmak için vesvese veriyor.
Sana karşı, Senden gelecek şifaya karşı şeytan benim ümitlerimi kesmek istiyor.
Şu içinde bulunduğum ortamdan ötürü, şu imtihan konumumdan ötürü şeytan bana
yaklaşıp vesvese vermeye yol buldu, ya Rabbi!” diye dua etmişti. Rabbimiz
kitabının çeşitli yerlerinde böyle kerîm elçilerinin diliyle bize farklı farklı
dua modelleri öğretmektedir. Ne güzel, ne hoş duadır bunlar değil mi?
Yâni keşke bizler böyle kendi kendimize dua modelleri oluşturma çabası
içine gireceğimize, pişdârlarımızın dua modellerini öğrenerek Rabbimize dua
etsek, elbette çok daha hayırlı olacaktır. Bakın Eyyûb (a.s), hastalığının iyileştirilmesi için Şâfî olan Rabbimizin
şifa lütfetmesi için dua ediyordu. Rabbimizin bir hastalıkla imtihanı ve de şifanın gecikmesi şeytanın
yaklaşmasına sebep oluyordu. Şeytan onu bu zayıf noktasından vurup Rabbine karşı
isyana teşvik ediyordu da, o da Rabbine böylece yalvarıp yakarıyordu. Gerçekten
hastalıkla imtihan edilen Müslümanlara ne güzel bir dua
örneği sunuluyor değil mi? Allah’ın
kutlu elçisi böyle bir durumda, sırf Allah’ın merhametine sığınıyor ve şifayı
Allah’tan bekliyor.
Onun bu içten duasına karşılık Rabbimiz de şöyle buyuruyor: “Ayağını yere
vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su. Katımızdan bir rahmet ve akıl
sahiplerine bir öğüt olmak üzere, ona tekrar aile ve geçmiş olanlarla bir
mislini daha vermiştik.” Rabbimiz, böyle O’nu etkin ve yetkin görerek dua eden
bir kulunun imdadına yetişmez mi? Yeter ki kullar O’nu bilsinler, yeter ki
kullar O’nu yetki sahibi, güç kuvvet sahibi, şifa sahibi bilip O’na yönelsinler,
O’na yalvarıp yakarsınlar, O’na dua etsinler, O’na kulluk etsinler, O’ndan
istesinler. Yeter ki hastalar, yeter ki fakirler, yeter ki günâhkârlar hallerini
arz edecekleri, is-teyecekleri kapıyı bilsinler. Öyle değil mi? Biz kulları
bütün kulluğumuz, bütün âcizliğimiz içinde, bütün samimiyetimizle dua dua
yalvararak Rabbimize yönelsek, hiç o Rabb dualarımızı reddeder mi? Hiç cevapsız
bırakır mı?
“Katımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, ona
tekrar aile ve geçmiş olanlarla bir mislini daha vermiştik,” buyuruyor Rabbimiz.
Ehlini, ailesini ve bir mislini daha verdik. Yâni hem sıhhatini ona iade ettik,
hem ailesini lütfettik. Allah en iyisini bilir, hastalığından dolayı dayanamayıp
kendisini terk eden ehlini ona döndürdük. Ya da sadece Eyyûb (a.s) değildi bu
ölümcül hastalıkla imtihana tabi tutulan; ehli, karısı, çoluk-çocuğu da bu
hastalığa tutulmuştu da, hepsini Rabbimiz iyileştirivermiştir. Rabbimiz ehlini
ona gerisingeriye lütfettiği gibi fazlasını da veriyor. Ya ona daha başka sâliha
kadınlar veriyor, ya da evlâtlar, oğullar, kızlar veriyor ve ailesi çoğalıyor.
İşte tüm bu verilişler, Allah katından bir rahmettir. Şifayı veren Allah’tır,
sağlığı veren O’dur, ehlini veren O’dur, kısaca her şeyini veren O’dur.
Evet, hasta olduğun konumda da Eyyub’u hatırla. Allah’ın kendisine sıhhat
ve âfiyet verdiği, ama sonra da imtihan için sağlığını alıverdiği ve hastalık
döneminin de şeytanın kendisini zorlayacağı kadar bir müddet süren bir kul
olarak Eyyub’u bir hatırla. İnsanlar ba-zen ruhen, bazen bedenen hasta olurlar.
Kimilerinde bunun her ikisi birlikte gerçekleşebilir. Kocasını ya da hanımını
kaybetmiş bir kişi, ya da çocuğunu, ya da anne babasını kaybetmiş bir kişi
düşünün. Bu adamın ruh ve beden dengesinin yerinde olması mümkün mü? Böyle bir
kişi elbette unutabildiği kadar sıhhat ve afiyettedir. Hele hele böyle bir
durumla karşı karşıya kaldığı ilk günlerde eli kolu hiç kalkmaz değil mi?
Aslında ellerinde, bileklerinde, dirseklerinde hiçbir ârıza yoktur, sinirleri
tastamamdır ama hiçbir şeye uzanmaz değil mi? Hiçbir şeyi canı çekmez de ondan
böyledir. İşte bir anlamda bir hastalık, bir dert, bir ıstıraptır. İşte her tür
hastalıkta, her tür sıkıntıda Eyyub’u anlayacağız. Onu hatırlayacak, onu gündeme
alacak, onunla beraber olacak ve onu örnek alacağız. Böyle bir durumda imtihan
edilirken, Rab-bimizin razı olduğum kulum dediği Eyyub aleyhisselâmı gözümüzün
önüne getirsek biraz rahatlar mıyız? Tabi bu da bizim rahatlık anlayışımıza
bağlıdır. Dünya planında bir rahatlık beklentisi içindeysek elbette bu mümkün
olmayacaktır.
Ama bak Allah’ın
sevgili kulu ve şerefli elçisi bile bu dünyada böyle bir hastalıkla imtihan
olunmuşsa, bana ne oluyor ki? Meğer bu dünyada bunlar olabilecektir diyebilirsek
işte bu sabrın sembolü olacaktır. Bir tarafta Nuh aleyhisselâm Allah’ın istediği
kulluğa devam et-mede, dayanıp direnmede hoş bir örnek, bir tarafta Eyyub
aleyhisse-lâm hastalıkla imtihan karşısında isyan etmemede, dayanıp sabretmede,
böyle uygun görülmüş, Rabbim dilediği gibi imtihan eder, demek ki ben bununla
cennet kazanacakmışım demede güzel bir örnek. Belki de bu iki güzel örneğin
arasında bazen birine, bazen ötekisine yakın imtihan olunan bizler ve diğer
insanlar. Öyleyse bu güzel örnekler şahsında bizler de hep diyeceğiz ki, Rabbim
güzel imtihan eder. O’nun imtihan modeline benim karışmam gerekmez. Ben neyim ki
ka-rışayım? Ya Rabbi beni bana bırakma. Sen elbette her şeyin en iyisini
bilirsin. Sen gönderdiysen tamamdır bu iş. Benim cennetim için böyle uygunsa
canım başım üstüne. Bana gönderdiklerin, sonunda bana lütfunu getirecekse, beni
rahmetine ulaştıracaksa ben hepten gelenlere razıyım ya Rab demek bizim
görevimiz olacaktır.
Dikkat ediyorsanız peygamber efendimizden sabır istediği bu bölümde
Rabbimiz iki tür imtihandan söz etti. Dâvût ve Süleyman (a.s) gibi yeryüzünde en
büyük mülk ve saltanatla imtihan edilen iki peygamber, iki kul ve de Eyyûb (a.s)
gibi her şeyini kaybetmiş bir peygamber. Birbirine tamamen zıt iki imtihan
konumu? Öyleyse şunu kesinlikle unutmamalıyız ki, imtihanı yapan Allah’tır.
İmtihanın konusunu takdir eden Allah’tır. Bizi bu dünyada güç, kuvvet,
zenginlik, ser-vet ve saltanatla, imkân ve fırsatla da imtihan edebilir, bunun
tamamen zıddına fakirlikle, yoklukla, hastalıkla, mahrumiyetle de imtihan
edebilir. Her iki durumda da kul olduğumuzu, Allah’ın takdirine, Allah’ın
imtihan konularına rıza göstermek ve asla Rabbimizi unutup, Rabbimize isyan
içinde bir hayatın adamı olmamamız gerektiğini bilmek zorundayız.
Öyle
değil mi? Dâvût ve Süleyman (a.s) gibi de imtihan edilebiliriz bu dünyada, Eyyûb
(a.s) gibi de. Süleyman ve Dâvût (a.s) gibi mülk ve saltanatla imtihan
edildiğimiz zaman asla şımarmayacak, müstekbirleşmeyecek, Allah’a kafa tutup
O’na isyan etmeyecek, sürekli bütün bunları kendisine borçlu, her şeyimizle
kendisine muhtaç bir kul olduğumuzu, imtihanda olduğumuzu unutmayacağız. Eyyûb
(a.s) gibi mahrumiyetlerle imtihana çekildiğimiz zaman da, bize tahsis buyurduğu
bu imtihan konusundan ötürü asla O’na isyan etmeyecek, kafa tutmayacak,
kendimizi dağıtmayarak kul olduğumuzun şuurunda O’na dua dua yalvarıp
yakaracağız.
Hani o Rabbine şöyle nida etmişti. Hasta iken Rabbe nida edi-lir. Hasta
iken, sıkıntıda iken Rabbe iltica edilir. İhtiyaç halindeyken Rab anılır, Rab
çağrılır. Hattâ Resûlullah Efendimizin bir hadisinin be-yânıyla hastanın ah edip
inlemesi de tesbihtir, duadır. Ona sevap ve şifa kaynağıdır. Böyle bir durumda
kendisine iltica edeceğimiz, dönüp varacağımız tek varlığın Allah olduğunu
bilmeliyiz. Bakın işte Eyyub aleyhisselâm Allah’a nida etti, dedi ki, ya Rabbi
şeytan bana dokundu, şeytan bana yorgunluk getirdi, sıkıntı getirdi. Şeytan beni
yormaya başladı. Bana azap vermeye başladı diyerek durumunu Allah’a arz etti,
havale etti. Peki şimdi aynı durumda halimizi biz kime arz ediyoruz? Önce kim
aklımıza geliyor? Kimi çağırıyoruz? Kimi çağrıştırıyoruz? Kimin çözüm önerisine
başvuruyoruz? Dua tedai konularını kitabımızın önceki âyetlerinde demeye
çalışmıştık.
Yâni acaba Eyyub aleyhisselâm’ın önceleri Allah aklında değildi de
hastalanınca mı aklına geldi? Şeytan onu yoruncaya kadar aklına gelmedi de o
zaman mı aklına geldi dersiniz? Bu, peygamberlik misyonuna aykırıdır, bunu
baştan reddediyoruz. Peygamber sürekli Allah kontrolünde, sürekli Allah’la
beraber olansa, öyleyse zaten baştan beri Allah’la beraberdi de ama şikayet
etmiyordu. Yâni razıydı durumundan, kabullenmişti hastalığı, olacaktır diyordu.
Ama iş şeytanın yormasına gelince durumunu Allah’a havale ediyordu.
Hani bir hikâye anlatılır. Bir kral eline aldığı Ebu Cehil karpuzuyla
oynarken elinden ağzına bir damla dokununca dayanılmaz acı olduğunu görür.
Hizmetçilerinden birini çağırır ve elindekini ova verir, al bunu ye der. Sanki
bir bal ya da baklava yercesine, dünyada tadı bulunmaz nadide bir meyve
yercesine ağzının suyunu akıtırcasına hizmetçi onu yer. Kral; al bakalım bir de şunu ye diye ikincisini
uzatır. Hizmetçi aynı iştahla onu da yemiş. Kral sorar; acı değil mi bu
yediklerin? Evet efendim, acıdır. Ama hiç öyle acı gibi yemedin? Hiç itirazın
olmadı? İkincisine bari yeter artık demedin, yüzünü buruşturmadın? Demiş ki;
efendim, yıllardır kapındayım, yıllardır tadı hoş, lezzeti hoş güzelim
yiyecekler verdin ve yedim. Ha bir kere de acı vermişsin, onu da güzel yiyelim
ne olur? Demiş. Şimdi Allah yıllarca ve yıllarca ağzımıza gözümüze, ayağımıza
dizimize, tüm vücudumuza sıhhat ve âfiyet veriyor da, bir an alıverince ne
diyorsunuz? Şikâyet mi edecektiniz? İsyan mı edecektiniz? Beni mi buldun? Bana
mı münasip gördün? Beni buna mı lâyık gördün mü diyeceksiniz? Olmaz elbette
böyle şey. Ama bir şikâyetimiz, bir sızlanmamız varsa sadece şu kadarını
söyleyebilelim: Ya Rabbi ben buna razıyım. Ben bana verdiğinle imtihan olarak
cennet kazanacağımı biliyorum, ama ne olur ya Rabbi bunu dayanamayacağım boyuta
ulaştırma. Ben âcizim, ben zayıfım sen bana şifa veriver ya Rabbi diye O’na
nazlanacağız. Yâni neden ben diye kafa tutmayacağız Rabbimize.
Bakın örneğimiz diyor ki; ya Rab şeytan bana dokunuyor, şeytan beni
dürtüklüyor, beni yoruyor, yorgunluğa davet ediyor, sen yardım eyle diye iltica
ediyor. Rabbimiz de şöyle
buyurdu:
Ayağını yere vur dedi. Rabbinden bir emir alan kul başka ne yapar? Ya
aynı konumda biz olsaydık bu emir karşısında ne yapardık? Allah bize ayağını
yere vur deseydi nasıl hareket ederdik? Ne? Ne dedin? Ayağını yere vur. Nedir bu
ya Rabbi? Ne demektir bu? Ben hastayım diyorum, sen ayağını yere vur diyorsun.
Nasıl bir iştir bu? Ne ilgisi var bununla hastalığın? Der miyiz ki? Hayır
peygamber teslimiyetiyle Allah’a teslim olmayınca şifanın bize gelmeyeceğini
baştan bilelim. Rabbimiz öyle buyurdu. Vur ayağını yere, işte bir soğuk su,
haydi yıkan onunla ve içeceğin bir su. Ne oldu ondan sonra? Diye sormak gerekir
mi Allah’a? Hayır. İşte iki su, birinden içecek, ötekisiyle de yıkanacak o
kadar. Olayı Rabbimiz bir senaryo olarak bizim önümüze koymadığına göre, bu
kadar yalvarıp yakarmadan, bu kadar sabırdan ve güzel kulluktan sonra elbette
Rabbimiz onun şifasını veriverdi. Allah şu kadarını söylüyor bakın:
Ona ehlini, ahalisini, oğlunu
kızını, ehlini ona lütfetti Allah. Hattâ dahalarını, nicelerini, benzerlerini de
veriverdi. Yâni çoğalttı, bir o kadar daha verdi. Yâni daha nice imkânlar verdi
ona katından bir rahmet olarak.
Allah’ı Vehhâb bilenlere Allah Vehhâb olur, lütfedici olur. Eğer biz de
Allah’ı Vehhâb bilirsek, lütfeden, ihsan eden, bolca veriveren, nimetlere fark
eden olarak iman edersek elbette Rabbimiz elçilerine verdiği gibi bize de
verecektir. Ama bana neyin lâzım olduğu O bilir ve bu hikmetiyle verir. Ama biz
kendimizce, kendi mantığımızca lütuf olduğunu zannettiğimiz şerleri istersek
vermeyebilir. Çünkü o zaman belki de vermemesi lütuftur. Dua ediyor ve hayır
olduğunu zannettiğimiz şeyleri istiyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki bizim için
nelerin hayırlı, nelerin hayırsız olduğunu en iyi Allah bilir. Öyle olunca belki
geciktirir bizim için hayırdır, belki iptal eder bizim için hayırdır, belki
çabucak veriverir hayırdı. Unutmayalım ki duanın kabulünde böyle bir sistem
vardır.
İşte Rabbimiz
Eyyub aleyhisselâm’ın duasını kabul buyurdu, al sana biri yıkanılacak, diğeri de
içilecek iki su. Yâni böyle olunca, sıhhat ve âfiyete kavuşunca cennet hak etme
fırsatı daha mı fazla oluyor? Hayır öyle diyemeyiz. Kim diyebilir ben
sıhhatliyim, binaenaleyh hastaya göre cennete daha lâyığım? Olur mu böyle bir
şey? Olmaz elbette ama, Allah dediği ve peygamberimiz de öğrettiği için elbette
Allah’tan sıhhat ve âfiyet isteriz. Değilse nice hastalıklar nice şerlere engel
olduğu için bizim için hayırdır. Hastalıklar kalbimizin incelme sebebi olduğu
için bizin hayırdır.
Hattâ Rasûlullah
Efendimizin beyanıyla kulun günâhlarının temizleyicisidir. Peygamber Efendimiz
buyurur ki; “Allah bir kulunu af-fetmeyi dilerse, onu hastalıklarla müptelâ
kılar da, demirin ateşle isinin, pasının temizlendiği gibi hastalık da kulu
tertemiz hale getirir.” Onun içindir ki hasta ziyaretine gidince; Allah sana
cennet versin deriz. Sonra güzel bir tavırla; “Lâ be’se tahûrun inşallah” deriz.
Yâni geçmiş olsun, bir şeyin yok inşallah, kefâret olur inşallah, günâhlarını
temizleyici olur inşallah deriz. Sonra mümkünse elini tutup güzel dualarda
bulunuruz, onun da duasını isteyerek izin alıp ayrılırız.
İşte bu, aklı olanlar için bir gündemdir, bir hatırlatmadır, bir
hatıradır. Yâni insanlar için unutulmaması gereken bir derstir. Bu hep bizde
kalmalıdır. Unutmayacağız ki Allah bazen öyle imtihan eder, bazen de böyle.
Bazen vererek imtihan eder, bazen de alarak. Bazen sıhhatle, bazen de
hastalıkla. Hastalığı veren alabilir de, sağlığı veren alabilir de. Her hal-ü
kâr da O’nunla irtibat halinde olmalıyız. Sonra Rabbimiz Eyyub aleyhisselâm’a
şöyle buyurdu:
44. “Ey Eyyûb! “Eline bir demet sap alıp
onunla vur, yeminini bozma demiştik. Doğrusu Biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi
kuldu; daima Allah’a yönelirdi.
Ayrıca Biz ona dedik ki, “ey Eyyub, bir demet sap al onunla vur ve
yeminini bozma.” Bir yemini varmış Eyyûb’un (a.s) ne olduğunu bilmiyoruz.
Kitabımızdan detayını vermiyor Rabbimiz, sahih sünnette de bir açıklama
görmedim. “Doğrusu Eyyûb’u çok sabırlı bir kul bulduk, gerçekten o ne iyi bir
kuldu. Muhakkak ki o Evvâb’tı.” Allah’a
çok yönelen, çok kulluk eden, çok tevbe eden bir kuldu.
Evet, dedik ki ona; eline bir demet sap al. Buğday
sapı mı? Yoksa arpa sapı mı? Ya değilse çavdar sapı mı? Biz şehirliler ne
an-larız da bunlardan? Al eline bir demet sap ve vur onunla. Kime? Dememiş onu
Allah. Onunla vur. Nereye? Kime? Yok o bölüm. Nasıl vu-rulacak? O da yok. Ne var
ya? Yemin etmiştin ya, işte o yemininden cayma. Yeminini yerine getir.
Anlıyoruz ki,
hasta iken, imkânsızken, güçsüzken yaptığın ye-minleri imkân dahilindeyken yap,
yerine getir buyuruyor. Belki de has-ta iken ettiği yemin iyi olunca yerine
getirilebilecek bir yemindi bilemiyoruz ki. Yâni iyi olursam yüz sopa vurayım
demişti de işte onların her biri böyle bir uygulamayla yerine getirilmiş
olacaktı. Çünkü;
Onu
sabreden bulduk diyor Allah. O sabrediyordu. Sabır makamındaydı. Dayanan,
direnen, bıkıp usanmayandı. Rabbine kulluğa, Rabbinin istediğine sabredendi.
Öyle bulduk onu diyor Allah. Demek ki bu, sabredenlere bir ihsan, bir lütuf, bir
kolaylık imiş.
Dâvûd aleyhisselâm Evvâb, Süleyman aleyhisselâm Evvâb, dağlar taşlar,
kurtlar kuşlar Evvâb, bir de Eyyub aleyhisselâm Evvâb. Bizler de o Evvâb’lardan
olabilmek için akşam namazından sonra iki, dört veya altı rekat namaz kılacağız.
Ama unutmayacağız ki sadece bu namazı kılıvermekle hemen Evvâb olamayacağız.
Bunun için elbette onlar gibi namaz kılmak zorundayız. Tıpkı onlar gibi namazı
ikâ-me etmek, namazla Allah’tan mesaj almak, namazla Allah’a tekmil vermek,
namaz sonrası hayatımızı namazla düzenlemek zorunda ol-duğumuzu unutmayacağız.
Yâni Dâvûd aleyhisselâm gibi tüm imkânlara rağmen Allah’a teslim olmak, Süleyman
aleyhisselâm gibi saltanatın zirve noktasında bulunsak bile şımarmamak, tüm
sahip olduklarımızı Allah’tan bilip O’na kulluğa harcamak, Eyyub aleyhisselâm
gibi bize verilenlerin tümü elimizden alınsa bile yine kulluğumuzu sürdürmek
zorundayız. İşte o zaman Evvâb olma yolundayız demektir Allah’ın izniyle. Evvâb
olanların safındayız demektir inşallah.
45,47. “Ey Muhammed!
Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahîm, İshâk ve Yakub’u da an. Biz onları
âhiret yurdunu düşünen, içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu onlar katımızda
seçkin, iyi kimselerdendirler. İsmail’i, Elyesa’ı, Zülkifl’i de an. Hepsi
iyilerdendir.”
Peygamberim,
bir de bu güçlü ve anlayışlı kullarımızdan İbrahîm’i, İshak’ı ve Yakub’u da
hatırla, onları da gündemine al. Biz gerçekten onları âhireti düşünen, âhireti
dert edinen, âhiret yurdunu kafaya takmış, Bize gönülden bağlı kullar kıldık. Ve
onlar katımızda seçkin, hayırlı kimseler idiler. İsmail’i, Elyesa’ı, Zülkifl’i
de hatırla ki, hepsi iyilerdendi.
Yeni imamların, yeni yasal örneklerin huzurundayız. Rabbimiz bize yeni
örneklerle tanıştırıyor. Dâvûd aleyhisselâmla tanıştık, sonra onun oğlu Süleyman
aleyhisselâm’a misafir olduk, sonra her şeyi elin-den alınan Eyyub
aleyhisselâm’a uğradık, onunla beraber olduk, şimdi de başka örneklerle
tanıştıracak Rabbimiz. İbrahim, İshâk ve Yâ’-kub. Dede, oğul ve torun. Şimdi de
onlarla beraberiz. Onları düşünüyoruz, onlarla beraberlik kuruyoruz, onları
gündem yapıyoruz. Bazen tanışmak için uzaktan gelenlere şöyle diyorum: Hayrola
gardaş, benden önce tanışman gereken kimseler yok muydu? İbrahim’i, İsmail’i,
İshâk’ı, Yâ’kub’u tanıdın mı? Onlarla tanışıp konuştun da sıra bana mı geldi?
Diyorum. Acı bir tebessüm ve başlar yerde. Yâni Allah için söyleyin, ne kadar
tanıyoruz İbrahim aleyhisselâmı?
Unutmayalım ki
onları gündeme alabilmemiz onları tanımamıza bağlıdır. Ne kadar tanıyorsak o
kadar gündemimizi dolduracaklardır. Şu anda yaşayan örnek arayanlar, aslında
yasal örnekler olan peygamberleri tanıma zahmetinden kaçan insanlardır. Gelin
vazgeçelim bu bozuk tavırlarımızdan da bu yasal örnekleri tanımaya
koşalım.
Bu
üç peygamberle ilgili bizi ilgilendiren bölüm olarak Allah buyuruyor ki; onlar
“eyd” ve “ebsar” sahibiydiler. Eller sahibi, güç sahibi, etkin ve egemenlik
sahibi ve de basiret sahibiydiler. Görebilme, fark edebilme, anlayabilme
imkânına sahiptiler. Hem güçlüdürler, hem de basiretlidirler. Tüm peygamber
böyleydi. Bakın insanlara. Güçlüdürler ama bu güçlerini nasıl ve nerede
kullanmaları gerektiği konusunda basiretleri yoktur. Hayatla hakiki bilgi olan
vahyi birleştirme bilgileri yoktur. Nerede nasıl hareket edecekleri konusunu
bilmemektedirler. Kimileri de bilir, kitabını yazacak kadar bilir ama güç
yoktur. Peki acaba bir elinde kılıç, diğer elinde kalem anlamına mı gelir bu
dediğim? Bilmem. Ama basiretle gücün, hikmetle iradenin birlik olmasıdır. İşte
Allah’ın elçileri böyleydi.
Dâr’ın, hakiki yurdun, âhir yurdun, âhiret âleminin gündeme alınması
konusunda özelleştirilmişlerdir bu Allah elçileri. İşte bu peygamberler o konuyu
anlatıyorlar. Dünya nedir? Dünya ne mânâya gelir? Dünya da kalış nedir? Âhiret
nedir? Ona nasıl önem verilmelidir? İşte bu peygamberler bunu anlatırlar, bunu
hatırlatırlar, bunu çağrıştırırlar. Bu peygamberleri görenler, onları
hatırlayanlar, onları gündeme alanlar bunu hatırlarlar, bunu anlarlar. Öyleyse
âhireti hatırlamak, âhireti tanımak isterseniz bu peygamberleri gündeme almak
zorundasınız. Eğer bizler de onlarla tanışır, onlarla beraber olabilirsek
kesinlikle bilelim ki bizler de “zikreddâr” olabileceğiz demektir. Yâni o zaman
bizi görenler de, bizimle beraber olanlar da hep âhireti hatırlayacaklar,
Allah’a kulluğu hatırlayacaklardır.
Ve onlar bize
göre seçkin ve hayırlı kimselerdir. Seçilen, ayrılan, ayrıcalıklı kılınan ve de
en hayırlı, en bereketli kullarımızdır onlar. Onlarla alâkalı Rabbimin bize
ulaştırdığı bilgilerin peşinde olabilirsek elbette biz de onlarla beraber
olabileceğiz demektir. Hani seçkinlerin yediği yemek, seçkinlerin içtiği çay,
seçkinlerin giydiği elbise denir ya, işte biz de seçkinlerden olabileceğiz
inşallah.
Kim bunlar?
Bunları tanır ve örnek alırsanız cennet var diyorsa Allah, tanımak zorunda değil
miyiz? Bana babam yeter, bana babalarım yeter demek zorunda değiliz artık. Çünkü
bunlar zikirdir. Çünkü bunlar hayırlıdır. Allah bunların gündem olmasını
istiyor. Başkalarının gündemine cennet var demiyor Rabbimiz.
49,53. “İşte bu güzel
bir anmadır. Doğrusu Allah’a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir gelecek
vardır. Kapıları onlara açılmış Adn cennetleri vardır. Orada tahtlara yaslanmış
olarak türlü meyveler ve içecekler isterler. Yanlarında, gözlerini eşlerine
dikmiş yaşıt güzeller vardır. İşte bu hesap günü için, size söz
verilenlerdir.”
İşte
bu kitap güzel bir zikirdir, hoş bir gündemdir, şereftir. İşte bu size sunulan
peygamber sıfatları, peygamber özellikleri, peygamberlerin örnek hayatları,
kullukları, sabırları, dirençleri, teslimiyetleri, hayatı Allah için yaşamaları
ve yaşadıkları böyle bir kulluk hayatının sonunda Allah’ın rahmet ve lütûflarına
mazhar olmaları en güzel bir gündemdir. Bir tezkiradır, bir haritadır, bir
programdır, bir pusuladır. Muhakkak ki bu örneklere tabi olan muttakîler için,
Allah gündemiyle yol bulmaya çalışanlar için güzel bir gelecek vardır. Onlar
için Adn cennetleri vardır ki, onların kapıları onlara baştan açıktır.
Evet, bu sayılan
peygamberler birer zikirdir. Öyleyse hep bunları konuşalım. Hep bunları gündemde
tutalım. Çünkü böyle yapan muttakilere hüsne meab vardır. Yâni bunu gündemde
tutanlara, yolunu zikirle bulanlara, hayatını yasal örneklerle yaşayanlara hüsnü
meab vardır. Güzel barınak, durak, sığınak
onlaradır.
Daha, Adn cennetleri ki daha onlar varmadan kapıları açılmış-tır. İşte
bütün bunlar hesaba kitaba inanan, âhiret endişesi taşıyan, kimselere vaad
edilenlerdir. Tüm bunlar bizim bitmez tükenmez
rızıklarımız.
Kâfirler
zümre zümre cehenneme sevk edilecekler. Onlar o cehenneme vardıklarında
cehennemin kapıları açılacak. Sanki oraya gitmeyin dercesine Rabbimiz onlar
oraya varıncaya kadar, kendilerini o cehenneme zorla götürüp ipotekleyinceye
kadar o cehennemin kapılarını açmıyor. Ama muttakîler o cennete vardıklarında
kapılar onlar için hep açıktır. Orada tahtlara yaslanmış olarak türlü meyveler
ve içecekler isterler. Yanlarında, gözlerini eşlerine dikmiş yaşıt güzeller
vardır. İşte bu hesap günü için, size söz
verilenlerdir.
54,59. “Doğrusu,
verdiğimiz bu rızıklar tükenecek değildir. Bu böyle; ama azgınlara kötü bir
gelecek vardır. Cehenneme girerler; ne kötü bir konaktır! İşte bu kaynar su ve
irindir, artık onu tatsınlar. Bunlara
benzer daha başkaları da vardır. İnkârcıların ileri gelenlerine: “İşte bu
topluluk sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir. Onlar rahat yüzü görmesin.
Behemehal ateşe gireceklerdir” denir.”
Allah’ın
cennette muttakî kullarına vaat ettiği mükâfatların bitmesi, tükenmesi yoktur,
sınırı yoktur. Allah’a böylece Allah’ın istediği kul olanların durumları işte
böyledir. Ama beri tarafta azgınlara, Allah’a kafa tutup isyan içinde bir hayat
yaşayanlara gelince, onlar için gerçekten çok kötü bir gelecek vardır. Onların
yeri yurdu, barınağı cehennemdir ve o ne kötü bir varış yeridir! Onlara orada
kaynar su ve irin ikram edilecektir. Kan ve irin içecekler onlar. Haydi bakalım
yaptıklarının ettiklerinin karşılığı olarak tatsınlar bunları. Bunlara benzer
daha başkaları da vardır orada. O inkârcıların saptırıp azdırdıkları da vardır
orada. Onların azdırdıkları o kâfirlere diyecekler ki, merhaba olmasın size.
Size merhaba yok, size rahat yok, huzur yok, rahat yüzü görmeyesiceler
diyecekler. Çaresiz ateşe gireceklerdir onlar.
Kendini bir şey zannedip hayatının programını Allah’a sormadan kendisi
çizmeye kalkışanlara da şerrun meab vardır. Barınakların, sığınakların en kötüsü
olan cehennem de onlar içindir.
Adamın birisi Allah’ın helâl haram sınırlarını gözetmeden, Allah’a
kulluğa ayıracak zaman bırakmadan gece gündüz çırpınmış ve para kazanmış. Süt
satıyormuş, ama sütün içine süt miktarı kadar da su katıp öyle satıyormuş.
Toplamış, çarpmış, biriktirmiş, yığmış ve sonunda aldığı bir yat ile denize
açılmış. Denizin ortasında kimsenin göremeyeceği bir ortamda biriktirdiği
altıncıklarını şöyle bir saymak istemiş. Keseyi çıkarıp saymaya başlayınca,
maymunu fırlayıp keseyi elinden kaptığı gibi direğin tepesine çıkmış ve keseyi
açıp altınların birini suya, ötekisini de adamın üstüne atmaya başlamış. Böylece
maymun altınların ayırımını yapıvermiş, yarısı suya, yarısı da
adama.
Ne
olacaktı da başka? Adam süte yarı yarıya su karıştırmamış mıydı? İşte haydan
gelen huya gider, sudan gelen de suya gider. İşte bizim Avrupalı garibanların
holdinglerle durumları da aynen bunun gibi olmuştur. Topladılar, biriktirdiler,
yığdılar sonra da birileri, holdin-gciler onları ayırıverdi. Yarısı suya gitti,
yarısı da size kaldı, işte yüzde şu kadar zarar ettiniz deyiverdi. Ama bu
sözlerimden onların bu paraları süte su katarak kazandıklarını, haramdan çalıp
çırparak kazandıklarını demek istediğim anlaşılmasın. Böyle bir şey demiyorum,
ama Allah için söyleyin; onlardan pek çoğunun kazandıkları bu paralar, Allah’a
kulluğa ayrılacak zamanlarda kazanılan paralar değil mi? Rablerine kulluktan
çaldıkları zamanlarda kazanılan paralar değil mi? Kur’an sünnet tanımaya
ayrılacak zamanları hep para kazanmaya ayırmıyorlar mı? Çocuklarının dinî
hayatlarıyla ilgilenecek zamanların, komşularına âyet hadis duyurulacak
zamanların, hanımlarıyla ilgilenecek zamanların birikimi değil mi o paralar?
Elbette birileri de onu ayrıştırıverecekti. Ayrıştıran maymunların suçsuz
olduklarını demek istemiyorum tabii, o ayrı konu.
Dinleyicilerden bir soru soruldu: Hocam, öyle diyorsunuz ama peygamber
efendimizin; “Kuvvetli mü’min Allah’a zayıf mü’minden da-ha hayırlı ve daha
makbuldür” hadisi gereği ekonomik yönden daha güçlü olmalı değil
miyiz?
Evet, ben o hadisi biliyorum, ama sizin anladığınız gibi anla-mıyorum.
Ben o hadisi çok farklı anlıyorum. Müslim, Ebu Hureyre efendimizden nakleder.
Ebu Hureyre efendimiz demiştir ki; Resûl-i Ekrem efendimiz şöyle
buyurmuştur:
“Kuvvetli mü’min Allah’a zayıf mü’minden daha
hayırlı ve daha makbuldür. Ama her birinde de hayır vardır. Sen sana fayda
verecek şeye çaba göster; Allah’tan yardım dile ve âciz olma. Başına bir şey
geldiği zaman; eğer şöyle yapsaydım şöyle olurdu, deme. Lâkin bu Allah’ın
kaderidir, O, ne dilerse yapar de. Çünkü “eğer” cümlesi şeytanın amelini
açar.”
(Müslim, Kitabu’l Kader cilt
10, sayfa 649)
İşte
arkadaşımızın sözünü ettiği hadis budur. Peki nasıl anlayacağız bu hadisi? Ne
anlatıyor burada peygamber efendimiz? Belki hepimizin çocukluğumuzdan bu yana
duyduğumuz, okuduğumuz ve söylediğimiz bir hadis. Allah katında kuvvetli mü’min
zayıf mü’minden daha hayırlıdır. Hattâ adam hayırlılardan olabilmek için her gün
bir kuzu ve üç etli ekmek yemeyi bile hedefliyor. Lâkin İmam Müslim efendimizin
kitabında bu hadisi de içinde naklettiği baba verdiği isim hadisi böyle
anlamamıza engeldir. Hadisin yer aldığı bap şöyledir: “Kuvvetli olmak ve
âcizliği terk etmek, Allah’tan yardım dilemek ve ka-dere teslimiyet göstermek
babı.” Şimdi o konuda detaya girmek istemiyorum, sizler Müslim’e
bakarsınız.
Ben
şunu söyleyeyim: Bir kişinin güçlülüğü, kuvvetliliği dört noktada, ya da dört
şeyiyle olur. 1- Bedenen, fiziksel yönden, bileği, pazusu yönüyledir. 2- Mal
mülk, servet, ekonomik güç yönüyledir. 3- Veya sosyal statüsü, makamı, koltuğu,
çevresi, kredisi yönüyledir. 4- Ya da iman gücü yönüyledir. Unutmayalım ki şu
son zikrettiğim iman gücünün dışında sayılan yönlerden güçlü olan niceleri
vardır ki, âcizlik gösterdiklerinden, güç kaynakları olan Allah’tan habersiz
olduklarından çok güçsüzdürler. Meselâ bir at düşünün. Sürücüsüne göre bedenen
çok daha güçlüdür, ama âcizlik gösterdiği için sürücüsü ona hükmedebilmektedir.
Veya meselâ Çin seddini, Piramitleri yapanlar yaptıranlardan çok daha güçlüdür
bedenen, ama güçlerinin, güç kaynaklarının farkında olmayıp âcizlik
gösterdikleri için berikiler onlara hükmetmektedirler. Öyle değil mi? Kolay
değil değil mi o kocaman taşları oraya taşımak, koymak. Bunlar bedenen
güçlüdürler, ama âcizdirler, köledirler, köle ruhludurlar. Tüm köleler böyledir.
Meselâ bir hain,
bir kâfir Allah’ın dinine küfrediyor, Allah’ın kitabıyla alay ediyor, peygambere
hakaret ediyor. Yanı başındaki bir müslüman köle buna ses çıkarıp cevap bile
veremiyor. Neden? Bedenen ondan daha mı zayıf? Hayır, ama âcizlik psikozu
içinde, gücünün farkında değil, güç kaynağı ile irtibatı yok, Allah’ın gücünden
ve yardımından gafildir. Halbuki Allah’a dayanıp, güvenip bir yumruk vursa,
inanın yarısı boşa gidecek, karşısındaki bu kadar iman
güçsüzü.
Evet, Allah’ın Resûlü buyuruyor ki; kuvvetli mü’min Allah’a za-yıf
mü’minden daha sevimli ve hayırlıdır. Sonra buyurur ki; ey müs-lüman, sen sana
hayırlı olan şeye haris ol. Sana faydalı olan şeyin peşine düş. Her konuda
Allah’tan yardım iste ve asla âciz olma, âcizlik gösterme. Allah varken kendini
hiçbir zaman âciz görme. Sana bir şey geldiğinde deme ki; keşke şöyle yapsaydım,
keşke böyle yap-saydım. De ki; bu Allah’ın takdiridir. Rabbim böyle takdir
buyurduğu için bunlar başıma gelmiştir. Çünkü O ne murad ederse onu yapar.
Unutma ki keşke, keşke sözü şeytana kapı aralamaktır. Bu söz şeytana kapı açar,
ya da şeytanın sözünü başlatır, şeytana fırsat
verir.
Dikkat ederseniz bu hadiste zayıflıkla güçlülük mukayese edilmektedir. Ve
kuvvetliliğin zayıflıktan daha üstün ve hayırlı olduğu ortaya konuyor. Fakat biz
kitap ve sünnette zayıfların da terviç edilip övüldüklerine, makbul kabul
edildiklerine şahit oluyoruz. Meselâ Bakara sûresinin 282. âyetinde, Nisâ
sûresinin 28 ve 75. âyetlerinde, Rum sûresinin 54. âyetinde, Tevbe sûresinin 71.
âyetinde, A’râf sû-resinin 75 ve 137. âyetlerinde, Enfâl sûresinin 26. âyetinde
hep zayıflar övülmektedir. Ben şimdi tek tek bu âyetleri okumuyorum, sizler
evlerinize varınca inşallah bakarsınız.
Bu
âyetlerde zayıf bir konumda olan borçlunun bir suç olmadığı, güçlünün ona yardım
etmeye teşvik edildiği, zayıfların cihattan muaf tutulduğu, o zayıflar adına
insanların savaşmak zorunda oldukları, zayıfların yeryüzüne varis kılınacakları,
Allah’ın zayıflara yardım edeceğini vaad etmesi, kavmi karşısında zayıf düşen
Harun’un güçlülerden daha hayırlı olduğu, zayıf bir konumda olan Şuayb
aleyhis-selâmın kendisini zayıf gören toplumundan çok daha hayırlı olduğu,
Bedir’de Allah’ın bizzat zayıf durumdaydılar dediği müslümanların karşılarındaki
güçlülerden çok daha hayırlı oldukları anlatılmaktadır.
Yine bakıyoruz, hadislerde de zayıfların güçlülerden hayırlı olduklarının
beyanı vardır. Meselâ Buhârî’de Resûlullah Efendimizin şöyle buyurduğunu
biliyoruz: “Namazı hafif tutun, zira arkanızda zayıflar,
ihtiyarlar ve ihtiyacı olanlar vardır.”
(Buhârî, ilim 29, ezan
61)
“Eğer zayıf ve hasta olmasaydım, yatsı namazını
ge-ce yarısına tehir edecektim.”
(İbni Mâce, Salât 8)
Bu ve benzeri hadislerden
anlıyoruz ki, İslâm zayıfın varlığını kabul etmekle birlikte ona yardımı
emretmektedir. Şimdi diyebilir misiniz ki sıhhatli mü’min hasta ve zayıf
mü’minden daha hayırlıdır. Buna kim cesaret edebilir? Onu öyle imtihan eden,
berikisini de öyle imtihan eden Allah değil mi? Resûlullah efendimizin şu
hadislerine ne diyeceğiz?
“Bilesiniz ki toplumun zayıf gördüğü kimseler
cennete girecektir.”
(Müslim, cennet
34)
“Zayıf, savaşta kendisiyle dua edilip yardım
iste-nenlerdir.”
(Buhârî cihat
75)
Evet, hattâ bu hadislerde zayıfların övüldüklerine şahit oluyoruz.
Nitekim Habeş kıralı Herakliyus Ebu Sufyan’a soruyordu: Ey Ebu Sufyan, söyler
misin bana; Mekke’de yeni zuhur eden bu dine kimler iman ediyor? Bu peygamberin
peşine ilk defa kimler düşüyor? Zayıflar mı, yoksa güçlüler mi? Fakirler mi,
yoksa zenginler mi? Ebu Süfyan diyordu ki; ey emir, bu dine ilk girenler, bu
dâvete ilk koşanlar içimizdeki zayıflar ve fakirlerdir. Peki şimdi acaba Ebu
Süfyan bu sözleriyle, onlar bizim en hayırsızlarımızdır mı demek istiyordu? Öyle
di-yebilir miyiz? O zayıflar toplumun en hayırlıları
değil miydi? Resûlullah Efendimiz; “Ümmetimin en hayırlıları benim dönemimde o-lanlardır.” Buyurmuyor mu?
Bakın bu hadislerde zayıfların hayırlı oldukları anlatılıyor. Yine bir hadis
daha hatırlıyorum; “Sizin adınıza artık fakirlikten korkmuyorum, lâkin zenginlik sebebiyle
helâkinizden endişeleniyorum.”
(Buhârî, megazi
12)
Şimdi eğer sadece bu hadis olsaydı, diğer hadisler ve âyetler olmasaydı
buradaki güç bedenî ve ekonomik güçtür, o halda bedenen ve mâlen güçlü olanlar
Allah katında bedenen zayıf ve mâlen fakir olanlardan daha hayırlıdır deyip
geçip gidecektik. Ama bakın hiç de öyle değildir mânâ.
Öyleyse burada anlatılan güç nedir, kuvvet nedir, zayıflık nedir, nasıl
bir zayıflıktır, bunu tanımaya çalışalım. Bütün bu âyet ve hadislerden anlıyoruz
ki, buradaki güçlülük ve zayıflık mal yönünden, beden yönünden güçlülük ve
zayıflık değildir. Çünkü bedenî güçlülük ve zayıflık da, mâli güçlülük ve
zayıflık da fıtrîdir, Allah’ın takdiridir. Çünkü zayıflık ve fakirlik
dönemindeki bir çocuktan, güçlülük ve zenginlik dönemindeki bir genç daha
hayırlıdır diyemeyiz. Veya kuvvetlilik dönemindeki bir genç güçsüzlük ve
zayıflık dönemini yaşayan bir ihtiyardan daha hayırlıdır diyemeyiz.
Çünkü Resûlullah
Efendimiz Ebu Zer efendimize; “ey Ebu Zer, sen zayıfsın, onun için benden
imaret, yöneticilik isteme” derken, her halde onun mal yönünden ve beden
yönünden zayıf olduğunu kas-tetmiyordu. O halde nedir burada anlatılan zayıflık,
güçlülük?
Burada anlatılan zayıflılık ve güçlülük bedenen ve mâlen değildir. Burada
kastedilen güçlülük ve zayıflık imanen güçlülük ve zayıflıktır. İman yönünden
bir güçlülük ve zayıflıktır. Çünkü Allah’ın Resûlü; “iri, şişman bir adam, eğer imandan yoksunsa Allah
katında sineğin kanadı kadar bir değer ifade etmeyecektir” buyurur. (Müslim,
Münâfikûn 18)
Öyleyse iman yönünden güçlü olan, güç kaynağının bilincinde olan,
Allah’tan yardım isteyip âcizlik göstermeyen bir mü’min Allah katında bu
noktalarda zayıf olan mü’minden daha hayırlıdır. Öyle değil mi? İşte görüyoruz,
nice bedenen güçlü, sıhhatli, çaksan yere geçebilecek yirmilik genç vardır ki
mideleri oruca müsaitken oruç tuta-mıyorlar. Ama nice güçsüz, hasta yetmişlik
ihtiyar var ki çok rahat oruç tutabiliyor. Öyleyse güçlü, iman güçlüsüdür, zayıf
da iman yö-nünden zayıftır. Ne beden yönünden, ne de mal mülk yönünden
de-ğildir.
Nitekim Kâb Bin
Malik mâlen en güçlü olduğu dönemindeyken Tebuk seferinden geri kalıyordu. Demek
ki mü’min imanıyla, ameliyle, düşüncesiyle güçlüdür. Demek ki ameliyle,
yaptıklarıyla, yapmak istedikleriyle terazide kendisini ortaya konup bir değer,
bir ağırlık ifade eden kişi Allah katında daha hayırlı ve üstündür. Benim
bildiğim budur, herhalde bu kadar söz yeter bu konuda. Ayrıca soruyu soran
arkadaşımız ikna olmadıysa dersten sonra tekrar
konuşabiliriz.
60,64. “Toplulukta
bulunanlar ise: “Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin; bunu başımıza getiren
sizsiniz; ne kötü bir duraktır!” derler. “Rabbimiz! Bunu kim başımıza
getirdiyse, ateşte onun azabını kat kat artır” derler. Şöyle derler:
“Kendilerini dünyada iken kötü saydığımız kimseleri burada niçin görmüyoruz?
Onları alaya alırdık; yoksa şimdi gözlere görünmezler mi? İşte cehennemliklerin
bu şekilde tartışması gerçektir.”
Berikiler,
saptıranlar, ele başları da diyecek ki onlara, “sizi kahrolasıcalar, sizi
akılsızlar, asıl siz bize yol açtınız. Asıl siz bize imkân verdiniz. Asıl siz
bizi tanrılaştırdınız. Siz bizi saptırdınız. Siz bize itaat edip
tanrılaştırmasaydınız, biz kendimizde o cesareti bulamaz-dık. Siz vicdanlarınızı
bize satmasaydınız, biz sizin üzerinizde tanrı-laşamazdık. Rabbimiz bunu kim
başımıza getirdiyse, bizim sapmamıza kim sebep olmuşsa, onlara azabını kat kat
ver,” diyecekler. Müs-tekbir ve mustaz’afların oradaki, cehennemdeki
atışmalarını önceki sûrelerde uzun uzun anlatmıştı Rabbimiz.
Sonra yine diyecekler ki o cehennemlikler, “hani o dünyada kötü
saydığımız kimseleri burada göremiyoruz? Nerede onlar? Nereye gitti onlar?
Dünyada sanki en şerlilerdi onlar bizim gözümüzde. Basit, bayağı, ağzının tadını
bilmeyen, yaşamayı bilmeyen insanlardı onlar. Ne oldu? Nereye gitti onlar? Yoksa
gözlerimiz mi kayboldu? Gözden mi kayboldu onlar? Halbuki biz dünyada onlarla
alay ediyorduk, maskaraya alıyorduk onları. Yoksa şimdi gözlere görünmez mi
oldular onlar?” Bununla kast ettikleri zikir ehli olan mü’minlerdir. Onlar
cennete gittikleri için, orada göremeyince böyle diyecek kâfirler. İşte bu
şekilde kâfirlerin cehennemde tartışmaları, atışmaları bir gerçektir, diyor
Rabbimiz.
65,66. “Ey Muhammed!
De ki: “Ben sadece bir uyarıcıyım. Gücü her şeye yeten tek Allah’tan başka tanrı
yoktur. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi, güçlüdür, çok
bağışlayandır.”
Ey
peygamberim, sen de ki, ben sizi azapla, cehennemle uyarıyorum. Tek olan, her
şeye gücü yeten Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak, kulu-kölesi
olunacak, çektiği yere gidilecek İlâh yoktur. O göklerin, yerin ve ikisi
arasında bulunanların Rabbidir. Hepsinin boyunlarındaki kulluk ipinin ucu elinde
olandır. O Azîzdir, Gaffardır.
67,70. “De ki: “Bu Kur’an büyük bir haberdir,
ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz. Onlar tartışırlarken Mele-i A’lâdaki bu
olanlar hakkında bir bilgim yoktu. Bana sadece vahy olunuyor; doğrusu ben ancak
apaçık bir uyarıcıyım.”
Yine
onlara de ki peygamberim, bu Kur’an en büyük haberdir. Biz de söyleyelim ki
ondan daha büyük haber yoktur. Zamanları, mekânları, çağları, insanları,
büyükleri, küçükleri, erkekleri, kadınları, yaşlıları, gençleri, zenginleri,
fakirleri bütün zaman ve mekânda ilgilendiren en büyük haber, pörsümeyen,
eskimeyen, değerini kaybetmeyen haber işte “Nebeu’l azîm” olan Kur’an’dır.
Önünde saygıyla eğilinmesi, durup dinlenilmesi gereken, insanların tümünü
ilgilendiren, zamanın tümünü kapsayan, mekânın tümünü ilgilendiren bir haberdir
Kur’an. Bizi ilgilendiren, hem bugünümüzü, hem yarınımızı, hem dünyamızı hem de
âhiretimizi ilgilendiren Kur’an’dan başka bir haber yoktur.
Söyleyin
Allah aşkına, kıyametten daha büyük, daha önemli bir haber olabilir mi? Bundan
daha önemli, bundan daha büyük bir haber olur mu? Olmaz değil mi? Yâni en büyük haber, azamet
sahibi, önünde saygıyla eğilinmesi gereken, dehşeti, büyüklüğü kabul edilmesi
gereken bir haber ancak Kur’an’dır, Kur’an
haberleridir.
Bugün herhangi bir haber programı değil, dünyanın bütün haber
şebekelerini meşgul edecek bir haber yayınlansa kaç gün sürer? Ya da bu haber
kaç kişiyi ciddi biçimde ilgilendirir? En büyük haberler kaç kişiyi
ilgilendirir? Veya ilgilenseler bile ne kadar süreyle ilgilendirir insanları?
Kaç gün? Kaç ay? Kaç yıl ilgilendirir insanları? Bir yıl, elli yıl, yüz
yıl… Öyle olmuş, nitekim sonunda
unutulup gitmiş.
Ama
bakıyoruz, Kur’an kıyamete kadar bütün insanları, bütün zamanları, bütün
mekânları kapsayacak gerçekten azamet sahibi bir haber. Kur’an’ın bize verdiği
haberler öyle azîm, öyle büyük ve önemli haberlerdir ki, tüm insanları, tüm
zamanları ilgilendiren haberlerdir. Ah! Keşke insanlar kendilerine lazım olmayan
haberler peşinde koşacaklarına gerçekten kendilerine lazım olan haberlere
yönelebilselerdi! İnsanlar keşke şu şeytan vahiyleriyle, şeytan vahiylerinin
haber programlarıyla ilgilendikleri kadar Rabblerinin haberleriyle
ilgilenebilselerdi… Hacınızı da hocanızı da bu şeytan vahiylerinden
engelleyemi-yoruz. Herkesin evinde şeytan vahiylerini alma aygıtları vardır. Ama
şunu söyleyeyim: Kur’an’ın dışındaki haberlere ne kadar zaman ayırırsanız
ayırın, ama mutlaka Kur’an’a zaman ayırın! Beş saat televizyon, üç saat gazete,
bir saat tabelâları, levhâlârı, dükkan reklamlarını okuyoruz da, Allah için
biraz da Kur’an levhâlârını, Kur’an tabelâlarını okumalı değil miyiz?
Ama
maâlesef insanlar bu habere karşı müstekbirce bir tavır takınıyorlar.
Kendilerinin mukadderâtını tayin edecek olan bu kitabın haberlerine karşı
eyvallahsız davranıyorlar. Kendi hayat programlarına karşı ilgisiz kalıyorlar.
Halbuki gerek indiği dönemde, gerekse kıyamete kadar ki her bir zaman diliminde
bu haberi reddedenler, ilgilenmeyenler açısından hiçbir fark yoktur. Kitap
açısından da insanlar onunla ister ilgilensinler, isterse ilgilenmesinler bu
onun en büyük haber oluşu gerçeğini hiçbir zaman değiştirmeyecektir. Başka
değil, bununla ilgilenmeyenler sadece kendi şereflerini alçaltmaktadırlar.
En
büyük haber bu kitabın haberleri iken, insanlar ondan yüz çeviriyorlar. Halbuki
ey peygamberim, sen de ki, “onlar mele-i a’lâda tartışırlarken bu olaylardan
benim bilgim yoktur. Ben onların yanında değildim. Ben ancak bana vahye dilen
bir nezir-i mübînim. Ben ancak bana vahy edilenleri bilen ve duyuran bir
uyarıcıyım,” deyiver. Bakın işte size büyük bir
haber:
71,76. “Rabbin
meleklere şöyle demişti: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan
ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın. İblisten başka bütün melekler secde
etmişlerdi. O, büyüklük taslamış ve inkârcılardan olmuştu. Allah: “Ey İblis,
kudretimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi? Yoksa
gururlananlardan mısın?” dedi. İblis: “Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten
yarattın, onu çamurdan yarattın” dedi.”
Adem’in
(a.s) yaratılışı, halifelik özelliğinin kazandırılması, yâni kendisine ruh
üfürülmesi, ilim, akıl ve irade verilmesi, Allah’ın bu kararını kabul adına tüm
meleklerin ona secdeyle emredilmesi, İblisin sec-de etmeyişi konusu Bakara’da,
A’râf’ta, Hicr’de, İsrâ’da, Kâf ve Tâhâ sûrelerinde uzun uzun anlatıldı. Burada
bu konunun son durağı olarak bir özet görüyoruz. Önceki sûrelerde detaylı bir
biçimde üzerinde durduğumuz için, burada sadece Rabbimizin, “ona ruhumdan
üfürdüğüm ve kendi elimle yarattığım halde niçin secde etmedin,” ifadesi
üzerinde bir iki söz söyleyip geçeceğim:
Rabbimiz buyuruyor ki, “niye? Ne oldu sana ey İblis? Ben Adem’i iki
elimle yarattım. Ona ruhumdan üfürdüm. Niye ona secde etmedin? Ona ruhumdan
üfürdüm ve iki elimle yarattım onu.” Bunu nasıl anlayacağız? Yâni Allah Adem’e
kendi ruhunu üfürdü de kendisi ruhsuz
kaldı diye mi anlayacağız? Hâşâ, böyle bir anlayış bâtıldır. Bu,
Rabbimizin mülkiyetini anlatıyor. Ruh denilince ayrı, el denilince de ayrı bir
mülkiyet kavramı anlayacağız. Allah en iyisini bilir. Hadislerde geçen Allah’ın
gölgesi, Allah’ın arşı’nın gölgesi ifadesini de böyle anlıyoruz.
Meselâ
şu anda bir arkadaşımızın dükkanında olduğumuzu düşünelim. Bulunduğumuz bu yer,
arkadaşımızın gölgesidir. Arkadaşımızın gölgesi demek, yâni güneş vurdu da
arkadaşımızın gölgesi şuraya düştü filan değildir. Arkadaşımızın mülkiyetini
anlatır bu. Allah’ın beyti, evi ifadesi de böyledir. Allah’ın mülkiyetini
anlatır bütün bunlar. Öyleyse Rabbimizin Adem’e (a.s) verdiği ruhla bize,
hepimize verdiği ruh arasında bir fark yoktur. Bunların hepsi Allah’tandır. Biz
aynen bize denildiği gibi imandan yanayız. Evet Allah böyle dedi, şeytan böyle
dedi gibi bir diyalog ortaya konuyor.
77,83. “Allah: “Defol oradan, sen artık
kovulmuş birisin. Ceza gününe kadar lânetim senin üzerindedir” dedi. “Rabbim!
Dirilecekleri güne kadar beni ertele” dedi. Allah: “Sen bilinen güne kadar
erteye bırakılanlardansın” dedi. İblis: “Senin kudretine andolsun ki, onlardan,
sana içten bağlı kulların bir yana, hepsini azdıracağım” dedi.
Nerede
ve ne zaman olduğunu bilmediğimiz bu diyalogdan sonra şeytan rahmetten kovuldu.
Sonra Allah’tan bir imkân istedi. Rabbimiz ona bu imkânı verdi. O da dedi ki,
“izzetin üzerine yemin ederim ki!” Bakın şeytan Allah’ı çok iyi biliyor. İzzeti
üzerine yemin edilecek varlığı, izzet ve şeref sahibini biliyor, tanıyor. Ama
demek ki bilmekle iman etmek ayrı ayrı şeylermiş, buradan bunu anlıyoruz. Yine
Rabbimizin haber vermesiyle anlıyoruz ki, biz iyi bir Müslüman olursak şeytan
bize hiçbir şey yapamayacakmış. İşte şeytanın böyle dediğini, bize Rabbimiz
haber veriyor. Bu haberle ilgilenirsek Rabbi-miz bizi onun şerrinden
koruyacaktır.
84,88. “Allah:
“Doğrudur; işte Ben hakikati söylüyorum, sen ve sana uyanların hepsiyle
cehennemi dolduracağım” dedi. Ey Muhammed! De ki: “Buna karşılık sizden bir
ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim. Bu
Kur’an, ancak dünyalar için bir öğüttür. Onun verdiği haberin doğruluğunu bir
zaman sonra öğreneceksiniz.”
Allah
doğrudur, Allah hakkı söyler. Kim ki Allah’ı, Allah’ın zikrini, Allah’ın bu en büyük haber olan kitabını bırakır da
şeytana tâbi olursa, şeytan peşinden giderse, onlar da o şeytanın gittiği,
gideceği yere, cehenneme gitmek zorunda kalacaktır.
Ey
peygamberim sen de ki onlara: “Ey insanlar, ey dünyalılar, kesinlikle bilesiniz
ki ben sizden bir ücret istemiyorum.” Bizler de diyelim bunu. Biz yaptığımız bu
tebliğimizin karşılığında sizden bir ücret, bir mükâfat, bir karşılık
beklemiyoruz. Biz kendiliğimizden bir şeyler söyleyenler de değiliz. Biz size
Rabbinizin haberlerini duyuruyoruz. Ben tekellüf sahibi de değilim. Yâni sizleri
zorlayıcı, size baskı kurucu, size meşakkat verici de değilim. Sizin altından
kalkamayacağınız yükler yükleyen değilim ben. Siz bilirsiniz ben sizi Rabbinizin
mesajıyla karşı karşıya getirdim.
Eğer
bu mesaja inanmaz, bu zikirle ilgilenemezseniz, kesinlikle bilesiniz ki bu
zikir, bu kitap tüm âlemlere gönderilmiştir. Sizinle sınırlı değildir. Mekke
ile, Türkiye ile sınırlı değildir bu zikir. Siz ilgilenmezseniz bile bununla
ilgilenenler, buna sahip çıkanlar çıkacaktır elbette. Ama unutmayın ki,
reddetseniz de bu kitabın haberlerinin doğruluğunu zamanla öğreneceksiniz.
Yaşarken, ölürken, kabirle, di-rilişle, haşir-neşirle öğrenecek, cennet ve
cehennemle öğreneceksiniz.
Rabbim gereğiyle iman ve amel eden kullarından eylesin. Rabbim zikriyle
bir hayat yaşayanlardan eylesin. Velhamdü lillahi Rabbi’l-Âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder