FÂTIR
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
35., Nüzûl sıralamasına göre 43., Mesânî kısmının birinci sûreler gru-bunun ilk
sûresi olan Fâtır sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
45’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Kitabımızın 35. sûresi olan Mekke
döneminin ortalarında, müşriklerin Rasulullah Efendimizi ve beraberindeki bir
avuç Müslü-manı yok etmek için her türlü zulme, her türlü şiddete başvurdukları,
Müslümanların çok zor günler yaşadıkları bir dönemde nâzil olmuş bir sûresiyle
karşı karşıyayız.
Adını ilk
kelimesinden almış, Mekke’de nâzil olmuş 45 âyetlik bir şeref âbidesine
misa fir olduk.
İnşallah bizleri şeref zirvelerine çıkaracak, bizi Rabbimizden gelen bilgilerle
bilgilendirecek bir sûreyi daha birlikte tanımaya çalışacağız. Mekke döneminin
ortalarında nâzil olmuş bir sûre.
Sûrenin
konularını genel olarak şöyle özetleyebiliriz: Rabbimiz bu sûresinde Resûl-i
Ekrem Efendimizin dâvetine karşı çıkan, var güçleriyle onu ve mesajını
reddetmeye çalışan Mekke müşriklerini
uyarmakta ve onlara rahmetinin, şefkatinin bir tezâhürü olarak âdeta bir
nasihatçi, bir öğretmen gibi seslenmektedir. Ey insanlar, ne oluyor size?
Neyiniz var? Size sizin hayrınız, sizin şerefiniz, sizin dünya ve ukba
kurtuluşunuz için gönderilmiş olan bu elçime karşı nasıl davranıyorsunuz? Kendi
menfaatinizi reddetmeye mi çalışıyorsunuz? Kendi cehenneminize mi sa’y
ediyorsunuz? O, tüm gücüyle sizi dünya ve âhiret saadetine çağırırken, siz ona
karşı insanlık dışı tavırlar takınıyorsunuz. Ama şunu kesin olarak bilin ki, siz
ona hiçbir şey yapamazsınız. Siz ne yaparsanız kendinize yaparsınız.
Vazgeçin bu
insanlık dışı davranışlarınızda da onun sözlerini bir kere dinlemeye çalışın.
Dinlemeden, kulak vermeden, anlamadan reddediyorsunuz. Onu bir dinleyin, sonra
da şu benim yarattığım kâinata bir bakın. Şu benim kurduğum kâinat nizamında
şirke yer var mı? Şu âyetlerimde şirke bir delil bulabiliyor musunuz? O
peygamber size bir gün gelip dirilecek ve yaşadığınız bu hayatın hesabını
vereceksiniz diyor. Şu kâinatta işleyen hadiseler onun dediğini ispatlamı-yorlar
mı? Her şey bir gün gelip ölmüyor mu? Ölenlerden geri gelen, haber getiren var
mı? Çevrenize hiç bakmıyor musunuz? Kış mevsimi ölümlerinden sonra tekrar
dirilttiğim varlıklar size bu konuda hiçbir şey anlatmıyor mu? Bu kâinatta her
şeyin kendi aslına rücû ettiğinin farkında değil misiniz? O halde ölümünüzden
sonra sizin tekrar dirilişiniz neden mümkün olmasın? Bu dünyada iyiliğin
kötülükten, hakkın bâtıldan, tertemiz şeylerin pis olanlardan daha güzel
olduğunu akıllarınız almıyor mu? Kötülerin, kötülük yapanların, zulmedenlerin bu
yaptıklarının yanlarına kâr kalması, hesabının sorulmaması sizce akıllıca bir
şey midir? İyilerin iyiliklerine karşı mükâfatlandırılıp, kötülerin de
kötülüklerine karşılık cezalandırılmaları daha aklî ve daha makul değil mi?
Eğer bu
akılsızca tavırlarınızı sürdürüp peygamberimin çağırdığı ilkelere kayıtsız
kalmaya devam ederseniz kesinlikle bilesiniz ki sonunda kaybedenler sizler
olacaksınız. Değilse benim elçime verebileceğiniz hiçbir zarar yoktur. Kılına
bile dokunamayacaksınız onun denilerek bir taraftan peygamber efendimize teselli
ve güç verilirken, diğer taraftan karşısındakilere tehditler oluşturulmaktadır.
Peygamberim, sen görevine devam et, sen hiçbir zaman bu adamların hidâyetinden
sorumlu değilsin. Sen sadece benin gönderdiklerimi duyurmakla, tebliğ etmekle
yükümlüsün buyurulmaktadır. Mü’minler için de imanlarını ve cesaretlerini
artırıcı beyanlarda bulunulmaktadır.
Allah'ın
insanlara sünneti, nimetleri, varlığının ve büyüklüğünün delillerine ait
tabiattan hatırlatıcı âyetler, küfredenlerle iman edenlerin karşılaştırılması,
şeytan, melekler, mü'minler için yeni bir ha-yat ve düzenin ilkeleri,
sıkıntıların sonu, âhiret, kozmoloji, yaratılış gibi hususları konu
edinmektedir. Sûrede varlık âleminin sırlarından, dış dünyadaki ibret alınacak
âyetlerden, sayısız nimet, hikmet ve yüceliklerden söz edilmekte, Allah'ın
varlığı ve birliğine delâlet eden işaretlerden misa ller
verilmektedir.
Sûre,
bütün insanları uyarmakta, inanca ve kurtuluşa ilişkin doğru bilgilenmeyi
sağlamaktadır. Allah, gökleri ve yeri yaratan, iki-üç türde kanatlı melekleri
elçiler kılandır. Buhâri ve Müslim'deki rivâyette, Hz. Peygamber'den, Cebrâil'in
altı yüz kanadı olduğu belirtilmiştir. An-cak melekler, gayba ait bir konudur ve
mâhiyetlerini sadece Allah bi-lir. Allah, her şeye kâdirdir. Bizler, sadece
onların Allah'ın uçan çeşitli kanatlara sahip hizmetçileri olduğunu
anlıyoruz.
Allah'ın
insanlara verdiği rahmeti hiçbir şey önleyemez. O, azizdir, hâkimdir. Dilediği
gibi açar, kapatır, kısaltır, uzatır. O, her an dilediği gibi yaratır,
yarattığını artırır. O, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir. O'nun sayısız
nimetlerine bakın da, sizi kimin yarattığını görün. Allah'ın nimetleri
alabildiğine meydandâdır. İnsanlar, bu nimetleri her an görüyor, hissediyorlar
fakat, basiretleri bağlananlar, artık bunları göremiyor, bile bile nankörlük
ediyorlar. Allah'ı gereği gibi de-ğerlendiremiyorlar. İnsan, bu yüzden çok
zâlim, çok câhil, çok nankördür. Dünya hayatı aldatıcıdır. Şeytan da Allah'ın
affına güvendirerek aldatır. Yâni şeytan, (ve şeytanın insanları), insanlara
"Allah yoktur veya Allah'ın bu dünya ile ilgisi yoktur yahut Allah vardır ama,
vahiy ve risa let
uydurmadır..." gibi hileli akıl yürütmelerde bulunurlar. Veya "Allah, çok
affedicidir; ne yaparsanız, yapın, affeder" derler ve İslâm'ın davetine
aldırmazlar. Halbuki Allah'ın vaadi haktır. Şeytan bir düşmandır; öyleyken, siz
de onu düşman görün. İnananlara mağfiret ve büyük mükâfat var, inkârcılara da
azap... Kötü işi kendisine güzel gösterilip de, onu güzel gören kimse, kötülüğü
hiç işlemeyene benzer mi? Helâk ve hüsran içinde, nefsini beğenip gurura
kapılarak, kendini her zaman emin sanmakla en büyük tehlikeye sürüklenen
sapıkların alnına dalâlet mührü vurulmuştur. O yüzden onlara üzülmek
gereksizdir. Çünkü Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir. Onlar için
kötülük doğaldır, fıtratları bozulmuştur buyrulur.
Sûrede
peygamber efendimize ve onun şahsında biz müslü-manlara bir teselli ve uyarı
yapılmaktadır. Hakkı yalanlayanlara üzülme, nasıl olsa Allah, onların hal ve
gidişini biliyor. Hidâyet ve dalâlet Allah'ın elindedir (Ey, Resulüm!), eğer
seni yalanlıyorlarsa, senden önceki peygamberler de yalanlanmıştır. Bütün işler
Allah'a döndürülür.
Allah,
rüzgârları gönderir, onlar da bulutlan kaldırır. Biz, bulutlan ölü bir yere
sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İşte, ölümden sonra dirilme
böyledir. İman etmek isteyen için deliller ortadadır, sapıtmak isteyen, açık
delillere rağmen sapıtır. Ancak gâfiller, âyetlerden yüz çevirirler. Onların
ibret alacakları akılları bile yoktur!
İzzet
ve kudret isteyen, bilsin ki, kudret, bütünüyle Allah'ındır. Güzel sözler O'na
yükselir, sâlih amel de güzel sözleri yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp
düzenleyenlere ise şiddetli bir azap vardır. Ve onların kurdukları tuzaklar hep
boşa çıkar...
Toplumların
câhiliye geleneğinin ileri gelenleri hep büyüklenmişler ve peygamberlerin
davetini hor görerek, kendilerinden izzet ve şerefin gideceği endişesiyle iman
etmemişlerdir. Halbuki, onların iman etmemekle zaten izzetleri kalmamıştır.
İnsanları zillete düşüren kendi hırs ve şehvetleriyle, korku ve boş
hayalleridir. Bunların üstüne çıkabilen, izzete kavuşmuş demektir. Ve onu hiç
kimse zelil edemez. İzzet, Allah'ın önünde korkuyla, haşyet ve takva üzere
bulunmak, her hâlükârda O'nu anmaktır. Bâtıl sözle, hak sözü susturmak
isteyenler, hiçbir zaman başarı kazanamamışlardır.
Sûre,
Allah'ın ilmi, hikmeti ve yüceliğine dair misa llerle
devam eder:
Allah,
sizi topraktan yarattı, sonra bir damla sudan. Sonra da sizi çift çift kıldı.
O'nun bilgisi olmadan, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene ömür
verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır.
Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır.
İki
deniz bir değildir. Şu; tatlıdır, susuzluğu keser ve içimi kolaydır. Şu da tuzlu
ve açıdır. Ancak her birinden taze et yersiniz ve ta-kınmakta olduğunuz süs
eşyalarını çıkarırsınız. O'nun fazlından aramanız ve umulur ki şükretmeniz için
gemilerin denizde suları yara ya-ra akıp gittiğini
görürsün.
İnsanın
topraktan, sonra nutfeden çift yaratılıp, hiçbir dişinin O'nu bilgisi olmaksızın
gebe kalmadığı ve doğurmadığı, ömürlerin sü-resinin bir kitapta yazıldığı, tatlı
ve acı sularıyla iki deniz, suları yararak ilerleyen gemi. Gece ile gündüzün
ardarda gelmesi, güneş ve ayın belirli bir süreye kadar akıp gitmeleri, hep
Allah'ın düzenleridir. İşte, bunları yaratıp düzene koyan Allah'tır. Sizin
ilahlarınız ise, bir çekirdeğin incecik zarını bile yaratamaz; onlar,
dualarınızı işitmezler, işitmiş olsalar bile cevap veremezler. Kıyamete, onlar,
sizi tanımazlar.
İnsanlar
Allah'a muhtaçtır, Allah ise Ganidir (her şeye sahip, hiçbir şeye muhtaç değil),
Hamiddir (övülmeye lâyıktır). O dilerse, sizi yok eder, yerlerinize yepyeni
insanlar yaratır, bu onun için zor değildir. O halde küfre
düşmeyin.
Herkes
kendi günâhlarından sorumludur. Kimse kimseye "dininden vazgeç, günâhına ben
kefilim" diyemez. Kıyamette herkes bir-birinden kaçacaktır. Ancak sonuç
itibariyle herkes aynı olmayacaktır. Körle gören; karanlıkla aydınlık; gölgeyle
sıcaklık; dirilerle ölüler bir değildir. Mü'minle kâfir de bir olamaz. Peygamber
ancak tebliğ eder, gaybla korkutur korkanlar da namaz kılanlar, nefislerini
tutanlardır. Her ümmet, geçmişte aynı durumları yaşamıştır, sizler de farklı
değilsiniz. Hakkı inkâr edenleri Allah nasıl helâk etmiş, yeryüzünde onlardan
kalanlara bakın da ibret alın. Acıklı bir şekilde mahvolanlara her zaman mutlaka
bir uyarıcı gelmiştir, ancak onlar, O'nu reddetmişlerdir.
Allah,
gökyüzünden su indirir; o suyla renk renk meyveler çıkar. Sayısız varlıklar
yaratmıştır. Aynı toprak ve sudan farklı, çeşit çe-şit, değişik tat ve
biçimlerde meyvelerin çıkışının anlamını hiç düşün-müyor musunuz? Bu muazzam
düzenin arkasında kim var? Hiç ak-letmiyor musunuz? Dağlardan beyaz, kırmızı,
siyah çeşitli madenler çıkar. İnsanların renkleri çeşitlidir; diğer canlıların
ve hayvanlarında. İşte, kulları içinde Allah'tan ancak âlim olanlar korkar.
Allah'ın hikmetine, Kahhârlığına ve Cebbarlığına ne kadar vakıf olmuşsa, O'ndan
öylece korkulur. Allah'ın en yüce sıfatlarını bilmeyen câhildir. Alim,
Al-lah'tan çok korkan demektir. Allah, çok bağışlayıcıdır. Zâlimlere bile mühlet
verir, hemen yok etmez. Allah'ın kitabını okuyup, dosdoğru namaz kılanlar ve
rızıklarından infak edenler, öyle bir ticâret yapmışlardır ki, Allah, kesinlikle
onları zarara uğratmaz, üstelik ecirlerine noksansız karşılık verdiği gibi,
ayrıca kendi fazlından da artırır. O, çok affedici, amelleri takdir
edendir.
Kur'an-ı
Kerîm, öncekileri doğrulayıcıdır. Ve Vahiy, gerçeğin ta kendisidir. Allah'ın
büyük fazlı iyilik için çalışanlara ve birbirleriyle iyilikte yarışanlaradır.
Bunlar, cennete gireceklerdir. Allah, müslümanlar hakkında şu buyruklarıyla
bilgi vermektedir:
"Sonra
da Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi
nefsine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır.
İşte bu büyük fazlın kendisidir. Adn cennetleri onlarındır, oraya girerler,
orada, altından bileziklerle ve zin-cirlerle süslenirler. Orada, onların
elbiseleri de ipektir. Derler ki: Bizden hüznü giderip, yok eden Allah'a hamd
olsun. şüphesiz Rabbimiz gerçekten bağışlayıcıdır. Çünkü kabûl edendir" (32-34)
Onlara orada bir yorgunluk ve bıkkınlık yoktur.
Sûrede
müslümanların üç grup oldukları anlatılır:
1-
Kendi nefislerine zulmedenler: İman etmiş, ama günâhkârdırlar. İmanları
zayıftır, dini uygulamada zaafları vardır.
2-
Orta yoldakiler: İman ile ameli orta yolda gerçekleştirmeye çalışanlardır. Ancak
tam manasıyla teslim olmamışlardır; gevşektirler.
3-
Sadece iyilik yapanlar: Bunlar, muttakiler, kendilerini sonuna kadar Allah'a
teslim etmiş kimselerdir. İyilik için yaratılmışlardır. Kitaba tam manasıyla
varis olmuş, fedakâr insanlardır. Günâhlardan kaçarlar, tövbeleri
nasuhtur.
Müfessirler,
sadece son grubun mu cennete gireceği hakkında ihtilaf etmişlerdir. Zemahşerî ve
İmam er-Râzî, hayırlarda yarışanların Adn cennetine gireceğini söylerken,
çoğunluk ise hesaba çekilsin çe-kilmesin bu üç grubun cennete gireceği anlamını
çıkarmışlardır. Onlar, Resulullah'tan Ebu Derda (r.a.)'ın şu rivâyetini delil
göstermişlerdir:
"İyilikte
ileriye gidenler ve başarıya ulaşanlar, kendilerine hiç hesap sorulmadan
Cennet'e gireceklerdir. Orta yolu tutanlar, hesaba çekileceklerdir ama,
hesapları kolay olacaktır. Diğerleri, yani nefislerine zulmedenler ise hesabın
sonuna kadar bekletilecekler ve daha sonra Allah onlara rahmet edecektir.
Böylece onlar da cennete girecekler ve 'Bizi sıkıntıdan ve kederden kurtaran
Allah'a hamd olsun ' diyeceklerdir. "
Kâfirler
için de cehennem ateşi vardır. Zira onlar nankördürler. Cehennemde onlar şöyle
çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızı bırakıp salih ameller
işleyelim." Allah, buyurur: Size dünyada öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği
kadar ömür vermedik mi? Hem size uyaran da gelmişti. Ama siz inkâr ettiniz.
Öyleyse tadın azabı, artık zâlimlere kurtuluş yok...
Resulullah'tan
(s.a.s.): "Şayet bir kimse kısa bir ömür yaşamışsa, onun için küçük bir özür söz
konusudur. Ancak altmış yıl ve daha fazla yasamışsa, artık onun için hiçbir özür
ileri sürme imkanı yoktur.'' hadisi rivâyet edilmiştir.
Sûrenin
sonuç bölümünde ise, Allah Teâlâ, şu açık hidâyetini
bildirmiştir:
Allah,
şüphesiz göklerin ve yerin gaybını bilendir. Gerçekten o sinelerin özündekini
bilir. Yeryüzünde sizi halifeler kılan O'dur. Öyley-se kim küfre saparsa, artık
küfrü kendi aleyhindedir. Allah'a ortak koştukları şeyler, yerde bir şey mi
yaratmışlar? Yahut gökte ortaklıkları mı var? Yoksa onlara bir kitap verilmiş
de, onlar bunun için apaçık bir belgeye sahiptirler? Hayır, zulmetmekte olanlar,
birbirlerini aldatmadan başkasını vaad etmiyorlar. Allah, gökleri ve yeri zevâl
bulurlar diye her an kudreti altında tutar. Andolsun eğer onlar, zevâl bulacak
olsa, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz. Şüphesiz o, halım olandır,
bağışlayıcıdır.
Kendilerine
azapla korkutucu bir peygamber gelirse, Allah'a herhalde diğer ümmetlerden
herhangi birinden daha çok doğru yolu tutacaklarını ahdetmişlerdi. Fakat onlara
gerçekte azapla korkutan geldiğinde bu, onların haktan uzaklaşmalarından,
nefretlerini artırmaktan başka bir şey olmadı. Demek ki, onlar, bile bile yalan
ve iftira da atabiliyorlar. Çünkü amaçlan yeryüzünde büyüklenmektir. Ama bak,
sonları ne oldu, ne olacak?.. Birbirlerini aldatıp, gaflete düşerek, hiç bir
faydası olmayan gurur içinde hayatlârını boşâ geçirdiler. Onların yerdeki
akıbetlerine baktığımızda, göğe de bir bakın. Alabildiğine uzanan şu uzay
boşluğu ve serpiştirilmiş yıldızlara bakın, hepsi nasıl bir düzenlikte duruyor.
Kalpleriniz katılaşmadıysa, onları böyle intizamlı tutanın kim olduğunu
anlarsınız. Bu şaşmaz nizam bir bozulsa, Allah'tan başka onu düzeltebilecek
kimse var mı? Hakikaten Allah, Halîmdir, Gafur'dur. Suçluları hemen
cezalandırmıyor, onların yüzünden bu aleme son vermiyor, hâlâ fırsat tanıyor.
İşlenilen her günâhtan dolayı insanları sorguya çekmiyor. Hâlâ bilmeyecek
misiniz?
Dünya,
hayat ve insana ait ne varsa, hikmetsiz, abes, saçma, gelişigüzel bir akıp gitme
değildir. Bilin ki, sizin, günlük hayatınızın hayhuyunda gaflet içinde olup
görmeseniz de, her şey bir düzen içinde akıp gitmektedir. Tarihin, toplumun,
insanın, evrenin anlamını kavramanız için yeryüzünü gezin, dolaşın, bir bakın
öncekilerin âkıbeti nasıl olmuş... Ki, onlar, öncekilerden daha kuvvetliydiler.
Bakın Firavun'un cesedine, tatlı ve tuzlu suların görünmez
sırlarına...
Ancak
ne göklerde, ne yerde hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz. Şüphesiz ki O, hakkıyla
bilen, her şeye kâdir olandır. Eğer Allah, insanları kazandıkları yüzünden hemen
sorguya çekseydi, yeryüzünde bir tek canlı bırakmaması gerekirdi. Fakat onları
belli bir süreye kadar erteler. Nihayet vakitleri gelince gerekeni yapar.
Doğrusu Allah, kullarını görmektedir. O kullar bu kadar nankörken, yüce Allah,
yine de fır-sat ve imkânlar verir. İyilik yapıp, çirkinliklerini örtmeleri için.
Rabbinin şanı ne yücedir. Her şeyin mülkü, tasarrufu O'nun elindedir. Siz, ancak
O'na döndürülüp, götürüleceksiniz.
İşte bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini tek tek ta-nımaya başlayalım inşallah.
Bir önceki sûrede olduğu gibi bu
sûrede de Rabbimiz sözlerine hamd ile başlıyor:
1.
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler
kılan Allah’a mahsustur. Yaratmada dilediğini artırır. Doğrusu Allah, her şeye
kâdir olandır.”
Elhamdülillah,
Hamd Allah’a aittir. Hamd Allah’ın hakkıdır. Övgü, göklerin ve yerin Fâtır’ı,
göklerin ve yerin yaratıcısı, göktekilerin ve yerdekilerin fıtratlarının yoktan
var edicisi, yokluktan varlık çıkaran Allah’a aittir.
Yine hamd melekleri ikişer, üçer,
dörder kanatlı oldukları halde elçiler kılan, elçiler olarak görevlendiren,
yerdeki elçilerine vahiy göndermek, kâinattaki tüm emirlerini, tüm işlerini
uygulattırmak üzere görevlendiren Allah’a aittir. Evet Rabbimiz meleklerini
kanatlı yaratmıştır. İmâm Buhârî efendimizin rivâyet ettiği bir hadislerinde,
Rasu-lullah Efendimizin Cebrâil’i 600 kanadıyla gördüğü anlatılmaktadır.
Anlayabildiğimiz kadarıyla buradaki ikişer, üçer, dörder ifadesi teksîr, çokluk
içindir. Zaten âyetin devamında Rabbimiz yaratmakta dilediği kadar ziyâde eder
buyurmaktadır. Hamd, övgü O’na aittir, güç ve kudret O’na aittir, O her şeye
kâdirdir.
2. “Allah’ın insanlara verdiği rahmeti önleyebilecek
yoktur. O’nun önlediğini de ardından salıverecek yoktur. O, güçlüdür,
Hakimdir.”
Allah
kullarına rahmetinden her neyi açarsa, kullarına rahmetinden her neyi
ulaştırmayı dilerse artık onu tutacak, engelleyecek yoktur. Allah’ın kullarına
açtığı bir rahmetin önüne geçecek, engelleyecek hiçbir kimse, hiçbir güç yoktur.
Ama O her neyi de tutarsa, onu da O’ndan başka salacak yoktur. Yâni O kullarına
bir rahmeti tutacak, engelleyecek olursa, onu da yine O’ndan başka kullara
ulaştırabilecek kimse de yoktur. Azîzdir, Hakîmdir o Allah. Kullarına fayda ve
zarar verme sadece O’na aittir. Kime fayda vermek istemişse, kime bir rahmetini
ulaştırmak dilemişse ona onu ulaştırdığı gibi, kime de bir faydayı kesmeyi veya
bir zarar vermeyi murad etmişse o konuda da O’nun önüne geçecek, engelleyecek
yoktur. Hüküm O’na aittir, takdir O’na aittir. O’nun hükmüne, O’nun takdirine
karşı gelecek yoktur. Kimse O’nu mağlup edemez. Mutlak güç ve kudret sahibi
O’dur ve O’nun yaptığı tüm işler mutlak bir hikmetledir.
3. “Ey İnsanlar! Allah’ın size olan nîmetini anın; sizi
gökten ve yerden rızıklandıran Allah’tan başka bir yaratan var mıdır? Ondan
başka tanrı yoktur. Nasıl aldatılıp da döndürülürsünüz?”
Ey
insanlar, Allah’ın üzerinizdeki nîmetlerini bir anın. Allah’tan başka gökten ve
yerden size rızık verecek başka kimse var mı? Allah’tan başka yaratıcı var mı?
Hiç aklınız ermiyor mu sizin? Nasıl da Allah’tan uzaklaşıyorsunuz. Rızık veren O
olsun, doyuran O olsun, yaratan O olsun, hayatınız O’ndan olsun, sonra da kalkıp
böyle bir Allah’a değil de başkalarına kulluk yapın. Yakışıyor mu bu
size?
Bir ansanıza, bir zikretsenize
Rabbinizin size olan nîmetlerini. Hayat nîmeti, varlık nîmeti, vahiy nîmeti,
Risâlet nîmeti, Kur’an nîmeti, ilim nîmeti, akıl nîmeti, göz nîmeti, kulak
nîmeti, anlayış, kavrayış nîmeti, yeme içme, hava, su nîmeti ve daha
sayılamayacak kadar nîmetler… Peki acaba nîmeti anmak ne demektir? Nîmeti nasıl
zikredeceğiz? Nîmeti anmak, nîmeti zikretmek demek onu, onun sahibi olan
Allah’ın istediği gibi kullanmaktır. Nîmeti hatırlamak nîmetin vericisini
hatırlamak demektir. Nîmeti anmak, nîmetin sahibini anmak, nîmetin sahibini ve o
sahibin istediklerini hatırlamak demektir.
Tabi
bu hatırlama mücerret sadece hatırlayıvermek değil, onu uygulamaya koymak üzere,
amele dönüştürmek üzere hatırlamaktır. Bazı hatırlamalar kavlî olur, bazıları da
fiilîdir. Kavlî olanlara hamd, fiilî olanlara da şükür denir. Yâni dille nîmetin
vericisine hamd edilirken, hayatla da teşekkür etmeliyiz.
Öyleyse Rabbimizin tüm nîmetlerini
hatırlayıp o nîmetleri O’nun yolunda kullanmak zorundayız. Üzerinizde şu anda
akıl nîmeti mi var? Akıllı mısınız şu anda? Onu Allah’ın istediği gibi, Allah’ın
istediği yerlerde kullanın, böylece Allah’ın nîmetini anın. Onu sadece para
kazanmanın peşinde, ya da fizik problemleri, kimya denklemleri çözmenin peşinde
değil de, biraz da vahyi tanımada kullanın, böylece Rabbinizin nîmetini anın.
Veya meselâ ilim nîmeti mi var üzerinizde? Onunla sahibinin istediği biçimde
amel edin, onu sahibinin istediği biçimde ona muhtaçlara ulaştırın, böylece
Rabbinizin nîmetini anın. Konuşabiliyorsunuz, dil nîmeti mi var üzerinizde? Onu
sahibinin istediği yerde kullanın. Akşama kadar pek çok şey peşinde
kullandığınız kadar, peynirin küflüsünü, turşunun modelini anlamada
kullandığınız kadar, onun bunun gıybetinde ve zırvalarında kullandığınız kadar
biraz da âyet ve hadis anlatmakta kullanın, böylece Rabbinizin nîmetini anın.
Sıhhat,
gençlik nîmeti mi var üzerinizde? Onu Allah’a kulluğa harcayın da Rabbinizin
nîmetini anın. Kur’an nîmeti mi var? Allah size kitap sünnet bilgisi mi verdi?
Onu birilerine anlatarak Rabbinizin nîmetini anın. Boş zaman nîmeti mi var
üzerinizde? Onu hasta ziyaretine, sıkıntılı kardeşlerinizin yardımına ayırarak
Rabbinizin nîmetini anın. Hanım nîmeti, çoluk çocuk nîmeti mi var üzerinizde?
Onları kitap ve Sünnetle tanıştırın, onları Müslümanca eğitin, onları cennete
kazandırın ve böylece Rabbinizin nîmetini hatırlayın. Para nîmeti mi var? Mal
mülk nîmeti mi var üzerinizde? Onu ona muhtaç olanlara ve-rin ki, Rabbinizin
nîmetlerini anmış olasınız. Bütün bunları Allah yolunda kullanın ki, bunların
Allah’a ait olduğunu, Allah’tan gelme birer nîmet olduğunu hatırlamış olun diyor
Allah.
4. “Ey Muhammed!
Seni yalanlıyorlarsa bil ki senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştır.
Bütün işler Allah’a döndürülür.”
Peygamber
Efendimize Rabbimizden bir teselli. Ey peygamberim, eğer seni yalanlıyorlarsa,
senin kendilerine getirdiğin mesajı yalanlıyorlarsa, senin kendilerine sunduğun
tevhidi, hayat programını yalanlayıp Allah’tan başkalarına kulluğa
yöneliyorlarsa, hiç üzülme. Çünkü yalanlanan sadece sen değilsin. Senden önceki
elçilerimiz de yalanlanmıştı. Kesinlikle bilesin ki ey peygamberim, bütün işler
sonunda Allah’a döndürülecektir. O seni yalanlayanlar sonunda Rablerine dönecek
ve Rableri onlar hakkında hükmünü verecektir. Bu nankörlüklerinin, bu
küfürlerinin, bu şirklerinin, bu zulümlerinin karşılığı neymiş, nasıl bir
cezalandırılmaymış görecek onlar. Önceki elçilerimizi yalanlayanların
âkıbetlerini görmüyor musun ey peygamberim? Elçilerini yalanlayan Âd’ın,
Semûd’un, Eyke’lilerin, Medyen’lilerin, Tubba’lıların âkıbetleri nasıl oldu?
Sonunda yalanlananlar kazanıp yalanlayanlar kaybetmediler mi?
5. “Ey insanlar! Allah’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir;
dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek şeytan sizi
ayartmasın.”
Ey
insanlar, unutmayın ki Allah’ın vaadi haktır. Sakın dünya hayatı sizi
aldatmasın. Dünyanın konumu sizi aldatmasın. İmtihan gereği bu dünyada Allah
size dokunmuyor diye sakın Allah’ı atlattığınızı sanmayın. Dünyayı ebedî
zannetmeyin. Sakın bu dünyada yaptıklarınızın yanınıza kâr kalacağını, hesabının
sorulmayacağını, sü-menaltı edileceğinizi sanmayın. Unutmayın ki ölüm, diriliş,
kıyâmet, hesap kitap haktır; cennet hak, cehennem haktır. Hak olan bir
Allah-tan, hak olan bir kitap ve hak olan bir peygamber vasıtasıyla size tüm bu
haklar ulaştırıldıktan sonra sakın ha sakın sizi aldatıcılar aldatmasın.
Allah’la aldatanlar sizi aldatmasınlar. Bu aldatıcıların başında, bundan sonraki
âyette Rabbimizin dikkat çekeceği gibi şeytan gelmektedir. Sonra şeytan rolü
oynayan, şeytan misyonu üstlenmiş iki ayaklı insan şeytanları
gelir.
Bunlar insanları Allah’la
aldatırlar. Meselâ, “Allah hayata karış-maz” derler. “Allah’ın sizin kulluğunuza
ihtiyacı yoktur, O çok ganidir” derler. “Allah büyüktür, O’nun böyle ufak tefek
işlere ayıracak zamanı yoktur” derler. “Allah Kerîm’dir”, “Allah bekler” derler.
“Allah kusura bakmaz, Allah kızmaz” derler. “Allah’ın kitabı böyle okunur,
Kur’an’ı anlamadan da okusan olur, Allah bundan da razı olur” derler. “Allah bu
kadarına da karışmaz, Allah zaten hayata karışmaz” derler. “Canım Allah buna da
karışacak değil ya, işi gücü yok da bizimle mi ilgilenecek?” derler.
Öyle
bir Allah tanıtırlar ki Kur’an’ın hiçbir yerinde tanıtılmayan bir Allah’tır bu.
Kılık kıyafete karışmayan bir Allah. Meslek seçimine karışmayan, kazanmamıza
harcamamıza karışmayan bir Allah. Hukuka, eğitime, sosyal ve siyasal hayata
karışmayan bir Allah.
Gerek cinlerden olan şeytanlar,
gerekse iki ayaklı insan şeytanları insanları Allah’la aldatırlar. İşte
görüyoruz, iki ayaklı şeytanlardan kimileri sanki bu toplum peygamberi tanımış
da sıra başkalarını tanıtmaya gelmiş gibi, sanki bu ümmet kitaplarını tanımış da
başka kitaplara sıra gelmiş gibi kitabı ve peygamberi bir kenara bırakarak
insanların önüne başka kitaplar, başka önderler çıkararak insanları
aldatmaktadırlar.
Öyleyse gerek şeytanlar ve gerekse
şeytan misyonu üstlenmişler kimseler tarafından aldatılmak istemiyorsak,
dinimizi ondan bundan değil, doğrudan Allah’ın kitabından ve Resûlü’nün
sünnetinden öğrenmek zorundayız. Birinci elden dinimizi öğrenmek zorundayız.
Değilse Allah korusun atamız Adem’i ve anamız Havva’yı bile aldatan şeytanların
aldatmasından kurtulamayacağız demektir. Eğer dinimizi iyi bilir, kitabımızı ve
onun pratiği olan peygamberimizin sünnetini iyi bilirsek, o zaman bize din
duyurmaya çalışan ve Allah adına yeminler söyleyerek bize yaklaşmaya
çalışanların sözlerini vururuz kitaba, vururuz sünnete saf altınsa, sahte para
değilse, doğruysa, uy-gunsa alırız, değilse reddeder ve dinimizi kurtarmış
oluruz. Kim söylerse söylesin, isterse insanların en âlim bildikleri de söylese,
o zaman hiç fark etmeyecek; kitaba ve sünnete aykırıysa reddedip dinimizi
kurtarmış ve aldananlardan olmamış olacağız Allah’ın
izniyle.
6. “Şeytan şüphesiz sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman
tutun; o, kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem yârânı olmaya
çağırır.”
Muhakkak
ki şeytan sizin düşmanınızdır. Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. Ey kullarım,
siz de düşmanınızı düşman bilin. Onun saptırmalarına, onun vesveselerine itibar
etmeyin. Sakın dinlemeyin onu. Unutmayın ki o alçak taraftarlarını,
müntesiplerini, arkasına düşenleri yârânı olmaya ve ebedî azap hanesi olan
çılgın ateşe çağırır. Kesinlikle bilesiniz ki:
7.
“İnkâr eden kimselere çetin azap vardır. Fakat inanıp yararlı iş işleyenlere,
onlara, bağışlanma ve büyük ecir vardır.”
Şeytana
tabi olan kâfirlere, Allah’ı örtenlere, Allah’ın vahyini, Allah’ın dinini örtbas
ederek bir hayat yaşayanlara çok çetin bir azap, Allah’a iman edip salih ameller
işleyenlere, imanlarının gereğini yerine getirenlere, iman kaynaklı bir hayat
yaşayanlara, hayatlarını imanlarıyla düzenleyip imanlarını amele dönüştürenlere
de mağfiret vardır. Ufak tefek kusurlarını örtme, hatalarını silme ve büyük bir
cennet ecri vardır.
8.
“Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse, kötülüğü hiç
işlemeyene benzer mi? Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru
yola eriştirir. Ey Muhammed! Artık onlara üzülerek kendini harap etme; Allah
onların yaptıklarını şüphesiz bilir.”
Bir
insan ki kötü ameli kendisine süslü gösterildi. Bir insan ki kötü işler yapıyor,
ama yaptığı o kötülükleri güzel görüyor. Kötülükten hoşlanıyor. Kötülük, fıtratı
olmuş. Kötülüğü, iyiliğin üzerine çıkarmak için çabalıyor, zevkine, menfaatine
uygun geldiği için vicdanının sesine kulak vermeyerek, fıtratının uyarısını
bastırarak kötülüğü iyilik görmeye çalışıyor. Şehvetlerinin sarhoşluğuyla hakkı
bâtıl, bâtılı hak görmeye çalışıyor. Değilse bu adam eğer kötülüğü kötülük
olarak görse, belki ondan vazgeçecek, belki yaptığı o kötülüklerden pişmanlık
duyacak, ama o bunu düşünemiyor.
Şimdi
böyle bir insan mı Allah katında hüsnü kabul görecek? Şimdi böyle bir adam
iyilik taraftarı bir Müslüman gibi olur mu? Yâni böyleleri hiç iman edip salih
amel işleyen bir mü’min gibi olur mu? Allah bu ikisini denk mi tutacak? Hayır
hayır, bu ikisi Allah katında denk değildir. Allah böyle sapmak isteyenleri
saptırır, hidâyet bulmak isteyenleri de hidâyetine erdirir.
Öyleyse
ey peygamberim, sen böyleleri hakkında asla bir üzüntüye kapılma. Böyleleri için
sakın kendini yıpratma. Onların yola gelmeyişleri karşısında, kötülükte
direnmeleri karşısında üzülme, yoluna devam et. Unutma ki Allah onların
yaptıklarından haberdardır ve yaptıklarını onların yanına bırakmayacaktır.
Sen
hiç üzülme, şüphesiz Rabbin iyiyi kötü, kötüyü de iyi görecek değildir. Onlar
hiçbir zaman ne bu dünyada, ne de âhirette iman edip salih ameller işleyen
mü’minlerin ulaştıkları mükâfatlara ulaşamayacaklardır. Bir gün gelip Allah
belâlarını verecektir onların. Peki ne zaman ya Rabbi, demeden, bunu kafana
takıp dert etmeden yoluna devam et sen peygamberim. Çünkü:
9.
“Rüzgarı gönderip de bulutları yürüten Allah’tır. Biz bulutları ölü bir yere
sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de
böyledir.”
Evet
rüzgarı gönderip bulutları sevk eden, sonra ölü bir beldeyi dirilten Allah, işte
dirilişi de böylece gerçekleştirecektir. Gönderdiği yağmur rahmetiyle ölü
arazileri dirilten, canlandıran, hayat veren Allah, gönderdiği vahiy rahmetiyle
de ölü olan kâfirleri dirilttiği gibi, yarın zamanı gelince tüm ölüleri de
böylece diriltecektir. İndirdiği vahiyle Rabbimiz ölülerden diriler çıkarır,
kâfirlerden mü’minler oluşturur. Ya da öldükten sonra kıyâmet günü insanları
öylece diriltip yeniden hayat verecektir. Şüphesiz ki O, her şeye kâdirdir. Yâni
iradesini her neye tevcih buyurmuşsa, o anında vücûda geliverir. Çünkü hayat
O’nun elindedir.
İşte görüyoruz Rabbimiz rüzgarları
gönderiyor, bu rüzgarlar rahmet yüklü, yağmur yüklü ağır ağır bulutları
yükleniyor, sonra onu ölü bir araziye sevk ediyor ve o su sayesinde de
yeryüzünde her türlü meyve ve sebzeleri çıkarıyor. İşte ölümünden sonra
gönderdiğimiz rahmet kaynağı suyla ölü arazileri dirilttiğimiz gibi sizden
ölmüşleri de böylece diriltiriz. Ölü kalplileri de böylece vahyimizle diriltiriz
diyor Rabbimiz.
Burada Rabbimizin anlattığı
diriltme, hem ölmüş insanları kıyâmet günü diriltmesi, hem de dünyada iken vahiy
sayesinde ölmüş kalpleri diriltmesi anlamına gelecektir. Bununla anlıyoruz ki
vahiy hayattır, vahiy hayat kaynağıdır. Öyleyse hem kendimizi hem de
çevremizdeki insanları Allah’ın âyetleriyle diriltmek zorundayız. Allah’ın
âyetlerini hem kendimize hem de çevremize duyurmak zorundayız. Karşımızdaki adam
ne kadar da katı kalpli, ne kadar da inatçı birisi olursa olsun, yağmur âyetiyle
ölü ve kupkuru bir araziyi dirilten Allah’ın Kur’an âyetleriyle de ölü kalpleri
dirilteceğine inanmak zorundayız.
10.
“Kudret isteyen kimse bilsin ki, kudret, bütünüyle Allah’ındır. Güzel sözler
O’na yükselir, o sözleri de yararlı iş yükseltir. Kötülük yapmakta düzen
kuranlara, onlara, çetin azap vardır. İşte bunların kurdukları düzenler boşa
çıkar.”
Kuvvet
ve kudret isteyen, izzet ve şeref isteyen, devlet ve iktidar isteyen, özgürlük
isteyen bilsin ki, kuvvet ve kudret, izzet ve şeref bütünüyle Allah’ın
elindedir. Kim bu dünyada izzet ve şerefe ulaşmak istiyorsa, kim âhirette izzet
ve şerefe ulaşmak istiyorsa bilsin ki bu Allah’a Allah’ın istediği şekilde
imanla, Allah’a Allah’ın istediği şekilde kullukla mümkündür. Bunun dışında asla
izzet ve şeref yoktur. İzzet ve şerefi Allah’ta gören, Allah’a kullukta, Allah’a
itaatte görenleri Rab-bim hem dünyada, hem de âhirette aziz eder, başlara taç
eder. Ama izzet ve şerefi Allah’tan başkalarında görenleri de hem dünyada, hem
de âhirette zelil eder.
Öyleyse
ey güç ve kuvvet sahibi olmak isteyenler, ey dünya ve ukbâda aziz olmak
isteyenler, ey dünya ve ukbâda izzet ve şereflerini kaybetmekten korkanlar, ey
Mekkeliler, ey dünyalılar bunun için başka çareniz yok, Rabbinize kulluğa dönmek
zorundasınız.
Güzel
kelimeler O’na ulaşır. Rabbimize ancak tayyib sözler, la ilâhe illallah,
sübhanallah, elhamdülillah, Allahu Ekber sözleri ulaşır. Bu imanın amele
dönüşmesi Allah’a yükselir. Salih ameller, sahih bir imandan kaynaklanan
ameller, iman kaynaklı, fıtrata uygun, Allah’ın razı olduğu ameller Allah’a
yükselir. Allah’a iman doğrultusunda, Allah’ı razı etmek üzere işlenen ameller
O’na yükselir.
Âyetin
ifadesinden anlıyoruz ki Kelime-i tayyib, kelime-i şehâ-det sadece mücerret bir
söz olarak, mücerret bir iddia olarak Allah’a yükselmez. Bunların Allah’a
yükselebilmesi, Rabbimiz tarafından kabul edilebilmesi için bu sözün amele
dönüşmesi, hayata yansıması, hayatın onunla düzenlenmesi gerekmektedir. Ama
sadece amel de bir değer ifade etmez. Mücerret bir amel de Allah’a ulaşmaz.
Amel, salih olmadıkça, sahih bir akideden, sahih bir imandan kaynaklanmadıkça bu
imkansızdır. Rabbimiz ne sözü amelsiz, ne de ameli imansız kabul etmiyor. Söz ve
amel sünnete uygun olmalıdır ki Allah onları kabul
buyursun.
Öyleyse hem dünyada, hem de ukbâda
izzet ve şerefe ulaşmanın yolu sözde ve amelde isâbetten, söz ve amelle Allah’a
itaatten geçer. Tayyibatı terk edip habisâta yönelenler, iyilikleri bırakıp
kötülüklere, bâtıllara yönelenler, habisle tayyibi değiştirenler, habis sözlerle
tayyib sözü, hak sözü susturmaya çalışanlar, türlü türlü entrikalarla İslâm’ı ve
Müslümanları yok etmeye soyunanlara gelince, onlar için şedit bir azap vardır ve
onların kurdukları düzenler boşa çıkarılacaktır. Onların Müslümanlara karşı
kurdukları düzenleri, komploları boşa çıkarılacak, başarıya
ulaştırılmayacaklardır.
Evet kâfirlerin Müslümanlara karşı
hazırladıkları menfur planlarının, tuzaklarının, komplolarının hiçbirisi
başarıya ulaşmayacaktır. Yaptıklarının hiç birisi kâfirlere bir hayır
getirmeyecektir. Bunlar kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşecekler ve
Müslümanlara asla bir zarar veremeyeceklerdir. Tüm planları, programları,
komploları, güçleri, tüm ekonomik, siyasal ve askerî kuvvetleri, tüm
saltanatları, medeniyetleri, teknolojileri boşa çıkacaktır. İşte Allah’ın
âyetlerine, Allah’ın elçilerine karşı düşmanca bir tavır alan, mü’minlere karşı
düşmanca bir tavır takınanların durumu budur. Bundan sonra Rabbimiz
rubûbi-yetine deliller sunacak:
11. “Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yaratmış, sonra
da sizi çiftler halinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması ancak
O’nun bilgisiyledir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerin azalması
şüphesiz Kitaptadır. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.”
Evet
Rabbimiz ilk olarak atamız Adem’i topraktan yaratmıştır. Topraktan yediğimiz
gıdalardan oluşan sperma ile de nesillerin yaratılışı devam etmektedir. Sonra da
insanları çiftler halinde var etmiştir Allah. Kadın ve erkek halinde bir
ana-babadan çiftler halinde yarattı sizi. Herhangi bir dişi neyi taşırsa, neyi
dünyaya getirirse o Allah’ın ilmindedir. O’nun bilgisinin dışında hiçbir dişinin
hamile kalması da, doğurması da mümkün değildir. Ömür sürenlere uzun ömür
verilmesi de, onun ömründen eksiltilmesi de mutlaka bir kitapta yazılıdır. Yâni
insanın ömrü daha ana rahmindeyken tespit edilmektedir. Hiçbir şey tesadüfî
değildir. Bu Allah için kolaydır. Sayısız mahlukâtı hakkında bilgi sahibi
olması, onların tümünden haberdar olması Allah’a asla zor değildir. İşte bakın
Allah’a zor olmayan işlerden biri de şudur:
12.
“İki deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı ve kolay içimlidir; diğeri tuzlu ve
acıdır. Her birinden taze balık eti yersiniz; takındığınız süsler çıkarırsınız;
Allah’ın lütfuyla rı-zık aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün.
Belki artık şükredersiniz.”
İki
deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı, içimi kolaydır, diğeri tuz-lu, acı ve
içimi zordur. Her birinden, hem tatlı suyun bulunduğu denizden, hem de suyu acı,
içimi zor olan denizden tatlı, taze balık yetiştiriyor Rabbimiz sizin için. Yine
bu denizlerden takındığınız takı maddelerini, takı süslerini de sizin emrinize
âmâde kılan Allah’tır. İkisinden de taptaze etler ve inci, mercan gibi takılar
çıkarıyor sizler için Allah.
Allah’ın
lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün. Belki
artık şükredersiniz. Evet gemileri de sizin emrinize sunan Allah’tır. O gemileri
hareket ettiren, yürüten Allah’tır; suya kaldırma ve gemileri yürütme yasasını
koyan Allah’tır. Onları hareket ettiren rüzgarları gönderen Allah’tır. Allah
dilerse o gemileri hareket ettiren gücü durduruverir, yasaları kaldırıverir. O
zaman onlar denizin üzerinde kalakalırlar. Veyahut da o gemileri yürüten
rüzgarları fırtınaya çeviriverir de o geminin içindekileri, kazandıkları
günâhlar yüzünden denizin dibine indiriverir. İşte bütün bunlar yaratıcının
kuvvet ve kudretini, rubûbiyet ve ulûhiyetini, ilmini, hikmetini gösteren
âyetlerdir.
Rabbimiz
daha biz yokken gökleri ve yeri yaratmış, yeryüzünü bizim için hazırlamış,
sayısız nîmetleriyle donatmış, müthiş bir düzenlemeyle yeryüzünü düzenlemiş ve
işte belki şükrederseniz, belki tüm bu nîmetleri size sunan Rabbinizi anlar ve
O’nun istediği bir hayata yönelirsiniz diye Rabbimiz bu âyetlerini gündeme
getiriyor. Daha başka âyetlerini de tanıtıyor Rabbimiz:
13.
“Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde
hareket eden Güneş ve Ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan
Allah’tır, hükümranlık O’nundur. O’nu bırakıp taptıklarınız, bir çekirdek
kabuğuna bile sahip değillerdir.”
İşte
Allah’ın mutlak egemenliğini, zaman ve mekân üzerindeki mutlak tasarrufunu
burada da görüyoruz. Evet O Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar. Gece
ve gündüz Allah’ın iki âyetidir. Gecenin ve gündüzün meydana gelişine ve peş
peşe işleyişine bir dik-kat edin. Dikkatlice inceler ve üzerinde düşünürseniz,
gecenin içine bir miktar gündüzün, gündüzün içine de bir miktar gecenin
girdiğini görürüsünüz. Fecir vaktinde gecenin bir kısmının gündüze girdiğini,
katıldığını, akşam güneş batarken de gündüzün birazının geceye katıldığını
görürsünüz. Tüm bu dönemleri yapan, yaratan Allah’tır.
Belli bir süre, belli bir yörünge,
belli bir program içinde hareket eden güneşi ve ayı da buyruğu altına,
egemenliği altına alan, ya da onları sizin emrinize, sizin hizmetinize sunan da
Allah’tır. Her ikisinin de boyunlarındaki kulluk iplerini eline alan, onları
belli bir zamana ka-dar bir nizam ve intizama bağlayan, onlar üzerinde belli
yasalar koyan, onlara belli bir ömür takdir eden Allah’tır. Onlar için belli bir
zaman tayin etmiştir Rabbimiz. Anne karnındaki çocuk için de belli bir zaman
tayin etmiştir. Ancak bu süre sadece Allah’ın ilmindedir.
İşte Rabbiniz olan Allah budur. İşte
bu Allah sizin Rabbinizdir. İşte okuduğumuz bu âyetlerin anlattığı, Kur’an’ın
tümünün anlattığı, tarih boyunca tüm peygamberlerin ortaya koyduğu Allah sizin
Rab-binizdir. Rab makamında, ulûhiyet makamında, hayatınızın kanunlarını
düzenleme makamında olan Rabbiniz O’dur.
Rabbiniz
olan Allah, mülk kendisinin olan, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi ve
Mâliki olandır. O her şeyin sahibi ve yaratıcısıdır. Varlığımızın sebebi O’dur.
Hayatın kaynağı O’dur. Göklerin, yerin, gecenin, gündüzün, insanların,
meyvelerin sebzelerin sahibi O’dur. Malımızı, evimizi, ailemizi, çocuklarımızı,
makamımızı, paramızı, pulumuzu, aklımızı, zekamızı, bilgimizi her şeyimizi
yaratan O’dur. Allah mülkün sahibidir, o halde sadece O’na kulluk edin. Madem ki
her şeyinizi yaratan O’dur, madem ki her şeyinizi veren O’dur, madem ki mülk
O’nundur, o halde sadece O’nu dinleyin.
Zaten problem işte buradadır.
Yaratıcı olarak herkes Allah’ı kabul ediyor da Rab olarak, hayata karışıcı
olarak Allah’ı kabule ya-naşmıyorlar. Meselâ müşrikler yaratıcı olarak, her
şeyin var edicisi olarak, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul
ediyorlardı ama Rab olarak, hayata karışıcı ve kanun koyucu olarak Allah’ı kabul
etmiyorlardı. Rızık verici olarak, yaratıklarının tümünü doyurucu olarak Allah’ı
biliyorlar, inanıyorlardı ama hayatı düzenleyici olarak Allah’a inanmıyorlardı.
Günümüz insanları da Allah korusun
aynı noktaya düştüğü için, yaratıcı olarak var olan, ama hayata karışıcı olarak
sanki yok olan bir Allah inancını, yâni şirki yaygınlaştırma eğilimine
girdikleri için Allah’ı hayatlarına karıştırmamadan yana bir tavır
sergiliyorlar. Halbuki O’nu bırakıp taptıklarınız bir çekirdek kabuğuna bile
sahip değillerdir diyor Rabbimiz.
Şu
anda kâfirlerin, müşriklerin Rab ve İlâh makamında gördükleri, kendilerine
kulluk etmeye çalıştıkları varlıklar bunu Allah yaratmamıştır, bunu biz yarattık
diye bir tek zerre gösterebilirler mi? Ha-yatta bir tek zerreye sahip
olduklarını söyleyebilirler, bir tek zerreye mülkiyet iddiasında bulunabilirler
mi? Bir hurma çekirdeğinin ipliği ka-dar bir şeye sahip olduklarını
söyleyebilirler mi bu reklamını yaptıklarınız? Bırakın o hurma çekirdeğini
yaratmayı, insanlar onu, o ince zarı incitmeden, yırtmadan soyabilme imkânına
bile sahip değillerdir. Nerde kaldı ona mâlikiyet iddiasında
bulunmaları!
Halbuki
bu sahte tanrılar, bu tanrı taslakları insanları Allah âyetlerinden
uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Allah âyetlerini düşündürmemeye çalışıyorlar.
Geceyi gündüzü, ayı güneşi, denizleri ve denizlerde Allah’ın yarattığı nîmetleri
düşündürmemeye, insanları mekânik bir hayatın içine hapsetmeye çalışıyorlar.
Rabbimizin bu âyetlerini görmemeye, duymamaya, duyurmamaya
çalışıyorlar.
14.
“Onları çağırırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size cevap
veremezler; ama kıyâmet günü sizin ortak koşmanızı inkâr ederler. Her şeyden
haberdar olan Allah gibi, sana kimse haber
veremez.”
O
Allah berisinde tapındıklarınızı, Allah berisinde kendilerinde güç kuvvet görüp
sığındıklarınızı çağırsanız, sizin çağrınızı işitmezler, işitemezler. İşitseler
bile size icabet edemezler.
Bu
insanlar Allah’ı bırakıp da kendilerine cevap veremeyecek, dualarına ve
çağrılarına icabet edemeyecek aciz varlıklara kulluk yapmaktadırlar. Yeryüzünde
hiçbir şey yaratmaya ve yapmaya güç yetiremeyen, hiçbir şeye mâlik olmayan,
kendi varlıkları konusunda bile Allah’a muhtaç olan, yoku var etmeye, varı yok
etmeye, fayda sağlamaya ve zararı def etmeye kâdir olmayan bir kısım âciz
varlıklara kulluk eden, onlara dua eden, onları yardıma çağıran kimselerden daha
akılsız ve daha zalim kim vardır!? Allah’ı bırakıp da böyle dualarını bile
duyamayacak, kendilerine asla icabet edemeyecek, kendilerinin imdadına
yetişemeyecek varlıklara dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim
vardır?
Çünkü
onlar onların dualarından, çığırtkanlıklarından gafildirler. Onlar ne hakkıyla
işitebilirler, ne de icabet edebilirler. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve bilen
sadece Allah’tır.
Peki, ne demektir hakkıyla işitmek?
Hakkıyla işitmek, işittiğine icabet edebilmek demektir. Hakkıyla işitmek,
işittiğinin derdine derman olabilmek, onun imdadına yetişmek demektir. Allah
işittiklerini icabet etmek üzere işitir. Çağıranın elinden tutup onun derdine
der- olmak üzere işitir. Başka şeyler de işitir, başkaları da işitir ama hiç
bi-risi icabet edemez. Allah’tan başka hiç kimse işittiklerinin imdadına
yetişemez. Hadi çağırın bakalım imdadınıza yetişen birilerini bulabilecek
misiniz?
Bu akılsız, bu zalim insanların
Allah’ı bırakıp da kendilerine dua edip yardım bekledikleri varlıkların hiç
birisi onları ne işitebilecek, ne de onların imdadına yetişebileceklerdir.
Kapılarını dövdükleri bu aciz varlıkların onlara hidâyet sunmaları da, onlara
yol göstermeleri de, onlara reçeteler sunup problemlerini çözmeleri de mümkün
değildir. Onları Hakka ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu
zalimler onların önünde eğilip onlardan yardım beklesinler, istedikleri kadar
onları Rab bilip onlardan hayat programı istesinler, “aman bizi kurtarın! Aman
bize güzel yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın!” diyerek istedikleri
kadar onlara yalvarıp yakarsınlar, onların bunlara bir fayda sağlamaları mümkün
olmayacaktır. Çünkü isteyenler de za-yıf, isteneler de âcizdir. Onların Hakka
ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.
Öyle
değil mi? Hani şu ana kadar kendilerine tapınılan bu âciz insanlardan hangisinin
insanlığa sunduğu sistem, hangisinin insanlığa sunduğu reçete insanları huzur ve
sükûna kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu gibi, âhiret
açısından da böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi, âhirette de
insanları Allah’ın azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar. İşte görüyoruz
bu âcizlerin elinde dünyamızın nasıl kan gölüne döndüğünü!
Allah diyor ki, bu kendilerine
tapınılan, kendilerine dua edilen, kendilerinin arzuları yerine getirilen
varlıklar kıyâmet günü sizin ortak koşmanızı inkâr ederler, inkâr edecekler,
reddedecekler. Evet kıyâmet günü Allah berisinde bu tapındığınız varlıklar,
sizin kendilerine yaptığınız tapınılarınızı, kendilerine yaptığınız dualarınızı,
kendilerini Allah’a ortak koşmalarınızı tanımayacaklar. Diyecekler ki, “vallahi
ya Rabbi, sen şâhitsin ki biz bunları kendimize kulluğa çağırmadık. Allah’ı
bırakın da bize kulluk edin, bize dua edin, bize sığının, bizim arzularımızı
yerine getirin, bizi dinleyin, bizim dediklerimizden çıkmayın demedik. Vallahi
ya Rabbi, bizim bu zalimlerin yaptıklarından haberimiz yoktu. Nitekim onların
duaları, kullukları bize ulaşmamıştır,” diyecekler.
Her şeyden haberdar olan Allah gibi,
sana kimse haber ve-remez, seni kimse haberdar edemez. Her şeyi bilen, bilgi
kendisinden olan Allah gibi hiçbir kimse seni ayıktıramaz, sana gözünü, görüşünü
açtıramaz, sana yol gösteremez, seni hidâyete ulaştıramaz, aklını ba-şına
getiremez. Hiç kimse, hiçbir şey seni doğru yola ulaştıracak haberler veremez.
Her şeyden haberdar olan Allah’ın verdiği haberleri sana kim verebilecek?
Yarının bilgisini kim verebilecek? Yarın Allah mahkemesinde Allah berisinde
kulluk edilen bu âciz varlıkların kendilerine yapılan şirkleri reddedeceklerini,
tanımayacaklarını kim haber verebilir? Her şeyi bilen sadece
Allah’tır.
15,16,17.
“Ey İnsanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise müstağnîdir, övülmeğe lâyık
olandır. Dilerse sizi yok eder, yeniden başkalarını yaratır. Bu, Allah’a göre
zor değildir.”
Yine
genel bir sesleniş geliyor: Ey insanlar, hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Fakrınız,
ihtiyaç kapınız Allah’tır. Allah’tan başka hâcet kapınız yoktur. Hepiniz O’na
muhtaçsınız, “rızıklarınızı biz veriyoruz” diyenleriniz de O’na muhtaçtır. Onlar
da Allah’ın fakirleridir. Tüm nîmetlerin kendisinden olduğunu iddia eden Firavun
da Allah’a muhtaçtır. Hiçbir varlık yoktur ki Allah’a ihtiyaçsızlık içinde
olmasın. Hayatınızı, rızkınızı, elinizi, ayağınızı, aklınızı, fikrinizi,
havanızı, suyunuzu, yiyeceğinizi, içeceğinizi her şeyinizi Allah’a borçlusunuz.
Siz fakirsiniz, Allah ise Ganîdir.
Ne
zaman ki Ganî olan Rabbiniz size rızkını kesiverdi, ne zaman ki sizi fakru
zaruret içinde bırakıverdi, işte o zaman fıtratınız açığa çıkıyor ve Rabbinize
yalvarıp yakarmaya başlıyorsunuz. Denize düşen, darda kalan, Ganî olan Rabbine
sarılmaya başlıyor. “Ey kullarım, bunu normal zamanlarınız da anlayın da, yalnız
bana kulluk yapın” diyor Rabbimiz.
Ganî olan, zengin olan, mülkün
sahibi olan Allah’tır, fakir olan, muhtaç olan da bizleriz. Hamîd olan, hamd
edilmeye, kulluk yapılmaya lâyık olan, kendi kendini hamdeden, kendisi hiçbir
şeye muhtaç olmayan ama herkesin kendisine muhtaç olduğu varlık Allah’tır. Hiç
kimse kendisine hamd etmese, de kendi kendine hamd edendir Allah. Rabbimiz o
kadar zengin ki, o kadar Ganî ki bakın bir hadis-i kudsile-rinde Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Ey kullarım, benim doyurduklarım hariç
hepiniz açsınız. Benden yiyecek isteyin ki ben sizi yedirip içireyim. Ey
kullarım, benim giydirdiklerim müstesnâ hepiniz çıplaksınız. O halde benden
giyecek isteyin ki, sizi giydireyim.”
Tüm yarattıklarını doyuran, rızık
veren Allah’tır. Rabbimiz göklerde ve yerdeki tüm varlıkları yaratmış,
yarattıklarını kendi haline bı-rakmamış, yarattığı varlıkların varlıklarını
sürdürebilmeleri için muhtaç oldukları tüm ihtiyaçlarını temin etmiş, her türlü
imkânı hazırlamıştır. Tüm bu varlıkları nasıl yaratmaya güç yetirmişse, onları
nasıl belli bir düzene koymuşsa, elbette bu varlıkların hayatlarını
sürdürebilmeleri, karınlarını doyurabilmeleri için her canlının hayat programını
da bilen Allah’tır. Besleyen Allah’tır, doyuran, rızık veren, yaşatan Allah’tır.
Eğer Allah bizi doyurmasa, Allah bize rızık vermeseydi, hepimiz
açtık.
“Ey
kullarım, sizin öncekileriniz, sonrakileriniz; in-sanlarınız, cinleriniz hepsi
birden sizin en muttakîniz gibi olsanız
ve bu şekilde bana kullukta bulunsanız, bu benim mülkümde hiç bir şey artırmaz.
Yine önce ve sonra gelen bütün insan ve cinler en facir ve fâsık bir kimsenin kalbi üzere olup isyan
etseniz, bu da benim mülkümden hiç bir şey eksiltmez.”
Kulların, yaratıkların kesinlikle
Allah’a karşı ne zarar vermeleri ne de bir fayda sağlamaları mümkün değildir. O
Rabbimiz zâtı itibariyle kesinlikle
kullarının ibadetlerine de muhtaç değildir. İbadetlerinden, itaatlerinden
yararlananlar yine bizzat kulların kendileridir. Yine isyanlarından,
mâsiyetlerinden zarar görecek olanlar da kulların
kendileridir.
Şunu
da asla unutmayın ki, yaptıklarınızın tümünü siz kendiniz için yapıyorsunuz.
Çünkü Allah Ganîdir, Allah zengindir ve sizin yaptıklarınızın hiç birisine
ihtiyacı yoktur. Allah hiç kimseye ve hiç kimsenin amellerine muhtaç değildir.
Ne ibadetlerinize, ne çalışmalarınıza, ne gayretlerinize hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur O’nun. Hiç birinize ihtiyacı olmadığı gibi, üstelik sizin için sonsuz
rahmet ve merhamet sahibidir de. Yokken sizi yaratan O’dur. Sizi size
ihtiyacından dolayı, yalnızlığını gidermek veya sizin yapacaklarınızdan istifade
etmek için de yaratmadı. Dilediği zaman sizi yok etmeye muktedirdir. Dilerse
sizin def-terlerinizi dürer de, daha önce sizi, sizden öncekilerin yerine dünya
sahnesine getirdiği gibi, sizin yerinize de başkalarını halef kılar. Sizi
başkalarının neslinden getirdiği gibi, sizin neslinizden de başkalarını getirir.
Unutmayın ki bu hayatı siz kendiniz bulmadınız. Kendi isteğinizle bu dünyaya
gelmediniz. Hayatınız elinizde olmadığı gibi, ölümünüz de elinizde
değildir.
Önceki
âyetlerin ifadesiyle bir fert, bir toplum hakkında Allah’tan bir helâk hükmü
gerçekleşirse artık onu durduracak yoktur. Kendisine hamd etmeyen, kendisinin
istediği bir hayata yanaşmayan sizleri giderir de, sizin yerinize hamdeden
kullar getirir. Yahut hepinizi dünyadan siler süpürür de sizden farklı, yepyeni
varlıklar yaratır. Bu Allah’a hiç de zor gelmez. O bir şeye “ol” dedi mi,
oluverir. Yâni bu Allah için çok da önemli bir şey değildir. Yâni, sakın ha bu
hayatı kendinize bağımlı sanmayın. Biz olmazsak hayat biter
sanmayın.
“Ey
kullarım, sizin öncekileriniz, sonrakileriniz, in-sanlarınız ve cinleriniz hep
beraber bir yerde toplansalar da benden istekte bulunsalar onların her birinin
isteklerini yerine getiririm. Bundan dolayı da benim yanımdan, denize sokulup
çıkarılan iğnenin denizden eksilttiği kadar bir şey eksiltmez.”
Tüm
varlıklar bir araya gelip isteyebilecekleri tüm isteklerini sıralayıp Allah’tan
isteseler, bu Allah’ın mülkünden hiçbir şey eksiltmeyecektir. Hattâ Rabbimizin
ifadesiyle söyleyecek olursak, denize batırılıp çıkarılan bir iğnenin denizden
eksilttiği kadar bile bir şey eksiltmeyecektir. Çünkü Allah’ın hazineleri bitip
tükenmez. Rabbimizin kullarına bağışları, O’nun hazinesini asla
eksiltmez.
18.
“Günâhkâr kimse diğerinin günâhını çekemez. Günâh yükü ağır olan kimse, onun
taşınmasını istese, yakını olsa bile, yükünden bir şey taşınmaz. Ey Muhammed!
Sen ancak, görmediği halde Rablerinden korkanları, namazı kılanları uyarırsın.
Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur; dönüşünüz ancak
Allah’adır.”
Hiçbir
yüklenen başkalarının yükünü yüklenmeyecektir. “Vizr”, ağırlık, yük, günâh,
sorumluluk anlamlarına gelmektedir. Herkes kendi yaptıklarından, kendi
günâhlarından sorumlu tutulacak, kimse kimsenin yaptıklarından sorumlu
tutulmayacaktır. Kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecektir. Mekkeli kâfirler,
Müslüman olan akrabalarını, şereflendikleri bu dinden vazgeçirebilmek için,
“eğer dinlerinizden dönerseniz sizin günâhlarınızı, veballerinizi biz
yükleniriz,” diyorlardı da Rabbimiz onları böylece uyarıverdi.
Öyleyse
birilerinin yarın kendilerini kurtaracaklarına inananlar yalan söylüyorlar.
Halbuki o gün baba evlâdından, evlât babasından kaçacak. Kimsenin kimseye bir
yardımı olmayacak. O gün ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kocanın
karısına, ne kadının kocasına, ne âmirin memuruna sağlayabileceği bir şey
yoktur. Herkes yardımcısız ve yalnız olarak Allah’ın huzuruna gidecektir.
Melikler yal-nız, mâlikler yalnız, hükümdarlar, krallar yalnız, hacılar, hocalar
yalnız ve hattâ peygamberler bile yalnız. Hepsi de çaresiz Allah’ın kendilerine
vereceği hükme razı olacaklardır.
Herkes
kendi sorumluluğunu, kendi yükünü yüklenecek. Allah bana bir kulak vermiştir, bu
bir yüktür, bir sorumluluktur bana. Onunla sahibinin duy dediklerini duymak,
kulak ver dediklerine kulak vermek zorundayım. Rabbim bir göz vermiştir bana, bu
bir yüktür, sorumluluktur. Onunla sahibinin gör dediklerini görmek, bak
dediklerine bakmak zorundayım. Aklım bir sorumluluktur, ağzım sorumluluktur,
kalbim sorumluluktur. Üzerimizde pek çok yükler, pek çok sorumluluklar, pek çok
nîmetler var. Kitabı okuyacağız ve yüklerimizi sorumluluklarımızı anlayacak ve
Allah’ın istediği şekilde yerine getirmeye çalışacağız. Allah’tan ve Resûlü’nden
başkalarının bizim üzerimize yükledikleri yüklerin asla umurunda olmayacağız.
Çünkü kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecektir, buyuruyor Rabbimiz.
Yine
içinde bulunduğum toplumun Allah tanımayan kâfir bir toplum olması ve benden
Allah arzularına ters bir şeyler istemesi, as-la benim önümde Rabbimin benden
istediklerini yerine getirmeme engel olmayacaktır. Toplum içinde de olsam, tek
başına da olsam bir ümmet olmaya çalışmak zorundayım. Çünkü işte bu âyetle
anlıyorum ki her nefis, her insan yük altındadır. İman yükü, hidâyet yükü,
emanet yükü, vahiy yükü, kitap yükü, peygamber yükü. Bir Müslüman ola-rak, bir
baba, bir ana, bir idareci olarak benim üzerime Rabbim hangi yükleri, hangi
sorumlulukları yüklemişse, ben onların tümünü kendi başıma, tek başıma taşımak
zorundayım. Akraba da olsa, yakını da olsa kimse kimsenin yükünden bir şey
taşımayacak, yüklenmeyecektir.
Öyleyse peygamberim, sen ancak
görmediği halde Rablerinden haşyet duyanları, namazı ikâme edenleri uyarırsın.
Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur. Dönüşünüz ancak
Allah’adır.
Gıyaben Rablerinden korkanlar,
gıyabında Rablerinden haşyet duyanlar. Onlar Rablerini görmüyorlar, duyularıyla
O’nu algılama imkânına sahip değiller ama vahye imanları gereği, gayba imanları,
muhsin olmaları gereği Rablerinin sürekli kendilerini gördüğünü, sürekli O’nun
kontrolü altında olduklarını bilirler ve gıyabında O’ndan haşyet duyarlar.
Rablerine boyun eğenler, Allah’ı gücendirmekten korkarlar, Allah’ı razı
edememekten korkarlar.
Haşyet,
korku mânâsınadır; yılandan, çıyandan, akrepten korkmak ayrıdır, kişinin
anasından korkması ayrıdır değil mi? Niye korkar kişi anasından? Acaba rızasını
alamadım mı, acaba kalbini kırdım mı, diye korkar değil mi? İşte o mü’minler de
Rablerinden böylece bir haşyet içindedirler ve işte uyarılacak olanlar,
peygamberin uyarısına müspet cevap verecek olanlar
onlardır.
Bir da
namazlarını ikâme edenler, namazı ayağa kaldıranlar, namazlarının bir nûr ve yol
gösterici olarak misyonunu, fonksiyonunu gerçekleştirenler, namazlarını Allah’ın
istediği ve Rasûlullah’ın örneklediği biçimde ifa ederek, namazda Allah’la
diyalog gerekleştirenler, namazla Allah’tan yollarını aydınlatacak, hayatlarına
ışık tutacak mesaj alanlar ve hayatlarını o mesajla düzenleyenler… Yâni hayata
hakim bir namaz, namaza özdeş bir hayat yaşayanlar. Hayattan ayrı, sosyal
hayattan kopuk olmayan bir namaz ikame edenler. Dinlerinin direğini dikmek üzere
namaz kılanlar. Yâni namazları ekonomilerine, ticaretlerine,
kılık-kıyafetlerine, alışverişlerine, işlerine, aşlarına, karılarına, kızlarına,
mesleklerine, meşreplerine karışan, namazları tüm hayatlarına imzasını atan Müslümanlar.
Namaz, kişinin Allah huzurunda top
yekûn İslâm’ı yaşamasının adıdır. Kalbiyle, diliyle, gözüyle, kulağıyla, eliyle,
ayağıyla, alnıyla, burnuyla, kıyamıyla, kıraatiyle, bedeniyle, derisiyle Rabbine
yönelişinin ve tüm bedeninde Rabbini söz sahibi bilişinin ifadesidir. İşte ancak
namazlarını ikame edenler uyarılacaktır.
Kim
tezekkî eder, temizlenir, arınırsa ancak kendi nefsi için, kendisi için arınmış
olur. Rabbimiz Ganîdir, zengindir. Bizim ikame-i salâtımıza da, namazımıza da,
haşyetimize de, tezkiyemize de ihtiyacı yoktur. Tüm yaptıklarımız kendimize,
kendi menfaatimize, kendi kurtuluşumuza yöneliktir.
Tabii tezekkî, tezkiye, arınma
Allah’ın istediği şekilde olmalıdır. Arınmanın yolunu Allah belirler. Şurasını
unutmamalıyız ki, insanı tezkiye edip arındıran Allah’tır. Çünkü fâil-i mutlak
O’dur. Çünkü insana takvasını da, fısk-u
fücûrunu da, arınma yollarını da gösteren, onu buna müsait yaratan ve bu konuda
yol gösteren Allah’tır. Yâni tezkiyeyi, tezekkîyi, arınmayı, temizlenmeyi ortaya
koyan Allah olduğuna göre elbette bunun yolunu, usûlünü, kuralını ortaya koyan
da O’dur. O’nun tezkiye budur dediği tezkiyedir. Onun gösterdiği yol temizlenme
ve arınma yoludur. Rabbimizin tarifinin dışındaki tüm yollar bâtıldır, boştur.
İkinci
olarak tezkiye eden, arındıran Allah’ın elçileridir. Kitabımızın beyanına göre
Peygamber’in (a.s) görevlerinden birisi de,
üm-metini tezkiye etmek, insanları arındırıp tertemiz hale getirmektir.
İnsanları küfürden, şirkten, nifâktan, cahiliyeden arındırmak, vicdanlarını,
kalplerini, düşüncelerini, niyet ve amellerini, aile hayatlarını, içtimaî
yaşantılarını temizlemektir.
Tezkiye,
bir Müslümanın yirmi dört saatlik hayatını Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün
sünnetine göre yaşamasıdır. Böyle yaşayan kişi hayatını temizlemiş demektir. Bir
toplum da hayatını bu kitaba göre ve bu kitabın pratiği olan Peygamberin
sünnetine göre yaşarsa, o toplum da temizlenmiş demektir.
Tezkiye
bu kitaba göre bir hayat yaşamaktır. Gerisi boştur. Bunun dışında tezkiyeyle
alâkalı kim ne demişse hepsi boştur. Bunu kitabımızın başka âyetlerinin
tefsirinde anlatmaya çalışmıştım.
Dönüş
Allah’adır. Dönüşünüz O’nadır. “Masîr” dönüşümlü, de-ğişimli bir anlam ihtiva
etmektedir. Yâni insan değişimli, dönüşümlü olarak, değişip dönüşerek Rabbine
gitmektedir. Ya tüm bu nîmetlere, tüm bu âyetlere karşı kâfirce, nankörce bir
tavır takınarak, fıtratını bozmuş olarak dönecek, yahut da fıtratı istikâmetinde
kulluk yaparak, büyük bir değişim geçirerek, bir gelişim gerçekleştirerek
Rabbine dönmektedir. Değişmeden dönüş olmuyor yâni. Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz bu değişimleri tanıtacak:
19,20,21.
“Kör ile gören, karanlıklar ile ışık ve gölgelikle sıcaklık bir
değildir.”
Körle,
kör olanla basiretli olan, karanlıkla ışık, gölgelikle sıcak bir olur mu?
Allah’ın âyetleriyle görüşü keskinleşen kimse, âyetlerden habersiz olarak
körleşenle bir olur mu? Vahiyle ileriyi gören, Kur’an’la önünü gören, vahiysiz
düşe kalka yol bulmaya çalışan kimse bir olur mu? Karanlıklar ile aydınlık,
gölgelikle sıcaklık bir olur mu?
Rabbimiz bu âyetlerinde vahiy
nîmetiyle dirilmiş, vahiy nîmetiyle basarı açılmış, görüşü keskinleşmiş
kimselerle, vahiyden mahrum kalmış kimselerin mukâyesesini yapıyor. Kâfirler
Allah’ın âyetlerini görmüyorlar, kördürler onlar. Ama mü’minler, Allah’ın
âyetleriyle basiret sahibidirler. Hayatlarını Allah’ın âyetleriyle yol bulan,
vahyin ışığında yaşayan mü’minlere mukabil kâfirler cehalet, zan, vehim ve
karanlıklar içinde bir hayat yaşamaktadırlar.
Kör ile gören bir olur mu? Alîm
sıfatına, Basîr sıfatına sahip olan, her şeyi bilen ve gören Allah’la bu
sıfatların tümünden mahrum olanlar bir olur mu? Karanlıkla aydınlık bir olur mu?
Aydınlık vahiydir, nûr Kur’an’dır. Hakkın dışındaki, hak bilgisinin dışındaki,
vahiy bilgisinin dışındaki her şey karanlıktır. Vahyi tanımayan, vahiyden
habersiz olan tüm gözler, tüm yüzler karanlıktır. Allah’a dayalı, vahye dayalı
yaşanan hayatlar nûrdur, aydınlıktır. Öyleyse ey kâfirler, ey müşrikler sizler
Rabbinizin varlığını ve O’ndan başka Rab ve İlâh olmadığını ispat eden göklerde
ve yerde bu kadar âyete karşı kör ve sağır davranıyorsunuz diye, onları gören
peygamber ve onun yolunun yolcuları ne diye kör gibi davransınlar? Siz
böylesiniz diye müminler ne diye sizin gibi düşe kalka yol alsınlar? Ne diye
sizin gibi adım başına bir direğe toslayıp hayatlarını mahvetsinler? Allah’ın
kitabına, Allah’ın nûruna sahip olan mü’minler ne diye onu söndürüp karanlıkta
el yordamıyla yol bulmaya kalkışsınlar? Sizler mü’minlerin yoluna girip cennete
gitmeniz gerekirken ne diye müminleri kendi cehenneminize çekmeye
çalışıyorsunuz?
Bu âyet hem dünyayı, hem de âhireti
anlatıyor. Mü’minlerin vahiyle kazandıkları nûrları, ışıkları ile cennete doğru
yol alırlarken, cennete ulaşıncaya kadar ışıkları kendilerini terk etmezken,
kâfirler de nûrsuz, ışıksız bir şekilde cehenneme doğru yol
almaktadırlar.
22. “Dirilerle ölüler de bir değildir. Doğrusu Allah,
dilediği kimseye işittirir. Ey Muhammed! Sen kabirlerde olanlara
işittiremezsin.”
Dirilerle
ölüler de birbirlerine denk değildir. İnsanlardan kimileri Allah vahyiyle
dirilmişlerken, vahiyle hayat bulmuşlarken, kimileri hâlâ ölüdür. Mü’min diri,
kâfir de ölüdür. Bu ikisinin birbirine denk olduğunu kim söyleyebilir? Ölümle
tüm bu organlar nasıl misyonunu kaybediyorsa, ölen kişi nasıl duymaz duygulanmaz
ve anlamaz hale geliyorsa, işte aynen onun gibi kabiliyetlerini söndürmüş,
fıtratlarını öldürmüş, duymamayı, anlamamayı tercih etmiş bu insanların bu
organlarını, Allah manevî bir ölümle iptal edivermiş.
İşte Rabbimiz peygamberine ve onun
şahsında bizlere buyuruyor ki, “ey kullarım, fıtratları bozulmuş, yaratılış
melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez, akl etmez hale gelmiş, doğruya yönelme
is-tidâtlarını kaybetmiş bu insanlara siz mi işittireceksiniz? Bunlara hakkı siz
mi duyuracaksınız?” İstediklerine işittiren ancak Allah’tır. Ya da isteyenlere
işittiren ancak Allah’tır. İşitmek isteyenlere, Rabbimizin işitmek isteyişlerini
onaylayıp razı oldukları işitecektir. Değilse sen kabirdekilere duyuracak, bu
ölüleri diriltecek değilsin, onları ancak Allah diriltecektir.
Yâni
bu insanlardan kimileri şimdiden kendilerini kabirlere mahkum etmiş, işitmek
istemiyorlarsa, ölüler haline gelmiş, uyarılara, söylenenlere göre hiçbir
değişim, hiçbir devinim göstermiyor, tepki vermez hale gelmişlerse bizim bunlara
yapabileceğimiz bir şey kalmamıştır. Bu duruma gelmiş insanlar için ne
peygamberlerin, ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur. Zira
Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine kimse
bir şey söyletemez. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allah’ın
şaşırttığını kimse doğru yola getiremez.
Bunlar
kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını, pencerelerini
kapamış, duymayan, duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen, hayattayken ölmüş
insanlardır. Bunlar ölülerdir ve bunları Allah’tan başka diriltecek de yoktur.
Allah
bunlarda bir dirilme işareti, bir canlılık belirtisi görürse, dilerse dünyada
diriltir. Eğer bu insanlarda bir devinim, bir hareket görmez ve işte böylece
kendi tercihlerinin karşılığı olarak, yâni kendi tercihlerinin bir onaylaması
olarak dilemezse de, âhirette huzuruna gelinceye kadar dünyada ölü bırakacak, o
zaman diriltecektir.
Bu âyetleriyle Rabbimizin bizlere
bir uyarıda bulunduğunu an-lıyoruz: Bu körlere siz mi göstereceksiniz? Bu
sağırlara sizler mi duyuracak, bunlara siz mi hidâyet edeceksiniz? Allah
dilemedikçe, Allah duyurmadıkça, göstermedikçe, hidâyet etmedikçe hiçbir şey
yapamazsınız. İnsanların böyle sadece beşerî planda bir gözlerinin,
kulaklarının, kalplerinin olması hiçbir anlam ifade etmez.
Eğer
o göz, kulak, kalp Allah’ın âyetlerini görüp, duyup, anlayıp Allah’a kulluğa
tahsis edilmemişse, hiçbir değer ifade etmeyecektir. Varlığıyla yokluğu müsâvî
olacaktır. Bugünün tıbbının, biyolojisinin verilerine göre en güzel âzâlar
olsalar da bunlar, kendi ruhlarının, kendi insanlıklarının, kendi nefislerinin
ebedî kurtuluşlarına sebep olacak işlevi gösteremiyorlar, tavır alamıyorlarsa
hiçbir değerleri olmayacaktır.
23. “Sen sadece bir uyarıcısın.”
Ey
peygamberim, sen ancak bir uyarıcısın. Onlara bir âyet getirmek, onlara
duyurmak, hidâyet etmek gibi bir sorumluluğun yoktur senin. Sen sadece Rabbinden
gelen âyetleri onlara duyurmak, bu âyetlerle onları uyarmak zorundasın. Bunun
ötesinde senin herhangi bir görevin yoktur. İnsanlara duyurma, insanları
hidâyete ulaştırma yetkisi sadece Allah’a aittir.
Ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, bunu asla unutmayın: Size ancak
sözü dinleyenler, söze kulak verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler
icabet edeceklerdir. Alıcı cihazları çalışan, fıtratları diri ve faâl olan
kimseler icabet edecektir. Fıtratları bozulmuş olan, yaratılış melekelerini
kaybetmiş, duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş,
ölü olanlara gelince, bilesiniz ki onları ancak Allah diriltecektir.
Bu
duruma gelmiş insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin
yapabilecekleri bir şey yoktur. Zira Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey
duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah’ın
göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allah’ın şaşırttığını kimse yola
getiremez. Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını,
pencerelerini kapamış, duymayan, duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen,
hayattayken ölmüş insanlardır. Bu tür insanlara ne tür âyet getirirseniz getirin
kesinlikle inanmayacaklardır. Öyleyse boşuna kendinizi zorlayıp üzülmeyin. Siz
sadece Rabbinizin âyetlerini duyurun, gerisini Allah’a bırakın diyor
Rabbimiz.
Biz de bunu kendimize görev
bileceğiz. Allah’ın emriyle insanları uyaracağız. Allah’ın âyetlerini insanlara
duyuracağız. “Gelin Allah’ın istediği imana, gelin Allah’ın istediği hayata,”
diyeceğiz. “Değilse cehennem var, cenneti kaybetmek var,” diyeceğiz. “Eğer
Müslü-manca bir hayat yaşarsanız dünyada mutluluk, dünyada kurtuluş, âhirette
kurtuluş var,” diyeceğiz. Uyandıracağız insanları. Ama unutmayacağız ki, bizim
görevimiz burada bitiyor. İnsanlar isterlerse bu uyarılarla adam olurlar,
Allah’ın istediği yola girerler, isterlerse kendilerini cehennemin, ateşin
mahkûmu ederler.
24. “Şüphesiz biz seni, müjdeci ve uyarıcı olarak,
gerçekle gönderdik. Geçmiş her ümmet için de mutlaka bir uyarıcı buluna
gelmiştir.”
Muhakkak
ki biz seni Hak’la gönderdik. Haklı olarak gönderdik, hak bir dinle, hak bir
kitapla, içinde sadece hakkın bulunduğu, insanların uygulamaları ve hayatlarını
kendisiyle düzenlemeleri gereken hayat programı bulunan bir kitapla gönderdik.
Seni Beşîr ve Nezîr olarak gönderdik. Cennetle müjdeleyen, cehennemle uyaran
olarak gönderdik.
Hiçbir
toplum yoktur ki onda uyarıcılar gelip geçmiş olmasın. Her bir ümmete mutlaka
uyarıcılar göndermiştir Rabbimiz. Bu uyarıcı kitap olabilir, bu uyarıcı
peygamber olabilir, kâinattaki âyetler olabilir, yahut enfûsümüzdeki âyetler
olabilir.
25. “Eğer seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, onlardan
öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara belgeler, sayfalar ve nûrlu
kitaplar getirmişlerdi.”
Ey
peygamberim, eğer bu kâfirler şu anda seni yalanlıyorlar-sa, unutma ki ilk defa
yalanlanan sen değilsin. Senden öncekileri de yalanlamışlardı. Senden önce de
kendilerine apaçık deliller, belgeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren
peygamberleri de yalanlamışlardı. Allah yasaları değişmez. Önceki peygamberler
de her görenin an-layabileceği şekilde ortada duran apaçık deliller getirdiler.
Okuyanın da okumayanın da, kadının da, erkeğin de, büyüğün de, küçüğün de
anlayabileceği, gözlere net ve açık bir şekilde çarpan, gönüllere pâk bir
şekilde giren, hakla bâtılı birbirinden ayıran âyetler, deliller getirdiler. Nûr
saçan sahifeler, ışık saçan kitaplar getirdiler. Ama insanların bunlara karşı
tutumları değişmediği için, onlar bu apaçık Beyyine’leri yalanladılar, yok farz
ettiler, Allah da onları bu tavırlarından dolayı cezalandırıverdi. Tarih bunun
örnekleriyle doludur.
26. “Sonra Ben, inkâr edenleri yakaladım. Beni inkâr etmek
nasıl olur?”
Sonra
kâfir olanları yakalayıp tuttu Allah. Benim inkârım, benim reddedilmem nasılmış
bir bakın diyor Rabbimiz. Beni reddetmenin, beni inkâr etmenin âkıbeti nasıl
olmuş bir bakın.
Demek ki kul olarak insan Allah
karşısında, âyetleri karşısında, sözü karşısında, tehdidi karşısında olduğunu
bilmeli, bir an bile bunu unutmamalıdır. Mü’min olsun, kâfir olsun tüm kullar,
tüm insanlar bunu bilmek, bunun bilincinde olmak zorundadır. Hz. Adem’den (a.s)
bu yana insanlık tarihine baktığımız zaman gerçekten sadece Allah yasalarının
geçerli olduğunu görürüz. Devir değişti diyorlar, insanlar değişti diyorlar,
çağımız farklı diyorlar. Ama bakıyoruz ki, çağımız insanları öncekilerin
yaptıklarının aynısını yapıyorlar. Öncekiler de günümüz insanlarının tavırlarını
sergilemişlerdi. Onlar da güçlerine, kuvvetlerine, devletlerine, saltanatlarına
güvenmişlerdi.
Şu
andaki kâfirler de aynı şeylere güveniyorlar. Mallarına mülklerine, ekonomik ve
siyasal güçlerine, askerî güçlerine, sistemlerine güveniyorlar. Bize bunların
hepsi verilmiştir, biz bunların hepsine sahibiz, diyorlar. Ama bakıyoruz ki
bütün bu güçlerin zirvesine ulaşmış toplumlar Allah’la savaşa tutuşmalarından
ötürü helâk ediliyor, yerle bir ediliyorlar. Nice süper güçler yerin dibine
batırılıyor. Demek ki insanlar Allah karşısında ne olurlarsa olsunlar, hangi
güce sahip olurlarsa olsunlar, Allah’ın helâkinden, Allah’ın intikamından kaçıp
kurtulamıyorlar. Günümüz kâfirlerinin de bunu hiç bir zaman unutmamaları
gerekecektir.
Allah sadece helâk eden, sadece
kullarından intikam alan de-ğildir. Rabbimiz her an, her fırsatta kullarını
rahmetine çağırmaktadır. Dünyaya böyle bir program koymuştur. Sürekli bize
rubûbiyetini, ulû-hiyetini, rahmetini hatırlatarak bizi kendisine kulluğa dâvet
etmektedir. Bakın işte bir hatırlatma:
27. “Allah’ın gökten su indirdiğini görmez misiniz? Biz
onunla türlü türlü renkte ürünler yetiştirmiş; dağlarda da beyaz, kırmızı, siyah
ve türlü renkte yollar var etmişizdir.
Görmez
misin, görmedin mi? Allah gökten su indiriyor da onunla tatları, renkleri farklı
çeşit çeşit ürünler, meyveler, sebzeler yetiştiriyor. Aslında onları böyle
özelliklere büründüren, Allah’ın iradesidir. Dağlarda da beyaz, kırmızı, siyah
olmak üzere türlü türlü cüded, caddeler var etmiştir Allah. Dağlardan yol yol
alacalar, değişik renklerde caddeler var etmiştir.
Allah su indiriyor ve onunla
yeryüzünde hayatı var ediyor. Bizzat hayat suyu olan kitabı indiriyor Allah.
Kitap insanların arasına inince, insanların gönüllerine girince, onlarda da
rengarenk karakterler oluşturuyor. Kitaba iman eden, kitabın fonksiyonunu
anlayan, kitabın hakkını veren insanlar tamamen kitabın boyasına, kitabın
sıbgasına, rengine bürünürken, kimileri kitabın boyasını kabul etmiyor, o
boyayla boyanmak, Allah kimliğiyle görünmek istemedikleri için, ahlâklarının
Kur’an olmasını, Kur’an’la yürümeyi, Kur’an’la konuşmayı, Kur’an’la yaşamayı
istemedikleri için onlar da farklı bir renk, farklı bir karakterle açığa
çıkıyorlar.
Kimileri
Allah’ın gösterdiği suyla sulanıp hayat bulur, âdeta yürüyen Kur’an haline
gelirken, kimileri farklı renklere bürünüyor. İşte aynen insanlar gibi dağlar da
Allah’ın kullarıdır. Onlarda da Allah’ın âyetlerinin aynı sonucu yarattığını
görüyoruz. Allah’ın âyetleri onlarda da caddeler, yollar oluşturuyor.
28. “İnsanlar, yerde yürüyenler ve davarlar da böyle türlü
türlü renktedirler. Allah’ın kulları arasında O’ndan korkan, ancak bilginlerdir.
Doğrusu Allah güçlüdür, bağışlayandır.”
İnsanlar
da, yerde yürüyen hayvanlar da böyle çeşit çeşit renktedirler. Evet her şey için
Rabbimiz belli bir âhenk, belli bir yasa koymuştur. Varlıklar tanınsınlar, ayırt
edilsinler, insanlar Allah’ın âyetlerini görsünler diye, âyetler kulların
gözlerine hitap etsinler diye. Biteviye olsalardı, tekdüze olsalardı o zaman bu
varlıkların pek uyarıcılık özellikleri olmazdı. Çünkü insan tekdüzeye
alışmaktadır. Bunların hepsini Allah yaratmıştır desinler diye böyle bir renk
cümbüşü içinde, Rabbimiz kendisini kullarına duyurmayı murad
etmiştir.
Yine
vahiyle oluşan karakterler anlatılmaya devam ediliyor. Vahiyle âlim olanlar
yanında vahiyden mahrum oldukları için cahil olanlar da vardır ve Allah’tan
ancak âlimler haşyet duyarlar. Bu kâinatta insana Allah tarafından bilgi
sunulmuştur. Rabbimiz kâinata serpiştirdiği görsel âyetleriyle insanların
gözlerine bilgi sunarken, şu kitabın âyetleriyle de kulaklarına bilgi
sunmaktadır. İnsan eğer Allah’ın kendisine sunduğu bu bilgileri alır, hayatına
tatbik eder, hayatını bu bilgilerle düzenlerse, işte o zaman âlim olacaktır.
Öyleyse şunu kesinlikle ifade edelim
ki, ilim vahiydir ve âlim de vahyi bilendir. Allah’ın kitabından haberdar
olmayan insanların cehâletten kurtulmaları kesinlikle mümkün değildir. Dün de,
bugün de, yarın da yeryüzünün en âlim insanları Müslümanlardır. Bu kitabı
bilenler âlimdir, bu kitapla beraber olanlar bilgindir. Bu kitaptan haberdar
olanlar hikmet sahibidirler. Kur’an-ı Kerîm’deki bu tür âyetlerin anlamı budur.
Yâni bunu bilenler âlimdir, bundan haberdâr olanlar fa-kihtir, bununla beraber
olanlar akıllıdır.
Allah’ın kitabından, Allah’ın
yeryüzü için gönderdiği hayat programından habersiz bir hayat yaşayanlar
cahildir. Kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en cahil, en akılsız insanlarıdırlar.
İlim Müslümana aittir. Kur’an’ı ve sünneti tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan
kişi, dünyanın en âlim kişisidir. Vahiyden habersiz yaşayan insanlar
cahildirler, bilgisizdirler ve hem dünyalarını hem de âhiretlerini berbat etmiş
insanlardır.
Öyleyse bunu, bu değişmez gerçeği
tüm insanlığa ilân ederek diyorum ki; “Ey insanlar! Ey Allah kulları! Gelin
durumunuz, konumunuz ne olursa olsun, makamınız, koltuğunuz, renginiz
cinsiyetiniz, diplomanız, kariyeriniz, tahsiliniz ne olursa olsun, gelin hakim
olan Allah’ın hakim olan kitabına yönelelim. Hikmete ulaşma yolumuz her zaman
açıktır. Âlim olma imkânımız her zaman vardır. Rabbimiz tüm kullarının önüne
böyle bir rahmet kapısı açmıştır. Rabbimizin açtığı bu rahmet kapısından
istifade etmesini bilelim ve yeryüzünde hiçbir kaynağın sunamayacağı, hiçbir
üniversitenin sağlayamayacağı, hiçbir müessesenin veremeyeceği en üstün
bilgilerle, hikmet ve kulluk bilinciyle donanıp dünyanın ve âhiretin en âlimleri
olma imkânını elde edelim.”
Herkes kuldur Allah’a, ama kullar
içinde âlim olanlar, Allah’ın kitabını tanıyanlar, Allah’ı tanıyanlar ancak
Allah’tan korkarlar. Kullar içinde âlim olanlar ancak Allah’a karşı saygılı
davranırlar. Allah’tan gelen bilgiye evet diyen insanlar ancak Rablerine karşı
haşyet duyarlar. Ebu Bekirler, Bilallar, Habbablar, Ömerler, Osmanlar, Aliler
âlimdirler. Ebu Cehiller, Ebu Lehepler, Velid bin Muğireler cahildirler. Çün-kü
Müslümanlar Allah’tan gelen vahye iman edip, kitaptan haberdar olup âlim
olurlarken, berikiler vahiyden habersiz bir hayat yaşayarak cahil oluyorlardı.
Allah bilgisinden mahrum olan kâfirlerin yaşadığı hayat hangi devirde, hangi
dönemde olursa olsun cahiliyedir. İslâm’ın olmadığı, İslâm’ın bilinip
yaşanmadığı, hayatın vahiyle şekillenip düzenlenmediği her dönem cahiliye
dönemidir.
İçinde Allah saygısı, Allah korkusu
bulunan kişi âlimdir. Allah vahyini tanıyıp O’na kulluğa koşan kişi âlimdir.
Kişinin Allah’a karşı haşyet duyması, Allah’a karşı saygı duyup, O’nun
emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmadaki ciddiyeti, hassasiyeti onun
âlim oluşuyla doğru orantılıdır. Çünkü gerçek bilgi sahibini uyaran, sahibini
amele sevk eden bilgidir. Gerçek bilgi, insanı şekillendiren bilgidir. Gerçek
bilgi insanı Rabbine kulluğa götüren, Rabbinden korkmaya, Rabbine karşı itaatli
davranmaya götüren bilgidir. İlimle takva, ilimle itaat doğru orantılıdır. İlim
ne kadar fazlaysa, takva da o derece fazladır. İşte bu âyetlerin beyanıyla,
ilim, kişiyi takvaya götürmektedir. İlim kişiyi haşyetullaha götürmektedir.
Bakın Rasulullah Efendimiz bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’ı
en iyi bileniniz benim, O’na karşı en
takvalı olanınız da benim.”
Allah’ı
en iyi tanıyan ancak Allah’a haşyet duyacaktır. Cenneti, cehennemi en iyi
tanıyan, sorguya çekileceğini en iyi bilen Allah’a itaate
koşacaktır.
Allah Azîzdir, Gafûr’dur. Allah
kullarından intikam alır. Allah kendisiyle çatışma içine girenleri cezalandırıp
helâk edendir. Ama sadece Azîz değil, aynı zamanda Gafûr’dur da Rabbimiz.
Kendisine kulluk edenlerin kusurlarını, hatalarını, eksikliklerini örtüverendir,
affediverendir Rabbimiz.
29. “Allah’ın Kitabı’na uyanlar, namazı kılanlar,
kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarf edenler, tükenmeyecek bir
kazanç umabilirler.”
Allah’ın
kitabını okuyanlar, kitabı izleyenler, kitapla beraber olanlar, kitaba tabi
olanlar, bu kitaptan hesaba çekileceklerini bilerek gece gündüz bu kitabı
tanımaya, hayatlarını bu kitapla düzenlemeye çalışanlar, kitabı düşünenler,
kitap üzerinde kafa yoranlar… Bu kitabın istediği şekilde namazı ikame edenler,
namazla kitabın kıraatini ve kıyamını gerçekleştirenler, namazla Allah’tan mesaj
alanlar, namazla kitabı, namazla hayatı ayağa kaldıranlar, imanlarının direğini
dikenler, namazla hayatı özdeşleştirenler, namazı Allah’a doğrultanlar,
hayatlarını Allah’a yönelik kılanlar, namazla kulluklarını ayağa kaldıranlar…
İşte
kitabı izleyenler, kitapla beraberliklerini sürdürenler, böyle namaz kılanlar,
namazda aldıkları mesajı Allah kullarına duyurma kavgası içine girenler,
kendilerine Allah’ın verdiği rızıktan gizli ve açık, Allah yolunda, Allah rızası
uğrunda sarf edenler, infak edenler, hayatlarında delik
açanlardır.
İnfak,
‘delik açmak’ demektir. Hayatımızda delik açmalıyız. Çünkü hayat bize verilmiş
bir rızıktır. Vücudumuz bir rızıktır. Mallarımız, mülklerimiz, paralarımız,
pullarımız, giydiklerimiz, gücümüz, kuvvetimiz, sağlığımız, bilgilerimiz,
aklımız, fikrimiz rızıktır. İşte bunlardan birer delik açıp, onları sürekli bize
veren Rabbimizin emrettiği yolda akıtıp duracağız. Tüm sahip olduklarımızdan bir
şeyleri infak edeceğiz ve bunu açık da yapacağız gizli de. Her ikisinin de
yasaları belirtilmiştir. Yeri geldiği zaman bazen infakın açıkça yapılması
güzeldir, farzdır, yeri geldiği zaman gizli yapılması güzeldir. Bazen de yerine
ve zamanına göre hem açık, hem de gizli yapılabilir. Bunu kitabımız ve onun
pratiği olan Rasulullah Efendimizin sünneti tarif etmiştir. Örneğimiz nasıl
onaylamış, nasıl örneklemişse, aynen onun gibi yapacağız.
İşte böyle yapanlar, böyle
yaşayanlar, Allah’ın kitabını izlemeye devam edenler, kitapla beraberliklerini
sürdürenler, Allah’ın istediği şekilde namazlarını ikame edenler, Allah’ın
kendilerine verdiklerini Allah kullarıyla paylaşma kavgası içinde olanlar, işte
bunlar, bu âlimler asla batmayacak, ebediyen kaybolmayacak, zâyi olmayacak bir
ticaret, bir kâr umarlar.
Bunlar
hiçbir zaman bitip tükenmeyecek bir ticaretin peşine düşen kimselerdir. İşte
hayatları, çabaları, ticaretleri, hizmetleri kabul edilip, hayatları
bereketlendirilenler bunlardır. Elbette Allah’tan en çok ittikâ edenler,
Kur’an’ın bilincine eren âlimler olunca, elbette Allah’ın lütfuna en çok mazhar
olanlar da onlar olacaktır. İşte gerçek ticaret, gerçek kazanç budur.
Kâfirlerin, müşriklerin, münâfıkların ticaretleri yalandır, yanlıştır. Onlar
âhireti satarlar, dünyayı alırlar, cenneti satarlar, cehennemi alırlar.
Mü’minlerse canlarını, mallarını ortaya koyarak cenneti ve Rahmân’ın rızasını,
Rahmân’ın hoşnutluğunu satın alırlar. Gerçekten bu alışveriş tebrike şayan,
kazançlı bir alışveriştir.
30. “Çünkü Allah bu kimselerin ecirlerini tam verir ve
lütfu ile arttırır. Doğrusu O, bağışlayandır, şükrün karşılığını bol bol
verendir.”
Allah
onlara ücretlerini tastamam ödeyecektir. Dikkat ederseniz burada Allah onların
amellerini ödeyecektir denmiyor da ücretlerini ödeyecektir deniyor. Yâni bir
amelin ücreti, o ameli işlerken taşınan niyetin güzelliğine, o amelin icrâ
ediliş ortamına, şartlarına göre bazen Uhud dağı kadar büyük olabilir. Bazen de
bir amelin ücreti, yerle gök arası kadar olabilir. Meselâ bir hadis-i şerifte,
“bir insanın dirilişine, hidâyetine sebep olmak onun için yerle gök arasındaki
şeylere sahip olmaktan daha değerlidir, daha hayırlıdır,” buyurulmaktadır.
Her
amelin ücreti, her amelin karşılığı neyse, Allah onu o amelin sahibine
ödeyecektir. Üstelik bununla da kalmayacak, ayrıca fazlından, kereminden,
lütfundan onlara artırdıkça artıracak, ziyâde edecektir. Allah Gafûrdur,
kullarının kusurlarını örten, hatalarını görmez-den gelendir. Şakir’dir Allah,
şükredendir, kendisine kulluk yapanlara teşekkür eden, amellerin karşılığını çok
çok verendir. Azı çok gören, aza çok verendir Allah. Dilediğini kat kat
verendir. Hesapsız bir şekilde kullarının amellerini değerlendirendir Rabbimiz.
Tabii ücretlerimizin böyle tastamam ödenmesi, amellerimize şükredilmesi,
amellerimizin şükre değer görülmesi, teşekkür edilmesi bize hemen cenneti
hatırlatıyor. Bununla da kalınmayıp ziyâdeleştirilmesi de Yunus sûresinde ifade
ediliyor:
“Muhsinlere (iyi davrananlara); daima daha
iyisi ve üstünü verilir.
(Yunus,
26)
Muhsinler için hüsnâ ve de daha
fazlalık vardır. Muhsin, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk yapan kişidir.
İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmek, Allah’ın gördüğü şuuru içinde
olmaktır. İhsan, kişinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde yapma
şuuru içinde olmasıdır.
Yâni
eğer bir mümin hayatının tümünde Allah’ı görmediği halde O’nu görüyormuşçasına,
Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda bulunur, her ânının Allah’ın kontrolü
altında olduğunu bilir ve böylece yaptıklarını Allah için yapar, yaptıklarının
tümünü Allah’a lâyık olarak yapmaya çalışır, hayatını Allah için yaşamaya
çalışırsa onun için hüsnâ vardır. Rabbinin kendisi için hazırladığı, gözlerin
görmediği, kulakların duymadığı cennetler ve o cennetler içinde akla ve hayale
gelmedik nîmetler vardır.
Bir
de ziyâdesi vardır. Yâni yaptıklarının en güzel bir karşılığı var ve de onlar
için daha fazlası da vardır, fazlalık da vardır. Rabbini görme, Rabbine
bakabilme, ru’yetullaha nâil olma mükâfatı vardır. İşte bu asla batmayacak, asla
bitmeyecek, asla zâyi olmayacak bir ticaret, bir kazançtır. Allah bize bunu
nasip etsin inşallah.
31. “Ey Muhammed! Bu, sana vahy ettiğimiz, öncekileri
doğrulayan gerçek Kitaptır. Allah şüphesiz kullarından haberdardır,
görendir.”
Ey
peygamberim, sana vahy ettiğimiz bu kitap haktır. Bu kitap tam anlamıyla haktır,
gerçektir, realitedir, hukuktur, tüm âlemlerin hayat programıdır. Bu kitabın
dışında herhangi bir hukuk, herhangi bir yasa, herhangi bir hayat programı
yoktur. Fıtratı yaratan, fıtratı en iyi bilen Allah, insan fıtratına uygun bir
hayat programıyla hak olarak kitabını indirmiştir. Sizi yaratıp böyle kendi
halinize bırakmış değildir Allah. Kullarına Basîr’dir. Kullarıyla sürekli
diyalog halinde ve sürekli kullarını kontrol altında bulundurmaktadır. Kullarını
görüp gözetmektedir. Kullarının tümünden haberdardır. Kullarının her halini
bilmektedir. Kullarının bu kitaba göre yaptıklarını doğru kabul etmekte, bu
ki-taba göre yanlış yapılanları da yanlış olarak belirlemektedir. Rabbi-mizin
görevlendirdiği melekler, kullarının amellerini böylece yazıp tespit etmektedir.
Öyleyse insanlar Rablerinden kendilerine gelen hak kitap, hak olan yasalar
karşısında kendilerinin istatistiklerinin tutulup, yazılıp hazırlandığını ve
yarın onlardan hesaba çekileceklerini bilmek
zorundadırlar.
32. “Sonra bu Kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere
miras bırakmışızdır. Onlardan kimi kendine yazık eder, kimi orta davranır, kimi
de Allah’ın izniyle, iyiliklere koşar. İşte büyük lütûf budur.”
Sonra
kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras bıraktık. Kullarımızdan
süzdüğümüz, seçtiğimiz kimselere miras kıldık. Allah’ın kitabı mirastır. Allah,
kulları arasından seçtiklerine kitabını miras bırakıyor. Müslümanlar, kullar
arasından seçilenler, süzülenlerdir. Çünkü onlar şu anda kitaba varis olan,
kitaba sahip çıkan hayru’l-beriyye olanlardır. Kâfirler ise
şerru’l-beriyye’dirler, mahlukâtın en şerlileridirler. Rabbimiz böyle habis
olanların içinden, kitabına varis olacak tay-yipleri seçip çıkarmıştır. Allah’ın
peygamberleri bize miras olarak mal mülk bırakmamışlardır. Onların bize
bıraktıkları sadece vahiy, kitap, ilim, Allah bilgisidir. İşte şu elimizdeki
kitap da son elçi tarafından bize bırakılmış bir mirastır. Bize bu kitap miras
bırakılmıştır.
Öyleyse
mirası Allah’ın istediği şekilde değerlendirmek zorundayız. Mirasyedi
olmamalıyız. Mirasın hakkını yerine getirmek zorundayız. Onu okumamız
gerekiyorsa okuyarak, anlamamız gerekiyorsa anlayarak, uygulamamız gerekiyorsa
uygulayarak, başkalarına duyurmamız gerekiyorsa duyurarak mirasa sahip
çıkmalıyız. Her mirasın belli bir hakkı, belli bir sorumluluğu vardır. Eğer bu
bize bırakılan mal olsaydı onu yiyecek, kullanacak ve diğer inanlara infakta
bulunacaktık. Kitabı yiyemeyeceğimize göre elbette onu okuyacak, anlayacak,
uygulayacak, hayatımızı onunla düzenleyecek ve onu diğer insanlara
ulaştıracağız. Böylece kitabın hakkını vermiş olacağız. Bakın kendilerine
verilen bu kitap mirasına karşı insanlar nasıl
davranmışlar:
Nefislerine zulmedenler… Kendi kendilerine zulmedenler... Kendi
kendilerine yazık edenler… Kendi kendilerini boşa harcayanlar, Kitaba varis
oldukları halde miraslarını çarçur edenler, miraslarını har vurup harman
savuranlar, mirası gereği gibi değerlendiremeyenler… Kitabı okuyup, anlayıp amel
etmeyenler... Mirasları olan kitaptan habersiz bir hayat yaşayanlar...
Müslüman’dır bunlar da, kitapları vardır, kendilerini kitaba izâfe etmektedirler
ama kitaplarıyla ilgisiz bir hayat yaşamaktadırlar.
İkincisi,
orta yolu takip edenlerdir. İyilikleri de var, kötülükleri de vardır. Ya da
muktesit olanlardır bunlar. Yolu doğrultanlar, düzgün, mutedil bir yol, bir
hayat izleyenlerdir. Kitaba göre hayatlarını doğrultanlar, hayatlarını kitaba
göre şekillendirenlerdir.
Kimileri
de kitaba varis olmanın gereğini tam olarak yerine getiren öncülerdir. Bunlar
hayır konularında en öndedirler. Her konuda önde, her konuda birinci olanlar…
Normal olanlar, orta yollu olanlar ve öncüler. İşte Müslümanlar bu iki grubun
insanlarıdırlar. Ama bunlardan en güzeli kitap ve sünnetin ortaya koyduğu
hayırla, amellerde en önde olanlardır. Bakara sûresindeki:
“Allah
dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir. Ve
bunu ancak akıl sahipleri anlar.”
(Bakara,
269)
Buradaki hikmet kitaptır; kitap
bilgisi, kitap anlayışıdır. Öyleyse hikmet-i bâliğa olan kitabı öğrenme ve onu
insanlara duyurma konusunda en önde olanlardır bunlar. Kitapla beraberlik
konusunda herkesi geçenlerdir bunlar. Şükürde, kullukta, takvada, teslimiyette
en önde olanlar, Allah’ın dinini yaşama ve uygulama konusunda, sabırda,
tevekkülde en öndedirler. Allah’ın izniyle tüm hayatlarında birincilik payeleri
vardır bunların. Ya da Allah’ın izin vermiş olduğu, Allah’ın belirlemiş olduğu
hayırlarda, yasal işlerde, meşrû işlerde en öne geçenlerdir
bunlar.
Şimdi dönelim sorgulayalım kendi
kendilerimizi. Acaba biz hangi konuda birinciyiz? Allah’ın izin verdiği,
Allah’ın belirleyip yasallaştırdığı konularda mı birinciyiz, yoksa başka
şeylerde mi? Allah’ın hayırlı dediği konularda mı birinciliğimiz var, yoksa
başka şeylerde mi birincilik peşindeyiz? Allah için bunu bir gözden geçirelim.
Çünkü âyetin sonunda Allah diyor ki:
İşte bu
en büyük lütûftur, en büyük başarıdır, en büyük kurtuluştur. İşte bu cennetin
anahtarıdır. İş cennet olunca, her şeyi bırakıp ciddi ciddi düşünmek
zorundayız.
33. “Bunlar, Adn cennetlerine girerler.. Orada altın
bilezikler ve incilerle süslenirler, oradaki elbiseleri de ipektir.”
Allah
onları Adn cennetlerine girdirecek. Orada altın bilezikler ve incilerle
süslenecekler. Orada onların elbiseleri de ipektendir. Dünyada Allah’ın izin
verdiği, Allah’ın belirlediği hayırlarda en öne geçenlerin bu birinciliğe
ulaşabilmek için çektikleri meşakkatlere, sabırlarına karşılık, sanki Rabbimiz
kendilerini okşarcasına ince, yumuşak elbiseler giydirecek. Bu elbiseler, bu
takılar onları âdeta kuşatan, saran, mutluluk elbiseleri olacaktır. Cenneti
kuşanacaklar, cennetteki ebedî hayatı kuşanacaklar. İşte yarın bu birinciler
bunları hak edecekler. Orada, Allah’ın ağırlaması içinde şunu
söyleyecekler:
34. “Derler ki: “Bizden üzüntüyü gideren Allah’a hamd
olsun. Doğrusu Rabbimiz bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.”
Sözleri, hamdleri budur.
Elhamdülillah ki, O bizden hüznü, üzüntüleri, kederleri, tasaları, sıkıntıları
gidermiştir. Dünyada sıkıntı içindeydik, onları bitirdi Rabbimiz. Endişe
içindeydik dünyada. Korkularımız, endişelerimiz vardı. Acaba Rabbimizi razı
edebildik mi? Acaba Rabbimizin istediği kulluğu gerçekleştirebildik mi, acaba
cenneti hak edebildik mi? Acaba cehennemden kurtulabilecek miyiz? diye hep bir
sıkıntı, bir endişe, bir tedirginlik içindeydik. Elhamdülillah ki, Rabbimiz tüm
bu hüzünlerimizi giderdi. Artık korkularımız, endişelerimiz kalmadı. Rabbimiz
küçük küçük kulluklarımızı büyük büyük kabul buyurdu ve işte bizi cennetine
koydu. Önümüzdeki sıkıntılarımızı bitirdi. Kabir azabından, mahşerin
sıkıntılarından, sıratın korkularından, cehennem endişelerinden bizi uzak
eyledi. Tüm bu bâdirelerden bizi atlatarak, bizi rahat ve huzur içinde bir
cennet hayatına ulaştıran Rabbimize hamd olsun diyorlar. Bize üzüntü verecek,
bize sıkıntı verecek, bize zahmet verecek hiç bir şey yoktur bu cennette,
diyorlar.
35. “Bizi
lütfuyla, temelli kalınacak cennete O yerleştirdi. Orada bize ne bir yorgunluk
gelecek ve ne de usanç ge-lecektir.”
Bizi lütfû keremiyle devamlı ikâmet
edilecek, sürekli kalınacak bir yurda, cennet yurduna Rabbimiz yerleştirdi. Biz
bu yurda Rabbi-mizin yol gösterişi, Rabbimizin hidâyetiyle ulaştık. Biz cennete
girince-ye kadar, istikrar mahallimize ulaşıncaya kadar, daimi ikâmet yerimizi,
vatan-ı aslîmizi buluncaya kadar sürekli seferîyiz, sürekli yolcuyuz. Al-dığımız
her nefesimiz, attığımız her adımımızla biz hep oraya doğru gitmekteyiz. İşte
oraya ulaşan mü’minler, Rablerinin bu lütfunu hatırlayıp gündeme getiriyorlar.
Dünyada hamd ettikleri Rablerine, orada da hamdlerini sürdürüyorlar. Zaten
mü’minlerin hayatlarının hedefi Allah’a hamdi gerçekleştirmek, hayatlarını Allah
için yaşamaktır. Dünyada da bu böyledir, âhirette de böyle olacaktır. Yine
diyorlar ki mü’minler, orada bize asla bir yorgunluk, argınlık, bıkkınlık
dokunmayacaktır. Cennette bir darlık, bir sıkıntı asla
duymayacağız.
36. “İnkar edenlere cehennem ateşi vardır. Ölümlerine
hükmedilmez ki ölsünler; kendilerinden cehennemin azabı da hafifletilmez. Her
inkârcıyı böylece cezalandırırız.”
Kâfirlere
gelince, Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın gönderdiği hayat programını
örtenlere, örtbas ederek bir hayat yaşayanlara gelince, onlar için cehennem
ateşi vardır. Onlara hüküm olunmaz ki ölsünler. Ölümlerine hükmedilmez ki,
ölsünler. Allah’ın âyetlerinden habersiz bir hayat yaşayanlar, haberdar
olduklarını da örtmeye çalışanlar, Firavunun yaptığı gibi:
“Gönülleri
kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onları
bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!”
(Neml,
14)
Nefislerinde yakînen bildikleri
halde zulümlerini, şirklerini, küfürlerini sürdürebilmek için bile bile inkâr
ettiler. Veya tıpkı Rasulul-lah’ı avuçlarının içi gibi bildikleri halde bile
bile reddeden Yahudiler gibi örttüler, örtbas ettiler. Bu dünyada küfrü, inkârı
kendilerine yasa edinenler için cehennemde azaptan kurtuluş için de ölümlerine
de as-la hükmedilmeyecek. Çünkü onlar fıtratlarını yok ettiler, Allah’ın
âyetlerini yok ettiler. Bildikleri halde küfrü tercih
ettiler.
İşte böyle Allah’ın âyetlerinin
susturulmasına çabalayan, Allah’ın âyetlerini örterek, örtbas ederek Allah
kullarının gündemlerinden düşürmeye çalışan, Allah’ın âyetlerinin gözlerden,
kulaklardan saklanmasına çalışan kimselerin cezası ateştir. Bu eylemin sonucu
cehennemdir. Hem öyle bir cehennem ki, orada asla ölemeyecekler. Orası onların
yeri ve yurdudur. Allah’ın kullarının gündemlerini değiştirmeye, Allah’ın
âyetlerini duyurmamaya çabalayan insanların durağı, barınağı cehennemdir.
Bunu
bazen bilenler yapar. Yâni Allah’ın âyetlerini bildiği halde, kitap bilgisine,
peygamber bilgisine sahip oldukları halde, Allah kendilerini bu bilgiyle
nîmetlendirdiği halde, bildikleri bu bilgileri Allah kullarına anlatmayarak,
duyurmayarak Allah kullarının gündemini bu-nunla oluşturmayan kimseler yapar ve
Allah korusun bunların sonu cehennemdir. Bunların kafalarındaki, kalplerindeki
anlatmadıkları Kur’an âyetleri ateşe dönüşecek ve sonunda kendi ateşlerini
dünyadan götüren insanlar durumuna düşeceklerdir onlar.
Bazen
de bu gizleme işini resmî otorite yapar. Okumaya, okutmaya, duyurmaya yasak
koyarlar. Ya da öyle resmen yasaklıyoruz demezler de, öyle bir program yaparlar
ki o programdan geçen insanlar Kur’an’ın kokusunu bile alamazlar. Güyâ işte
okutuyoruz, işte izin veriyoruz derler, işte din dersleri koyduk derler, ama
koydukları programda insanlar beş âyet bile öğrenemezler, beş hadis bile
tanıyamazlar.
Evet, onlar aslında biliyorlardı
Allah’ı. Biliyorlardı Allah’ın âyetlerini. Bile bile, peşin peşin
reddediyorlardı. Niye? Hayatları, yaşantıları, beklentileri reddetmelerini
gerektiriyordu da ondan. Çünkü inandıkları zaman kesinlikle biliyorlardı ki,
hayatları değişecekti. Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın hayat programına
yöneldikleri zaman huzurları kaçacaktı. O zaman insanlara zulmedemeyecekler, kan
içemeyecekler, tanrılıkları bitecek ve sömürü düzenleri sona erecekti. O zaman
zulümleri bitecek, saltanatları, çıkarları sona erecekti. Onun için biliyorlar
ama bile bile inkâr ediyorlardı. İşte inkâr ettikleri şeyler de onları çepeçevre
kuşatıverdi. Ne kaçabilirler, ne kurtulabilirler, ne ölebilirler ne de
kendilerinden cehennemin azabı
hafifletilir. İşte biz her inkârcıyı böylece
cezalandırırız.
37.
“Orada; “Rabbimiz! Bizi çıkar; yaptığımızdan başka, yararlı iş işleyelim” diye
bağrışırlar. O zaman onlara şöyle deriz: “Öğüt alacak kişinin öğüt alabileceği
kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Artık azabı
tadınız, zalimlerin yardımcısı olmaz.”
Onlar
orada birbirlerine bağırıp çağırıp, çığlık atıp duracaklar. Diyecekler ki, “ey
Rabbimiz! Çıkar bizi buradan! Tekrar dünyaya gönder bizi de orada daha önce
yaptıklarımızdan başka, onlardan farklı salih ameller işleyelim! Ey Rabbimiz,
elçilerin şüphesiz ki dünyada bize hakkı getirmişti. Elçilerin bizi hakla
tanıştırmıştı. Heyhat ki bizler elçilerinin getirdiği mesajla ilgilenmedik.
Gururumuz galebe çaldı da senin kitabınla diyalog kurmadık. Senin hayat
programınla ilgilenmedik. Kendi hayatımızı kendimiz belirlemeye kalkıştık.
Kitabından habersiz bir hayat yaşadık. Şimdi acaba bize bir geri dönüş imkânı
var mı? Pişman olma hakkı var mı bize?” diyecekler, dövünecekler, pişman
olacaklar, af dileyecekler, günâhlarını itiraf edecekler ama onların bu
pişmanlıkları kendilerine asla bir fayda sağlamayacak.
Dünyada
iken eteklerine yapıştıkları, kurtarıcı bildikleri tanrıları ve tanrıçaları da
kendilerine herhangi bir fayda sağlamayınca diyecekler ki, “ya Rabbi keşke
dünyaya bir daha geri döndürülsek de önceki işlediklerimize bir daha dönmesek.
Dünyaya tekrar döndürülsek, bize bir fırsat daha tanınsa da önceki
günâhlarımızdan uzaklaşıp senin istediğin hayatı yaşasak. Ya Rabbi, ne olur bizi
dünyaya bir daha geri çevir de sana asla şirk koşmayalım. Yapay tanrılar,
tanrıçalar edinmeyelim. Kendi hayat programımızı kendimiz belirlemeye
kalkışmayalım. Senin gönderdiğin kitabını ve elçilerini örnek alalım,”
diyecekler ama artık onlar için dünyaya bir daha geri döndürülme hakkı
kalmamıştır. Gerçekten bunlar kendi kendilerini mahvetmişler, fırsatlarını,
imkânlarını kötüye kullanmışlar, sermayelerini kaybetmişler, kendi kendilerine
yazık etmiş kimselerdir. Kendi kendilerini cehenneme, azaba sürüklemiş
kimselerdir.
Önceki âyetlerde anlattı Rabbimiz,
cennete gidenler, rahmete erenler kendilerine hiçbir yorgunluk, hiçbir sıkıntı,
hiçbir darlık dokunmadan orada nîmetler içinde bir hayat yaşarlarken, beri
tarafta kâfirler cehenneme yuvarlanmışlar. Orada ölüm de kaldırılmış, azapları
da asla hafifletilmiyor. Dehşet içinde çığlıklar atıp, feryatlar ediyorlar.
Diyorlar ki, “ey Rabbimiz, ey bizim Rabbimiz! Alçaklar dünyada kimleri Rab
bilmişlerdi değil mi? Kimlerin rubûbiyetine teslim olmuşlardı değil mi? Kimlerin
velâyeti ve terbiyesine kendilerini teslim ediyorlardı değil mi? Şimdi de gerçek
Rablerini anlamışlar ey Rabbimiz,” diyorlar. Hakkınız var mı buna? Hakkınız var
mı bunu demeye? Utanmadan diyorlar ki, “ey Rabbimiz, ne olur bizi dünyaya bir
daha çe-vir de bu sefer önceki amellerimizden farklı olarak orada fıtrata uygun,
kitaba uygun, peygambere uygun ameller işleyelim.”
Kâfirlerin
oradaki kendi ağızlarından bu kaçınılmaz ifadelerinden anlıyoruz ki, salih amel
şu anda onların işleyip durdukları amellerden başka amellerdir. Yâni işte şu
anda kimileri ısrarla gündeme getirmeye çalışıyorlar ki, efendim bu adamlar da
salih ameller işliyor-lar, bu adamlar da cennetlik ameller işliyorlar. Hayır
hayır, işte kendi ağızlarından Rabbimiz durumu bize anlatıyor. Bunların
yaptıkları amellerin tamamı niyet ve hedef olarak mü’minlerin amellerinden
farklıdır. Mü’min yaptığını Allah için yapar, Allah için hayatını yaşar.
Mü’-minin yaptığı her şey zâhiriyle, bâtınıyla, içiyle, dışıyla, niyetiyle,
hedefiyle Allah’ın rızasına uygundur. Allah içindir, Allah’ın belirlediği zaman
ve orandadır. Ama kâfir belki sûret itibariyle, dış görünüşü itibariyle
Müslümanın ameline benzeyen bir amel işlemiş olsa da, niyet itibariyle,
yaptırıcısı itibariyle, hedef itibariyle farklı olduğu için ona asla salih amel
denemez. Onların bu geri dönüş isteklerine karşılık bakın Rab-bimiz buyuruyor
ki:
Biz size
tezekkür edecek, durup düşünecek, akıl yorup anlayacak, kavrayacak, bir kimsenin
tezekkür edeceği, düşünebileceği kadar bir süre, bir ömür vermedik mi dünyada?
Size uyarıcılar göndermedik mi? Elçilerimiz gelmedi mi size? Hayır hayır sizler
zalimsiniz! Kendinizi bana kulluk ortamından çıkaran, kendi kendinize zulmeden,
kendi kendinizi ateşe gönderen zalimlersiniz sizler! Benim hakkımı vermeyen,
kitaplarımın hakkını vermeyen, görsel ve işitsel âyetlerimin hakkını vermeyerek
onlara zulmeden, peygamberlerime zulmeden, beni ve benim size gönderdiğim hayat
programımı hesaba katmadan bir dünya yaşayan zalimler olarak haydi tadın
azabımı. Zalimler için artık hiçbir dost, hiçbir yardımcı yoktur.
Böyle zulüm içinde bir hayat
yaşayanların âkıbeti işte budur. Zalimdirler bunlar, kendilerine karşı
zalimdirler. Kendilerini yaratıcılarına kulluk ortamında tutmayarak,
bedenlerine, nefislerine, âzâlarına, gözlerine, kulaklarına zulmetmiş
kimselerdir bunlar. Her şeye zulmet-miş, eşyayı Allah’ın istediği yerde
kullanmayarak varlıklara zulmetmiş, ailelerine, toplumlarına karşı Allah’ın
istediği şekilde davranmadıklarından, insanlara karşı Allah’ın belirlediği
hukuku yerine getirmediklerinden zulmetmiş insanlardır bunlar. Böyle zalimler
için asla bir yardımcı olmayacaktır.
38. “Allah şüphesiz, göklerin ve yerin gaybını bilir.
Doğrusu O kalplerde olanı bilendir.”
Muhakkak
ki semâvât ve arzın gaybını, oralarda gizli olan şeyleri bilen sadece Allah’tır.
Göğüslerin hâsılasını, kalplerin künhünü bilen de sadece O’dur. Öyleyse insanlar
için yasa belirleme, kulluk programı vazetme sadece böyle her şeyi bilen,
bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan bir Allah’a aittir.
Peki acaba sizler böyle miydiniz,
sizler semâvât ve arzın gay-bını biliyor muydunuz? Sizler kalplerde olanları
biliyor muydunuz? Sizler gayba, tüm gizliliklere muttalî miydiniz? Sizler
Allah’ın bildiklerini biliyor muydunuz ki kendi hayat programınızı Allah’a
sormadan yapmaya kalkıştınız? Biliyor muydunuz ki tıpkı Allah gibi, kendinizi
Allah yerine koyarak gerek kendi hayatınıza, gerekse insanların hayatlarına
dünyada yasalar belirlemeye kalkışıyordunuz? Ne zannediyordunuz kendinizi? Neydi
Allah’a rağmen, Allah’ın kitabına rağmen, Allah’ın elçilerine rağmen ortaya
attığınız o sistemler, o yasalar, o reçeteler, o ideolojiler?
Ne
görüyordunuz kendinizi? Kendini bile yaratmaktan âciz, kendini bile
tanımlamaktan âciz, kendini bile bilmeyen birisinin kendisi için doğru olanı,
güzel olanı, hak olanı bilmesi mümkün müdür? Allah bildirmeseydi, bizler neyi
bilebilecektik? Bildiğimiz tüm bilgilerimiz Allah’tan değil mi? Bırakın bizi,
melekler bile, peygamberler bile Allah’ın kendilerine bildirmesi olmasa hiçbir
şeyi bilemezler. Tüm bilgiler Allah’tandır. Bize hayatın, varlığın, ölümün
mânâsını, bize ölüm sonrasını, bize birbirimizle ilişkilerimizi, bize kendimizle
ilişkilerimizi öğreten, bildiren Allah’tır. Her şeyi bilen, her şeyi bize
bildiren O’dur. Gerçek bilgi Allah bilgisidir.
39. “Sizleri yeryüzüne de hakim kılan O’dur. İnkâr edenin
inkârı kendi aleyhinedir. İnkârcıların inkârı, Rableri katında yalnız
kendilerine olan gazabı artırır. İnkârcıların inkârı, hüsrandan başka bir şey
artırmaz.”
O
Allah ki sizleri yoktan var eden, sizleri yeryüzünde halifeler kılan, halefler
kılan, değişik toplumların yerlerine sizleri getirendir. Dikkat ederseniz bize
öğretilen ilmin hemen arkasından yaratılışımız ve yeryüzünde halifeliğimiz
gündeme getirilmektedir. Bakara sûresinde anlatılmaktadır ki, Hz. Adem
yaratıldığında ona Rabbimiz tarafından tüm isimler öğretilmiş, eşyanın bilgisi
verilmiş, varlıkların varlık sebepleri ve fonksiyonları öğretilmiş ve sonra da
tüm varlıklara halife kılınmıştı. Çünkü bilgisiz varlıklara hükmetmek mümkün
değildir. Varlıklar tanınmadan, eşya tanınmadan onlara hilafet mümkün değildir.
Bilgisiz yeryüzünde yürümek mümkün değildir. Bilgisiz halife olun-maz.
Öyleyse
eğer yeryüzünde kaybettiğimiz hilafetimizi yeniden elde etmek istiyor,
Rabbimizin bizi yeniden halifeler yapmasını, egemen kılmasını istiyorsak, bunun
başka çaresi yok, Allah’tan gelen bilgiyi çok iyi öğrenmek zorundayız. Vahye
sarılmak, vahiyle hareket eder hale gelmek zorundayız; bunu asla unutmamalıyız.
Göklerde ve yerlerde olan şeyleri bilen, göğüslerde olanları bilen, her şeyi
bilen, bilgi kendisinden olan Allah’a evet demeliyiz, O’nun bilgileriyle
bilgilenmeliyiz ki, yeryüzünde yeniden halifeler olabilelim. Bunun başka bir
yolu da, yordamı da yoktur.
Ama
kim de bunu, bu gerçeği örterse, kim ki Allah bilgisini, Allah kitabını örterek,
örtbas ederek, görmezden gelerek, yok farz ederek, ilgi kurmayarak bir hayat
yaşarsa, kim ki Allah’ın bu rahmetine karşı nankörlük eder, kâfirlik eder,
halifeliği örterek köleliğe ve zillet içinde bir hayata boyun bükerse, kim ki
kitabı örterek elindeki kumandayla başka şeyleri açmaya kalkışırsa, kitabı
kapatma eylemlerinin sonucu olarak bilsinler ki, Rableri katında yalnız
kendilerine olan gazap artar. İnkârcıların inkârı, hüsrandan başka bir şey
artır-maz. Onların cezası dünyada zillet ve meskenet içinde bir hayat, âhi-rette
de cehennemdir.
Kâfir olanlara, Rablerini örtenlere,
Rablerini hesap etmeden, Rablerinden gelen bilgiyi hesaba katmadan bir hayat
yaşamaları, bu cüretleri, kendilerine karşı Rablerinin buğzunu ve onların sadece
azaplarını ve ziyanlarını artırmaktadır. İşte bu bir Allah yasasıdır ve bunu
değiştirmek asla mümkün değildir. Kâfirlik bir ziyan demektir, bir hüsran, kayıp
demektir. Kâfirlik, Allah’ın buğzu ve kaybediş demektir. Allah’ın yeryüzüne
açtığı bu rahmet kapısı kitabı örtenler, elbette her şeylerini kaybetmişler
demektir. Öyleyse gelin bu kitaba karşı kâfirlik yapmayalım. Gelin onu
kapatmadan yana, örtmeden yana değil de, onu açmadan yana bir tavır belirleyelim
de bu yasanın mahkumu etmeyelim kendimizi.
40.
“Ey Muhammed! De ki: “Allah’ı bırakıp da taptığınız putlara hiç baktınız mı?
Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize!” Yoksa onların Allah’la
ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara Kitap verdik de ondaki delillere mi
dayanırlar? Hayır o zalimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz
söylerler.”
Ey
peygamberim, de ki onlara, görmüyor musunuz? Düşünsenize şu Allah’ı bırakıp ta
O’nun berisinde şu şerikleriniz, şu ortaklarınız konusunda, Allah berisinde
tapındıklarınız, dua ettikleriniz, sığındıklarınız, arzularını yerine getirip
yasalarını uyguladıklarınız yeryüzünde neyi yaratmışlar? Ne yaratmışlar onlar?
Yaratıcılık özellikleri var mı onların? Bir şey yaratabilmişler mi? Bir şey
yaratamadıkları belli, yoksa onların göklerde Allah’a bir ortaklıkları filan mı
var? Yoksa göklerin yaratılışında, düzenlenmesinde onların bir ortaklıkları, bir
payları mı var? Onların ellerinde benim kendilerine verdiğim bir yetki belgeleri
mi var? Benim yaratmama, Benim güç ve kudretime, Benim egemenlik yetkilerime bir
ortaklıkları mı var onların? Yoksa siz mi ve-riyorsunuz bu yetkiyi onlara, siz
mi ortak ediyorsunuz onları Bana? Yoksa kendi tanrılarınızı kendiniz mi
belirlemeye çalışıyorsunuz?
Allah’a şirk koşanlara, Allah
berisinde Allah gibi yetkililerin olduğuna inananlara sormak lâzım bunu. Neyi
yaratmışlar o ortaklarınız? Küçük dağları mı yaratmışlar? Bir zerreyi, bir
karıncayı mı yarat-mışlar? Kendi gözlerini, kulaklarını onlar mı yaratmışlar?
Hayır hayır, kendileri de dahil her şeyi Allah yaratmıştır. Allah “ol” demiş ve
her şey oluvermiştir. İnsandaki kuvveti, kudreti yaratan da Allah’tır. İnsan
sadece Allah’ın yasaları içinde debeliyor, hepsi o kadar. Hiçbir güç, hiçbir
varlık ben de yaratıcıyım deme hakkına sahip değildir. Kendilerini bile
yaratmaktan aciz varlıklar nasıl tanrı olabilecekler? Nasıl ortak
koşabiliyorsunuz bu acizleri Allah’a?
Yoksa
onlara bir kitap mı vermişiz de, o kitaptan aldıkları delillerle hareket
ediyorlar? Onlara bir kitap verdik te o kitaptan aldıkları bir delil üzere mi
bulunuyor bu adamlar? Yâni bu insanların ellerinde, bizde de yetki var, bizde de
egemenlik var, bizler de Allah adına hük-medebiliriz, Allah adına yasalar
belirleyebiliriz, bizler Allah’ın yardımcılarıyız, temsilcileriyiz diye
kendilerine yetki veren bir kitapları mı var ellerinde?
Bilâkis o
zalimler birbirlerine sadece aldanış vaadediyorlar. Sadece birbirlerini
aldatıyorlar onlar. Âmirler memurları, memurlar âmirleri, tâğutlar kulları,
kullar tâğutları, İlâhlar kullarını, kullar İlâhlarını, tapınanlar
tapınılanları, tapınılanlar tapınanları, sığınanlar sığınılanları, sığınılanlar
sığınanları, dua edilenler dua edenleri, dua edenler dua ettiklerini
aldatıyorlar. Hiç birisi samimi değil, böyle bir aldatmaca, böyle bir kullanmaca
devam edip gidiyor. Birbirimizi aldatmaktan, birbirimizi kullanmaktan
vazgeçmeliyiz. Birbirimizi Rabler, kullar edinmemeliyiz. Bizler hepimiz Allah’ın
kullarıyız. Bırakalım birbirlerimize Rabliği, kulluğu da yaratıcıya kulluğa
yönelelim. Çünkü hepimiz kuluz. Birbirimizin sözlerini Allah sözü yerine
geçirmeyelim. Birbirimizin yasalarını, görüşlerini, fikirlerini Allah
yasalarının üzerine çıkarmayalım. Bakın Rab olma özelliğine sahip olan Allah’ın
şu özellikleri vardır:
41.
“Doğrusu zeval bulmasın diye gökleri ve yeri tutan Allah’tır. Eğer onlar zevâle
uğrarsa O’ndan başka, an-dolsun ki onları kimse tutamaz. O, şüphesiz Halîmdir,
bağışlayandır.”
Zevâl
bulmasın diye, yıkılıp yok olmasın diye gökleri ve yeri tutan Allah’tır. Gökleri
ve yeri zevâlden tutan Allah’tır. Onlar kayıp gitmesinler, helâk olmasınlar diye
tutan, koruyan, muhafaza eden Allah’tır. Göklere ve yere egemen olan Allah’tır.
Göklerde ve yerde hakim olan, hükmü geçerli olan, Kayyım olan Allah’tır. Eğer
gökler ve yer zevâle uğrayacak olsalar, kayacak olsalar Allah’tan başka hiç
kimse onları tutamaz.
Allah
Halîmdir, Allah Gafûr’dur. Kullarının isyanlarına hemen ceza vermiyor. Kullarına
mühlet tanıyor, işlediklerinden ötürü hemen defterlerini dürmüyor. Allah
Gafûr’dur, bağışlar, hataları örter.
Yeryüzünde
Allah’tan başka İlâhların kabul edilişi, Allah’a şirk koşuluşu gökleri ve yeri
fesada uğratır. Şirk en büyük zulümdür. Müşriklerin tüm dünyayı kaplayan şirk ve
zulümleri karşısında neredeyse gökler yıkılacak, çatlayacak duruma geliyorlar.
Ama Rabbimiz lütfuyla bu âlemi ayakta tutuyor. İnsanları bu şirklerine, bu
zulümlerine rağmen Halîm ve Rahîm olan Rabbimiz yine de gökleri ve yeri âhenk
üzere tutmakta, yıkılmaktan, kayıp gitmekten korumaktadır. Allah’tan başka hiç
kimsenin gökleri ve yeri ayakta tutma gücü yoktur. Bırakın gökleri ve yeri
ayakta tutmayı, kendilerini bile ayakta tutmaya güç yetiremeyen varlıkların Rab
olmaları, İlâh olmaları mümkün değildir. Allah dengede tuttuğu için bu kâinat
yıkılmadan duruyor. Ama Allah’ın emriyle bir gün yıkılmaya, kaymaya başladı mı,
artık kimse onun önüne geçemeyecektir.
42,43.
“Kendilerine bir uyarıcı gelince, ümmetler içinde en doğru yola gidenlerden biri
olacaklarına, andolsun ki, bütün güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi; fakat
kendilerine uyarıcının gelmesi, yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü düzen
kurmak ile uğraştıklarından sadece nefretlerini artırdı. Oysa pis pis kurulan
kötü tuzağa ancak sahibi düşer. Öncekilere uygulana gelen yasayı görmezler mi?
Sen Allah’ın yasasında bir değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın yasasında bir
başkalaşma bulamazsın.”
Onlar
tüm güçleriyle Allah’a yemin ediyorlar. Hangi konuda? Eğer kendilerine Allah’tan
bir uyarıcı, bir peygamber gelirse, ümmetler içinde, toplumlar içinde en doğru
yolda gidenlerin, en hidâyette olanların kendileri olacağı, en samimi
Müslümanların kendileri olacağı konusunda yemin ediyorlar. Mekkeli müşrikler
kendilerine Allah’ın elçisi Muhammed (a.s) gelmeden önce böyle yemin
ediyorlardı. Daha önce kendilerine Allah tarafından elçiler gönderilmiş
Yahudileri ve Hıristiyanları beğenmiyorlardı. Ehl-i kitabın tavırlarını,
kulluklarını beğenmedikleri için böyle diyorlardı. “Eğer onlara gönderdiği gibi
Allah bize de bir elçi gönderirse, bize de bir din gönderirse, biz onlardan çok
iyi kullar, onlardan çok iyi Müslümanlar olacağız,” diye yemin ediyorlardı.
Böyle bir ahir zaman peygamberinin geleceğini onlardan öğreniyorlar ve böyle
diyorlardı. “Eğer bize de bir elçi gelirse bizler sizden daha iyi yolda, daha
dindar yaşayanlar olacağız,” diyorlardı.
Kendilerine bekledikleri uyarıcı, temennî ettikleri peygamber, kitap
gelince kendilerinin nefretlerini, düşmanlıklarını, kaçışlarını artırıverdi.
Halbuki bekliyorlardı. Tıpkı Ehl-i Kitabın kitaplarından tanıdıkları bu
peygamberin gelişini dört gözle bekledikleri gibi. Onlar da bekliyorlardı,
bunlar da bekliyorlardı bu peygamberi. Ama her iki grubun da bekledikleri
uyarıcıya karşı tavırları aynı oluyordu. Peygamberin gelişi nefretlerini
artırıverdi.
Kendilerine böyle bir uyarıcının
gelmesi, yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü düzen kurmak ile uğraştıklarından
sadece nefretlerini artırdı. Oysa pis pis kurulan kötü tuzağa ancak sahibi
düşer. Öncekilere uygulanagelen yasayı görmezler mi? Sen Allah’ın yasasında bir
değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın yasasında bir başkalaşma bulamazsın. Halbuki
kötü tuzaklar, komplolar sadece kuranları kuşatır. Bu adamlar öncekilere karşı
Allah’ın sünnetini bilmiyorlar mı? Halbuki Allah’ın sünneti için, Allah’ın
yasası için bir bedel bulamazsın. Allah’ın sünneti için bir değişim, bir kayma
bulamazsın.
Yeryüzünde istikbar edip büyüklük
taslıyorlar. İstikbar aslında küçük olanın, küçük olduğunu bilen insanların
büyüklük taslaması, çalım satması anlamına gelir. Kendisinde herhangi bir konuda
bir takım değerlerin olduğuna inanan bir insanın istikbara, çalım satmaya
ihtiyacı olmaz. Kâfirler, Allah’ın âyetlerini bildikleri halde, içlerinde,
vicdanlarında o âyetleri duydukları halde o âyetlere karşı çıkmaları
kendilerinde bir küçülme, bir aşağılanma meydana getiriyor. İşte bunu
kapatabilmek, içlerindeki bu kompleksi bastırabilmek için istikbara,
büyüklenmeye, kibirlenmeye çalışıyorlar ve kötü dolaplar çeviriyorlar. Allah’a,
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçilerine, Allah’ın sistemine ve sistemin
mü’minlerine karşı kötü dolaplar, pis komplolar çevirmeye çalışıyorlar. Allah’ı
atlatabileceklerini, Allah’ı yenebileceklerini, aciz bı-rakabileceklerini
zannediyorlar. Fakat çevirdikleri tüm dolaplar kendi başlarına çalınıyor. Kötü
dolaplar ancak sahiplerini kuşatır, diyor Rab-bimiz. Kâfirlerin, zalimlerin
Müslümanlara karşı yaptıkları hep kendi başlarına dolanmıştır, dolanacaktır
da.
Kâfirler Allah’ın kitabına, Allah’ın
elçisine karşı istikbar ediyorlar. Kitaba, peygambere karşı müstekbir
davranıyorlar, ihtiyaçsız davranıyorlar. Allah’ın sistemine, Allah yasalarına
karşı eyvallah’sız davranıyorlar. “Hayatı, hayat programını biz Allah’tan daha
iyi biliriz,” di-yorlar. Ama kâfirler hangi yasayı çıkarırlarsa çıkarsınlar,
hangi hayat programını benimserse benimsesinler, Müslümanlara karşı hangi
komploları hazırlarsa hazırlasınlar, Müslümanların üzerine hangi güçleriyle
gelirlerse gelsinler, onları nasıl karalarsa karalasınlar, kesinlikle bilelim ki
her hareketleri, her yaptıkları kendilerinin kötü sonunu, Müslümanların da
aydınlık geleceğini hazırlamaktadır.
Rabbimiz öyle buyuruyor: İlklerin
sünnetini, öncekilere uygulanan yasaları bilmiyorlar mı bu kâfirler? Dertleri ne
bu adamların? Ne yapmaya çalışıyor bu kâfirler? Allah’ın değişmez yasasını mı
çabuklaştırmaya çalışıyorlar? Belâlarını, helâklerini mı hızlandırmaya
çalışıyorlar? Bundan başkasını bekleme imkânları var mıdır? Kendilerinden
öncekilerin tarihlerine bakmıyorlar mı? Âd’ın, Semûd’un, Firavunların başına
gelenleri bilmiyorlar mı? Güçte, kuvvette, medeniyette kendilerinden çok üstün
olan, zirvede olan bu toplumların hangisi Allah’ın he-lâk yasasından
kurtulabilmiştir? Ne yapabilmişler Allah’a karşı? Kimilerini suyla, kimilerini
rüzgarla, kimilerini bir titreşimle, bir sayhayla helâk etmedi mi Allah? Onu mu
bekliyor bu kâfirler?
Kesinlikle bilesiniz ki, Allah
sünneti için bir tebdil bulamazsınız. ‘Tebdil’, bir şeyin yerine başka bir bedel
getirmek demektir. Bir şeyin yerine alternatif koymaktır. Allah yasalarının
dışındaki tüm yasaların bir alternatifi hattâ birçok alternatifi olabilir. Ama
Allah bir yasa koymuşsa, Allah bir şey demişse asla onun alternatifi yoktur, o
kesinlikle öyledir. Bakın bu ve benzer âyetlerde Allah yasası anlatılıyor. Allah
yasasına göre tüm toplumların helâk sebebi Allah’a isyan ve Allah elçilerine
icabet etmemek, peygamberlerin Rabbinden getirdiği hayat programına evet
dememektir.
Tarih
boyunca, yasası gereği Rabbimiz elçilerine evet diyenleri, elçilerine itaat
edenleri kesinlikle kurtarmış, aksi davranışta bulunanları da helâk etmiştir.
Tarihe bakılırsa Allah’ın elçilerini kabul edenler hep egemen, ötekilerse hep
helâk olmuşlardır. En azından is-yan içinde olanların egemenlikleri ellerinden
alınmıştır. Allah’ın yeryüzünde işleyen yasası işte budur. Bu yasaya bedel
getirmek mümkün değildir. Sadece bu yasa değil, Allah’ın her yasası böyledir.
Hiçbir yasanın bedeli yoktur.
Meselâ
Allah der ki, Müslümanlar kardeştir. Müslümanlar Allah’ın istediği gibi kardeş
oldukları zaman, Allah’ın yasalarına riâyet ettikleri zaman, yeryüzünde gerçek
İslâm ümmeti gerçekleşecek ve Müslümanlar kesinlikle İslâm izzet ve şerefine
ulaşmış olacaklardır. Ama ne zaman ki insanlar bu Allah yasasına bir bedel
getirirler, İslâm kardeşliğini terk edip onun yerine ırkçılık, milliyetçilik
gibi İslâm dışı bir takım anlayışları hakim kılmaya kalkışırlar, “Türkler
üstündür”, “Kürtler üstündür”, “Araplar üstündür” diyerek bir kısım sun’î
sınırlarla birbirlerinin arasını ayırmaya kalkışır, Allah yasasına bir bedel
getirmeye çalışırlarsa, o zaman işte şu anda gördüğümüz duruma düşecekler, izzet
ve şereflerini kaybedeceklerdir.
Allah yasaları değiştirilemez olarak
kitaptadır. Allah yasalarında tahvil de bulamazsınız. Yâni Allah yasalarında
herhangi bir kayma, hayata uygulama, hayata intibak ettirme gücünden yoksun olma
gibi bir şey de söz konusu değildir. Allah’ın yasaları asla hedefinden şaş-maz.
Öyleyse mü’minler de kâfirler de çok iyi bilsinler ki, hiç kimse Allah
yasalarını aşabilecek değildir.
44.
“Yeryüzünde gezip, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler
mi? Onlar, kendilerinden daha kuvvetliydiler. Göklerde ve yerde Allah’ı aciz
bırakabilecek yoktur. Şüphesiz O bilendir, kâdir
olandır.”
Bundan
önceki sûrelerde bu konuları uzun uzun anlattık. Bu kâfirler yeryüzünde gezip
dolaşıp, ama önce bu kitabın sayfaları arasında tarihî bir gezintiye çıkıp
kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu görmüyorlar mı? Üstelik
onlar şu andaki kâfirlerden daha güçlü, daha uzun ömürlü, daha büyük
medeniyetlere sahiptiler. Ama ne olurlarsa olsunlar, neye sahip olurlarsa
olsunlar hiçbir toplum, hiçbir güç Allah’ı yolundan vazgeçirecek değildir.
Hiçbir şey Allah’ı aciz bırakacak, Allah’a geri adım attıracak değildir. Hiçbir
güç Allah’a karşı meydan okuyacak değildir. Kulları asla O’nu âciz bırakamazlar,
O’nu asla sindirip, usandıramazlar. Tüm toplumları helâk etse de, hepsinin
defterini dürse de bıkıp usanmaz Allah.
Allah Alîmdir, her şeyi bilen, her
işi bilgiye dayanandır. Bilgisi tamdır ve bildiği her şeyi uygulayacak güç ve
kudret sahibidir. Ama insanlar bilmedikleri için, bir şeyler yapmaya
çalışıyorlar. Üstelik güçleri de yoktur. Nerde kaldı böyle bir Rable savaşa
tutuşsunlar, O’nu âciz bırakıp yasalarını alt
edebilsinler?
45. “Allah insanları işlediklerine karşılık hemen
yakalayıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi. Ama onları belli
bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allah
kullarını görmektedir.”
Şâyet
Allah kullarını muâheze etseydi, işledikleri günâhlardan dolayı kullarını hemen
cezalandırmayı, kesbleri sebebiyle, kazandıkları sebebiyle onları hemen
sorgulamayı murad etseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Cezayı hakkeden
hiçbir varlığı sağ bırakmaz-dı. Fakat rahmeti gereği, hikmeti gereği Rabbimiz
belli ecele kadar onları tehir ediyor, mühlet veriyor. Bu ecel ikidir. Bu
herhangi bir toplumun eceli olabilir ki, bu ecel geldiği zaman ne ileri
alınırlar, ne de geriye bırakılırlar. Eceli gelen toplumları ortadan kaldırma
yasalarından biriyle Allah ortadan kaldırıverir. Ya o toplumların yeryüzündeki
egemenliklerini ellerinden alarak, yahut da toptan yeryüzünden silerek helâk
yasasına mahkûm eder. Bir de tüm insanlığın eceli vardır ki, kıyâmetin kopmasına
kadar Allah insanlara mühlet tanımaktadır. Yâni eğer şu anda tüm bu isyanlarına
rağmen yeryüzü insanlığını Rabbimiz helâk etmiyorsa, anlıyoruz ki kendileri için
tayin edilmiş bir ecel varmış da ondan dolayıymış.
Ancak onların ecelleri geldiği zaman
Allah onları gören, gö-zeten, kontrol edendir, onlara Basir olandır. Yâni
Rabbimizin helâk edişi de rasgele bir helâk değil, mutlaka bir hikmete
dayalıdır. Görüyor, gözetliyor, kontrol ediyor, ne yapıyorlar, ne ediyorlar diye
bekli-yor. Mühlet veriyor ve yasalarına ters düşüp de adam olma şanslarını
yitirince, tayin edilmiş ecelleri de gelince, onları helâk edip işlerini
bi-tiriyor. Rabbim helâkini çekecek amellerden, tavırlardan bizleri korusun.
Kur’an-ı Kerimde pek çok âyeti
kerimesinde Rabbimiz kulları adına, mahlukatı adına rahmeti kendi nefsine
yazdığını, farz kıldığını anlatır.
"O
Allah rahmet etmeyi nefsine yazmıştır."
(En’âm
12)
Allah rahmeti
nefsine yazmıştır. Zira mülkün sahibi odur. Bu konuda onu kimse zorlayamaz.
Kimse onu minnet altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle dilemiş
dünya ve âhirette mahlukatına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır. Rabbimizin
dünya ve âhirette kullarına muamelesinin temeli işte bu
rahmettir.
Evet rahmet İslâm’ın ana umdesidir.
Yaşadığımız bir tek saniye yoktur ki bizler Rabbimizin rahmeti altında
olmayalım. Rabbimizin bizim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını bildirmesi
bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında tecelli
eder. İnsanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken kendisine
Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife yapılması, tevbe
ettiği takdirde günâhlarının affedilmesi, günâhlarına misliyle ceza verilirken
sevaplarına on misliyle bazen daha fazlasıyla mukabele edilmesi, günâhlarının
iyiliklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması evet bunların hepsi rahmet
eseridir.
Hani
sûrenin başında Rabbimiz şöyle buyurmuştu: Allah bir rahmet kapısı açtığı zaman
onu tutabilecek yoktur. İşte Rabbimiz bu kitabıyla bize bir rahmet kapısı
açmıştır. Bu kitapla beraber olduğumuz sürece, bu kitaba sarıldığımız sürece
kesinlikle bilelim ki bizi bu rahmetten, bizi bu rahmetin sonucu olan cennetten
engelleyebilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bunu çok iyi bilelim. Bize
zulmedebilirler, bize işkence edebilirler, bizi öldürebilirler, bizi hapse
atabilirler, ama asla bizim cennete gidişimize engel olamazlar. Hiçbir güç bizi
cennetten mahrum edemez. Fâtır sûresini kuşanarak cennet yolunda yürümeye devam
eden kulları olarak Rabbim yardımcımız olsun, Rabbim yolumuzu açsın inşallah.
Velhamdülillahi Rabbi’l Âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder