YÂSÎN SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 36., nüzûl sıralamasına göre 41., mesânî
kısmının birinci sûreler grubunun 8. ve son sûresi olan Yâsîn sûresi, Mekke’de
nâzil olmuştur. Âyetlerinin sa-yısı 83’dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd
yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın
Rasûlüne ve O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul
buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Huruf-ı mukatta ile başlayan, ilk
âyetini kendisine isim almış, Mekke’de nâzil olmuş, tevhid, âhiret ve risalet
konularını en güzel bir biçimde anlatan 83 âyetlik bir sûreyle karşı karşıyayız.
Kitabımızın tertip sırasına göre 36. sırasına, nüzûl sırası itibariyle de 41.
sırasına yerleştirilmiş bir sûre. On iki ve kırk beşinci âyetlerinin Medine'de na-zil olduğuna dair
rivâyetler vardır.
Yâsin sûresi, ilk âyetinde
bulunan yâ ve sin harflerinden dolayı bu ismi almıştır. Bununla berâber "Azime",
"Muimme", "Müdafi'ai ka-diye" ve "Kalbu'l-Kur'an" isimleri de kullanılmıştır.
Kalbu'l-Kur'an, Kur'-an'ın kalbi, Müdafi'a-i kadiye, sahibinden (onu okuyan ve
onunla amel eden kişilerden) her türlü fenalığı defeden, Muimme, sahibine dünya
ve âhiretin hayatını kazandıran, ondan dünya ve âhiretin korkularını gideren ve
Azime ise, sahibi Allah'ın yanında şerefli olarak zikredilen
demektir.
Yâ ve sin harflerinin ne
demek olduğu hakkında, alimlerin farklı yorumları vardır. Fakat bu iki harfin
gerçek manasını Allah bilir.
Sûrenin fasılaları
kısadır. Sûrede etkili ve seri ikazlar bulunmaktadır. Âyetleri kısa cümleler
halindedir. Sûrenin her yerinde insan kalbine etkili olan ikaz ve uyarılar
bulunmaktadır.
Yasin sûresinin ilk ve en
önemli hedefi, İslâm inancının esaslarını kurmaktır. Onun için sûrenin ilk
âyetlerinde peygamberlik ve Kur'an'ın önemi işlenmiştir:
"Yâsin. Hikmetli Kur'an'a
and olsun. Sen elbette gönderilmiş elçilerdensin. Dosdoğru bir yol üzerinde,
yani üstün ve çok merhametli Allah'ın indirdiği (Kur'an yolu) üzerindesin"
(1-4).
Yüce Allah bu âyetlerde,
sûreye, isim olan yâ ve sin harfleriyle bir de Kur'an'la yemin ederek Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini ve onun doğru yolda olduğunu
bildirmektedir.
Ondan sonra bu sûrede,
kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyen, yalanlayıp karşı çıkan kasaba
halkının uğradığı kötü sonuç dile getirilmiştir. Sûrenin sonuna doğru tekrar
peygamberlikten ve Hz. Muhammed (s.a.s)'den bahsedilmiştir.
Mekke'de nâzil olan diğer
sûrelerde olduğu gibi, Yâsin sûresinde de imân ve itikatla ilgili hususlar
işlenmiştir. Sûrede bilhassa kı-yâmet sahnelerinden, daha önce gelip geçen
insanlarla ilgili ibretli kıssalardan, Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, üstün
gücünü ve kuvvetini ifâde eden olaylardan bahsedilmektedir. Allah'ın kuvvet ve
kudretini gösteren, ölü toprakların yeşerip hayat bulması, günün batmasıyla
karanlığa gömülen gecenin manzarası, kendi yörüngesinde yoluna devam eden
güneşin görünümü, sonunda kuru bir hurma dalı haline dönünceye kadar konaklara
yavaş yavaş uğrak yapan ayın durumu, insanları ve çeşitli yükleri gemilerin
sular üzerindeki taşıma gücü ve daha nice ibretli manzaralar, aklı eren
insanların düşüncelerine sunulmuştur. Cennet ve cehennem haber
verilmiştir.
Yâsin sûresinin sunduğu bu
mesajlar arasında, öldükten sonra dirilme olayı, yani âhiret hayatı, ağırlık
noktasını teşkil etmektedir. Çünkü âhiret inancı, sosyal bir varlık olan insanın
hayatında son derece önemli bir rol oynamakta ve etkili olmaktadır. Âhiret
hayatının varlığını kesin bir şekilde haber veren bu âyetlerden bazılarının
meâli şöyledir:
"İnsan, bizim kendisini
nasıl bir nutfe (sperma)'dan yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım
kesildi? Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal verdi: "Şu çürümüş kemikleri
kim diriltecek?" dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her
yaratmayı bilir" (79).
İbn Abbas (r.a)'dan
nakledildiğine göre, el-As İbn Vail, Hz. Mu-hammed (s.a.s)'e gelerek, eline
aldığı çürük bir kemiği ufaltılmış ve "Ya Muhammed! Allah bu çürümüş kemiği de
mi yaratacak?" diye sormuş. Bunun üzerine yukarıda meâli sunulan âyetler nazil
olmuştur.
Yâsin sûresi, Müslümanlar
tarafından çok okunan bir sûredir. Diğer sûrelere nazaran daha fazla rağbet
görmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in bu sûre hakkında söylediği ve okunmasını
tavsiye ettiği çeşitli hadisler vardır. Bu hadislerden bazıları
şöyledir:
"Her şeyin bir kalbi
vardır. Kur'an'ın kalbi de Yâsin'dir. Kim Yâ-sin'i okursa, Allah onun okumasına,
Kur'an'ı on kere okumuş gibi sevap yazar" (Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'an, 7; Dârimî,
Fedâilu'l-Kur'an, 21).
"Yâsin, Kur'an'ın
kalbidir. Allah'ı ve âhiret gününü arzu ederek Yâsin okuyan kimsenin geçmiş
günâhı affedilir. Onu ölülerinize oku-yunuz" (Ebû Davud Cenâiz 20; İbn Mace,
Cenâiz 4; İbn Hanbel, Müsned V, 26, 27).
Bu hadislerden anlaşıldığı
gibi, Yâsin'i okuyarak sevabını ölülerin ruhuna bağışlamak caizdir. Ancak
Kur'an'ın dirilere nâzil olduğu ve insanların, onun manasını anlayarak, emir ve
yasaklarına uygun bir şekilde hayat sürdürmeleri için gönderildiği
unutulmamalıdır.
Yâsin sûresi, Yüce
Allah'ın varlığına, üstün gücüne ve âhiret yurduna işarette bulunan şu âyetlerde
son bulmaktadır:
"Gökleri ve yeri yaratan,
onların benzerini yaratmağa kadir de-ğil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen
yaratıcıdır. Onun işi, bir şeyi (olmasını) istedi mi, ona sadece "ol" demektir,
hemen oluverir. O, öy-le yücedir ki, her şeyin hükümdarlığı O'nun elindedir. Ve
siz O'na dön-dürüleceksiniz" (81-83).
Evet, Yâsîn sûresi
Rasulullah Efendimizin beyanıyla, Kur’an’ın kalbidir. “Her şeyin bir kalbi
vardır, Kur’an’ın kalbi de Yâsîn sûresidir,” buyurur Rasulullah Efendimiz.
Kur’an sûrelerinin faziletleri adına pek çok hadis uydurulmuştur. Sûreler içinde
faziletine dair en çok hadis uydurulmuş olan sûre de bu sûredir. Hattâ bu hadis
uyduranlardan birisine, “niye böyle yapıyorsunuz?” diye sorulunca, adam şöyle
cevap vermiş: “İnsanlar hep insanların eserlerine yöneliyor. Rabbânî’-nin,
Gazâlî’nin eserlerini okuyorlar. Eh hep onları okuyacaklarına biraz da Rabbimin
kitabına yönelsinler diye böyle yapıyoruz,” der. Niyet iyi de olsa çok kötü bir
şeydir tabii bu yaptıkları.
Sûrelerin faziletlerine dair pek çok
hadis uydurulmuş olsa da bu hadis sahihtir. Fâtiha sûresi nasıl “Ümmü’l Kitap”,
kitabın anası ise, bu sûre de “Kalb’ul Kur’an”, Kur’an’ın çarpan kalbi,
Kur’an’ın özetidir. Çünkü dinin odak noktası âhirettir. Âhireti, kıyameti,
kıyamet sonrası hayatını en güzel bir biçimde gözler önüne seren bu sûre
ol-duğuna göre elbette Kur’an’ın kalbidir bu sûre.
Keşke tüm Müslümanların kalbinde olsaydı
bu sûre. Keşke tüm Müslümanlar bu sûreyi, bu sûrenin muhtevasını öğrenebilmiş
ol-salardı. Tabii sûreyi öğrenmekten kastım onu on dakikada okuyabilecek kadar
ezberlemek mânâsına değildir. Meselâ şu anda içimizden biri on dakikada ezberden
bu sûreyi okuyabilir. Fakat bu onun bu sû-reyi bildiği, öğrendiği mânâsına
gelmez.
Hani tabanca eğitimini
bilirsiniz. Uzun uzun tabanca eğitiminden bahsedilir. Bu konuda uzun uzun
teorik, nazarî bilgiler verilir. Yazılı, çizili grafikler çizilerek anlatılır.
Önce belki oyuncak tabanca, sonra bizzat gerçek tabanca gösterilerek anlatılır.
Hattâ bizzat tabancayla üç beş atış ta yaptırılır. Ama yine de bu tabancayı
öğrenmek değildir. Her atışta 12’den vurabilecek kadar onun tüm özelliklerini
tanıyabilecek bir duruma gelmemişsek, onu öğrenmiş sayılmayız değil mi? Şunu
kesinlikle belirteyim ki, hiç birimiz Kur’an adına her atışta 12’den vurabilecek
kadar kitap bilgisine sahip değiliz. Ama hiç olmazsa yüzde bir, binde bir
vurabilecek bir duruma gelebilsek. Yâni hiç olmazsa Yâsîn’i, hiç olmazsa
Bakara’yı, hiç olmazsa En’âm’ı bilebilmiş olsaydık. İşte belki de bunun için
Yâsîn, Kur’an’ın kalbidir denmiştir.
Farz edin ki elinizde 114
kaset var. Meselâ En’âm tuşuna basın size En’âm’ı okusun, A’râf tuşuna basın
size A’râf’ı okusun, Yâsîn tuşuna basın size Yâsîn’i okusun. Mesele bu değil
ama, mesele onu kafaya, kalbe yerleştirmektir. Önemli olan sûrenin muhtevasını
kafada canlı tutmaktır. Bakın sahâbeden birisi tüm varını yoğunu Allah yolunda
infak eder. Kendisine derler ki, “niye böyle yapıyorsun? Bari çoluk çocuğuna bir
şeyler bıraksaydın, onlar el âlemin eline bakmasalardı!” O der ki, “ben
çocuklarıma Vakıa sûresini bıraktım. Vallahi onlar bu sûreye sahip oldukları
sürece asla aç ve açıkta kalmazlar.”
Sûre karın doyurmaz. Ama kişi bu sûreyi
devamlı okur ve sûrenin muhtevasını kafasında canlı tutarsa, sûrenin muhtevasını
kavrar ve hayatını onunla düzenlerse, o zaman onun ihtiyaç felsefesi
de-ğişecektir. İhtiyaç anlayışı sûreye göre şekillenecek, dünyaya karşı kanaatle
doyacak, şu anda insanların pek çoğunun ihtiyaç zannedip peşinden koştuğu
şeylerin arkasına düşmeyecektir. İşte sûreyle doyuma ulaşmak bu
anlamdadır.
Allah Resûlü Ebu Dâvûd ve
İbni Mâce’nin Muakkıl bin Yesâr-dan rivâyet ettikleri bir hadislerinde:
“Ölmek üzere olan hastalarınızın yanında bu
sûreyi okuyun” buyurur. Yâni ölümü, Rab-bin huzuruna gidişi yaklaşmış hasta mü’minlerin
başucunda Kur’an’ın özeti olan, kulluğun en güzel biçimde anlatımı olan bu
sûrenin okunması, hatırlatılması çok faydalı olacaktır. Ama şurasını hiç bir
zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, bunu ölmeden önce okuyacağız ada-ma. Adam
hayattayken ona bunu okuyacak ve duyuracağız ki, böyle bir hayat yaşasın.
Diriyken, sağken, hayattayken duyuracağız ki, adam bu sûrenin muhtevasına göre
bir ömür yaşasın. Yoksa hayattayken adama bu sûreyi hiç duyurmamışız, hiç
okumamışız son anda, ölümden bir kaç dakika önce gitmişiz başucunda Yâsîn
okuyoruz, Yâ-sîn duyuruyoruz.Önceden adam bu sûreyi duymamışsa, bu sûrenin
istediği gibi bir hayat yaşamamışsa ne mânâ ifade edecek ki bu okumamız?
Hani anlatılır ya, tüm hayatı boyunca
kitaptan da, kitabın Yâsîn sûresinden de habersiz, inşaatçılıkla uğraşırken ölüm
döşeğine başını koymuş bir adamın başına gitmişler ve okumaya başlamışlar.
Adamın okunandan hiç mi hiç haberi yok. O ana kadar ne Kur’an duymuş, ne âyet
duymuş, ne hadis duymuş, ne Yâsîn duymuş. “Kiremit ver, çimento dök, harç getir,
al, ver” derken, son anda “harç bit-ti, inşaat paydos!” der ve ruhunu teslim
eder. Böyle birinin başında bin Yâsîn okusanız bile bir değer ifade
etmeyecektir. Adamın önceki hayatında Yâsîn olacak ki, Yâsîn’den haberdar olacak
ki ölürken de bildiği şey sadece kendisine hatırlatılmış olsun.
Kişiye daha önce hiç
duymadığı, bilmediği bir şey okunursa ona çok hızlı gelir, uyum sağlayamaz,
anlamakta güçlük çeker. Meselâ şu anda çoğumuz Arapça okuyoruz, biliyoruz. Az
buçuk bildiğiniz Arapça lisanla konuşsam, ya da şu anda size bir Arap konuşsa,
konuştukları çok hızlı gelir ve bir şey anlayamazsınız değil mi? İşte ölmek
üzere bulunan bir hastaya Yâsîn okumak ta böyledir. Eğer adamın daha önceki
hayatında Yâsîn yoksa, Yâsîn’i hiç bilmiyorsa elbette ilk defa duyduğu Yâsîn ona
çok hızlı gelecek ve bir şey anlayamayacaktır.
Kabirde yapılan telkin de
böyledir. Maalesef adam hayattayken gidip yanında söylemeleri gereken şeyleri,
Müslümanlar, hocalar adamın mezarının başında söylerler: “Ey ölü kişi! Ey
cenaze! Ey filan oğlu filan! De ki, Rabbim Allah’tır. De ki, benim hayat
programımı be-lirleyen, benim boynumdaki kulluk ipinin ucu elinde olan, rızasını
kazanmam, arzularını gerçekleştirmem gereken, çektiği yere gitmek ge-reken
Rabbim Allah’tır, de. Benim dinim teslimiyet dini olan İslâm’dır. Ben teslim
oldum Allah’a. Ben irademi Rabbime teslim ettim. O benim adıma ne demişse, hangi
kararları almışsa ben ona teslim oldum de. Benim örneğim, peygamberim, pişdârım,
mihmandarım Muhammed-dir (a.s) de. Ben kulluk adına kendime onu model aldım de.
O ne yap-mış, nasıl yapmışsa ben de aynen onun gibi yapacağım de. Rabbimiz hak,
kitabı, peygamberi, ölüm, diriliş, sırat, hesap, cennet, cehennem haktır de.
Haydi sen şimdi bütün bunların hak olduğunu söyle bakalım.” Müslümanlar bu
hakları sadece mezarın başında hatırlarlar ve hatırlatırlar. Bunların hak
olduğunu ölmüş kişiye hatırlatırlar ama hayattakilere pek hatırlatmayı
düşünmezler. Halbuki zaten o zavallı ölmüş, zaten gitmiştir bu dünyadan. Orada
ölümün hak olduğunu, haş-r’ın, neşr’in, hesabın kitabın, cennetin cehennemin hak
olduğunu hatırlatmanın ne anlamı olacak ki? Ölülere, mezardakilere, işi
bitmişlere hatırlatıyor insanlar bunları da, dirilere anlatmıyorlar,
hatırlatmıyorlar.
“Aman bu validir, aman bu
emniyet amiridir, aman bu askerdir, polistir, aman bu müdürdür, âmirdir bir
zararı dokunur,” diye korktukları için bu hakları huzurlarında gündeme
getirmekten ve bu haklara riâyet ederek bir hayat yaşamalarını onlara
duyurmaktan korkan, sağlıklarında onların yanlarına yaklaşmaktan korkan
Müslümanlar, onları zulüm içinde bir hayata terk eden hoca efendiler bir gün o
kimselerin cenaze törenlerine çağrılırlar ve orada bunları o kişilere duyurmaya
çalışırlar. Artık ölüp de zarar veremeyecek bir duruma gelince ona yaklaşıp
bunları söyleyebiliyorlar. Adam ölmüştür yahu! Artık ne o öl-müş kişinin onlara
selâm vermesi, ne de o telkinde bulunan kişinin o-na bir şeyler anlatması mümkün
değildir. Dünyadayken diyecektin bu-nu ona da, adam dünyadayken bunların hak
olduğunu bilerek yaşayacaktı.
Öyle değil mi? Dünyadayken Rabb’ın Allah
olduğunu bilerek yaşayacaktı bu adam. Dünyadayken kıblenin Washington, Avrupa,
İs-râil değil, Allah’ın Kâbe’si olduğunu söyleyecektin ki, adam ona göre bir
hayat yaşayacaktı. Geçmiş olsun! Adam yapacağını yapmış, hayatını, amellerini
tamamlamış, defteri kapanmış sen şimdi anlatıyorsun ona bunu.
Halbuki hoca efendiler şerrinden
korktukları, zulmünden ürktükleri bu adamların dünyadayken evlerine gidecekler,
dairelerine, makamlarına gidecekler ve uyaracaklardı: “Ey zavallı! Ey kendisinin
bir şey olduğunu zanneden zavallı insan! Yarın öldüğün zaman beni çağırıp telkin
vermemi isteyeceksin. Ama ben sana şu gerçeği bu günden telkin edeyim ki yarın
benim sana kabrinin başında vereceğim telkinimin hiç bir faydası olmayacak. Sen
şu anda Müslümanca bir hayatın sahibi olmazsan, Müslümanca amellerin sahibi
olmazsan, dünyanın tüm hocalarını çağırsalar bile hiç bir değer ifade etmeyecek.
Gel kendini aldatma da Allah’ın istediği şekilde Müslüman ol. Dinle bak sana
şimdi söylüyorum ki Allah haktır, Allah Rabb’tır, Allah tek İlâhtır, sadece O’nu
Rab bilip, sadece O’nu İlâh bilip boynundaki kulluk ipinin ucunu sadece O’nun
eline vermeli, sadece O’nu razı etmeli, O’nun çektiği yere gitmelisin. Sadece
kulluğunu O’na yapmalısın. O’-nun elçisi Hz. Muhammed de (a.s) hak elçidir, hak
örnektir. Sadece onu örnek alacak, sadece ona uyacak, onu örnek bilecek ve onun
gi-bi bir hayat yaşayacaksın. Allah’ın sana, bana ve tüm insanlığa gönderdiği bu
Kur’an haktır. Hayatını bu kitabına göre düzenleyecek, amellerini bu kitaba
dayandırarak yaşayacaksın,” demeliydik. Neyse bizim bütün işlerimiz böyle bir
garip işte. Bu mukaddimeden sonra sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım
inşallah.
1. Yâ, Sîn.
Rabbimiz böylece
sûreye bir yeminle, bir mukatta harfiyle, bir dikkat çekmeyle veya bir peygamber
ismiyle, “ey insan, ey seyyid!” şeklinde bir ifade tarzıyla başlıyor. Rasulullah
Efendimize ve onun şahsında hepimize hitapla söze başlıyor. Arkadaşlar huruf-ı
mukatta ile alâkalı önceki sûrelerde epey bir şeyler demeye çalışmıştım.
Kitabımızın 29. sûresinin başında bu harfler var. Bunlar Allah’tan peygambere
bir mesajdır. Daha önce dediğimiz gibi bunların aslını esasını bilmesek de
rollerini biliriz. Rabbimiz bu âyetleriyle buyurur ki, “ey kitabın muhatabı, bu
âyetleri Allah sözü olarak dinle ve başkalarının sözüne benzetme. En bilen, tam
bilen, bildiğinde asla yanılmayan bir Allah sözü olarak oku bu kitabı!”
2-4. “Ey Muhammed! Kur’an’ı Hakîme
andolsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberlerdensin.”
Hakîm olan,
hikmetli olan, hikmetle dopdolu olan, hüküm ferma olan, hayata hakim olan,
hükmü, hâkimiyeti kıyamete kadar bâkî olan, kıyamete kadar tüm yeryüzü
insanlığının problemlerini çözecek olan, okunan, okunması, elden düşürülmemesi
gereken bu Kur’an’a yemin olsun ki, hiç şüphesiz sen Resullerden, elçilik
göreviyle görevlendirilenlerdensin. Hakîm olan bir Allah’tan gelen bu Kur’an
Hakîmdir. Hayata etkin olan, hayata egemen olan, hayata karışan bir kitaptır bu
Kur’an.
Şunu yap, bunu yapma demeye, hayatın
programını belirlemeye yetkili bir kitaptır bu Kur’an. Peki acaba gerçekten
bizim de ha-yatımıza hakim mi bu kitap? Acaba hayatımıza program yapmaya yetkili
bir kitabımız var mı bizim? Yoksa hayatımızda hakim olmayan, hayatımıza
hükmetmeyen bir kitabımız mı var? Kur’an, okuyucusunu hayata hakim kılan, egemen
kılan bir kitaptır. O zaman bir bakın bakalım hayata siz mi egemensiniz, yoksa
başkaları mı?
Kur’an “Karae” kökünden
gelen bir kelimedir. “Okunak” anlamındadır. Bir şeyin, bir metnin, bir mesajın
Kur’an olabilmesi için okunması gerekmektedir. Okunmayan şeye Kur’an denmez. Bir
kitap ki eğer okunmuyorsa, okunmak için değilse ona Kur’an denmeyecektir.
Elimizdeki şu kitabı okumanın dışında nerede ve nasıl kullanırsak kullanalım,
buna Kur’an denmeyecektir. Okumak ise duyularla algılanan bir mesajın, kişiye
onu amele sevk etmek üzere bir şeyler söylemesi, görevler yüklemesi anlamına
gelmektedir. Önceki derslerimizde de ifade ettiğimiz gibi okuma işi, dört âzânın
eylemidir. Göz, dil, akıl ve kalp. Gözle görülür, dille telaffuz edilir, akıl
okunanı tercüme eder, kalp te ona göre tavır alır. Göz görmüş, dil telaffuz
etmiş ama akıl onu tercüme etmemiş, kalp de buna göre bir tavır almamışsa, buna
okuma denmeyecektir. Meselâ bir odanın kapısında: “Buraya girmeyin” diye bir
yazı var da siz onu gördüğünüz, okuduğunuz halde oraya girmeye kalkmışsanız, bu
mesaj size bir şey dememiş ve siz onu okumamışsınız demektir.
Emin ol ki peygamberim, sen
Allah’tan bir haberci ve bu Allah haberini ulaştırması gereken her yere, herkese
ulaştıracak bir Resulsün. Rabbimiz, bu âyetiyle peygamber efendimizin
peygamberliğini tescil buyuruyor. Sen muhakkak ki ey peygamberim, Adem’le (a.s)
başlayan, Allah’ın insan hayatına karışmasında odak nokta seçtiği, sözcü seçtiği
peygamberlik zincirinin son halkasını teşkil etmektesin.
Burada aklımıza bir soru
geliyor: Acaba peygamberliği konusunda Rasulullah Efendimizin bir tereddüdü, bir
şüphesi mi vardı ki, Rabbimiz sen mutlaka peygamberlerdensin buyuruyor? Böyle
düşün-menin anlamı yoktur. Elbette Allah Resûlü’nün şüphesi, tereddüdü yoktu ama
bu konuda peygamberin muhataplarına karşı bir Allah damgası, bir Allah şahadeti
gerekiyordu ki Rabbimiz de öyle yapmıştır.
Ey peygamberim, sen müstakim bir
sırat, dosdoğru bir yol üzerindesin. Sırat-ı Müstakim, sürekli üzerinde gidilen,
hayatın tümünde üzerinde olunan bir yoldur. Dosdoğrudur, doğrulan bir yoldur,
kişinin üzerinde ayakta olması gereken, üzerindeki insanları doğrultan, Rabbine
doğrultan bir yoldur. Kişinin namazıyla, orucuyla, ibadetiyle, duasıyla,
teslimiyetiyle, tevbesiyle her an Rabbine doğru gitmeye çalıştığı bir yoldur,
bir hayat programıdır sırat. Kişinin üzerinde dosdoğru Allah’a, dosdoğru
Allah’ın hoşnutluğuna, dosdoğru cennete gittiği bir yol. Müstakim yol
Kur’an’dır, sünnettir; Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu yoldur. Kur’an’da
Rabbimizin biz kulları için seçip sı-nırlarını tespit ettiği İslâm yolu, kulluk
yoludur. Her namazımızda Fâtiha’yla Rabbimizden istediğimiz yoldur.
Eğer dünyada bu yola girmişsek sonunda
bu yol bizi cennete götürecektir. İşte Hz. Adem’le (a.s) başlayan tüm
peygamberler bu yol üzerinde yürümüşler ve kendilerine tabi olanlara bu yolu
göstermişlerdir. Tabi bu yolun sağında solunda, ötesinde berisinde sapak yollar,
tâli yollar, şeytanların yolları da vardır. Tarih boyunca bu müstakim sıratın
başında, insanları uyaran Rabbimizin görevlendirdiği el-çiler vardır. Her bir
sapış noktasında insanları bu dosdoğru yola kıla-vuzlayan elçiler, ısrarlı bir
biçimde insanlığı uyarmışlar, görevlerini yapmışlardır. Yâni Rabbimiz ısrarla
elçileriyle kullarını bu yolda tutma-yı murad buyurmuştur.
5,6. “Bu, babaları uyarılmadığından gafil kalmış bir milleti uyarman için
güçlü ve merhametli olan Allah’ın indirdiği Kur’an’dır.”
Bu Kur’an, Azîz ve
Rahîm olan Allah’ın indirmesi olarak ten-zîlen, peyderpey indirilmiştir. Yerine
ve zamanına göre, ihtiyaca göre indirmiştir Allah onu. Evet bu kitabın
indirilişi Azîz ve Hakîm olan Allah’tandır. Bu Kur’an Allah’tandır. Bu kitabı
indiren Allah’tır. Kitabın indirilişi konusunda peygamberin bile bir yetkisi
yoktur. Allah’tan başka hiç kimsenin böyle Azîz ve Hakîm bir kitabı peygambere
indirmeye güç yetirmesi mümkün değildir. Bu kitabı peygamberine indiren, bu
kitapla peygamberini, onun şahsında da bizleri şereflendiren, bilgilendiren, bu
kitapla kendi bilgisinden bize aktarımda bulunan Allah’tır.
Zira müşriklerden Peygamber
Efendimize itirazlar yükseliyordu: “Ey Muhammed, bu kitap Allah’tan değil
sendendir, bunu sen uyduruyor ve Allah’a izâfe etmeye çalışıyorsun,” diyorlardı.
İşte kâfirlerin bu itirazlarına cevap bâbında, sûresinin başında Rabbimiz bu
kitabın kendisinden olduğunu ortaya koyuyordu. Muhataplarının akıllarını
er-dirmek için de Rabbimiz bu kitabı indirmeye liyâkatini ortaya koymak üzere
iki isminden söz ediyor: Azîz ve Rahîm. Evet bu kitap ancak Azîz ve Rahîm olan
bir Allah katındandır. Allah Azîzdir. Allah mutlak güç ve kuvvet sahibidir,
izzet ve şeref sahibidir. Allah mutlak egemenlik sahibidir. Göklerde ve yerlerde
tek hâkimiyet sahibi, tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde
olan, mutlak tasarruf sahibi olandır Allah. Hayata hakim olan, herkesin
yasalarına boyun büktüğü, yenilmez ve yanılmaz olandır Allah. Sadece kendisine
kulluk edilen, sadece kendisi dinlenilen, sadece kendisinin yasaları uygulanan
varlıktır Allah. Bu kitap herhangi bir insan sözü değil, insan kaynaklı bir
kitap değil, Allah kaynaklı bir kitaptır.
İşte bu kitap Azîz olan bir
Allah’ın, Azîz olan bir elçisinin, Cebrâil’in yeryüzünün en Azîzi olan bir
peygambere getirdiği Azîz ve Rahîm bir kitabıdır. Evet kitabı indiren de
Azîzdir, elçi de Azîzdir, indirilen kitap da Azîzdir, indirilen peygamber de
Azîzdir ve yeryüzünde bu ki-taba inanan, bu kitabın izzet ve hikmetiyle
şereflenen mü’minler de azîzdirler. Evet bu kitapla beraber olanlar yeryüzünde
en büyük izzet ve şerefe sahip olan insanlardır. Yeryüzünde izzet ve şeref bu
kitapla elde edilecektir. Bu kitapla beraber olanlar şereflidir, bu kitapla
beraber olanlar güçlüdür, bu kitapla beraber olanlar, bu kitabı anlayanlar ve bu
kitabın istediği şekilde hareket edenler hikmet sahibidirler. Çün-kü bu kitap
Azîz ve Rahîm olan bir Allah’tan gelmiştir.
Eğer bizler şu anda
yeryüzünde izzet ve şerefe ulaşmak, hikmet ve bilgiye ulaşmak istiyorsak bu
kitapla beraber olmak zorundayız. Eğer Allah’ın izzet ve şerefine, Allah’ın
hikmetine ortak olmak isti-yorsak bu kitaba sarılmak zorundayız. Çünkü Azîz olan
Allah’ın indirdiği de Azîzdir, Hakîm olan Allah’ın indirdiği de hakimdir.
Dikkat ederseniz kitabın
indirilişinin gündeme gelmesiyle hemen Rabbimizin Rahîm oluşunun zikredildiğini
görüyoruz. Bu kitabı indiren Rabbimiz Rahîmdir. Bundan anlıyoruz ki, bu kitap
Rabbimizin Rahîm sıfatının bir tecellisidir. Yâni bu kitabını Rabbimiz bize
rahmetinin gereği olarak indirmiştir. Biz kullarına merhameti gereği, yeryüzünde
ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı bilmez bir vaziyette bo-calamamıza razı
olmadığı için, rahmetinin gereği olarak bize bu kitabı vasıtasıyla kendi
bilgisini indirmiştir. Eğer Allah bize merhamet buyurup ta bu kitabını
indirmeseydi, bu kitabı vasıtasıyla bizi kendi bilgisiyle bilgilendirmeseydi,
bizler karanlıklar içinde ne yapacağımızı bilmez bir vaziyette
kalacaktık.
Rahmeti gereği Rabbimiz bizi
yaratmış, yoktan var etmiş ve gönderdiği kitabıyla bize yol göstermişken, şimdi
kendilerine karşı rahmet olarak gönderilen bu kitaba karşı kayıtsız kalan,
ilgisiz kalan, hattâ onu inkâr eden, bu hayat programından habersiz bir şekilde
kendilerine hayat programı yapmaya kalkışan kimselerden daha zalim kim vardır?
Kendilerini bu kitaptan, bu kitabı kendilerinden uzak tutan insanlardan daha
zalim kim olabilir? Rableri kendilerine böyle bir rahmet kapısı açtığı halde,
böyle bir hayat programı göndermişken, kendilerini muhatap kabul edip kendi
bilgisini onlara açmışken, insanlardan kimileri bu rahmet kaynağına karşı
ilgisiz kalarak kendilerini Rablerine kulluk ortamından uzaklaştırıyorlar,
Rablerinden başkalarına kulluğa koşuyorlarsa bundan daha büyük bir zulüm olur
mu? Bundan daha büyük bir nankörlük olur mu? Üstelik bu kitabın gelişi sadece bu
kitaba iman edenler için değil tüm âlemler için bir rahmetse.
Bu kitap Azîz ve
Rahîm olan Allah’ın indirmesidir. İnzal, tenzil, indirmek demektir. Allah
kitabını yücelerin yücesinden, Levh-i Mahfuzdan indirmiştir. Neden? Kullarım
istifade etsinler diye. Kullarım bununla yol bulsunlar diye. Elinizin altında
olsun, size yakın olsun, siz sürekli onunla beraber olasınız, siz ondan istifade
edesiniz, ona tutunarak yol bulasınız, onunla çölde yol bulasınız, ona tutunup
çukurdan kurtulasınız, onunla hayatınızı düzenleyesiniz diye. Rabbiniz size
değer verip, sizi muhatap kabul edip merhametinden dolayı yüce kelâmını sizin
elinizin altına indirirken, sakın sizler onu kaldırmadan yana olmayın.
Yâni o kitap sürekli elinizde olsun,
sürekli elinizin altında bulunsun. Madem ki Rabbiniz indirmiş onu, öyleyse siz
de indirin onu hayatınıza. Siz de indirgeyin onu hukukunuza, siz de indirgeyin
onu eğitiminize, kazanmanıza, harcamanıza, siyasal yapılanmanıza, hayatınıza,
tüm beşerî ilişkilerinize indirin, indirgeyin bu kitabı. Tüm hayatınızı onunla
düzenleyin. Tüm tavırlarınızı onunla belirleyin. Hareket noktanız bu kitap
olsun. Peki bu kitap ve bu peygamber niye gönderilmiş? Sebep neymiş? Bakın
bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onu de şöyle açıklığa
kavuşturur:
Babaları, ataları uyarılmamış olan
gafil bir toplumu uyarmak için indirdi Allah bu kitabını. Bir toplumu uyarmak
için ki, onların ataları uyarılmamıştı ve de onlar bu kitabın haberlerinden
gafildi. Uzun bir süredir Mekke civarında yaşayanlara uyarıcılar gelmemişti.
Âyetin in-diği dönem açısından düşünecek olursak, kastedilenlerin Hz. Îsâ’dan
(a.s) sonra kendilerine uyarıcıların gelmediği toplumları uyarmak için bu
kitabın gönderilmiş olduğunu anlarız. Biliyoruz ki Araplara Hz. İbrahim’den
sonra elçi gönderilmemiştir.
Ya da âyetin bir başka
mânâsı da şöyle olacaktır: Biz bu kitabı gafil bir toplumu uyarmak için
gönderdik ki, onların ataları da uyarılmıştı zamanında. Atalarını uyardığımız
gibi onları da uyarmak için in-dirdik bu kitabı buyuruyor Rabbimiz. Atalarının
daha önce uyarıldığı konularda gafil olan bir toplumu uyarmak için indirdik bu
kitabı. Ataları, Âd kavmi, Nuh kavmi, Hûd kavmi, Lût kavmi, Salih’in kavmi,
Tub-bâ, Eyke’liler veya bizim babalarımız, hepsi de zamanında uyarılmışlardı.
Bunların hepsi gaflet içindeydiler de Rabbimiz rahmeti gereği onlara azap
etmemek, onları cehennemden kurtarmak için sürekli peş peşe uyarıcılar gönderdi.
Sürekli uyardı onları. Kendilerine gelen bir peygamberi dinlemediler, hattâ
öldürdüler Allah elçilerini. Ama Rahmeti bol olan Rabbimiz arkasından bir elçi
daha gönderdi. Bir ön-ceki âyette ifade edilen ilk elçi Hz. Adem’le başlayan
Sırat-ı Müstakimden insanların saptığı her sapak noktasında, cennet yolundan
ce-henneme ayrılan her yol ayırımının başlangıcında Rabbimiz bir uyarıcı
göndermiştir.
Burada kitabın ve Rasulullah
Efendimizin görevi, fonksiyonu anlatılıyor. Kitap ve Rasulullah kıyamete kadar
tüm insanlar için bir uyarıcı makamındadır. Artık kıyamete kadar başka bir
kitap, başka bir elçi gönderilmeyecektir. Öyleyse peygamberin misyonuna sahip
çıkarak biz de insanları bu kitapla uyaralım ki, bize de merhamet edilsin. Biz
de ona ulaşıverelim ki, biz de şereflenelim. Yâni peygamberi ölmüş bir dinin
müntesibi olmayalım. Allah korusun insanlardan kimileri bırakın peygamberi, hâşâ
Allah’ı bile öldürmüşler hayatlarında. “Allah bizi yarattı ama işi bitti,”
diyorlar. “Bizim hayatımıza karışmaz,” diyor-lar. Bizim hayatımızın tümünde,
evimizde, dükkanımızda, okulumuzda, çarşımızda, pazarımızda Allah’ımız ve
peygamberimiz bulunsun. Allah ve Resûlünün ölçüleri bulunsun
yâni.
Bu âyetle anlıyoruz ki bizim
bir görevimiz varmış. Bizler eğer bu kitaptan gafilsek, uyanmak zorundayız.
Kendimizi bu kitapla uyar-mak zorundayız. Eğer kendimiz bununla uyarılmışsak, o
zaman da bi-zim gibi gafil olanları bu kitapla uyandırmak zorundayız. Bu kitabı
bu insanlara ulaştırmak zorundayız. Eğer bizler kendimizin cennet yolun-da
olduğumuz iddiasındaysak, o zaman insanları da o yola çekmek zorundayız. Eğer
cehennem yolundan kaçındığımızı iddia ediyorsak, insanların cehennem yollarına
da barikatlar koymak zorundayız. İşte bu âyet bize böyle bir yük yüklüyor, bunu
hiç bir zaman unutmayacağız inşallah.
Hiç bir zaman unutmayacağız ki, şu anda
bizler babaları uyarılmamış bir toplumun içinde yaşıyoruz. Kitaptan habersiz
yığınlarla yan yana, içice bulunmaktayız. Uyarıya müspet tavır alanları da,
uyarıdan kaçanları da uyaracağız. Babası kaçanların oğlunu yakalayacağız, oğlu
dinlemeyenlerin babasına gideceğiz. Unutmayacağız ki, ba-bası çok şedit bir
kâfir olduğu halde oğlu yiğit bir Müslüman olan niceleri vardır günümüzde ve
tarihte. Öyleyse herkes uyarılacaktır, herkese uyarı götürülecektir.
Seçilmeyecektir insanlar. “Bu lâyık bu lâyık değildir,” denmeyecektir muhatap
açısından. Bizim açımızdan da bize göre hiç bilmemişlere, hiç duymamışlara
gitmek zorunda olduğumuzu unutmayacağız. “Biz ne biliyoruz ki anlatacağız,”
demeyeceğiz. Çünkü bu âna kadar sûre tanımış, okumuş, dinlemiş olan sizlerin şu
anda bildiklerinize muhtaç nice binler, nice milyonlar var çevremizde?
7. “Andolsun ki, hüküm çoğunun aleyhine
gerçekleşmiştir, bunun için artık inanmazlar.”
Muhakkak ki sürekli
uyarıldıkları halde, kendilerine sürekli u-yarıcılar gönderildiği halde
kesinlikle iman etmemeye karar vermiş, son uyarıcının uyarılarına da kulak
vermeyenlere gaflet içinde bulunmalarından ötürü azap sözü onların çoğuna hak
oldu. Azap sözü, a-zap vaadi gerçek oldu. Hak ettiler azabı, Allah’ın azabı
onlar için gerçekleşecektir. Allah’ın azabı onlara vacip olmuştur, yasa
olmuştur, hak etmişlerdir onlar azabı. Çünkü son elçisine gönderdiği bu
kitabında böyle bir yasa koymuştur. Kitabında böyle bir azap yasası belirlemiş
ve insanlara haber vermiştir. Eğer dünyada benim kitabımın ve peygamberimin
uyarılarına aldırış etmeden bir hayat yaşarsanız kesinlikle bilesiniz ki sonunda
azaba gideceksiniz. Ama kitabıma ve el-çilerime iman ederek, bana kulluk içinde
bir hayat yaşarsanız da cennete gideceksiniz demiştir. İşte bu yasa Kâfirler
için gerçekleşmiş olu-yor.
Ya da burada gerçekleşmiş
olan yasa kâfirlerin pek çoğunun asla iman etmeyecekleri konusundaki Allah
yasasıdır. Yâni haktan çı-kanlara, haktan sapanlara, Hak bir Rabb’ın hak bir
kitabını terk edenlere Allah’ın hükmü gerçekleşti. Hangi hükmü? Onların pek çoğu
hiç bir zaman iman etmeyecekler. Rabbimiz onların pek çoğunun küfür üzere
öleceğini bilmektedir ve bu onlar için bir yasa olmuştur. Hasetlerinden,
inatlarından, kibirlerinden, menfaat çıkarlarından ve hayat programlarından
dolayı pek çoğu iman etmeyecektir. İnsanlardan pek çoğunun iman etmeyeceğini,
azının iman edeceğini anlıyoruz bu âyetten. Rabbimiz kitabının pek çok yerinde
haber verdiği bu azaplardan bizi uzak eylesin inşallah.
Şurasını hiç bir zaman
unutmayalım ki, Allah iman etmemeyi bunlar hakkında yasa yaptığı için değil,
bunlar kendileri, kendi hür ira-deleriyle iman etmemeyi tercih ettikleri için
Allah ta onların küfürlerini onaylayıvermiştir. Anlıyoruz ki yarın hiç bir
kâfir, “ya Rabbi, beni niçin kâfir yaptın?” diye Allah’a karşı bir itiraz
hakkına sahip olamayacaktır. Bu seçimlerinin suçluları bizzat kendileridir. Eğer
imanı tercih etmiş olsalardı, tercihlerini haktan yana, hidâyetten yana
kullanmış olsalardı, elbette Rabbimiz hükmünü onların tercihlerinden yana
kullanacaktı. Demek ki böyle iman etmeyenler çoğunlukta olacaktır.
Öyleyse bu kitabı eline alıp ta onu
insanlara ulaştırma kavgası verenler, ayağına gittikleri insanların hemen teslim
olmalarını beklememelidirler. İnanmayanları, haklarında azap sözü
gerçekleşenleri gördükçe ümitsizliğe kapılmayacaklardır.
8. “Boyunlarına, çenelerine kadar varan
demir halkalar geçirmişizdir, bunun için başları yukarı kalkıktır.”
Biz onlara azap
olsun diye boyunlarına çıkmamacasına, kurtulmamacasına lâleler, tomruklar,
bağlar, boyunduruklar, kelepçeler, bukağılar takmışız ki, onların çeneleri
kaldırılmıştır. Kafaları, çeneleri yukarıya doğru kalkmış, gözleri aşağıya doğru
sarkmış somurtur bir durumdadırlar. Âhirette böyle olacaklar, ama bu dünyada da
kafalarını dikiyorlar, kibirleniyorlar, müstekbir davranıyorlar, insanlara
tepeden bakıyorlar, insanları horlamaya, ezmeye çalışıyorlar. Bir kibir hali…
Allah’a boyun bükmemenin, Allah’a secde etmemenin, Allah’a teslim olmamanın,
Allah’ın emirlerini yerine getirmemenin tasviri. Aslında doğuştan boynunda bir
iple dünyaya geldiği halde, yâni doğuştan Allah’a kul olmaya müsait yaratılmış
olduğu halde Allah’a vermesi gereken bu ipin ucunu elinde tutarak kendi hevâ ve
heveslerini, kendi tutkularını putlaştırmış kimseler...
Ya da boynundaki kulluk ipinin ucunu
Allah’tan başkalarına veren kimseler. Boynundaki Allah’a kulluk ipinin yanına
başka ipler takarak onları da başkalarına vermeden yana, başkalarını da
dinlemeden yana olanlar…
Biz onların boyunlarına
ağlâl geçirdik, diyor Rabbimiz. Öyle köpeklerin boyunlarına geçirilmiş tasmalar
cinsinden değildir bunlar. Tüm boynu kapatan bir ğıl’dir. Bunlar madde planında
insanı zorlayıcı, hayatı zorlaştırıcı, yorucu bağlar olabileceği gibi, modern
kültürün boyun bağları şeklinde onlara kazandırılan kötü alışkanlıklar, adi
huylar, çirkin tiryakilikler de olabilir. Veya onların boyunlarına dolanmış,
onların vazgeçilmez özelliği olmuş küfür ve şirk tutkuları da olabilir. Tüm
boyunlarını öyle bir sarmış ki, ağlâl, çenelerini yukarıya doğru kaldırmış.
Artık önlerini bile görmezler. Hep ileriye doğru bir hırs ve doyumsuzluğun
içindedirler. Önlerindeki ölümü, kabri, hesabı, kitabı, haşrı, neşri
göremiyorlar. Aynı zamanda arkalarını da göremiyorlar. Geçmişi de
değerlendiremiyorlar. Geçmişte bir Nuh kavmine, bir Lût kavmine, bir Hûd kavmine
ne yaptı Allah? Bunu da göremiyorlar. Kendilerinden öncekilerin, babalarının,
dedelerinin başlarına nelerin geldiğini de hesap edemiyorlar, göremiyorlar.
Geçmişlerinden ibret alamıyorlar, geleceklerine iyi bakamıyorlar. Önleri
karanlık, arkaları karanlık. Her taraflarında bir barikat var. Ama ne yazık ki
bu barikatları kendi kendirine kurmuşlardır. Kendi kendilerini
bağlamışlardır.
Dünya boyunlarına öyle bir
dolanmış ki, dünyalık toplama tutkusu gözlerini öyle bir kör etmiş ki, ekonomik
güce ulaşma derdi öyle bir kıbleleri olmuş ki, ekonomik yönden şişme duygusu
gecelerine gündüzlerine öyle bir musâllat olmuş ki, bir an durup düşünecek,
durumlarını değerlendirip Allah yoluna girecek, Allah’a kulluğa yönelecek
zamanları kalmamış. Allah’ın kitabını, Resulü’nün sünnetini öğrenecek, Allah’ın
haram helâl yasalarını tanıyacak zamanları kalmamış. Çocuklarının dini
eğitimleriyle ilgilenecek zamanları kalmamış. Aman diyorlar dünya! Aman diyorlar
para! Aman diyorlar kadın! Aman diyor-lar ev! Aman diyorlar diploma! Aman
diyorlar makam, koltuk, şan, şöhret, alkış! Hep bunların peşinde koşuyorlar da,
daha iyi Müslüman olalım, daha salih kul olalım, daha iyi makam elde edelim diye
bir dertleri yok. Cennette daha yüce makamları elde edelim, daha güzel kulluk
yapalım diye bir endişeleri kalmamış.
İşte görüyoruz, önlerini ve
arkalarını bile göremeyecek bir biçimde, geçmişlerini ve geleceklerini
değerlendiremeyecek bir biçimde öyle bir iman zaafına uğramış ki insanlar,
müthiş bir hırs, korkunç bir doyumsuzluk duygusu içinde hep dünyalıklar
konusunda hep büyüme endişesi veya küçülme korkusuyla, aç kalma korkusuyla yanıp
yakılmaktadırlar. Yazmak lazım müdürlerin koltuğuna: Senden önce burada birileri
oturuyordu. Yazmak lazım zenginlerin kasalarına: Sizden önce bu para birilerinin
kasasındaydı. Hani birinin mezar taşına yazmışlar ya: “Zavallı, hayatı boyunca
hep toplar ve çarpardı, hiç bölmeyi ve çıkarmayı bilmezdi, ölünce mirasçıları
onu yapıverdiler” diye.
9. “Önlerine ve arkalarına set
çekmişizdir. Gözlerini perdelediğimizden artık göremezler.”
Evet onların
önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik, gözlerini de perdeledik ki artık
görmüyorlar, görmezler diyor Rabbimiz. Yâni bu tavırlarından ötürü onları
kuşatmışız da artık baksalar da gö-remiyorlar. Allah’ın kitabına karşı böyle
nötr bir tavır almış insanların bir şey görmeleri ne mümkündür? Allah’a imanın
güvencesinde olmayan, kitabın emânı ile bir hayat yaşamaya yanaşmayan bu
insanlara bir cezadır bu. Allah’ın vahyi, Allah’ın kitabı kendilerine
ulaştırılıp ta onu duyan, onu anlayan insanlar ona teslimiyet göstermeyince
elbette fıtratları bozulmuş insanlar haline geleceklerdir. Artık onların
önlerinde önlerini görmelerine engel setler oluşacak, arkalarında
geçmiştekilerin başlarına gelenlerden ibret almalarını engelleyecek setler
oluşacaktır.
Âd’ın, Semûd’un, Bizans’ın, geçmişlerin
kalıntılarının üzerinden geçecekler ama hiçbir şey göremeyecekler, hiçbir şey
anlayamayacaklar. Geçmişlerine bakamayacaklar, mâzilerini
değerlendiremeyecekler. Bir zamanlar nasıl bir konumda olduklarını, şimdiyse
nasıl bir hale getirildiklerini, düne nazaran kendilerine nelerin
lütfedildiğini, dünkü fakirliklerinden bugün nasıl zenginleştirildiklerini,
dünkü hastalıklarından bugün nasıl sıhhate kavuşturulduklarını hiç
düşünmüyor-lar, düşünemiyorlar, göremiyorlar. Böyle bir körlük içindeler işte.
Önlerini de göremiyorlar. İstikbal diye sadece dünyayı görüyorlar. Kıble olarak
sadece dünyayı görüyorlar, kısacık dünya geleceğini düşünüyorlar da çok uzun
olan kabir azabını hiç hesap etmiyorlar. Mahşeri, mizanı, hesabı, kitabı,
cenneti, cehennemi hiç düşünmüyorlar. İleride ne olacak, başımıza neler gelecek?
Rabbimiz bize ne yapacak? Yaşadığımız bu hayat bizi nereye götürecek, zerre
kadar bunu düşünüp hesap etmiyorlar. Allah’ın âyetlerini işlemez hale
getiriyorlar.
Çünkü biz onları sardık,
onları kuşatıverdik, diyor Rabbimiz. İnsan her an Allah’ın yasalarıyla çepeçevre
kuşatılmıştır. Yâni bu insanlar Allah’la ilgilenmedikleri zaman, Allah’ın
kitabını, Allah’ın âyetlerini gündemlerine almadıkları zaman, Allah’ın
peygamberinin defterini dürüp yaşamaya başladıkları zaman kendilerini Allah’tan
kurtarmış mı sayıyorlar? Hayır hayır, onlar sürekli Allah’ın kuşatması, Allah’ın
yasalarının etkisi altında bulunmaktadırlar.
10. “Ey Muhammed! Onları uyarsan da
uyarmasan da birdir, inanmazlar.”
Onlar için
müsâvîdir, uyarsan da, uyarmasan da birdir. Uyarının olup olmaması onlar için
fark etmeyecektir. Çünkü onlar inanmazlar, inanmayacaklardır. Yâni kitap
kendilerine ha duyurulmuş, ha duyurulmamış, din kendilerine ha ulaştırılmış, ha
ulaştırılmamış, onlar için fark etmeyecektir. Yeryüzüne böyle bir kitap ha
gelmiş, ha gelmemiş fark etmeyecektir onlar için. Allah kullarına kulluk örneği
olarak bir peygamberini ha göndermiş, ha göndermemiş fark etmez onlar için,
çünkü onların iman diye bir dertleri yoktur. Madem ki bu insanlar
inanmayacaklarmış, madem ki uyarıya müspet cevap vermeyeceklermiş, öyleyse biz
de onları uyarmaktan vazgeçiverelim demek caiz değildir. Bilelim ki bu
uyarılanlar açısından böyledir. Uyaranlar açısından bu böyle değildir. Yâni
madem ki uyarsak ta uyarmasak ta bu insanlar iman etmeyecekler, madem ki uyarma
ve uyarmama konusunda muhayyer bırakılmışız, öyleyse biz de bırakıverelim. Biz
de uyarmayalım onları, bırakıverelim bu işi diyemeyiz. Çünkü uyarılanlar
açısından böyledir ama uyaranlar açısından böyle değildir bu. Yâni bizim onlara
karşı tebliğ görevimizi terk etmemiz için bir mâzeret sebebi değildir bu. Bizim
Allah huzurunda mâzur olabilmemiz için görevimizi yapmamız gerekecektir. Bu
meselenin bize yönelik vechesi ay-rıdır, uyarılanlara yönelik yönü yine ayrıdır.
Öyleyse biz uyaracağız insanları,
uyarmak zorundayız. Çünkü kim uyarılacak, kim uyarılmayacak, kim adam olacak,
kim olmayacak, bunu bilmiyoruz. Bu konuda şunlar şunlar iman edecek, şunlar
şunlar uyarılacak, uyarıyı kabul edecek ama bunlar bunlar etmeyecek diye
elimizde bir liste yoktur. Onun için herkesi uyarmak zorundayız. Ama bakın
uyarıya müspet cevap verecekler, uyarıcının uyarılarından na-sipdâr olacaklar
şunlarmış:
11. “Sen ancak, Kur’an’a uyan ve
görmediği halde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. Artık o kimseyi,
bağışlanma ve cömertçe verilecek bir ecirle müjdele.”
Evet ey
peygamberim, sen sana yönelik veçhesiyle herkesi uyaracaksın, herkesi
uyarmalısın, ama senin uyarın ancak zikre ittibâ edenlere, kitaba tâbi olanlara,
kitabı izleyenlere, kitabı okuyup onunla yol bulmaya çalışanlara fayda
verecektir. Senin uyarın bu kitabı kulluk kitabı bilip, hayatlarını onunla
düzenleme kavgası içinde olanlar üzerinde etkili olacak, semere verecektir.
Kitaba iman edenler, kitaba tâbi olup onu izleyenler, dış dünyalarında, tüm
kâinatta bu kitabın takip edildiğini, bu kitabın hayat gerçeğini yansıttığını
görecekler ve uyarıcının uyarılarına açık bir konuma geleceklerdir. Zikre
ittibâ, Kur’an’a tâbi olmak demektir. Kitaba uyma, kitapla yol bulma, kitapla
hayat dü-zenleme kastı içinde ona başvurmak, onu anlamaya yönelmek demektir.
Demek ki Rabbimizin bu âyetinin
delâletinden anlıyoruz ki, kitaba uyma, zikre ittibâ kastı olmadan, bu niyetle
kitaba başvurmadan bu kitaptan istifâde imkânı olmayacaktır. Bu kitap anca ona
muhtaç olduğunu anlayarak, kabul ederek kendisine başvuranlara yolunu açacaktır.
Allah Hakîmdir, Allah mutlak hikmet sahibidir, dediği her şey doğrudur, her şeyi
bilerek söylemiştir, ben bunsuz yol bulamam duygusu ve inancıyla okunan bir
kitap elbette okuyucusuna yol gösterecektir.
Bir de sen, gıyabında
Rahmân’dan haşyet duyanları, görmedikleri halde Rahmân’a karşı saygı duyanları
ancak uyarabilirsin. Bu dünyada Rab’lerini görmedikleri halde, duyularıyla
Rab’lerini algılama imkânına sahip olmadıkları halde gayba inandıkları için, bu
kitaba ve bu kitabın haber verdiği gaybî haberlere iman ettikleri için her an
Rab’lerinin murâkabesi altında olduklarını bilerek O’na karşı haşyet içinde
olanlar bu uyarıya müspet tavır takınacaklardır. Her an Rab’le-rini razı
edememekten, O’nu gücendirmekten korkan, Rabblerinin ga-zabına uğramaktan tir
tir titreyen, henüz Rabb’lerinin huzuruna çık-madıkları halde, Rabb’lerinin
sorgulaması ile karşı karşıya gelmedikleri halde Rabb’lerine karşı gelmekten
sakınan kimseler üzerinde senin uyarın etkili olacaktır. Veya kimsenin görmediği
yerlerde Rabb’in-den korkan, kalbinde, içinde Rabb’ine karşı sürekli böyle bir
haşyet taşıyan, Rabb’inin Rahmân oluşuna şımarıp O’nun gözetiminden çık-ma
gafletine asla düşmeyen kimseler uyarılacaklardır.
Demek ki insanlardan
kimileri uyarılacak, kimileri de uyarıya müspet tepki vermeyeceklerdir. Ama
şurasını hiç bir zaman unutmamalıyız ki, kimin öyle, kimin de böyle olacağını
bizler bilmiyoruz. Öy-leyse peygamber ve bizler uyarıya devam edeceğiz.
Kitabımızın başka bir âyetinin beyanı ve yol gösterisiyle biz hatırlatmaya,
gündem yapmaya devam edeceğiz, çünkü bu hatırlatma mü’minlere fayda ve-recektir.
Daha önce dediğimiz gibi, bu işin bir
uyarıcılara yönelik vec-hesi, bir de uyarılanlara yönelik tarafı vardır.
Uyarıcılar, bizler sürekli insanları uyarmaya devam edeceğiz. Uyarılanlara
gelince, belki o an-da uyarılacak, belki on yıl sonra bu uyarı onda etkili
olacak, bunu bilemeyiz. Biz bunu sürdürmek zorundayız, çünkü bu bizim
görevimizdir. Yâni biz kendi görevimizi yaparken hiç bir zaman karşı tarafın
tav-rına takılı kalmadan bu işi sürdürmeye devam etmeliyiz. Biz kendimize okumak
zorundayız ya, işte bunu yaparken birilerine de okumuş olalım ve okuduklarımızın
hesabını biz yapmamaya çalışalım inşallah.
İşte böyle kimseyi, böyle yaşayan,
böyle Rahmân’ın gıyabında haşyet duyan ve Rahmân’ın kendisi için açtığı rahmet
kapısına saygılı olan kimseyi bir mağfiret, bir bağışlama, kusurlarını örtme ve
şerefli bir mükâfatla müjdele peygamberim. Yâni böyle kimseleri cennetle
müjdele. Dikkat ederseniz böyle yaşayan mü’minlere müjdelenen mü-kâfat nekre
olarak zikredilmektedir. Yâni ancak orada, cennette bilinebilecek boyutta bir
ecir vaadediyor Rabbimiz.
İşte gerçek müjde, gerçek sevinç kaynağı
budur. Böylece Allah’ın bizi affettiğini, kusurlarımızı görmezden geldiğini,
eksiklerimizi tam kabul ettiğini duymaktan, öğrenmekten daha büyük bir müjde
olur mu? Yeter ki hep kitapla birlikte olalım, hep zikirle hareket edelim ve
Rabbimize karşı haşyet içinde bulunalım. Acaba O’nu darıltacak bir şey mi
yaptım, diye sürekli O’na karşı uyanıklılık ve saygı hedefleyelim. O zaman
kesinlikle bilelim ki, çok kerîm bir ücret ve mağfiret, yâni cennet bizi
beklemektedir unutmayalım.
Demek ki uyarıcının
uyarısına açık olanların iki özelliği vardır: Birincisi Kur’an’a tâbi olmak,
kitabı izlemek; ikincisi de ihsan içinde, sürekli Rabbinin kendisini görüp
gözettiği şuuru içinde Rahmân’dan haşyet duyarak bir hayat yaşamak. Gerçekten de
haşyet duyulmaya lâyıktır Rahmân olan Rabbimiz. Çünkü:
12. “Şüphesiz ölüleri dirilten,
işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz; her şeyi apaçık bir kitapta
saymışızdır.”
Ölüleri, ölmüşleri
dirilten Allah’tır. Ölümlerinden sonra kıyamet günü tüm ölüleri yeniden kaldıran
ve insanların yaşadıkları hayatlarında işledikleri, önceden takdim ettikleri
iyi-kötü bütün amellerini ve eserlerini, yâni geriye bıraktıklarını, yâni o
amellerinin kalıntılarını, iz-lerini, eserlerini, etki ve etkileşimlerini de
yazan, hesaplarına geçiren Biziz, buyuruyor Rabbimiz. Her bir şeyi biz yazmışız,
yaymışız, toplamış ve kayıt altına geçirmişiz. Her şeyi apaçık bir levhada,
korunma altına alınmış bir kitapta, bir kütükte zaptetmişiz. Hem daha önceden,
yâni kullarını yaratmadan bunu yazmıştır Rabbimiz, hem de insanlar yaratılıp ta
bu dünyada o amelleri işlemeye başladıkları zaman yazıp durmaktadır. Yâni
insanların tüm eylemleri daha önceden de Rab-bimiz tarafından bilinmekteydi.
İşte Rabbimiz buyuruyor ki, Biz onları yarın size fatura edeceğiz, sakın
bunların kaybolacağını zannetmeyin.
Tüm ölüleri diriltecek olan
Rabbimizdir. Hayatın da ölümün de sahibi O’dur. Öyleyse eğer şu anda bizler
dirilmek, dirilik sahibi olmak istiyorsak, diriliğin sahibi olan Allah’ın
dirilik yasası olan bu kitabıyla dirilmek zorundayız. Hayatbahş olan bu kitapla
birlikte olmak, bu kitaba göre bir hayat yaşamak, bu kitapla kendimizi,
hayatımızı, eylemlerimizi, düşüncelerimizi şekillendirmek zorundayız. Değilse
eğer bu kitaptan habersiz bir hayatın mahkûmu olursak, kesinlikle bilelim ki,
ölüler olacağız demektir.
Rabbimizin bu âyetiyle
anlıyoruz ki, bizim yaşadığımız bu hayatta işlediklerimiz, yâni önceden takdim
ettiklerimiz yazıldığı gibi, yaptıklarımızın etkileri, tepkileri, eserleri de
yazılmaktadır. Yapmakla sorumlu olup ta yaptıklarımız da yazılıyor, yapmamız
gerekirken yap-mayıp terk ettiklerimiz de yazılmaktadır. Kıldığımız namazlarımız
da, kılmayıp terk ettiklerimiz de yazılmaktadır. Yapmamamız gerekirken
yaptıklarımız da yazılıyor. Uyguladığımız emirler, uygulamadığımız emirler
yazıldığı gibi, uyguladığımız nehiyler de yazılmaktadır. Veya yaptıklarımız da
geride bıraktıklarımız da yazılmaktadır. Yâni kendi yaptıklarımız da, arkamıza
açıp bıraktığımız çığırlarımız da yazılmaktadır.
Meselâ ne gibi? Sadaka-i câriye gibi,
istifade edilen faydalı bir ilim gibi, salih bir evlât gibi geriye bıraktığımız
eserlerimiz de yazılıp bizim hesabımıza geçirilecektir. Zıttı da böyledir tabii.
Açtığımız kötü bir çığırın, yazdığımız kötü bir eserin bizden sonra insanları
zehirlemeye devam eden virüsleri de bizim hesabımıza geçecektir. Birilerine
gösterdiğimiz yollar, gelin şöyle bir hayat yaşayın, gelin kılık-kıyafe-tiniz
şöyle olsun, düğünleriniz böyle, kazanmanız harcamanız böyle olsun diye Allah’ın
kitabına ve Resûlü’nün sünnetine rağmen açtığımız yeni yeni çığırlarımız,
geliştirdiğimiz sünnetlerimiz de yazılmaktadır. İyi ya da kötü geriye
bıraktıklarımızın tesiri nereye kadar devam etmişse onlar da bizden
sorulacaktır.
Anlıyoruz ki ölümle her şey
bitmeyecektir. Ölümle kurtulmayacağız. Tüm yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz.
Büyük küçük, gizli açık neyimiz varsa yaptığımız onlarla karşı karşıya kalacağız
bir gün. Rabbimiz onların tümünü apaçık bir kitapta yazmış ve toplamıştır.
Rabbimizin o ana kütüğünü, “İmam-ı Mübîn’ini” değiştirme, silme, yok etme
imkânımız da yoktur. Yâni meleği atlatma imkânınız zaten yoktur da, haydi bunu
becerseniz bile ya Allah’ın bilgisini ne yapabile-ceksiniz, gibi hoş bir uyarı
var burada.
Bundan sonra tarihten bir
örnek verecek Rabbimiz. Uyaranlardan, uyarılanlardan, uyarıya menfi ve müspet
tavır alanlardan, kazananlardan, kaybedenlerden örnek verecek Rabbimiz:
13. “İnsanlara, halkına elçiler gelen
kasabaları anlat:”
Peygamberim, sen bu
kitabın, bu uyarının muhataplarına o karye sahiplerinin örneğini ver. Arkadaşlar
bir karyede cereyan etmiş bir hadiseyi anlatacak Rabbimiz. Bu karyenin neresi
olduğu, bu karye sahiplerinin kimler olduğu belli değil. Karyelerden bir karye,
kentlerden bir kent. Rabbimiz burada bir karyeden, bir kentten söz eder.
Rabbimiz bunu özelleştirmediğine göre biz de özelleştiremeyiz. Bu konuda ancak
şunu söyleyebiliriz. Sûrede anlatılan bu özellikleri, bu sıfatları üzerinde
taşıyan her karye, her şehirdir burada anlatılan şehir. Allah’ın elçilerini
yalanlayan, Allah’ın vahyine kulak vermeyen her şehir, her kent, her kasaba, her
köy böyledir.
Rabbimizin burada ortaya koyacağı genel
yasa, bu özellikleri taşıyan tüm dünya kentleri için de geçerli olacaktır.
Öyleyse bu kentin neresi olduğu Rabbimiz ve O’nun elçisi tarafından bize
bildirilmediğine göre, demek ki dinimiz açısından bize gerekli değildir. Aslı bu
bizim yaşadığımız şehirdir. Bu bize, bizi anlatıyor. Biz yaşadığımız bu toplum
içinde bu örneği aklımızda canlı tutup bunu içinde bulunduğumuz topluma
yansıtmaya gayret edeceğiz.
14. “Onlara iki elçi göndermiştik; onu
yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar: “Biz size gönderildik”
demişlerdi.”
O kente görevli
elçiler, peygamberler gelmiş ve göreve başlamışlardı. O kente iki elçi gelmişti.
Rabbimiz, vahyini insanlara duyurmaları için elçiler göndermiş. Ya bizzat
Rabbimizin kulları arasından seçip görevlendirdiği peygamberler, yahut da
peygamber yolunun yolcularından peygambere gelen risaletin sorumluluğunu
omuzlarında taşıyan, peygamber misyonuna ve şerefine sahip çıkan elçilerdir
bunlar. Çünkü ‘Resul’ ifadesi bunlar için de kullanılmaktadır. İki ta-ne elçi
gelip o şehir halkını uyardılar. Onlara Allah’ın emirlerini, yasalarını
duyurdular. Ama o toplum, o kent ahâlisi bu Allah elçilerini yalanladılar, yalan
saydılar. Allah da bir üçüncü elçiyle onları güçlendirip destekledi. Allah’ın bu
kutlu elçileri hep birden dediler ki, “ey insanlar, bilesiniz ki biz Allah’ın
size görevlendirdiği, gönderdiği elçileriz. Rab-binizin size duyuruları,
haberleri var!”
Allah’ın elçileri topluma
gelir gelmez hemen elçi olduklarını, Allah tarafından gönderildiklerini
söyleyerek işi Rabb’lerine izâfe ediyorlar. Yâni kendi kendilerine, kendilerine
ait bir şeyle, kendilerine ait bir projeyle, kendi plan ve programlarıyla değil,
Allah’tan aldıkları vah-yi insanlara duyurmak üzere Allah tarafından
görevlendirildiklerini söylüyorlar. İşte tüm Allah elçilerinin görevi budur.
Allah’ın kutlu elçileri, kendilerinden hiç bir şey söylemezler. Onların
söyledikleri ve yaptıkları her şey Allah’ın kendilerine emrettiği şeylerdir.
Onlar sadece Allah kullarını Allah’la karşı karşıya getirir, Rableriyle baş başa
bırakırlar.
Derler ki, “ey insanlar, bizim bu
söylediklerimizin tamamı Rab-binizdendir. Bunlar Rabbinizin emir ve
yasaklarıdır. Bunları sizden is-teyen ben değil, beni size gönderen Rabbiniz
istiyor,” derler. İşte böyle yapan Allah elçileri karşısında insanların iki
seçenekleri vardır: Ya Rabblerine, Rabblerinin görevlendirdiği bu elçilere ve bu
elçilerin Rabblerinden getirdikleri vahye iman ederler, Rabblerinden gelen
ha-yat programına sarılıp, hayatlarını öylece düzenler, Allah’ın istediği gi-bi
bir hayat yaşar ve böylece Rablerinin rızasına ve cennetine ulaşırlar, ya da
Allah’ı da, elçilerini de, elçilerinin Allah’tan getirdikleri ha-yat programını
da reddeder, kendi keyiflerince bir hayat yaşar ve cehenneme giderler.
O kent halkı kendilerine
gelen bu elçiler ve onların Rablerin-den getirdikleri mesaj karşısında ikiye
ayrıldılar: Allah elçilerini reddedenler ve onlara sahip çıkanlar. Peygamber
karşıtı bir yol edinenler ve peygamber safında yer alanlar. Âyetler grubunun
devamına geçmeden önce burada bununla bize şu mesajın verildiğini peşinen
söyleyeyim: Rabbimiz buyuruyor ki, “ey insanlar, dikkat edin, yaşadığınız
şehirde eğer sizden önce peygamber misyonuna, Allah mesajına sa-hip çıkıp,
peygamber misyonunun şerefine talip olmuş, peygamber sorumluluğunu omuzlarında
hissedip onun dâvetini, onun getirdiği şu Kur’an’ı insanlara sunmaya gayret
etmeye başlamış birileri varsa, şu-nu kesinlikle unutmayınız ki, siz onların
yanında, yardımında, desteğinde olmalısınız. Asla onların karşısında, onların
köstekçisi olmamalısınız. Yok eğer bulunduğunuz kentte, bulunduğunuz köyde,
okulda, mahallede, evde sizden önce bu misyona sahip çıkan olmamışsa, o zaman da
hemen bu göreve başlayan siz olmalısınız. Sakın yalnızlığı-nızdan,
zayıflığınızdan, az bilmişliğinizden ürküp korkmayın. Siz yeter ki başlayın.
Unutmayın ki siz yalnız değilsiniz. Allah sizi destekleyecek, Allah size
yardımcılar gönderecektir. Bunu hiç bir zaman unutmayın. Bir de şunu da
aklınızda tutun ki, bu yolda size destek olanların yanında engel olmaya
çalışanlar da olacaktır. Hiç korkmayın, çekinmeyin. Siz yeter ki bu örnekteki
gibi olmaya çalışın.
Bakalım örnek nasıl cereyan
edecek. Bir kente elçiler gelir ve halkı uyarırlar. Bakın uyarılan insanlar
onları yalanlıyor ve diyorlar ki:
15. “Kasabalılar: “Siz de ancak bizim
gibi birer insansınız. Rahmân da bir şey indirmemiştir. Sadece yalan
söylüyordunuz” demişlerdi.”
Sizler de bizim
gibi birer beşerden başkası değilsiniz. Siz de bizim gibi insansınız. Bizden ne
farkınız var ki, böyle bir iddiada bulunuyorsunuz? Elçiler kendileri gibi insan
olmayacaklardı da melek mi olacaklardı? Allah insanlara elçi olarak kendi
cinslerinden beşer değil de melek mi gönderecekti? Eğer yeryüzünde yaşayanlar
melek olsaydı, elbette onlara elçi olarak melek gönderirdi. Yeryüzünde
yaşayanlar beşer, insan olduğuna göre elbette Rabbimiz beşer elçiler
gön-derecekti. Ta ki yeryüzündeki insanların bir mâzeretleri kalmasın. “Ya Rabbi
sen bize örnek olarak bir melek gönderdin ki, o bizden farklıdır, biz onun gibi
olamayız,” deme hakları kalmasın. Örnek alabilecekleri, kendileri gibi bir beşer
gönderiyor Rabbimiz insanlara. Yeme-içme, gi-yinme-kuşanma, aile hayatı, ölüm,
miras, nikâh, talâk, namaz, oruç konusunda, kısaca her konuda kendisini örnek
alsınlar diye Rabbimiz içlerinden bir beşeri gönderiyor insanlara. Ama bakın
insanlar bunu yadırgıyorlar ve diyorlar ki, “sizler bizim gibi birer beşerden
başkası değilsiniz.” İşte toplumun Allah mesajını reddetmek, Allah’ın elçileri
vasıtasıyla hayatlarına karışmasını reddetmek için öne sürdükleri bi-rinci
bahaneleri. İkinci bahaneleri de bakın şöyle:
“Allah hiçbir beşere hiçbir şey
indirmez. Rahmân olan Allah hiç bir beşere ne vahiy, ne risalet, ne de kitap
indirmemiştir. Sizler ya-lan söylüyor, Allah’a iftira ediyorsunuz. Allah
hakkında düşünce yanlışlığı içindesiniz. Tamam, Rahmân’ı kabul ederiz. Rahmân
olarak ta-nırız Allah’ı, ama O asla bizim hayatımıza karışmaz. Rahmân olan
Al-lah’ın işi yok ta bizim gibi basit varlıkların hayatıyla mı ilgilenecek? O
bundan münezzeh, çok yücedir,” diyorlar.
Rahmân olarak Allah’ı kabul ediyorlar
ama kendileriyle ilişkisini reddediyorlar. Allah yeryüzüne vahiy indirmez, kitap
göndermez, bizim için yasa koymaz, bizden bir şeyler istemez, bize arzularını
bil-dirmez, bizden herhangi bir kulluk istemez, ceza ya da mükâfat ver-mez, bizi
yaratmış ve yaşadığımız bu hayatta serbest bırakmıştır. Yâ-ni sanki O Allah,
onların istedikleri şekilde olmak zorunda olan bir varlıktır. Gariptir ki,
insanlar Allah’ı kendisi nasılsa öylece anlayıp, ka-bul etmek yerine, O’nu kendi
istedikleri gibi kabullenmek eğilimindedirler. Yâni kitabında ve elçilerinin
dilinde kendisini bize anlatan bir Al-lah’a inanmak ve O’nun istediği gibi olmak
istemiyorlar da, kendi arzularına göre bir İlâh bulup onu kendi hevâ ve
heveslerine tabi kılmak istiyorlar.
Kendilerine Allah’tan mesaj
getiren Allah elçilerini yalanladılar. “Siz yalan söylüyorsunuz. Allah bizim
hayatımıza karışmaz, Allah bizim hukukumuzu bilmez,” dediler. “Allah
kılık-kıyafetten anlamaz, Al-lah ekonomik düzenlemeleri, Allah siyasal
yapılanmaları bilmez. Bizim bu işleri düzenleyecek başka tanrılarımız var, bizim
yeryüzü tanrılarımız var,” dediler. “Allah bizim hayatımıza karışmaz biz
dilediğimiz gibi yaşarız,” dediler. Allah elçilerini dinlemediler, onlara kulak
vermediler, onların Allah’tan getirdikleri mesajın üzerinde durup düşünmeye,
kafa yormaya yanaşmadılar.
Peygamberlerin Rabblerinden getirdikleri
bu mesajla hayatlarının değişeceğini, peygamberlerin hayatlarına müdahale
edeceklerini anladılar. Çünkü peygamber bunun için gelirdi. Peygamber insanları
kendi kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine, ya da kendileri gibilerine
kulluktan koparıp, sadece Allah’a kulluğa çağırmak için gelir. Bunu anlar
anlamaz, hemen peşin peşin elçileri reddettiler. Halbuki Allah onlara akıl
vermişti, göz vermişti, kulak vermişti. Durup dinlemeleri, düşünmeleri
gerekirken öyle yapmadılar.
İşte bu âyette, tarih
boyunca insanların Allah’ı ve elçilerini reddederken iki temel sığınma
mekânizması olduğunu görüyoruz. Bunlardan birisi, Allah elçilerinin kendileri
gibi birer beşer oluşları. Sanki peygamberler bunun aksini söylemişler gibi.
Sanki peygamberler biz birer beşer değiliz demişler gibi. Halbuki kitabımızın
pek çok yerinde ısrarla vurgulanır ki, Allah’ın elçileri bizler sizin gibi birer
beşeriz gerçeğini hep haykırıp durmaktadırlar. İkinci sebep de Allah vahiy
gön-dermez, Allah hayata karışmaz, Allah içimizden elçi seçip arzularını,
yasalarını bize bildirmez. O bizi yaratmış ve kendi halimize bırakmıştır.
Dilediğiniz gibi bir hayat yaşayın demiştir diyerek Allah’ı ve elçilerini
şartlandırmaya çalışmaları, akıl vermeye yönelmeleri, siz ancak yalancılarsınız
iddialarıdır.
Bakın onlar elçileri
reddedince elçiler de dediler ki:
16,17. “Elçiler: “Doğrusu Rabbimiz
bizim size gönderildiğimizi bilir; bize düşen ancak apaçık tebliğdir”
demişlerdi.”
Bu konuyu en iyi
bilen Allah’tır. Allah biliyor ki, biz size O’nun tarafından gönderilmişiz.
Rabbimiz biliyor ki, biz O’nun elçileriyiz. Biz O’nun kontrolü altındayız, biz
O’nun elçileriyiz. Her şey O’nun bilgisi dahilindedir. Evet, elçiler böyle
diyorlar. Ne hoş bir ifade değil mi? Ba-kın diyorlar ki, “ey insanlar, sizler bu
olmaz diyorsunuz, itiraz ediyorsunuz ama bizim aklımız ermez bu işe. Biz
bilemeyiz bunu. Bunu Allah biliyor. Eğer bize bir itirazınız varsa, lütfen bunu
Allah’a yapın. Bir diyeceğiniz varsa Allah’a söyleyin. Hesaba çekecekseniz,
yargılayıp sorgulayacaksanız, buyurun Allah’ı sorgulayın. Biz bu işi
kendiliğimizden çıkarmış değiliz ki! Biz O’nun elçileriyiz. Biz bu görevi
O’n-dan aldık. Bu dediklerimiz bizden değil O’ndandır. Bize düşen ise sa-dece
Allah’tan aldıklarımızı apaçık size duyurmak, tebliğ etmektir.” Ne güzel
ifadeler değil mi? Rabbim bize de bunların ahlâkından versin in-şallah da
insanlar dinlemeyince bozuluvermeyelim. Bu Allah elçilerinin ahlâklarıyla
ahlâklanalım da insanlar bizi dinlemişler, dalga geçmişler ne önemi var, Allah
bize anlat dediği için biz anlatmaya devam ediyoruz diyebilelim
inşallah.
“Allah, yarattığı kullarının
hayatlarında sadece kendi yasalarını uygulamalarını, sadece kendisini
dinlemelerini, sadece kendisine kulluk yapmalarını istemektedir. İşte bizi size
bunun için gönderdi. Biz de Rabbimizin elçileri olarak, O’nun mesajını size
duyurduk. Eğer bizler yalancılar olsak, elbette Rabbimiz bizi kendi halimize
bırakmaz. Biz görevimizi yaptık, artık bundan sonrasını siz bilirsiniz. Biz
sizleri zorla hidâyete ulaştıramayız. Bizim böyle bir yetkimiz de,
sorumluluğumuz da yoktur. Bize düşen sadece apaçık bir tebliğdir. Biz sadece
açık ve net bir biçimde size Rabbimizin mesajını ulaştırmakla mükellefiz.
Kulağınızdan tutup ta zorla size bunu kabul ettirecek, yahut üzerinizde güç
kuvvet kullanarak sizi imana zorlayamayız. Bizler Rahmân’ın elçisiyken,
Rahmân’ın elçilerine zevâl olmazken niye bize böyle davranıyorsunuz? Üstelik
tebliğimiz de apaçık, hiçbir kapalılığı da yoktur. Bu aynı zamanda ayrılmayı,
ayrıştırmayı da içerir. Yâni bizler Allah’ın elçileri olarak hayatı
ayrıştıranlarız. Bizim görevimiz budur. Toplumda, insan hayatında hak ve bâtıl
birbirinden ayrılmalıdır. İnanışların, düşüncelerin, davranışların,
hareketlerin, yolların adı konulmalıdır. Doğru ve yanlış, hak ve bâtıl kalın
çizgilerle belirginleşmelidir. Hak ve bâtıl kesin hatlarla ortaya konmalıdır.
İşte biz böyle açık, net, ayırıcı bir mesaj sunmaya geldik. Bize düşen sadece
budur. İster kabul eder, ister reddedersiniz, sonucuna kendiniz katlanmak
şartıyla.” Onlar böyle dediler ama onlar toplum gibi düşünmedikleri sürece,
toplum gibi hareket etmedikleri sürece ne önemi vardı onların bu samimi
beyanlarının? Kim dinlerdi onların bu samimi tebliğlerini? Bakın kendilerinin
hayrını isteyen bu samimi Allah elçilerine, kasaba halkı dedi
ki:
18. “Kasabalılar: “Doğrusu sizin
yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz andolsun ki sizi taşlayacağız ve
bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır” de-mişlerdi.”
Dediler ki, “biz
sizden uçuklanıyoruz. Biz sizden şüphe kapıyoruz. Biz sizin sebebinizle, sizin
yüzünüzden başımıza bir takım uğursuzlukların, felâketlerin gelmesinden
korkuyoruz. Sizin gelişinizle birlikte bizi bir uğursuzluk sardı. Eğer şu
işinizden vazgeçmez, buna bir son vermezseniz, ikide bir bize Allah’ı
hatırlatıp, her işimize Allah’ı ka-rıştırıp durmaya, bizi hayatın her alanında
Allah’a kulluğa çağırıp dur-maya devam ederseniz, kesinlikle bilesiniz ki
sizleri taşlayacak, recm edecek ve canınıza okuyacağız. Bizden size gerçekten
can yakıcı bir azap dokunacak ve sizi mahvedeceğiz. Eğer bu işten
vazgeçmezseniz, sizi okullarımızdan, sizi iş yerlerimizden, sizi
parlamentomuzdan sürecek, size büyük cezalar vereceğiz,” diyerek tehdit ettiler
Allah’ın elçilerini. Acaba toplum hep birden mi dedi bunu? Yoksa kimileri böyle
derken, kimileri susup ya nemelâzımcılıkla, ya da onların bu tavırlarını
gönülden destekleyerek kenarda mı durdu? Bunu bilemiyoruz, ama Kur’an’da tarih
içinde Allah elçilerine karşı bu tavrın ikisine de ör-nekler görüyoruz.
Allah elçileri çok büyük bir
tehditle karşı karşıyalar… “Bu işten vazgeçmezseniz sizi asacağız, keseceğiz,”
diyerek tehdit üstüne tehditler savurmaya başladılar. Kendilerini buna muktedir
sandılar. Ama yanıldıkları bir nokta vardı: Karşılarındaki üç insanın Allah
desteğinde olduklarını unutuyorlar, ezip geçeceklerini, Allah sözcülerini
susturabileceklerini zannediyorlardı. Zannediyorlardı ki onlar izin vermediler
di-ye peygamberler susuverecekler. Allah’ın konuşun dediklerini akıllarınca
konuşturmayacaklardı. Tıpkı kucağında büyüttüğü Musâ’yı görünce, onu yalnız
zannedip susturmaya çalışan Firavun gibi ya da şu anda Allah tebliğcilerini
yalnız ve korumasız görüp, mü’minleri susturmaya çalışanlar
gibi.
Tarihin her
döneminde kâfirlerin mü’minlere karşı tavrı böyle olmuştur. Şu anda da aynı
şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. “Hep sizin yüzünüzden uğursuzluğa
uğruyoruz. Hep sizin yüzünüzden geri kalmışız. Ey Müslümanlar, eğer sizler bu
işlerinizden, yaşantılarından, yollarınızdan, imanlarınızdan, dinlerinizden,
başörtülerinizden vazgeç-mezseniz, kesinlikle bilesiniz ki sizi recm ederek,
katledeceğiz. Kesinlikle bilesiniz ki, bizden size çok büyük kötülükler, azaplar
dokunacaktır,” diyorlar. Yâni dünkü Kâfirlerin Allah elçilerine söylediklerini,
bugünkü kâfirler de günümüz Müslümanlarına söylüyorlar.
“Eğer bu imanlarınızdan, bu kılık
kıyafetlerinizden, bu Kur’an’-dan, bu dinlerinizden, bu namazlarınızdan
vazgeçmezseniz, sizi şöyle şöyle yapacağız,” diyorlar. Bakın onların bu
tehditlerine ve uğursuzluk iddialarına karşı Allah elçileri şöyle
diyorlar:
19. “Elçiler: “Uğursuzluğunuz
kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır; siz, aşırı
gi-den bir milletsiniz” demişlerdi.”
“Uçuklandığınız şey
sizin kendi yanınızdadır. Eğer şu anda içi-nizde bir uğursuzluk, bir
huzursuzluk, bir yanlışlık, bir sıkıntı, bir bunalım varsa, bu sizin
kendinizden, kendi yamukluğunuzdan kaynaklanıyor. Uğursuzluğunuz,
bunalımlarınız, mutsuzluğunuz zaten sizin yanınızdaydı. Biz getirmedik onu size.
Boynunuzda takılıydı o uğursuzluğunuz. Bizim suçumuz onu size hatırlamamızdan
başka bir şey mi? Onu size hatırlattık diye mi suçluyorsunuz bizi? Ne yapmamızı
bekli-yordunuz? Sizin yanlışlarınızı, sizin sapaklarınızı size haber vermek
suçsa, bu bizim görevimizdir. Yâni aslında sizde, sizin kendinizde bir kısım
hastalıklar var da, biz onları depreştirip açığa çıkarıyoruz. Biz sadece sizin
gidişâtınızı, sizin bozuk düzen hayatınızı size tanıtıyoruz.
Eğer sizler o sârî hastalıklarınızdan,
peşin fikirlerinizden vazgeçip bizi dinlerseniz, o zaman bizim söylediklerimizin
doğruluğunu anlarsınız. Hayatınızın, inançlarınızın, düşüncelerinizin,
gidişâtınızın pisliğini size hatırlattık diye mi bizde uğursuzluk görüyorsunuz?
Yaranız var ki gocunuyorsunuz. Sizde günâh varken, sizler günâh ehliyken elbette
günâhsızlardan gocunacaksınız. Sizler hiçbir sınır tanıma-dan zulme yöneldiğiniz
sürece, elbette âdil olanlardan gocunacaksınız. İffetsizlik, hayâsızlık ruhunuza
işlemişken, elbette iffetlilerden ra-hatsız olacaksınız.
Tabii bu, günâhsızlığın, iffetin,
hayanın, zulmün kötü oluşundan, yanlış oluşundan değil de, sizlerde günâh
yanlışlığı, hayasızlık yanlışlığı, günâh hastalığı bulunduğu için
gocunuyorsunuz. Şu yasallaştırdığınız günâhlarınızdan, şu hastalıklarınızdan, şu
Allah tanımaz, peygamber bilmez tavırlarınızdan, şu hevâ ve heveslerinizi
putlaştırmalarınızdan, şu kendiniz gibi âciz ve sonlu tâğutlara uymaktan
vazgeçmediğiniz sürece, sizler bizi asla anlayamayacaksınız. Sizi uçuklandıran
bizim bu sözlerimizden, bizim bu imanlarımızdan dolayı sizi sıkıntıya düşüren
şeylerin asıl sebebi, sizin içinizdeki hastalıklardır, yanlışlıklardır. Yarın
anlayacağınız yanlışlarınızı size bu günden haber veren bizleri suçlamayın,”
diyor Allah’ın elçileri. “Cehennemin içinde kendinizi bulmadan önce gelin bu
gidişlerinizden vazgeçin,” diyorlar.
Şu anda öyle demiyorlar mı?
Şu ülkede bir uğursuzluk, bir darlık, bir açlık, bir sıkıntı, bir bunalım olduğu
zaman, gelişme durduğu zaman, ekonomi bozulduğu zaman hep suçu Müslümanların
üzerine atmıyorlar mı? Bunu Müslümanlardan bilmiyorlar mı? Müslümanların
Müslümanlıklarına uğursuzluk yormuyorlar mı? “Hep bu Müslümanlar yüzünden
uğursuzluklar başımıza geliyor,” demiyorlar mı? “Bu Müslümanlar yüzünden
mahvolduk,” demiyorlar mı? “Eğer bu Müslümanlar olmasaydı, eğer bu Allah
elçileri, onların yolunun yolcuları ol-masaydı, eğer onlar bizi
engellemeselerdi, bizler bugün dünyanın en Medenî ve en zengin ülkesi
olacaktık,” demiyorlar mı? Hep Müslümanları suçlamıyorlar mı? “Bu adamlar
Kur’an, sünnet diye diye bizim kafalarımızı bozdular, bizi geri bıraktılar, onun
için zengin olamadık,” demiyorlar mı? Onun için her fırsatta Müslümanların
inançlarına, kutsal değerlerine saldırmıyorlar mı? Batıyla entegre
olamayışlarının fa-turasını hep Müslümanlara kesmediler mi? Halkı Müslüman olan
ülkelerin az gelişmişliğini o halkların bir kitaba imanlarına bağlamadılar mı?
Geri kalmışlığın sebebi olarak mahkûm ettikleri Kur’an’ın defterini dürebilmek
için harf değişikliğinden tutun da ellerinden gelen her şeyi yapmadılar
mı?
Halbuki son yüz yıldır
Müslümanlar siyaset sahnesinden çekilmişler, dinleriyle, kitaplarıyla
alâkalarını koparmışlardır. Kur’an’a dayalı bir hayatı Müslümanlar terk edeli
yıllar olduğu halde, hani niye kalkınamadılar ya? Şu anda toplumda bu adamların
yasaları egemen değil mi? Hani niye sürüngenler gibi sürünüyorlar ya? Hani
kalkınmaya engel gördükleri Kur’an’ın yasalarını ortadan kaldırdıkları halde,
ni-ye birilerinin kapısında dilenciler? Niye özledikleri, tapındıkları, hayranı
oldukları Avrupa’nın seviyesine çıkamıyorlar? Kim engelliyor şu an-da bu
adamları? İslâm’ı, Müslümanları sorgulayıp hep suçu onlarda göreceklerine, biraz
da kendilerini, kendi küfürlerini kendi şirklerini, kendi köleliklerini
sorgulasalar olmaz mı? Bu izzetsizliklerinin, bu şerefsizliklerinin, bu
dilenciliklerinin, bu köleliklerinin sebebini Allah’la ir-tibatlarını
kesmelerinde, Allah’ın yasalarını reddetmelerinde, Allah’a ve Allah’ın sistemine
karşı savaş açmalarında görseler ya!
Hayır hayır, sizler
gerçekten haddi aşmış, kendi kendilerinizi boşa harcayan müsriflersiniz.
Allah’ın yasalarını, Allah’ın sınırlarını ta-nımayan kişi ve toplum müsriftir.
Kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkaran bir toplum hayatını israf
etmiştir. Kendi keyfine göre sereser-pe bir hayat yaşayan toplum müsriftir.
Hareket noktası Allah olmayan toplum müsriftir. Sizler böyle müsrif bir
toplumsunuz ve başınıza gelenlerin sebebi sizlersiniz. Yâni bütün bu başınıza
gelenleri sizler hak ettiniz. Uğursuzluk içine düşmeyi, zillete mahkûm olmayı,
el âlemin kapısında dilenci konumuna düşmeyi siz kendiniz istediniz. Allah
yasalarını bırakıp kulların yasalarını tercih ettiğiniz için, Allah’ın kitabını
terk edip kendi hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde gittiğiniz için köleliğe
mahkûm oldunuz.
Eğer şu anda ekonominiz bozuksa bunun
sebebi ne İslâm ne de Müslümanlardır, sizin kendi israflarınızdandır. Sizin
kendi bozukluklarınızdan ötürü Allah’ın size gönderdiği şeylerdir bunlar. Çünkü
güç ve kudret sahibi sadece Allah’tır.
Âyet arasında soruluyordu
kendilerine:
Hatırlatılsanız da mı? Uyarılsanız da mı
böyle yapacaksınız? Yâni insan, insan oluşu sebebiyle bazen hata işleyebilir.
Ama onun hata olmadığını, doğru olduğunu zannederek yapar onu. Yahut sevap
zannederek işler onu. İşte bakın Allah elçileri diyorlar ki, size bu
yanlışlarınız hatırlatılsa da mı bu yanlışlarınıza devam edeceksiniz? Bu
hayatınızın yanlışlığını bilseniz de mi devam edeceksiniz?
Peygamberler böyle lafı
dolandırmadan açık ve net bir şekilde Allah’ın dâvetini gündeme getirince, bu
dâvet şehirde büyük bir sansasyon, büyük bir gündem oluşturdu. Hemen herkes bunu
konuşmaya, bununla ilgilenmeye başladı. Şimdilik toplum iki grup. Bir tarafta üç
peygamber, diğer tarafta onlara karşı gelenler, kafa tutanlar ve ne dediklerini
bilmeyenler. Tam bu tartışma sürerken, bu tehdit ve karşı gelişler devam
ederken:
20. “Şehrin öbür ucundan koşarak bir
adam gelmiş ve şöyle demişti: “Ey Milletim! Gönderilen elçilere
uyun.”
İşte Allah’ın
elçileriyle toplumun önde gelen mele takımıyla, inkârcı takımıyla kıyasıya bir
mücâdele devam ederken, tartışmanın hararetlendiği bir sırada şehrin ta öte
başından, şehrin kenar mahallelerinden, gariban takımından bir adam, bir yiğit
koşarak geldi. Allah yolunda başına gelecekleri göze alarak, Allah uğrunda her
şey can baş üstüne diyerek, Allah adına sa’y ederek geldi. İşi ciddiye alarak
geliyor, acele ederek geliyor, sorumluluğunu bilerek geliyor.
Anlıyoruz ki Allah elçileri mesajlarını
şehrin en uç noktalarına kadar ulaştırmışlardı da bu yiğit Müslüman olmuş,
hidâyetle tanışmıştı. İnandığı Rabbinin elçilerine destek olmak, kendisini
onların önüne siper yapmak, toplumundan iman edeceklere örnek olmak, yol
göstermek, iman etmeyecekleri de var gücüyle uyarmak için koşa koşa geliyor.
Eğer ben de o Allah elçileri gibi Allah mesajını yılmadan insanlara duyurma
samimiyeti içinde olursam, kesinlikle inanmalıyım ki beni destekleyecek birileri
bana koşarak gelecektir.
Ama unutmamalıyım ki, onun bana
gelişindeki sürat benim bu konudaki samimiyetimle orantılı olacaktır. Bu bölüm
bana başka bir konu daha hatırlattı ki, o da şudur: O peygamberler
anlatacaklarını sadece şehrin merkezindekilere anlatmamışlar. Tebliğlerine odak
noktası olarak hep elit tabakayı seçmemişler. Bu zekidir, bu zengindir, bu
öğretmendir, bu idarecidir, bunun arabasının modeli şöyle, bunun kesesi böyle
diye seçmemişler muhataplarını. Bunun hesabını Allah’a bırakıp herkese
anlatmışlar, her kesime duyurmuşlar. Gecekondu bölgelerine kadar gidip
anlatmışlar dini. Ve işte onlardan iman etmiş bir yiğit koşarak geliyor. Bir
koşuyla geliş değil bu. Ya ne? Can baş üstüne diyerek geliyor, sorumluluğunun
bilinciyle geliyor, toplumuna karşı peygamberlerin yanında yer almak için
geliyor, başına gelecekleri önceden bilerek ve kabullenerek
geliyor.
Avazının çıktığı kadar
bağırarak dedi ki, “ey kavmim! Ey benim milletim! Ey benden olanlar! Ey benim
etim kemiğim olanlar!” Dik-kat ederseniz onları kendisine nispet ederek
sözlerine başlıyor. Onları düşündüğünü, onlar lehine hareket ettiğini belirterek
ettirerek konuşmasına başlıyor. “Ey kavmim!” Dâvette, eğitimde çok hoş bir
metottur bu. Muhatabı, müşteriyi sahiplenmek. Karşımızdaki muhatabımızın bi-zim
olduğunu, bizden olduğunu, bizim onunla beraber olduğumuzu belirterek söze
başlamak. “Kardeşim, hemşerim, arkadaşım, akrabam, dostum,” diyerek söze
başlamak. Ona acımak, onu kurtarmak zorunda olduğunuzu unutmadan söze başlamak.
Bakın bu yiğit sözlerine böyle başladı. Üstelik peygamberleri reddedenleri
sahiplenerek, onları dünkü kendi konumunda acınacak bir durumda görerek dedi ki,
“şu görevlendirilmiş Allah elçilerini dinleyin! Onların hak sözlerine kulak
verin! Vazgeçin şu inatlarınızdan da önce bir dinleyin! Anlayın! Sonra da onlara
tabi olun! Onların dediklerini tutun! Onlara ittibâ edip, adım adım izleyin
onları!” Peki niye izleyecekler? Niye dinleyecekler onları? Bakın bunun
gerekçesini de şöyle açıklıyor:
21. “Sizden bir ücret istemeyenlere
uyun, onlar doğru yoldadırlar.”
Çünkü onlar sizden
ecir istemiyorlar. Bu elçilerin dediklerini tutun, çünkü onlar bu uyarılarının
karşılığında sizden bir ecir, bir ücret, bir maaş, bir dünyalık ta istemiyorlar.
Sizden böyle bir dünyalık beklentileri de yok onların. Üstelik kendileri de
sizden istedikleri doğru yolu tutmuşlardır. Kendileri size tebliğ ettiklerine
iman etmişler, yâni kendileri de hidâyet üzeredirler. Size başka şey söyleyip
kendileri başka şeyler peşinde değiller onlar. Yâni hem sizden bir menfaat
devşirme peşinde değiller, hem de hidâyet yolundalar, cennet yolundalar.
Bir insana uymak, bir insana
tabi olmak için, bir insanın dediklerini yapmak için en azından iki gerekçe
vardır: Birincisi o kişinin biz-den istediklerini sadece Allah için istemesi,
yaptığı tebliğini sadece Allah rızası için yapması, karşılığında bizden,
insanlardan bir ücret, bir mükâfat istememesi; ikincisi de kendisinin hidâyet
üzere olması. Söylediklerine bizzat kendisinin teslim olup, istediklerini bizzat
kendisinin uygular, yaşar olması. İşte Allah’ın elçileri böyleydi. Onlar
ümmetlerine neyi emretmişlerse, onlardan her neyi istemişlerse, onları bizzat
kendi hayatlarında en güzel şekilde yaşayan, neleri yasaklamışlarsa bizzat
kendileri onlardan uzak durarak ümmetlerine örnek olan insanlardı.
İşte
burada Kur’an’ın bir özeti olan Yâsîn sûresinin 21. âyetinde o yiğidin diliyle
Rabbimiz bu gerçeği ortaya koyuyor: “Ey kavmim, dinleyin bu elçileri, çünkü
onlar sizden bir ücret beklemiyorlar, kendileri için söylemiyorlar bunları. Uyun
bunlara, eğer kendileri için söylü-yorlarsa namerttir bunlar,” diyordu. “Ama
kendileri de doğru, söyledikleri de doğru. Sizden hidâyet istiyorlar, size
hidâyet diyorlar kendileri de hidâyettedir bunlar, hidâyet üzerdir bunlar,”
diyordu.
Öyleyse bizler de peygamberler yolunun yolcuları olarak buna çok dikkat
edeceğiz. İnsanlara din anlatmak durumunda olan bizler, insanlara dediklerimizi
önce kendimize söyleyeceğiz. Biz de, bize bir şeyler söyleyen adamın durumuna
bakacağız, kendimiz insanlara bir şeyler söylerken kendi durumumuza dikkat
edeceğiz. Kesinlikle insanlardan bir ücret bekleyerek, bir menfaat beklentisi
içinde konuşmayacağız. Ama birileri bize bir şeyler söyleyince de dikkat
edeceğiz. Eğer kendisi için, başka bir gâye için diyorsa, şımarıklığı,
huysuzluğu, menfaati, para için diyorsa, makam, şöhret, mevki diyorsa, o zaman
da onu dinlemeyeceğiz. Gerçekten de Allah için dediğini biliyorsak, onu, ciddiye
alacağız, itibara alacağız ve o kişinin bunun Müslümanı olduğunu kabullenecek ve
istediği gibi hareket edeceğiz inşallah.
Bu âyetin
ortamında önce ben kendimi buluyorum, sonra da karşımdakini aynı ortamda
düşünüyorum. Yâni önce bu âyet bana ne dedi, bunu anlamaya çalışıyorum, sonra da
karşımdakini düşünüyorum. Yâni tebliğimin karşılığında ben kimseden ücret
istemeyeceğim, karşımdaki de ücret ister pozisyonunda olmayacak. Hz. Adem’den bu
yana, bu dini anlatırken, duyururken, kim ki Allah’ın hoşnutluğundan başka bir
beklenti içine girmiştir, kesinlikle bilelim ki bu çaba, bu yorulma hep boşa
gitmiştir. Adına ne derseniz deyin. Bu din Allah için öğrenilmeli, Allah için
öğretilip anlatılmalıdır. Karşılığı sadece Allah’tan beklenilmelidir. En
küçüğünden bir hediye bile alınmamalıdır. Yapılanlar tümüyle bereketsiz ve boş
olacaktır Allah korusun. Bu dinin öğretimi sadece belli tekellerde değil de
herkes bu sorumluluğu üstlenmiş olsaydı, bu iş biraz daha kolay halledilmiş
olacaktı.
Bizler de
insanlardan, çevremizden kendimize itaat istiyor, insanların bizi dinlemelerini
istiyorsak, -ki her şeyden önce söylediklerimiz kendimizden değil, Allah sözü
olmalı- karşılığını Allah’tan beklemeliyiz. Bu iki prensibi hiç unutmamalıyız.
Bakın
o yiğit mü’minin sözleri, uyarıları devam ediyor:
22. “Beni yaratana ne diye kulluk
etmeyeyim? Siz de O’na döneceksiniz.”
Bana ne oluyor,
benim neyim var, ben neyim, kimim? Benim ne hakkım, ne salahiyetim var ki beni
yaratana kulluk etmeyeyim? Beni yaratan, kulluğa lâyık değil mi? Ben ne hakla,
hangi salâhiyetle, hangi güçle Rabbime kul-köle olmayacağım? Halbuki hepimiz
döndürülüp O’nun huzuruna götürülecek, O’nun tarafından hesaba çekilecek,
hepimiz yaşadığımız bu hayatın sonunda Allah’a döndürülüp he-sabı O’na
ödeyeceğiz. O halde O’na kulluktan nasıl kaçarım ben? Ben sadece O’na kul-köle
olacağım. Ben sadece O’nu dinleyeceğim. O’ndan başkasının kulu-kölesi olunmaz
ki! Ondan başka bu işe lâyık birileri yok ki!
İyi anlayalım, ifade “Ben neden
Allah’tan başkasına namaz kılacakmışım,” değil! Bakın insanların kulu, kölesi
olup ta, onsuz olmaz dedikleri şeylere de anlatın bu mânâyı. Kimi “onsuz
olmaz”ların peşinde koştururken, namazı bile terk eden insanlar acaba o peşinde
koştukları şeylerin kulu, kölesi olmamışlar mı? Paraya, mark’a, dolara, eve,
arabaya zaman ayıracağız diye Kur’an ve sünnet tanımaya zamanları kalmayanlar,
acaba neyin kulu, kölesi olmuşlar? Kimin, ne-yin çektiği yere gidiyorsa,
insanlar onların kulu, kölesi olmamışlar mı?
Dikkat ederseniz, o yiğit
Müslüman, peygamberleri dinlemeye, peygamberlere itaat etmeye ve Allah’a kul
olmaya çağırıyor insanları. Anlayabildiniz mi bu ince mânâyı? Kulluk sadece
Allah’adır, peygambere bile kulluk olmayacaktır. Peygamber zaten bizi Allah’a
kulluğa çağıran ve götürendir. Peygamber en güzel bir biçimde, en mükemmel bir
şekilde kendi hayatında Allah’a kulluğu yaşayan ve örnekleyendir. Öyleyse bizler
Allah’a nasıl kul olacağımız konusunda model insan, örnek kul olarak peygambere
tâbi olur, onu dinler, ona itaat e-deriz. İşte bu yiğit te “bu peygamberlere
uyun derken, bunlara tapının demiyorum,” diyor, “bunlar gibi Allah’a tapınalım
diyorum,” diyor.
Burada insanın sadece
Allah’a kulluk etmesinde, sadece Rab-bini dinleyip, O’na teslim olmasında,
düşünüp anlaması gereken iki temel gerekçeden söz ediliyor: Birincisi, beni O
yaratmıştır. Boynum da, boynumdaki kulluk ipim de O’nundur. Varlığım, hayatım
O’ndan-dır. Bana bu hayatı veren, beni bu dünyaya getiren O’dur. Şu andaki
hayatımı, varlığımı O’na borçluyum. Beni yaratan, beni dünyaya getiren O’ysa,
benim de, sahip olduğum şeylerin de gerçek sahibi O’ysa, o zaman ben başkalarına
değil, sadece O’na kulluk yapmak zorundayım. Çünkü kulluk sadece yaratıcının
hakkıdır. Benim O’ndan başkalarına ne minnetim olacak ki?
Eğer bunu akl edemiyorsanız, hiç olmazsa
şunu düşünün: Bilesiniz ki sonunda sadece Allah’a döndürüleceksiniz. Yaşadığınız
bu hayatınızın faturasını O’na ödeyeceksiniz. Sizi yarın hesaba çekecek olan
O’dur. Öyleyse yarın kimin huzuruna çıkacak, kime hesap vereceksek ona göre
kulluk yapmak, ona göre hazırlanmak zorundayız. Kim bizi sorgulayacaksa, O’na
kulluk etmek, O’nu razı etmek zorundayız. Başkalarına ne minnet duyacağız ki?
Cennet, cehennem kiminse, O’nu dinlemek, O’nun istediği gibi yaşamak zorundayız.
Hâl böyleyken şimdi aklınız varsa söyleyin bana:
23. “Onu bırakıp da tanrılar edinir
miyim? Eğer Rahmân olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların
şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar.”
Hiç ben O’nu
bırakır da başka İlâhlar edinir miyim? Hiç olacak şey mi bu? Böyle bir İlâh
bırakılır da başka İlâhlar peşinde gidilir mi? Şimdi ben İlâh olarak Rabbimi
bırakır da boynumdaki kulluk ipinin ucunu eline vereceğim, hayat programımı
kendisine soracağım, çektiği yere gideceğim, arzularını yerine getireceğim,
yasalarını uygulayacağım, hayatıma karışmaya yetkili O’nun dûnunda, Onun
berisinde başka İlâhlar edinebilir miyim? Tutun ki öyle yaptım. Farz edin ki
Rab-bimi bırakıp O’nun berisinde kendime bir kısım İlâhlar buldum ve onların
dediklerini yapmaya, onlara kulluk etmeye başladım. O zaman ya rahmetiyle beni
kuşatmış olan, Rahmân olan Rabbim benim hakkımda bir sıkıntı, bir zorluk, bir
darlık isteyecek olursa, beni bir zorlukla imtihan edecek olursa, o zaman o
Allah berisinde kul-köle olunan varlıkların şefaatleri benden yana bir fayda
sağlar mı? Beni kurtarabilirler mi Rabbimin takdirinden? Benden
uzaklaştırabilirler mi Rabbimin darlıklarını?
Onların hiç birisi İlâh olamaz. Hepsi de
âciz, kendilerine bile bir fayda sağlamaktan uzak varlıklardır. Eğer böyle
Rahmân olan Rabbimi bırakır da, kendime böyle âcizlerden İlâhlar edinirsem, ne
olur benim halim?
“Namaz kıl,” diyen Rabbimi
bırakıp ta, “namaz kılma,” diyen başka Rabblerin arzularını gerçekleştirsem,
“şöyle giyin,” diyen Rab-bimi bırakıp ta, “böyle giyin,” diyenlere kulluk etmeye
kalkışsam, hayatımda Allah’tan başka etkili, yetkili varlıklar edinip onları
dinlemeye kalkışsam, bir yılın 364 gününde Rabbimi dinleyip, sadece bir tek
gününde, ya da gecesinde başkalarını dinleyiversem, aileme karışması konusunda
Allah’ı, ama sosyal, siyasal, ekonomik hayatımda başkalarını razı etmeye
yönelirsem o zaman:
24, 25. “Doğrusu o takdirde apaçık bir
sapıklık içinde olurum. Şüphesiz ben Rabbinize inandım, beni
dinleyin.”
Gerçekten o zaman
ben apaçık bir dalâlete, apaçık bir sapıklığa dalmış olurum. O zaman sapıklık
içinde boğulup gitmiş olurum. Böyle yapınca sapık olmaz mıyım ben? Sapıklık
değil midir bu? Benim sapıklığım açığa çıkmaz mı o zaman? Bunun apaçık bir
sapıklık olduğu anlaşılmaz mı, bu ne sapıklık demez misiniz bana?
Dikkat ederseniz burada da
kurtuluşun iki temel şartından söz ediliyor: Bir insanın kurtuluşa erebilmesi
için bir içinde bulunduğu şartlar yaşadığı ortam şartları vardır, bir de bizzat
o kişinin kendisi vardır. Yâni meselâ suda boğulmak üzere olan bir insanın
kurtulabilmesi için iki şey gereklidir: Birincisi adamın içinde bulunduğu
ortamın değişmesi lazımdır. Yâni kendisini boğmakta olan suların çekilmesi
gerekmektedir ki adam kurtulsun. Yahut da kendisi suyun içinden yü-züp çıkmayı
becerecek ki kurtulabilsin. Ama bakın burada, o yiğit Müslüman bunların her
ikisinin de Allah karşısında geçersizliğini vur-guluyor. Daha doğrusu onun
diliyle Rabbimiz bize bunu haber veriyor. Bakın diyor ki, “ey kavmim, söyleyin
bana, şâyet sizin az evvel Rahmân diye zikrettiğiniz, kabul ettiğiniz,
tanıdığınız o Rabbim bana bir darlık, bir sıkıntı gönderecek olursa, onun
berisindekilerin bana yakınlıkları, bana aracılıkları, şefaatleri bana hiç bir
şey sağlayamaz, benden hiç bir şeyi uzaklaştıramaz. Rabbimden bana geleceklerden
hiç kimse beni koruyamaz.
İşte yaşadığımız hayatta bir
takım sıkıntılar, hastalıklar, zorluklar var. İşte önümüzde kabir var, kabirde
sıkıntılar var. Diriliş, haşr, neşr, terazi, mizan, sorgu, hesap, kitap, sırat,
cennet, cehennem var. Allah berisinde İlâh kabul ettiklerinizin hiç birisi
sizleri bu sıkıntılardan kurtaramayacaklardır. Hiçbir güç beni ve sizi Allah’ın
sorgulamasından, Allah’ın cehenneminden, Allah’ın azabından çıkarmaya,
kurtarmaya güç yetiremeyecektir. Rahmân olan Allah’a karşı kimin ne gücü, kimin
ne yetkisi olabilecek ki? Öyleyse işte ben, yâni biz, yâni hepimiz Allah’ı
bırakır da O’nun berisindekileri İlâh edinecek olursak, kesinlikle bilelim ki
apaçık bir sapıklığa düşmüş oluruz. Dünyada da sıkıntılardan, dertlerden,
buhranlardan, bunalımlardan, çıkmazlardan, çözümsüzlüklerden kurtulamayız,
âhirette de. “Dalâl” kelimesinde yal-nız kalma, yardımcısız kalma anlamı da
vardır, onun için böyle söyledim. “Allah benden desteğini çekiverirse ben ne
yaparım?” diyor o yi-ğit.
“Muhakkak ki ben Rabbime inandım,
ben sadece benim Rab-bim değil sizin de Rabbiniz olan, âlemlerin Rabbi olan
Allah’a iman ettim. Öyleyse dinleyin beni, bana kulak verin. Çünkü sözü
dinlenmesi gereken, sadece Rahmân’a inanan, Rabbe iman eden, Rabbin ki-tabından,
Rabbin âyetlerinden, Rabbin yasalarından, Rabbin hayat programından haberdar
olan, Rabbin âyetleriyle konuşandır. Sözü dinlenecek olanlar sadece bunlardır.
Bunların dışında sözü dinlenecek, konuşmalarına kulak verilecek yoktur.” O yiğit
böyle diyordu. “Ben Rabbinize inandım, öyleyse beni dinleyin. Sözü dinlenecek
benim,” diyordu. Belki de Allah’ın yiğit kulu, bizim önderimiz, örnek
kahramanımız bu sözünü, yanı başında çırpınan Allah elçilerine söylü-yordu: “Ey
Allah elçileri, siz şahit olun ki ben inandım Rabbimize. Benim imanıma sizler
şahit olun!” Veya belki de kavminin yüz hatlarından ikna olmadıklarını hissedip
öldürüleceğini anlayınca son bir söz olarak imanını tazeliyor, kelime-i şahadet
getiriyordu.
Allah elçilerinin önüne bir
kalkan gibi kendisini atarak tıpkı Fi-ravun’un sarayında iman etmiş, ama bir
süre imanını gizlemiş, nihâyet Firavun ve adamları Hz. Musâ’yı öldürme kararı
alınca artık bu durumda imanını gizlemenin hiç bir anlamının kalmadığını
anlayarak hemen kendisini Hz. Musâ’nın önüne atarak, vücudunu Hz. Musâ’nın önüne
kalkan yaparak: “Ey zalimler, sizden hiçbir ücret istemeden sizi Allah’a
çağıran, sizi kurtuluşa çağıran salih bir Peygamberi öldürmeye mi
kalkışıyorsunuz? Bunu asla yapamazsınız! Yapamayacaksınız! Beni çiğneyip
geçmeden peygamberin kılına bile dokunamazsınız!” diye haykırarak Peygamber
mesajını savunan bir mü’min kişi, bir mü’-min yiğit gibi, kendini fedâ ediyor
ama peygambere de destek veriyordu.
Ya da peygamberi öldürmeye,
peygamberin vücudunu ortadan kaldırmaya giden Ömer’in karşısına dikilip,
peygamberi öldürmekten vazgeçirmeye çalışan, Ömer’in tokatlarına kendisini hedef
ya-pan Hz. Fatıma anamız gibi… İşte bu yiğit de şehrin çok uzak mahallelerinden
koşup gelmiş, peygamberlerin yalanlandığı bir ortamda peygamberlerle beraber
onların sözünün bittiği yerde, cesurca tevhidi ortaya koyuyor ve kendisini bu
uğurda fedâ edecek biçimde peygamber fonksiyonuna sahip çıkıyordu. Savundu
peygamberleri. Sahip çık-tı onlara. “Yapmayın, etmeyin,” dedi, uyardı kavmini.
Ama dinlemedi-ler onu. Söz hakkı vermediler ona. Hayat hakkı tanımadılar yiğide.
Peygamberlere destek veren insanı öldürdüler, susturdular, şehit ettiler onu.
Aslında burada bir taraftan Rabbimiz o yiğidin âkıbetini anlatırken, diğer
taraftan da onun güzel âkıbetini ortaya koyuyor. Bakın buyurur ki
Rabbimiz:
26,27. “Ona “cennete gir” denince,
“Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan
kıldığını bilseydi!” demişti.”
Evet böyle yiğitçe
bir tavır ortaya koyan kahramana denildi ki: “Haydi buyur, gir cennete!” Elbette
şehit, şehit olur olmaz hemen cen-nete gidiyor, hemen cennet nîmetlerinden
yemeye başlıyor. Ve o kutlu şehit diyor ki:
“Oh! Burası ne güzelmiş? Ah! Keşke
kavmim bir bilseydi! Keş-ke kavmim Rabbimin bana nice yanlışlarımı yok kabul
edip, nice kusurlarımı örtüp, nice eksiklerimi tam kabul edip ne büyük
mağfiretler hazırladığını bilselerdi! Rabbimin beni nasıl ikrama boğduğunu,
mük-ramundan kıldığını bilselerdi! Keşke bu akılsızca Allah elçilerini reddeden
kavmim, Rabbimin bana nasıl mağfiret buyurduğunu, beni na-sıl mağfiretiyle ve
rahmetiyle karşıladığını, benim geçmişimi, geçmişte işlediğim günâhlarımı nasıl
sıfırladığını, bana nasıl ikramda bulunduğunu, beni nasıl ikramlarına,
lütuflarına boğduğunu bir bilselerdi!”
“Haydi ey kavmim, bu inadınızı, bu
düşmanlığınızı, bu isyanınızı bırakın da akıllarınızı başlarınıza alıp siz de
Rabbinizin ikramlarına, Rabbinizin bağışlarına koşun,” diyordu. Kur’an’la
ahlâklanan insanlar hep böyle diyorlar. Rasulullah Efendimiz de kendisini
taşlayan Taif’lilere aynısını söylüyordu: “Ya Rabbi sen onları bağışla, çünkü
onlar gerçeği bilmiyorlar. Sen bağışla onları, belki onların içlerinden,
soylarından çok daha ciddi Müslümanlar gelecektir.” Bizler de vahyi dinlemeye
yanaşmayan, kendi hayırlarına bile engel olmaya çalışan karşımızdaki
muhataplarımıza kızmak yerine, onlara acıyalım ve yardımlarına koşmaya
çalışalım. Merhametli olalım, “bilmiyorlar garibanlar,” diyelim,
“anlatamamışız,” diyelim, suçu biraz da kendimizde ara-yalım.
Sadece kendi kavmine değil,
kıyamete kadar ben de Müslü-manım, benim de bir kitabım var diyerek bu kitabı
eline alan, bu sû-reyi okuyan tüm Müslümanlara bu mesajını, bu uyarısını sunmaya
devam edecek şehit. Yeryüzünde hiçbir haber merkezinin sunamayacağı en büyük
mesajı sunmaya devam edecek. İşte şehidin, Allah yolunda ölen birinin
ölmediğinin, canlılığını koruduğunun ve sürekli bize mesaj ulaştırdığının bir
kanıtı ve ispatıdır bu.
Görünüşte ölmüşler bunlar, toz toprak
olmuşlardır, adları sanları kalmamıştır, nerelerde oldukları da belli değildir.
Ama dünyanın her bir yerinde canlarını Allah için fedâ etmiş olan bu insanlar,
Allah-tan başka İlâh olmadığının şehâdetini canlarıyla ispat eden bu insanlar,
Allah’ın ölü demeyi yasakladığı varlıklardır. Bunlar sürekli şeha-detin,
cennetin, kaybın yayınını ve mesajını okuyorlar bizlere. Allah’ın dinini
canlılıkla muhafaza ettirmede en büyük rolü oynamaktadırlar. İşte bir şehit
sürekli bizim karşımızda, bizim dünyamızda yayın yapıyor. Allah onların
döktükleri terleri bile değerlendirecek, nefesleri bile dâvâlarını diri tutmaya
devam edecektir. İşte peygamberleri izlemenin sonucu budur. İşte Allah yolunda
şehâdetin âkıbeti budur. Allah tüm kusurlarını örtüp affettiği gibi, fazladan
olarak ta ona ikramlarda bulunmuş.
Aklıma bir soru geldi. Bu
yiğit mü’min, Allah elçilerini müdafaa ettiğinden dolayı kâfirler tarafından
öldürülürken, orada, o ortamda şöyle korkudan bir kenara büzüşmüş olarak onun
öldürülüşünü seyredenlerden biri olarak biz de bulunmuş olsaydık, ne derdik bu
garibe? Şunları mı derdik: “Yâni arkadaş bu kadarı da olmaz! Adam pisi pisine
kendini telef etti. Ne güzel aklı başında laflar da ediyordu. Bilgisi de
yerindeydi ama zerre kadar ferâseti yoktu herifin. Karşısındakilerin gücünü
kuvvetini görmedi mi? Ellerinde silahları vardı, güçleri, kuvvetleri vardı. Bunu
hesap etmeli ve tedbir almalıydı. Nedir bu yaptığı yâni? Halbuki kendisinden
daha büyük hizmetler bekleniyordu filan filan.” Yâni daha çok hizmet edince ne
olacaktı bu adam? Cennete gidecekti değil mi? Gitti ya işte. Hazır fırsatı
değerlendirdi ya iş-te. Daha ne? Yaptığını Allah onayından geçirip cennet
kazandı ya. “Yok efendim, bizim onayımızdan geçirmeliydi. Bize göre olmalıydı bu
işler. Acele etmemeliydi adam. Bir kenara büzüşüp bizim gibi kurtarmalıydı
hayatını,” gibi zırvaların anlamı yok; adam fırsatı değerlendirdi ve cennete
gitti.
Peki acaba Sahib-i Yâsîn
diye bilinen peygamber destekçisi bu yiğit şehidin kavmine ne yaptı Allah? Ne
oldu onların durumu? Üç peygamber çıkmıştı, işlerini bitirdik mi dediler? Onları
destekleyen bir çulsuz vardı, onu da susturduk, Biz buyuz mu dediler? Biz
güçlüyüz diye nârâ mı attılar? Atsınlar, desinler, övünsünler yaptıklarıyla.
Bakın bu hususu anlatırken bundan sonraki âyetinde Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
28,29. “Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik; zaten
indirecek de değildik; sadece bir tek çığlık... o kadar, hemen sönüp
gittiler.”
Allah’ın herhangi
bir topluluğu helâk etmek için ordular indirmesi, yahut meleklerini
görevlendirmesi gerekmez. Toplumun işlediği bu ağır cinâyetten sonra, bu yiğit
Müslümanı şehit etmelerinden sonra, Allah onlara gökten bir ordu gönderecek
değildi. Hiç de değmezdi buna. Göndermedi de Allah ordularını. Ne ki bu adamlar?
Kim ki bunlar? Allah karşısında ne güçleri var ki bu adamların? Bir güçsüz
kişiyi öldürdük diye ne olduk zannediyorlar? Toplum gerçekten Allah’ın he-lâkını
hak etmişti ama, sanki bir güçleri, bir değerleri varmış gibi, Allah’ın onları
kaale alıp, semadan ordular toplayıp hazırlık yapmasına gerek yoktu. Sadece bir
tek sayha, bir tek çığlık, sadece ol deyivermesi yeterlidir Rabbimizin. “Ol”
demekle tüm bu kâinatı, tüm bu mevcudatı nasıl yaratmışsa, elbette “yok ol”
demekle de yok edecektir. Ama daha önceden orduların indirilmesi de söz konusu
olmuştur. Bu da yine Kitabımızın beyânıyla sadece Müslümanlara bir destek, bir
imtihan sebebi içindi. Değilse helâk Allah katındandır. Ya da bugüne kadar
onların helâki, Rabbimizin sünneti gereği ordular göndermek şeklinde olmamıştır.
Sadece bir meleği görevlendirmiş ve onları helâk etmiştir.
Evet, sadece bir sayha, tek bir
ses, bir çığlık oldu ve onlar birdenbire sönüverdiler, yok oluverdiler,
siniverdiler, kendilerinden ge-çiverdiler. Hiç bir canlılık eserleri kalmadı.
Güya güçlüydüler, kuvvetliydiler, her şeyi yapabileceklerine inanıyorlardı.
Peygamberleri dinlemediler, Allah elçilerine kafa tuttular. Peygamberlere destek
veren o gariban mü’mini öldürmekten geri durmadılar. Allah da sadece bir tek
ses, bir tek komut gönderdi ve hepsinin defterini dürüverdi. İşte
peygamberlerin, peygamber yolunun yolcularının seslerini, sözlerini dinlemeye
tahammül edemeyen, Allah elçilerini ve Müslümanları susturmaya çalışanların
cezası budur.
Öyle değil mi? O toplum içinde peygamber
sesi duyan bir tek o mü’min kişi vardı. Allah sözü, peygamber sesi duymak
istemeyenler, elbette başka sesler duymak, başka sayhâlâr duymak ve geberip
gitmek zorunda kalacaklardır. Çünkü peygamberler hak söz söylediler.
Peygamberler yolunun yolcusu olan o yiğit te kendilerini hak sözlerle Allah’a
dâvet etmişti. İşte şu anda ben de sizlere hak sözleri söylüyorum. Şu anda
sizler de işitiyorsunuz. Eğer duyduğunuz bu sözleri işitmeye yanaşmazsanız,
imana ve uygulamaya yönelmezseniz, bilesiniz ki sizin de, bizim de âkıbetimiz
bundan farklı olmayacaktır.
Bir tek çığlık, bir tek
feryatla helâk oldular. Bu çığlığın ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmiyoruz.
Belki de o zalimleri helâk eden bu çığlık, toplum içindeki mazlumların çığlıydı.
Belki de zorla başörtüleri çıkarılan, alçak birileri tarafından saçlarından
tutulup sürüklenen kızların çığlığıydı. Veya belki de toplumda ezilen
mustaz’afların, garibanların, aç bırakılmış fakir-fukaranın çığlığıydı. Bu
çığlıklar toplumda öylesine yükselir, öylesine isyana dönüşür ki, sonunda o
toplumu ya-kar, yıkar, kavurur. Tarihte bir mazlum çığlığının koca bir isyana
dönüşerek zalimleri nasıl ayaklar altına alıp ezdiğini çok gördük. Belki
zamanımızda yeteri kadar büyük çığlıklar atamıyoruz ve bu yüzden de zalimler
yaşayabiliyorlar. Belki de mazlumların çığlıklarının zalimleri ezip yok edeceği
günler yakındır. Bunun zamanını Allah’tan başka hiç kimse
bilemez.
30. “Kullara yazıklar olsun!
Kendilerine hangi elçi gelse, onu alaya alıyorlardı.”
Vah, yazık şu
kullara! Kendilerine kendilerini kurtarmak için gelen Allah elçileriyle alay
ediyorlar. Allah’ın kendilerine açtığı rahmet kapılarını reddediyorlar.
Kendisine kulluk yapacakları makamı bile-miyorlar. Bir insan düşünün ki Allah
kendisine bir peygamber gönderecek, peygamber mesajıyla karşı karşıya gelecek ve
onunla alay edecek. Yazıklar olsun böylelerine! Yazıklar olsun, vahlar, eyvahlar
olsun bu kullara ki, peygamberlerle alaydan başka bir şey düşünmü-yorlar.
Peygamberlerle, peygamberlerin getirdikleri mesajla ilgilenmi-yorlar. Kendi
burunlarının doğrusuna bir hayattan yana oluyorlar. Keyifleri istikâmetinde
yaşamak istiyorlar. Hidâyete değiller de dalâlete, hakka değil de bâtıla,
cennete değil de ateşe talipler. Halbuki elçi Allah’ın emirlerini getirir. Bu
insanlar elçiyi dinlememekle Allah’ı din-lemiyorlar. Elçiyle alay ederlerken
Allah’la alay etmektedirler. Nasıl olur da insan yaratıcısını dinlemez? Nasıl
olur da Rabbi ile alaya kalkışır? Evet Allah’a karşı, Allah elçilerine karşı,
nübüvvet ve risalete karşı alaycı bir tavır takınanlara yazıklar olsun! Onlar,
yarın ebedîyen cennet yüzü göremeyecekler, yanıp
tutuşacaklardır.
Peygamberle alay ya şahsen,
bizzat hayatlarında peygamberlerle dalga geçmek şeklinde olabileceği gibi,
onlardan sonra onların bıraktıkları mesajlarına, sünnetlerine, yollarına,
anlayışlarına karşı il-gisiz bir tavır almak şeklinde de olabilir. Peygamberle
ilgilenmeyenler, peygamberi tanımaya yanaşmayanlar, peygamberi sanki yok
farze-derek bir hayat yaşayanlar da onunla alay ediyor demektir. Meselâ
oturduğunuz bir ortamda birileri peygamberinizden bir söz nakletti. Yemeyle,
içmeyle, yatmayla, kalkmayla, anne-baba hatırıyla ilgili bir hadis duydunuz, bir
sünnete muttalî oldunuz. Ne yaparsınız? Öğrenmenize rağmen yine bildiğinize
devam eder, sanki duymamış gibi davranırsanız söyleyin bu peygamberle alay değil
de nedir? Siz bilirsiniz, eğer böyle alaylarınızı sürdürmeden yana olursanız
bilesiniz ki, siz de azap ve helâk bekliyorsunuz.
31. “Kendilerinden önce nice nesilleri
yok ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini görmezler
mi?”
Halbuki bu adamlar
hiç düşünmüyorlar mı? İşin farkında değiller mi? Tarihten hiç ibret almıyorlar
mı? Kendilerinden önce nice nesilleri yok ettiğimizi, kendilerinden öncekilerin
başlarına gelenlerden haberleri yok mu bu adamların?
Tarihe bakıldığı zaman
güçlü, kuvvetli medenîyetler kurmuş nice toplumların helâk edildiğini görürüz.
Geçmişe bakan bir insan bunu çok rahat anlayacaktır. Eğer tarih içinde
Rabbimizin helâkine maruz kalmış bu toplumlar gerçekten güçlü kuvvetli
olmasalardı, elbette onlardan günümüze intikal eden bu kalıntılar olmazdı.
Onların günümüze intikal eden bu kalıntılarından anlıyoruz ki, kendilerine
Rabbimiz tarafından çok büyük imkânlar, fırsatlar verilmiş, ama onlar Allah’ın
helâkinden kurtulamamışlardır. O zaman anlıyoruz ki bunun gerekçesi şudur:
Onlar, Allah’ı ret ve Allah elçileriyle alay etmişlerdir.
İşte tarih boyunca helâk yasasının
gerekçesi budur. Allah’ı ha-yata karıştırmamak ve peygamberlerle alay. İfade
ettiğimiz gibi peygamberle alay, peygamberin getirdiği mesaja kulak vermemek,
peygamberi dinlememek, peygamberle ilgilenmemek, sesini duymamak, peygamberi
tanıyıp onun çizgisinde gitmemek, onu hayatta örnek almamak, peygamberi gelmemiş
saymaktır.
Öyleyse bugün bizler bunu çok iyi
düşünmek ve anlamak zorundayız: Şu anda nasıl bir hayat yaşıyoruz? Hayatımızda
peygamber var mı, Peygamberi tanıyor muyuz? Kafamızda peygamber modeli canlı mı?
Peygamber uygulamalarından haberdar mıyız? Peygamber gibi, peygamberler gibi
olmaya, onları hayatımızın her alanında örnek almaya, onlar gibi olmaya, onlar
gibi yaşamaya çalışıyor muyuz? Onun getirdiği kitabı okuyor muyuz? Bunu kendi
kendimize sormak zo-rundayız. Eğer peygamberi, peygamberleri tanıyabileceğimiz
şu kitabı kapalı tutuyor, onu açıp okumuyor, eğer peygamberin sözlerini,
sünnetini öğrenmeye yanaşmadan bir hayat yaşıyorsak, kesinlikle bilelim ki
bizler de o helâki hak edenlerin safındayız ve helâki bekliyoruz de-mektir. İşin
asıl önemli tarafı da:
32. “Hepsi huzurumuza
getirileceklerdir.”
Tüm insanlar, gün
gelecek zorunlu olarak Allah’ın huzurunda toplanacak ve hesapları görülecektir.
Onların her biri büyük topluluklar olarak bizim katımızda hazır edileceklerdir,
buyuruyor Rabbimiz. Yâni bu dünyada keyiflerince bir hayat yaşayıp ölüp gitmekle
işleri bitmiş değildir. Yeryüzünde uğradıkları Allah’tan bir helâkin sonunda
kendilerini kurtarmış değillerdir onlar. Dünyada Rabbimiz kendilerine gönderdiği
kitapları ve elçileri vasıtasıyla onlara hidâyetin sebeplerini sunmuştu. Ama bu
alçaklar, Allah’ı takdir edemediler. “Allah hayata karışmaz,” dediler.
Yaptıklarının karşılığını görmek üzere yarın hepsi de Allah huzurunda ihzar
edilecekler. Gelmek istemeyecekler ama melekler tarafından yaka paça edilerek,
derdest sürüklenerek, muhâkeme-i kübrâ’ya getirilecekler. Hâl böyleyken, acaba
nasıl oluyor da bu insanlar Allah’ı bırakıp ta başkalarına hayatlarına karışma
yetkisi verebiliyorlar? Nasıl oluyor da Rabblerinin tek Rabb ve İlâh oluşunu,
sadece O’na kulluk etmeleri gerektiğini örtbas edip bir hayat yaşayabiliyorlar?
Bundan sonra Rabbimizin tek
Rabb ve İlâh oluşuna deliller ge-tirilecek. Rabb hayata program yapmaya tek
yetkili, İlâh ise kulu kölesi olunacak varlık demektir. Bu özellikleriyle
Allah’la yarışacak yoktur. Her ne kadar birileri bu özelliklere kendilerinin de
sahip olduklarını id-dia etmiş olsalar da, Rabbimiz bu özelliklere sadece
kendisinin sahip olduğuna dair âyetler, alâmetler, işaretler sunmaktadır.
Allah’ın tek Rabb ve İlâh olduğuna bizi götüren her şey âyettir. İşte o görsel
âyetlerden birisi:
33. “İşte onlara bir delil: Ölü yeri
diriltir ve ondan taneler çıkartırız da ondan yerler.”
Yâni bu insanlar şu
elimdeki kitabın âyetlerini, şu kulağa hitap eden işitsel âyetleri okumasalar,
düşünmeseler, bu âyetlerden bir şey anlamaz olsalar bile, şu âyetleri de mi
okumuyorlar? Şu görsel âyetlerden, şu kâinat âyetlerinden de mi bir şey
anlamıyorlar? Tüm bu âyetlerin sahibini anlayamıyorlar mı? Ölü bir araziyi
dirilten, ondan hububatlar, taneler, meyveler ve sebzeler çıkaran, yiyip
içtiklerinizi yaratan Allah değil mi?
Meselâ bir çöl, bir buzul ya da bir kaç
metre don bir yer düşünün. Rabbimiz rahmetiyle o kupkuru toprağa gökten suyu
indirdiği zaman o toprağın hemen titrediğini, kabardığını, canlanıp hayat için
harekete geçtiğini görürsünüz. Şüphe yok ki ona hayat veren, onu böylece ölü
iken dirilten Allah’tır. Ondan çeşit çeşit yiyecekler çıkaran Allah’tır. Şimdi
bunu Allah’tan başka becerebilecek birileri var mı? Can veren kim? Allah’tan
başkası mı? Bir düşünsenize… Bunlar kendi kendilerine can bulabilmişlerse, onu
niye kaybediyorlar? Allah’ın bu âyeti üzerinde hiç mi düşünmüyorsunuz? Elinizden
tutup sizi sadece Rabbinizi Rabb bilmeye, İlâh bilmeye, sadece O’nu dinleyip,
O’na kul-luğa yöneltecek, size mihmandarlık edecek, O’ndan başka İlâh
olamayacağı konusunda size bilgi verecek bu âyetleri, işaretleri hiç gör-müyor
musunuz?
34, 35. “Orada hurmalıklar ve üzüm
bağları var ederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız. Onun ve eliyle
yaptıklarının ürünlerini yesinler; şükretmezler mi?”
Orada, o arzda Biz
bağlar, bahçeler, hurmalar, üzümler yetiştirdik. İçlerinde de kaynaklardan
pınarlar akıttık. Bu âyetlerimizi de mi görmüyorsunuz? Bunların hepsini meydana
getiren, yaşam ortamlarını sağlayan kimdir? Hayatınızın kaynağı olan şu suları
akıtan kim? Onunla ve ellerinizle yaptıklarınızın ürünlerini yiyor da hiç
şükretmez misiniz? O suyla ve kendi ellerinizle yaptıklarınızı aslında meydana
getiren, yaratan sizler değilsiniz. Allah’ın lütfu ile elde ediyorsunuz
onları.
Rabbimizin indirdiği suyla
meyveler, sebzeler meydana geliyor, bunun yanında bizim kendi ellerimizde bir
takım beceriler, sanatlar var etmiş Rabbimiz. Biz Rabbimizin bize verdiği bu güç
ve imkânla, meyveleri, ürünleri değişik şekillere sokabiliyoruz. Değişik
karışımlar elde edebiliyoruz. Meselâ üzümden şıralar çıkarabiliyor, kurutmalar
yapabiliyor, pekmezler oluşturabiliyoruz. Süt üzerinde elimizi işletiyor ve
ondan çok değişik şeyler yapabiliyoruz. Yağ, yoğurt, ayran, peynir, kaymak vs.
Ama bakın Rabbimiz buyuruyor ki, onları onların elleri yapmamıştır. Tüm bunları
yapan biziz, diyor. Çünkü o sütün içine bu nîmetlerin hepsini koyan da, bize bu
el becerisini veren de Allah’tır.
Şimdi bütün bunları
bildiğiniz halde, Rabbinizin bu kadar nîmetlerinden istifade ettiğiniz halde
hâlâ O’na şükretmeyecek misiniz? Tüm bu nîmetleri az mı sayacaksınız? Tüm bu
nîmetleri başkalarından mı bileceksiniz? Nîmetin vericisini bilmeyecek misiniz?
Nîmetin sahibine teşekkür etmeyecek, tüm bu nîmetlerle Allah’a kulluğa
yönelmeyecek misiniz? Küfür, şirk ve nankörlüklerinizi bırakmayacak mısınız? Tüm
bu nîmetlerin Rabbiniz tarafından kendisine kulluk niyetiyle verildiğini
bildiğiniz halde, niye O’na kulluğa yönelmiyorsunuz? Niye şükretmiyorsunuz?
Şükür, Allah’ın verdiği nîmetleri O’na kulluk yolunda kullanmaktır. Şükür,
amelle yapılır. Bu nîmetleri Allah’a kulluğun bir simgesi, bir sembolü olarak
kullanmayacak mısınız?
36. “Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden
çift çift yaratan Allah münezzehtir.”
Düşünülebilecek tüm
eksik ve noksanlıklardan münezzeh bilinmeye, tam ve mükemmel sıfatların sahibi
olarak tanınmaya, böylece tesbih edilmeye lâyık olan Allah, yâni Sübhân olan,
sürekli gündemde tutulması gereken Allah, yerin yetiştirdiklerinden,
kendilerinden ve daha bilmedikleri her şeyden eşleri, çiftleri yaratandır. Allah
her bir şeyi çift yaratmıştır. Sübhanallah! Allah ne kadar da
Sübhân-dır.
Yerin bitirdiği her şeyden
eşler, çiftler, birbirine zıt şeyler var etmiştir Rabbimiz. Tatlı-acı,
gece-gündüz, karanlık-aydınlık, hayat-ölüm, dünya-âhiret, pozitif-negatif,
organik-inorganik, erkek-dişi, sert-yumuşak bu dünyada birbirinin zıddı, çifti,
eşi, benzeri veya bir bileşiği bulunan her şeyi Allah yaratmıştır. Madem ki her
şey Allah tarafından yaratılmıştır, madem ki her şeyin yaratıcısı Allah’tır,
öyleyse yaratıkların hiç birisi yaratıcıya eş ve denk değildir. Yaratıcı,
yaratılmışlardan münezzehtir. Sadece tüm özellikleriyle Allah tek, mevcudât ta
O’nun var etmesiyle çifttir. Daha henüz bilmediğiniz, henüz keşfedilmemiş
olanlardan da çift çift yaratmıştır Rabbimiz. Cennette kulları için öyle
nîmetler hazırlamıştır ki Rabbimiz, hiç bir beşerin aklına hayaline bile gelmez
onlar. Böyle bir Rabb’e karşı şükredilmez mi? Böyle bir Rab-b’e seve seve
kulluğa koşulmaz mı? Bakın bir nîmet, bir âyet daha:
37. “Onlara bir delil de gecedir:
Gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler.”
Onlara Rabblerini
tanıtacak delillerden, âyetlerden birisi de zamandır. Gece de Rabbimizin
âyetlerinden bir âyettir. “Gündüzü ondan sıyırıp çıkarıyoruz,” buyuruyor
Rabbimiz. Böylece onlar karanlıkta kalıveriyorlar. Evet gece vardır, ama onu
meydana getiren, yaratan ne güneş ne de dünyadır. Onu yaratan Allah’tır. Gece
vardır ve var olmasında da Allah söz konusudur. Rabbimizin yaratması olarak
gecenin sizi örtmesiyle, bürümesiyle, sağladığı menfaatleriyle sizin için en
büyük âyetlerden biridir. Sizi sizden çok düşünen Rabbiniz size karşı çok
lütufkârdır, size karşı çok merhametlidir ama sizler O’na şükretmiyorsunuz.
Rabbinizin verdiklerini O’nun yolunda kullan-mıyorsunuz.
Gece-gündüz ve bunlara bağlı
olarak idrak ettiğiniz zamanın sırrında ve bunun size temin ettiği menfaatlerin
ortaya çıkış tarzında sizin için, insanlar için âyetler vardır. Gece ve gündüz
insan gücünün, insan egemenliğinin, insan krallarının, insan meliklerinin
ulaşamadığı iki âyettir. Haydi her şeyin hakimi biziz diyenler, egemenlik hakkı
bizdedir diyenler müdahale etsinler bakalım geceye, müdahale etsinler gündüze!
Bazen geceyi, bazen gündüzü uzatsınlar bakalım. Yapabilirler mi bunu? Geceyi ya
da gündüzü bir saniye bile oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz
geçirebilirler mi? İşte bu sürekli gözümüzün önünde bulundurmamız gereken ve
karşılığında bunu bize lütfeden Rabbimize karşı şükretmemiz gereken bir âyettir.
Üstelik bunu anlayabilmek için uzun uzun
araştırmalara da gerek yoktur. İnsanların istifâdesine sunulmuş bu iki âyeti her
an müşâhede etmektesiniz. O kadar ki, kör, sağır, dilsiz biri bile bu iki âyeti
görmezlikten gelemez. Bu iş elbette tesadüfî olamaz. Bu muazzam düzen ne
tesâdüfe, ne kör tabiat kuvvetlerine, ne de kendilerini bile yaratmaktan âciz
olan, şu “egemenlik bizimdir” diyen yeryüzü tanrıçalarına verilemez. Bu düzeni
kuran başkası değil sizin Rabbinizdir. O’ndan başka da kulluk yapılmaya lâyık
İlâh yoktur, bunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın, diyor Rabbimiz.
38, 39. “Güneş de yörüngesinde yürüyüp
gitmektedir. Bu, güçlü ve bilgin olan Allah’ın kanunudur. Ay için de sonunda
kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir”
Gece ve gündüzün
oluşumuna sebep kılınan güneş de Rab-bimizin kudretine, bilgisine ve hikmetine
delil âyetlerinden birisidir. Allah’ın bu âyeti, kendisine ait duracağı bir
istikrar yeri için, yahut da aydınlatacağı, ısıtacağı yerleri aydınlatmak ve
ısıtmak için dönüp dur-maktadır. Güneş, Rabbimiz tarafından kendisine takdir
edilmiş belli bir yörüngede, belli bir hayat programında, belli bir kulluk
rotasında, belli bir zamanlama ile belli bir sona doğru, her şeyin yok olacağı
kıyamet vaktine doğru akıp gitmektedir. İşte bütün bunlar, her şeye gücü yeten,
mutlak galip, izzet ve şeref sahibi, her şeyi bilen, bilgisi tam olan, zaman ve
mekânın tümünde tasarruf sahibi, varlıkların tümünün hayat programlarını
belirleme yetkisine, bilgisine, gücüne sahip olan Allah’ın takdiridir. O’nun
ölçüp biçmesi, O’nun kudretinin delilidir.
Güneş bizden çok uzaktadır
ama menfaatleri yanı başımızda olan bir âyettir. Bizim için yaratılmış, bizim
istifademize sunulmuş bir âyettir güneş. Bize menfaat sağlamak için Rabbimizin
takdir ettiği bir yörünge içinde dönüp durmaktadır. Söyleyin, Allah’tan başka
kim ya-ratabilir onu? Allah’tan başka kim döndürebilir onu? Ona bu kulluk
programını Allah’tan başka kim takdir edebilir? Allah’tan başka kimin sözü geçer
ona? Kimi dinler güneş? Sadece Allah fermanıyla o programını tamamlamakta, dönüp
durmaktadır. Ve bir gün gelecek, Ra-sulullah Efendimizin beyânıyla Arş’ın
altındaki istikrar mahallinde duracaktır. Onun ne zaman duracağı, bu hayatın ne
zaman biteceğini de sadece Allah bilir.
Kamer için de konaklar tayin
ettik. Evet, ay seyyardır. O da Allah’ın programıyla hareket eder. Her gün bir
menzile gelir ve her menzilde farklı bir şekil alır. Sonra büyür büyür ve en
sonunda dolunay şeklini alır. Sonra da menzil menzil yine eski bir hurma
salkımı, incecik bir kavis şeklini alır. Eskimiş, kurumuş bir salkıma döner.
Rabbimiz, ay için de değişik menziller tayin etmiştir; onun da değişik konumları
vardır, belli safhâlârı vardır. Önce küçücük görünür, sonra yavaş yavaş büyümeye
başlar, nihâyet dolunay halini alır ve tekrar küçülmeye başlar, sonra da
kupkuru bir salkım haline gelir. Ayın bu durumunda da insan hayatına yansıyan
çok büyük menfaatler vardır. İnsanların göremeyecekleri, anlayamayacakları
cinsten nîmetler değildir bunlar. Bakara’nın beyanıyla bir vakit aracıdır ay,
bir takvimdir bizim için. Ama maâlesef bugün Allah’ın bu âyetine karşı ilgimiz
kalmadı. Sahte hilâller bizi ondan kopardı.
Allah güneşe, aya ve tüm
varlıklara bir program çizendir. Tüm varlıkların Rabbi, program yapıcısı O’dur.
İşte Allah programını uygulayan, Rabbinin yasasına boyun bükmüş bir güneş ve ay
durmaktadır karşımızda. Azîz olan, Alîm olan bir Allah’ın takdirine teslim olmuş
iki varlık. Böylece Azîz ve Alîm olan Allah, size gücünü göstermektedir.
Anladınız mı Rabbinizin gücünü, kudretini? İzzet ve şerefini, ilim ve hikmetini
kavrayabildiniz mi? Zaman ve mekâna egemen olan Rabbi-nizin azametini
kavrayabildiniz mi? İşte kulu kölesi olunacak yegâne varlık O’dur. Güneşi, ayı,
geceyi, gündüzü, semâvat ve arzı böylece düzenlemesini bilen Allah, hiç benim
hayat programımı bilmez mi? Benim hayatıma egemen olmaz mı?
40. “Ay’a erişmek güneşe düşmez. Gece
de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler.”
Öyle güzel, öyle
âhenkli bir düzen kurmuş ki Rabbimiz, öyle güzel takdir etmiş ki, ne güneş için
aya çatmak, ulaşmak, yetişmek yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir. Ne güneş
ayı yörüngesinden, programından, işlevinden alıkoyacaktır, ne de gündüz geceye
çatacak ve işini bitirecektir. Yâni ne gündüz geceye karşı koyup, dur ey gündüz
ben varlığıma devam edeyim diyebilecektir; ne de ay ve güneş birbirini reddedip
kendi varlıklarını sürdürebileceklerdir. Hepsinin boynundaki kulluk ipinin ucu
Allah’ın elindedir. Hepsi de Rabblerini dinlemektedirler. Ne güneşle ay
birbirleriyle çarpışırlar, ne de gündüzle gece birbirlerini geçerler. Sırayla
her biri Rabbleri tarafından kendilerine takdir edilen programı icrâ edip
dururlar. Onların her biri bir felekte, bir Allah programında yüzüp
durmaktadırlar.
Burada her biri dendiğine göre, bütün
ecrâm-ı semâviyye bunun içine girmiş oluyor. Yâni geceyle, gündüzle, ayla,
güneşle, zaman ve mekânla, aydınlanmayla, dinlenmeyle, yaşamayla ilgili binlerce
nî-metin sahibi, bu sistemi kuran ve sürdüren Allah’tır. Hem gece için, hem
gündüz için, hem güneş, hem ay için belli yasalar koyan ve bu yasaları bizim
hizmetimize sunan Rabbimizdir. Yâni o zaman bu âyet bize ne dedi? Güneş ve ay
birbirlerini geçmezlermiş, bunlar birbirlerini yok farz edemezlermiş,
birbirlerini devreden çıkaramazlarmış. Yâni şimdi bizimle değil dünyamızla bile
kıyaslanamayacak büyüklükte bir güneşe, aya, geceye, gündüze söz geçiren Allah,
bunlara gücü yeten Allah’ın bana gücü yetmeyecek mi? Güneş güneşken Allah’ı
dinler de, ay ayken Allah’a boyun büküp teslim olur da bana ne oluyor? Ben niye
teslim olmayacakmışım O’na? Bu kadar büyük varlıklar konusunda program yapan
Allah’ın programında bir boşluk, bir yanlışlık bulabildim mi ki, O’nun benim
hayatıma çizdiği program konusunda şüphe edeyim? Ben neyim ki onların yanında?
İşte bu âyetler, bize bunları söyleyen âyetlerdir.
Bütün bunları belli hesaba,
belli bir ölçüye bina ederek yaratan Allah’tır. Gecenin, gündüzün yaratılışı da,
ayın, güneşin yaratılışı da öyle tesadüfî değildir. Belli bir hikmet, belli
hesapla olmuştur. Sonra biliyoruz ki, Rabbimiz ayı ve güneşi bizim için birer
takvim yapmıştır. Ayların, yılların, günlerin, mevsimlerin hesabını bunlarla
yapıyor, bunlarla biliyoruz. Bunları bu fonksiyonlarıyla da bizim hizmetimize
sunmuştur Rabbimiz. İşte bütün bunlar tesadüfî değil, belli bir takdir, belli
bir hesapla olmaktadır. Bütün bunlar her şeyi bilen, her şeye güç yetiren Azîz
ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.
İşte sizin kendisine kulluk yapmanız,
yasalarını uygulamanız, sadece kendisini dinlemeniz gereken Rabbiniz böyle Azîz,
böyle hikmetli, böyle güçlü, böyle yenilmez, böyle Alîm, tüm yasaları bilen ve
kâinatta her şey kendi bilgisinden kaynaklanan bir Allah’tır. Sizin böyle Azîz
ve Alîm bir Rabbiniz varken, siz kimlere teslim olmaya çalışıyorsunuz? Siz
kimleri velî kabul edip onların kanunlarına kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Böyle
Azîz ve Alîm bir Rabbiniz varken, sizler nasıl oluyor da başkalarına kulluk
ediyor, başkalarının yasalarına teslim oluyorsunuz? Azîz ve Alîm olmayan, izzet
ve ilim sahibi olmayan bu insanları, nasıl Rabb kabul edip onların arzu ve
istekleri doğrultusunda bir hayat yaşamaya razı oluyorsunuz?
Eğer bütün bu âyetler
yetmiyorsa onlara bir delil, bir âyet daha:
41,42. “Onlara bir delil de: Soylarını
dolu gemiyle taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binekler yaratmış
olmamızdır.”
Onların
zürriyetlerini, soylarını, atalarını bir gemiye doldurup taşımamızda,
kurtarmamız da eğer akıllarını kullanıp anlamaya yanaşacaklarsa onlar için bir
delil, bir âyettir. Bir dönemin sonunda, her şey yok olup gidecekken gücümüzle,
hikmetimizle inananları bir gemide kurtarıp, inanmayanları tufanla boğduğumuzu
niye düşünüp anlamaya çalışmıyorlar bu insanlar? İnsan nesli neredeyse
yeryüzünde bitecek, yok olacaktı da biz buna engel olmadık mı? Veya gemilerde bu
zürriyetlerin sahip oldukları nîmetlerle birlikte taşınması da onlar için çok
büyük bir nîmettir.
Burada anlatılan gemi ya Hz.
Nuh’un (a.s) gemisidir -ki kâfirlerin sularda boğulmasına karşılık Nuh’un (a.s)
ve tercihini ondan yana kullanan mü’minlerin gemide taşınarak kurtulmaları, Hz.
Nuh’un ashabının, zürriyetlerinin sahil-i selâmete çıkarılmasıdır-, yahut da
burada anlatılan insanların zürriyetlerinin taşındığı ana rahimleridir. Veya şu
anda insanların bindikleri, taşındıkları gemilerdir. İşte bunlarda da insanlar
için büyük âyetler, ibretler vardır. Ama maalesef insanlar Rabblerinin bu büyük
âyetleri üzerinde hiç düşünmüyorlar. Allah’ın bu büyük âyetlerini hiç
görmüyorlar da, kendilerinin icat ettikleri çok basit bir elektronik maddeyi
görüyorlar. Aslında onun maddesini, yasasını, onlara onu yapabilme becerisini
veren, yaratan da, onun ortamını sağlayan da Allah’tır. Daha önceki âyetlerde
Rabbimiz bunu demişti. İnsanların ellerinin değdiği nîmetlerin de kendisinden
olduğunu söylemişti. Tabii Allah’ın direk âyetlerini, doğrudan, insan eli
değmemiş âyetlerini görmezden gelen bu insanların bu tür âyetleri görmeleri
zaten mümkün değildir.
43,44. “Dilesek, onları suda boğardık;
ne yardımlarına koşan bulunur ve ne de kendileri kurtulabilirlerdi. Ama
katımızdan bir rahmet ve bir süreye kadar geçinme olarak geri bıraktıklarımız
bunun dışındadır.”
Eğer istesek onları
suda boğarız da, onlar için bir feryatçı bulunmaz. Evet, eğer Rabbimiz
dileseydi herkesi suda boğardı, herkes suda
boğulurdu da hiç kimsenin feryâd-u figânı kimseye fayda sağlamazdı. Ne o
zürriyetler için bir feryatçı, ne de onların feryatlarına yetişen biri olurdu.
Yâni Rabbimiz için istediği takdirde onların tümünü boğup yok etmek hiç de zor
değildir. O zaman o boğulanların feryatlarını işitip yardımlarına koşacak kimse
bulunmaz, kurtarılmazlar da. Ne yardım, ne de kurtulma imkânına sahip
değillerdir onlar. Ne elleriyle yaptıkları, ne aldıkları, alacakları tedbirleri,
ne de onların Allah berisinde kulluk yapıp dua ettikleri, sığınıp güvendikleri
tanrıları, onları Allah’ın azabından kurtaramaz. Nuh’un (a.s) oğlu bir dağa
sığınmış, dağı kurtarıcı görmüştü ama boğulmaktan kendisini kurtaramamıştı.
Çünkü onun kurtuluşu için Allah dağı vesile kılmadıkça, onunla kurtulmak asla
mümkün değildir. Vesileyi yaratan da, onu devre dışı bırakan da Allah’tır. Peki
bize ne dedi bu âyet?
Anladık ki, tarihte bir
peygamber gemisi varmış ve o gemiye inananlar alınır, inanmayanlar peygamber
çocuğu dahi olsalar torpil geçilmezmiş. Gemiye binenler, tercihlerini
peygamberden yana kullananlar, peygamber yörüngesinde olanlar, peygamber
rotasına girenler kurtulmuş, binmeyenlerin, peygamber safında yer almayanların
ta-mamı helâk olmuş. İşte bu âyet, bize bunu dedi. Bize, peygamber ge-misine
binin, dedi. Peygamber safında yerinizi alın, dedi. Kesinlikle bi-lesiniz ki,
peygamberle birlik olanlar kurtulacak, geriye kalanlar helâk olacaklar, dedi.
Ancak bizden bir rahmet olmak,
yahut da belli bir zamana kadar geçinmelerine hükmettiklerimiz müstesnadır. Yâni
eğer o boğulanlardan herkes boğulmayıp ta içlerinden bir kısmı kurtulmuşsa, bu
Allah’ın rahmeti gereğidir. Onlar belli bir döneme kadar yaşayıp böylece imtihan
olsunlar diye kurtarılmışlardır. Bazen Rabbimiz böyle bo-ğulmak durumuyla karşı
karşıya kalan kullarını kurtarıveriyor. Niye? Ona bir rahmet olsun, ona bir
rahmet kapısı açılsın, bir fırsat verilsin de Rabbine kulluğa dönebilsin diye.
Veya henüz eceli gelmemiş de, Allah’ın bilip takdir buyurduğu o zamana kadar onu
geçindirmek istediği, yaşatmak istediği için onu kurtarmaktadır, diye anlıyoruz.
Değilse böyle bir durumda işte biz dağa sığınır kurtuluruz, gücümüze,
kuvvetimize, devletimize, saltanatımıza, teknolojimize sığınır kurtuluruz,
tedbir alır kurtuluruz demenin hiç bir anlamı yoktur. Her şey Allah’ın
elindedir. Bu bindiğiniz gemilerde ve başka şeylerde tasarruf sizin eli-nizde
değil, Allah’ın elindedir. İnsanın bu büyük güçlere hakim olması, Allah’ın
lütf-u keremiyledir. Ama insanların bu tabiat güçlerine hâkimiyeti, Allah’ın
izin verdiği sürecedir. Allah iznini kaldırıverdi mi, artık bu tabiat
kuvvetlerinin insana itaati biter ve isyan ediverir. Kendisini yüzdüren,
gemilerini taşıyan su bir anda onu boğuverir.
45. “Onlara: “Geçmişinizden ve
geleceğinizden sakının, belki merhamet olunursunuz” dendiği zaman yüz
çevirirler.”
“Onlara
geçmişinize, geleceğinize iyi bakın, öncenizi ve sonranızı iyi değerlendirin.
Önünüze ve arkanıza dikkat edin. Önünüzde olanlardan arkanızda olanlardan korkup
sakının, tüm hayatınızda takvalı olun. Tüm hayatınızı Allah için yaşayın.
Önünüzdeki, elinizdeki şu kitabı hesaba katın. Bu kitabı takmazlık etmeyin,
yolunuzu bu kitapla bulun. Hayatınızı bu kitapla düzenleyin. Ancak böyle
yaptığınız zaman merhamete lâyık olur, öncekiler gibi kurtulanlardan olursunuz,”
dendiği zaman bu sözü hiç ciddiye almıyorlar, hesaba katmıyor-lar, yüz
çeviriyorlar.
Halbuki insan önündekileri
ve arkasındakileri her zaman hesaba katmak zorundadır. Bir kere kendisi, kendi
geleceği açısından kendisinin önceden işlemiş olduğu, önceden takdim edip
göndermiş olduğu amellerin hesabını çok ciddi bir biçimde yapmak zorundadır. Şu
ana kadar geçen ömrünün hesabını çok iyi yapacak. Eğer geçen ömründe iyilikleri,
hayırlı amelleri, Allah için salih amelleri çok az ise Allah’tan korkacak, tevbe
edecek ve daha iyi ameller işlemeye yönelecek, geride kalan ömrünü çok daha iyi
değerlendirmenin hesabına girecektir. Sonra geriye bıraktıklarına, çoluğuna,
çocuğuna, insanlara bıraktıklarına bakacak; geriye bıraktıklarının insanlara
nasıl yansıyacağını, iyi mi, kötü mü olduğunu hesap edecektir. Çocuklarıma
bıraktığım bir hayat programı, onlara kazandırdığım bir yaşam biçimi, insanlar
için yazdığım bir kitapla acaba arkama benden ne kaldı? Acaba insanlara zehirli
mikroplar mı bıraktım, yoksa arkamda onları cennete kazandıracak güzel çığırlar
mı bıraktım? Bunun hesabını çok iyi yapmak zorundayız.
Yâni kendimiz bizzat kendi ellerimizle
iyi şeyler, hayırlı şeyler işleyerek göndermeye, arkamıza da iyi şeyler, iyi
eserler, iyi izler bırakmaya çalışacağız. Arkamıza ve önümüze iyi bakacağız.
Arkamızı ve önümüzü iyi değerlendireceğiz. Arkamızdakilerden, onların
hayatlarından ve başlarına gelenlerden ibret alacağız. Bizden önce tarih içinde
helâk olanlar niçin helâk olmuşlar, onlar ne yapmışlar? Nasıl yaşamışlar ki
helâk yasasına mahkum olmuşlar? Helâk edilenlerin arasından kurtulanlar nasıl
kurtulmuşlar? Kurtuluş yasası nasıl işlemiş, bunları çok iyi değerlendireceğiz.
Önümüz konusunda da çok dikkatli davranacağız. Önümüzde ölüm var, kabir var,
hesap-kitap var, cennet ve cehennem var. Bunların hesabını da güzel yapacağız.
Ama insanlar bundan yüz çeviriyorlar. Zaten:
46. “Zaten Rabb’ının âyetlerinden herhangi biri kendilerine geldiğinde
ondan hep yüz çevire gelmişlerdir.”
Bütün bu âyetlerden
dolayı Rabblerine teslim olup kulluğa yö-nelecekleri yerde, kendileri
Rabblerinin bir âyetiyle karşılaşmaya görsünler, yaptıkları sadece ondan yüz
çevirmek, görmezden gelmek, yok farz etmek, ilgilenmemek, kör ve sağır
kesilmektir. Halbuki onlara düşen bakmak, görmek, duymak, işitmek ve hemen boyun
eğerek onunla yol bulmaya, onunla hayat düzenlemeye koşmaktır. Nankör insanlar
Allah’ın kendilerine açtığı bu rahmet kapılarından istifade et-mek istemiyorlar,
yan çiziyorlar. Kendilerine hangi âyet gelirse gelsin, hangi âyet arz edilirse
edilsin, ister metlûv ister meşhût olsun yan çiziyorlar, ilgilenmiyorlar,
ciddiye almıyorlar. Anlıyorlar aslında hainler, duyuyorlar, kavrıyorlar, farkına
varıyorlar âyetlerin, ama görmezden, duymazdan, anlamazdan geliyorlar. Sadece
akılları değil, duyuları da kalmamıştır bunların.
İşte şu anda da insanlar
kendilerine Allah âyetleri arz edilince yalan sayıyorlar, ilgilenmiyorlar, dalga
geçiyorlar. Adama sen mi daha iyi bilirsin, yoksa Allah mı, diye sorsanız, adam
diyecek ki: “Arkadaş ne oluyor, ben de Müslümanım, elbette Allah daha iyi
bilir.” “Mirası kim daha iyi bilir? Allah mı, başkaları mı?” “Elbette Allah,”
diyecektir. Ama babası öldüğü gün adam farklı hareket edecektir. En bilen dediği
Allah’ın miras hukukunu terk edip filanların dediği gibi malını paylaşacaktır.
Meselâ adama sorsak, “Kardeş, Allah bu kitabı bize okunsun, anlaşılsın ve ona
göre bir hayat yaşansın diye mi gönderdi?” “El-bette diyecektir,” adam. “Peki
okumasam da, tanımadan yaşasam da Allah bizden razı olmak zorunda mıdır?”
“Hayır,” diyecek adam. Ama öyle bir hayat yaşayacak ki kitaptan habersiz. Kitaba
yan çizecektir, ilgisiz davranacaktır kitaba. Bu nasıl bir iştir? Anlayan varsa
söylesin, biz de bilelim. Demek ki sadece kabul ettim demek yetmemektedir. Yâni
namazı kabul ediyorum diyenlerin namazcı oldukları söylenemeyecektir. İşte yalan
sayma anlayabildiğimiz kadarıyla budur. İnkar et-mek değil de uygulamadan uzak
kalmaktır yalan saymak. İşte böyle, âyet ne derse desin ben bildiğimi okurum
diyenlere, âyetler doğrultusunda bir hayat yaşamayanlara deseniz ki:
47. “Onlara: “Allah’ın size verdiği
rızıktan sarfe-din” denince inkâr edenler inananlara: “Allah dileseydi
doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz apaçık bir
sapıklıktasınız” derler.”
Bu tür insanlara
Allah’ın size ayırdığı, Allah’ın size verdiği şu rızklardan, şu nasiplerinizden
siz de O’nun istediği, belirlediği fakirlere harcayın, bakın Allah size neler
vermiş, Rabbiniz size ne fırsatlar tanımış. Bunları size veren Allah’tır, gelin
o zaman sizler de Allah’ın si-ze verdiği mallardan, rızıklardan, hayatınızdan,
gücünüzden, kuvvetinizden, bilginizden, zamanınızdan, imkânlarınızdan,
gecenizden, gün-düzünüzden Allah yolunda ona muhtaç olanlara bir şeyler verin,
bir şeyler harcayın, gören gözün varsa haydi bunu sana veren Allah yolunda
kullan, elin mi var tutan, ayağın mı var yürüyen, kulağın mı var duyan, kalbin
mi var hisseden, aklın mı var anlayan, kavrayan, haydi onu sana verenin istediği
yerde kullan, ilmin mi var bildiğin, haydi onu veren yolunda kullan, onu
birilerine ulaştır denildiği zaman denildiği zaman..
Yâni para, mal, mülk, ilim, sıhhat gibi
genel olarak Allah’ın sana sunduğu tüm imkânları Allah yolunda infak et dendiği
zaman, kâfirler, hakkı örtenler, fıtratlarını örtenler, Allah’ın hakkını,
Allah’ın âyetlerini örtbas edenler derler ki, “Ne yâni bize veren Allah ta
onlara ver-meyen kim? Bize bolca veren Allah isteseydi onlara da verirdi. Bizi
zenginleştiren Allah dileseydi onları da zenginleştirirdi Ne yâni onlara Allah
vermemişken bize ne oluyor? Allah’ın doyurmadıklarını biz mi doyuracağız?
Allah’ın vermediklerine biz mi vereceğiz? Biz Allah’tan daha mı zenginiz?
Allah’tan daha mı merhametliyiz? Yoksa Allah âdil değil de, biz mi âdiliz,”
derler. “Şuna bakın hele! Allah bizden infak is-tiyor, Allah bizden fakirlere
harcama istiyor, olacak şey midir bu? Yâni Allah’ın doyurmaya güç yetirdiği
halde doyurmadıklarını biz mi doyuracağız,” derler. “Biz Allah’tan daha dengeli
mi davranacağız,” diyerek kendilerini infaka dâvet eden mü’minlere, “siz başka
değil, apaçık bir sapıklık içindesiniz,” diyorlar.
İşte bu, kâfir mantığıdır.
Malın mülkün Allah’a ait oluşunu ret biçiminde bir kâfir mantığı. Aynen bunun
gibi, “Allah’ın öldürdüğü yen-miyor da bizim öldürdüğümüz, bizim kestiklerimiz
mi yenecek?” demişlerdi başka bir yerde. Hani vadesiyle ölen hayvan yenmiyor da
bi-zim kestiklerimiz yeniyor ya. “Allah’ın öldürdükleri yenmiyor, bizim
öl-dürdüklerimiz yeniyor, olacak şey mi bu,” diyorlardı. Kâfir mantığı, bu-rada
da öyle. Sanki Allah’ın öldürdüğü ayrı, bizim öldürdüğümüz ayrıymış gibi. Sanki
bizim öldürdüklerimiz de Allah’ın öldürdüğü değilmiş gibi. Sanki rızık
kendilerininmiş, sanki ellerindeki mal kendilerininmiş, Allah’ınki ayrı
kendilerinin ki ayrıymış gibi. Sanki kendi malları kendilerinin de, Allah’ın
ayrıca malı varmış gibi. Veya sanki Allah’ınkilerle kendilerinin ki farklı.
Sanki kendi ellerindekiler, ceplerindekiler Allah’ın değil. Halbuki bizimkiler
de Allah’ın, Allah’ınkiler de Allah’ın. Bunu an-layamayan, Allah’ı mülkün sahibi
bilmeyen, kendilerini mülkün sahibi bilen bu alçaklar zırnık bile veremiyorlar.
“Allah’ın doyurmadıklarını,
doyurmayı murad etmediklerini biz mi doyuracağız,” derler. Kendi mallarını
Allah’ınkilerden ayırmaya ça-lışırlar. Halbuki kendilerine gelenler de,
kendilerine rızık olarak ayrılanlar da bu insanlardan, bu garibanları
sömürmelerinden, sömürü düzenlerinden gelmektedir. Bakın ki bu kâfirler, bu
âyetleri örtenler bu paraları nerelerden kazanıyorlar? O garibanların alın
terleri, vergileri, onların değil mi bunlar? Halka, çalıştırdıklarına
keyiflerine göre ücret biçiyorlar, keyiflerine göre hak veriyorlar, onların
kanlarını, iliklerini emiyorlar, imkânlarını sömürüyorlar, şiştikçe şişiyorlar,
ondan sonra da dönüp diyorlar ki, “Allah’ın doyurmadıklarını biz mi
doyuracağız?” Biz de onlara, “ey zalimler, sizler bu insanları sömürerek
doymuyor musunuz? Onların haklarını kendilerine verin,” diyeceğiz.
“Evet, onlara vermeyen de, size veren de
Allah’tır. Ama size verdiklerinin, sizin aracılığınızla onlara verilmesini
emreden de Allah’tır. Sizi onlarla, onları da sizlerle imtihan ediyor Allah,”
diyeceğiz. Her konuda yetki sahibi Allah’tır. Şuna yenir buna yenmez demek
bi-zim yetkimizde değil ki. Vadesiyle ölene yenmez, sizin kestiğiniz yenir diyen
de Allah’tır, diyeceğiz.
Bir Müslümanın malına
ilişkin görevleri vardır. Kitabımız Müs-lümanın malına ve sahip olduğu her
şeyine ilişkin görevlerini anlatırken zekat, sadaka ve infak kelimelerini
kullanır. Zekat, sadakayla eş anlamlıdır. Sadaka zekattır. Zekat kelimesi, bu
sadakanın icrâsıyla or-taya çıkan sonuçtur. Hem kişinin mala bakışının
temizlenmesi, nefsinin tezkiyesi, nefsinin cimrilikten arınması, hem toplumun o
kişinin malına bakışının temizlenmesi, hem de sadakası verilen malın
temizlenmesi demektir. Sadaka da, “tasdik” kökünden gelir. Yâni kişinin malına
ve sahip olduklarına Allah’ın karışması, imanının tasdiki, sadâkati ve eyleme
dönüşmesi anlamınadır. Kişinin malla ilişkisine, malı nereden kazanıp nerelerde
harcayacağına Allah’ın tam yetkili oluşuna imandır. Öyleyse kitabımız tarafından
zamanı ve miktarı belirlenmiş toplumsal bir fârizadır zekat ve sadaka.
Bir de infak vardır. İnfak,
kişinin sahip olduklarında Allah’ın belli bir hakkıdır ki, bunun zamanı ve
miktarı belirtilmemiştir. Kişinin iman gücüne ve samimiyetine bırakılmıştır.
Tamamını da verebilir, yarısını da verebilir, bugün de, yarın da verebilir. Bir
hurması vardır yarısını verir, bir çuvalı vardır bir kısmını verir.
48.“Doğru sözlü iseniz bildirin bu vaad ne zamandır?”
derler.”
İnkârlarının
şımarıklığıyla derler ki, “biz ölecekmişiz, bu hayat bitecekmiş, sonra tekrar
dirilecekmişiz, sonra hesap kitap başlayacakmış, bu Allah’ın mutlak sûrette
gerçekleşecek vaadiymiş. Siz bunları bizim külahımıza anlatın. Eğer sâdıksanız,
eğer bu sözlerinizi eyleme döküp ispata hazırsanız, eğer ciddiyseniz, sözünüzün
eriyseniz, söyleyin bakalım, ne zamanmış bu vaadedilenler? Hani ne zaman bu
tehdit? Ne zaman kıyamet? Ne zaman tekrar diriliş? Ne zaman mahşer? Ne zaman
hesap kitap? Ne zaman cennet, cehennem?” diyerek hem Allah’ın vaadini
yargılamaya, hem Allah’ın sözcüsü olan peygamberlerini, hem de Müslümanlarla
alay etmeye, dalga geçmeye çalışıyorlar. “Söylesene ey peygamber, şu senin bizi
kendisiyle uyardığın vaad ne zaman? Hani yıllar geçtiği halde o sözünü ettiğin
va-ad’den ses yok. Hani nerde o? Olmaz böyle şey. Hikâye bu dedikleriniz.
Kesinlikle böyle bir azap yoktur. Kesinlikle bize bir son gelmeyecek. Kesinlikle
öldükten sonra tekrar dirilme olmayacak,” diyorlar. “Masal bunlar,”
diyorlar.
Rabbimizin bu ifadelerinden
anlıyoruz ki, aslında bu adamların içlerini bir şeyler yiyip bitiriyor. Yâni
içlerindekilerden ötürü bu adamlar bunu peşinen kabule yanaşmayacaklar. Aslında
fıtratları sürekli kendilerini Allah’a imana çağırdığı halde, kalpleri Allah’a
ve Allah’ın va-adlerine teslimiyet konusunda kendilerini sıkıştırdığı halde,
etraflarındaki tüm Allah âyetleri onları buna sevk ettiği halde, tüm bu âyetleri
görmezden, duymazdan geliyor, vicdanlarının sesini bastırmaya çalışıyorlar ve
“iyi de ne zaman?” diyorlar. Allah da diyor ki bakın:
49, 50. “Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlık
beklerler. O zaman, artık ne vasiyet edebilirler, ne de ailelerine
dönebilirler.”
Kıyameti mi soruyor
bu adamlar? Kıyametin zamanını mı soruşturuyorlar? Kaç gün sonra? Kaç ay sonra
kopacak mı diyorlar? Sorsunlar bakalım, onlar başka bir şey değil, sadece bir
tek ses, bir tek sayha bekliyorlar. Bir titreşim, bir anons, bir komut veya bir
melek sesi, ya da Allah’tan bir sarsma bekliyorlar. Bir nefes bekliyor onlar.
Bir nefesle işleri bitirilecek onların. Hem de onlar çekişip dururlarken.
Hasımlaşırlarken, birdenbire başlarında patlayıverecek.
Evet, tartışıp dururlarken. Mallarıyla,
mülkleriyle bir tekâsür hayatı yaşarlarken, aman malım çok olsun, aman markım,
dolarım çok olsun, aman makamım, mansıbım, aman alkışım, şöhretim çok olsun diye
dalaşıp dururlarken veya elbiselerinin rengini, desenini, arabalarının boyasını,
evlerinin tefrişini tartışıp dururlarken birden bire geliverecek o ses, o sayha.
O son nefes dediğimiz şey her şeyi bitir-miyor mu? O mutlaka bir gün gelecektir.
Ya ölümle ya da kıyametle. Bu sayha -Allah en iyisini bilir- birinci surdur.
Allah Resûlü’nün bir ha-dislerinde beyan buyurduğuna göre, insanlar hayvanlarına
su verirlerken veremeden, yemeği ağızlarına götürürlerken götüremeden,
ko-nuşurlarken sözleri boğazlarında düğümlenerek, yarıda kesilerek geliverecek.
Özel bir zamanı yoktur onun.
Evet o demde ne bir kimseye bir
tavsiyede bulunmaya, ne bir telefon açmaya, ne varislerine vasiyete, ne de
ailelerine dönmeye güç yetirebilirler. Her şey, her şey bitmiştir. Artık
birbirlerine, çevresindekilere, çocuklarına, kendilerini dinleyenlere aman büyük
düşünün, aman büyük oynayın, aman ticarete atılın, aman şunları şunları ele
geçirin, aman şu şu makamları kapın deme imkânları, insanlara bir şeyler tavsiye
etme adına lakırdılarda bulunma imkânları kalmamıştır. Artık ağızlarını gere
gere yaptıkları konuşmaları, lüzumsuz emir dağıtmaları, tartışmaları bitmiştir.
Ehillerine, yerlerine, yurtlarına da dönemezler. Kendi evlerine, kendi
adamlarının yanına, dükkanlarına, bürolarına da dönme imkânları kalmamıştır
artık. İşte görüyoruz camideyken ölüverenleri. Yolda, belde kalıverenler. Dur
ehlime dönecektim, evime varacaktım diyebiliyorlar mı? Musallâ taşına konduktan
sonra geri dönemiyorlar, kabre konduktan sonra geri gelemiyorlar.
51, 52. “Sûra üflenince, kabirlerinden
Rabblerine koşarak çıkarlar. “Vay halimize! Yattığımız yerden bizi kim
kaldırdı?” derler. Onlara: “İşte Rahmân olan Allah’ın vaad ettiği budur,
peygamberler doğru söylemişlerdi” denir.”
Artık sûra tekrar
üfürülmüştür. Kıyam sûru. İnsanların öldükten sonra kalkış anonsu. Sûra üfürüldü
ve insanlar diriliş vaad olundukları bir âlemin diriliş anonsunu, vaad
olundukları bir âleme kalkış çağrısını almışlardır. Bir de bakarsın ki hepsi
kabirlerinden kalkmış Rabblerine doğru akın akın gidiyorlar. İnsanları
yerlerinden, kabirlerinden kaldıran bir sûr. Bu sûr’u duyunca tüm insanlar
kalkacaklar ve Rabblerine doğru gidecekler. Burada ciddi ciddi düşünmek
zorundayız. Kime gidiyoruz? Kimin huzuruna gidiyoruz? Kime hesap ödeyeceğiz?
Kime karşı sorumluyuz ve kimlere kulluk ediyoruz? Bunu çok iyi düşünmek ve ona
göre hareket etmek zorundayız. Bakın kâfirler diyecekler ki:
Şaşkınlar, dünyada
şaşkınlıklarından ne yaptığını bilmeyenler diyorlar ki, diyecekler ki, “eyvah
bize! Vah bize! Vay başımıza gelenlere! Bizi kim kaldırdı kabirlerimizden? Bizi
kim uyandırdı bu uykularımızdan? Kim kaçırdı rahatlarımızı? Şöyle ne güzel
rahatımız yerindeydi. Unutulup gitmiştik, sümenaltı edilmiştik. Ne oldu? Kim
deşeleyip çıkardı bizi? Yuh olsun, bizi kim kaldırdı böyle? Bize bu ruhumuzu kim
verdi böyle? Bizi bu yattığımız yerlerden başka yerlere kim sevk ediyor? Nereye
gidiyoruz? Başımıza neler gelecek? Bizi neler bek-liyor,” diyecekler.
Allah en iyisini bilir, bunu
söyleyen kâfirdir. İnkâr ettiği, reddettiği, gelmez dediği, olmaz dediği bir
gerçekle yüz yüze gelince, kâfir, hayretinden, dehşetinden böyle diyecek. Evet
ölümünden sonra diriltilirken kâfirlerin ilk söyleyeceği söz işte budur. Onlar
böyle hayret ve dehşet içinde feryat ederlerken, beri tarafta mü’minler de, bu
durumla karşı karşıya geleceklerini bilen, zaten buna iman edip bekleyen
mü’minler de diyecekler ki, “işte Rahmân olan Allah’ın vaad ettiği budur,
peygamberler de doğru söylemişlerdi,” derler. “Rahmân olan Allah böyle vaad
etmemiş miydi? Rahmân olan Allah rahmeti gereği bunu daha önce size dememiş
miydi? Bugün olacaklar henüz daha olmadan olmuş gibi sizi bununla uyarmamış
mıydı? Rahmân’ın bu vaadinden haberiniz yok muydu sizin? Sadık olan Allah’ın
elçilerinin haber verdikleri gün işte bu gündür diyecekler. Meğer peygamberler
sadıkmış, meğer onlar tasdik edilesi şeyler söylüyorlarmış. Meğer onlar sözünün
eri kimselermiş. İşte dedikleri bir bir karşımıza çıkmadı mı?” diyecekler.
Yâni âyetin birinci bölümü kâfirlere,
ikinci bölümü de mü’min-lere aittir. Diriltildikleri anda kâfirler eyvah
diyecekler, gerçeği anlayacaklar ama ne anlamı var ki bu anlamanın? Geçmiş
olsun. Gelin bunu bu günden anlayalım. İşte mü’minler de bu Rahmân’ın vaad
ettiği ve peygamberlerin sadâkatle tasdik ettikleri gündür diyecekler.
Aman burada şuna dikkat
edelim. Bu söz bize söylenmesin. Bu sözün söylendiği kimselerden olmayalım ve
eğer yakınlarımızda, etrafımızda bu tür gafil insanlar varsa mutlaka onları
uyaralım. “Öldükten sonra mutlak bir diriliş ve hesaba çekiliş var. Gelin ne
olur ya-rın eyvah demeden bu günden buna göre bir hayat yaşayın,”
diyelim.
Elbette bir insan Allah’ın
âyetlerini örter, Allah’ın kitabını örtbas eder, peygamberin sözlerini duymazdan
gelerek bir hayat yaşarsa, bu hadise, bu diriliş gerçeği sanki hiç duymadığı,
bilmediği, tanımadığı bir hadise gibi gelecek. Ve tabiatıyla şaşkınlığı
düşecektir. Ama bunu bilen birisi için çok normal bir hadisedir. Mü’min bunu
önceden biliyor, inanıyor, bekliyor ve hazırlık yapıyorsa, ona hiç de şaşkınlık
vermeyecektir. İşte bilenler de, mü’minler de böyle diyecekler. “Bu, Rahmân’ın
bize vaad ettiği gündür. Biz bunu biliyor, bekliyorduk. Tüm hayatımızı bu günün
hesabıyla yaşıyorduk. Gördünüz mü Allah’ın elçileri ne kadar doğru söylemişler?”
diyecekler.
Yarın bu mutlaka
gerçekleşecektir. Rabbimiz bize olan merhametinin gereği olarak yarın olacak bir
gerçeği bugünden, sanki şu anda olmuş gibi, oluyormuş gibi bize anlatıyor, haber
veriyor. Ama ne yazık ki insanlar bunun hesabını yapmıyorlar. Bunu gündemlerine
almıyorlar. Dirilişi, hesabı, kitabı unutarak bir hayat yaşıyorlar. Lâkin bir
gün bu acı gerçekle karşı karşıya geldikleri zaman hiç de hoşlanmayacaklar.
Çünkü bugün cezanın verileceği bir gündür. Bugün iyilerin iyiliklerinin
karşılığı olarak cennete uçacakları, kötülerin de kötülüklerinin cezası olarak
cehenneme akacakları, dolacakları bir gündür.
53, 54. “Tek bir çığlık kopar, hepsi,
hemen huzurumuza getirilmiş olur. Artık bugün kimseye hiçbir haksızlıkta
bulunulmaz. İşlediklerinizden başkasıyla karşılık görmezsiniz.”
Evet o sadece bir
tek sayhadır. Bütün bunlar sadece bir sese, bir tek kalk borusuna bağlıdır. Bir
haykırma, bir anons, tek bir sarsıntı. Dirilin! Kalkın haydin bakalım! denecek o
kadar. Bir de bakmışsın ki, hepiniz dirilmiş ve Allah’ın huzurundasınız.
Üfürülecek bir sûr’un akabinde bir de bakmışsınız ki herkes Allah huzurundadır.
Kimsenin bundan kaçıp kurtulması mümkün değildir. “Beni yakın, külümü rüzgarlı
bir günde havaya savurun. Benim cesedimi denize atıp balıklara yem edin. Benim
cesedimi çok derin gömün. Benim mezarım üstüne tonlarla mermerler yığın ki ben
diriliş gününde kalkmayayım,” demenin hiç bir anlamı yoktur. Bir sayha
sonrasında bir de bakmışlar ki herkes Allah’ın huzurundadır. İsteyen de,
istemeyen de. Asılmaya giden de, sevgiliyle buluşmaya koşan da. Allah isteyince
O’nun huzurunda olmamaya imkân var mı?
O gün hiç kimseye haksızlık
edilmeyecektir. Hiç kimseye hiçbir konuda zulmedilmeyecektir. Ne yapmadıklarını
yaptı şeklinde, ne de yaptıklarını yapmamış şeklinde kimseye zerre kadar
haksızlık edilmeyecektir. Ne amellerin zâyi edilmesi, ne işlemediklerinden ötürü
ceza verilmek şeklinde, ne birilerinin suçunu bir başkasına yüklemek, ne de
birileri sebebiyle birilerine zulmetmek şeklinde kimseye zerre kadar haksızlık
yapmaz Allah. Herkesin imanı, ameli neyse, nasıl bir hayat yaşamışsa, iyi ya da
kötü, zerre kadar da olsa kim ne yapmışsa onu mutlak sûrette değerlendirmeye
tabi tutar Allah. Üstelik kötülüklere bire bir ceza verilirken, iyiliklerin
karşılığı en az on misli ve hattâ daha da artırılacaktır. Herkesin hakkı neyse?
Yaşadığı hayatın, yaptığı amellerin neticesi neyi gerektiriyorsa o verilecektir.
Ya da o gün insanlar bizzat kendi yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.
Rabbimiz kimseye zulmetmez.
Rabbimiz kullarına zulmetmeden yana değildir. Bunu bir de bunu şöyle anlıyoruz.
Rabbimiz âyetlerini böyle açık açık anlatmadan kimseyi sorumlu tutmaz. Uyarmadan
kimseye azap etmez. Ama insanlar kendi hür iradeleriyle zulmü isti-yorlarsa,
insanlar zalim oluyorlarsa, olmamaları gereken yerde, bulunmamaları gereken
yerde Allah’a kulluk ortamından çıkarak, kendi kendilerine zulmetmeye
başlarlarsa, insanlar Allah’ın âyetlerine karşı böyle kör ve sağır davranarak
zulmetmeye başlar, zulmü hakkederlerse, o zaman Allah da onların bu zulümlerini
onaylayıverir. Kâfirlerin bu durumuna karşılık:
55, 56. “Doğrusu bugün, cennetlikler
eğlenceyle meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde, tahtlar üzerine
yaslanmışlardır.”
Haberiniz olsun ki
o gün dünyada yaşadıkları Müslümanca bir hayatın, işledikleri salih amellerin
karşılığı olarak cenneti kazananlar, cennete sahip olanlar, cennetin
sohbetçileri hoş bir meşgale, zevkli bir meşguliyet içindedirler. Nîmetlerle
meşguldürler onlar orada. Karı-koca birlikteliğiyle meşguldürler. Dünyada
Allah’a kullukla geçen bir hayatın sonu işte budur. Allah’a kulluk kavgasının
sonu sadece zevktir. Her nîmet zevk verir onlara, her şey hayır verir. İçinde
bulundukları ebedî ve sermedi nîmetlerle sarmaş dolaş olarak başkalarıyla, başka
şeylerle uğraşacak zamanları da yoktur, halleri de yoktur. Sevinecekler,
coşacaklar, hak ettiklerini bulmanın neşesini yaşayacaklar. Ne yaparlarsa huzur,
ne ederlerse rahat ve sükûn bulacaklar.
Nîmet, nîmet, nîmet... Irmakların
kenarında, ağaçların altında bâkirelerle meşgullerdir onlar. Allah’ın ağırlaması
içindedir onlar. Onlar ve eşleri koltuklar üzerinde, ağaçların gölgeleri altında
zevk ve sefâ içindedirler. Buradaki “Eriyke” gelin odası, gerdek odasında gönül
eğlendirmektedirler, demektir. Koltuklar üzerinde hoş sohbetler yapmaktadırlar.
Hani bazı yerlerde buraya ailesiz girilmez gibi yazılar yazar ya. Evlenmeyenler,
ailesiz yaşamadan yana olanlar, aileleri ve-fat ettikten sonra bir daha
evlenmeyi düşünmeyenler, ölüp giderken ailesiz gidenler o koltuk bölümüne
alınmama endişesini duymalıdırlar. Çünkü orada hanımlarla, eşlerle birlik
olmaktan söz ediliyor.
“Bu âyet nedeniyle ölümüme bir gün
kaldığını bilsem, bir saat zamanım kaldığını bilsem evlenme imkânımı
değerlendirirdim,” diyen sahâbenin niyeti, endişesi de herhalde buydu. Zaten
fıtratı bozulmayan bir insanın evliliğe yan bakması düşünülemez. Bir de bu
âyetlerde eşlerin birbirlerini cennete götürmenin kavgasını vermek zorunda
oldukları da hatırlatılmaktadır. Rabbenâ duasında da ısrarla bu
öğütlenir.
Cennet güzel, cennet
nîmetleri güzel, cennet ağırlaması güzel, cennetlikler güzel. Haydi gidelim
görelim de, güzelse onun için bir hayat yaşayalım demeye imkânımız yoktur. Gerçi
bizim adımıza görüp anlatanlar yok değil cenneti. Adem atamız gördü, Rasulullah
Efendimiz gördü ve bize anlatmaktadırlar. Öyleyse gelin görenlerin gö-rüşüne,
Allah’ın anlatışına tabi olalım da, bizi oraya götürecek bir hayatın peşine
düşelim inşallah. Ne varmış başka orada? Bakın bir nîmet görüntüsü
daha:
57, 58. “Orada meyveler ve her
istedikleri onlarındır. Merhametli olan Rab katından onlara selâm
vardır.”
Orada onlar için
her çeşit meyveler sunulacaktır. Canlarının istediği, akıllarına gelen,
düşünebildikleri yiyecek ve içecekler verilecektir. Ve onlar için orada iddia
ettikleri, dâvâsını güttükleri her şey vardır. Dünyada dâvâ edindikleri,
dâvâsını güttükleri her şey vardır cennette onlar için.
Neyi dâvâ ediniyorsunuz?
Dâvânız ne? Neyin dâvâsını güdüyorsunuz? Dâvânız, iddianız Müslümanlık mı? Bu
dünyada Müslü-manca bir hayatı yaşamanın, Müslümanca bir hayatı
gerçekleştirmenin kavgasını mı veriyorsunuz? Derdiniz, dâvânız bu mu? Müslüman
kardeşleriniz arasında hiçbir sıkıntının olmamasını mı dert ediniyorsunuz?
Müslümanların yüzünü güldürmeyi mi dâvâ ediniyorsunuz? Kesinlikle bilesiniz ki
yarın onlarla beraber olacaksınız. Peygamberi tanımanın, peygamberin sünnetini
öğrenmenin, peygamberi hayatta örnek bilip onun izini takip etmenin, yarın
cennette peygamberle, peygamberlerle beraber olmanın dâvâsını mı güdüyorsunuz?
Kesinlikle bilesiniz ki yarın cennette onlarla beraber olacaksınız. Ailenizin,
çoluk çocuğunuzun, komşularınızın, akrabalarınızın, çevrenizdeki Allah
kullarının cennete gitmesi için mi çırpınıyorsunuz? Onların cehenneme
gidişlerinin önüne barikatlar koymayı mı dâvâ ediniyorsunuz? Kesinlikle
bilesiniz ki, yarın cennette onlarla beraber olacaksınız. Dünyada namaz kılarak,
namazla Allah huzuruna çıkmayı, Allah’’la konuşmayı, Allah’la beraber olmayı mı
dâvâ ediniyorsunuz? Kesinlikle bilesiniz ki, yarın Rabbinizle beraber
olacaksınız.
O size ayın on dördü gibi veçhini
gösterecek, sizinle konuşacaktır. Dünyada Rabbinizi hoşnut etmenin dâvâsını mı
güdüyordunuz? Kesinlikle bilesiniz ki yarın Rabbiniz sizden hoşnut olacak ve
sizi nîmetleriyle hoşnut edecektir. Nîmetleriyle her tarafınızı kuşatacaktır.
Dünyada hangi dâvâyı güdüyorsanız, iddianız neyse orada onu bulacaksınız. Tüm
iddialarınızın orada gerçekleştiğini göreceksiniz.
Orada istenen, arzu edilen
her şey var. Ama orada nelerin isteneceğini de bize Rabbimiz beyan buyuracak.
Orada neleri isteyeceğimiz konusunda bir yapımız, bir fıtratımız olacaktır.
Teyp, televizyon, şarkıcılar, türkücüler, oyuncular olmayacak elbette. Oranın
rahatı ve huzuru adına, orada fıtraten arzu edilip istenme adına her şey vardır.
Tabii, dünyada sadece numûne tatlar tattırılmıştır bize. Cennette daha başka,
burada bilmediğimiz, tanımadığımız neler var istenecek bilmiyoruz. Ancak orada
fıtratımızın isteyeceği, gözümüzün göreceği her şey vardır.
Bütün bunların üzerinde
kendilerine böyle mükemmel bir cennet ve nîmet hayatını hazırlayan Rabbleri
onlara “selâm” diyecektir. Rabbimiz bizzat cennette cennetin sohbetçilerini
selâmlayacaktır. Ne büyük bir devlet ya Rabbi. Cennette Rabbimiz bizi
selâmlayacak, bize selâm verecek, bize selâmet, esenlik dileyecek. Allahu Ekber!
Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ve lillah’il hamd! Bundan daha büyük bir saadet olur
mu?
Bizzat Rabbimizin sesini, sözünü
duyacağız. Orada Rabbi-mizin sözünü bizzat kendisinden duyup dinleyeceğiz. Bu
elbette hiç bir şeye değişilmez bir nîmettir. Sözlü olarak Allah’ın selâmına
şahit olmak. Dünya planında büyük kabul edilen birisi bir eve, bir dükkana, bir
mekâna uğradığı zaman insanlar orasını yüceltirler değil mi? Filan burada bir
kahve içmişti, falan burada oturmuştu diye.
Elbette burada Allah sözlerini
duymaktan, dinlemekten zevk alanların hakkıdır bu. Dünyada Allah sözüyle
birlikte olmayanlar, Allah kitabıyla, Allah elçisiyle ilgilenmeyenler, orada da
Rahîm olan, Rahmân olan Allah’ın selâmından mahrum kalacaktır. Selâm,
teslimiyetin, dirliğin, selâmetin ifadesidir. Sanki bu selâmıyla buyuracak ki
Rabbi-miz, “ey kullarım, sizler şu anda Benim huzurumdasınız. Artık her şey
bitti. Şu anda güven ve selâmet ortamındasınız. Size kötülük yapanlar,
Müslümanlığınızdan ötürü düşmanlık yapanlar bitti. Dosyalanmalarınız, takibe
alınmalarınız, soruşturulmalarınız, gamlarınız, kasvetleriniz, çileleriniz
bitti. Âcizliğiniz, hastalanmalarınız, aç kalmalarınız, sıkıntılarınız her şey
her şey bitti. Artık selâm ve selâmet üzeresiniz.” Yine şöyle
diyecek:
59,61. “Allah şöyle buyurur: “Ey
suçlular! Bugün mü’minlerden ayrılın. Ey insanoğulları! Ben size, şeytana
tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur,
diye bildirmedim mi?”
“Siz ey suçlular,
ey günâhkârlar siz bugün şöyle şu tarafa ayrılın bakalım. Size cennet yok, size
rahmet yok. Siz şöyle geçin bakalım. Siz ayrılın şu tarafa, size cennet yok.
Cennet sizin değildir. O mü’minlerindir denecek. Zaten dünyada siz kendinizi
ayırıyordunuz mü’minlerden. Kendinizi seçmeye çalışıyordunuz. Seçkin kimseler
ol-duğunuzu iddia ediyordunuz. Müslümanlara karşı böbürleniyor, kendilerinizi
hacet kapısı olarak lanse ediyordunuz. Şimdi de ayrılın bakalım ey mücrimler, ey
günâhkârlar, ey sınır tanımazlar, ey Allah sınırlarını delenler, çiğneyenler!”
denecek.
Demek ki birileri kendilerinin de
cennete gidebilecekleri ümidiyle o tarafa doğru yollanacaklar, yöneleceklermiş
de, Rabbimiz öyle buyuracak ve tüm var olan ümitleri kursaklarında kalıverecek
Allah korusun. Allah bizi onlardan etmesin inşallah. Ama biz hep bunu düşünelim
ve korkalım: Ya yarın ben de onlardan olursam? Ya yarın ba-na da aynısı denirse,
diye hep bir korku içinde olalım. “Cennet önünde ümitlerinin yitirilişiyle
kahrolanlardan eyleme bizi ya Rabbi!” diye sürekli dua edelim. Sonra yine
denilecek ki:
Ey Ademoğulları, ben sizinle bir
anlaşma yapmamış mıydım? Bu hitabı duyunca kim kulak kabartıyor? Kim kendini
Ademoğlu kabul edip bu hitabın muhatabı sayıyorsa, işte ona hitap ediyor
Rabbimiz. Allah sizinle bir anlaşma yapmadı mı? Hangi konuda? Sakın ha, şeytana
kul-köle olmayacaksınız. Çünkü o size apaçık bir düşmandır. Sadece beni
dinleyecek, sadece bana kul köle olacaksınız. Daha ön-ce duymadınız mı bunu?
Önceden işitmediniz mi bu ahitleşmeyi, anlaşmayı? Daha önce duymadık diyorsanız
şimdi de mi duymadınız? İster hatırlayın, ister hatırlamayın Allah öyle diyorsa
öyledir. İşte şimdi arz ediyor Rabbimiz bu antlaşmayı.
Peki, konu neymiş?
Maddeleri, şartları neymiş bu anlaşmanın? Şeytana kulluk etmeyeceksiniz, sadece
Bana kul-köle olacaksınız. Çünkü o şeytan sizin için apaçık bir düşmandır. İşte
bu tevhid yo-ludur, sırat-ı müstakîmdir. İşte bu seni dosdoğru cennete
ulaştıracak bir yoldur. Haydi var mısın? İster misin? Razı mısın? Al sana bir
anlaşma. Eğer dünyada bu yola girer, bu yolda yürürseniz, bu yol sizi dosdoğru
cennete götürecektir.
Anlıyoruz ki bu ahit,
insanlığın Hz. Adem’le başlayan ilk döneminden beri Allah’ın kendilerine
göndermiş olduğu İlâhî risaletlerle kendilerinden aldığı bir ahittir. Her bir
zaman dilimi içinde kitaplar ve peygamberler göndererek Rabbimizin her bir dönem
insanından aldığı ahittir bu ahit. İşte Kur’an burada bize onu
bildiriyor.
Peki ne zaman yaptı bizimle
bu anlaşmayı? Peygamber gönderince yaptı, Kitabını indirince yaptı. Bize akıl,
fikir, ferâset verince yaptı. Bizi bunu anlayabilecek fıtratta yaratınca yaptı,
Peygamberin sesini duyurunca yaptı. Ya da bizi diniyle karşı karşıya getirince
yaptı. Öyle değil mi? Dinle insanlar karşı karşıya gelince, Peygamberle karşı
karşıya gelince veya âkil-bâliğ olunca, bu anlaşmaya sadık kalacağız diye
kimileri kabul etti, kimileri de reddetti. Mü’minim diyenler, Müslümanım
diyenler bu anlaşmayı kabul ettiler. Değilim diyenler de bu anlaşmayı
reddettiler.
Bakın burada şeytana
ibadetten söz ediliyor. Rabbimiz diyor ki, “ey kullarım! Ben size şeytana ibadet
etmeyin dememiş miydim?” Peki acaba şeytana nasıl ibadet edilir? Biz biliyoruz
ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibadet etmez. Bütün insanlar fıtraten ondan
nefret ederler. Ama anlıyoruz ki burada kastedilen ibadet, tapınma, çok açıktır
ki ona itaat demektir. Şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına,
vesveselerine kulak vermek, adımlarına uymak, istekleri doğrultusunda gitmek,
istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yoldan gitmek demektir.
Şeytana kulluk
onun karşısında ona namaz kılmak, secde etmek değildir. Abdu’ş-şeytan olmak,
şeytanın arzuları istikâmetinde hareket etmek demektir. Şeytanı velî kabul
etmek, hayatta söz sahibi bilmektir. Tabii, şeytan sadece cinlerden olan şeytan
değildir, insanların da şeytanları vardır. Şeytanlık bir vasıftır, bir
özelliktir ve bunu kim yaparsa işte o şeytandır. Sanki Rabbimiz bu âyetiyle,
“Benden başka kime kul köle olmuşsanız onların tamamı şeytandır,” diyor.
Eğer bir kimse Allah’tan
başkalarını tanrılaştırır, Allah’tan başkalarını tanrı makamında görürse ona
kulluk yapıyor demektir. Allah’tan başkalarını Allah makamına yükseltmek, onlara
Allah’ın vermediği hakkı vererek onları tanrılaştırmak, onlara kulluk demektir.
Bunu yapanlar da, kendilerine bu tür şeylerin yapılmasına izin verenler de zalim
tâğutlardır. Meselâ, her kim ki babasını çok seviyor, onu tanrı makamında
görüyor, Allah’ın arzularına ters düşen arzularını gerçekleştirme yoluna
gidiyorsa, o kişi ona kulluk ediyor demektir.
Her kim ki karısını, anasını, hocasını,
şeyhini, liderini çok seviyor, onları tanrı makamında görüyor, onların her
arzusunu yerine getirmeden yana bir tavır sergiliyorsa, onlara kulluk ediyor
demektir. Öy-leyse sadece Allah’ı dinleyecek, sadece Allah’a itaat edecek,
sadece Allah’ı razı etmeye çalışacak, sadece Allah’ın gösterdiği yolda
gideceğiz. Hayatı Allah’a göre değerlendirip Allah’ın istediği biçimde
yaşa-mayacağız. Abdullah olacağız, abdu’ş-şeytan olmayacağız.
Çünkü kesinlikle bileceğiz
ki, şeytan bizim için apaçık bir düşmandır. Şeytan, bizi Allah’a kulluktan
koparıp kendi cehennemine dâ-vet eden bir düşmandır. Bu büyük düşmanı ve onun
oyunlarını, taktiklerini, düşmanlıklarını Rabbimizin kitabıyla tanıyacak,
bilecek ve onun vartalarına düşmemeye çalışacağız. Rabbimizin kitabıyla ortaya
koyduğu sırat-ı müstakîme gireceğiz, ondan ve avenelerinden sürekli Rabbimize
sığınacağız. Çünkü o yolun sapaklarında peygamberler ve şeytanlar bulunmaktadır.
Meselâ cinsel sapak noktalarında Lût (a.s), dünyayı kıbleleştirme sapağında Hûd
(a.s), ekonomik sapağında Şu-ayb (a.s) ve diğer sapaklarda başka peygamberleri
bulacak ve onlar mihmandarlığında bu yolu yürüyeceğiz. Bu yolda Allah var ve biz
bu yolu Allah’a sorarak yürüyeceğiz. Tabi bu yolda şeytan da var, unutmayacağız.
Şeytan ve tuzaklarıyla alâkalı kitabımızın başka âyetlerinde uzun uzun
açıklamalarda bulunduğumuz için burada sözü uzatmayacağım. Sürekli, “ya Rabbi
bizi sırat-ı müstakîminden ayırma,” diye dua edeceğiz.
62. “Andolsun ki, o sizden nice
nesilleri saptırmıştı, akl etmez miydiniz?”
Ama, hâl böyleyken,
Ben sizinle böyle bir anlaşma yapmış, size sırat-ı müstakîmi göstermişken, sizi
cennete götürecek yol bu iken ve o şeytan da size apaçık bir düşmanken, bu
amansız düşmanınıza karşı sizi uyarmış ve sizden bu konuda ahit de almışken,
yine de pek çoğunuz, pek çok cibilliyetler, pek çok nesiller o alçak şeytana
uydu da, o, nicelerinin yollarını şaşırtıp dalâlete düşürdü, öyle mi? Ni-ce
nesilleri hak yoldan, sırat-ı müstakîmden çıkardı, saptırdı öyle mi? Ah size!
Yazık size! Şeytan pek çoklarını yoldan ayırdı da onları ne yapacaklarını,
nereye gideceklerini bilemez bir vaziyette bıraktı.
“İdlal, dalâl” bu anlamlara
gelmektedir. İdlal birinci olarak hak yoldan, sırat-ı müstakîmden ayrılmak,
uzaklaşmak demektir. İkinci anlamıyla ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez
bir vaziyette kalmak demektir. Issız bir çölün ortasında yolunu kaybetmiş ve ne
tarafa doğru gideceğini bilemeyen, şaşkınlık içinde kıvranan bir insanın
durumuna dalâl denir. Hidâyet ise bundan farklıdır. Hidâyet, önünde bir tek yol
bulunan, çıkış bulunan ve dosdoğru yolda ne yapacağını, ne tarafa doğru
gideceğini, ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini bi-lerek yürüyen bir kimsenin
durumudur.
Hidâyette olan kimsenin yolu bellidir.
Sınırları bellidir, emirler belli, yasaklar belli, yapılması gerekenler belli,
yapılmaması gerekenler belli, işaretler bellidir, hayır belli, şer bellidir.
İşte şeytan insanı bu halden koparmak, sırat-ı müstakîmden, hidâyetten
uzaklaştırmak ve dalâlete sürüklemek ister. Çünkü bir kişi sırat-ı müstakîmden
ayrıldı mı, artık şeytan onun önüne binlerce yol çıkarır, karşısına binlerce
al-ternatif çıkarır. Adam hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bi-lemez
ve şaşkınlık içinde bocalar durur.
Hak birdir ama bâtıl pek
çoktur. Allah’ın Resûlü bir defasında yere tek bir çizgi çizer ve “işte bu
dosdoğru yoldur,” buyurur. Sonra onun sağına soluna pek çok çizgiler çizer ve
bunların da dalâlet yolları olduğunu söyler. Hidâyette olan, sırat-ı müstakîmde
yürüyen kişi sükûnettedir, huzurludur. Çünkü yol tektir; ne yapacağını, ne
yapmayacağını bilmektedir. Ötekisinin karşısında binlerce yol vardır ve bunların
hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilemediği için, şaşkınlık ve
dalâlet içinde bocalar durur. Allah buyurur ki:
Akıllarınızı kullanmayacak
mısınız? Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Hâlâ akıl etmeyecek misiniz? Aklınız
ermiyor mu sizin? Haydi öncekiler anlamadılar, anlamak istemediler. Şimdi
onların haberlerini size ben anlatıyorum. Siz de mi anlamıyorsunuz bu gerçeği?
Şeytan yoluna tâbi olanlardan hiç kimsenin kurtulmadığını görmüyor musunuz, akl
etmiyor musunuz? Akılda bir bağlanma, bir bağlılık ifadesi vardır. “Hani deveni
sağlam bağla ve Allah’a tevekkül et,” buyuruyordu ya Allah’ın Resûlü. Deve
bağlandığı zaman bağlanmış oluyor.
Öyleyse Rabbimiz istiyor ki, insan akl
edecek, aklını kullanacak, aklını bağlayacak hidâyete. Hidâyete tabi olacak,
hidâyet kaynağı olan kitabın âyetlerini anlamaya, kavramaya çalışacak, Allah’ın
kendisine gönderdiği bu âyetlerin kendisine ne dediğini, ne istediğini anlamaya
çalışacak ve bu âyetler istikâmetinde kendisini ıslah etmeye, düzeltmeye
çalışacaktır. Allah’ın kendisine verdiği aklını kullanmaya yanaşmayan kişi hem
kendisine, hem de çevresine zulmediyor demektir. Zararlı oluyor demektir. Sormak
lazım, bu akıllarımızı Allah’ın tek Rabb ve İlâh oluşunu, bizi cennete
ulaştıracak tek yolun Allah yolu oluşunu anlamaya kullanmayacağız da nerede
kullanacağız yahu? Bizi cehennemden kurtarmaya kullanmayacağız da, bu aklı ne
zaman ve nerede kullanacağız? Ama unutmayalım ki, vahye teslim olmamış akıl, bu
gerçeği anlayamayacaktır. Böylelerine şöyle denecek:
63, 64. “Bugün, inkârcılığınıza
karşılık oraya girin. İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bugün,
inkârcılığınıza karşılık oraya girin.”
İşte küfürlerinize,
zulümlerinize karşılık size vaad edilmiş cehennem. Haydi dünyada örtüp, örtbas
edip gündemlerinize almadığınız o ateşe salının, yaslanın ona. Her bir dönem
Allah elçilerinin ve onların yollarının yolcularının sizi sakındırdığı, sizi
uyardığı cehennemle karşı karşıyasınız, haydi buyurun girin bakalım oraya. İnkâr
et-mekte oluşunuzdan, hesaba katmayışınızdan dolayı haydi tadın bakalım o azabı.
Kâfirliğinizin karşılığıdır o ateş. Kâfirlerin cezası cehennemdir. Çünkü onlar
yeryüzünde her şeylerini bitirmişlerdir.
Halbuki dünyada kendilerine söylenmişti
cehennem. Kitapları ve elçileri vasıtasıyla uyarmıştı Rabbimiz onları.
Fıtratlarında da cennet ve cehennem bilgisi, ceza ve mükâfat bilinci vardı. Suç
işleyen kimselerin mutlaka cezalandırılmaları gerektiğini, iyilik yapanların da
mutlaka mükâfatlandırılmaları gerektiğini savunuyorlardı. Vicdanlarında iyilik
ve kötülüğün dürtüsü vardı. Bir insanın, ister mü’min olsun, ister kâfir,
işlediği bir suçtan, bir günâhtan dolayı kendisinin cezalandırılmayacağını
umması, düşünmesi mümkün değildir. Bir kâfirin küfür, zulüm ve günâh içinde
yaşadığı bir hayatın sonunda, kendisine ceza verilmeyeceğini düşünmesi, aslında
gözlerini yumup hayatı gör-memesi, görmezden gelmesi demektir. Evet onlar
cehenneme yu-varlanacaklar ve:
65. “İşte o gün ağızlarını mühürleriz,
Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.”
Bugün
cehennemliklerin ağızları mühürlenir de işlediklerini, amellerini elleri
anlatır, elleri sayıp döker, ayakları da şahitlik eder. Acaba niye elleri
konuşur da ayakları şahitlik eder? İnsan yaptıklarının tamamını eliyle yapar.
Hani işe el atmak filan deriz ya. Kazandıkları ve kaybettiklerinin tümü eliyle
alâkalıdır. El insanın her işini ifade eder. Bir işi yaparken, bir ameli
işlerken elbette öteki âzâlar da faaldir ama yapan eldir. Onun elleri tüm yapıp
ettiklerine şahitlik yapacaktır. Ayaklarımız bizi taşıyor. Yaptığımız işleri
yapacağımız mahallere, bulunduğumuz çeşitli konumlara, makamlara bizi
ayaklarımız taşıyor. Yanlış işler yapanlara elleri konuşacak, benimle şunu şunu
yaptı, şunu şunu işledi diye, ayaklar da buna şahitlik edecek.
Kitabımızın başka
âyetlerinden öğrendiğimize göre insanın dilleri, kulakları, gözleri ve derileri
de yaptıkları şeyler hakkında onların aleyhinde şahitlikte bulunacaklardır. “Ya
Rabbi benimle filan zaman şunu yapmıştı, benimle bunu etmişti,” diyerek her şeyi
ortaya dökecekler. Hattâ bir hadiste bu âzâların sahibinin onlara şöyle diyeceği
beyan edilir: “Canınız cehenneme! Lânet olsun size! Ben sizi sa-vunuyordum! Ben
sizin kurtuluşunuz için mücâdele veriyordum! Halbuki siz benim işimi
zorlaştırdınız! Beni rezil rüsvâ ettiniz!” diyecek. Onlar da Fussilet sûresinin
beyanıyla diyecekler ki: “İş bizim elimizde değildir. Bizi her şeyi konuşturan
Allah konuşturuyor. Her şeyi konuşturan Allah bize konuşun, diyor. Her şeyi
konuşturmaya güç yetiren bir Allah’ın bizi de konuşturmasında şaşılacak ne var
ki? Allah konuşun diyor bize, biz de konuşuyoruz. Elbette bizim Rabbimiz O’dur
ve biz O’na karşı sorumluyuz, sadece O’nu dinleriz,” diyecekler. Tabii şahitler
bunlarla da sınırlı değildir. Rabbimizin beyanına göre amellerin üzerinde
işlendiği arz şahitlik edecek, semâ şahitlik edecek, melekler, nebîler şahitlik
edecekler. Hepsi de doğruyu söyleyecekler.
İşte bu âyete göre
başkalarına da gerek kalmayacak gibi. Ağızlar mühürlenecek, siz durun, denecek.
Siz susun, dünyada çok ko-nuştunuz. Tüm yazılanlar sizin konuşmalarınızdı,
denilecek ve eller konuşacak, ayaklar şahitlik edecekler. Bu kadara ne gerek var
mı, di-yorsunuz. Tamam aslında öyle de, sanki bakın Rabbimiz, “Ben zalim
değilim, bunları siz yaptınız,” demek için yapıyor. Aldatmanın ve aldanmanın
asla olmadığını ortaya koymak için böyle yapıyor. Herkesi ve her şeyi birbirinin
şahidi yapıyor. Hattâ bir hadisin beyanıyla, yarın bir kişinin arkasından
tanımadığı birisi yapışacak ve “sende hakkım var,” diyecektir. Berikisi, “ben
seni tanımıyorum, bende ne hakkın ola-bilir?” deyince, ötekisi diyecekmiş ki,
“senin gördüğün bir yerde ben günâh işliyordum da onun günâh olduğunu bilen sen
beni uyarmamıştın.” Allah bizi korusun o günde. Bakın dahası
var:
66. “Dilesek gözlerini kör ederdik de
yol bulmağa çalışırlardı. Nasıl görebilirlerdi?”
Eğer biz
isteseydik, onların gözlerini siliverir, gözlerini kapatıp büsbütün görmez hale
getirirdik de, onlar yola dökülürler, sırata koşarlardı. Daha iyi Müslüman
olmaya, daha iyi kul olmaya sa’y ederler, yarış ederlerdi. Ama heyhât, onlar
bunu nereden bilecekler? Nasıl an-layacaklar, nasıl görebileceklerdi? Yâni eğer
biz isteseydik, onları hi-dâyetten saptırır, uzak tutardık da onlar asla
hidâyeti bulamazlardı.
Evet isteseydi Allah, gözlerimizi silme
yapıverirdi de, o zaman da bağırıp çağırırdık. Ya Rabbi ben Müslüman olacaktım,
ben sırata girecektim, ama ne yapayım ki gözüm kalmamış.
Âyetin bir başka anlamı da şöyledir: Şu
anda bu kâfirler kendi hür iradeleriyle görmek istemiyorlar, görmeye
yanaşmıyorlar. Allah’ın bu kadar âyetlerine karşı kör ve sağır davranıyorlar.
Görecek gözleri varken, görme imkânları varken böyle davranıyorlar. Ama eğer
Allah kâfirlerin kullanmadıkları bu gözlerini alıverse, silme kör yapıverse, o
zaman anlayacaklardı gerçeği. O zaman anlayacaklardı Rabblerinin gücünü,
kudretini. O zaman anlayacaklardı isyan içinde, küfür ve zulüm içinde bir hayat
yaşadıklarını ve tevbe ederek Rabblerine kulluk yoluna, sırat-ı müstakîme
koşacaklar, daha iyi Müslümanlık için birbirleriyle yarışa gireceklerdi.
Yâni eğer şu anda Rabbimiz yeryüzündeki
tüm kâfirleri kör ediverse, bu onlar için büyük bir mûcize olacak, en büyük bir
âyet olacak, akılları başlarına gelecek ve zoraki onları hidâyete, imana sevk
edici bir saik olacaktı. Onlar süratle imana, hidâyete koşacaklardı, ama o
halleriyle artık nasıl yol bulacaklar bu adamlar? diyor Rabbi-miz.
Peki böyle bir durumda
gözleri kör edilince acaba niye şu anda koştukları başka şeylere koşmuyorlar da
sırata koşuyorlar? Meselâ niye oturmaya, yatmaya, içmeye, zinaya, zulme, küfre,
isyana, pav-yonlara, barlara koşmuyorlar da, Allah’a imana ve kulluğa
koşuyorlar? Bu şunu gösteriyor: İfade ettiğim gibi bu adamların fıtratlarında
iman, hidâyet vardır. Mayalarında Allah’a kulluk bilinci vardır. Yâni hakkın,
hidâyetin, doğrunun farkındadır bu adamlar. Aslında şu anda gözleri açıkken,
görüp dururlarken bilerek ve kasten kâfirlik yapıyorlar. Bilerek ve kasten
örtüyorlar Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini. Örtüyorlar hidâyeti. Gözleri kör
olunca koşacaklar bu bildikleri sırata ama, Fi-ravun’un son anda koşması gibi bu
koşmalarının hiç bir değeri olmayacak. Nereden görebilecekler artık bundan
sonra? Rabbimiz basiretlerle bir hayat yaşayanlardan eylesin inşallah
bizi.
Şimdi düşünüyoruz: Şu anda,
“kulum eğer şu sana verdiğim gözlerini Benim şu âyetlerimi okumakta kullanmazsan
onları senden geri alacağım. Eğer şu Benim âyetlerimi öğrenip Benim kullarıma
an-latmaya başlamazsan ağzını, dilini alacağım. Eğer bana kulluğa yönelmezsen
sana verdiğim bu hayatını alacağım,” diye Rabbimizden bir haber gelse ne
yaparız? Hemen bu işe başlarız mı diyorsunuz? Peki o zaman şu anda Allah mı
suçlu hâşâ bunları bize vermekle? Ya da kullanmadığımız bu âzâlarımızı almamakla
Allah mı suçlu? Neyse, cevabınızı kendiniz verin. Ama yarın zaten Allah’ın
alacağı, toprak olacak bu azaları neden bugün O’nu verenin yolunda
kullanmıyoruz? İyi düşünelim…
67. “Dilesek onları oldukları yerde
dondururduk da, ne ileri gidebilirler ve ne de geri dönebilirlerdi.”
Yine eğer Biz
dileseydik bu insanların şekillerini, biçimlerini, durumlarını, konumlarını
değiştiriverirdik de oldukları yerde donup kalırlardı. Oldukları yerde onları
donduruverirdik de onlar ne bizim yaptıklarımıza ilgisiz bir şekilde, bizim
âyetlerimize karşı kör ve sağır bir şekilde geçip giderlerdi, ne de eski
hallerine dönebilirlerdi. Kadın olduğunuzdan mı şikâyet ediyorsunuz? Allah
istediği için kadın değil misiniz? Uzun boylu, kısa boyluluktan mı
şikayetçisiniz? Zengin, ya da fakirlikten mi şikâyetçisiniz? Siyah renkli, beyaz
renkli olmaktan mı utanıyorsunuz? Hastalık, sağlık mı derdiniz? Bunların tamamı
Allah’ın takdiriyle değil mi?
Farz edin ki bu şikâyet konularınızı,
konumlarınızı öteki durumlarınızla değiştirdik. Bizi geçip gideceğinizi, Bizi
diskalifiye ederek keyfinize göre bir hayat yaşayabileceğinizi mi
zannediyorsunuz? Mümkün değildir bu. Mecburen Bizim dediğimize teslim
olacaksınız. Bu âyet insanların ele geçirdikleri fırsatları değerlendirmeleri
gerektiğini anlatır. İmkân varken o imkânları Allah’a kullukta
değerlendirmeyenler o fırsatlara bir daha dönemezler. Gelin öyleyse ey insanlar
gü-cünüz varken yapın. İmkânınız varken yapın. Söyleyin bu konumunuzun dışında
başka bir konumla sizi imtihana çekmiş olsaydık ne yapacaktınız? Geçip gidecek
miydiniz? Bizi takmayacak mıydınız? Eski durumunuza, şimdiki halinize
dönebilecek miydiniz? İyi bilin ki asla, ömür verdik mi geri döner,
çocuklaşırsınız.
Eğer biz isteseydik onları
bulundukları hal üzere, bulundukları konum üzere meshederdik. Yâni yüzlerini,
kılıklarını bulundukları tavır üzere, işledikleri ameller üzere, mekânetleri
üzere değiştiriverirdik. Bir önceki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, “istesek biz
onların gözlerini sil-me eder, kör ederdik de onlar sırata, hidâyete, imana,
kulluğa koşarlardı,” buyurmuştu. Burada da yine müthiş bir tehditle buyuruyor ki
Rabbimiz, “biz isteseydik onları bulundukları hal üzere değiştiriverirdik.”
Yâni hangi hal üzere bulunuyorlarsa.
Meselâ maymunca bir hal üzere bulunuyorlarsa, hayvanca bir konum
sergiliyorlarsa, onları o bulundukları hal üzere maymunlaştırıverirdik,
hayvanlaştırıverirdik, kı-lıklarını hayvan kılığına değiştiriverirdik. Oldukları
yerde onları bulundukları konum üzerine değiştiriverirdik. Meselâ bulundukları
konumda bizim âyetlerimiz karşısında taş mı kesiliyorlar? Kör ve sağır bir duvar
mı kesiliyorlar? Onları duvar ve taş haline getiriverirdik. Hilkatlerini
değiştiriverirdik. Zalimce, sahtekârca bir tavır mı sergiliyorlar?
Sahtekârlıkları, zalimlikleri yüzlerinden okunacak biçimde onların simâlarını
değiştiriverirdik de yüzlerine bakan herkes onları bu alâmet-i farikayla
görürdü. Irzlarını, namuslarını kıskanmadan domuzca bir hayat mı ya-şıyorlar?
Bir fuhuş ortamında mı bulunuyorlar? Onları o anda içinde bulundukları hal üzere
domuz gibi yapıverirdik. Şekillerini domuza döndürüverirdik.
Yâni herkes nasıl bir hayat yaşıyorsa o
hayatına uygun bir simâya, bir yapıya, bir sûrete getiriverirdik de, o zaman ne
bir adım öne atıp bu durumdan kendinizi kurtarabilirdiniz, ne de gerisin geriye
eski halinize, eski durumunuza dönme imkânınız olurdu. Ya tevbe edip imana
dönemezdiniz, ya da eski insanlığınıza dönemezdiniz.
Yâni ey Kâfirler, eğer şu
anda Rabbimiz sizleri bu hale getir-miyorsa bilesiniz ki, bu O’nun
güçsüzlüğünden, bunu beceremeyişinden değil cezaların âhirete tehir
edilişindendir.
68. “Uzun ömürlü yaptığımızın hilkatini
tersine çevirmişizdir. Akl etmezler mi?”
Bununla beraber biz
kimi uzunca yaşatır, uzun ömür verip yaşatırsak, onun hilkatini, yaratılışını
tepe taklak getiriyoruz. Yaşayanı, yaşattığımızı yaratılış bakımından
eksiltiyoruz. Yaşlanmaya başladıkça insanın hücrelerinden, güçlerinden,
kuvvelerinden, kuvvetlerinden bir şeyler kaybediyor. Bu, Rabbimizin insan için
koyduğu bir yasadır ve bu yasanın dışına çıkabilen hiç kimse yoktur. Herkes
gittikçe yaşlanıyor ve yaratılışında, hilkatinde noksanlaşmalar meydana geliyor.
Kendisine bakan herkes aslında bunu çok rahat görebilmektedir. İnsanın bu hali
kendisine her an Rabbinin bu yasasını, Rabbinin kendisi üzerinde egemenliğini
haykırmaktadır. Onun içindir ki, gençliğinde Allah’a isyan içinde bir hayat
yaşayan insanlardan pek çoğunun yaşlanıp ta bedeninde Allah’ın işleyen bu
yasasını gördükçe, Allah’a kulluğa döndüğünü görüyoruz.
Öyleyse kesinlikle bilelim
ki, biz kendimize sahip değiliz. Biz bizim değiliz. Bizim üzerimizde bizim
sözümüz geçmiyor. Hayatımız bizim değildir. Bizim üzerimizde bir sahip vardır.
Bizim bir sahibimiz, Mâlikimiz vardır ki, bizim üzerimizde sürekli O’nun
tasarrufu işlemektedir. Sonunda gidip huzurunda hesap vereceğimiz bir
yaratıcımız, bir Rabbimiz vardır. Hayatın kaynağı O’dur. Hayatımız O’ndandır.
Veren de O’dur, alan da. Yaratan da O’dur öldüren de. Hayat da O’na aittir, ölüm
de. İlkbahar da O’na aittir, sonbahar da.
Eğer bu dünyada gözümüz görüyor, aklımız
eriyor, elimiz tutuyor, ayağımız yürüyorsa, şu anda hayattaysak, bilelim ki bunu
bize Allah verdi. Allah’tandır bunlar. Yarın bunlar işe yaramaz bir hale
geleceklerse, bu da Allah’tandır. Çocukken âcizdik, küçüktük, güçsüzdük, şimdi
büyüdük, güç kuvvet sahibi olduk. Eğer bütün bunlar Allah’tan değil de
kendimizden, bizden olsaydı, o zaman yaşlandıkça, ihtiyarladıkça daha güçlenmeli
değil miydik? Halbuki ihtiyarlayınca bunları kaybediyoruz, geriye sayma
başlıyor. Yaratılış geriye dönüyor sanki. Başta yok idi, sonunda da yine yok
oluyor her şey. Başta Allah vermişti, sonunda da O alıveriyor verdiklerini. Tüm
otlar, bitkiler, ağaçlar gibi. Demek ki bütün bunlar bizden değil, O verdi bütün
bunları. Madem ki gücümüz, imkânlarımız Allah’tan, öyleyse bütün bu sahip
olduklarımızı onları bize veren Allah yolunda kullanmak
zorundayız.
Hâlâ anlamayacak mısınız? Hâlâ akl
etmeyecek misiniz? Akıllarınızı kullanmayacak mısınız? Hâlâ hayatınızın içinde
olan, bizzat kendi bedenlerinizde işleyen Rabbinizin bu yasalarını görmezden
gelmeye devam mı edeceksiniz? Bütün bunları hak olan bir kitaptan öğrenip Hak
olan Rabbinize kulluğa yönelmeyecek misiniz? Evet bütün bunları Rabbimizin bu
kitabından öğreneceğiz. O kitabın pratiği olan, tebyîni olan Rasulullah
Efendimizin sözlerinden öğreneceğiz. Çünkü:
69. “Biz Muhammed’e şiir öğretmedik,
zaten ona gerekmezdi. Bu bir öğüt ve apaçık Kur’an’dır.”
Bu söylenenleri, bu
âyetleri, bu kitabı bir şiir sanmayın. Biz elçimize asla şiir öğretmedik. Size
bu âyetleri okuyan peygamberimi sakın şair zannetmeyin. Peygambere şiir
yakışmaz. Ne bu risalet bir şairlik, ne de bu kitabın âyetleri bir şiirdir. Bu
kitap Kur’an’dır ve zikirdir. Kur’an’dır o. Okunaktır, okunandır, sürekli
okunması gerekendir, elden düşürülmemesi, kafadan ırak tutulmaması gereken bir
okunaktır.
Ya da Kur’an “karane” kökünden gelir ki,
o zaman da âyetleri birbiriyle bütünleşen, birbirini tamamlayan, birbiriyle asla
bir tenâkuz, bir çelişki bulunmayan bir kitaptır.
Bir zikirdir bu kitap. Zikra’dır.
Sürekli hatırda canlı tutulması gereken, zikredilmesi gereken bir kitaptır.
Okunması gereken bir kitaptır. Bir de Mübîn olan bir Kur’an’dır bu. Yâni
anlaşılır olan, apaçık olan, anlaşılması gereken bir kitap. Anlamadan
okunulmaması gereken bir kitap. Bu kitap asla bir şiir değildir. Çünkü şiirle
zikir birbirine zıt şeylerdir. Şiir, şeytanların vesveseleridir. Şiir sezmeye
çalışmaktır, sezgidir, sezgi ve hayal ürünüdür. Şiir, şeytanın vesveselerini
sezmeye çalışmak ve onları aktarmaktır. Şair, sezgici demektir. Şair, şeytanın
vesveselerini şiirle seslendiren kişidir.
Şuarâ sûresinde Rabbimiz, “şairlere
azgınlar uyar,” buyurmaktadır. Öyleyse peygambere böyle bir şey asla yaraşmaz.
Peygamberin okuduğu Kur’an zikirdir.
Kur’an bir hayat
programıdır. Çünkü Kur’an’ın âyetleri birbiriyle bütünleşen, birbirini
tamamlayan, birbiriyle âhenkli bir bütünlük arze-der. Kur’an, şeytanî vesveseler
gibi her biri diğerine zıt olan, birbiriyle çelişen kuruntular değildir. O halde
ey insanlar, şeytanî vesveseleri bırakın da, şeytanın okuduğu karmakarışık
düzmece şeyleri terk edin de, Allah’ın kitabına yönelin.
Rasulullah Efendimize onu
peygamber kabul etmemek için, peygamber olmasın, bizim hayatımıza karışmasın,
bize Allah’tan vahiy getirmesin de ne olursa olsun diyerek ona şair dediler,
kahin dediler… Ama bu dediklerine kendileri de inanmadılar. Kitabımızın öteki
âyetlerinde bu konuda epey bir şeyler söylediğimiz için bu kadarla ik-tifâ
ediyoruz. Bakın bu zikrin, bu kitabın gelişinin hikmetini de, bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz şöyle ortaya koyuyor:
70. “Diri olan kimseyi uyarsın ve
verilen söz de inkârcıların aleyhine çıksın.”
Diri olanları
uyarır bu kitap. Dirileri uyarmak için gelmiştir bu Kur’an, sûrenin başında
ifade ettiğim gibi ölüleri, kabirdekileri değil. Kâfirler üzerinde azap sözü hak
olsun, azap hükmü kesinleşip tescil edilsin diye gelmiştir bu kitap. Kâfirler
hakkında azabın vacip olması için gelmiştir.
Bu kitap kendilerinde hayat
emaresi olan, düşünen, tefekkür edebilen, dirilik taşıyan kimseleri uyarırmış.
Fıtratlarını diri tutan insanları uyarırmış. Kendilerinde hayat eseri kalmamış,
ölmüş, şeytanî vesveselerle, hevâ ve hevesleriyle kendilerini kaybetmiş, devinim
özellikleri kalmamış kimseler, bu kitabın uyarısından istifâde edemeyeceklerdir.
Diri olan, devinen, düşünen, hareket eden, kalbini, gözünü, kulağını kullanan
kimseler bu kitabın uyarılarından istifâde edeceklerdir. Gözlerini kapatan, kör
kesilen, kulaklarını kapatan, sağır kesilen, kalplerini kullanmayan, duvar
kesilen, aklını kullanmayan, hayvan kesilen kişi ölmüştür ve kâfirler ölmeden
önce ölmüş kimselerdir.
Evet, mü’min diridir, onun zıddı olan
kâfir de ölüdür. Küfür, ölü yaşamak demektir. Çünkü düşünemeyenler, akıl
edemeyenler, duya-mayanlar, göremeyenler, hissedemeyenler ölü demektir. Kâfirler
kendi kendilerini ölü hale getirmişlerdir.
Öyleyse diriler olmalıyız,
kendimizi diriltmeliyiz ki, bu kitap bizi uyarsın. Diriliği de tabii bu kitapla
elde edeceğiz. Yâni bu kitap hem diriltendir, hem de o dirilttiklerini
uyarandır. Yâni Kur’an’la dirilen kişinin sürekli Kur’an’la uyarılmaya ihtiyacı
vardır. Kur’an’la dirilenin, yine Kur’an’la sulanarak, Kur’an’la beslenerek
diriliğini, canlılığını koruması gerekmektedir. Çünkü insan bu kitapla
sulamadığı sürece, bu kitaptan uzak kaldığı sürece her zaman sağırlaşmaya,
körleşmeye, duygusuzlaşmaya ve ölüme doğru gitmektedir. Ruhen ve manen ölüme
doğru gitmektedir.
Şunu hiç bir zaman
unutmayacağız ki, bu kitabı ölülere değil, dirilere okuyacağız. Kabirdekilere
değil, hayattakilere okuyacağız. He-nüz ölmedik diye önce kendimize, sonra da
ölmemiş dışımızdakilere okuyacağız bu kitabı. Allah yardımcımız
olsun.
71,72,73. “Kudretimizle kendileri için hayvanlar yarattığımızı görmezler
mi? Onlara sahip olmaktadırlar. Onları kendilerinin buyruğuna verdik; bindikleri
de, etini yedikleri de vardır. Onlarda daha nice faydalar, içilecekler vardır.
Şükretmezler mi?”
Bu gafiller bir de
şunu görmüyorlar mı? Allah’ın kulu kölesi olunacak tek Rab ve İlâh oluşu
konusunda hiç düşünmüyorlar mı ki Biz kendileri için ellerimizin yaptığı
şeylerden, yâni hiçbir dış sanatın katkısı olmayıp, doğrudan doğruya kendimizin
yaratıp ortaya koyduğu nîmetlerden en’âmı, yumuşak, zelûl hayvanları yarattık.
Bizzat Biz yarattık, kendi elimizle yarattık.
En’âm, davarlar, sığırlar, koyunlar,
keçiler, erkeği ve dişisiyle nice varlıklar lütfetmişiz onlara. İşte onlara
sahip oluyorsunuz, kullanıyor, istifade ediyorsunuz. Bu davarları onlar için
yarattık, onlar için zelûl kıldık ve onların mülkiyetlerine verdik. Onlar bunu
yapabilirler miydi? Yaratabilirler miydi bunları? Sahip olabilirler miydi
bunlara? Hayat veren de, hayatlarını sürdürmeleri için bu imkânlarını lütfeden
de Biz değil miyiz? O hayvanları onlar için zelûl kılan, uysal bir biçimde
onlara boyun büktüren de Biziz. Biniyorlar o hayvanlara, etlerini yiyorlar,
değişik menfaatlerinden istifâde ediyorlar. Yeme ve içme konusunda da
yararlanıyorlar.
“Hâlâ şükretmeyecek misiniz? Hâlâ
Rabbinizin lütfettiği bu nîmetleri O’nun yolunda, O’na kulluk yolunda
kullanmayacak mısınız? Bütün bu nîmetlerin hakkını vermeyecek misiniz?
Akıllarınızı başlarınıza alıp ta, “ya Rab, sen bütün bunları sana isyan edeyim
diye vermedin, karşı geleyim diye vermedin, seni memnun edeyim diye verdin
demeye yanaşmayacak mısınız? Bunu anlamayacak mısınız?” diyor Rabbimiz. Bir
düşünsenize bir deve bir çocuğa teslim olacak, boyun bükecek, o çocuğun sırtına
binmesine izin verecek. Allah izin vermeseydi, Allah o deveyi bizim için zelûl
kılmasaydı olur muydu bu?
Şu anda altınızdaki bindiğiniz araba da,
gemiler de hepsi böyle değil midir? Onların yasasını koyan ve size âmâde kılan
da Allah değil midir? Bu binitlere binince okuyacağımız dua da bunu anlatıyordu
değil mi? Bütün bu Allah vergilerini O’na kulluk ta değil de, böyle hep isyanda
mı kullanacaksınız? Nedir sizin bu haliniz böyle? Bakın dikkat edin, alıverir
elinizden bütün bu verdiklerini? Almıyor mu? Sonunda kime kalıyor bütün bunlar?
Hasta yatağındakiler biraz daha iyi anlıyorlar bunu değil mi? Ölüm
döşeğindekiler biraz daha net anlıyor-lar. Cenazeden sonra herkes unutuyor, ne
büyük gaflet.
Öyleyse sonunda mirası Allah’a kalacak
olan bu nîmetleri ne diye kendinizin zannediyor da gaflet ediyorsunuz? “Hakkıyla
şükreden kullarımız azdır,” buyurur Rabbimiz kitabımızın başka bir âyetinde.
Peki insanların azı şükretmiş de, çoğu ne yapmış?
74, 75. “Allah’ı bırakıp da,
kendilerine yardımı dokunur diye, başka tanrılar edindiler. Oysa onlar yardım
edemezler, ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet
beklerler.”
İnsanlardan
kimileri, Allah’a şükretmeleri gerekirken tuttular, O’ndan başka, O’nun
berisinde sahte İlâhlar, yapay tanrılar buldular da onlara kulluk yapmaya
başladılar. Böylece kendilerine yardım olunur diye. Onların yardımlarını görürüz
umuduyla. Nîmetleri Allah’tan aldılar, hayatlarını Allah’tan aldılar,
hayvanlarını, yiyip içtiklerini Allah-tan aldılar da, Allah’tan başkalarına
şükrettiler, teşekkür ettiler. Nîmetlerin sahibini unuttular da, O’nun berisinde
kendilerine yardım edeceklerine inandıkları tanrılar buldular. Biz Allah kuluyuz
demediler de biz emir kuluyuz dediler. Allah’tan başka kendilerine tapacakları,
itaat edecekleri, sözünü dinleyecekleri, yasalarını uygulayıp arzularını yerine
getirecekleri ilâhlar edindiler. Kendilerine bir yardımları dokunur diye.
Dikkat ederseniz, Rabbimizin beyanına
göre bu müşriklerin böyle yapmalarının altında yatan sebep, menfaat duygusudur.
Ücret bekleme mantığı onları Allah’tan başkalarını İlâh kabul etmeye
götürmüştür. Hani Allah’ı bırakıp da Firavun’u ilâh edinen sihirbazlar da öyle
diyorlardı değil mi? “Ey Firavun, şimdi biz senin safında Hz. Musâ’yı (a.s)
yenersek bize bir ücret, bir mükâfat var mı?” diyorlardı. Evet kâfirler,
müşrikler hep böyledirler. Nerede bir menfaatleri varsa, kimden bir menfaat
gelecekse, onu İlâh bilirler, onu büyütürler, onu yüceltirler, sen büyüksün
derler; sen yaparsın derler, senin dediğin yapılır derler, senin buyruğun
buyruktur, senin yasaların yasadır, sana itaat boynumuzun borcudur
derler.
Bizim de şu anda Allah
berisinde İlâhlarımız var mı? Allah için şöyle bir düşünelim. Meselâ şu kitaba
zaman ayırmayı hangi Müslüman istemez? Elbette tüm Müslümanlar bu kitabı okuyup
iyi bir Müslüman olmayı ister. Peki niye yapmıyorlar ya bunu? Niye zamanları
kalmıyor buna? Galiba tam bunu yapacaklarında tutkunu oldukları, yardımını
umdukları bir şeyin varlığı, bir İlâhın, İlâhenin varlığı onlara engel
oluveriyor. Herkes nelerin tutkunu olduğunu iyi bir düşünsün.
İlâh, bu anlama gelir. İlâh,
kişinin kendisine itaat ettiği, sözünü dinlediği, arzularını, yasalarını
gerçekleştirdiği varlık demektir. İlâh, kendisine kul-köle olunan varlık
demektir. İlâh, hayatın her kademesinde hayata karışma yetkisine sahip, dediği
dedik olan varlık demektir. İnsanlar, sosyal hayatlarını belirleyecek İlâhlar,
ekonomik dünyalarında söz sahibi İlâhlar, kılık-kıyafet, hukuk ve siyasal
yapılarını ayarlayacak İlâhlar edindiler. O dediyse tamam, onu memnun etmek
zorundayım dedikleri İlâhlar buldular kendilerine. Bunlar ya insandır, ya
taştır, topraktır, ya bir gruptur, ya atalardır ki, bunların tamamı Allah’ın
dûnundadır, Allah’ın berisindedir. Bu İlâhlardan yardımlar umdular, beklediler.
Halbuki Allah’ı bırakıp ta O’nun dûnunda edindikleri o İlâhlar onlara nasıl
yardım edebilecekler? Onların buna asla güçleri yet-mez. Lâkin onlar tanrılarına
gönüllü ordulardır, diyor Rabbimiz. Tanrılarına gönüllü nöbetçilerdir. Yâni
onlar tanrılarına gönüllü asker, tanrıları da onlara gönüllü nöbetçidir. İki
taraf ta birbirine ordudur.
Bırakın o putlarının,
tanrılarının, Allah berisinde kendilerine sı-ğındıkları varlıkların kendilerini
korumalarını, aksine onlar onlara gönüllü ordudurlar, diyor Rabbimiz. Aslında
korunmaya muhtaç olanlar koruyanlardan daha zayıftır.
İstiaze, sığınma demektir.
Güçsüzün, zayıfın, korunmaya muhtaç olanın güçlüye, koruyucuya sığınması
demektir. İslâm inancında güçsüz olan mü’minin, güçlü olan Rabbine sığınmasına
istiaze denir. İstiazenin üç öğesi vardır: Sığınan, kendisine sığınılan ve
sığınma konusu. Sığınan kuldur, sığınılan Allah’tır, sığınma konusu da korkulan
her şeydir. Korktuğu bir şeyden Rabbine sığınan kişi, Rab-binin sığındığı o
varlığa karşı her zaman güç yetirebileceğine ve kendisini onun şerrinden
koruyabileceğine inanmıştır. Müslümanın inancında kendisine sığındığı Allah
herkesten ve her şeyden güçlüdür. Mutlak güç ve kudret sahibidir. Onun içindir
ki sığınılan Allah, sığınan da kuldur. Koruyan Allah, korunan da kuldur. Ama
küfür ve şirk inancında bu tamamen ters işlemektedir. Küfür ve şirk anlayışında
sığınan tanrılar, sığınılan da kullardır. Koruyan kullar, korunan da tanrılar,
putlardır. Yâni kulları tanrılar değil de tanrıları kullar korumaktadır.
İşte görüyoruz, adamlar bir düzen
kuruyorlar, bir put dikiyorlar, ona tapınıyorlar, ama o düzen, o put, bırakın
kullarını korumayı, kendisini bile korumaktan âciz olduğu için onu kulları
korumaktadır. İşte koruma kanunları çıkarıyorlar, aman sahip çıkalım, aman
yıktırmayalım, diye çırpınıyorlar. Bu tanrılarınız sizi korumak şöyle dursun,
kendilerini bile korumaktan âcizse, niye tapınıyorsunuz onlara? Yok eğer
güçlüyse, birileri yıkacak diye bu telaşınız niye? İşte bu şirk mantığıdır ve
onlar tanrılarına, putlarına gönüllü ordulardır, diyor
Rabbimiz.
Hac sûresinin 73. âyetinin
beyanına göre, adamlar put yapıyorlar, ona tapınıyorlar ve onu korumak için de
put hanelerin kapılarını sıkı sıkı kilitliyorlar. Nihâyet kapının anahtar
deliğinden giren bir sinek, o putlara kullar tarafından sürülen bir tatlı
parçası koparıp kaçıyor. Rabbimiz buyuruyor ki, bakın ki o putlar kendi
vücutlarından sineğin bir parça koparmasına bile engel olamıyorlar. Koparan da
âciz, koparılan da. Tapınan da âciz, tapınılan da… İşte şirk mantığı... Kendini
bile korumaktan âciz, kullarının korumasına muhtaç bir puta tapınıyor
zavallılar. Tanrılarına gönüllü nöbetçidir bu akılsızlar. Tanrıları kendilerini
korumuyor da, kendileri tanrılarını korumaya çalışıyorlar. Zaten onlar gönüllü
ordu olmasalar, onlar gönüllü askerlik yapıp tanrılarını korumasalar o
tanrıların ayakta durmaları asla mümkün olmayacaktır. Öyle değil
mi?
İşte görüyoruz dün de, bugün
de Allah berisinde kendilerine tapınılan, arzuları yerine getirilip yasaları
uygulanan tüm sahte İlâhlar kullarını korumak, kullarını doyurmak şöyle dursun,
hepsi de kullarından beslenmek ve kullarından korunma talep etmek
durumundadırlar. “Ey kullarım, aman bana sahip çıkın, aman beni koruyun, aman
beni destekleyin, aman beni yıktırmayın, aman beni gündemde tutun,” diye
kullarına yalvarmaktadırlar. Allah yerine ikâme edilen hiçbir Firavun
kullarından vergi almadıkça, kullarından destek görmedikçe ayakta duramaz.
Hiçbir put kullarından kendisine bir mozole istemedikçe, bir piramit istemedikçe
asla tapınılmaya değer görülemez. Hiçbir sistem kullarından oy, yâni kabul
istemedikçe yaşayamaz. Hiçbir âdet, hiçbir töre, hiçbir moda bağlılarından talep
görmedikçe ayakta duramaz.
Demek ki, Allah berisinde İlâh kabul
edilenlerin tamamı kullarına muhtaçtır. Ama Allah böyle değildir. O, kullarının
tümünü koruyan, kendisi korunmaya ihtiyacı olmayandır. Tüm kullarını
rızıklandırıp doyuran, ama kullarının besleme ihtiyacını duymayandır. İşte küfür
ve şirk anlayışlarıyla İslâm inanışının temel farklılığı…
Mü’min sadece Allah’a
inanır, sadece Allah’ı Rab bilir, sadece Allah’a sığınır. Çünkü koruyan
Allah’tır, kendisine sığınılacak tek varlık Allah’tır. Tüm varlıklar O’nun
velâyeti altındadır. Tüm varlıklar O’-nun hıfz-u emânındadır. Öyleyse bizler
Allah’tan başka İlâhlar kabul etmeyeceğiz. Burada şunu da söyleyelim tabii: Bir
varlığın İlâh kabul edilebilmesi için o varlığın zatının, kendisinin bilinmesi,
tanınması ge-rektiği gibi, o varlığın sözlerinin, emirlerinin, talimatlarının,
yasalarının, buyruklarının da bilinmesi şarttır. Tanınmayan, bilinmeyen bir
varlığın İlâh edinilmesi mümkün olmadığı gibi, arzuları, istekleri, buyrukları,
emirleri ve yasakları bilinmeyen bir varlığın İlâh kabul edilmesi de mümkün
değildir. Öyleyse eğer bizler Rabbimizi tanır, Rabbimizin ki-tabını çok ciddi
okuyarak, emir ve yasaklarını, buyruklarını tanırsak, o zaman O’nu İlâh kabul
etme imkânımız olacaktır.
76. “Ey Muhammed! Bunların sözü seni
üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da şüphesiz
biliriz.”
“Öyleyse ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, sakın ha sakın kâfirlerin,
müşriklerin, bu ne yaptığını, ne dediğini bilmez insanların boş sözleri, boş
lakırdıları, densizlikleri sizi üzmesin.” Bu densizlerin densizlikleri, bir
dönem Rasulullah Efendimizi üzüyordu. Onlar için hak söyleyen ve onların
hayırlarını isteyen bir peygamberdi çünkü o. Rabbimiz onu teselli ederek
buyuruyor ki, “peygamberim onlar ne derlerse desinler sen üzülme, sen takma
kafana. Çünkü biz onların esrârını da, ilânını da bilmekteyiz. Siz üzülmeyin,
biz onların içlerini de, içlerinde gizlediklerini de, dışlarından açığa
vurduklarını da bilmekteyiz. Biz onların açıktan açığa size karşı kurdukları
komplolarını da, propagandalarını da, gizli gizli mahfillerde sizin için
hazırladıkları planlarını da biliyoruz. Sizi onlardan haberdar edeceğimizden ve
koruyacağımızdan hiç mi hiç endişeniz olmasın. Onlar size karşı türlü komplolar
hazırlayacaklar, tuzaklar kuracaklar, gizli açık düşmanlıklar düşünecekler, ama
unutmayın ki onların ipleri elinde olan Benim ve sizi Ben koruyacağım. Sizin
desteğinizde Ben varım ve Ben onlara yeterim buyurarak mü’minlerin yardımında
olduğu müjdesini veriyor Rabbimiz. Bizler de bugün ciddi bir biçimde bu kitabı
insanlara duyurmaya başlayınca, insanlar bize bir şeyler diyeceklerdir.
Desinler. Unutmayalım ki bizim desteğimizdedir Allah. Tüm peygamberler Allah
yardımına böyle ulaşmamışlar mıdır? Öyleyse biz de bıkıp usanmadan kulluğumuza
devam etmeliyiz.
77,78. “İnsan kendisini bir nutfeden
yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını
unutur da: “Çürümüş kemikleri kim yaratacak” diyerek, Bize misal vermeye
kalkar?”
Evet şu insan, şu
nankör insan bizim kendisini bir damla meniden yarattığımızı bilmiyor mu ki,
bizim karşımızda bir hasım, bir tartışmacı, çeneli bir lafazan kesilip, bir
muârız kesilip düşman olarak çıkıverdi. Bizim karşımızda, yaratıcısı karşısında
yaratılışına bakmadan, aslının bir damla sudan olduğunu düşünmeden kendisini bir
şey zannederek deliller üretmeye, Bizim dinimize, Bizim âyetlerimize, Bizim
yasalarımıza, Bizim sistemimize alternatifler getirmeye çalışıyor. Nankör insan
kendi yaratılışını unuttu da, Allah karşısında Allah’ın âyetleriyle mücâdeleye
tutuşuyor.
İnsan geçmişini nasıl da unutuyor! Bir
vakitler hiçbir şey değildi. Bir damla su. Allah onu insan haline getirdiği
halde tutuyor kendi yaratılışını unutuyor da şöyle diyor: Şimdi şu çürümüş
kemikleri kim diriltecek? Bununla bize bir örnek vermeye kalkışıyor. Bize karşı
laf çarpıtıyor. “Şu çürümüş, şu un ufak olmuş kemikleri bu hale geldikten sonra
kim diriltebilecek? Kimin gücü yeter buna? Olacak şey mi bu?” demeye kalkışıyor.
Öldükten sonra yeniden dirilişi reddetmeye çalışıyor. Ciddi bir düşman kesilmiş
de sanki Allah’ı, Kur’an’ı susturmaya çalışıyor. İnsanların inançlarını
karıştırmaya çalışıyor.
Bu nankör insan neden
yaratıldığına bakmıyor mu? Hor, hakir bir damla sudan yaratıldığını bilmiyor mu
bu nankör insan? Nasıl da unutuyor ana rahmine atılmış bir damla sudan
yaratıldığını? Eline değdiği zaman, elbisesine bulaştığı zaman yıkama lüzumu
duyacağı bir damla meniden meydana gelmedi mi? Ananın ve babanın mâlum
yerlerinden çıkan bir damla nutfeden, bir damla meniden yaratıldığını ne çabuk
unutuyor bu insan da, kendisini bir şey zannedip Rabbine kafa tutmaya
kalkışıyor? Neyine güveniyor da Allah karşısında bilgi iddiasında bulunuyor,
Allah’a delil getirmeye kalkışıyor? Halbuki ana rahminde bir damla sudan meydana
getirildiğini bir düşünse, kendini anlamaktan da öte, Rabbini de anlayacak ama
düşünmüyor. Bakın bu soruya cevabı Rabbimiz veriyor. Geçin o zırvaları demiyor
da, Rabbimiz rahmeti gereği yine cevap veriyor:
79. “Ey Muhammed! De ki: “Onları ilk
defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.”
“Peygamberim sen de ki: O
kemikleri ilk defa yoktan yaratıp var eden Allah, onları yeniden var etmeye,
yeniden diriltmeye kâdirdir. Gafil insan, şaşkın insan bir düşünmez misin? O
kemikler bir zamanlar var mıydı? Yoktu, Allah yaratmadı mı onları? Olmayan
şeylerin var edilişini değil de var olan şeylerin yeniden var edilmesini mi
problem ediyorsun? Haddini bilsen olmaz mı? Hem O Allah yaratmanın her çeşidini,
her türünü, her şeklini ve yaratıklarıyla alâkalı her şeyi bilmektedir. Böyle
bir Allah’ı nasıl yenmeye kalkışıyorsunuz?”
Yâni eline çürümüş kemikleri
alarak, bunlar bu hale geldikten sonra tekrar dirilecekler ha? Nasıl, nasıl?
Bizler toprak olduktan sonra tekrar diriltileceğiz ha? Bizler öldükten, toprak
bizim etlerimizi yiyip, kemiklerimizi çürüttükten sonra bir daha dirileceğiz ha?
Hayır hayır, bu kesinlikle mümkün değildir. Sen onu bizim külahımıza anlat
diyenlere de ki ey peygamberim, sizi ilk defa yaratan kimdi? İlk yaratılışları
neydi bu adamların? İlk defa nasıl yaratılmışlardı bu adamlar? Onları ilk defa
yaratan Allah ikinci defa yaratamaz mı? Nasıl düşünüyor bu adamlar? Toprak
olduktan sonra bir daha diriltilemeyeceklerini mi söylüyorlar? Çok mu hayret
edilecek bir şeydir bu? Çok mu zor Allah için böyle bir şey? Halbuki anamızın
babamızın yediği yeryüzünün değişik meyvelerinden oluşan meniden meydana
gelmedik mi bizler? Böylece bizi ilk defa topraktan toplayıp yaratan Allah
ölümümüzden sonra aynı topraktan tekrar toplayıp diriltmeye kâdir değil mi? İlk
yaratılışlarını hiç mi düşünmüyor bu adamlar? Onu dirilten öldürmeye, öldüren
diriltmeye kâdir değil mi? Yaratırken bir damla sudan yaratmaya kâdir de,
öldükten sonra onu yeniden yaratmaya kâdir değil mi? Onu beceren, bunu beceremez
mi? Bunlar Rabblerine küfreden, Rabblerini tanımayan, Allah’ın gücünden,
kudretinden, Allah’ın âyetlerinden habersiz olan insanlardır. Bunlar Rabblerini
örten, örtbas eden, Rabblerinin âyetleriyle ilgi kurmadan bir hayat yaşayan
kimselerdir.
Aslında öldükten sonra tekrar
dirileceklerini onlar da biliyorlar, ama hayat programlarının değişmesini
istemedikleri için bunu reddetmeye çalışıyorlar. Bir de bu dünyada yaptıklarının
yanlarına kâr kalmasını, hesabının sorulmamasını istedikleri için böyle
davranıyorlar.
Herhalde Hıristiyan ve
Yahudilerin, “Allah varlıkları altı günde yarattı ve yoruldu, dinlenmeye
çekildi,” derlerken dertleri de budur. Yâni tamam yaratan O’dur ama tekrarını
beceremeyecek demek is-tiyor hainler. Halbuki Rabbimiz kitabımızın başka bir
âyetinde, “Biz gökleri ve yeri altı günde yarattık ama Bize bir yorgunluk ta
isabet et-memiştir,” buyuruyor. Allah’ı Allah’ın tanıttığı gibi tanımayanlar,
kendi kafalarındaki bir Allah’ı anlamaya çalışıyorlar ve böylece kendilerine yol
aramaya çalışıyorlar. Onun sorgulamasından kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar.
İşte bakın bundan sonra bu yaratışına bir delil gösterecek
Rabbimiz.
80. “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş
yakarsınız.”
O tüm mahlukâtı ve
onların yaratılışlarını her çeşidiyle bilen Allah, size yeşil ağaçtan bir ateş
yaptı. Eğer sizler Allah’ın gücünü, kudretini öğrenmek istiyorsanız, Allah
kendisini nasıl tanıtıyor bunu bilmek istiyorsanız, buyurun işte yemyeşil
ağaçlara bakın. Onlar ateş oluyor ve siz onları yakıyorsunuz. Nasıl yanıyor bu
yeşil ağaçlar? Bunun yasasını kim koyuyor? Her ağaçta yanma özelliği vardır ama,
birbirine sürtülüp çakıldığı zaman sizin için ateş çıkaran yeşil ağacı sizin
hizmetinize sundu Rabbiniz. Merh ile Âfâr denen iki ağaçtan söz ediliyor. Çöl
ikliminde iki ağaç, görmedim, bilmedim. Birbirine sürttünüz mü hemen ateş
oluyormuş. Bakın buna sizin kafanız çalışmaz-ken, bu güce erişemezken size bunu
lütfeden de Allah’tır. Bırakın çö-le gitmeyi. İşte şu ağacın neresindedir ateş?
Nasıl oluyor bu iş? Duyularımızla algıladığımız her bir âyet insanlar üzerinde
düşünüp anlamak isterlerse âyettirler onlar. Değilse, ilgilenmeyenleri Allah’a
gö-türmez onlar. Kur’an âyetleri de böyledir. Üzerinde düşünüp kafa
yor-mayanları Allah’a götürmez onlar. Çünkü niceleri bu âyetlerle hidâyet
bulurlarken, niceleri sapıp sapıtmışlardır.
81. “Gökleri ve yeri yaratan,
kendilerinin benzerini yaratmaya kâdir olmaz mı? Elbette olur; çünkü O, yaratan
ve bilendir.”
“Şu gökleri ve
yerleri yaratan, buna güç yetiren Allah onlar yanında bir hiç mesabesinde olan
sizin gibileri yaratamaz mı? Ona gücü yeten Allah’ın buna gücü yetmez mi?
Hangisi zor? Şu uçsuz bucaksız semâvâtı, şu arzı yaratmak mı zor, yoksa sizin
gibileri mi? Haydi söyleyin bakalım,” diyor Rabbimiz. Yâni Allah kadar
kendisine, dinine güvenen kim var? Eğer biz de O’nun âyetleriyle hareket edersek
kendimize, yolumuza güvenimiz artacaktır. Evet, O’nun gücü her şeye yeter. Çünkü
her şeyi yaratan, Hallâk olan ve her şeyi bilen, tam bilen, eksiksiz bilen
O’dur. Ne yarattığını, neden yarattığını, yarattığının başına nelerin
geleceğini, ona nasıl bir din göndereceğini, onu nasıl hesaba çekeceğini
bilendir O Allah. Peki bunu nasıl mı becerir? Nasıl mı baş eder yarattıklarıyla?
Nasıl hakkından gelebilir bütün bunların mı diyorsunuz, bakın şöyleymiş:
82. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun
buyruğu sadece, o şeye “Ol” demektir hemen olur.”
O bir şey mi murad
etti mi? Ya yaratma konusunda, ya da ya-rattığının hayatının devamı konusunda
bir şeye mi karar verdi? O’nun emri bu konuda sadece “ol” demektir, o da
oluverir. Evet Rabbimiz her hangi bir şeyi yapacağında, yaratacağında sadece
emreder, o da oluverir. Emir O’na aittir. Sadece “ol” der, o da oluverir.
Şimdi düşünün, böyle “ol” deyince her
şeyi olduran bir Allah karşısında, nasıl bilgi iddiasında, güç iddiasında
bulunabilirsiniz? Böyle bir Allah karşısında nasıl delil getirmeye
kalkışabilirsiniz? Allah âyetleri, Allah yasaları karşısında nasıl alternatif
getirmeye cüret edebilirsiniz? Zaten mesele Allah’a böylece imandadır. Allah’a
böylece inandınız mı, her şey biter. Mü’minler de, Kâfirler de biliyorlar
Allah’ın gücünü, kudretini ama menfaat hesaplarıyla Allah’ı reddedip, O’nun
berisinde İlâhlar bulmaya çalışıyorlar. İç dünyalarında böylece bildikleri
Allah’ı dış dünyalarında reddetmeye çalışıyorlar.
83. “Her şeyin hükümranlığı elinde olan
ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir.”
O halde tesbih her
şeyin mülkü elinde olan, her şeyin hükümranlığına sahip olan, mülkünde dilediği
gibi tasarruf yetkisi elinde olan, şanı yüce Sübhan’a aittir. Allah Sübhan’dır.
Allah eksiksiz ve noksansızdır. Mülk elinde olandır O Allah. O’nu tesbih ederiz.
Tesbih sadece O’nun hakkıdır, dönüş de sadece O’nadır. O’na döneceğiz ve hesabı
O’na ödeyeceğiz. Yaşadıkları bu hayatın hesabını ödemek üzere insanlar O’nun
huzuruna gitmek istemeseler de, mecburen gideceklerdir.
İşte böyle bir Allah tesbih
edilir. Tesbih, Allah’ı Allah’ın kendisine ait haber verdiği mükemmel sıfatların
sahibi olarak kabul etmektir. Kitabında kendisini nasıl tanıtmışsa öylece kabul
ve iman demektir. Tesbih, Allah’ın tanıttıklarını, Allah’ın tanıttığı gibi
anlayıp iman etmek demektir. Namazı, orucu, haccı, tesettürü, hukuku, eğitimi,
ka-zanmayı, harcamayı, evlenmeyi, boşanmayı, hayatı, ölümü, kitabı, peygamberi
Allah nasıl tanıtmışsa öylece tanıyıp kabul etmektir. Yine tesbih sürekli
Allah’ı gündemde tutmak, gündeme almak demektir. Öyleyse bizler sürekli
Rabbimizi gündemde tutacak, sürekli O’nu konuşacak, O’nu anlatacak, konuşulması
gerekenin O olduğunu bileceğiz. Eğer sürekli Rabbimizi, Rabbimizin âyetlerini,
Rabbimizin emir ve yasaklarını gündemimizde tutarsak, biz de Rabbimizi tesbih
ediyoruz demektir.
Tabii Rabbimizin isimlerini,
Rabbimizin sıfatlarını sadece O’na vermek ve asla O’ndan başkalarına vermemek
zorundayız. Meselâ Rahmân olarak Rabbimizi tesbih ediyorsak, Rahmâniyet sıfatını
O’n-dan başkalarına vermemek ve O’nun Rahmâniyetine teslim olmak zo-rundayız.
O’nun bizim için açtığı rahmet kapısı olan kitabıyla diyalogumuzu kesmemek, yine
Rahmet olarak gönderdiği peygamberine tabi olmak zorundayız. Rezzak olarak
tesbih ediyorsak, O’ndan başkalarını Rezzak olarak görmemek ve rızkı sadece
O’ndan beklemek zorundayız. Alîm olarak tesbih ediyorsak, sadece O’nun ilmine
teslim olmak zorundayız. Rabb olarak tesbih ediyorsak, rubûbiyeti, kanun koyma,
yasa belirleme yetkisini O’ndan başkalarına vermemek ve sa-dece O’nun programını
izlemek zorundayız. Melik, Mâlik olarak tesbih ediyorsak, kendimizi mülk olarak
sadece O’na teslim etmek zorundayız.
İşte böylece Rabbimizi tesbih edeceğiz.
İfade ettiğim gibi Allah Sübhan’sa, Allah eksiksiz ve kusursuzsa, Allah tam ve
mükemmelse, elbette O’nun dini de, O’nun kitabı da, O’nun bizim adımıza
gönderdiği hayat programı da eksiksiz ve kusursuz olacaktır. O’nunkinden daha
güzelini aramayın. Eğitim adına Allah ne dedi? Aramayın daha güzelini. Kazanma
harcama adına ne dedi? Hukuk, ekonomi, kılık-kıyafet, hayat adına ne dedi?
Aramayın daha güzelini. Allah’ı böyle bilin. Değilse unutmayın ki, dönüşünüz
Onadır.
İşte biz de şu anda bir
kentte yaşıyoruz. Bize de Allah’ın elçileri gelmiştir, bize de Allah’ın kitabı
gelmiştir. Bizler de şu anda Allah’ın kitabı ve elçisiyle karşı karşıyayız.
Kitap aramızdadır, peygamberin yolu, peygamberin sünneti aramızdadır. Şu anda
tıpkı o gün olduğu gibi, Allah’ın âyetlerini gündemden düşürmeye, Allah’ın
elçilerini susturup onlara hayat hakkı tanımamaya sa’y edenler var.
Öyleyse haydi Sahib-i Yâsîn gibi, o
Allah eri yüce şehit gibi bizler de Allah’ın kitabına sahip çıkalım. Tıpkı o
yiğit gibi biz de Allah’ın elçisini müdafaa edelim. Kitabı ve sünneti öğrenerek,
kitabı ve sünneti kuşanarak toplumumuzu uyaralım. Kitaba ve peygambere kendimizi
siper edelim. Bunun kavgası içine girelim ki biz de onun gittiği cennete
gidelim. Bizim hesabımız da kolay olsun. Velhamdü lil-lahi Rabbil Âlemin.
Emeği geçen herkese çok teşekkürler Allah razı olsun. Böyle sitelerle gelişip genişlemek lazım internet üzerinde de.
YanıtlaSilAllah hocamıza rahmet etsin.okudum müstefid oldum.emeği geçenlerin Rabbim emeğini zayi etmesin. Zekeriya KOÇAK.
YanıtlaSilDEVELİ MÜFTÜSÜ