SÂFFÂT
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 37, nüzûl sıralamasına göre 56,
mesânî kısmının ikinci sûreler grubunun ilk sûresi olan Sâffât sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup, âyetlerinin
sayısı 182 dir.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve O’nun pâk aile
halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
Adını ilk kelimesi olan “Sâffât”
kelimesinden almış, Mekke’de nâzil olmuş 182 âyetlik bir sûreyle karşı
karşıyayız. İnşallah bu haftadan itibaren bu sûre üzerinde düşünmeye, aklımızı,
duyularımızı bu sûrenin emrine vermeye ve Rabbimizin bu sûresinde bize
ulaştırmayı dilediği mesajları anlamaya çalışacağız. Böylece zamanımızı
bereketlendirmiş, bilgi dağarcığımızı doldurmuş, imanlarımızı zirveye çıkarmış,
yarına bu sûreyi kuşanmış olarak çıkmaya çalışacağız Allah’ın
yardımıyla.
Sûre, diğer Mekkî
sürelerde olduğu gibi akide konusunu işlemektedir. İnsanların kalplerini şirkin,
putperestliğin pisliklerinden temizleyip, tek olan Allah Teâlâ'ya yönelmek için
çarpıcı bir üslupla ikna edici ve düşünmeye sevk edici deliller getirmektedir.
Ayrıca câhiliye dönemi müşriklerinin, şirk çeşitlerinden biri olan melekleri,
haşa Al-lah’ın kızları olarak nitelemelerinin saçmalığı ve ilâhi gerçeklikle
olan çelişkisi ortaya konulmaktadır. Azgın şeytanların yüce aleme yaklaşıp,
meleklerin konuşmalarından bir şeyler kapmaya çalışmaları durumunda, onların ne
şekilde kovularak etkisiz kılındıklarından haber veren sûre, öldükten sonra
dirilme ve kıyametle alakalı olaylardan bahsetmekte ve İbrahim (a.s) ve diğer
bazı peygamberlerin kıssalarından örnekler vererek insanları Allah'a ve âhirete
iman konusunda uyarmaktadır. İman ve inkârın neticesinde insanların öteki
dünyada karşılaşacakları durumlar, sürenin işlediği konular
arasındadır.
Sûrenin konularını ana hatlarıyla
şöylece sıralayabiliriz. Bu sûrede Rabbimiz Mekke müşriklerini ve kıyamete kadar
gelecek onların karakterini sergileyen kâfirleri tehdit ediyor. Mekke’de
elçisinin sunduğu tevhid akidesini reddeden, Allah’ı ve O’nun gönderdiği hayat
programına karşı kayıtsız kalmaya, düşman kesilmeye çalışan kâfirlerin çok kısa
bir süre içinde hüsrana uğrayacakları, kendilerini Allah’ın ordularının ayakları
altında bulacaklarını haber veriyor. Rabbimizin bu sûresinde peygamber
efendimize ve beraberindeki bir avuç müslü-mana müjdelediği zafer, galibiyet ve
kâfirleri tehdit ettiği azap, helâk ve mağlubiyet gerçekten çok garip bir
zamanda yapılıyordu. Ortada ne ordu vardı, ne de Müslümanlara ait bir güç ve
kuvvet. Resûlullah Efendimizin ve beraberindeki Müslümanların düşmanlarına karşı
galip geleceklerine dair ortada en küçük bir emare bile yoktu. Böyle bir şeye
bırakın kâfirleri Müslümanlar bile ihtimal verecek durumda değillerdi.
Mevcutlarının dörtte üçü zaten işkencelerden bıkıp ülkelerini terk etmişler,
başka coğrafyalarda yaşamak zorunda kalmışlar. Mekke’de kalan 50,60 civarındaki
müslüman ise her türlü zulüm ve işkence altında bunalmış bir durumdaydılar. Ama
bakın Rabbimiz o günlerde bir ordudan söz ediyor. Sizler Allah ordularının
ayakları altında ezileceksiniz buyuruyordu.
Varsın insanlar bu dâveti
küçümsesinler. Varsın insanlar o peygamberin ve Müslümanların kimsesiz ve güçsüz
olduklarını zannetsinler. Bir de bakıyoruz ki daha aradan on küsur yıl bile
geçmeden Mekke fethedilmiş, oradaki kâfirler aynen Rabbimizin buyurduğu gibi
Müslümanların ayaklarının altında kalmışlar.
Bu sûrede müşrik ve kâfirler sadece
tehdit edilmekle kalmıyor, aynı zamanda Rabbimizin sonsuz rahmet ve merhameti
gereği nasihat yoluyla tevhide dâvet edilmektirler. Bu konularda çevrelerinden
deliller ileri sürülerek akılları erdirilmeye çaba sarf ediliyor. Diğer taraftan
da onların yasallaştırıp peygambere karşı savundukları küfür ve şirk inanışları
eleştirilerek bunun kötü âkıbeti konusunda uyarılıyorlar. Bu arada geçmiş
kavimlerden örnekler, ibretler sunularak bir taraftan peygamber efendimize
müjde, cesaret, sabır ve metanet ka-zandırılırken, diğer taraftan kâfirlere
tehditler oluşturulmaktadır. O kıs-salardan biri İbrahim aleyhisselâmın
kıssasıdır. Rabbine tam teslim olmuş, tam güvenmiş olan İbrahim aleyhisselâm
Rabbinden emir alır almaz hiç tereddüt etmeden, aklı işin içine karıştırmadan
tam bir teslimiyet örneğiyle hemen oğlunu kesmeye yönelmiştir. İbrahim
aleyhis-selâmın Allah’a bu teslimiyetinin zikredilmesi, kendilerini sadece
dilleriyle İbrahim aleyhisselâma izafe eden, biz hanifleriz, biz İbrahim’in
yolundayız diye övünen, ama ne İbrahim aleyhisselâmla ne de onu teslimiyet
diniyle, İslâm diniyle uzak ve yakından hiç ilgileri bulunmayan müşriklere bir
uyarıda bulunulurken, Müslümanlara da Allah davasına karşı onun teslimiyeti ve
sabrı tavsiye edilmektedir.
Sûrenin son bölümlerinde de
peygamberin safında yer almış mü’minlere çok hoş müjdeler geliyor. Onlara şöyle
deniyor: Ey Müslü-manlar, daha yolun başında çektiğiniz sıkıntılardan dolayı
sakın ümitsizliğe kapılmayın. Unutmayın ki sonunda sizler galip geleceksiniz. Şu
anda belki karşınızdaki kâfirler galipmiş gibi göründe iseler de çok geçmeden
mağlup olacaklardır. Bu din Allah’ın dinidir, bu dâva Allah’ı dâvasıdır. Allah
dinini mutlak egemen kılacaktır. Siz bunu hiç düşünmeden yolunuza devam edin
denilerek sûre bitirilmektedir. Bu mukaddimeden sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım inşallah.
Evet, Rabbim sûreyi gereği gibi anlamayı ve amele dönüş-türmeyi hepimize
nasip etsin, kolay getirsin inşallah.
Rabbimiz, sûrenin başında üç konuya, üç nesneye yemin eder. Kitabımızdaki
yeminlerle alâkalı önceki sûrelerde epey bir şeyler demeye çalışmıştık.
1-5. “Ey insanlar! Sıra sıra duran ve
önlerindekini sürdükçe süren ve Allah’ı andıkça anan meleklere andolsun ki,
sizin Tanrınız Bir’dir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir;
doğuların ve batıların Rabbidir.”
Sıra sıra, saf saf duran, emre âmâde bekleyenlere yemin olsun ki!
Önlerine gelenleri toplayıp sürükleyenlere, zoraki yaptırım gü-cüne sahip
olanlara yemin olsun ki! Sonra zikri okuyanlara, tezkirayla birlikte olanlara,
pusulayı ele alanlara, haritayla yol bulmaya çalışan-lara, kitabı gündeme
alanlara yemin olsun ki! Gündemlerini, hayat programlarını zikirle, kitapla,
vahiyle belirleyenlere yemin olsun ki, si-zin İlâhınız, sizin program
belirleyiciniz, sizin boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, sizin
kendisini dinlemeniz gereken, çektiği yere gitmeniz, arzularını
gerçekleştirmeniz gereken İlâhınız, sahibiniz birdir. Tek bir İlâhınız vardır
sizin.
Rabbimiz üç yemin etti: Saf saf duranlar, emre âmâde bekleyenlere yemin
olsun ki, buyurdu. Bunlar her an Rablerine kulluk eden, her an Rablerini
dinleyen, Rablerinin her emrine inkıyat eden, her an Allah’ı zikreden melekler
olabilir. İşte şu anda Allah’a Allah’ın istediği gibi iman eden, saf saf Allah
huzurunda kıyamda duran, Rablerinden gelen her bir emir karşısında boyun büküp
teslimiyet ortaya koyan, Allah’ın dininin hâkimiyeti adına saf saf düşman
karşısında cihad eden, Allah’ın zikriyle beraber olan, Allah’ın kitabını okuyan,
kitapla bilgilenmenin kavgası içinde olan, kitabı gündemlerine alan,
gündemlerini kitapla belirlemeye çalışan mü’minlerdir.
İster melekler, isterse mü’minler olsun bu üç özellik sahibi kulları
üzerine gerçekleştirdiği bu üç yeminden sonra, Rabbimiz çok önemli bir konuya
dikkat çekiyor. Yeminlerin sebebi de işte bu çok önemli konuya dikkat çekmektir.
Böyle üç yeminle gündeme getirildiğine göre İlâhın tekliği konusu, çok önemli
bir husustur. Allah, sözü din-lenecek tek İlâhtır. Yasaları uygulanacak, rızası
kazanılacak, kendisi için hayat yaşanılacak tek İlâhtır. O’ndan başka çektiği
yere gidilecek, arzularına teslim olunacak İlâh yoktur, yetkili yoktur. O’ndan
başka hayata etkili olacak söz sahibi yoktur. Gecemizde-gündüzümüzde,
kazanmamızda-harcamamızda, eğitimimizde-siyasetimizde, hukukumuzda-ekonomimizde,
küsmemizde-barışmamızda, giyimimizde-ku-şamımızda, almamızda-vermemizde,
oturmamızda-kalkmamızda, ha-sılı tüm hayatımızda bir tek söz sahibi vardır, o da
Allah’tır.
Göklerin ve yerin, göktekilerin ve yerdekilerin, doğuların ve ba-tıların
Rabbidir O Allah. Göklerde ve yerde ne varsa, doğuda ve batıda ne varsa hepsinin
Rabbi, hepsinin yasa belirleyicisi, hepsinin sahibidir o Allah. Göklerde O’ndan
başka yaratıcı, O’ndan başka sahip, O’ndan başka hakim güç yoktur. Göklere
egemen olan O’dur. Göklerde uygulanmakta olan yasaların sahibi O’dur. Gökler
O’na boyun büküp teslim olmuştur. Gökler sadece O’nu dinlemektedir. Yerde de
O’ndan başka söz sahibi hakim güç yoktur. Yer ve yerdekiler de O’nu
dinlemektedir. Yeryüzünde de O’nun yasaları hakimdir. Ve her ikisi arasında ne
varsa, kim varsa onlara hakim olan da O’dur. Doğuların ve batıların,
doğudakilerin ve batıdakilerin sahibi, yaratıcısı, hakimi de O’dur. Güneşe, aya,
yıldızlara, her şeye ve herkese hakim olan da O’dur.
Onun bu ulûhiyet ve rubûbiyetine delil mi istiyorsunuz? O’nun göklerde ve
yerde tek Rabb ve tek İlâh oluşuna, tek söz sahibi oluşuna belge mi
istiyorsunuz? Alın size belgeler:
6,7. “Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle,
yıldızlarla süsledik. Onu inatçı her
türlü şeytandan koruduk.”
Biz yakın semâyı, size yakın olan, dünyadan müşahede ettiğiniz semayı,
yıldızlarla, kandillerle zînetlendirip süsledik. Rabbinizin sizin için bina
ettiği yedi kat semâdan size en yakın olan, görebildiğiniz, dünya semâsını
milyarlarca yıldızlarla süsledik, diyor Rabbimiz. Şu gördüğünüz kandillerle
donatılmış dünya semâsının ötesinde sizin görme ve bilme imkânınız olmayan,
ondan çok daha büyük ve her biri diğerini kuşatmış olan altı kat semâ daha
vardır. Onları da kuşatmış ve onların tamamını çölün ortasına atılmış bir yüksük
farz ettirecek kadar büyük Kürsî vardır ve onu da kuşatan ve küçücük bir yüksük
mesabesinde bırakan arş vardır. Bütün bu varlıklar Allah’ın hükümranlığı
altındadır. Bütün bu varlıklara egemen olan, hükmeden Allah’tır.
Bunları birazcık düşünüverseniz ne kadar küçüldüğümüzü, ne kadar
âcizleştiğimizi anlayacağız. Ama Rabbimizin bu âyetlerinden uzak yaşayan
insanlar kendilerinin âcizliklerini, basitliklerini anlayamayarak Rabblerine
karşı ne kadar da zalimce bir tavır takınabiliyorlar değil mi? İşte bunlar
Rabbimizin bize haber verip bildirdiği egemenlik alanlarıdır. Bunların dışında
bize bildirmediği daha nerelere hakimdir Allah bilir. Peki şu anda yeryüzünde
kendilerini bir şey zannederek İlâhlık taslayanların, Rabb’lik taslayanların,
egemenlik bizdedir, bizi dinlemek, bizim yasalarımızı uygulamak zorundasınız
diyenlerin güçleri ne kadar? Egemenlik alanları nereye kadar uzanıyor bu
za-vallıların? Tüm dünyaya egemen olsalar ne yazar? Bırakın arşı, birinci kat
semâdan ölçseniz bile bunların egemenlik alanları sineğin kanadı kadar bile
değildir. Sineğin kanadı kadar bile olmayan bir dün-yanın bir bölgesinde
hâkimiyet kurup, insanları Rabblerine kulluktan koparıp kendi yasalarına kul
köle edinmeye çalışanlara, güç kuvvet sahibi olduklarını iddia ederek Allah’la
savaş içine girenlere, Allah’a hayat hakkı tanımamaya, peygamberi susturmaya,
Müslümanları yok etmeye soyunanlara sadece gülünür. Ne kadar zavallı bir
konumdur bu değil mi?
O yıldızlarla, kandillerle
süslediğimiz gökyüzünü her bir inatçı, azgın, asi şeytandan da koruduk, muhafaza
altına aldık. Evet gökyüzü yıldızlarla süslenmiş, bakanların zevklerini okşasın
diye. Ama o yıldızların icrâ ettikleri bir başka fonksiyonları daha vardır, o da
gökyüzünü o inatçı şeytanlardan korumaktır. Kitabımızın başka sûreleri de bunu
anlatır. Burada bakın bu korumayı şöyle gündeme getirir Rabbimiz:
8-10. “Onlar yüce âlemi asla dinleyemezler.
Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır. Hele bir tek söz
kapan olsun; delici bir alev onun peşine düşüverir.”
Onlar, asi ve inatçı şeytanlar, cinler Rabbimizin görevli, itaatkâr, saf
saf emre âmâde bekleyen, Rabbimizin zikrini gündemlerinden düşürmeyen meleklerin
görev mahalli olan, konuşma mahalli olan, Rabbimizin emirlerini icra mahalli
olan o Mele-i A’lâ’yı asla dinleyemezler. Meleklerin konuşmalarına,
yazışmalarına asla muttalî olamazlar. Allah, gaybına asla muttalîi kılmaz
onları. Gaybını o pislere asla ezdirip bozdurmaz Rabbimiz. Her yönden kovularak
atılırlar onlar. Her ne zaman azıcık bir dinlemede bulunurlarsa, her ne zaman
bir kırıntı elde etmişlerse her bir taraftan taşlanır, atılır, kovulurlar. Onlar
için sürekli bir azap vardır. Hemen o anda onları yakan bir alev, bir ateş
parçası onları takip eder de, onu orada helâk ediverir. İşte böylece bina ettiği
gökler âlemini korunma altına almıştır Rabbimiz.
İşte yaptırım gücü olan melekler ve yıldızlarla âlemin programı olan
Levh-i Mahfuz cinlerden, şeytanlardan, sihirbazlardan, kahinlerden muhafaza
edilmiştir. Artık kimsenin bunlara inanması, bunlara bel bağlaması da
gerekmeyecektir. Çünkü hiç kimsenin Allah’ın gay-bını bilmesi mümkün değildir.
Cinlerin ve şeytanların da hiçbir güçleri yoktur. Göklerde, yerde ve tüm âlemde
tek güç, kuvvet sahibi, tek egemenlik, tek söz sahibi Allah’tır. Bakın bizim
çıkardığımız bu çıkarımı bundan sonraki âyetinde Rabbimiz şöylece ilân
eder:
11. “Ey Muhammed! Allah’a eş koşanlara sor:
Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa Bizim yarattığımız gökleri yaratmak
mı? Aslında Biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yaratmışızdır.”
Sor onlara bakalım peygamberim, yaratılış olarak onlar mı daha şiddetli,
yoksa bizim yarattığımız şu gökler ve yerler mi? Bir kendilerine baksınlar, bir
de bizim kendilerinin dışında yarattığımız şu varlıklara bir baksınlar. Bir
düşünsünler. Zaten kendilerini de Biz yarattık, kendileriyle şu kâinatı bir
mukayese etsinler. Hangisi daha güçlü? Hangisi daha büyük? Gerçi Allah için
büyük küçük, zor kolay diye bir şey yoktur. Zerrelerden kürrelere her şeyin
yaratılışı Allah için birdir ve zor değildir. Rabbimiz bir şeyi yaratmayı diledi
mi onun için sadece “ol!” der, o da anında oluverir. Ama insanlar açısından
gerçekten bu düşünülmesi gereken bir konudur. Kâinat ve insan, gökler ve insan,
yeryüzü ve insan, yıldızlar, güneş, galaksiler ve insan… Bunu düşündüğü zaman
aklı başında her insan kendi basitliğini, kendi âcizliğini anlayacak, Rabbinin
büyüklüğünü takdir edecek ve O’na bir savaşa tutuşma budalalığına asla
kapılmayacaktır.
Muhakkak ki Biz onları, o
insanoğlunu yapışkan bir çamurdan yarattık. Kendisini böylece basit ve yapışkan
bir çamurdan var eden, onu adam eden Rabbine karşı benlik iddiasında bulunan,
bilgi iddiasında, güç iddiasında bulunan zavallı insanın aklını erdirmeyi murad
ediyor Rabbimiz. Ona karşı sonsuz rahmeti gereği yapıyor tabii bunu. Ey insan,
bir düşün ve aklını başına al! Yaratıcın olan Allah’a karşı nasıl oluyor da kafa
tutuyorsun? Nasıl oluyor da O’na karşı Rabb’lik, İlâhlık, tanrılık iddiasında
bulunabiliyorsun? Nasıl oluyor da sen sensen, ben de benim diyebiliyorsun? Nasıl
oluyor da yaratıcının hayat programını bırakıp kendi hevâ ve heveslerini din
kabul edip bir hayat yaşayabiliyorsun? Nasıl oluyor da Allah’ın dinini bir
kenara bırakıp kendin gibi âciz insanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan
yasalar istikâmetinde bir dünya yaşıyorsun? Nasıl yapabiliyorsun bunu? Nasıl bir
çatışma içine girebiliyorsun Rabbin ile? Sen ki Rabbin tarafından işte böyle
basit bir çamurdan yaratıldın. Rabbin yarattı seni, hayatını O’na borçlusun.
Nasıl oluyor da bunu unutuyor ve kendinde bir güç ve kuvvet görebiliyorsun?
12-14. “Ey Muhammed! Evet; sen onlara
şaşıyorsun, onlar da seni alaya alıyorlar. Onlara öğüt verildiğinde öğüt
dinlemezler. Bir mucize gördüklerinde onu eğlenceye alırlar.”
Sen ey peygamberim, Rabbinin bu âyetlerinin bilincine erince Rabbinin bu
gücünü, kudretini, yaratıcılığını, göklere ve yere egemenliğini görünce hemen
şaşkınlık içine düşüyorsun. Rabbinin âyetleriyle Rabbini tanıdıkça taaccüp
ediyor, Rabbine karşı sevgin, saygın, kulluğun, haşyetin artıyor, ama onlar
senin bu durumunu gördükçe seni alaya alıyorlar.
Ya da ey peygamberim, sen onların Bana karşı bu nankörce tutumlarına,
Bana savaş açma divaneliklerine şaşıyor, hayret ediyor, onlar adına üzülüyorsun,
onlarsa seni alaya alıyorlar. Ne öğüt dinle-mez insanlar bunlar? Ne uyarılara
aldırış etmez, ne vurdumduymaz insanlar bunlar? Bunca âyet karşısında düşünüp,
akıllarını kullanıp ibret almaları gerekmez mi bu adamların?
Öyle değil mi? Yâni ben bir topraktan yaratılacağım. Ben kendi kendimi
yaratmaktan aciz olacağım. Rabbim beni basit bir topraktan var edecek, beni adam
edecek, bana hayat, güç kuvvet, göz kulak verecek, el ayak, akıl fikir verecek
ve aramızdan seçtiği birini peygamber seçip benim Rabbim, benim sahibim olarak
bana arzularını duyuracak, beni adam yerine koyup kendi bilgisiyle beni
bilgilendirmeyi murad edecek, beni o peygamberiyle şereflendirecek ve ben bu
âciz halimle O’nu bırakıp kendimi veya kendim gibilerini tanrılaştırarak onlar
istikâmetinde bir hayat yaşamaya kalkışacağım. Olacak şey midir bu? Nasıl
yapabilir bunu insan?
İnsanın Allah’la böyle bir çatışma içine girmesi, Allah’ın dinini,
âyetlerini, elçilerini alaya alması, Müslümanlarla eğlenceli bir tavır içine
girmesi işinden daha şaşkınca bir şey düşünülebilir
mi?
Kendilerine zikir duyurulduğu zaman,
kendilerine Allah’ın âyetleri duyurulduğu zaman, Allah’ın dini gündemlerine
getirildiği zaman gündemi anlamıyorlar. Kendilerine nasihat edildiği zaman
nasihatten faydalanmıyorlar, kendilerine bir şeref, bir gündem, bir hayat
programı olarak sunulan kitabı ve peygamberi ciddiye almıyorlar. Kendi
şereflerinin kadr-u kıymetini bilemiyorlar. Ne zaman ki Rabblerinden kendilerine
akıllarını erdirecek bir âyet gelse hemen onu alaya alıyorlar. Allah’ın
âyetlerinin işlevini bitiriyor ve diyorlar ki:
15-18. “Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz,
toprak ve kemik olduğumuz zaman, önceki babalarımız yahut biz mi dirileceğiz?”
derler. Ey Muhammed! De ki: “Evet hem de zelil ve hakir olarak.”
Bu apaçık bir büyüden, bir sihirden başkası değildir. Rabbimiz onları
adam yerine koyup, onları muhatap kabul edip kendi bilgisinden aktarımda
bulunacak, Kur’an ile bilgilenip şereflenecekler, Kur’an ile gündemlenecekler,
Allah bilgisiyle bilgilenecekler, nasihatle şereflenecekler, yolları
aydınlatılacaklar, ama gelin görün ki onlar Allah’ın bu apaçık âyetlerine, “bu
bir sihirden başkası değildir,” diyecekler. Sonra da diyecekler ki, “yâni demek
şimdi biz öldükten, toprak olduktan, yok olup gittikten, kemik olduktan,
kemiklerimiz çürüyüp gittikten sonra tekrar dirileceğiz öyle mi? Önceki
atalarımız da tekrar dirilecekler öyle mi? Siz bunu iddia ediyorsunuz ha? Buna
inanacağımızı zannediyorsunuz ha? Siz onu bizim külahımıza anlatın. Hayır hayır,
olmaz böyle bir şey! Biz kesinlikle böyle saçmalıklara inanmayız,” derler. İşte
kâfirin, müşrikin tutunduğu tüm inancı, gücü, kuvveti
buradadır.
Her
bir dönem elçiler geliyor, uyarıcılar geliyor, Allah’ın melekleri Rabbimizin
âyetlerini indiriyor, kendi aleyhlerine uyarılar geliyor, yaşadıkları kâfirce,
müşrikçe ve zalimce bir hayatın sorgulanmasına yönelik bilgiler gelince hemen
reddediyorlar, inkâr ediyorlar, olmaz böyle şey diyorlar. Şu bir gerçektir ki
bir adam kâfir mi, zalim mi, onun bu dünyada ilk yapması gereken şey Allah’ı,
Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçilerini ve dirilişi, kıyamet
gününün hesabını reddetmektir. Neden? Kâfirliği, zalimliği rahat icra
edemeyecektir de ondan.
Yâni düşünün bir insan hem Allah var diyecek, hem de kâfir ve zalim
olacak. Ham âhiret var, tekrar dirilecek ve yaptıklarımızdan ötürü hesaba
çekileceğiz diyecek, hem de zalimlik yapabilecek. Bu mümkün değildir. İşte bunun
için yok bu iş diyorlar. Olmaz böyle bir şey diyorlar. Hani binlerce yıldır ölen
atalarımızdan bir ses, bir haber yoktur diyorlar.
Âyetin bu ifadesi bir de şunu hatırlatıyor: Hani kimi imansızlar diyorlar
ya, “efendim daha önce ölen kimseler daha sonra bir başka insan kılığında tekrar
dirilip dünyaya gelirler. Ölmüşlerin ruhları bir başka doğan çocukla tekrar
dünyaya dönmektedir” filan diye zırvalarlar ya, eğer daha önceden ölüp de tekrar
böyle dirilip dünyaya geri gelen bir kişi bile olmuş olsaydı, elbette bu
insanlar peygambere karşı bu tavırlarını sergileyemezlerdi. Ama bakın şimdi
diyorlar ki, madem ki öldükten sonra tekrar diriliş var, hesap kitap var
diyorsunuz, haydi bir kişi bile örnek gösterebilir misiniz, diyorlar. Böylece
kendilerine büyük bir güç ve haklılık bulmaya çalışıyorlar.
Gerçekten ilk insan Hz. Adem’den (a.s) bu yana ölüp de tekrar dirilen bir
tek insan yoktur. Zaten ne önceki örneklerimiz, ne de son örneğimiz Hz. Muhammed
(a.s) hiçbir zaman böyle bir şey de dememişlerdir. Yâni insanlar şimdi
ölecekler, şimdi dirilecekler gibi bir vaatte, bir iddiada bulunmamışlardır.
Nereden çıkarıyorlar bunu? Böyle bir şey diyen mi olmuş ki, bunu delil olarak
kullanmaya kalkışıyorlar? Onların dedikleri, bugün bizim de dediğimiz şudur:
Herkes bu dünyada yaşayacak, ölecek ve kıyametin kopuşuyla herkes tekrar dirilip
hesaba çekilecektir. Onların bu itirazlarına karşılık Rabbimiz sevgili elçisine
şöyle dedirtiyor:
O akılsız kâfirlere de ki
peygamberim, “evet kıyamet günü sizler rezil rüsva olarak dirileceksiniz.
Reddettiğiniz o gerçeği görmenin horluğu, hakirliği içinde dirileceksiniz. Hor,
hakir, aşağılanmış mahluklar olarak diriltileceksiniz. Hem de zannettiğiniz gibi
bu dirilişleriniz zor da olmayacak.” Nasıl olacak? Şöyle:
19-21. “Tek bir
çığlık. Hemen bakıp kalırlar. Şöyle derler: “Vay bize! İşte bu ceza günüdür.
İşte bu fasıl günüdür ki siz onu yalanlayıp
durmaktasınız.”
Tek bir çığlık, tek bir anons, tek bir emir. Bir de bakmışınız ki herkes
Allah’ın huzurundadır. Herkes Rabbinin huzurunda bakıp durmaktadır. Kim itiraz
edebilir buna? Kim karşı gelebilir Allah’ın emrine? Kim kaçıp kurtulabilir
bundan? Mümkün mü? Allah emredecek, Allah kalkın diyecek ve birileri bu Allah
emrine karşı gelecek, bu Allah yasasına engel olacak. Mümkün mü bu? Kimin gücü
yetebilir buna?
O
gün bu Allah emriyle, bu Allah yasasıyla karşı karşıya gelen bu insanlar
diyecekler ki, “yazıklar olsun bize! Yuh bize! Eyvah bize! Vah bize! İşte bu
ceza günüdür! İşte bu bizim inkâr edip durduğumuz din günüdür. İyilerin
iyiliklerinin karşılığı olarak cennete uçacakları, kötülerin de kötülüklerinin
cezası olarak cehenneme akıp dolacakları bir gündür bugün,”
diyecekler.
Gerçekten Rabbimiz biz kulları için çok merhametlidir. Gerçekten
Rabbimizin bu dünyada bizi uyarmasının karşılığını ödememiz mümkün değildir.
Bakın bize rahmeti ve merhameti gereği yarın mutlak olacakları bugünden bize
haber veriyor. Düşünebiliyor musunuz? İnsan reddedecek, inkâr edecek, olmaz
böyle şey diyecek, kendisine, dinine, kitabına, elçilerine savaş açacak,
Müslümanları maskaraya alacak, Allah kullarına hayat hakkı tanımayacak, buna
rağmen rahmeti bol olan Rabbimiz ona uyarılarını sürdürecek, aklını başına al
diyecek, ölmediğin sürece dönüş imkânın, tevbe fırsatın var diyecek. Bundan daha
büyük bir rahmet düşünülebilir mi?
Öyle değil mi? Bir düşünün. Adam eline ölmüş birinin kemiklerini alacak,
büyük bir delil bulmuş gibi, “şu dirilecek ha? Biz tekrar dirileceğiz ha?”
diyecek, alayın zirve noktasında Rabbine ve elçilerine kafa tutacak sonra
Rabbimiz de bütün bunlara rağmen yine onun aklını erdirebilmek için âyetlerini
ve elçilerini peş peşe göndermeye devam edecek. Allahu Ekber, Allahu Ekber,
Allahu Ekber. Ne merhametlisin ya Rabbi! Ne büyüksün ya
Rabbi!
O
gün diyecekler ki, işte bu din günüdür. İşte bu fasıl günüdür. İşte bu herkesin
amellerinin ayrıştırılacağı ve amellerinin karşılığına göre yerleşim
merkezlerinin de tespit edileceği gündür. Herkes hakkında Allah’ın şu
âyetlerinin, Allah’ın yasalarının uygulanacağı, Allah’ın hükmünün geçerli
olacağı gündür. Hani inkâr ediyordunuz? Hani yalan diyordunuz? Hani olmaz böyle
şey diyordunuz? Buyurun işte yalanladığınız gün size geldi. Öyleyse gelin bugün
aklımızı başımıza alalım da o gün bu sözü söyleyenlerden olmayalım. Bakın o
günden bir tabloyla karşı karşıya geliyoruz bundan
sonra:
22-25. “İlgililere şöyle emredilir:
“Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah’ı bırakıp da taptıklarını
derleyin. Onları cehennem yoluna koyun. Onları durdurun; çünkü kendilerinden
daha da sorulacaktır. Şöyle sorulur: “Size ne oldu ki birbirinizle
yardımlaşmıyorsunuz?”
Gözümüzle gördüklerimizden, elimizle tuttuklarımızdan çok daha kesin
haberlerdir bunlar. Kesin bilgiler ve haberler. O gün ilgililere şöyle
emredilir. Toplanın! Toplayın! Kime veriliyor bu emir? Kâfirlere, zalimlere,
Allah’ı bırakıp tapındıkları varlıklara ve tapınanlara. Tanrı taslaklarına ve
kullara. Toplanın ey zalimler! Ortaklarınızla, destekçilerinizle,
yardakçılarınızla, tanrılarınız ve kullarınızla, Allah’ı bırakıp ta
tapındıklarınızla, Allah’ın yasalarını bırakıp yasalarını uyguladıklarınızla,
sahte İlâhlarınız, sahte Rabblerinizle birlikte toplanın bakalım. Sonra
görevlilere bir emir: Haydi bu kütükleri, bu molozları cehennem yoluna koyun!
Onları ateş yoluna sevk edin!
Onları durdurun ey melekler, ey saf saf duran, emre âmâde bekleyen,
önlerine kattıklarını koyun sürüsü gibi süren, buna güç yetiren melekler, haydi
toplayın ve durdurun bu sürüleri! Çünkü onlar mesuldürler, hesaba
çekileceklerdir veya kendilerinden daha da sorulacaktır. Size ne oldu ki
birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz? Niye dünyadaki gibi birbirinize yardım
etmiyorsunuz? Hani nerede kaldı o tanrılarınıza kulluklarınız? Hani
alkışlarınız, şöhretleriniz? Hani toz kondurmuyordunuz birbirlerinize? Ne oldu,
niye suspus oldunuz? İşte tutuklandılar hepsi de.
Tıpkı bu zalimlerin dünyada Müslümanları tutukladıkları gibi. Zalimlerin,
dünyada “Rabbim Allah” diyen Müslümanları ezip, kimilerinin ağzına bant
yapıştırıp kimilerini kodeslere tıktıkları, hayatı onlara zindan ettikleri gibi.
Ama onların orada tutuklanmaları çok daha büyük, çok daha acımasız, çok daha
uzun sürelidir. Bitmeyen bir tutukluluk, sonu gelmeyen bir azap ve işkence.
“Hâlidîne fîhâ”, ebedî bir cehennem. İşte bu âyetler de bizim için büyük bir
rahmet eseridir. Yarın böyle tutuklananlardan, böyle hor hakir cehenneme
sürüklenenlerden, zalimlerden ve destekçilerinden, yardakçılarından olmamamız
için bugün bu âyetlerle birlikte olmak, bu âyetleri gündemlerimizde tutmak
zorundayız.
26,30. “Hayır; bugün onların hepsi teslim
olmuşlardır. Birbirlerine dönüp soruşurlar. İleri gelenlerine: “Doğrusu siz bize
sûret-i haktan görünürdünüz” derler. Onlar da şöyle derler: “Hayır; siz inanmış
kimseler değildiniz. “Bizim sizin üstünüzde bir nüfûzumuz yoktu. Bilâkis, azmış
bir millettiniz.”
Hayır hayır, bilâkis bugün onlar tutukludurlar. Bugün onlar
tutuklanmışlardır. Allah’ın emriyle tutuklananlar ne yapabilirler ki? Melekler
onları cehenneme doğru sürüklerse, ne yapabilirler ki? Yardıma bir yetkileri,
güçleri olmazsa ne yapabilirler ki? O tutuklu olarak ateşe sevk edilenler, ancak
şunu yaparlar: Birbirlerine dönerler, birbirlerine yönelirler ve birbirleriyle
konuşmaya, atışmaya başlarlar. Birbirlerine sorup soruştururlar. Şimdi şu anda
birilerinin kulu kölesi olarak bir hayat yaşayanlar, Allah’ın dinini, Allah’ın
hayat programını bırakıp ta birilerinin arzuları, istekleri, yasaları
doğrultusunda bir hayat yaşayanlar diyecekler ki, “siz bize sağdan geliyordunuz.
Sağdan gelerek, sûret-i haktan görünerek bizi kandırıyordunuz.”
Onlar da derler ki, “yok yok siz mü’minler değildiniz. Siz aslında
inanmış kimseler değildiniz. Tamam, doğrusu biz size Rabblık ve İlâhlık
taslayarak sizleri aldatmaya çalışıyorduk, ama siz de Allah’a inanmadığınız için
peşin peşin bize aldanıyordunuz, aldanmadan yana bir tavır sergiliyordunuz. Bize
aldanmak işinize geliyordu. Çünkü bizim Rabb olmadığımızı, İlâh olmadığımızı,
sizin gibi birer âciz kul olduğumuzu pekâlâ biliyordunuz. Bizim sizden farklı
bir tarafımız yoktu. Bizim sizin üzerinizde bir sultamız, saltanatımız, gücümüz
kuvvetimiz de yoktu. Sizi biz yaratmamıştık, havanızı, suyunuzu, güneşinizi,
elinizi, ayağınızı biz vermemiştik. Sizi zorlayıcı bir gücümüz yoktu.
İradeleriniz vardı, serbesttiniz. Ama sizler azgın, zalim, Rabbinizden,
Rabbinize kulluktan, Rabbinizin yasalarını uygulamaktan, hayatın her alanında
O’na kulluktan, O’nu dinlemekten bıkıp usanmış, kendinize, kendi hevâ ve
heveslerinize uygun yasalar yapacak tanrılara ihtiyaç duyan sapıklardınız. Siz
seçtiniz, biz hükmettik. Siz teslim oldunuz, biz yasa yaptık. Siz verdiniz, biz
aldık. Size, sizin vicdanlarınızı satın almaya geldiğimizde hangi tepkiyi
gösterdiniz? Alan memnun, satan memnundu. Böylece siz gönüllü kullar, bizler de
gönüllü tanrılar olarak bu hayat bizi ölüme kadar
götürdü.”
31,34. “Bu sebeple, Rabbimizin sözü
aleyhimizde gerçekleşti. Şüphesiz azabı tadacağız. Sizi biz azdırmıştık, çünkü
kendimiz azgındık. O gün hepsi azapta birleşirler. Doğrusu suçlulara böyle
yaparız.”
Şimdi de kendimizi burada, gerçek Rabbimizin huzurunda bul-duk ve artık
Rabbimizin sözü bizim üzerimize gerçekleşti. Rabbimizin sözü hak oldu. Ne
demişti Rabbimiz? Öleceksiniz demişti, kıyamet kopacak ve tekrar dirilecek ve
yaşadığınız hayattan hesaba çekileceksiniz, demişti. İşte bütün bu merhalelerden
geçtik ve artık isyanlarımızın, söz anlamazlığımızın karşılığı olarak bizler de
bu azabı tadacağız; bu azaptan kurtulmamız da mümkün değildir. Yâni boşuna
bir-birimizi suçlayarak bağırıp çağırmaya gerek yok, boşuna kendinizi
yormayın.
Yâni bizler azgındık, sizi de azdırdık. Biz Allah tanımaz, din tanımaz
sapıklardık, sizleri de kendimiz gibi saptırdık. Bu böyledir, doğrudur. Biz
azgındık, sizleri de azdırdık. Azgınlara tabi olursanız sonunuz elbette böyle
olacaktı. Sizinle de işimiz fena değildi yâni! Siz kullar, biz tanrılar güzel
gidiyordu dünyada işler. Sizler de bizler de menfaatlerimize rahat ulaşıyorduk.
Sizler bizi, bizler de sizi kullanıyor, birbirimizden faydalanıyorduk. Allah’ı,
peygamberi, dini, kitabı, âhireti, hesabı devreden çıkardık mı, hayat daha güzel
oluyordu. Rahatlı-yorduk, tüm sorumluluklardan kurtuluyorduk. Dilediğimiz gibi
yaşıyor, istediğimiz her şeyi yapabiliyorduk. Keyfimize diyecek yoktu. Canımızın
çektiği her şeyi yapabiliyorduk. “Bugün artık onlar azapta müşterektir,” diyerek
onlar hakkında Rabbimizin hükmü geliyor.
Kullar da tanrılar da aynı azabın içindedirler. Tanrılar ve kullar
ayrılmıyor. Tâğutlar, zalimler, yöneticiler de, akıllarını, iradelerini onların
cebine teslim edip onlara tâbi olanlar da aynı azabın içindedirler. Allah’ı
reddeden, Allah’ın dinini, Allah’ın yasalarını reddedip kendi yasalarını onun
yerine ikâme eden zalimler de, onlara destek olanlar da, onlara itaat edenler de
aynı azabı paylaşmaktadırlar. “İşte mücrimlere, günâhkârlara böylece ceza
veririz,” diyor Rabbimiz. Bundan sonraki âyetinde bunların günâhlarının,
cürümlerinin keyfiyetini de şöylece açıklar:
35,36. Onlara: “Allah’tan başka tanrı yoktur”
denildiği zaman şüphesiz büyüklenirler. “Deli bir şair yüzünden tanrılarımızı mı
bırakalım?” derlerdi.”
Onlara “La İlâhe illallah deyin, Allah’tan başka sözü dinlenecek,
yasaları uygulanacak, arzuları yerine getirilecek, kendisi için hayat yaşanacak
İlâh yoktur deyin; İlâh sadece Allah’tır, kendisine kul olunacak, ibadet
edilecek varlık sadece Allah’tır, emir ve yasaklarına boyun eğilecek varlık
sadece Allah’tır,” denildiği zaman onlar büyükleniyorlar, kibirleniyorlar,
müstekbirce bir tavır takınıyorlardı. Kimmiş Allah? Neymiş Allah? Allah’ın emir
ve yasakları da neymiş? Allah’a kulluk da neymiş? Rabb ve İlâh biziz. Yasa
belirleme yetkisi bize aittir. Siyasal, ekonomik ve askerî güç bizim
elimizdedir. Egemenlik yetkisi bizdedir. Bizi dinlemek zorundasınız. Bizim
istediğimiz gibi bir hayat yaşamak, bizim dinimizi, bizim hayat programımızı
uygulamak zorundasınız diyerek karşı geliyorlardı. İşte bundan dolayı onlar
cehennem azabını hak ediyorlar.
Bir de yine onlar diyorlardı ki,
“biz hiç deli bir şair için İlâhlarımızı terk eder miyiz?” Peygamberlere,
Allah’ın elçilerine, son elçi Muhammed’e (a.s) “deli bir şair” diyorlardı. Biz
asla böyle cinlenmiş, cin çarpmış, şiirleriyle, sözleriyle bizi kandırmaya
çalışan bir deli için İlâhlarımızı terk edemeyiz, diyorlardı. Modası geçmiş bir
kitap için, devri tamamlanmış bir peygamber için biz kesinlikle İlâhlarımızı,
siyasal, ekonomik ve askerî tanrılarımızı ve onların geliştirdikleri siyasal
yapılanmalarımızı, hayat tarzlarımızı terk edemeyiz, diyorlardı.
Demokrasimizden, laikliğimizden asla ödün veremeyiz, diyorlardı.
Biliyoruz ki Mekke’de Resûlullah
Efendimizin; “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtulursunuz!” Çağrısı çok büyük bit
tepki gördü. İlk dönemde kelime-i tevhid büyük bir tepkiyle karşılaştı. Bilhassa
toplumun ileri gelenleri, seçkinler, yönetim kadrosu, ekonomik ve siyasal gücü
elinde bulunduranlar, statükocular, menfaatleri gereği mevcut düzenin devamından
yana olanlar büyük tepki gösterdiler. Eyvah! Bu da nereden çıktı? Vah başımıza
gelenlere! Kasas sûresinin 57. âyetinin ifadesiyle: “Seninle
beraber doğru yolda gidersek, yurdumuzdan ediliriz” dediler.
Eğer bizler şimdi sana ve getirdiğin bu dine tabi olursak, bu hidâyet
yoluna girersek o zaman bizim yerimiz yurdumuz sallanacak. Yerimizden
yurdumuzdan olacağız. Her şeyimizi kaybedeceğiz biz.
Yâni biz yerimizden yurdumuzdan oluruz. Sallanır yerlerimizi,
makamlarımızı, konumlarımızı kaybederiz. Bakanlığımızdan, dekanlığımızdan,
müdürlüğümüzden, genel müdürlüğümüzden, doktorluğumuzdan, doçentliğimizden
oluruz. Şu makamlarımızı, şu konumlarımızı kaybederiz. Eğer bizler seninle
birlikte hidâyete tabi olursak, se-nin gibi müslümanca bir hayat yaşamaya
yönelirsek, senin istediğin gibi giyinirsek, biz okullarımızı, diplomalarımızı,
sosyal statülerimizi kaybederiz. Eğer senin istediğin gibi bir ticaret yapacak
olursak, şu şu yollara tevessül etmeyecek olursak tüm servetimizi kaybederiz
dediler.
Tüm peygamberlerin hayatında
görüldüğü gibi “Lâ ilâhe illallah” çağrısını kabul etmeyenler, bu çağrıyı
gerçekleştirenlere karşı onları bu dâvetten vazgeçirebilmek için sahip oldukları
tüm imkânlarını, tüm güçlerini, tüm mal ve mülklerini harcamaktan
çekinmemişlerdir. (Enfâl 36) Peygamber ve ona iman edenlerle alay etmişlerdir.
Onları küçük düşürmek için uğraşmışlardır (Ra’d 32). Müslümanların
büyülendiklerini söylemişlerdir (İsrâ 47,101). Cinlendiklerini, cin tarafından
çarpıldıklarını söylemişlerdir (Hicr 6). Şair demişler (Sâffât 36). Birileri
tarafından öğretilmiş olduğunu (A’râf 66), Yalancı olduğunu (A’râf 66)
söylemişlerdir. Peygamberi dâvâsından vazgeçirebilmek, ona iman edenleri
döndürebilmek için çeşitli tuzaklar kurmuşlar (Ra’d 42). Yurtlarından çıkarmak
üzere tehditler etmişlerdir (Muhammed 32). Taşlamışlardır(Şuarâ 116), öldürmeye
ve yakmaya teşebbüs et-mişlerdir( Ankebût 24), Eskilerin masallarını anlatıyor
demişlerdir( Kalem 15) Peygamberin insanlarla irtibatını kesmeye çalışmışlardır(
En’âm 26), Başlarına gelen felâketlerin sorumlusu göstermişlerdir peygamberleri
(A’râf 131)
Ama burada dikkat edilecek bir husus
var: Mekke’de insanların peygamber efendimize ve onun getirdiği mesaja karşı
çıktıkları dönem henüz ilk günler, ilk yıllardır. Yâni adamların karşı çıkıp
reddetmeye çalıştıkları o ilk dönem henüz bir sistemi öngören sosyal, siyasal,
ekonomik muhtevalı âyetlerin gelmediği bir dönemdir. Bu tür hükümler henüz
gelmemiştir. Bu dönemde sadece Allah’tan başka ilah olmadığının ilânı vardır.
Henüz statükoyu, mevcut düzeni reddeden hükümler, âyetler, yasalar gelmemiştir.
Buna rağmen statükocular, düzenciler buna şiddetle karşı çıkarlar. Onların bu
tepkilerinin se-bebini anlamak çok kolaydır. Hayata karışıcı Allah’tan başka
tanrıların, sosyal, siyasal, ekonomik egemenlerin varlığına inanan insanların
yaşadıkları bir ortamda elbette; Allah’tan başka hayata program yapacak tanrı
yoktur ilkesinin ilânı tepki görecektir. Çünkü “Lâ ilâhe illallah” çağrısı ile
bu adamlar kendi şirk dinlerine, inançlarına, tanrılarına, egemenlerine,
atalarına, geleneklerine hakaret edildiği düşünülecek olursa, elbette buna karşı
çıkacaklardı. Değilse tüm bu değerlerine samimi olarak bağlı olmadıkları açığa
çıkıverecekti.
Evet, bu adamların hayatlarında
sahiplenmeleri gereken yüzlerce put vardı. Herkesin, her ailenin, her kabilenin
özel putları vardı. Ayrıca meselâ sadece bir yolculuk esnasında istifade edilen
putları vardı. Yine bir kabilenin putuna bir başka kabile saygı duymuyordu. Peki
o zaman acaba bu kadar çok putun arasında, herksin hepsini kabul etmediği bir
ortamda birilerinin de ayrı bir inanç sahibi olmasına karşı bu tahammülsüzlüğü
nasıl anlayacağız? Yüzlerce tanrının, yüzlerce putun arasında ha bir de
müslümanların inancı olsaydı ne çıkardı? Yâni eğer mesele sadece peygamber
aleyhisselâm ve beraberindeki bir avuç müslümanın onların putlarına saygı
duymayıp reddetmeleri olsaydı, o zaman bunu herkes yapıyordu. Herkes birbirinin
putunu reddediyordu zaten. Putlara ayrılan yiyecekleri yiyenlerin, tanrılara
adananları çalanların hattâ acıktıkları zaman tanrıları bile yiyenlerin dolu
olduğu bir toplumdu Mekke toplumu. Babasının katilinden intikam almak için
gittiği putun karşısında fal oku çekip, istediği sonuç çıkmayınca da; be alçak,
eğer öldürülen senin baban olsaydı beni engellemezdin diyenlerle, putlara
sövenlerle dolu bir toplum. Bunlar her zaman görülen ve kimse tarafından
tepkiyle karşılanmayan bir durumdu. Peki o zaman neydi bu tepkilerinin asıl
sebebi?
Benim anladığım asıl sebep, onların
bilmedikleri, tanımadıkları, duymadıkları yeni bir ilâha çağırılmış olmaları da
değildir. Çünkü bu adamlar Allah’ı biliyorlardı. Kâbe’nin adı
beytullahtı(Allah’ın evi). Ebrehe’nin saldırına karşı bu beytin Rabbi olan
Allah’a sığınmışlardı. Evet, peygamberin dâvetine karşı çıkışlarının sebep
bilmedikleri bir ilaha çağrılışları değildi.
Yine bunun sebebi onların
geleneklerinin, âdetlerinin, yasalarının, sosyal düzenlerinin çiğnenişi de
değildi. Çünkü bu adamlar, bunları bizzat kendileri çiğneyen insanlardı. Üstelik
Mekke’de sayıları az olmayan hanifler vardı. Bunlar tâ baştan beri geleneklere
karşıydılar. Bunlar Resûlullah’ın dâvetine çok yakın kimselerdi. Ama bunlar
Mekke’de hiç kimsenin en ufak bir tepkisiyle karşılaşmıyorlardı. Bunlar toplumun
tüm putlarını ve putçuluğunu reddediyorlardı.
Yine bu tepkilerinin sebebi, bu
dâveti ortaya atan peygamber efendimizin toplumun güven duygusuna sahip olmayan,
egemenliği eline geçirip toplumda zalimce bir hegemonya kurmasından çekindikleri
bir kişi oluşu da değildi. Çünkü bakıyoruz tarihen ona karşı çıkanların hiç
birisinin böyle bir iddiasına şahit olmuyoruz. Aksine en azgın düşmanlarının
bile oma Muhammedü’l emin dediklerini biliyoruz. Hakimiyeti ele geçirmesinden
korkmaları bir tarafa bunu ona kendileri teklif ediyorlar. Peki o zaman bu
tepkilerinin asıl sebebi ne? Neden ürküyorlar? Neden
korkuyorlar?
Esas mesele işte bu “Lâ ilâhe
illallah” sözüdür. Çünkü önceki derslerimizde de söylediğim gibi müşrikler; “Ey
Muhammed, vallahi biz seni değil, senin getirdiğin şeyi reddediyoruz”
demişlerdir. (Tirmizî, tefsir 7). Öyleyse müşrikleri çıldırtan şey peygamber
aleyhisselâmın getirdiği bu kelime-i tevhitten anladıkları şeydi. Zira onlar bu
sözün altında yatan mânâyı çok iyi anlamışlardı. Çünkü bu sözle bir taahhüdün
altına imza atacaklar ve tüm hayatları bu sözle değişecekti. Çünkü onlar
hayatlarına Allah’tan başkalarını karıştırmayacaklardı. Bu sözü söyleyen
insanlar üzerinde artık Allah’tan başka yetkili olmayacaktı. Tüm hayatını Allah
adına ve Allah’ın istediği gibi yaşamak zorunda kalacaktı. Artık insanlar
üzerinde rableşen, tanrılaşan, egemenleşen hiçbir putun, hiçbir kurumun, hiçbir
insanın etkisi ve yetkisi kalmayacaktı. Allah’tan başka hiç kimse insanlara yasa
koyamayacak, program yapamayacak, egemenlik iddiasında bulunamayacaktı.
Onun içindir ki soruyorlardı;
“Emirden, yönetimden, yasa belirleme yetkisinden bize bir şey yok mu? Bir
hakkımız olmayacak mı bu konuda?”(Âl-i İmrân 154). Veya; “Ey Muhammed, şimdi ben
senin dinine girersem, bana ne gibi bir ayrıcalık var? Benim kazancım ne olacak?
Bir yetkim olacak mı” diyen Ebu Leheb’in derdi de işte buydu. Allah karşısında
tüm yetkilerinin gideceğinden korkuyordu.
Yine meselâ İslâm’ı kabul etmek için peygambere gelen Sakif heyeti de bir
süre putlarına, egemenlerine dokunulmamasını isteyerek aynı endişelerini dile
getiriyordu. Yine Ebu Cehil’in bazı yetkilerine dokunulmaması şartıyla müslüman
olmaya hazır olduğu teklifiyle peygambere geldiğini, sen öldükten sonra
hâkimiyet bize geçer mi diye defalarca peygambere sorular sorduğunu biliyoruz.
Evet, Lâ ilâhe illallah sözü hayatta
Allah’tan başka tüm tanrıları, tüm egemenleri bitiren bir sözdür. Bireysel,
sosyal, siyasal, ekonomik, hukuk, eğitim, kılık kıyafet, yeme, içme, kazanma,
harcama hasılı bir insanın tüm hayatında sözünü dinleyeceği, arzularını yerine
getireceği tek egemen varlığın Allah olduğunu ortaya koyan bir sözdür. Doğru
yanlış, iyi kötü, hak bâtıl, güzel çirkin, haram helâl deme yetkisi, hayata
program çizme yetkisi sadece O’na aittir. Bu konuda O’nun ortakları, yetkilileri
de yoktur. Tek Rab O’dur. Herkes kuldur ve sadece O’nun hükmüne boyun eğmek
zorundadır.
37-40. “Hayır; o, gerçeği getirmiş ve
peygamberleri doğrulamıştı. Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız.
Yaptığınızdan başka bir şeyle cezalanmayacaksınız. Ancak Allah’a içten bağlı
kullar bunun dışındadır.”
Halbuki önceki peygamberler de, son peygamber Hz. Muhammed (a.s) de hakkı
getirmişlerdir. Muhammed (a.s) hakkı getirmiş ve elçileri de tasdik etmişti. Hem
hakkı getirmiş ve hem de kendisinden önce hakla gelen tüm hak peygamberleri
tasdik etmişti. Kendisinden önceki peygamberlerin yolunda yürümüştü. Çünkü tüm o
Allah elçilerinin ortak çizgisi Allah’a dayalı, hak vahye dayalı bir hayat
yaşamaktı.
Şimdi tekrar o azap içinde olanlara deniliyor ki, muhakkak ki siz o elim azabı tadarsınız. Cezanız da
kesinlikle amellerinizin karşılığıdır. Amellerinizin, yaptıklarınızın dışında
ceza da görmeyeceksiniz. Ne yapmışsanız, nasıl bir hayat yaşamışsanız öylece bir
ceza göreceksiniz, Allah asla size zulmetmeyecektir. Yapmadıklarınızla size ceza
vermeyecektir. Size asla zalimce davranmayacaktır. Hak olan Allah size hakça bir
hüküm verecektir. Peki bu cezadan kurtulanlar olmayacak mı? Elbette. Ancak
Allah’ın muhlis kulları, Allah’ın ihlaslı kulları, Allah’ın katışıksız din
sahibi kulları bu azaptan müstesnadır.
Allah’ı, Allah’ın sıfatlarını, Allah’ın yetkilerini parçalamayan, Allah’a
yetki sınırlaması getirmeyen, hayatı parçalamayan, hayatın bazı alanlarında
Allah’ı, bazı alanlarında da başka yetkileri dinlemeden yana olmayan, hayatın
tamamında sadece Allah’ı dinleyen, sadece Allah’a ibadet eden kullar bunun
dışındadır. Allah onları bu azabın, bu cezanın dışında tutacaktır. Allah onlara
mükâfatını lütfedecektir. Peki ne var onlara? Nasıl karşılanacak
onlar?
41-47. “İşte
bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar
üzerinde kendilerine ikram olunur. “Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen,
içenlere zevk bahşeden bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler
sunulur.”
Onlara belli rızıklar ve meyveler vardır. Onlar orada ikrama
boğulacaklar, mükramûndan olacaklar. İkram eden Allah’sa artık varın ikramın
boyutunu siz düşünün! Naîm cennetlerinde, envâî çeşit, akla hayâle gelmedik
nimet cennetlerindedirler onlar. Dostlarıyla, arkadaşlarıyla, eşleriyle
karşılıklı tahtlar, karşılıklı sedirler üzerine oturmuşlar, keyflerine,
zevklerine diyecek yoktur. Maîn’den doldurulmuş kaplarla, kadehlerle, kâselerle
onların etraflarında tavaf edilip dolaşılır. Onların etraflarında tomurcuk
dilberler vardır onlara hizmet eden. Bembeyaz, içenlere lezzet veren berrak
içkiler sunarlar onlara. O içkilerinde sersemletme yoktur, sarhoşluk ta vermez
onlara, abuk sabuk konuşturmaz.
48-53. “Yanlarında, el
değmemiş, örtülü yumurta gibi, bakışlarını da yalnız erkeklerine çevirmiş iri
gözlü kadınlar vardır. “Birbirlerine dönüp sorarlar: “İçlerinden biri şöyle der:
“Benim bir dostum vardı, bana: Sen de mi, ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman
dirilerek ceza göreceğimizi tasdik edenlerdensin?
derdi.”
Yine onların yanlarında sadece gözlerini eşlerine dikmiş, gözleri
eşlerinden başkasını görmeyen, kalpleri eşlerinden başkasına meyletmeyen, el
değmemiş, korunma altında olan iri gözlü kadınlar, dilberler vardır. Sanki onlar
sedefler içine yerleştirilmiş bembeyaz inciler gibidirler. Onlar orada o ortam,
o keyif içindelerken tabii ki yanlarında dostları da vardır. Eşleriyle beraber
eğlenirlerken birbirlerine dönüp sorarlar, karşılıklı konuşurlar. Biraz önce
cehennem manzaralarını sundu Rabbimiz. Cehennemdeki insanların karşılıklı
atışmalarını, birbirlerini suçlamalarını gündeme getirdi, şimdi de cennet
ortamından kesitler sunuyor.
Cennette zevklerin zirvesinde bir ortamda iken, onlardan bir sözcü dedi
ki, “benim bir arkadaşım vardı. Acaba şu anda o arkadaşım ne halde ki? O, ya sen
de kitabı, peygamberi tasdik ediyor musun? Sen de Müslüman mısın? diyordu bana.
Sen de mi inanıyorsun bu saçmalıklara? Yâni şimdi öldükten, toprak olduktan, yok
olup gittikten sonra tekrar dirilip hesaba çekileceğiz, yaptıklarımızdan ötürü
ceza göreceğiz öyle mi? Sen buna inanıyor musun? Sen buna ihtimal veriyor
musun?” diyordu.
54,57. “Yanındakilere: “Siz onu bilir
misiniz?” der. Bir bakar onu cehennemin ortasında görür. “Ona der ki: “Allah’a
andolsun ki, az kalsın beni de mahvedecektin. Eğer Rabbimin lütfu olmasaydı ben
de oraya götürülenlerden olurdum.”
Diğeri de, yâni onun yanındaki arkadaşı, dostu, ya da bir Melek der ki,
“siz onu bilir misiniz? Onu görmek ister misiniz? Onun ne halde olduğuna tanık
olmak ister misiniz?” Hemen o anda sanki ona cennetten, bulunduğu ortamdan bir
pencere açılır, cehenneme bir perde açılır ve o arkadaşına muttalî olur, ona
şahit olur. Onu tam cehennemin ortasında görür. Hemen ona der ki, “Allah’a
andolsun ki, az kalsın beni de mahvedecektin.”
Dünyada aynı iklimde, aynı şehirde, aynı mahallede, aynı hayat ortamında
yaşayan, birbirlerini tanıyan iki insan, iki arkadaş. Ama biri mü’min, diğeri
kâfir. Biri Allah’ı, peygamberi, kitabı, dini tasdik eden bir mü’min, diğeri ise
her şeyi reddeden, ölüm ötesi hayata inanmayan bir kâfir. Hayatını hesaba
çekilmemek üzerine bina eden bir zalim. Mü’min arkadaşıyla sürekli alay
ediyordu. “Şimdi sen Müslüman mısın? Şimdi sen bu saçmalıklara inanıyor musun?”
diye onun inancını sorguluyordu. İşte şu anda birisi yaşadığı hayatın karşılığı
olarak cennette, ötekisi de cehennemin ta ortasında azapların içinde. Bir perde
açılmış ve cennetteki arkadaşı cehennemdekini görüyor ve diyor ki, “vallahi az
kalsın sen beni de azdırıyordun. Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, Rabbimin
kitabı, vahyi, elçisi, Rabbimin yardımı ve hidâyeti olmasaydı şimdi ben de
oradaydım.”
58-61. “Birinci ölümden sonra bir daha
ölmeyeceğiz değil mi? Azap da görmeyeceğiz. İşte büyük kurtuluş şüphesiz budur.
Çalışanlar bunun için çalışsın.”
Şimdi söyle bakalım, doğrumuymuş Rabbimizin dedikleri? Rabbimizin
vaatleri hak mıymış? Ölecek, dirilecek, hesaba çekilecekmişiz değil mi? Birinci
ölüm hariç bir daha ölmeyecekmişiz değil mi? Artık azap ta görmeyeceğiz. İşte bu
o mümin için en büyük başarıdır ve insanoğlunun en büyük hedefi de bu olmalıdır.
Çalışanlar da sadece bunun için çalışmalıdır. Yarışanlar da işte bunun için
yarışmalıdır.
İşte cennet ve işte cehennem. Cennette akla hayale gelmedik nimetler ve
cehennemde dayanılmaz azaplar vardır. İşte Rabbimizin uyarıları. Buyurun
hangisini tercih edecekseniz edin. Hangisine razıysanız ona göre bir hayat
yaşayın. Rabbimiz çalışanlar işte bunun için, işte bu cennet için çalışsın,
yarışanlar bunun için yarışsın, buyuruyor. Hedefler bunun için belirlensin
buyurarak bizlere bir yol belirtiyor. Şimdi söyleyin
bakalım:
62-65. “Konukluk olarak bu mu iyidir, yoksa
zakkum ağacı mı? Biz o ağacı, zalimler için bir dert yaptık. O, cehennemin
dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir.”
Misafirlik olarak, ikram olarak, ağırlanmak olarak bu mu daha hayırlıdır
yoksa zakkum ağacı mı? Hangisinden yanasınız? Hangisinden razısınız? Tercihinizi
hangisinden yana yapıyorsunuz? Hangisini umuyorsunuz? Hangisine sa’y
ediyorsunuz?
Mesânî olan kitabımızda böyle ikili bir anlatım vardır. Bir cennet
anlatılır, bir cehennem. Cennetle cehennem böyle ikili bir anlatımla gündeme
getirilir ki, insanlar tercihlerini güzel yapsınlar. Cennet cehennem iç içe,
dünya âhiret iç içe anlatılmaktadır. İşte bu ikili anlatımın sonunda insanların
akıllarını erdirmek için buyurulur ki, “haydi ey insanlar söyleyin, bu cennet mi
yoksa zakkum mu hayırlı? Ki biz o zakkum ağacını zalimler için, Allah’a,
Allah’ın kitabına, Allah’ın dinine karşı zalimce bir tavır takınan kimselere bir
fitne yaptık, bir imtihan sebebi kıldık. Kâfirler, zalimler Rabbimizin kitabında
böyle bir ağaç zikrini duyunca hemen dediler ki, “A! Bu nasıl şeydir böyle?
Cehennem gibi bir yerde, bir ateş ortamında bir ağaç ha? Olacak şey midir bu?”
diyerek Kur’an ile ve O’nun mübelliği Rasûlullah Efendimizle alaya başladılar.
Böylece işte bu ağaç onlar için bir imtihan sebebi olmuştur.
Halbuki böyle bir durumda inanan bir kimsenin tavrı, “Rabbim böyle
buyurmuşsa doğrudur,” olacaktır. “Rabbim dilerse cehennemde de ağaçlar yaratır,”
diyecektir. “Onun gücü her şeye yeter,” diyecektir. Ama kâfirler, ama zalimler
böyle diyemediler, denendiler ve kaybettiler.
O
ağaç öyle bir ağaçtır ki, cehennemin tâ ortasından, derinliklerinden çıkan bir
ağaçtır. Onun tomurcukları, dalları sanki şeytanların başları gibidir. Gerçekten
cehennemde yaratılan garip bir ağaçtır bu. Anlayabildiğimiz kadarıyla kâfirler
ve zalimler için azap aracı olan bir ağaçtır. Nasıllığı, niceliği konusunda
Rabbimiz fazla bilgi vermediği için bilemeyeceğimiz bir ağaçtır. Çünkü kendisine
benzetilen şeytanların başları da, o ağaç ta bizim için gaybdır. Aynen böylece
inanıyor, kabul ediyoruz.
66-68. “İşte cehennemlikler bundan yerler,
karınlarını onunla doldururlar. Sonra, üzerine kaynar su katılmış içki şüphesiz
onlar içindir. Doğrusu sonra dönecekleri yer yine cehennemdir.”
O zalimler, kâfirler, cehennemlikler o ağaçtan yerler ve karınlarını
onunla doldururlar, doyururlar. Sonra o yedikleri ağaç üzerine, boğazlarına
çakılıp kalmış o zakkum üzerine kaynar su katılmış içkiden içerler.
Boğazlarından geçmeyince, su isterler ve kendilerine kaynar bir su verilir. O
iğrenç ağacın üzerine serinletici, yahut soğukluk verici bir içki de verilmez
onlara. Sonra onların dönecekleri yer yine cehennem olur. Yâni bir o azaptan bir
bu azaba, bir o ateşten bir bu ateşe sürekli döner dururlar Allah korusun.
Gerçekten bitmeyen, tükenmeyen, azap üstüne bir azap vardır onlar için. Korkunç
bir azap mahalli. Rabbimiz insanlar akıllarını başlarına alsınlar da böyle bir
azap mahalline gitmesinler diye anlatıyor bunları.
Bu da bir rahmettir. Eğer bunlar anlatılmadan insanlar direk olarak
kendilerini cehennemde bulmuş olsalardı, elbette çok daha zorlarına gidecekti.
Ama işte böyle uyarı üstüne uyarılarıyla biz kullarını uyaran Allah’ın, bu
cehennemi karşısında hiç kimsenin, hiçbirimizin bir itiraz hakkımız kalmamıştır.
“Ya Rabbi, madem böyle bir cehennemin vardı, madem böyle dayanılmaz bir ateşin
vardı da niye bunu bize daha önceden anlatmadın? Niye bizi bununla önceden
uyarmadın?” deme hakkımız da, mâzeretimiz de kalmamıştır. İşte cennet ve işte
cehennem bütün berraklığıyla karşımızda durmaktadır.
69,74. “Onlar babalarını şüphesiz sapık
kimseler olarak bulmuşlardı. Öyleyken yine de onların izlerinden kovalanırcasına
koşturuyorlardı. Onlardan önce geçenlerin çoğu, andolsun ki sapıtmıştı. Andolsun
ki, içlerine uyarıcılar göndermiştik. Ey Muhammed! Uyarıldığı halde yola
gelmeyenlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak! “Allah’ın, O’na içten bağlanan
kulları bunun dışındadır.”
Onlar şüphesiz ki babalarını sapıklık üzere, sapık kimseler olarak
bulmuşlardı. Kendileri doğru bir yola girmeleri gerekirken peşincilik yapıyorlar
ve kör bir taklitle babalarının yoluna tâbi oluyorlar. Allah yolunu, hak yolu,
İslâm yolunu bırakıp babalarının izlerini takip ediyorlar, babalarının yolundan
ayrılmıyorlar. Babalarını, dedelerini hangi yolda, hangi dinde, hangi hayat
programı içinde bulmuşlarsa, körü körüne ona uyuyorlar. Halbuki onlardan
öncekilerin çoğunluğu sapıtmıştı. Biz de onlara onları uyaracak, onlara
yanlışlarını hatırlatacak elçiler göndermiştik. Yanlış yoldasınız, aklınızı
başınıza alın diyen peygamberler göndermiştik. Bak uyarılanların âkıbetleri ne
oldu? Bakın, iyi gözleyin ey insanlar! Önceki uyarılanların sonu ne oldu, iyi
düşünün!
Ancak Allah, hayatlarını sadece Allah için yaşayan, sadece Allah’a kul
olan, hayatı parçalamayarak tüm varlığıyla Allah’a teslim olan kulların
kurtulduğuna şahit olacaksınız, diyerek bizi düşünmeye dâvet ediyor. Geleceği
gözümüzün önüne seren Rabbimiz bundan sonraki âyetlerinde birdenbire bizi
geçmişle yüz yüze getiriverecek:
75-82. “Andolsun ki, Nuh Bize seslenmişti de, duasına ne güzel
icâbet etmiştik. Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. Ancak onun
soyunu sürekli kıldık. Sonra gelenler içinde “Âlemlerde, Nuh’a selâm olsun” diye
ona iyi bir ün bıraktık. İşte Biz iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız.
Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı. Sonra, diğerlerini suda
boğduk.”
Andolsun ki, Nuh Bize nidâ etti. Hak-bâtıl savaşında, iman-küfür
savaşında hak taraftarı olarak yerini alan Nuh (a.s) Rabbine nidâ edip
sesleniyor. “Biz de onun duasına ne güzel icabet etmiştik,” diyor Rabbimiz.
Nuh’un (a.s) kavmiyle kavgası kitabımızın pek çok yerinde anlatılır. Dua
edilecek makamı çok iyi bilen Allah elçisi, gerçekten icâbet edilecek bir dua
yapmıştı. İcâbet edilecek bir yalvarış ve yakarışın sahibidir Nuh (a.s). Çünkü
950 yıllık şanlı bir kavganın sahibidir. Uzun ve yorucu bir kavganın sahibi olan
Nuh (a.s), Rab-binin bir uyarısıyla, bir vahyiyle artık kavminin adam
olmayacağını öğ-renmiş ve işte o andan itibaren dua dua Rabbine yalvarıp
yakarmıştır.
950 yıllık bir uyarının sonunda adam olmayan kavmiyle arasında hakem
olarak Rabbinin hükmüne müracaât eder: “Ya Rabbi ben mağlup oldum, bana yardım
et,” der. Sonuç: Onu ve ehlini, onu ve onunla bir-lik olanları, onu ve tercihini
ondan, onun imanından, onun teslimiyetinden yana kullananları o büyük sıkıntıdan
kurtardık, onun soyunu devamlı kıldık; onun soyuyla insanlar türediler. Sonra
gelenler içinde onu bıraktık, selâm, âlemler içinde Nuh üzerine olsun. Kıyamete
kadar tüm Müslümanlar ve şu anda bizler Nuh (a.s) üzerine selâm deriz, selâm
göndeririz. Bu hatırayı, bu ünü Rabbimiz Nuh’a (a.s) lütfetmiştir.
O
Allah yolunun yolcusu olarak bir üne, böyle bir şerefe ulaştırılırken, ona karşı
böbürlenenler, ona karşı savaş verenler yok olup gitmişlerdir. Şu anda onların
ne adları ne de sanları gündemdedir. Ancak cehennem hazırlığı içinde bir kabir
hayatının mahkumudurlar. Ama Nuh (a.s) ve beraberindeki mü’minler kıyamete kadar
mü’min-lerin gündemindedirler. Hem de sürekli Allah’ın selâmının üzerlerine
gönderildiği bir özellik içinde. “İşte Biz, Muhsinleri, Bizi görüyormuşçasına
dünyada bir hayat yaşayanları, yaptıklarını bize lâyık yapmaya çalışan ve
hayatlarını Bizim için yaşayanları böylece mükâfatlandırırız. İşte o muhsinleri
böyle değerlendiririz. Çünkü o bizim mü’min kullarımızdandı. Sonra diğerlerini
de tufanda helâk ettik, suda boğduk. Kavgada kurtulanlar sadece Nuh (a.s) ve
tercihini ondan yana kullananlar olmuştur.”
Haydi buyurun, ey bu âyetlerin muhatabı olan Mekkeliler ve ey şu anda bu
âyetlerin muhatabı olan insanlar, sizler de tercihinizi yapın. Haktan yana mı
olacaksınız, yoksa bâtıldan yana mı? Peygamber safında mı yerinizi alacaksınız,
yoksa peygamber karşıtı güçlerin safında mı? Kurtulanların içinde mi
olacaksınız, helâk olanların içinde mi? Buyurun sizler de tercihinizi yapın.
Evet Bu âyetlerin geldiği dönemde Mekke’de Nuh (a.s) yerinde Muhammed (a.s) var
ve gerçekten sıkıntı içinde… Onun safında yer alan bir avuç Müslüman var,
sıkıntı içinde…
İşte bu âyetler Rasûlullah Efendimize ve beraberindeki Müslümanlara
destek, karşısındakilere de tehdit unsuru olarak iniyordu. Bu âyetlerin
gelişiyle Rasûlullah ve Müslümanlar çok rahatlarlar, çünkü Allah’ın yardımı ve
desteğiyle sonuçtan emindirler. Her şeyin sahibi ve Mâliki olan, göklerin ve
yerin, doğuların ve bâtıların Rabbi olan Allah, gökleri şeytanlardan koruyan,
Nuh’u ve beraberindekileri kâfirlerin saldırılarından koruyan Allah, elbette
kendilerini de koruyacak ve başarıya ulaştıracaktır. Kıyamete kadar bu kitapla
beraber olanlara yine Allah’ın desteği ve koruması devam edecektir. Kıyamete
kadar hangi iklimde, hangi atmosferde olurlarsa olsunlar, sayıları ancak bir
gemiyi dolduracak kadar az da olsalar, Allah onları tufandan koruyacak,
düşmanlarının tuzaklarından koruyacak ve Allah’la savaşanlar ise bir tür helâkle
helâk olacaklardır. Şimdi de gündem Nuh’tan (a.s) İbrahîm’e (a.s) geçecek. Yasal
örneklerimizden, önderlerimizden, ata-mız İbrahîm (a.s) gündeme
alınacak.
83,89. “İbrahîm de
şüphesiz O’nun yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbine temiz bir kalple gelmişti.
İbrahîm babasına ve milletine şöyle demişti: “Nelere kulluk ediyorsunuz? Allah’ı
bırakıp uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki sanınız
nedir?” İbrahim yıldızlara bir göz attı ve “Ben rahatsızım”
dedi.”
Muhakkak ki İbrahîm de (a.s) onun soyundan, onun zürriyetinden, onun
gemisine binenlerden, onun yoluna tâbi olanlardandı. Hatırlayın, o da Rabbine
tertemiz bir kalple gelmişti. Rabbi İbrahîm’e demişti ki, “ey İbrahîm teslim ol,
Müslüman ol!” O da tüm kalbiyle, ge-cesiyle-gündüzüyle, tüm hayatıyla, içiyle
dışıyla Rabbine teslim olmuştu. Hani o babasına ve kavmine şöyle demişti: “Neye
ibadet eder-siniz? Neye tapıyorsunuz? Neye ve kime tapıyorsunuz? Neyin ve ki-min
kulu-kölesisiniz? Nelere ve kimlere kulluk ediyor, nelerin ve kimlerin sözünü
dinliyorsunuz? Kimin yasalarını uyguluyorsunuz? Ha-ya-tınızı kimin belirlediği
şekilde yaşıyorsunuz? Hayatınızda hakim varlık kim? Kimin çektiği yere
gidiyorsunuz? Neyin kulusunuz? Neye kölesiniz? Kim teslim alıp esir etti sizi?
Kimin kulu-kölesi oluyorsunuz? Hayatınızda egemen Rabb ve İlâh olarak kimi kabul
edersiniz? Allah’ın dışında, Allah’ın berisinde sözü dinlenecek İlâhlar mı
uyduruyorsunuz? Allah’ı bırakıp ta O’nun berisinde başka varlıkları hayatınıza
egemen tanrılar mı kabul ediyorsunuz?”
Sonra dedi ki, “Âlemlerin Rabbi hakkında ne biliyorsunuz? Âlemlerin yasa
belirleyicisi, âlemlere hayat programı yapıcısı hakkında bilginiz nedir?
Zannınız nedir? Âlemlerin Rabbini tanıyor musunuz? O konuda ne
söyleyebilirsiniz?” dedi. Onları Allah’la uyardı, Allah’a kulluğa çağırdı,
sadece Allah’ı dinlemeye, hayatlarını sadece Allah için yaşamaya dâvet etti. Hem
babasını, hem de toplumunu uyardı.
Sonra İbrahîm (a.s) yıldızlara bir göz attı, yıldızlara şöyle bir baktı
ve dedi ki, “ben rahatsızım. Ben hastayım.” Kavmi yıldızlara ta-pınan bir kavimdi. Aya, güneşe, putlara tapınan, onları
hayatlarına egemen kabul eden bir toplumdu. Bir şey yapacakları, bir işe karar
verecekleri zaman tanrıları olan yıldızlara bakarak onlardan bir şeyler
çıkarmaya çalışırlardı. İşte İbrahîm de (a.s) yıldızlara baktı ve onların birer
Allah âyeti olduğunu düşündü. O yıldızların birer yaratık olduklarını, tıpkı
kendisi ve diğer varlıklar gibi onların da Allah tarafından yaratılmış kullar
olduklarını düşündü ve kendi kendine böyle bir tavır belirledi ve dedi ki, “ben
rahatsızım.”
90-94. “Onu bırakıp gittiler. O da onların
tanrılarına gizlice yönelip: “Sundukları yiyecekleri yemiyorsunuz? Ne o,
konuşmuyor musunuz?” dedi. Sonunda, üzerlerine yürü-yüp kuvvetle vurdu. Bunun
üzerine putperestler koşarak ona geldiler.”
Kavmi de, babası da onu bırakıp gittiler. Enbiyâ sûresi, hâdiseyi biraz
daha detayıyla, ama biraz daha farklı bir boyutuyla anlatır. Müşrik olan
toplumun kutsadığı bir bayram günü herkes bayram yerine gitmeye hazırlanıyor.
İşte böyle bir şirk bayramına iştirak etmek istemeyen İbrahîm (a.s), “ben
hastayım,” der. Böyle bir fırsatı değerlendirip kimsenin olmadığı bir ortamda bu
putların asla tanrı olamayacaklarını ispat etmek için bir fırsat yakalamak
ister. Kavmi onu bırakıp gider.
O
da onların putlarına yönelir. Doğruca kavmin putlarının, tanrılarının bulunduğu
ibadethaneye gider. Bakar ki, kavmi o putların önlerine pek çok yiyecekler
bırakıp bayram yerine gitmişler. İbrahîm (a.s) o cansız varlıkların yemek
yemediklerini görünce der ki, “niye yemiyorsunuz? Buyurun yesenize!” Cevap yok.
Ne yiyorlar, ne de ko-nuşuyorlar. İbrahîm’in (a.s) sorusuna da karşılık
vermiyorlar.
Bu sefer diyor ki Allah’ın elçisi, “size ne oluyor? Niçin
konuş-muyorsunuz?” Sonra onların üzerlerine yürüyerek sağ eliyle kuvvetlice
vuruyor, o İlâh taslaklarının, tanrı ve tanrıça yutturmacalarının tamamını kırıyor ve onlardan sadece bir
tanesini bırakıyor. Nihâyet kav-mi bayram yerinden dönüp İlâhlarının yanına
gidince bakıyorlar ki, korkunç bir olay gerçekleşmiş. Koşarak İbrahîm’in (a.s)
yanına geliyorlar ve durumu kendisinden soruyorlar. İbrahîm (a.s) onlara diyor
ki:
95-97. “İbrahîm onlara şöyle söyledi:
“Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah
yaratmıştır.” Putperestler: “Onun için bir yapı yapın da onu oradan ateşin içine
atın” dediler.”
“Şu ellerinizle yonttuğunuz, ellerinizle oluşturduğunuz şeylere mi
tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuğunuz bu şeyleri de Allah yaratmıştır,”
diyerek onları düşünmeye dâvet etti, akıllarını erdirmeye çalıştı. “Hattâ işte
bakın, şu en büyükleri burada duruyor. Belki de onlara bunu bu yapmıştır,
kendisine sorun,” dedi. Halk dedi ki, “hayır hayır olmaz böyle bir şey. Bu böyle
bir şeyi nasıl yapabilir? Bu put nasıl konuşabilir?” dediler. Sonra
konuşamayacak, cevap veremeyecek olan bu putlara tapındıklarından ötürü kendi
kendilerini suçlayıp, zalimlerden olduklarını itiraf ettiler. Yanlış bir yolda
olduklarını kabul ettiler. Ama hemen arkasından yanlışlarına dönüverdiler. Sonra
dönüp Allah’ın elçisine dediler ki, “sen de bilirsin ki ey İbrahîm, bunlar
konuşamazlar.”
Bu sefer İbrahîm (a.s) dedi ki, “siz Allah’ı bırakıp ta size hiçbir fayda
ve zarar sağlama gücüne sahip olmayan varlıklara mı tapınıyorsunuz? Yazıklar
olsun size de, tapındıklarınıza da! Düşünmez misiniz? Sizi de o tapındıklarınızı
da yaratan Allah’tır,” dedi. Bu sefer de halk dedi ki, “İbrahîm’i yakın ve
İlâhlarınıza yardım edin! İlâhlarınız tehlikede. Aman İlâhlarınızı koruyun!”
Aman laiklik tehlikede, aman sistem tehlikede, onun düşmanlarını yok ederek,
susturarak sisteminize sahip çıkın, dediler. Çünkü şirk sistemlerinde, şirk
mantığında İlâhları koruyan kullardır. İlâhlar kulları değil de, kullar
İlâhlarını korurlar. Garip bir mantık… Bu İlâhlar kendi kendilerini korumaktan
âcizlerse nasıl İlâh olabilirler? Bunu bile anlamaktan âciz zavallılardır
müşrikler. Kendileri kırılıp giderlerken, kendileri yıkılıp giderlerken hiç-bir
şey yapamıyorlar ama zavallı müşrikler bunu göre göre yine onlara tapınıyorlar.
98-101. “Ona düzen kurmak istediler, ama Biz
onları al-tettik. İbrahim: “Doğrusu ben
Rabbim uğrunda sizi bırakıp gidiyorum; O beni doğru yola eriştirir” dedi.
“Rab-bim! Bana iyilerden olacak bir çocuk ver” diye yalvardı. Biz de ona yumuşak
huylu bir oğlan müjdeledik.
Evet putlarına bunu yapan İbrahîm (a.s) hakkında tuzaklar düşündüler.
Elbette sistemi yıkan, putlarını deviren birisi cezasız kalmamalıydı. Rabbimiz
buyuruyor ki, onlar İbrahîm’i yok etmeyi planladılar da Biz de onları sefiller
kıldık. Onları rezil rüsva ettik. Yine Enbiyâ sûresinin beyânıyla İbrahîm’e
(a.s) kurdukları tuzak ta bir ateştir. Dağlar gibi bir ateş hazırlıyorlar ve
İbrahîm’i (a.s) yakmayı planlıyor-lar. Ama hüküm Allah’ındır, yetki Allah’ındır.
Her şeye hükmeden Allah der ki, “ey ateş İbrahîm’e serin ve selâmet ol!” Ateş de
onun üzerine soğuk ve selâmet oluverir. Allah dostu serin ve selâmette olurken,
onlar ise kaybın, sefaletin ve gazabın mahkumu oldular. İbrahîm (a.s) dedi
ki:
“Muhakkak ki ben Rabbime gidiciyim, Rabbime gideceğim,
Rabbimin yoluna, Rabbimin benim için çizdiği hayat programına tabi olacağım. O
mutlaka bana yol gösterecek, benim yolumu açacak, be-ni başarıya ulaştıracak ve
beni hidâyete sevk edecek,” diyordu. Şöylece dua ediyordu: “Ey Rabbim, bana
iyilik lütfet ve beni sâlihlerden kıl. Beni sâlihlerden olan bir çocukla
nîmetlendir. Bana sâlih bir evlât nasip et ya Rabbi!”
Bundan sonra İbrahîm’in (a.s) babasını ve kavmini terk ederek hicret
yolculuğuna çıktığına şahit oluyoruz. Yanında amca kızı ve hanımı Sâre annemiz
ve yeğeni Lût’la (a.s) birlikte Rabbimizin yolunda hicrete çıkacaklar ve
Allah’ın kendileri için çizdiği kulluk yolunu takip edecekler. Rabbimiz ona
İshak, İsmail ve Yakub’u (a.s) lütfedecek. Onların soyundan da pek çok
peygamberler gelecek.
102. “Çocuk kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca: “Ey oğulcuğum! Doğrusu ben
uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?” dedi. “Ey
babacığım! Ne ile emrolduysan yap, Allah dilerse,
sabredenlerden olduğumu göreceksin” dedi.”
Allah onun isteğine karşılık bir çocuk lütfetti, kendisiyle birlikte
yürümeye çağına geldiğinde (a.s) dedi ki, “ey oğulcağızım, ben rüyamda seni
boğazlar görüyorum. Ben uykumda seni kurban eder görüyorum. Bu konuda sen ne
düşünüyorsun? Senin görüşün nedir bu hususta?” 100 yaşına yaklaşmış olan İbrahîm
(a.s) adım adım yer-yüzünün imamlığına yürüyor.
Rabbimizin geçirdiği denemelerin tamamından başarıyla geçtikten sonra Rabbimiz
onu tüm insanlığa imam yapacak, önder yapacak. Müslümanların atası olma şerefine
ulaştırılacak. İşte şimdi imtihanların en büyüğüyle karşı karşıya geliyor. Ateşe
atılma imtihanından çok daha büyük bir imtihandı bu.
Karısı Hacer’i ve oğlu İsmail’i ıssız bir çölün ortasına yapayalnız
bırakıp gelmesinden çok daha büyük bir imtihan... Yanında koşar hale gelen
canciğer oğlunu kurban edecekti. Kurban edecekti yavrusunu Allah yolunda.
Allah’la arasına hiçbir şey girmeyecekti. Kalbinde hiçbir şey Allah sevgisinin
önüne geçmeyecekti. Allah yolunda, Allah’ın emirlerini uygulama konusunda önünde
hiçbir engel bulunmayacaktı. Bir peygamber de olsa, Allah’ın önüne geçen bir
çocuk varsa o da kurban edilecekti. Kıyamete kadar tüm mü’minler için bu en
büyük bir örnek olacaktı.
İşte bu örnekle diyecekti ki İbrahîm (a.s), “ey insanlar Allah yolunda
yürürken sakın hiçbir şeyi O’nun önüne geçirmeyin. Oğlunuz, kızınız, karınız,
kocanız, babanız, ananız, arkadaşınız, dostunuz, eviniz, barkınız, mesleğiniz,
malınız, mülkünüz, diplomanız, doktoranız Allah’ın emrinde olsun. Sakın bunlar
Allah’ın önüne geçmesin. Her şeyinizi O’nun adına, O’nun yoluna kurban edin,”
diyecekti.
Oğlu İsmail’in cevabı gerçekten dillere destan. Bakın babasının bu sözüne
cevaben diyor ki:
“Ey babacığım, emrolunduğun şeyi
yerine getir, inşallah beni sabredenlerden, Allah’ın emrine teslimiyet
gösterenlerden bulacaksın.” Bu, tüm çocuklara örnek bir tavırdır. Dünyanın
tadını çıkarmak isteyenlere, Allah yolunda nasıl kurban olunacağını anlatan en
güzel bir örnektir. “Babacığım sen emrolunduğun şeyi yap. Allah’ın isteğini
yerine getir. İnşallah beni Rabbimin emrine sabredenlerden bulacaksın. İnşallah
ben de seve seve canımı Allah yolunda vereceğim.” Bir çocuk kurban edilmekle
karşı karşıya. Babasının Allah’a teslimiyeti, oğlunda billûrlaşıyor. Elbette
babasının bu denli Allah’a teslimiyetini gören evlât ta Allah’a teslim olacaktı.
Kocasının Allah’a teslimiyetini gören kadın da, elbette Allah’a teslim olacaktı.
Çocuklarından teslimiyet isteyen babalar, hanımlarından teslimiyet isteyen
kocalar, kendilerinin Allah’a ne kadar teslim olduklarına bir baksınlar. Onlar
ne kadar teslim olmuşlarsa, ötekiler de ancak o kadar teslim
olacaklardır.
103-106. “Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet
gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: “Ey İbrahîm! Rüyayı gerçek
yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükâfatlandırırız” diye seslendik.
Doğrusu bu apaçık bir deneme idi.”
Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet gösterince baba oğlunu yüzüstü
yatırdı. Tarihî rivayetlerden öğrendiğimize göre oğul İsmail der ki, “babacığım,
beni yüzüstü yatır. Belki işin zorlaşır. Beni keseceğin zaman yüzüne bakarım da,
evlât şefkatiyle dayanamayıp emri yerine getirmekte zorlanırsın.” Evet Allah
yolunda her şeylerini fedâ edebilecek bir aile. Baba da öyle, ana da, oğul da…
Kıyamete kadar tüm in-sanlığa örnek olacak bir aile. Oğlunu yüzüstü yatırır.
Biraz sonra onu kurban edecek, ama Allah’ın emri başka şekilde tecelli edecek.
“Biz nida ettik,” diyor Rabbimiz: “Ey İbrahîm, sen rüyanı gerçekleştirdin! Sen
Bizim emrimize boyun eğdin! Sen oğlunu kurban ettin! Biz bunu kabul ettik! Oğlun
da buna boyun eğdi! Onun teslimiyetini, onun kurbanlığını da kabullendik!
Niyetiniz gerçekleşti! Samimiyetiniz açığa çıktı! İmtihanı kazandınız! Kulluğu
tamamladınız! Benim sizin üzerinize emrim böylece gerçekleşmiş oldu. Ben sizi
mükâfatlandıracağım, size büyük dereceler vereceğim. Çünkü biz muhsinleri
böylece mükâfatlandırırız.” Gerçekten bu apaçık bir imtihandı. Gerçekten çok
büyük bir denemeydi.
107-111. “Ona, fidye olarak büyük bir
kurbanlık verdik. Sonra gelenler içinde “İbrahîm’e selâm olsun” diye bir ün
bıraktık. İşte iyileri böylece mükâfatlandırırız. Doğrusu o, inanmış
kullarımızdandı.”
Biz ona büyük bir koçu kurbanlık olarak verdik. Bir kurbanlığı fidye
olarak ona lütfettik. Böylece İbrahîm üzerine selâm olsun diye onu kendisinden
sonra gelenler için bir hatıra bıraktık. Sonra gelenlerin hepsi kıyamete kadar
İbrahîm’e (a.s) övgüler söyleyen, salât-u selâm okuyan, onu hayır duayla yâd
edenler olacaklar. Selâm diyecekler ona; selâm, onun ve ailesinin üzerine olsun
diyecekler namazlarında. Kıyamete kadar Müslümanların kalplerinde bir hatıra
olacaktır. Sadece Müslümanlar içinde değil Yahudi ve Hıristiyanların arasında da
saygın bir yeri olacak İbrahîm’in (a.s). İşte biz muhsinleri böyle
mükâfatlandırırız. Muhakkak ki o, Bizim
mü’min kullarımızdandı.
112,113. “Ona iyilerden olan İshak’ı
peygamber olarak müjdeledik. Kendisini ve İshak’ı mübarek kıldık; ikisinin
soyundan iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine yazık edenler de
vardır.”
Biz ona İshak’ı müjdeledik ki, o da sâlihlerden bir nebî idi. İs-hak’a da
tebrikler, o da mübarektir. Onun neslinden muhsinler de gel-di, zalimler de
geldi. Rabbini görüyormuşçasına O’na kul köle olanlar da, kendisini O’na kulluk
ortamından çıkararak zulmedenler de geldi. Kişinin kendi kendine zulmetmesini
böyle anlıyoruz. Bir adam, kendisini yaratına kulluk ortamından uzaklaştırıp
başkalarına kulluğa yönelmişse kendi kendine zulmetmiş demektir. Çünkü en büyük
zulüm şirktir. Öyleyse onun soyundan gelenler olarak bizler muhsinlerden olalım
inşallah, zalimlerden olmayalım.
114,122. “Andolsun ki Mûsâ ve Harun’a da iyilikte bulunmuştuk. İkisini
ve milletini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık. Onlara yardım etmiştik de üstün
gelmişlerdi. Her ikisine de, apaçık anlaşılan bir Kitap vermiştik. Her ikisini
de doğru yola eriştirmiştik. Sonra gelenler içinde “Mûsâ ve Harun’a selâm olsun”
diye birer ün bıraktık. Doğrusu Biz, iyileri böylece mükâfatlandırırız. İkisi de
şüphesiz, inanmış kullarımızdandı.”
Muhakkak ki Biz Mûsâ ve Harun’a da lütuflarda bulunduk. O ikisi de Bizim
yolumuzun yolcusu iki elçiydi. Onlara da elçilik lütfettik. O ikisini ve
milletlerini, yâni İsrâil oğullarını büyük bir belâdan, büyük bir sıkıntıdan
kurtardık. Firavun ve sistemi onları eziyordu. Zalim Firavun’un baskıları
altında her şeylerini kaybetmiş, köleleşmişlerken, Biz onlara yardımımızı
ulaştırdık ta onları düşmanlarına üstün getirdik. Onlara katımızdan kitap
gönderip, onunla onları dosdoğru yola ulaştırdık. Yaşadıkları Müslümanca bir
hayatın sonunda onlara da kendilerinden sonra gelenler arasında “Mûsâ ve Harun’a
selâm olsun” diye bir ün, bir şeref bıraktık. Kıyamete kadar gelecek insanlar da
yine onları hayır ve selâmla yad edeceklerdir. Doğrusu Biz muhsinlerin
hayatlarını işte böylece ölümsüzleştirir ve bereketlendiririz. O ikisi de
şüphesiz Bizim mü’min kullarımızdandı.
123,126. “Doğrusu İlyas da peygamberlerdendir. Milletine: “Allah’a karşı
gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbiniz,
önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah’ı bırakıp da Baal putuna mı
taparsınız?” demişti.”
İlyas da İsrâil oğullarına Allah’ın rahmet olarak gönderdiği elçilerinden
birisidir. İlyas da peygamberlerdendi. Bunların hepsi de Allah’ın kutsal
elçileridirler. Her birisi de dönemlerinde Allah kullarını Allah’a kulluğa
çağırmışlar, Allah’ın kendilerinden istediği hayatı yaşamışlar ve Rabblerinin
rızalarını kazanmış olarak bu dünyaya veda
etmişlerdir.
Rabbimizin İsrâil oğullarına elçi olarak gönderdiği İlyas (a.s)
kitabımızın iki sûresinde zikredilmektedir. Birisi işte bu sûrenin bu âyeti,
diğeri de En’âm sûresindedir. Buradaki açıklamayla İlyas (a.s) kavmine dedi ki,
“ey kavmim muttakî olmaz mısınız? Yolunuzu Allah’a sormaz mısınız? Yolunuzu
Allah’la bulmaz mısınız? Hayatınızı Allah için yaşamaz mısınız? Allah’ın
gösterdiği yola girmez misiniz? Tüm hayatınızda Allah’ı söz sahibi kabul etmeye
yanaşmaz mısınız? Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ı bırakır da Ba’le mi
tapınıyorsunuz? Yaratıcı olan Allah berisinde kendinize başka tanrılar mı
ediniyorsunuz? Yapmayın böyle. Parçalamayın hayatınızı. Allah’a yetki
sınırlaması getirmeyin!” Ba’l, efendi, sahip, yetkili, koca gibi anlamlara gelen
bir ifadedir. İsrâil oğulları bir ara Allah berisinde başka efendileri, başka
reisleri dinlemeye başladılar da, Allah’ın elçileri onları bu yanlışlarına karşı
uyardı.
127-132. “Bunun, üzerine onu yalanlamışlardı.
Allah’ın O’na içten bağlı kulları bir yana, bunların hepsi cehenneme
götürüleceklerdir. Sonra gelenler içinde, “İlyas’a selâm olsun” diye bir ün
bıraktık. Doğrusu Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız. O, inanmış
kullarımızdandı.”
Bunun üzerine şirke batmış toplumu onu yalanlamışlardı. Hayatlarında
Allah’tan başkalarına da yetki alanı bırakan tüm bu tür müşrikler bu
yaptıklarından ötürü cehenneme gideceklerdir. Ancak Allah’ın saf, katışıksız
iman sahibi, hâlis din sahibi, tüm hayatlarında sadece Allah’ı dinleyen kulları
bunun dışındadır. İşte onlardan biri olan İlyas’a selâm olsun diye bir ün, bir
hatıra, bir nâm bıraktık. Kıyamete kadar insanlar onu da rahmetle, selâmla yâd
edecekler. İşte muhsinleri Biz böylece mükâfatlandırırız. O, iman etmiş
kullarımızdandı.
133,138. “Şüphesiz Lût da peygamberlerdendir. Geridekiler arasında kalan yaşlı
bir kadın dışında, Lût’u ve ailesinin hepsini kurtarmıştık. Sonra diğerlerini
yok etmiştik. Ey İnsanlar! Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz.
Akletmez misiniz?”
Muhakkak ki Lût da (a.s)
elçilerdendi. O da Rabbimizin kendisine hüküm, hikmet, ilim ve risalet
verilenler peygamberlerindendi. Kitabımızın başka yerlerinde hayatı, mücâdelesi
detayıyla anlatılan Lût (a.s), biraz önce tüm insanlığa imamlık şerefiyle
şereflendirilen İbrahîm’in (a.s) yeğenidir. İbrahîm’le (a.s) birlikte hicret
edip Filistin bölgesine yerleşir. Sodam ve Gomore isimli iki büyük kentte
insanları uyarır. Kavmi çok ahlâksız bir kavimdir. ‘Homoseksüellik’ denen,
kadınları bırakıp erkeklere gitme gibi bir hastalığa müptelâdır. Allah’ın elçisi
onları hayvanları bile utandıracak bu kötü alışkanlıklarından vazgeçirmeye
çalışır. Ama pislikten hoşlanan kavmi onu dinlemez. Uzun bir uğraşının sonunda
toplum peygamberin uyarılarına kulak asmaz hale gelince de, Rabbimiz gönderdiği
bir azapla, bir helâkle onların tümünü helâk eder. Sadece Lût (a.s) ve ona
inanan iki kızı hariç. İhtiyar karısı da helâk edilenlerin
içindedir.
Ey
Mekkeliler, ey bu âyetlerin muhatapları, akşam-sabah ticaret kervanlarıyla helâk
olmuş bu toplumun üzerinden geçiyorsunuz. Şam ve
Filistin taraflarına giderken yolunuzun üzerinde duran bu toplumun helâk
yasasına şahit oluyorsunuz da niye ibret almıyorsunuz? Niye akletmiyorsunuz? Niye bundan bir ders çıkarıp onların
yanlışlarından uzaklaşmıyorsunuz? Niye hâlâ Allah’la savaşınızı sürdürüyorsunuz?
Görmüyor musunuz Allah’ın gücünü? Allah’ın tarih boyunca dostlarına yardım edip
onları destekleyerek tüm düşmanlarına karşı galip getirdiğini görmüyor
musunuz? Mûsâ’ya (a.s), Nuh’a (a.s),
İbra-him’e (a.s) yardım edip desteklemiş. Düşmanlarını, kendisiyle savaşa
tutuşanların tümünü de helâk etmiştir. Hiç düşünmez
misiniz?
139,148. “Doğrusu
Yunus da peygamberlerdendir. Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide onlarla karşılıklı
kur’a çekmişti de, yenilenlerden olmuş, bu sebeple denize atılmıştı. Kendini
kınarken onu bir balık yutmuştu. Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı,
tekrar diriltileceği güne kadar balığın karnında kalacaktı. Halsiz bir halde
iken kendisini sahile çıkardık. Onun için, geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik.
Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona
inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar
geçindirdik.”
Şimdi de Yunus (a.s) gündeme alınıyor. Hiç şüphesiz Yunus (a.s) da
peygamberlerdendi. Yunus (a.s), kitabımızın Yunus, Enbiyâ, Kalem sûrelerinde de
anlatılır. Burada da onun hayatından kısa bir kesit sunuyor Rabbimiz. Kalem
sûresinde Yunus’un (a.s) hayatının bir bölümü anlatıldıktan sonra Rabbimiz
peygamberine buyurur ki, “ey peygamberin sakın Hûd sahibi gibi de
olma.”
Allah’ın elçisi görevlendirildiği toplumunu Allah’ın âyetleriyle uyarır.
Toplum aldırış etmez, uyarılarına kulak vermez. Onları Allah’ın yaklaşmakta olan
azabıyla tehdit eder. Toplum yine adam olmaya yanaşmayınca çok üzülür, çok canı
sıkılır ve toplumunu terk eder. Çünkü kendilerine haber verdiği azap biraz
gecikmiştir. Onlardan uzaklaşır. Allah’ın kendisini görmek istediği görev
mahallinden uzaklaşıp dolu bir gemiye kaçar. Halbuki Rabbinden bu konuda bir
hicret emri gelmedikçe, ne olursa olsun sabredip orada, görev başında
kalmalıydı. Ama işte canı sıkılır ve toplumundan kaçar; bir gemiye biner. Gemide
giderlerken bir fırtına çıkar ve alabora olur. Gemidekiler aralarında bir kur’a
çekerler ve Yunus (a.s) mağlup olanlardan, kaybedenlerden olur.
Sonra denize atılır. Derken kendini kınar olduğu halde, yaptıklarından
pişmanlık duyar olduğu halde, onu bir balık yutar. Balığın karnında, karanlıklar
içinde Rabbine yalvarıp yakarır. Hatasını anlayıp Allah’a istiğfarda bulunur.
Rabbimiz buyurur ki, “eğer Allah’ı çokça zikredenlerden, tesbih edenlerden,
gündeme alıp yüceltenlerden olmasaydı, o balığın karnında kıyamet gününe kadar
kalmış gitmişti, unutulup gitmişti.”
Hatasını anlayıp Rabbine: “Ya Rabbi beni affet, seni tesbih ve tenzih
ederim. Ya Rabbi ben zalimlerden oldum. Ben sana, toplumuma ve kendi kendime
zulmedenlerden oldum. Ben görev yerimi terk ettim. Ben kendimi senin görmek
istemediğin bir konuma indirdim. Ben yapmamam gerekeni yaptım. Ama ya Rabbi,
senden ve rahmetinden de ümidimi kesmiyorum. Sen yücesin, Sen noksan sıfatlardan
münezzehsin, affına sığınıyorum ya Rabbi,” diye dua etti, tesbih
etti.
Sonunda o hasta bir durumdayken Biz onu çıplak bir yere, bir sahile
atıverdik, çıkarıverdik. Üzerine sık ve geniş yapraklı, büyük yapraklı kabağa
benzer bir ağaç bitirdik. Böylece onu hem gölgelendirdik, hem içecek ve yiyecek
sunduk. Onu nüfusu yüz bin olan veya sayısı daha da artan bir topluluğa elçi
olarak gönderdik. Sonunda on-lar ona iman ettiler ve Biz de onları bir süreye
kadar yaşattık, yararlandırdık. Rabbimizin bu “gönderdik” buyurduğu yer,
Yunus’un (a.s) önceki görev mahallidir. Rabbimiz onu affetti ve tarihte helâkten
dönen, tevbeleri kabul edilen tek kavim olan o kavme, yine onu peygamber olarak
gönderdi.
Öyleyse Rabbimizin bu hadiseyi bize anlatmasındaki hikmetini kavrayıp,
bizler de görev mahallerini terk edenlerden olmamalıyız. İn-sanlara kızıp, “bizi
dinlemediler, bizi anlamadılar, bizim istediğimiz noktaya gelmediler,” diye
onlara karşı yapmamız gereken tebliğlerimizden kaçmamalıyız. Hareketlerimizi
insanların tavırlarına göre ayarlamamalıyız. Onlar dinlemeseler de, anlamasalar
da, yaptığımızı Allah için yapmanın bilinci içinde sabırla görevimize devam
edelim. Sonucu Allah’a bırakalım. Sürekli Rabbimize dua edelim. En kötü şartlar
altında bile olsak, içinde bulunduğumuz toplumun günâhkâr ve isyankar karnı bizi
yutmuş bile olsa, yine Rabbimizden ümidimizi kes-meyelim. Sürekli Rabbimizi
tesbih edelim, yüceltelim.
149,157. “Ey Muhammed! Putperestlere sor,
kızlar senin Rabbinin de, erkekler onların mı? Yoksa melekleri kız olarak
yarattığımızda onlar hazır mı idiler? Dikkat edin; doğrusu onlar yalan uydurup
söylüyorlar. “Allah doğurdu” diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar. Allah
kızları, oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyorsunuz? Ne biçim hük-mediyorsunuz?
Hiç düşünmez misiniz? Yoksa apaçık bir deliliniz mi var? Doğru sözlülerden
iseniz, kitabınızı getirin bakalım.”
Burada konu değişiyor ve Rabbimiz peygamberine karşısındaki müşriklere
bir soru sorduruyor. Peygamberim sor bakalım o putperestlere, “kızlar senin
Rabbinin de erkekler onların mı? Kızlar, kız çocukları Allah’a ait de erkek
çocukları onlara mı ait? Yoksa Allah’ın hissesine kızlar düştü de, erkekleri siz
mi sahiplendiniz? Yâni berbat bir şirk mantığı içinde kız çocuklarını kendiniz
için bir utanç meselesi sayıyorsunuz da, onları Allah’a vermeye mi
çalışıyorsunuz? Kendinize lâyık görmediğinizi, Allah’a mı lâyık görüyorsunuz?”
Hainler kitabımızın başka âyetlerinin beyânıyla bir kız çocukları dünyaya geldi
haberiyle karşı karşıya geldikleri zaman utançlarından yerin dibine geçiyorlardı
da, o kızları Allah’a izâfe etmeye çalışıyorlardı. Dertleri de şuydu: Güçlü
gördükleri erkek çocuklarını kendilerine, güçsüz olan kız çocuklarını da Allah’a
izâfe ederek savaş verdikleri Allah’ı kendi karşılarında güçsüzleştirmeye
çalışıyorlardı.
Yine müşrikler, melekleri de Allah’ın kızları olarak düşünüyorlardı. Bu
da onların başka bir sapıklıklarıydı. Bunu söylerken de hem dişi hayal ettikleri
meleklerle şehvetlerini tatmin ciheti güdüyorlardı, hem de Allah’la giriştikleri
savaşta O’nun orduları olan meleklerin böyle güçsüz, kuvvetsiz, kendilerine azap
edemeyecek, asla kendilerine bir zarar veremeyecek varlıklar olarak hayal
ediyorlardı. Bakın Allah soruyor: “Yoksa o melekleri kızlar olarak
yarattığımızda onlar orada mıydılar? Onlar buna şahit mi olmuşlar? Melekleri mi
görmüşler? Nereden söylüyorlar bunu? Böyle bir gayba nasıl muttalî olmuşlar?
Hayır hayır, onlar sadece yalan söylüyorlar.”
Sonra yine o alçaklar, “Allah doğurdu” diyorlar. Allah’a oğullar, kızlar
izâfe ediyorlar. Allah böyle şeylerden münezzehtir. Onlar yalancıların tâ
kendileridirler. Nasıl diyebiliyorlar bunları? Allah kızları oğullara tercih mi
etmiş? Halbuki tüm kızlar, tüm oğullar Allah’ındır. Her şey ve herkes Allah’ın
kuludur. Ne biçim hükmediyorsunuz? Allah’a bu tür bilmediğiniz konularda
iftiralarda bulunurken hiç düşünmez misiniz? Böyle gaybî konularda konuşurken
yoksa elinizde bir deliliniz mi var? Allah size gayb bilgilerinden bir bilgi
göndermişse, haydi çıkarıp ortaya koyun onu? Hayır hayır, hiçbir bilgileri,
belgeleri olmadığı halde, akılsız kâfirler ve müşrikler kendi zanlarıyla, hevâ
ve hevesleriyle böyle yanılgıların içinde yüzüp gidiyorlar. Bakın bir başka
sapıklıkları da şöyledir:
158,159. “Allah’la cinler arasında bir soy
bağı icad ettiler. Andolsun ki, cinler de, kendilerinin hesap yerine
götürüleceklerini bilirler. Allah onların vasıflandırmalarından
münezzehtir.”
Allah’la cinler arasında, Allah’la melekler arasında bir nesep, bir soy
bağı icad ettiler. Bir başka müşrik mantığı olarak cinlerle Allah arasında
benzerlik kurdular. Cinleri hâşâ Allah gücüne sahip, Allah bilgisine sahip
varlıklar kabul edip onlara tapınmaya çalışmışlar. Rabbimiz buyuruyor ki,
“andolsun ki o cinler de kendilerinin hesaba çekileceklerini, kendilerinin de
kul olduklarını bilmektedirler. Allah on-ların böyle sapıkça vasfetmelerinden
münezzehtir.”
160,163. “Allah’ın içten bağlı kulları
bunların dışındadır. Sizler ve yaptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden
başkasını Allah’a karşı azdırıcı değilsiniz.”
O cinler de kendilerinin azap için Rablerinin huzuruna getirileceklerini
bilmektedirler. Onlardan küfür ve şirk içinde olanlara da azap edilecektir,
ancak onlardan muhlis olarak, sadece Allah’a kulluk edenler bunun dışındadır.
Sizler de, yaptığınız, taptığınız şeyler de cehenneme gidecek kimselerden
başkasını Allah’a karşı saptıramayacaksınız. Sizler sadece cehennemlikleri
saptırabilirsiniz. Allah’ın vahyine teslim olmuş, samimiyetle Allah’a kulluk
eden, katışıksız vahiy dinine tâbi olanlara karşı yapabileceğiniz hiçbir şey
yoktur.
164-166. Melekler şöyle derler: “Bizim her
birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız, şüphesiz
biz Allah’ı tesbih edenleriz.”
Melekler derler ki, “bizden her birimiz için belli bir makam vardır.
Bizim her birimiz Rabbimize kulluk makamındayız. Değil Allah’ın kızları olmak,
değil Allah’a, O’nun yetkilerine, O’nun haklarına ortak olmak, bilâkis bizler
bir an bile Rabbimize karşı gelmeden O’na kulluk etmekteyiz. Bizler O’nun
emirlerini yerine getirmek için emre âmâde saf saf duran ve hep Rabbimizi tesbih
edenleriz.”
167-172. Putperestler: “Öncekilerde olduğu
gibi bizde de bir kitap olsaydı, Allah’ın O’na içten bağlı kulları olurduk”
derlerdi. Böyleyken O’nu inkâr ettiler.
Ama bileceklerdir. Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar
şüphesiz yardım göreceklerdir.”
Müşrikler diyorlar ki, “eğer bizim yanımızda da öncekilerden bir zikir
bulunmuş olsaydı, yâni eğer Allah önceki toplumlara indirdiği gibi bize de bir
kitap göndermiş olsaydı, elbette bizler de Allah’a gönülden bağlı kullar
olurduk.” Evet böyle diyorlardı. Eğer Yahudilere, Hıristiyanlara kitap verildiği
gibi bize de bir kitap verilmiş olsaydı, en samimi mü’minler olurduk,
diyorlardı. Hattâ ehl-i kitabın bozuk düzen hayatlarını beğenmeyerek, biz
onlardan daha iyi Müslümanlar olurduk, diyorlardı. Ama ne zaman ki bu
bekledikleri kitap, bekledikleri peygamber geldi, hemen onu reddettiler, inkâr
ettiler. O kitaba da, o peygambere de amansız bir düşman kesiliverdiler. Kitabın
ve peygamberin gelişi onların
nefretlerini artırıverdi.
En’âm sûresinde de Rabbimiz onlara diyordu ki, “bizden önceki iki
topluma, Yahudi ve Hıristiyanlara kitap gönderildi de bize gönderilmedi
demeyesiniz diye biz bu kitabı size indirdik.” Evet artık ne onların ne de şu
anda yeryüzünde yaşayan insanların hiçbirisinin böyle bir itiraz hakları
kalmamıştır. Yâni efendim ne yapalım? Tamam biz de Müslüman olacağız, biz de
Allah’ın istediği bir hayatı yaşamak istiyoruz, ama elimizde imkân yok, kitap
yok, peygamber yok, örnek yok diyerek bu tür mâzeretlerin arkasına saklanmaya
hiç kimsenin hakkı kalmamıştır. İşte kitap, işte peygamberin sünneti... Kıyamete
kadar ona ulaşmak isteyen herkesin ulaşabileceği bir şekilde insanların gözleri
önünde dimdik durmaktadır.
Ama
kim de böyle kitap ve peygamberin sünneti ortadayken onları görmezden gelir,
kitaba ve peygambere müracaat etmeden bir hayat yaşamaya kalkışırsa, elbette
onlar bu yaptıklarının ne anlama geldiğini, kendilerine neleri kaybettirdiğini
yakında bileceklerdir. Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir ki,
onlar şüphesiz yardım göreceklerdir. Allah peygamber yolunun yolcularına mutlaka
yardım edecektir. Bu, Allah’ın üzerine aldığı bir vaadidir ve Allah asla
vaadinden dönmeyendir.
173,175. “Bizim ordumuz şüphesiz üstün
gelecektir. Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlara aldırış etme. Onlara inecek
azabı gözetle, onlar da göreceklerdir.”
Meleklerden, tüm diğer varlıklardan ve Bizim yolumuzda savaş veren
mü’minlerden teşekkül eden ordumuz muhakkak
ki üstün gelecektir. Öyleyse ey peygamberim, sen bir süreye kadar onlara
aldırış etme. Onlardan yüz çevir ve onlara inecek azabı bekle. Onlar da
göreceklerdir bunu, sen de göreceksin.”
176,178. “Azabımıza uğramakta acele mi
ediyorlar? O azap yurtlarına indiğinde, uyarılan fakat yola gelmeyenlerin sabahı
ne kötü olur! Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.”
Şimdi onlar Bizim azabımız konusunda acele mi ediyorlar? Kendileri için
azabımızı mı bekliyorlar? Hani nerede kaldı kıyamet? Hani nerede diriliş, nerede
ateş, nerede hesap kitap mı diyorlar? Azaplarının bir an evvel gelmesini mi
istiyorlar? Kıyamet için hazırlığa acele etmiyorlar da, azaba mı acele
ediyorlar? Allah’ın rızasını kazanacak amellerin değil de, azabın mı acelecisi
kesiliyorlar? Yaşadıkları hayatla azaba dâvetiye mi çıkarıyorlar? Gelsin bakalım
ne gelecekse, görelim mi diyorlar? Peki o azap, yerlerine, yurtlarına indiği
zaman ne yapabilecek bu insanlar? Neye güçleri yetebilecek? Nelerine
güveniyorlar da bu azabın gelmesini acele isteyip duruyorlar? Hani kendilerinden
öncekiler kendilerine gelen Allah’ın azabından kendilerini kurtarabilmişler mi?
Gece veya gündüz Allah’tan kendilerine gelenlerden kendisini kurtarabilmiş bir
tek insan var mı? Değilse neyine güveniyor bu insanlar? Onlara istedikleri azap
geldiği zaman onların sabahları ne kötü olur? Ey peygamberim, sen bir süreye
kadar onlardan yüz çevir.
176,182 “Ve seyret, onlar da yakında azabı
göreceklerdir. Senin güçlü olan Rabbin, onların vasıflandırmalarından
münezzehtir. Peygambere selâm olsun. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd
olsun.”
Onlardan yüz çevir ve bekle. Yakında onlar da görecekler başlarına
nelerin geleceğini. Senin her şeye güç yetiren, her şeye egemen olan Rabbin
onların tüm vasıflamalarından uzaktır, münezzehtir, üstündür. Peygamberlere,
Allah’ın kutlu elçilerine selâm olsun, Âlemlerin Rabbi olan, tüm âlemlerde söz
sahibi olan Allah’a hamd olsun. Velhamdü lillahi Rabbil
Âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder