SEBE’ 
SÛRESİ
       Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 
34, nüzûl sıralamasına göre 58, mesânî kısmının  
birinci sûreler grubunun altıncı sûresi olan Sebe’ sûresi Mek-ke’de nâzil 
olmuş olup âyetlerinin sayısı 54’dür.
 “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın 
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız 
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun 
pâk aile halkına ve ashâbına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her 
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
            Bu âyetler kitabımızın 34. sûresi, 
Sebe’ sûresinin âyetleridir. Sebe’ sûresi muhtevasından da anlaşıldığı gibi 
Mekke’de, Mekke döneminin ortalarında Rasûlullah Efendimizin getirdiği mesajın 
toplum tarafından duyulmaya başlandığı, Müslümanların Müslümanlıklarından ötürü 
toplumda yavaş yavaş alaya alınmaya, dışlanmaya başlandıkları bir dönemde nâzil 
olmuş 45 âyetlik bir sûredir.
Sûrede 
vahiyle muhatap olan Mekkeli müşriklerin kabullenmekte zorlandıkları, alay 
konusu yaptıkları, istihzâ ederek peygambere sordukları tevhid, âhiret, nübüvvet 
konuları son derece açık ve net ifadelerle gündeme getirilir. Rasûlullah 
Efendimizin getirdiği Allah ya-salarına karşı çıkan, reddeden kâfirler hem 
dünyada hem de âhirette çok kötü âkıbetlerle uyarılır. Kendilerine yeryüzünde 
halifelik verilen, çok büyük mülk ve saltanat verilen Dâvût ve Süleyman’ın (a.s) 
Allah’a kullukları, teslimiyetleri gündeme getirilerek Mekkeli güçlüler kulluğa 
dâvet edilir. Güç ve kudretin tümüyle Allah’a ait olduğu vurgulanarak böyle güç 
ve kudret sahibi olan, Allah’a kulluğa yanaşmayan, Allah’la çatışma içine giren 
Sebe’ halkının helâki anlatılır. Ölüm, ölüm sonrası hayat, diriliş, hesap, kitap 
gündeme getirilir. 
Evet, Mekke 
döneminin ilk yıllarında nâzil olmuş 54 âyetlik bir sûreye baş vurduk. Bizi 
bilgilendirmesi, bize yol göstermesi, bizi Rab-bin razı olacağa bir hayata 
götürmesi için bu mübârek sûreye müracaat ettik. Bakalım bize neler öğretecek, 
bizi elimizden tutup nerelere götürecek? İnşallah tanımaya çalışacağız. 
Az evvel de 
ifade ettiğim gibi Mekke döneminin ilk yıllarında, henüz dâvete karşı amansız 
işkence ve terör eylemlerinin başlamadığı, sadece yalanlama, reddetme ve alaya 
almaların yeni yeni baş-ladığı bir dönemde inmiştir sûre.
Sûrenin ana 
konuları olarak şunları sıralayabiliriz: Mekke müşriklerinin henüz yeni tanıyıp 
reddetmeye çalıştıkları tevhid, âhiret ve risâlet konuları ele alınıp ispat 
edilmektedir. Mekkelilerin itirazlarına bazen itiraz konuları tek tek ele 
alınarak cevap verilmekte, bazen de hiç değinilmeden cevap verilmektedir. 
Cevaplar genellikle talimat, ö-ğüt verme, delil getirme ve tartışma şeklinde 
yapılmaktadır. Ele alınan konulara tarihten örnekler sunulmaktadır. Meselâ Dâvûd 
ve Süleyman aleyhimesselâmların kıssalarıyla insanlar yüz yüze getirilmektedir. 
Bu kıssalarla 
insanlara şu mesajlar sunulmaktadır: Ey insanlar, düşünsenize, sizden önce Dâvûd 
ve Süleyman peygamberlere sizin şu anda rüyalarınızda bile göremeyeceğiniz 
büyüklükte ekonomik güç ve siyasal iktidar verilmişti. Yeryüzünde hiç kimseye 
verilmedik imkânlar lütfedilmişti. Bu imkânlarına rağmen onlar Rablerini 
unutmamışlardı. Sahip olduklarıyla asla gurur ve kibre kapılmamışlar, tüm bu 
nimetlerin sahibine karşı şükür içinde yaşamışlardı. Böylece bu dünyada şerefli 
bir hayat yaşayarak cennete gitmişlerdir. Ama beri tarafta yine tarihte 
servetlerine, imkân ve güçlerine güvenerek tıpkı sizin şu anda sergilediğiniz 
tavırları sergileyenler de olmuştur. Allah’ın verdiklerini O’na kullukta 
kullanacakları yerde isyan ve çatışmada kul-lanan bu tipler de bu dünyada rezil 
rüsva olmuşlar, hor hakir mahluklar olarak cehenneme yuvarlanıp gitmişlerdir. 
İşte bunun en 
güzel örneği Allah’ın helâk yasasının mahkumu olan Sebe’ halkıdır. Onların 
durumunu göz önünde bulundurarak ken-diniz için hangi yolun daha hayırlı 
olduğunu iyi belirleyin. Her şeye egemen olan Allah’la barışık, tevhid inancına 
sımsıkı bağlı bir hayat mı, yoksa küfre, şirke ve inkâra dayalı bir yaşam biçimi 
mi? Öteler âleminde cennet ve şerefli bir hayat mı, yoksa cehennemde dayanıl-maz 
azapların içinde zelil bir durak mı? Bunu çok iyi düşünüp karar verin diyen 
uyarılar yapılmaktadır.  
Şimdi Allah 
Teâlâ'ya hamd ile başlayana, ilk âyetlerinde, O'nun kâinatta var olan her şeyi 
ilmiyle kuşatmış olduğu, göklerin ve yerin derinliklerinde olan zerrelerin dahi 
onun bilgisi dahilinde bulunduğu gerçeği ortaya konulduktan sonra, kâfirleri 
inkâr etmekte oldukları ve gerçekleşmesini imkansız buldukları kıyametin mutlaka 
vuku bulacağı, küfredenler öldükten sonra tekrar dirilme konusunda şaşkınlık ve 
hayret içerisinde toprakta yok olan bedenlerin dirilmesinin mümkün olmadığını 
zannetmekte oldukları, onların büyük bir aldanma ve şaşkınlık içerisinde 
peygamberin getirmiş olduğu kitaba itirazda bulunurken nasıl bir basiretsizlik 
içerisinde gerçekleri inkâr ettikleri dile getirilen sûrenin âyetleri üzerinde 
kısa bir gezinti yapalım:
"Onlar, 
gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olanı gör-müyorlar mı? Eğer dilersek, 
onları yere geçirir veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda 
Rabbine yönelen her kul için elbet bir ibret vardır" (9)
Sûre bu 
gerçekleri dile getirdikten sonra, Davud (a.s)'ın ailesinden bahseden kıssayı 
anlatmakta ve insanların bundan ibret alması gerektiğini bildirmektedir. Allah 
Teâlâ, Davud (a.s) ve Süleyman (a.s)'ı çeşitli nimetlerle rızıklandırmış ve 
onlara bir çok hârikulâde kuv-vetler vermişti. Süleyman (a.s)'a, uzak mesafeleri 
çok kısa zamanda katetme vb. özelliklerin yanında cinlere de hükmetme gücü 
verilmişti. Cinler onun hizmetinde çalışır ve kesinlikle emrinin dışına 
çıkamaz-lardı. Allah Teâlâ, Davud (a.s)'ı ve Süleyman (a.s)'ı vermiş olduğu 
ni-metler karşısında şükreder bulmuştu. Ancak Allah Teâlâ, şükreden kimselerin 
gerçekten az olduğunu Davud (a.s) ailesine hitab ederek diğer insanlara 
bildirmek istemiştir: "...Ey Davud ailesi! Allah'ın nimetlerine şükretmek için 
çalışın. Kullarımdan hakkıyla şükreden pek azdır" (13).
Eski 
çağlardan beri bir takım insanlar, cinlerin gaybı bildiklerine ve onlarla 
irtibat kurabilen kimselerin gayb hakkında bilgiler edindiklerine 
inanmaktadırlar. Bu inanış bazı toplulukların cinlere tapınmalarına ve onları 
kendilerine ilâhlar edinmelerine sebep oldu. Öte taraftan kendilerine tapınılan 
cinler, insanların bu şekilde kendilerine yönelmeleri karşısında büyüklük ve 
ululuk sahibi olduklarını zannederek, Allah Teâlâ'ya karşı isyanlarında daha da 
azgınlaşıyorlardı. Kur'-an-ı Kerim'de bu durum şu şekilde haber verilmektedir: 
"Gerçekten insanlardan bazı kimseler cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da 
on-ların cüret ve azgınlıklarını arttırırlardı" (el-Cin, 72/6). Allah Teâlâ 
cinler hakkında beslenen batıl inançların asılsızlığını Süleyman (a.s) ın 
ölümünden sonra, emri altında zorunlu olarak çalışan cinlerin onun ölmüş 
olduğunu uzun zaman fark edemeyişlerini örnek göstererek or-taya koymaktadır: 
"Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, öldüğünü cinlere ancak asasını yiyen 
bir haşere gösterdi. Süleyman yere düşünce cinlerin durumu anlaşıldı ki, eğer 
onlar gaybı bilmiş ol salardı, öyle küçük düşüren bir azap içinde kalıp 
durmazlardı" (14).
Peşinden 
sûreye adını veren Sebe kavminin içinde bulunduğu nimetlere nankörlük edip, 
sapıtmaları sonucu "Arim" seli ile helak edi-lişlerinin anlatıldığı bölüm yer 
almaktadır: Sebe'liler Allah Teâlâ tarafından çeşitli rızıklarla 
rızıklandırılmış olarak bolluk ve refah içerisinde yaşıyorlardı: "... Onlara; 
"Rabbinizin rızıklârından yeyin de O'na şükredin. İşte hoş bir memleket ve 
bağışlayan bir Rab" (15) denilmişti. Ayrıca onlara ülkelerini mamur hale 
getirmeleri için imkanlar verilmişti. Sebeliler, birbirinden bakıldığında 
görülen güzel şehirlerde yaşamakta ve şehirler arasında hiç bir zorlukla 
karşılaşmadan rahatlıkla dolaşmaktaydılar. Ancak onlar bu nimetlere 
şükredecekleri yerde, nankörlük edip yüz çevirdiler: "Fakat onlar yüz 
çevirdiler. Bunun üzerine biz de onların üstüne "Arim" selini gönderdik. Onların 
bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki 
bahçeye çevirdik. Nankörlüklerinden ötürü onları işte böyle cezalandırdık. Biz, 
hiç nankörlerden başkasını cezalandırır mıyız?" (16-17).
Sebelilerin 
nankörlük edip, sapıtmalarının sebebi, şeytanın kalplerine soktuğu şüpheyi 
onlara tasdik ettirmesiydi. Allah Teâlâ, şeytanın hiç bir yaptırım gücüne sahip 
olmadığını, sadece vesvese verebildiğini ve bunun, gerçekten iman edenler 
üzerinde bir tesirinin söz konusu olmadığını bildirmektedir: "Gerçekte İblis, 
onlara zannını tasdik ettirdi. Mü'minlerden bir grup hariç, onlar İblis'e 
uydular. Halbuki İblis'in onların üzerinde hiç bir nüfuzu yoktu. Ancak biz, 
âhiret gününe iman edenle, ondan şüphe edeni ortaya çıkarmak için ona vesvese 
verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır" 
(20-21).
Peşinden 
gelen âyetlerde Allah Teâlâ müşriklerin inançlarını sorgulamakta ve onların ilâh 
olarak tapındıkları şeylerin hiç bir güce sahip bulunmadığını çeşitli 
misa ller vererek 
ortaya koymaktadır: "Sen müşriklere şöyle de: Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı 
olduğunu iddia et-tiğiniz şeyleri yardıma çağırın. Onların göklerde ve yerde 
size zerre miktarı zarar veya fayda vermeye güçleri yetmez. Onların göklerde ve 
yerde Allah'la bir ortaklıkları yoktur. Allah'ın da onlardan bir yardımcısı 
yoktur" (22).
Allah Teâlâ 
kâfirlerin, inkâr etmede öne sürdükleri şeylerin tutarsız ve gerçek dışı 
olduğunu ortaya koyduktan sonra Resûlullah (s.a.s)'e hitaben şöyle buyurmuştur: 
"Biz seni Ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat 
insanların sonraki azabı yalanlamaları karşılığında âhirette içine düşecekleri 
acıklı durumları dile getirilirken, onların, kendilerini sapıtmakla suçladıkları 
kimselerle olan diyaloglarının ümitsizlik içerisindeki tablosu çizilmektedir. 
İnkâr eden zayıf ve güçsüz kimseler, o günde itaat ettikleri güçlü kimseleri ve 
tabi oldukları yöneticilerini suçlayarak onlara acı içerisinde sitem 
edeceklerdir. Ancak, müstekbirler onların bu iddialarını reddederek suçlamaları 
kabul etmeyeceklerdir: "Büyüklük taslayanlar (müstek-birler) de zayıfların 
(mustaz'afların) sözlerini reddederek; "Size hidayet gelince, sizi ondan biz mi 
alıkoyduk? Bilakis siz suçluydunuz" derler" (32).
Müstekbirler, 
insanlığı kurtuluşa erdirecek olan ilahi vahyin onlara ulaşmasını engellemek ve 
etkisiz bırakmak için her dönemde değişik yöntemler uygulamışlar ve bu işin 
başını çekmişlerdir. Bu gerçek, mustazafların, suçlu olduklarını kabul etmeyen 
müstekbirlere ve-recekleri cevapta açık bir şekilde vurgulanmaktadır: "Zayıflar, 
büyüklük taslayanlara; Bilakis gece gündüz tuzaklar kurmanız bizi alıkoydu. 
Çünkü siz Allah’ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrederdiniz" 
derler" (33). 
Tarih boyunca 
Allah'ın peygamberlerini yalanlayanların en önde gelenleri her zaman dünyevî 
bakımdan kendilerinde bir üstünlük görenler olmuşlardır: "Biz her hangi bir 
ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri 
(mutraflar) mutlaka; "Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz" dediler" (34). 
Allah Teâlâ, bu zümrenin dayandıkları mal ve mülklerin gerçek sahibinin kendisi 
olduğunu ve bunlara sahip olmanın tek başına bir üstünlük sebebi olmadığını ve 
rızkın kendi elinde bulunduğunu bildirdikten sonra tekrar, insanların cinlere 
(şeytanlara ibadet edip, onlardan bir şeyler istemelerinin ne kadar büyük bir 
sapıklık olduğu gerçeğini vurgulamakta, peşinden de, kâfirlerin kendilerine 
okunan âyetler karşısında aldıkları tavır belirtilmektedir. Onları tarih boyunca 
iman etmekten yüz çevirten şeylerin en önde gelen sebeplerinden biri, 
babalarının batıl dinlerini terk etmek istememeleri ve bu dinleri sorgulamadan 
mantıksız bir şekilde onlara bağlı kalmak istemeleridir:
"Kâfirler 
âyetlerimiz apaçık olarak okunduğu zaman, Bu sizi, babalarınızın taptığı 
şeylerden alıkoymak isteyen bir adamdan başka bir şey değildir" dediler" (43). 
Allah Teâlâ, Resûlullah (s.a.s)'e ve onun şahsında onun yolundan giden İslâm 
tebliğcilerine hitab ederek, inkârda diretmeleri ve kendilerini İslâm'a çağıran 
kimselerin ısrarlı tu-tumlarının altında bir şeyler arayarak onları itham 
etmeleri karşısında vermeleri gereken cevabı sunmaktadır. Bu cevap aynı zamanda 
müs-lümanın dinini diğer insanlara ulaştırırken gözetmesi gereken şeyin yalnızca 
Allah Teâlâ'nın rızası olması gerektiğini de ortaya 
koymaktadır:
Şöyle de: 
"Sizden herhangi bir ücret istemişsem o sizin olsun! Benim ücret ve mükafatım 
yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir" (47).
İslâm nurunun 
ortaya çıktığı yerde, diğer bütün düşünce ve inanç sistemlerinin asılsız ve 
geçersizliği net bir şekilde insanların gözleri önüne serilecektir. Dolayısıyla, 
inkârcıların bütün çabalarına rağmen İslâm'ın gerçekliği hiç bir zaman örtbas 
edilemeyecektir: "Sen onlara şöyle de: "Hak geldi, batıldan bir eser kalmadı, 
bir daha geri dönmez" (49).
Sûrenin son 
âyetleri, İslâm düşmanlarının âhirette gösterecekleri pişmanlıkları ve bu 
pişmanlıkların onlara bir fayda vermediği gibi, müstahak oldukları Cehennem 
azabından da kurtulmalarını sağla-ayacağını açıklamaktadır: "O zaman onlar 
"Hakka iman ettik" derler. Fakat, âhiret gibi dünyaya çok uzak bir yerden imana 
nasıl ulaşırlar? Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden 
gayba atıp tutuyorlardı" (52-53).
Sûre, 
müşriklerin, âhiret gününde arzuladıkları şeylere ulaşmalarının mutlak anlamda 
engellenmesi sonucunda içine düşecekleri mahrumiyet halini zikrederek son 
bulmaktadır. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya 
başlayalım inşallah.      
1. “Hamd, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar kendisinin 
olan Allah’a mahsustur. Hamd, âhirette de O’na mahsustur. O, Hakîmdir, her 
şeyden haberdardır.”
         Hamd, 
övgü, senâ, kulluk Allah’a aittir. Kitabımızın sûrelerinin bir kısmı böyle 
Rabbimize hamd ile başlar. Fâtihâ elhamdü lillah’la başlar, En’âm elhamdü 
lillah’la başlar, Kehf elhamdü lillah’la başlar, Fâtır ve Sebe’ sûreleri elhamdü 
lillah’la başlar. Hamd sadece Allah’ın hakkıdır. Hamd edilmeye, övülmeye, 
kendisine kulluk edilmeye lâyık sadece Allah’tır. Çünkü göklerin ve yerin mülkü 
O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Göklerde ve yerde 
canlı-cansız, bildiğimiz-bilmediğimiz ne varsa hepsi mülktür, Mâlik de O’dur. 
Elhamdülillah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi Allah’tır. 
İşte 
böyle mülke sahip olan bir Allah hamd edilmeye lâyıktır. Hamd sadece O’na 
yapılır. Övülmeye lâyık, sevilmeye, şükredilmeye, kulluk edilmeye lâyık, teslim 
olunmaya, itaat edilmeye, sözü dinlenmeye, arzuları, yasaları uygulanmaya lâyık 
olan sadece Allah’tır. O’n-dan başka hiçbir kimsenin hamde, şükre, övgüye, 
kulluğa hakkı yoktur. Hamd, Allah bilgisine, Allah kitabına müracaat ederek bir 
hayat yaşamaktır.
            Mülkün sahibi olarak bu dünyada hamd 
sadece O’na ait olduğu gibi, âhirette de sadece O’na aittir. Dünyada da ukbâda 
da övgü sadece O’nun hakkıdır. Bu dünyada Allah’a hamd edenler, Allah’ı övenler, 
Allah’ın istediği bir hayatı övenler, Allah’a Allah’ın istediği gibi kulluk 
yaparak Allah’ın övdüklerini övenler, Allah’ın övdüklerine sahip çıkanlar, yarın 
âhirette de O’na hamd edecekler. Dünyada Allah’ı mül-kün sahibi, kendilerinin 
sahibi bilerek O’nun istediği bir hayatı yaşayanlar, âhirette de sadece 
Rablerini yüceltmeye devam edecekler. Bu dünyada Rablerini yüceltmelerinin, 
Rablerinin istediği kulluğu gerçekleştirmelerinin karşılığı olarak cennette 
kendilerinin de şanlarının, şe-reflerinin yüceltilmesine şahit olacaklar. 
Rableri tarafından dünyadaki hamdlerine karşılık cennetin ve nimetlerin 
ayaklarının altına serilmesine, akla hayale gelmedik nimetlerin kendilerine 
sunulmasına şahit olacaklar ve orada da bu mülkü kendilerine lütfeden Rablerine 
hamd edecekler. A’râf sûresi onların oradaki bu hamdlerini şöyle 
anlatıyor:
“Bizi buraya eriştiren Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bizi 
doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık” derler.”
         (A’râf 
43)
            Evet bütün bu nimetlere ulaştığını, 
ulaştırıldığını gören mü’-minin diyeceği söz budur. Bütün bu nimetleri bize 
veren, bizi bu nimetlere ulaştıran, bizi cennete ulaştıran, bize cennet yolunu 
gösteren, bize cennete ulaştırıcı ameller işlemeyi nasip eden Rabbimize hamd 
olsun. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi, bize yol göstermeseydi, dünyada bize 
kitap ve Peygamberler göndermek sûretiyle cennet yo-lunu tanıtmasaydı, bize 
cennet yollarını açmasaydı, hiçbir zaman biz bu cenneti bulamazdık, hiçbir zaman 
biz bu nimetleri elde edemezdik. 
İşte 
mü’minin karakteri… Mü’min bir nimete ulaştığı zaman bunu  kendisinden değil Allah’tan bilir. Bunu bana 
Rabbim verdi der ve sürekli Rabbine şükreder, hamd eder. 
            Gerçekten de Rabbimiz insana akıl 
veriyor, idrak veriyor, hakkı bâtılı, iyiyi kötüyü ayırt etme gücü veriyor, 
sonra hakkı bâtılı anlatan kitaplar gönderiyor, ne olur ne olmaz belki de bu 
kitapların içindekileri anlayamazlar, yanlış anlamaya kalkarlar diye o 
kitapların nasıl anlaşılması gerektiğini, nasıl uygulanıp yaşanılacağını 
anlatmak ve göstermek üzere Peygamberler gönderiyor. 
Hakikaten 
Rabbimiz bizim cennete gidebilmemiz için, bizim cennetimiz için, sürekli bizi 
cennet yolunda tutmak hidâyet yolunda tutmak için bize bu kadar imkânlar 
hazırlamaktadır. Eğer Rabbimiz bütün bu imkânları hazırlamasaydı, bize hayat 
vermeseydi, bize bu mülkünü vermeseydi, bu hayatı nasıl değerlendireceğimiz 
konusunda bize kitap göndermeseydi, bize elçilerini göndermeseydi, bize cennet 
yollarını net ve açık bir şekilde beyan etmeseydi, mümkün değil biz bu cenneti 
bulamazdık, bu cennete ulaşamazdık. 
İşte 
bu cennet Rabbimizin bize ikramıdır, lütfudur. Burada bugün bunu anlayıp 
Rablerine hamd etmeye çalışan, Rablerinin kendileri adına seçtiklerinden razı 
olup öylece bir hayat yaşamaya çalışan mü’minler orada da bu hamdlerini devam 
ettiriyorlar. Bütün bu nimetlerin kendilerinden değil, Rablerinden olduğunu 
burada itiraf eden mü’minler bu imanlarını orada da itiraf ediyorlar. Ama beri 
tarafta dünyada Rablerine hamd etmeyenler, Rablerini yüceltmeyenler, Rablerinin 
istediği hayatı yaşamayanlar, Rablerine kafa tutanlar yarın yine Allah’a hamd 
etmeyeceklerdir.
            O Allah 
Hakîmdir, Habîrdir. Takdiri güzel olandır, yaratması hikmetli olandır, 
yaratıklarına hakim olandır, gökleri ve yeri, göktekileri ve yerdekileri 
yaratması boş olmayandır, dünyayı ve âhireti, hayatı ve ölümü hikmet ilkesine 
göre yaratandır, yaratıklarını hikmetle yönetendir, yaptığı her işi, verdiği her 
hükmü hikmetle verendir, yaratıklarının her birinin nasıl bir hayat yaşaması 
gerektiğini bilen ve yaşadıkları hayata göre onların her birini nasıl bir 
âkıbetin beklediğini bilen ve bu konuda taktirde bulunandır. Allah, her şeyden 
haberdar olandır. 
            Onun içindir ki böyle Habîr ve Hakîm 
bir Allah’la beraber olanlar, böyle Habîr ve Hakîm olan bir Allah’a dünyada 
hamdedenler, O’nun istediği gibi bir hayatı yaşayanlar bu dünyada kesinlikle 
hikmete ulaşacaklar, Habîr olan Allah’ın haberleriyle, Allah’ın vahyiyle beraber 
olanlar, Allah haberlerinden haberdar olanlar, kitabı ve sünneti tanıyanlar, 
dünyada da ukbada da Azîz ve şerefli bir hayata 
kavuşacaklardır.
2. “Yere gireni ve oradan çıkanı, gökten ineni ve oraya 
yükseleni bilir. O, merhametlidir, mağfiret sahibidir.”
         Bu 
âyetinde de Rabbimiz hamde lâyık olanı tanıtıyor. Gerçek Alîm, gerçek Habîr 
tanıtılıyor. O Allah, yerin içine giren her şeyi ve yeryüzünden çıkan her şeyi 
bilir. Semâdan ineni, semâya yükseleni de bilir. Evet yere giren, toprağın 
altına atılan taneyi, toprağın sinesinde barınan kurtları, böcekleri, oradan 
çıkan otları, filizleri, bitkileri bilir. İyilik mi attınız yere, kötülük mü 
ektiniz? Kendinizi mi gömdünüz, alın terlerinizi, emeklerinizi mi gömdünüz 
oraya? Ölülerinizi mi gömdünüz? Allah onu bilir. Yerin altından fışkıran suları, 
kaynakları, yerin merkezinden püsküren lavları bilir o Allah. Gökyüzünden arza 
inen yağmur damlalarını, kar lapalarını, güneş ışınlarını, kaderleri, rızıkları, 
rahmetleri, bereketleri, vahyi, melekleri bilir O Allah. Yeryüzünden gökyüzüne 
doğru neler çıkıyorsa, melekler mi, ölenlerin ruhları mı? Mü’minlerin dualarını, 
sâlih amelleri, mi’râca çıkan peygamberi, her-şeyi bilen, hepsinden haberdar 
olandır Allah.
            O Rahîmdir, Gafûrdur. Kullarına 
karşı son derece merhametli ve gufran sahibidir. O’nun kullarıyla ilişkisi bu 
sıfatlarına râcidir. Kullarına karşı Rahîm ve Gafûr olduğu için bu hayatı var 
etmiş, kullarını yaratmıştır. Kullarına karşı sonsuz merhamet ve gufran sahibi 
olduğu için bu mülkü kullarına lütfetmiştir. Onun içindir ki vahyini 
indirmektedir, rahmetini indirmektedir yeryüzüne. Onun içindir ki elçilerini 
göndermektedir insanlığa. Onun içindir ki, kitapları ve elçileri vasıtasıyla 
kullarına rahmet kapıları açmakta, kullarına cennet yollarını göstermektedir. 
Müslümanlar tıpkı üzerine rahmetin indiği verimli bir toprak gibi Rablerinden 
kendilerine indirilen vahiy rahmetiyle dirilip yeşerirlerken, beri tarafta 
kâfirler bereketsiz, katı kayalıklar gibi, çorak araziler gibi bu rahmetten 
istifade edememektedirler.
            Allah Rahîm ve Gafûrdur. Kullarına 
karşı nihâyetsiz merhamet sahibi ve onların kusurlarını affedendir. Eğer şu anda 
Rabbimiz kendisine isyan içinde bir hayat yaşayan kullarını cezalandırmıyorsa, 
bilesiniz ki, bu O’nun dünya hayatına karışmayışından, dünyada kullarını serbest 
bırakışından değil, onları cezalandırmaktan aciz oluşundan değil, kullarına 
karşı Rahîm ve Gafûr oluşundandır, bunu unutmayın. Kullarına dönüş imkânı, tevbe 
fırsatı tanımasındandır. Kullarıyla ilişkisini rahmet esasına bina edişindendir. 
Ama bakın buna rağmen, kendilerine karşı Rabbimizin işleyen bu rahmetine rağmen 
kâfirler, Allah’ın bu rahmetinden kaçan, rahmetten istifade etmek istemeyenler 
dediler ve diyorlar ki:
3. 
“İnkâr edenler: “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. Ey Muhammed! De ki: 
“Hayır, öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbime andolsun ki, o saat size 
muhakkak  gelecektir. Göklerde ve yerde 
zerre kadar olanlar bile O’nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve 
daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitaptadır.”
         Dediler 
ki, diyorlar ki “kıyamet asla bize gelmeyecek. Bizim kıyametimiz asla 
kopmayacak. Bizim üzerimize asla kıyamet kopmayacak ve biz asla ölmeyeceğiz. 
Hani ey peygamber, şu bizi kendisiyle uyarıp durduğun kıyamet ne zaman? Hani 
nerede kaldı? Niye gel-miyor? İşte görüyorsun bizler seni de, Rabbini de, 
Rabbinden getirdiğini iddia ettiğin mesajını da, dinini de, haberlerini de 
reddedip durduğumuz halde, hâlâ o sözünü ettiğin kıyamet, azap gelmedi, biz hâlâ 
helâk olmadık. Yok yok senin bize vaat ettiğin o kıyamet asla bize ge-lecek 
değildir” diyorlar. 
            Ne kadar akılsız, ne kadar 
zavallılar değil mi? Halbuki kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinden, 
kendilerinden öncekilerin kıyametlerinden ibret almalı değiller miydi? 
Kendilerinden önce, kendilerinden çok daha fazla güç kuvvet sahibi, 
kendilerinden çok daha fazla uzun ömür sahibi kimselerin başlarına kıyamet 
kopmadı mı? Onlar ölmediler mi ki, şu anda dünyada yaşayan kâfirler biz 
ölmeyeceğiz, bizim kı-yametimiz kopmayacak diyebiliyorlar? Öncekiler ölmedi mi, 
ataları öl-medi mi? Daha önce Âd’ın, Semûd’un, Firavunların, tüm kâfirlerin, tüm 
zalimlerin, tüm müstekbirlerin başlarına kıyamet kopmadı mı? Sizlerden çok daha 
güçlü olanların başlarına kıyameti koparan Allah sizin kıyametinizi koparmaya 
güç yetiremeyecek mi? Acaba dün bu âyetlerin geldiği dönemin kâfirleri, bugünün 
kâfirleri hayatlarının ve ölümlerinin kendi ellerinde olduğunu mu zannediyorlar 
ki, “biz ölmeyeceğiz, bizim kıyametimiz asla kopmayacak” diyebiliyorlar? Neye 
güveniyorlar da hayatlarını hiç ölmemek üzerine bina etmeye 
kalkışıyorlar?
            De ki, 
Rabbime andolsun ki gaybı bilen Allah onu size getirecek. Gaybı bilen, gayb 
elinde olan Rabbime andolsun ki onu size mutlaka getirecek. Mutlaka o kıyamet 
sizin başınızda patlayacak ve siz yok olacaksınız. Allah’tan başka onu kim 
getirebilir ki? Allah’tan başka kıyameti kim bilebilir ki? Kıyamet hakkında 
Allah’tan başka kim söz edebilir ki? Bırakın uzak geleceklerle alâkalı bir 
şeyler söylemeyi, yâni bir saniye sonrasıyla alâkalı bile kim ne diyebilir? Bir 
saniye sonra olacaklar konusunda kim, hangi bilgiye sahiptir? 
Meselâ 
şu anda Rabbimiz dünyamızdan milyonlarca daha büyük bir yıldız gönderip, haydi 
git ve şu bana kafa tutan azgınların işini bitir dese ve bir saniye sonra o 
yıldız şu dünyamızla çarpışsa kim engel olabilir buna? Bir saniye sonra sallan 
deyiverse altımızdaki arza Rabbimiz, kim ne yapabilir? Öyleyse her şeyi bilen, 
her şeye hükmeden Allah’tır. Yâni benden kıyametin ne zaman kopacağını sormayın. 
İnsanlardan kimin ne zaman öleceğini bana sormayın. Gaybı bilen ben değilim. 
Gaybın sahibi Allah’tır. Kesin gebereceksiniz, kesin kıya-metiniz kopacak, bunu 
biliyorum ama zamanını, mekânını ben bilemem. Bunu bilen Rabbimdir. Hem öyle 
bilir ki benim Rabbim:
Göklerde ve yerde zerre kadar 
bile hiçbir şey O’na gizli ka-lamaz, O’nun bilgisinin dışında olamaz. Ondan daha 
küçüğü, zerreden daha küçüğü, daha büyüğü apaçık bir kitaptadır. Evet işte böyle 
her şeyi bilen, en küçüğünden en büyüğüne her şey ilmi dahilinde olan Allah’tır 
gaybı bilen. Gaybın da şehadetin de bilgisi Allah’a aittir. Göklerde ve yerde 
mülkü olarak, kulu olarak zerrelerden daha küçük, daha büyük ne varsa hepsi 
Allah bilgisinde, Levh-i Mahfûz’da yazılıdır. 
            Zerreler de, kürreler de, galaksiler 
de, yıldızlar da, sinekler de, atomlar da, moleküller de Allah bilgisinde 
yazılıdır. Herkes için, her varlık için, her insan için bir dosya tutulmaktadır. 
Herkesin en küçük amelinden en büyük amellerine kadar Allah’ın melekleri 
dosyalar tutmaktadırlar. 
Şu 
anda Müslümanları fişleyenlerin de, dosyalayanların da dosyaları tutulmaktadır. 
Ve nihâyet bir gün vakti gelip te o gerçek bil-giyi, o kıyamet bilgisini 
Rabbimiz insanlar üzerinde uygulamaya başladı mı, artık kimse O’nun takdirinin 
önüne geçemeyecektir.
            Pekiyi, acaba niye her şey 
Rabbimizin bilgisindedir? Niye her şeyin bilgisini sadece kendisine ait kılmış? 
Niye gaybını kimseye bildirmemiştir? Niye kendi bilgisini kimseye ezdirip 
bozdurmamış? Veya acaba niye kıyameti takdir buyurmuş? Niye kopacak kıyamet? 
Kullarını niçin yeniden diriltecek?  
4 
5. 
“Allah’ın, inanıp yararlı iş işleyenlere -ki onlar için mağfiret ve cömertçe 
verilmiş rızık vardır- ve âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışanlara -ki 
onlara iğrenç ve can yakıcı azap vardır- işlerinin karşılığını vermesi için 
kıyamet saati gelecektir.”
            İman eden ve sâlih amel işleyenlere, 
Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman edip bu imanlarını amele dönüştürenlere, 
imanlarını gündeme getirme savaşı verenlere, hayatlarını imanlarıyla 
düzenleyenlere, iman kaynaklı bir hayat yaşayanlara, imanlarının hayatlarında 
görüntülenmesinden yana olanlara Rablerinden bir mağfiret, bir bağışlama ve çok 
cömertçe verilmiş rızıklar verilsin diye. Çünkü onlar esfel-i sâfilîne, 
cehenneme gitmekten kurtulmuşlardır. Çünkü bunlar, Allah’a Allah’ın istediği 
biçimde iman etmişler ve bu imanlarını sadece söz planında bırakmayıp amele 
dönüştürmüşlerdir. İmanlarını hayatlarına geçirmişler, hayatlarını iman kaynaklı 
yaşamışlardır. 
Çünkü 
bunlar fıtratlarını bozmamışlar, Allah’ın yarattığı ahsen-i takvîm oluş 
özelliklerini hayatlarının sonuna kadar muhafaza etmişler ve bu fıtratlarına 
uygun ameller işlemişlerdir. Sâlih amel, fıtrata uygun amel demektir. Sâlih 
amel, Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Sâlih amel, Rasûlullah 
Efendimizin hayatında, sünnette yeri olan ve Allah için yapılmış amel demektir. 
Sâlih amel, sâlih bir imandan kaynaklanan ameldir.
            Rabbimizin âyetleriyle sürekli 
beraber olacağız, Rabbimiz kitabıyla, peygamberinin hayatıyla bize ulaştıracak, 
Rabbimiz bilgisini bize aktaracak. Bizler bu bilgiyle bilgileneceğiz, bu bilgi 
bizi imana sevk edecek, Rabbimizin istediği gibi iman edeceğiz, bu imanlarımızı 
amele dönüştüreceğiz, hayatımızı bu imanla düzenleyeceğiz ve böylece sonunda 
Rabbimizin bizim için hazırladığı cennet nimetlerine ko-şacağız inşallah. İşte 
bu âyetlerden anlıyoruz ki, Rabbimizin hayatı ve ölümü yaratmasının, insanları 
var etmesinin, öldürmesinin, tekrar diril-tip hesaba çekmesinin sebebi budur. 
İman edenleri, sâlih amel işleyenleri mükâfatlandırmak içindir. Onlar için 
mağfiret var, kerim bir rı-zık var. Kerim olan Allah’ın ikramı var, cennet 
nimetleri var, bağışlar var. Ama:
            
Âyetlerimizi aciz bırakmak üzere, âyetlerimizle savaşmak üzere sa’y 
edenlere, koşanlara, çırpınanlara gelince, âyetlerimizi yeryüzünde silmeye 
çalışanlara, âyetlerimizi örtüp örtbas etmeye çalışanlara, onları gündemden 
düşürüp hem kendi gözlerinden, gönüllerinden, hem de insanların dikkatlerinden 
kaçırmak için çalışanlara, bizim gücümüzü kudretimizi, egemenliğimizi, dinimizi, 
yasalarımızı aciz bırak-mak ve bizi aciz bırakarak yeryüzünde silmeye 
çalışanlara, yeryüzünde bize hayat hakkı tanımamaya, kendi yasalarının 
uygulanması adına bizim yasalarımızı ilga etmeye çalışanlara, yâni bizimle 
savaşa tutuşan kâfirlere gelince, onlar için de elîm bir azap, acıklı, 
dayanıl-maz bir azap, iğrenç, rezil edici bir azap vardır. 
Mü’minlere 
rızkun kerim, kâfirlere de çok acı bir azap vermek için Biz insanları 
ölümlerinden sonra tekrar dirilteceğiz diyor Rab-bimiz. İşte adâlet budur; 
adâlet bunu gerektirir. Elbette adâlet bu dünyada bu dünyanın sahibinin istediği 
gibi iman edip sâlih ameller işleyenlerin, iyilik sahiplerinin 
mükâfatlandırılması, kâfirlerin de, kötülük sahiplerinin de 
cezalandırılmalarıdır. Değilse iyilik sahiplerinin de kötülük sahiplerinin de 
sonunda denk tutulması adâlete ters olduğu gibi, yaşadığımız bu dünyayı da çok 
anlamsız kılacak bir durumdur.
6. “Kendilerine ilim verilenler, sana Rabbinden 
indirilenin hak olduğunu, güçlü ve hamde lâyık olanın yolunu gösterdiğini 
bilirler.”
         Kendilerine 
ilim verilenler görürler ve bilirler ki Rabbinin katından sana indirilenler 
haktır. Evet ilimden nasibi olanlar, vahyi tanıyanlar onu, Rabbinden gelen bu 
kitabı, bu vahyi hak bilirler, hukuk bilirler, haklı, doğru görürler, yegâne 
hukuk bilirler. Allah’tan gelen bu hak vahyin dışında, bu hak kitabın dışında 
hukuk tanımazlar, hayat programı bilmezler. Sana Rabbinden gelen bu kitabın Azîz 
ve Hamîd olan Allah’ın dosdoğru yoluna hidâyet edici olduğunu bilirler onlar. 
Kendilerine 
ilim verilenler, kendilerine Rablerinden kitap verilenler, Allah kitaplarıyla 
beraber olanlar, kitaptan haberdar olanlar, kitap doğrultusunda hareket edenler, 
kitap kaynaklı hayat yaşayanlar, vahiyle âlim olanlar, kesinlikle görürler ve 
inanırlar ki, Allah’tan gelenler haktır. Daha önce Tevrat’ı bilenler, daha önce 
İncil, Zebur bilgisine sahip olanlar, Allah’ın vahiy göndererek, kitap ve elçi 
göndererek hayata karıştığının, yeryüzünü vahiysiz bırakmadığının bilincinde 
olanlar kesinlikle bilirler ki, Allah’tan son elçiye gönderilen bu kitap haktır. 
Bu kitabın hak olduğunu, hak olarak, haklı olarak indirildiğini, hakkın bu 
kitapla açığa çıktığını, yeryüzünde hakkı hakim kılmanın ancak bu kitapla mümkün 
olduğunu, tüm hakları bu kitabın belirlediğini kesin olarak bilirler. 
Evet 
o mü’minler bilirler ki, insanlık problemlerinin tümünü hakça çözüme kavuşturmak 
ancak bu kitapla mümkündür. Çünkü bu kitap Allah’ın hak çözümlerini ihtiva 
etmektedir. Çünkü bu kitap, Azîz ve Hakîm olan Allah’tan gelmekte ve insanlığı 
Azîz ve Hakîm olan Al-lah’ın yoluna iletmektedir. 
            Evet Allah ilmiyle âlim olanlar 
yeryüzünde Azîz olabilmenin ancak Azîz olan Allah’ın bu kitabının yoluna 
girmekle mümkün olabileceğini bilirler. Kitaptan nasipleri kadar şeref sahibi 
olduklarını, kitaptan haberdar oldukları kadar ilim ve izzet sahibi olduklarını 
bilirler. Kendilerinde ilim olan bu insanların kitaba bakışları, vahye bakışları 
onların gerçekten âlim oluşlarının tescilidir. Kesinlikle biliyor ve inanıyoruz 
ki dün de, bugün de, yarın da yeryüzünün en âlim insanları Müslümanlardır. Bu 
kitabı bilenler âlimdir, bu kitapla beraber olanlar bilgindir, bu kitaptan 
haberdar olanlar hikmet sahibidirler. Kur’an-ı Kerîm’deki bu tür âyetlerin 
anlamı budur. 
Yâni 
bunu bilenler âlimdir, bundan haberdar olanlar fâkihdir, hikmet sahibidir. Çünkü 
Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki gerçek bilgi vahiydir, gerçek bilgi 
Allah’ın bildirdiği bilgidir. Allah bilgisine sahip olan, vahiy bilgisinden 
haberdar olan kişi âlimdir. Yâni ilim Müslümana aittir. Kur’an’ı ve sünneti 
tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi, dünyanın en âlim kişisidir. Vahiyden 
habersiz yaşayan insanlar cahildirler, bilgisizdirler ve hem dünyalarını hem de 
âhiretlerini berbat etmiş insanlardır.
            Öyleyse bizler de âlim olmak 
istiyorsak, Hakîm olan Allah’ın hikmet dolu âyetlerine kulak vermek zorundayız. 
Tüm hayatımızda bu kitabı hareket noktası kabul etmek zorundayız. Sürekli bu 
kitapla diyalogumuzu sürdürmek, sürekli bu kitabı elimizin ve dilimizin altında 
bulundurmak zorundayız. Her an bu kitaptan bilgilenmemizi sürdürerek ilim sahibi 
olmak zorundayız. Çünkü bunun dışında âlim, hakim, bilgin olabilmek için baş 
vuracağımız başka bir yol, başka bir usûl yoktur. 
Bakın 
işte bu âyetinde Rabbimiz böyle yapanlara âlim diyor. Kur’an ile bilgilenen, 
peygamber yoluna giren, insanları bu yola çağıran kimselerdir âlimler. Ama kim 
ki bu kitabın dışında başka kitaplarda bilgi arayışı içine girerse, Allah 
hidâyetinin, Allah bilgisinin, Allah sisteminin dışında başka sistem arayışı 
içine girerse o da kesin cahildir. 
İşte 
bakın mü’minler Allah kitabıyla, peygamber yoluyla ilme, izzet ve şerefe 
ulaşırlarken, cehalet ve karanlıklar içinde bocalayan cahiller, kâfirler de 
şöyle diyorlar:
7-8. 
“İnkâr edenler, insanlara: “Size, siz parça parça dağılıp yok olduğunuz zaman 
yeniden dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi? Allah’a karşı yalan 
mı uyduruyor, yoksa kendisinde delilik mi vardır?” derler. Hayır; âhirete 
inanmayanlar, azapta ve derin bir sapıklık 
içindedirler.”
         Mü’minlerin 
kendisiyle ilim ve şerefe ulaştıkları peygamber hakkında kâfirler, cahiller 
diyorlar ki sizi bir adamla tanıştıralım mı, size bir adamı gösterelim mi ki, o 
haber veriyor. Nasıl? Siz ölüp, parçalanıp, darmadağın olduktan sonra, vücudunuz 
toprak olup un ufak olduktan sonra sizlerin yeniden, yeni bir yaratılışla 
yaratılacağınızı, yeni baştan diriltileceğinizi söylüyor. Tamamen yok olduktan 
sonra sizin yeniden diriltileceğinizi ve hesaba çekileceğinizi söyleyen bir 
kimseyi size bildirelim mi, diyorlar. Böylece Allah’ın elçisiyle alay etmeye, 
Allah’ın elçisinin dirilişle alâkalı, ölüm ötesi hayatla alâkalı verdiği 
haberleri alay konusu etmeye çalışıyorlar. Peygamberin verdiği bilgileri, 
haberleri reddetmeye çalışıyorlar. 
            Yoksa bu 
peygamber Allah’a yalan iftirada mı bulunuyor? Yahut acaba kendisinde cinnet mi 
var? Delilik mi var kendisinde? Kâfirler böyle diyorlar. Rasulullah efendimizi 
ve onun getirdiği mesajı reddedenler gerçekten O’na böyle bir yalancı ve deli 
suçlamasında bulunmalarının çok zor olduğunu, buna kimsenin inanmayacağını 
biliyorlardı. Çünkü Rasûlullah Efendimizin önceki hayatı gözlerinin önünde 
geçmişti, herkes onun hayatını çok iyi biliyordu. Bir peygamber Allah’a yalan 
iftirada bulunur muydu? Allah böyle bir şey demediği halde hiç bir peygamber 
Allah öyle diyor pozisyonunda kendi uydurduklarını Allah’a izafe etmeye kalkışır 
mı? 40 yıl aralarında yaşadığı topluma bir kerecik yalan söylememiş, bir kerecik 
toplumunu kandırmamış, aldatmamış, herkesin kendisine “Emin” dediği, emniyet 
sahibi gördüğü bir peygamber, peygamberlik öncesi bile asla yalan söylemeyen bir 
insan peygamber olup ta tüm dünyanın, tüm insanlığın, tüm varlıkların 
sorumluluğunu üzerine aldıktan sonra, âlemlerin Rab-bini tanıyıp herkesten çok 
O’na iman ettikten sonra hiç yalan söyleyip Allah’a iftira edebilir mi? 
Üstelik 
de peygamberlik şerefine ulaşıp Allah’tan aldığı vahiyle tüm dünya insanlığını 
sorgulayan, tüm dünya sistemlerini sorgulayıp tüm dünya insanlığının kafalarını, 
inanışlarını, düşüncelerini darmadağın edip, kokuşmuş dünya sistemleri üzerine 
gerçekten yepyeni bir iman, yepyeni bir sistem oluşturmaya çalışan bir insanın 
deli olduğu, cinnet içinde olduğu, yalancı olduğu, Allah’a iftira içinde olduğu 
söylenebilir mi? Kâfirin bu mantığına şaşmamak mümkün değildir. 
            O gün ya da bugün, ya da kıyamete 
kadar böyle bir peygambere deli, cinnetli, kahin, şair, sihirbaz, ya da yalancı 
dedikten sonra da böylece vasfettikleri bir peygamber Kâbe’nin avlusunda ya da 
bir başka yerde Kur’an okurken onun okuduğu Kur’an’a engel olmaya çalışmak 
anlaşılacak bir tutum değildir. Deliyse niye bu kadar korkuyorsunuz, niye bu 
kadar tedbir alıyorsunuz? Bırakın toplum içinde yüzlerce deliden birisi olarak o 
da dolaşsın. Bırakın yüzlerce şairden, yüzlerce kahinden birisi olarak o da 
konuşsun. Öteki deliler gibi, öteki sihirbazlar gibi kimse ona itibar 
etmeyecektir. 
Öyle 
değil mi? Şimdiye kadar hangi deliden bu kadar korkulmuş? Şimdiye kadar hangi 
sihirbazın peşine bu kadar insan düşmüş? Hangi yalancının yalanları toplumda 
maya tutmuş? Niye engel olmaya çalışıyorsunuz onun okuduğu Kur’an’a? Aman bu 
insanlar Kur’an ile tanışmasınlar, aman insanlar kitaplarını tanımasınlar diye 
niye bu kadar telaşa düşüp çareler araştırıyor, yasaklar koyuyorsunuz? Bu 
telaşınız, bu korkunuz ne böyle? 
            Dünkü kâfirler böyle yaptıkları 
gibi, bugünün kâfirleri de aynı şeyi yapıyorlar. Şu anda da tüm dünya kâfirleri, 
Yahudisiyle, Hıristi-yanıyla, Mecusisiyle, ateistiyle, lâikiyle tüm kâfirler, 
tüm kâfir dünya bilgilenmek için bir yol, bir sistem kabul etmişler. Bu sistemin 
temel felsefesi “Allahsızlık” ilkesine dayanmaktadır. Allah’ı yok farz eden, 
Allah’ın kitabını, Allah’ın vahyini yok farz eden, Allah’ı devre dışı bırakan, 
ismine bazen  pozitivizm, bazen  materyalizm, bazen  idealizm, bazen realizm diyerek Allah’ın 
küfür dediği, şirk dediği değişik isimlerle insanlara sunulup, insanları bu 
yöntemlerle bilgilendirmektir. 
Şu 
anda dünya üzerinde kâfir ve şirk egemenliğinde bir hayat yaşamaya mahkum 
edilmiş tüm dünya ülkelerindeki eğitim sistemlerinin temelini oluşturan anlayış 
budur. Gerek kâfir ülkelerinde, gerekse onların düşüncelerinin egemen olduğu 
İslâm dünyasında uygulanan bilgilenme, bilgilendirme yönteminde aynen Mekke 
dönemindeki Allah’ı, vahyi devre dışı bırakma çarpıklığını görmek mümkündür. 
Ge-rek küfür dünyada, gerekse onların kölesi durumunda bulunan İslâm ülkelerinde 
ekonomik ve siyasal yapılanmalarında, sosyal, hukukî dü-zenlemelerinde Allah’ı 
devre dışı bıraktıklarını, vahyi bir kenara bıraktıklarını, başka kaynaklardan 
bilgilenme esasına teslim olduklarını görüyoruz. 
            Yeryüzü kâfirleri gerek kendi 
dünyalarında, gerekse egemen olup köleleştirdikleri İslâm dünyasında bilgilenme 
noktasında temel felsefeleri Allah’ı devre dışı bırakmaktadırlar. Allah vahyini 
reddeden kâfirler ne siyasî hayatta, ne ekonomik hayatta Allah’a hayat hakkı, 
söz hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Temel felsefeleri budur kâfirlerin. Peygamber 
gündeme geldiği zaman, peygamber anlayışı gündeme geldiği zaman hemen peygamber 
deli, peygamber şair, peygamber sihirbaz, peygamber aklı hayra şerre ermeyen bir 
kişidir; Allah günde-me geldiği zaman o, hayata karışmayan bir varlıktır 
diyorlar. 
Bu 
insanlara bir Müslüman olarak bizim teklifimiz şudur: Ey kâfirler, madem ki 
sizler hayatta Allah’ı devre dışı bırakmak, peygamberi reddetmek, Allah ve 
Resûlüne hayat hakkı tanımamak gibi bir anlayışın içindesiniz, yeri geldiği 
zaman Allah’ın ve peygamberinin hiç bir şey bilmediğini ortaya koymaya 
çalışıyorsunuz, siz şu anda sizin bilim adamlarınızın, siyasetçilerinizin, 
ekonomi uzmanlarınızın, hukukçularınızın her şeyi bildiklerini mi iddia 
ediyorsunuz? Bunların Allah’tan daha iyi bildiklerini mi demeye çalışıyorsunuz? 
Eğer kendinizden eminseniz, eğer kendinize güveniyorsanız, bilgilerinizden 
eminseniz, o zaman soruyorum size, niye bu insanların rahat bir şekilde 
Allah’la, peygamberle, Kur’an ile karşı karşıya gelmelerine engeller 
koyuyorsunuz? Niye yasaklıyorsunuz din eğitimini? Niye korkuyorsunuz bu kadar? 
Niye bu Kur’an’la bilgilenen insanların imanları istikâmetinde kendi 
siyasetlerini, kendi hukuklarını, kendi imanlarını, kendi ahlâklarını, kendi 
düşüncelerini ortaya koymalarına engel oluyorsunuz? Bu korkunuz ne böyle? Eğer 
cesaretiniz varsa, bırakın Müslümanlar da ortaya koysunlar imanlarının gereğini. 
Sosyal, 
siyasal, ekonomik, hukukî tüm hayat problemlerinin çözümü konusunda herkese söz 
hakkı veriyorsunuz, herkesin çözüm önerisini dinliyorsunuz, herkesin teklifine 
kulak veriyorsunuz da niye tüm bu konularda Allah’a ve peygambere hayat hakkı, 
söz hakkı ta-nımıyorsunuz? Bir homoseksüel kadar, bir genelevi kadını kadar 
Allah’ın söz söyleme hakkı yok mu? Allah bilmez mi hukuku? Allah bilmez mi 
sosyal ve siyasal yasaları? Neden Allah bilgisine müracaat etmiyorsunuz? Ey 
kâfirler sizin hiç aklınız yok mu, diye bugün küfrün, şirkin felsefesini 
sorgulamak zorundayız. Yıllardır hayatta Allah’ı dışladınız, peygamberi 
dışladınız, Allah bilgisini, peygamber anlayışını devre dışı bıraktınız, hiçbir 
şeyi halledemediniz. Hiçbir problemi çözemediniz. Bu gidişle battıkça batacak, 
helâk olup gideceksiniz, demek zorundayız.
¬
            Bilâkis 
âhirete inanmayanlar azabın mahkumudurlar. Dünyada da böyle Allah bilgisini 
devre dışı bırakarak, kendi hevâ ve heveslerini Allah vahyinin önüne geçirerek 
bir hayat yaşadıkları sürece haktan, doğrudan, çözümden çok uzak bir sapıklık 
içinde kalacaklardır. Çözümsüzlük içinde, bunalımlar içinde bir hayatın mahkumu 
olacaklardır. Doğruyu bulduk dedikleri anda bir başka yanlışın, bir başka 
çözümsüzlüğün içinde bulacaklardır kendilerini. Ne dünyada ekonomik, hukukî, 
sosyal, siyasal, eğitim konularında doğruya, Hakka, hak bilgiye ulaşabilecekler, 
ne de öte dünyada azaptan, cehenneme yuvarlanmaktan kurtulabileceklerdir. 
 9. “Önlerinde ve artlarında göğü ve yeri 
görmezler mi? Dilesek onları yere geçirir veya göğün bir parçasını başlarına 
indiririz. Bunlarda, Allah’a yönelen her kul için dersler 
vardır.”
   Acaba 
bu adamlar gökte, yerde, önlerinde ve arkalarında olan şeyleri görmüyorlar mı? 
Göklerde ve yerdeki Allah’ın âyetlerini gör-müyorlar mı? Geçmişi ve geleceği 
düşünemiyorlar mı? Geçmiş ve ge-lecekle ilgileri kesilmiş mi bu adamların? Gök 
ve yer yasalarının nasıl işlediğinden haberleri yok mu? Batan bir güneşi, doğan 
bir ayı görmü-yorlar mı? Ölenleri, doğanları görmüyorlar mı? Kör mü bu adamlar? 
Zannediyorlar mı ki keyiflerine göre bir hayat yaşayacaklar ve asla 
ölmeyecekler? Ölenleri görmüyorlar mı? Ömürlerinin günbegün tükendiğinin farkına 
varmıyorlar mı ki her şeyin sahibi biziz mantığıyla bir hayat yaşıyorlar? 
Gökleri ve yeri, göklerde ve yerde olan her şeyi belli bir düzen, belli bir 
hikmetle düzenleyen Allah, elbette kendilerini başıboş bırakacak değildir. 
Göklerde ve yerde hak yasalar koyan Allah, elbette onları yasasız, yolsuz, 
yordamsız bırakmayacaktır. Göklere ve yere güç yetiren Allah elbette onların 
hayatlarını belirlemeye de kadir olacaktır. Bu varlıkları yoktan var eden, bu 
düzeni kuran, bu hayatı başlatan Allah, elbette laf olsun diye yaratmamıştır. 
Elbette bu hayatın sonunda bir başka hayatı yaratmaya da kadirdir. Bunu 
an-lamıyorlar mı bu adamlar?
   Eğer 
biz dileseydik, onları yerin dibine geçirirdik, yahut gökten onların üzerlerine 
parçalar indirirdik de onların işlerini bitirirdik. Allah buna kadirdir. Gökten 
onların üzerine büyük bir azap indirerek onların tamamını helâk etmeye kadirdir 
Allah. Nitekim öncekilerin üzerlerine indirmiştir. Bu adamlar kendilerinden 
öncekilerin başlarına gelenlere bakıp ibret almıyorlar mı? Allah’ı ve elçileri 
reddettikleri için, Allah vahyini reddettikleri ve Allah’la savaşa tutuştukları 
için kendilerinden öncekilerden nicelerinin yerin dibine geçirildiklerine 
bakmıyorlar mı? Gökten indirdiği bir suyla, yerden fışkırttığı bir suyla 950 
yıllık ömre sahip bir Nuh toplumunu Allah’ın yok ettiğini bilmiyorlar mı? 
Yeryüzünün 
en süper gücüne sahip bir Âd toplumunu bir rüzgarla yerin dibine geçirdiğini 
duymadılar mı? Yeryüzünün en kuvvetli toplumlarından biri olan Semûd’un bir 
sayhayla defterinin dürüldüğü haberi onlara ulaşmadı mı? Onların güçlerinin, 
medeniyetlerinin, dünyalarının, hayatlarının, şehirlerinin sıfıra indirildiğini 
görmediler mi? Dağları yontup orada evler yapıp güyâ Allah’tan ve azabından 
saklanacaklarını zanneden bir toplumu bir titreşimle tarih sahnesinden silmedi 
mi Allah? İbretle bu dünyaya veda edip giden insanları, toplumları görmüyorlar 
mı bu kâfirler? Geçmişi görmüyorlar mı? Geleceği, ölümü, kabri, haşri, neşri, 
hesabı, kitabı, cenneti, cehennemi görmü-yorlar mı? Düşünmüyorlar mı? Görüyorlar 
elbette, biliyorlar elbette ama, hayatlarının değişeceğinden korktukları için, 
şu anda yaptıkları birçok pislikleri yapamayacaklarını bildikleri için görmezden 
geliyorlar, duymazdan geliyorlar. 
Âhirete 
inandıkları zaman elbette hayat programları değişecek ve hesap kitap endişesiyle 
şu anda yaptıklarının pek çoğunu yapamayacaklar, kan dökemeyecekler, 
zulmedemeyecekler, istedikleri gi-bi bir hayat yaşayamayacaklar, huzurları 
kaçacak ta onun için duy-mazdan, bilmezden geliyor 
hâinler.
            Gerçekten 
Allah’a yönelip, Allah’a kulluğa yönelip O’nu razı etmeye çalışan kullar için 
bunlarda âyetler vardır, ibretler vardır. Semâda âyetler, arzda âyetler var, 
âfâkta âyetler var, enfüste âyetler var, geçmişlerde âyetler var, gelecekte 
âyetler vardır. Gökler, Allah’ın âyetleriyle doludur. Ama tabi bütün bu âyetler, 
âyet görmek, âyet duy-mak düşüncesiyle bakabilenler için. Sebe’ye, Fâtır’a, 
Bakara’ya, Âl-i İmrân’a yönelen, Allah’ın âyetleriyle dünyayı ve âhireti 
değerlendirip Allah için bir hayat yaşamak isteyenler, Allah’ın bu âyetleriyle 
Rablerine kulluğa yönelmek isteyenler için. 
            Ama kişi Allah’ın âyetlerine değil 
de başkalarına yöneliyorsa, Allah’ın kitabına değil de başkalarının kitaplarına, 
ya da kendi hevâ ve heveslerine yöneliyorsa, hayatı, dünyayı, âhireti Allah’ın 
âyetlerinden uzak kendi kendine yorumlamaya kalkışıyorsa ona ne âyet bir şey 
söyler, ne de hadis. O zaman bize düşen iş, “Abdün münib” olabilmekle şeref 
kazanmaya çalışmaktır. Şu anda insanlar ayrı ayrı yerler-de şeref arayışı 
içindedirler. Şunu elde edersem, şu konuma gelirsem, şunlarla beraber olursam 
şeref kazanacağım diyorlar. Halbuki şeref Allah’a yönelmektir, şeref Allah’ın 
âyetlerine yönelmektir. İşte bakın bu âyetlerden bir tanesi. Ya da Allah’a 
yönelmekle şeref kazanmış kullardan biri:
10-11. “Dâvût’a katımızdan nimetler verdik. Ey dağlar ve 
kuşlar! Dâvût tesbih ettikçe siz de onu tekrarlayın” diyerek andolsun ki, ona 
katımızdan lütufta bulunduk; “Geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut” diye ona 
demiri yumuşak kıldık. Ey İnsanlar! Yararlı iş işleyin; doğrusu Ben 
yaptıklarınızı görenim.”
         Dâvût’a 
nimetler verdik, üstünlük verdik katımızdan. Kitabımızın beyanına göre, Dâvût 
(a.s) insanlık tarihinin başlangıcından itibaren Yusuf’tan (a.s) sonra 
yeryüzünde hiç kimseye verilmeyen devlete, saltanata ve hikmete ulaştırılan bir 
peygamberdir. İşte Allah’ın elçisi Dâvût’a (a.s) verilen bu mülk ve saltanat, 
kendisine lütfedilen bu muhteşem hayat bizim için büyük bir örnek olacaktır. 
Acaba bu örnek bugüne kadar gözümüzün önünde kaç defa canlandı? Devlet 
başkanlarını değerlendirenlerimiz, devlet başkanlarını kıssa edenlerimiz acaba 
bugüne kadar Davut’u (a.s) hiç gündeme getirdiler mi? Hiç anlattılar mı Dâvût’u 
(a.s)? Acaba O Dâvût (a.s) gibi bir melik, bir hükümdar gelip geçmiş mi bu 
dünyadan? Var mı onun gibi birisi? Hiç böyle bir hükümdar menkıbesi duydunuz mu 
şimdiye kadar? Mûcizelerin, harikulâdeliklerin, dağlara, kuşlara kurtlara egemen 
olmanın saltanatını hiç duydunuz mu? 
Sizler 
yeryüzünde Allah’ın elçisi Dâvût’un (a.s) imanının, dininin, sisteminin, 
kulluğunun pratiğini uyguladığınız zaman kesinlikle onun ulaştığı bir saltanata, 
onun ulaştığı bir izzet ve şerefe sizin de ulaşabileceğinizi hiç düşündünüz mü? 
Ya da şöyle sorayım: Allah’ın elçisi Davut’tan (a.s), onun hayatından, onun 
teslimiyet ve kulluğundan sorumlu olup olmadığınızı hiç düşündünüz mü? Onun gibi 
olmak, onun gibi inanmak, onun gibi yaşamak zorunda olduğunuzu hiç hesaba 
kattınız mı? Acaba bugüne kadar kendi tarihimiz dediğiniz, atalarımızın tarihi 
dediğiniz, yahut genel tarih dediğiniz şu tarih yutturma-calarının dışına 
çıkarak bir melikle, bir peygamberle karşı karşıya gelebildiniz mi? Yâni bugüne 
kadar gündeminize alabildiniz mi Dâvût’u (a.s)? Öyle bir melik, öyle bir 
peygamber ki:
            Dağlara 
diyor ki Rabbimiz, “Ey dağlar! Onunla birlikte zikre, tesbihe katılın. Kuşlar! 
Sizler de öyle yapın. Dâvût’un zikrine, Dâvût’un tesbihine, Dâvût’un Rabbi 
yüceltmesine, Zebûr okumasına, vahyi terennüm etmesine, Allah’ı gündeme almasına 
sizler de katılın, sizler de Ona eşlik edin.” 
            Evet, görüyor musunuz devleti? 
Görüyor musunuz saltanatı? Yeryüzünde mülkünü, saltanatını, devletini, gücünü, 
kuvvetini, imkânını, fırsatını onları kendisine lütfeden Allah’ın emrine veren, 
yeryüzünde hakkı hakim kılan, Allah yasasından başka yasa bilmeyen, Allah’ın 
halifesi olarak O’nun razı olacağı bir hayatı yaşayan bir peygamberin zikrine, 
tesbihine dağlar ve kuşlar da eşlik ediyor. Sonra:
   Demiri 
de ona yumuşattık diyor Rabbimiz. Allah elçisine demiri de yumuşatıveriyor. Çok 
sert olan, çok güçlü olan demir, onun elinde çok yumuşak bir hale getiriliyor. 
Onun elinde demir tıpkı bir kadının elindeki hamur gibi yumuşak oluyor. Dâvût 
(a.s) demire elinde istediği gibi şekil veriyor. Demir onun elinde yumuşak bir 
tel, bir hamur haline geliyor da Allah buyuruyor ki elçisine, haydi ey Dâvût 
onunla zırhlar yap, dokumasını sağlam tut, dokumasını sağlamlaştır, zırhlara 
hareket kabiliyeti ver ve sâlih ameller işleyin. O zırhlarla yeryüzünde Allah 
egemenliğini gerçekleştirip o egemenliğinizi sâlih amellere dönüştürüp Allah’ın 
rızasını kazanmaya yönelin. 
Kendisi 
için yumuşatılmış demirle zırhlar yapacak Allah’ın elçisi ve sâlih ameller 
gerçekleştirecek. O zırhların içinde Allah’ın istediği en sâlih amel olan Allah 
dininin yayılması adına cihad edecek. Bu zırh yapma işini de vahiyle yapacaktı. 
Tıpkı Nuh’un (a.s) Allah gözetiminde, vahyin kontrolünde gemi yaptığı gibi… 
Dâvût’un 
(a.s) o güne kadar Allah gözetiminde gerçekleştirdiği bir zırhı hiç kimse 
yapamamıştı. Allah’ın izniyle Dâvût’un (a.s) elinde demir iç içe geçecek, vücudu 
rahat bir şekilde hareketli tutabilecek ve böylece savaşlarda Allah’ın dininin 
hakim kılınmasında araç olarak kullanılacaktı.
            İşte böyle bir melik, böyle bir 
peygamberdi Dâvût (a.s)... Bakara’da ve Enbiyâ sûresinde de Dâvût ve Süleyman 
(a.s) anlatılır. Bakara’daki âyetlere göre daha çocuk yaşında Dâvût (a.s) 
Talût’un ordusu içinde yeryüzünün en süper ordusunun komutanı Allah düşmanı 
Ca-lut’u öldürür; hem de elindeki bir sapan taşıyla. 
Şu 
anda Dâvûtların kanını içmeye bir türlü doymayan Yahudilerin ellerindeki sapan 
taşlarıyla karşılarına dikilen Filistinli Müslüman çocuklardan niye bu kadar 
korktuklarını biliyor musunuz? Çünkü biliyorlar ki Dâvût (a.s) Müslümanların 
peygamberidir. Yahudiler de önceleri Müslüman’dılar. Ama şu anda Yahudiler 
Dâvût’u (a.s) da, Süleyman’ı (a.s) da Allah’ın tanıttığı gibi tanımıyorlar. 
Dâvût ve Süleyman’a (a.s) şu anda Allah’ın istediği gibi inananlar, Allah’ın 
istediği gibi kabul edenler Müslümanlardır. 
Yahudiler, 
Dâvût’un (a.s) Calut’u elindeki bir sapan taşıyla öldürdüğünü biliyorlar. Yine 
kesin biliyorlar ki, şu anda Müslümanlara karşı Calut rolü oynayan bu Yahudiler 
Filistinli Müslümanları Dâvût (a.s) makamında görüyorlar. Onun içindir ki 
ellerinde sadece sapan taşı bulunan, Rabbimiz Allah demelerinin dışında, 
Müslüman olmalarının dışında hiçbir suçları olmayan, hiçbir kimseye zararları 
olmayan o gençlerin, o çocukların ellerindeki taşlar onlara atom bombasından 
daha büyük geliyor ve ödleri kopuyor. Kesin biliyorlar ki o çocukların 
ellerindeki taşlar bir gün tüm Calutları öldürecektir. Kesinlikle biliyorlar ki, 
o taşlar bir gün zalimleri ortadan kaldıracaktır. Bunu çok iyi biliyorlar. 
Gözlerinin önünde hep Dâvûtlar duruyor ve o hayat hakkı tanımadıkları bu 
Dâvûtların elinde gerçekleşecek helâklerinin çok yakın olduğunun farkındalar. 
Ama 
tabii bizler de şunu anlamalıyız ki, eğer Dâvût’un benzeri olmak istiyorsak 
kesinlikle tüm Calutlarla savaş vermeye hazır olmalıyız. Kıyamete kadar tüm 
Calutların korkulu rüyası olmaya hazır olmalıyız. Dâvûd’ların olduğu bir dünyada 
Calut’ların asla olmayacağını bilmek zorundayız. Dâvût olmaya hazır olmayanların 
bulundukları bir dünyada da kesinlikle Calutların egemenliği sürüp gidecektir, 
bunu unutmayalım.
         Şimdi 
de Süleyman (a.s) gündeme getiriliyor. Müslümanların din önderleri, siyaset 
önderleri, yazarları, çizerleri acaba bugüne kadar Neml’de, Sad’da ve Sebe’de 
anlatılan Süleyman’ı (a.s) hiç gündeme getirdiler mi? Bu konuda iki satırlık bir 
makale yazıp çizdiler mi? Müslümanların devlet başkanı işte şöyle olmalıdır diye 
acaba bir kerecik Allah’ın hayatını onayladığı Süleyman’la (a.s) ilgi kurdular 
mı? Bakın Allah onu şöyle anlatıyor:
12. 
“Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam es-tiğinde bir aylık mesafeden 
gelen rüzgarı buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. 
Rabbinin iz-niyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, 
bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını 
tattırırdık.”
         Süleyman 
(a.s) için de rüzgarı mûsâhhar kıldık. Rüzgarı onun emrine verdik ki, o rüzgarın 
sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir aydır. Yâni Süleyman (a.s) sabah 
biniyor binitine ve bir aylık mesafeye gidebiliyor. İster yaya yürüyüşüyle, 
ister deve ya da başka bir vasıta yürüyüşüyle bir aylık bir mesafeye gidiyor. 
Sabahleyin Kudüs’ten çıkıyor Afganistan’a gidiyor ve oralarda Allah’ın dinini 
tebliğ ve talim ediyor, sonra akşam sarayına, kentine dönüyor. Duydunuz mu böyle 
bir melik? Rüzgarın emrine verildiği böyle bir melik yoktur 
yeryüzünde.
            Yine onun 
için su gibi erimiş bakır akıttık. Süleyman’a bakır madenini de lütfedip emrine 
verdik. Bakırı kaynağından sel gibi akıtıp, emrine verdik. Sonra Rabbi’nin 
izniyle, yanında iş gören cinleri de onun buyruğu altına verdik ki, bunlar 
içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. 
Allah’ın emriyle bakır ve cinler de Süleyman’ın (a.s) emrine âmâde kılınıyor. 
Görüyor musunuz Allah’a kul olanlara, Allah’ın emrine itaat edenlere Rabbimiz 
her şeyi lütfediyor, her şeyi onların emrine veriveriyor. 
Kesinlikle 
bilelim ki, şâyet şu anda bizler de Allah’a, Allah’ın istediği teslimiyeti, 
Allah’ın istediği kulluğu gerçekleştirirsek Rabbimiz bize de bu tür nimetlerini 
yağdıracak ve yeryüzünde bize de en büyük izzet ve şerefi kazandıracaktır. Bu 
Allah’ın değişmez bir yasasıdır ki, zaten bunun için bunları bize anlatmaktadır. 
Bakın Allah’a 
itaat eden, gücünü kuvvetini, iktidarını, saltanatını Allah’ın emrine teslim 
eden bir peygamberin emrine veriliyor cinler, rüzgarlar. O cinlerden kim 
Süleyman’ın (a.s) emrinden dışarı çıkmaya kalkışırsa, çılgın ateşin azabına 
maruz bırakılıyordu. Kimse onun emrinden dışarı çıkma imkânı bulamıyordu. 
Elbette gücünü, kuvvetini, iktidarını Allah’ın emrine teslim eden bir kuluna 
Rabbimiz her şeyi âmâde kılıyor. Evet, Allah emriyleydi bunlar. Allah boyun 
büktürüyordu tüm bunları elçisine. Peki ne yapıyordu bu cinler? Ne görevleri 
varmış onların?
13. “Süleyman için, o ne dilerse, mabetler, heykeller, 
büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Dâvût 
ailesi! Şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.”
         Onlar 
dilediği şekilde Hz. Süleyman’a her şeyi yapıyorlardı. O ne dilerse onu 
yapıyorlardı. Mabetler, mihraplar, mescitler, ibadet yerleri, kaleler, 
timsaller, şekiller, dekorasyonlar, saraylarını süsleyen manzaralar, figürler, 
büyük büyük kazanlar, yüksek havuza benzer leğenler, çanaklar, kap-kacaklar, 
sabit kazanlar yapıyorlardı. İstediği şekilde kullanabileceği, istediği yemeği 
pişirebileceği geniş geniş kap-kacaklar yapıyorlardı onun 
için.
            Evet her şey onun emrindeydi 
Allah’ın izniyle. Peki böyle Allah’ın lütûflarına ulaşmış bir kimseye düşen 
nedir? Ne yapması lazım böyle insanın? İşte bakın bütün bunları lütfeden 
Allah’tan şu emir de ona geliyor:
            Ey Dâvût 
ailesi siz de bütün bunları size lütfeden Rabbinize şükredin. Ey şu anda Dâvût 
ailesi olan Müslümanlar, sizler de Rab-binize şükredin. Tüm bu nimetleri size 
veren Rabbinizin razı olacağı yerde kullanın. Allah’ın razı olacağı bir hayatı 
yaşayın, hayatınızı o hayatın sahibinin yolunda kullanın. Dünyanızı, hayatınızı, 
canınızı, malınızı, zamanınızı, imkânlarınızı, fırsatlarınızı onları size 
verenin yo-lunda harcayın. 
Allah size hangi nimeti 
vermişse o nimet cinsinden infakta bulunarak şükredin Rabbinize. Hayatı, onu 
size veren Allah’ın istediği biçimde yaşayarak, geceyi ve gündüzü onu size 
lütfeden Allah yolunda kullanarak, aklı, fikri, bilgiyi onu verenin razı olduğu 
yerlerde kullanarak, zamanı onu verenin razı olduğu yerde kullanarak, Allah’ın 
rızasını tahsilde harcayarak Rabbinize şükredin. 
Hayatı o hayatın sahibine 
sormadan yaşayarak, zamanı kendi bildiğiniz biçimde doldurarak, malı o malın 
sahibinin razı olmadığı yer-lerden kazanıp, O’nun razı olmayacağı yerlerde 
harcayarak, elinizi, ayağınızı, gözünüzü kulağınızı onları size vermeyenlerin 
yolunda kullanarak, varlığınızı onu size vermeyenler yolunda harcayarak, geceyi 
ve gündüzü onu size verenin razı olmadığı şeyler yolunda harcayarak nankörlük 
etmeyin.
            Bu âyetleriyle Rabbimiz kendilerine 
ihsanlarda bulunduğu kullarından şükür istiyordu. Bu sûre Mekke’de nâzil 
oluyordu. Bu âyetlerin indirildiği Mekke atmosferinde Müslümanlar gerçekten çok 
kötü bir hayatın içindeydiler. Müslümanlıklarından ötürü işkencelere maruz 
bırakılmış kullarına Rabbimiz bu âyetleriyle şunları müjdeliyordu: “Ey kullarım, 
sakın içinde bulunduğunuz şartlara bakarak üzülmeyin. İşte Ben size bu 
âyetlerimle yeryüzünde değişmez yasamı anlatıyorum. Eğer sizler de Bana Benim 
istediğim kulluğu, Benim istediğim teslimiyeti gerçekleştirirseniz işte bu örnek 
kullarıma verdiğim mülk ve saltanatların aynısını size de vereceğim.” Gerçekten 
de bu âyetlerin gelişinden beş-on yıl sonra Dâvût ve Süleyman’ın (a.s) hakim 
oldukları bölgelere Müslümanlar hakim olacaklardı. 
Güç, 
kuvvet, egemenlik, saltanat Allah’ın izniyle Müslümanların eline geçecekti. 
Müjdeydi bu âyetler dünkü peygambere ve beraberindeki bir avuç Müslümana. 
Müjdedir bu âyetler onların yolunu ta-kip eden yirminci asır Müslümanlarına. Arz 
Allah’ındır, mülk O’nundur ve onu dilediklerine verir. Allah’ın izniyle bir gün 
gelecek Müslümanlar tekrar Dâvût ve Süleyman’ın (a.s) mülk ve saltanatına 
ulaşacaklar. Bir gün gelecek, Allah’ın izni ve yardımıyla esen rüzgarlar, 
bulutlar, dağlar, taşlar Müslümanların zaferine ortak olacaklar. Bir gün gelecek 
dağlar, taşlar Müslümanların tekbirlerine, Müslümanların hayatın her alanında 
Allah’ı yüceltmelerine eşlik edecek Allah’ın izniyle. Ve o zaman yeryüzü 
insanlığı ya Müslüman olup izzetli ve şerefli bir hayata kavuşacaklar, ya da 
Müslümanların izzet ve şerefleri karşısında zelil bir hayatı soluklamak zorunda 
kalacaklar. Ya şükredenlerden olacaklar, ya da küfredenlerden olacaklar. Bakın 
Allah diyor ki:
            Ama 
şükreden kullarım azdır. Kullarım çok az şükrediyorlar bana. Nimetlerin vericisi 
olarak beni çok az tanıyorlar, beni çok az dinliyorlar, beni ve âyetlerimi çok 
az gündeme alıyorlar. Ya da az evvel ifade ettiğim gibi kullarımdan şükredenler 
çok azdır diyor Rabbi-miz. Peygamberlerin gerçek mânâda şükreden kullar olduğu, 
ama şükreden peygamberlerin gerçekten az olduğu, Müslümanların da bu azlardan 
olmaya çalışmak zorunda oldukları anlatılmaktadır. Biz Müslümanlar yeryüzünde az 
da olsak, kâfirler çok ta olsalar, şeytan ve avenelerinin çokluğu bizim zorumuza 
da gitse her şeye rağmen azlardan, şükredenlerden, Allah için hayat 
yaşayanlardan olmak zorundayız. Bakın şükreden Süleyman mülk ve saltanatta 
zirveye ulaşıyor. Allah O’na yeryüzünün en büyük egemenliğini lütfediyor. 
            Ama mülk ve saltanatı ne olursa 
olsun elbette bir gün o da bu dünyaya veda etmek zorundadır. O da bir gün bu 
dünyadan ayrılmak zorunda kalacaktır. Kur’an’da hiçbir peygamberin vefat 
haberini göre-miyoruz, Rabbimiz kitabında hiçbir peygamberinin ölüm hadisesini 
bize anlatmıyor. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun birinci sebebi, bununla Allah 
elçilerinin pratikte canlılıklarını, örnekliliklerini 
sürdürmeleridir.
Ama 
Süleyman (a.s) öyle değildir. Allah’ın onun vefat haberini yeryüzünde böyle 
zirvede mülk ve saltanata sahip olanların da bir gün gelip bu dünyayı terk etmek 
zorunda kalacaklarını anlatmak için veriyor. Bununla biz kullarına buyuruyor ki 
Rabbimiz, ey kullarım, yeryüzünün en büyük mülk ve saltanatlarına sahip olsanız 
da kesinlikle bilesiniz ki bir gün onu terk etmek, bir gün ona veda etmek 
zorunda kalacaksınız. Süleyman’a (a.s) kalmayan bu dünya size de kalmayacaktır 
mesajını vermektedir. Bakın bundan sonraki âyet onu şöylece 
anlatmaktadır:
14. 
“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun 
ölümünü cinlere fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şâyet 
cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı, alçak düşüren bir azap içinde 
kalmazlardı.”
         Onun 
ölümünü takdir edip, vefatına hükmedip onu öldürdüğümüz zaman, onun dayandığı 
asasını yiyen bir hayvandan, bir kurttan başka hiçbir şey onun vefatına delâlet 
etmedi. Hiç kimse onun vefatını anlamadı. Cinler, Mescid-i Aksâ’yı yapıyorlardı 
ve Süleyman (a.s) da emrinde çalışan cinlere nezaret ediyordu. Sarayında ya da 
bulunduğu yerde onları gözetliyor, kontrol ediyordu. Mabedin yapımı esnasında 
âsâsına yaslanmış olduğu halde Allah onun ruhunu aldı. Artık dünyadan ayrılmıştı 
Allah’ın elçisi. Vefat etmişti ama o hâlâ ayaktaydı, âsâsına dayanmış olarak 
duruyordu. Diri, dipdiri, canlı gibi duruyordu. Cinler, insanlar onu görüyor, 
diri zannediyor ve Mescid-i Aksâ’nın inşâsına devam ediyorlardı. Ama nihâyet 
onun dayandığı âsâyı yemeye başlayan bir kurt âsâyı yiyip bitirince ona dayanan 
Süleyman (a.s) da yere yığılıverince, onun vefat ettiğini anlayan cinler 
dağılıverdiler. Zaten Mescid-i Aksâ’nın yapımı da 
tamamlanmıştı.
         Böylece 
o ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şâyet cinler görülmeyeni bilmiş 
olsalardı, alçak düşüren bir azap içinde kalmaz-lardı. Onun ölü olarak yere 
düşüşü, cinlerin gaybı bilmediğini ortaya çıkardı. Eğer cinler gaybı bilmiş 
olsalardı, Süleyman’ın (a.s) vefat etti-ğini bilmiş olsalardı, elbette 
çalıştırıldıkları o ağır işlerin altında yaşamaya mahkum olmazlardı. Bakın 
görüyor musunuz? Cinler yanı başlarında duran Süleyman’ın (a.s) vefat ettiğini 
bile bilemiyorlar. Nerde kaldı onlar gayb bilgisine sahip olduğu 
iddiası?!
Evet 
böylece cinlerde kimi yetkilerin varlığına inanan, cinlerin gaybı bildiklerini 
zannedip onlara sığınmaya çalışan insanlar, yanılgı noktalarını anlasınlar diye 
Rabbimiz bu haberi bize naklediyor. Öyley-se bizler için de bir haber, bir 
gerçek açığa çıkmış oluyor ki, cinler ke-sinlikle gaybı bilmezler. Gayb bilgisi 
sadece Allah’a aittir. Onu O’ndan başkası asla bilemez. Ancak bildirdikleri 
kadarını elçilerine bildirmiş, gerisini bildirmeyeceğini bize haber vermiştir 
Rabbimiz.
         Bundan 
sonraki âyetlerinde Rabbimiz Sebe’ halkıyla Sebe’ yurtlarıyla karşı karşıya 
getirecek bizi. Sûreye ismini veren konuyu anlatmaya başlayacak Rabbimiz. 
Sûrenin bu bölümünde anlatılacak olan Sebe’ ülkesi Mekke’ye göre, Ümmü’l Kurâ’ya 
göre güney taraflarında Yemen civarında bir bölgedir. Sebe’ ülkesinin, Sebe’ 
melikesinin, Allah’ın elçisi Süleyman’la (a.s) ilgisini kitabımızın Neml sûresi 
bize etraflıca anlatır. Burada Sebe’ ülkesinin Belkıs’tan sonraki dönemi gündeme 
getiriliyor.
            Rabbimiz burada inkâr edenlere 
tarihi bir örnek sunuyor. Hani önceki âyetlerinde Rabbimiz ne oluyor bu 
kâfirlere, bu adamlar önlerini arkalarını görmüyorlar mı, geçmişlerini 
geleceklerini hiç düşünmü-yorlar mı, diye buyurmuştu ya, işte şimdi bu görmeyen 
kâfirlerden bir örnek sunuluyor.
15. 
“Sebe’lilerin yurtlarında Allah’ın kudretine bir işaret vardır: Sağlı sollu iki 
bahçe vardı. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin. İşte 
hoş bir şehir ve bağışlayan bir Rab” denmişti.”
         İşte 
son derece güzel bir belde. Sebe’ halkının yurtlarında Allah’ın kudretine 
işaretler vardır. Sağlı sollu bahçeler, baştan sona bağlar, bahçeler ve türlü 
türlü nimetler verdi Allah onlara. Ne güzel değil mi? Belde, belde-i tayibe; 
Rab, Rabb’ul mağfire, mağfiret sahibi bir Rab… Böyle mağfiret sahibi bir Rabbin 
verdiği güzel bir beldede güzel bir hayat yaşanır değil mi? Bulundukları kent 
gerçekten çok gü-zel bir kent. Allah buyuruyor ki, buyurun Rabbinizin 
nimetlerinden bol bol yiyin ve tüm bu nimetleri size lütfeden Rabbinize 
şükredin, Rabbi-nizin istediği bir hayatı yaşayın. Güzel güzel bağlar, bahçeler, 
sulama imkânları mükemmel, barajlardan elde ettikleri sularla bu bahçeleri 
sulama tesisleri mükemmel. Yiyin, için ama kendi yediklerinizden Allah kullarına 
da yardımda bulunun, Allah’a kullukta kullanın deniliyor 
kendilerine.
            Şimdi böyle bir hayat içinde Allah’a 
şükredilmez mi? Allah’ın lütfettiği bir hayatın içinde Allah’a kulluğa 
yönelinmez mi? Kendisine şükredilecek, kendisine kulluk edilecek, sözü 
dinlenecek, çektiği yere gidilecek, hamd edilecek tek varlığın O Rab olduğu 
konusunda bilgilerini tazelemeleri gerekmez mi? Elbette öyle yapmaları 
gerekiyordu, ama:
16, 17.“Fakat onlar yüz çevirdiler; bunun için Biz de 
üzerlerine Arim selini gönderdik, onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlık 
ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. İşte böylece, 
inkârlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı 
veririz?”
         Ama 
onlar yüz çevirdiler. Tüm bu nimetlerin kadr-u kıymetini bilemediler. 
Kendilerine tüm bu nimetleri lütfeden Rablerinin değerini bilemediler, 
nimetlerin sahibine şükürden, taatten, kulluktan yüz çevirdiler de, hem 
Allah’tan hem de Allah’ın âyetlerinden irâz ettiler, sar-f-ı nazar ettiler. 
Allah da onların üzerlerine Arim selini gönderiverdi. Arim seliyle onların 
bağlarını, bahçelerini yerle bir ediverdi. O sağlı sollu bağlarının, 
bahçelerinin setlerini yıkıp tüm ülkeyi harap ediverdi. Tüm sulama tesislerini 
bozuverdi de küçük, bodur ağaçlardan başka hiçbir şey bırakmadı. Yemişi acı 
olan, buruk olan sedir ağaçlarını bırakıverdi. O güzelim meyveler, meyve 
ağaçları, sulama tesisleri, ırmakları, içindeki köşkleri, sarayları harap 
ediverdi. Çünkü onlar Rablerinin nimetlerine şükretmediler. Şükredip Rablerine 
kulluğa yönelmiş olsalardı, Allah onların nimetlerini bereketlendirecek, 
artırdıkça artıracaktı. Ama tavırlarına karşılık her şeyleri bir azapla yok 
ediliverdi. Nankörlüklerinden dolayı her şeylerini kaybettiler. Tüm güçleri, tüm 
varlıkları bitti.
18. 
“Onlarla, kutlu kıldığımız şehirler arasında, karşıdan karşıya görünen kasabalar 
var etmiş, oraları gezilecek be-lirli konak yerleri yapmıştık, “Oralarda 
geceleri ve gündüzleri güven içinde gezin” 
demiştik.”
         Ve 
biz onların kentleriyle etrafını bereketli kıldığımız kentler arasında bir sürü 
açık köyler, kentler var ettik. Kitabımızda, “içinde bereketler var ettiğimiz, 
bereketli kıldığımız, bereketlendirdiğimiz” ifa-desiyle Suriye, Filistin, Şam 
beldeleri kastedilmektedir. Rabbimizin el-çilerini, vahiylerini gönderdiği 
beldeler, A’râf ve Enbiyâ sûrelerinde anlatır.
            Onların, Sebe’lilerin şehirleriyle 
birbirinden uzak olmayan, birbirine bitişik olan, birisi biterken hemen ötekisi 
başlayan şehirler var ettik. Yolcular Yemen’den çıkıp, Sebe’ ülkesinden çıkıp 
yollarına devam ederlerken dinlenmek istediklerinde konaklama yerleri var ettik 
diyor Rabbimiz. Bereketli toprakları olan Şam, Filistin bölgelerine kadar 
aralarında güzel yerleşim kentleri var ettik ve gece-gündüz emin olarak, emniyet 
içinde seyredin demiştik onlara. 
Acaba 
şu anda da acaba içinde bulunduğumuz dünya, içinde yaşadığımız şehirler bize 
Sebe’lileri hatırlatmıyor mu? Şu anda bizler de emin bir şekilde dilediğimiz 
yerlere gidiyor, dilediğimiz yerlerden geliyoruz. Allah’ın emânıyla dilediğimiz 
şehirlere seyahat ediyoruz. Gittiğimiz yerlerde konaklama imkânlarına sahip 
bulunuyoruz. Öyley-se kesinlikle bilelim ve unutmayalım ki, Sebe’lilere verdiği 
nimetlerin aynısını bize de veren Rabbimiz bu nimetlerinin karşılığında 
bizlerden de şükür istiyor. Hamd istiyor, kulluk istiyor. Bakın kendilerine 
bunca nimetler verilen Sebe’ halkı dediler ki:
19. 
“Ama onlar: “Rabbimiz! Yolculuklarımızın mesafesini uzak kıl” deyip kendilerine 
yazık ettiler. Biz de onları efsane yapıverdik, darmadağın ettik. Doğrusu 
bunlarda, pek sabreden ve çok şükreden kimseler için dersler 
vardır.”
         Dediler 
ki, ey bizim Rabbimiz, şu seferlerimizin arasını uzat. Biz birdenbire 
gideceğimiz yere ulaşıveriyoruz. Yâni bu yolculuklarımızda macera yok, meşakkât 
yok, yolculuk sıkıntısı yok. Biz biraz macera yaşamak istiyoruz. Şu 
şehirlerimizin arasını biraz aç ta bu ni-metlere biraz meşakkâtli ulaşalım da, 
biraz macera yaşayalım diyor-lar. Ukâlâlar, Allah’ın kendilerine lütfettiği 
nimetlere şükredecekleri yerde nankörlük ediyorlar, zorluk istiyorlar, meşakkât 
istiyorlar, macera istiyorlar, Rablerine isyan ediyorlar. Dilleriyle bunu 
söylemeseler de, Allah’ın nimetleri içinde yüzdükleri halde Rablerine kulluktan 
çıkanlar, küfran-ı nimette bulunuyorlar demektir. Nimet vericiden, nimet 
vericinin hayat programından habersiz, küfür içinde, şirk içinde bir ha-yat 
yaşayan insanlar bu halleriyle sanki Rablerine şunu demeye çalışıyorlar: “Ya 
Rabbi bize lütfettiğin tüm bu nimetlerini bizden geri al. Biz bunların 
hiçbirisine lâyık değiliz” demektedirler. 
            Onlar böylece kendi kendilerine 
zulmettiler. Kendi kendilerini Allah’a şükür ortamından, kulluk ortamından 
uzaklaştırıp küfür ve nankörlük ortamına götürerek Allah’a karşı zulmettiler. 
Allah’ın kendilerine lütfettiği bunca kolaylık nimetlerine, emniyet nimetlerine 
karşılık nefislerine zulmettiler de, biz de onları efsane yapıverdik, darmadağın 
ediverdik. Doğrusu bunlarda pek sabreden ve çok şükreden kimseler için dersler 
vardır. 
            Yâni bu nankörlüklerinin karşılığı 
olarak biz de onları sözler, masallar, efsaneler, mitolojiler haline getirip yok 
ediverdik diyor Rab-bimiz. Onlar sadece masallarda kaldılar. Dilden dile dolaşan 
bir masal oluverdiler. Onları darmadağın ettik, ezdik, bitirdik işlerini. İşte 
böylece bir varmış bir yokmuş olarak Sebe’ halkı parça parça helâk edildi. 
Rabbimizin 
bu beyanlarından anlıyoruz ki, Sebe’ halkı Nuh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb ve 
Mûsâ’nın (a.s) toplumları gibi toptan helâk edilmediler. İlk önce barajları 
yıkıldı, sulamaları, sulama tesisleri yıkılıp tarlaları perişan oldu, sonra 
yerleri yurtları yıkıldı, ülkelerini terk edip başka yurtlara hicret ettiler, 
Arabistan yarımadasının her bir bölgesine dağıldılar ve garip, yersiz-yurtsuz, 
evsiz-barksız hale geldiler. Rezil ve perişan bir hayatın mahkûmu oldular. 
Ama 
bunun suçlusu kendileriydi. Allah’a kulluktan çıkmaları, Allah’ın nimetlerine 
karşı nankörlük etmeleri sebebiyle Allah onların üzerlerinden nimetlerini 
alıverdi ve onları öyle bir perişan etti ki, öyle derbeder etti ki, dillere 
destan oldular, masalların konusu haline geliverdiler. Onların durumunu dillere 
destan yapıverdi Rabbimiz. Öyle ki o bölgede insanlar birbirlerine, “sakın Sebe’ 
halkı gibi olmayın” der oldu. Tüm dünyada onlar bir darb-ı mesel haline 
geldiler. Şu anda bile böyle korkunç bir âkıbetle paramparça olmuş bir toplumdan 
söz ederken, Araplar Sebe’ halkını örnek göstermektedirler. Allah’a isyan 
sonucunda cennet gibi bir yurt bir anda cehenneme dönüverdi. İnsanlar her 
şeylerini terk edip, yurtlarından ayrılıp her biri bir tarafa dağılıp zillet 
içinde, dilencilik içinde bir hayatın mahkûmu oldular, millet olma özelliğini 
kaybettiler, bir efsane oldular.
            İşte gördünüz Allah’a karşı 
nankörlüğün sonucunu. Allah’a kulluktan, Allah’a şükürden kopmanın sonucunu hep 
beraber gördük. Burada kendi kendimize şu soruyu sormak zorundayız: Acaba şu 
anda hangi ülke insanı, hangi şehir insanı böyle bir azapla, böyle bir gazapla 
karşı karşıya gelmeme konusunda emindir? Kim böyle bir emniyet duyabilir? Kim 
güvence hissedebilir? Evini, barkını, ticaretini, gücünü, kuvvetini, şehrini, 
vatanını, her şeyini kaybetmeme konusunda kim emin olabilir? Hangi toplum, 
barajlarının yıkılmayacağından emin olabilir? Hiç kimse bu konuda bir emniyet 
içinde olamaz. Allah’a karşı nankörlük içine giren her insan, her toplum Allah 
dilediği zaman yıkımla karşı karşıya gelecektir. Bu Allah’ın yeryüzünde 
değişmeyen bir yasasıdır. Allah diyor ki:
            Sabreden, 
şükreden kullarımız için bunda çok büyük dersler, ibretler, âyetler vardır. 
Allah kendilerine çok çok nimetler verdiği zaman, güç kuvvet, devlet, iktidar 
verdiği zaman, imkân verdiği zaman şımarmayan, nimetlerin sahibine kafa tutmaya 
kalkışmayan, nankörlük yapmayan, kulluktan çıkmayan, dengesini kaybetmeyen, 
tıpkı önceki âyetlerde anlatıldığı gibi Dâvût ve Süleyman (a.s) gibi Allah’ın 
verdiklerini yine Allah yolunda kullanmaya çalışan insanlar için bunda çok büyük 
ibretler vardır diyor Rabbimiz.
20. “Andolsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru 
çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı.”
         İblis, 
Sebe’ halkı üzerinde görüşünü doğru çıkarmıştır. Hani al-çak İblis, “ben onları 
saptıracağım, onları sana kulluktan, sana şükürden koparacağım, onların pek 
çoğunu sana şükreder bulamayacaksın, hiçbir kimse senin yoluna gitmeyecek, 
elbette senin kullarından belli bir pay alacağım” demişti ya, işte Allah’a karşı 
verdiği bu sözüne yoldan çıkardığı Sebe’ halkını şahit tuttu. 
            Allah onu lânetleyip rahmetinden 
kovunca, o da Allah üzerine yemin ederek şöyle demişti: “Muhakkak  ki senin kullarından tespit e-dilmiş, bana 
ayrılmış, muayyen, bilinen, takdir edilmiş bir hisse, bir nasip alacağım, 
kendime seçeceğim, kendime edineceğim. Senin kullarından belli bir kesimi 
kendime kul-köle edineceğim. Onların hayatlarından, zamanlarından, 
çalışmalarından, enerjilerinden, mallarından, çocuklarından bir kısmını kendim 
sahipleneceğim” demişti. Ancak Sa’d sûresinin beyanıyla;
“İblis 
dedi ki; Ben onların hepsini saptıracağım, ama hâlis mü’minler müstesna.” 
demişti. 
Halis kullarına, ihlaslı kullarına, katışıksız din sahibi kullarına, katışıksız 
vahiy sahibi kullarına hiçbir şey yapamayacağım demişti. İşte gerçekten sözünü 
tuttu şeytan. Sebe’liler şeytana tabi oldular, katışıklı din sahipleri ona itaat 
ettiler. Ancak mü’minlerden bir grup, dinlerini Allah vahyine dayandıran bir 
grup ona tabi olmadılar. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman edenler, 
Allah’a Allah’ın istediği şekilde kulluk yapanlar Allah’ın yardımıyla 
kurtulurken, çoğunluk peygamber yolunu terk ederek şeytan vahiylerine uydular, 
şeytanın peşine düştüler. 
Elbette 
sonunda İblis kazanıyor, peşine takılanlar kaybediyordu. Ama hayır, yanlış 
söyledim, asıl kazananlar şeytan vahiylerine de-ğil de Allah vahyine teslim olan 
Müslümanlar oluyordu. Çünkü İblis bu dünyada kazansa da kaybediyordu. Çünkü o 
saptırdıklarıyla beraber cehenneme gidiyordu.
21. 
“Oysa İblisin onlar üzerinde bir nüfûzu yoktu; ama Biz âhirete inanan kimselerle 
ondan şüphede olanları, işte böylece ortaya koyarız. Rabbin her şeyi gözetip 
koruyandır.”
         Halbuki 
o İblisin onlar üzerinde hiçbir gücü kuvveti yoktu. İnsanlar üzerinde hiçbir 
yetkisi, nüfûzu yoktu. Ama Rabbimiz bu dünyada bir imtihan gereği ona sınırlı 
bir yetki vermiş, bu yetkiyle de İblis onları saptırıyor, onları kötü yollara 
dâvet ediyor, kötülükte onlara ör-nek oluyordu.
            Bu alçağın hiçbir zaman kullar 
üzerinde her hangi bir otoritesi, herhangi bir yaptırım gücü de yoktur. Allah’a 
inanan, Allah’la yol bulmaya çalışan, sürekli Allah’ın kitabı ve peygamberinin 
sünnetiyle beraber olan, vahye sarılan, hayatını vahiyle düzenlemeye çalışan, 
Allah’ın muttakî ve sâlih kulları üzerinde onun da, avenelerinin de hiçbir 
etkisi ve yetkisi yoktur. Bu yüzden de onu ve avenesini bir şeymiş gibi 
gözlerimizde büyütmemize ve onlardan korkmamıza gerek yoktur. Sadece Allah’ın 
kendisine verdiği sınırlı bir saptırma yetkisi vardır. Peki bu yetkiyi Rabbimiz 
niye vermiş ona? 
            Allah’a ve âhirete iman edenleri 
bilelim, âhiret hakkında şüphesi olanları onlardan ayıralım ve onları açığa 
çıkaralım diye. İşte İblis’e bunun için yetki verdik diyor Rabbimiz. Bu dünyada 
insanlardan kimileri Allah’ı dinleyecek, kimileri İblis’e ve İblis’in 
vesveselerine kulak verecektir. Dünyadaki hayat bu iki yolun, bu iki kavganın 
arasında seyredecektir. Allah’ın vahyine kulak verenler, Allah’ın kitabını 
dinleyenler, Allah’ın kitabına evet diyenler, hayatlarını Allah’ın kitabıyla 
düzenleyenler ile şeytan vahiylerine teslim olanlar, şeytan sözcüklerine 
yönelenler hep birlikte bir dünya kavgası içine girecekler ve hayat böyle devam 
edip gidecektir.
            Rabbin her şeyin muhâfızıdır. Kendi 
vahyine kulak verenleri de, şeytan vahiyleri doğrultusunda bir hayat yaşayanları 
da gören, gözeten, kollayan O’dur. Tüm kullarını kuşatmış olarak yaptıklarından 
ötürü dilerse anında ceza da verebilir, dilerse cezalarını tehir de edebilir. 
Ama yasa O’nun emrinde, güç ve kuvvet O’nun elindedir.
            Bundan sonra gerek o günkü Mekke 
müşriklerinin, gerekse kıyamete kadar gelecek tüm müşriklerin şirklerinin 
reddini gündeme getirecek Rabbimiz:
22. “Ey Muhammed! De ki: “Allah’ı bırakıp da göklerde ve 
yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı 
bulunmadığı ve hiçbiri Allah’a yardımcı olmadığı halde tanrı olduklarını ileri 
sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza!”
   Gerek 
daha önce anlatılan Dâvût ve Süleyman’ın (a.s), gerekse Sebe’ halkının 
kıssalarıyla ortaya konmuştu ki, insanların, toplumların iyi ya da kötü 
kaderleri Allah’ın elindedir. Kendilerine yeryüzünde güç kuvvet, mülk ve 
saltanat vererek Azîz eden de, sayısız lütûflarıyla kullarını izzet ve şerefe 
ulaştıran da, nimetlerini geri alıp helâk eden de, zillet ve meskenete mahkum 
eden de Allah’tır. İnsanlar ve toplumlar üzerinde egemen olan, geçerli olan 
yasalar Allah yasalarıdır. 
İşte 
burada da bunu bir daha hatırlatarak Rabbimiz diyor ki: Ey müşrikler, eğer bunun 
böyle olmadığını, fertler ve toplumlar üzerinde egemen olan Allah’tan başka 
varlıkların da olduğunu iddia ediyorsanız, haydi çağırın o İlâhlarınızı da, bir 
insanın iyi ya da kötü kaderini değiştirsinler bakalım. Çağırın da Allah’ın 
öldürdüğünü diriltsinler, çağırın da kaderi kötü olan birinin kaderini 
değiştirsinler. Allah berisinde önderler, liderler, tanrılar kabul ettikleriniz 
de size bir fayda ve zarar sağlasınlar. 
Hayır 
hayır, göklerde ve yerde zerre miktarı sahip oldukları bir yetkileri yoktur 
onların. Var mı Allah berisinde bir yetkileri? Çağırın da göstersinler bakalım 
güçlerini, kuvvetlerini. Desinler bakalım, bizim de sahip olduğumuz zamanlar, 
mekânlar vardır. Bizim de mâlik olduğumuz mülkler, yıldızlar, semâlar vardır. 
Var mı Allah’tan başka Melik? Bir tek zerreye mâlikiyetleri var mı onların? Bir 
sinek kanadı yaratmaya kadirler mi? Bir buğday tanesi yaratacak yetkileri var 
mı, gökten bir damla yağmur yağdırmaya güçleri yetiyor mu? Hiçbir güçleri, 
hiçbir yetkileri yokken nasıl oluyor da bu adamlar tanrılık taslamaya 
kalkışıyorlar? Nasıl bizler de İlâhız, bizler de Rabbiz, bizler de yasa 
belirlemeye yetkiliyiz, bizleri de dinlemek zorundasınız diyebiliyorlar? Nereden 
alıyorlar bu yetkiyi?
            Hayır hayır, onların göklerde ve 
yerde, göklerin ve yerin mülkiyetinde hiçbir ortaklıkları da yoktur, yetkileri 
de yoktur. Allah mülkünde, egemenliğinde kimseyi ortak edinmemiş, kimseye yetki 
vermemiştir. Kimseye yetki devrinde bulunmamıştır. Yâni hâşâ ben göklerin 
Rabbiyim, göklerde egemen benim, ama yerlerin egemenliğini size devrediyorum, 
göklerin Rabbi benim ama sizler de yerdekilerin Rabbi-siniz dememiştir. Ben 
namazın, orucun, haccın Rabbiyim ama sizler de hukukun, ekonominin, eğitimin, 
sosyal ve siyasal yapılanmaların rabbisiniz, ben yerdekilerin işlerini size 
devrettim, siyaseti size bıraktım dememiştir. Ben camilerin Rabbiyim ama 
mekteplerin Rabliğini si-ze devrettim dememiş, kimseye yetki vermemiştir 
Rabbimiz. Tüm egemenlik, tüm yetkiler kendi elindedir. İnsanlara verdiği geçici 
yetkiler de sadece bu dünyada imtihan sebebiyledir.
            Allah’ın asla onlardan bir 
yardımcısı da yoktur. Kimi işlerini düzenleme konusunda acze düşmüş de 
insanlardan kimilerini yardımına çağırmış değildir Allah. Hal böyleyken, bu 
adamlar nasıl oluyor da Allah’ın yetkilerine ortaklık iddia edebiliyorlar? Nasıl 
oluyor da, bu adamlar kim oluyor da egemenlik bizdedir, Allah’ın yetkileri 
bizdedir, biz dilediğimiz gibi hükmederiz, biz dilediğimiz gibi hayat programı 
yapar, dilediğimiz gibi bir hayat yaşar, asar, keseriz diyebiliyorlar? Hayır 
hayır eğer şunu diyorlarsa bu da yanlıştır: Biz Allah katında sevgili kullarız, 
biz Allah’ın yeryüzünde dostlarıyız, bizler Allah katında iyi kullarız, bizler 
şefaatçileriz. Eğer bize itaat ederseniz, bizim dediğimiz gibi yaşarsanız, bizi 
takip ederseniz yarın bizler de Allah huzurunda sizlere şefaat ederiz. Hayır, 
öyle de değil!
 23. “Allah’ın katında, kendisine izin 
verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince 
birbirlerine “Rabbimiz ne söyledi?” diye sorarlar; “Hak söyledi” derler. O, 
yücedir, büyüktür.”
         Allah 
huzurunda O’nun izin vermediği hiç kimsenin şefaatinin faydası yoktur. Ancak 
O’nun izin verdiklerinin, izin verdiklerine şefaati fayda verecektir. Yâni 
şefaat edecek olanları da şefaat edilecek olanları da yarın Allah 
belirleyecektir. Allah’ın kendilerine şefaat izni verdiği insanlar ancak şefaat 
edilmeye izin verdiklerine şefaat edebileceklerdir. 
Şefaat 
edicileri Allah belirleyecektir, ama şurasını da asla unutmayalım ki, şefaat 
edilecek olanları da yarın Allah belirleyecektir. Yâni meselâ yarın Allah bana 
şefaat edebilme iznini verse, ben baba-ma, anama, kayınpederime, bacanağıma, 
arkadaşlarıma şefaat ede-meyeceğim de, Allah’ın, şunlara, şunlara şefaat 
edebilirsin diye benim karşıma çıkardığı listede yazılı olanlara şefaat 
edebileceğim. 
Evet, 
şefaat edecekleri de, şefaat edilecekleri de yarın Allah belirleyecektir. 
Öyleyse bugünden birilerini şâfî makamında görüp on-ların ellerine, eteklerine 
yapışmanın anlamı yoktur. Yarın bizi kurtarırlar diye Allah’a yapılması gereken 
kulluk birimlerinden bazılarını onlara yapmanın anlamı yoktur. Bilmiyoruz ki 
belki de bugün bizim şâfî makamında , yarın şefaat ediciler olmak şöyle dursun 
belki de şefaat edileceklerin içinde bile yer almayabilirler. Öyleyse 
unutmayalım ki şefaatin tamamı Allah’a aittir. Kulluğun tamamı da sadece O’na 
yapılmalıdır.
            Ta ki 
onlardan kalplerinin korkusu, ürpertisi gittiği zaman, heyecanları yatışıp ta 
düşünebilir bir duruma geldikleri zaman derler ki, Rabbimiz ne dedi? Rabbimiz 
hak dedi, Rabbimiz doğru dedi derler. Hani daha önce başka türlü söylüyorlardı? 
Hani daha önce şefaati kendilerine veya başkalarına veriyorlardı? Hani Allah 
berisinde başkalarının da şefaat yetkileri vardı? Tabi orada, Allah huzurunda 
her şey bitti. Orada, o ortamda cennet ve cehennem gözler önüne serildikten 
sonra artık söz Allah’a aittir, Hak Allah’a aittir. Allah, Âlidir, Allah 
büyüktür.
24, 25. “Ey Muhammed! De ki: “Göklerden ve yerden sizi 
rızıklandıran kimdir? “De ki: Allah’tır. Öyleyse doğru yolda veya apaçık bir 
sapıklıkta olan ya biziz ya sizsiniz. De ki: İşlediğimiz suçlardan siz sorumlu 
olmazsınız, sizin yaptıklarınızdan da biz sorumlu olmayız.”
         Rabbimiz, 
elçisine “Benim sana vahy ettiğim bu Kur’an’ı, bu âyetlerimi insanlara duyur” 
emrini veriyordu, aynı emirler şu anda bize de yöneliktir. Biz de söyleyeceğiz 
bunu? Neyi söyleyeceğiz? Göklerden ve yerlerden sizi rızıklandırıp doyuran 
kimdir? Var mı size Allah-tan başka bir rızık verici? Bu soruyu soracağız, ama 
karşımızdakinin cevabını beklemeyeceğiz. Soruyu sorduğumuz insanlar vahiyden 
ha-bersiz bir yanılgı içinde oldukları için şu veya bu şekilde yanlış, farklı 
şeyler söyleyebilirler. Allah’tan başkalarını Rezzak makamında görebilirler. 
“Filanlar, falanlar bize rızık vermeseler bizim hayatımız biter, bizi doyuran 
onlardır” diyebilirler. Onların cevaplarını beklemeden biz ne diyeceğiz? 
Diyeceğiz ki Allah, gökten ve yerden bizi rızıklandıran, bizi doyuran Allah’tır. 
Öyleyse 
ya biz, ya siz hidâyettesiniz. Ya biz doğru yoldayız, ya da siz. Ya biz 
doğruyuz, sizler sapıksınız, ya siz haktasınız biz yanlıştayız. Eğer Rezzak 
Allah’sa, göklerden ve yerlerden rızık gönderip bi-zi doyuran Allah’sa, göklerin 
ve yerin sahibi Allah’sa, bizim sahibimiz O ise, o zaman sahibimiz olarak, 
doyurucumuz olarak O’na teşekkür etmemiz, kulluk yapmamız gerekecekse, şu anda 
bizler Rabbimize kulluk edip O’na teşekküre devam ederken, sizler de Allah’ı 
bırakıp başkalarına kulluk etmeye çalışıyorsanız, biz ikiye ayrıldık demektir. 
Allah’a kulluk eden bizler ve Allah’tan başkalarına kulluk eden 
sizler…
            Yâni bizler yaratan, rızık veren, 
doyuran Allah bizden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece kulluk yapmak zorunda 
olduğumuza inanıyoruz. Hz. Adem’den (a.s) bu yana tüm Müslümanlar böyle dediler, 
böyle yaptılar. Şu anda bizler de böyle diyoruz. Ama bakıyoruz, insanların bir 
kısmı da yaratıcı ve rızık verici olarak Allah’ı kabul etmiyor. Biz Allah’ı 
kabul etmiyoruz, biz hayatımızı Allah’ın yasalarına göre değil de, kendi 
aklımıza, kendi keyfimize, kendi duyularımıza güvenerek bir dünya yaşamak 
istiyoruz. Bu bizim hoşumuza gidiyor. Biz böyle yaşamanın doğruluğuna inanıyoruz 
diyorlar. İşte bunu da, bunu da diyenler var. Böyle de yaşayanlar var. Ama 
elbette bunlardan bir tanesi doğru, ötekisi yanlıştır. Elbette bunun ikisinin de 
doğru olması mümkün değildir. 
Öyle 
değil mi? Ya göklerin ve yerin sahibi, bizim sahibimiz, bizim yaratıcımız, 
doyurucumuz, rızık vericimiz Allah’tır, tüm nimetler O’ndandır, hayat O’ndandır, 
ölüm O’ndandır, binaenaleyh bizler O’na kulluk yapmalıyız, O’na teşekkür etmek 
zorundayız diyenler yanlıştadır, yahut da biz Allah’ı da peygamberi de 
tanımayız, bizi Allah da peygamber de bağlamaz, biz keyfimize göre bir hayat 
yaşarız diyenler yanlıştadır. Bunların hangisinin doğru, hangisinin yanlış 
olduğunu tartışmaya, masaya yatırmaya hakkımız yoktur. Çünkü bizler Müslü-manız, 
Allah’a iman ediyoruz, Allah’ın kitabına iman ediyoruz. Biz, Al-lah’tan gelen bu 
kitabın mü’minleri olarak diyoruz ki ya biz hidâyetteyiz, ya siz. Eğer bu kitaba 
göre biz hidayetteysek siz sapıksınız. Yok eğer biz sapıksak siz hidâyettesiniz, 
doğrudasınız. Hem biz, hem siz, hem Müslümanlar, hem de kâfirler doğrudadır 
demek mümkün değildir. İki taraf ta doğruda olamaz. Ya Müslümanlar doğrudur, ya 
kâfirler…
            İşte bu sorgulamayı kâfirlere 
yönelten Müslümanların düşüncelerine göre, Allah’ın değer yargısına göre, bu 
kitaba göre, Sebe’ sûresine göre doğru olan, hakta olan, hidâyette olan, delille 
hareket eden kesinlikle Müslümanlardır. Onun içindir ki hücumda olan, sorgulayan 
sürekli Müslümanlar olmalıdır. Soracağız, sorgulayacağız bu kâfirlerin 
hayatlarını, inanç manzumelerini. Ey kâfirler, gökten ve yerden rızık veren, 
doyuran kimdir? Kimin ekmeğini yiyip kime kulluk ediyorsunuz? Kiminle 
rızıklanıyor, kimin kılıcını sallıyorsunuz? Ne bu haliniz? Ama siz bilirsiniz, 
unutmayın ki siz bizden, biz de sizden sorumlu tutulmayacağız. Siz 
yaptıklarınızın karşılığını, biz de yaşadığımız hayatın karşılığını göreceğiz. 
Eğer bizler yanlıştaysak, hatamızın cezasını çekeceğiz, sizler bizim 
yanlışlarımızdan sorumlu olmayacaksınız, bizler de sizin yanlışlarınızdan hesaba 
çekilmeyeceğiz. Sizin hayatınızın faturası bize, bizimki de size 
çıkarılmayacaktır.
26. “De ki: “Rabbimiz sonunda hepimizi toplar, sonra 
aramızda adâletle hükmeder. Adâletle hükmeden, bilen ancak O’dur.” 
         De 
ki, Rabbimiz bir gün bizi toplayacak, sonra aramızı hakla açacak. Kıyamet 
kopacak, dirileceğiz, hesaba çekileceğiz ve aramızda hakla hüküm verilecek. 
Rabbimiz hakla hükmünü verecek. Şu doğruydu, bu yanlıştı, şu haktı, bu bâtıldı, 
şu iyiydi, bu kötüydü, şunlar hidâyetteydi, bunlar sapıklık içinde bir hayat 
yaşıyorlardı diye Rab-bimiz hakla hükmünü verecek. Çünkü Rabbimiz Haktır, en 
doğru hük-mü verendir, Alîmdir, Hakîmdir. 
Zaten 
doğru hükmünü, gönderdiği elimizdeki şu kitabında bildirmiştir. Aslında bugün bu 
kitabın âyetlerini, bu kitabın dosdoğru ya-salarını kâfirlere götürmek, 
kâfirlere duyurmak kâfirlerin kendileri için de, bizim için de bir rahmettir. 
Yine Rabbimizin bu hak âyetleriyle kâfirlerin hayatlarını sorgulamamak kâfirlere 
karşı en büyük zulümdür. Elimize bu kitabı alıp, kâfirlere gidip, beyler, bu 
kitaba göre sizler yanlıştasınız, bu kitaba göre sizin yaşadığınız bu hayat sizi 
cehenneme götürmektedir diye açık ve net bir şekilde onları uyarmak zorundayız. 
Bakın Rabbimizden bir sorgulama daha:
27. “De ki: “O’na taktığınız ortakları bana gösterin, 
yoktur ki! O, güçlü olan, Hakîm olan Allah’tır.”
         De 
ki, haydi Allah’a ortak koştuklarınızı bana gösterin. Deliliniz nedir bu konuda, 
kime dayanıyorsunuz? Allah’ın ortakları vardır derken neye dayanıyorsunuz? Kendi 
hevâ ve heveslerinize mi dayanıyorsunuz? Yâni yarın Allah mahkemesinde Allah 
sorgulamasıyla karşı karşıya geldiğiniz zaman, O’na karşı sizi savunmak üzere 
ayağa kalkacak, O’nun azabından sizi kurtaracak birileri var mı? Varsa hani 
gösterin bakalım onları. Kendilerine kulluk adına Allah’a kulluğu bırakarak 
hayatınızı tehlikeye attığınız, kendilerini memnun etme adına Rabbinizi 
küstürdüğünüz şu İlâhlarınızı bir gösterin bakalım. Var mı Allah’tan başka Rab? 
Var mı Allah’tan başka İlâh? Hayır hayır, sadece Rab olan, İlâh olan, Azîz ve 
Hakîm olan O’dur buyurulduktan sonra peygamberin evrenselliğini anlatan bir 
âyetle karşı karşıya getiriliyoruz.
28. “Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci 
ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.”
         Peygamberin 
görevi evrenseldir. İnsanların tamamına seni müjdeci ve uyarıcı gönderdik diyor 
Rabbimiz. Allah, peygamberini te-selli ederek diyor ki: “Ey peygamberim, Mekke 
toplumu, kavmin seni dinlemediler diye, sana kulak vermiyorlar diye sakın 
üzülme. Sen sa-dece Mekke şehrinin, sadece bu ülkenin, sadece bu toplumun, 
sa-de-ce bu çağın insanlarına değil, kıyamete kadar gelecek tüm çağların 
insanlarına gönderilmiş bir peygambersin. Eğer şu anda senin kavmin senin 
vasıtanla benim kendilerine açtığım bu rahmet kapısından istifade etmek 
istemiyorlarsa, senin kıymetini bilmiyorlarsa üzülme, başkaları bilecektir. Seni 
tüm insanlığa müjdeci ve uyarıcı olarak gön-derdik ama insanların çoğu 
bilmiyorlar. İnsanların çoğu göz göre göre reddediyorlar, elçilerin uyarılarına 
kulak vermiyorlar” ve diyorlar ki:
29. 
“Doğru sözlü iseniz söyleyin bu vaat ne zamandır?” 
derler.”
         Haydi 
sadıklarsanız söyleyin o vaat ne zaman? Haydi iddialarınızı eyleme dönüştürme 
imkânınız varsa söyleyin kıyamet ne zaman? Ne zaman bu kıyamet, ne zaman bu 
hesap kitap? Ne zaman bu sorgulama, ne zaman bu azap? Ey Muhammed, şu bize vaat 
edip durduğun, bizi kendisiyle korkutup durduğun kıyamet ne zaman? Ne zaman 
olacak bu iş? Ne zaman toplayacak Rabbin bizi huzurunda? Ne zaman hükmedecek 
aramızda? Yıllardır vaat ettiğin halde hani niye başımıza bir şeyler gelmiyor, 
niye aleyhimize hüküm verilmiyor?
30. “De ki: “Size, bir gün tayin edilmiştir. Ondan bir 
saat ne geri kalabilirsiniz ne de öne geçebilirsiniz.”
         De 
ki, sizler onun vaatleşmesiyle karşı karşıya geleceksiniz. O size mutlaka 
gelecek, bir saat bile tehir edilmeyecektir. Ne bir saat öne alınacak, ne de bir 
saat geri bırakılacak. Çünkü Allah sizin arzularınıza tabi değildir. Allah bu 
konudaki hükmünü kendisi verir. Aramızdaki hükmünü vereceği zamanı Allah en iyi 
bilendir. Allah bir kere hükmünü verdi mi, işiniz 
bitecektir.
31. 
“İnkâr edenler: “Bu Kur’an’a ve ondan öncekilere inanmayacağız” dediler. Sen bu 
zalimleri, Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman, suçu birbirine atıp 
dururken bir görsen! Güçsüz sayılanlar, büyüklük taslayanlara: “Siz olmasaydınız 
biz inanmış olacaktık” derler.”
         Evet 
kâfirler biz ne bu Kur’an’a, ne de önündeki kitaplara inan-mayacağız diyorlar. 
Ne bu kitaba, ne de bu kitaptan önce indirilmiş olanlara iman etmeyeceğiz 
diyorlar. Peygamberim, sen böyle diyen zalimleri Rableri huzurunda tevkif 
oldukları zaman bir görsen! Suçu birbirlerine atıp dururlarken onları bir 
görsen! Dünyada atıp tutuyorlardı alçaklar, Allah kimmiş? diyorlardı. Peygamber 
de kimmiş? Di-yorlardı. Kur’an da neymiş, bu kıyamet te ne zamanmış? diyorlardı. 
Biz kesinlikle bu saçmalıklara  inanmayız 
diyorlardı. İman etmiyor-lar-dı, teslim olmuyorlardı, kulluğa yanaşmıyorlardı. 
Rablerine secdeye, Rablerinin hayat programına yönelmiyorlardı. Allah karşısında 
güç iddiasında, bilgi iddiasında, varlık iddiasında bulunuyorlardı. Ama artık 
şimdi Rableri huzurunda tevkif olmuşlar, tutuklanmışlar ve her şeyleri bitmiş. 
İşte böyle rezil ve perişan bir durumdayken onları bir görseydin peygamberim. 
         Evet 
bir kısmı bir kısmına söz atmaya başlayacaklar. Atışmaya, birbirleriyle 
sataşmaya, birbirlerine suç atmaya başlayacaklar. Sen yaptın, sen ettin, sen 
saptırdın, senin yüzünden oldu demeye başlayacaklar. Bakın herkesin tutuklandığı 
bir ortamda mustaz’aflar müstekbirlere, yönetilenler yönetenlere, idare 
edilenler idare edenlere, güdülenler güdenlere, tabi olanlar tabi olduklarına 
diyecekler ki, “siz olmasaydınız biz Müslümandık. Siz bize engel olmasaydınız 
bizler Müslüman olacaktık. Sizler bizim dinimizi bozmasaydınız, Allah di-nini 
kaldırarak, Allah yasalarını ilga ederek bizim karşımıza resmî bir din 
çıkarmasaydınız, biz Müslüman olacaktık. Sizler bizim hayat programımızı 
değiştirmeseydiniz, bizim hukukumuzu, bizim alfabemizi, bi-zim sosyal, siyasal 
yasalarımızı değiştirmeseydiniz, bizim tarihimizi, bizim kılık-kıyafetimizi 
bozmasaydınız biz Müslüman olacaktık. Doğrusu biz dünyada size uymuştuk. Dünyada 
emirlerinize boyun eğiyor, kanunlarınıza itaat ediyor, arzularınızı yerine 
getiriyor, bizi neye çağırdıysanız koyun gibi arkanızdan geliyorduk. Sürüler 
gibi size tabi oluyorduk. Sizler güçlüydünüz, sizler kendinizi dünyada Rabler 
görüyordunuz, İlâh olduğunuzu iddia ediyordunuz. Evet bizi saptıranlar, bizi bu 
cehenneme getirenler sizlersiniz. Sizler olmasaydınız biz asla bu cehenneme 
gelmezdik,” diyorlar. Onlar böyle deyince bakın müs-tekbirler de, öndekiler, 
tabi olunanlar, idareciler de ne diyorlar bakın:
32. “Büyüklük taslayanlar, güçsüz sayılanlara: “Size 
doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? “Hayır; zaten 
suçlu kimselerdiniz” derler.”
         Size 
hak geldi de, siz hakkı kabul ettiniz de sizi ondan biz mi çevirdik? Siz 
Müslüman oldunuz da, Müslüman olmak istediniz de biz mi engel olduk? Siz 
Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya yöneldiniz de biz mi mâni olduk? Hayır 
hayır bizim elimizde hiçbir güç ve kuvvet yoktu ki size engel olalım. Bilâkis 
siz kendiniz suçluydunuz.
      Evet 
cehennemde, ateşin içinde aynı azabı paylaşan insanların tartışmalarını, 
birbirlerini suçlamalarını anlatıyor burada Rabbimiz. Demek ki, bu iki grup da 
cehennemdedir. Demek ki, mustaz’afların, zayıfların zayıflığı onları 
kurtaramayacaktır. Davar sürüsü gibi idarecilerinin kanunlarına itaat etmek 
zorunda kalmış bu insanların, ne yapalım, biz güçsüzdük, zayıftık, gücümüz 
kuvvetimiz yoktu, elimizden bir şey gelmiyordu demeleri onları 
kurtaramayacaktır. Çünkü Allah onlara akıl vermişti, Allah onlara irade 
vermişti. Seçme hürriyeti vermişti Allah onlara. Bunlar hiç bir zaman böyle 
sürüler değildi. Berikiler onların iradelerini satın almak istedikleri zaman, 
boyunlarına ip takıp kendilerine kul-köle yapmaya zorladıkları zaman, hiçbir 
tepki göstermediler. Sanki bu işe dünden razıymış gibi boyunlarını teslim 
ettiler.
            Halbuki dünyadayken alçaklar bunlara 
ağam paşam diyorlardı. “Anam! Babam! Kurtar bizi!” diyorlardı. “Her şeyimizi 
sana borçluyuz! Sen olmasaydın biz olmazdık! Liderim! Şeyhim! Efendim! 
Şevketlim, biz senin dediğinden çıkmayız! Atam izindeyiz!” diyorlardı. Yâni 
onlar ne kadar alçaksa, berikiler de o kadar alçaklık yapıyorlardı dünyada. 
Bakın burada müstekbirler, yöneticiler, yönetilenlere diyorlar 
ki:
            “Ey zalimler! Ey adam olmadıklar! Ey 
sürüler! Ey iradesizler! Ey beyinsizler! Ey akılları bizim cebimizde olanlar! 
Boşuna bağırıp durmayın! Boşuna lakırdılarda bulunmayın. Zira sizin bizden bir 
farkınız yoktur. Yâni şimdi size hidâyet geldi de, sizler hidâyet üzere yaşamak 
istediniz de sizi hidâyetten biz mi kopardık? Hayır hayır! Bilâkis siz kendiniz 
sapıklardınız! Siz kendiniz mücrimlerdiniz! Siz dünyada bizim sizi teşvik 
ettiğimiz şeylere karşı ihtirasınızdan, hırsınızdan dolayı hemen kolayca bizim 
peşimize takıldınız. Kolayca bizim ağımıza tutuldunuz. Biz sizin vicdanlarınızı 
satın almaya geldiğimizde sizler buna dünden razıydınız. Bizim karşımızda en 
küçük bir tepkide bulunmadınız. Sizi Rabbinizin hayat tarzından koparıp 
demokrasiye, la-ikliğe, milliyetçiliğe, ırkçılığa, dünyaya, dünyalıklara 
çağırdığımız zaman mal bulmuş mağribi gibi hemen bizim dâvetimize uyuverdiniz. 
Karşımızda en küçük bir mücadele bile vermediniz. Çünkü sizler zaten Allah’a 
kulluktan bıkmış usanmıştınız. Hayatınızın her bir sahasın-da sadece Allah’ı 
dinlemekten, Allah’ın dediklerini yapmaktan usanmıştınız da, hayatınızın bazı 
bölümlerini başka Rablere, başka İlâhlara bırakarak biraz rahat nefes almayı 
ümit ederek bizlere tapınmaya yönelmiş kimselerdiniz. Hayatınızın her bir 
bölümünde Allah’ı atlatamayacağınızı, Allah’ı yönlendiremeyeceğinizi bildiğiniz 
için, biraz da bizim gibi atlatılabilecek, yönlendirilebilecek tanrılarımız 
olsun istemiştiniz. Bizi siz seçmiş ve hayatınızın bazı bölümlerine bizlerin 
karışmamızı siz kendiniz istemiştiniz. 
            Allah’tan bıkıp usanan sizler 
kendinize öyle tanrılar istiyor-dunuz ki sizden hiçbir ahlâkî sorumluluk 
istemesinler. Sizden ne namaz, ne oruç, ne hac, ne tesettür, ne zekat, 
istemesinler. Bıkıp usandığınız Allah’ın size haram kıldığı içkiyi, kumarı, 
fâizi, tesettürü helâl kılıverecek, yasallaştırıverecek tanrılar istediniz 
kendinize. Sizi rahatlatacak, size rahat bir nefes alma imkânı verecek tanrılar 
istediniz. Üstelik bu tanrıların ipleri de sizin kendi ellerinizde olduğu için, 
yâni onları kendiniz seçtiğiniz için, siz ne isterseniz o konuda kanun yapacak, 
arzularınıza tabi olup yönlendirebileceğiniz tanrılar istediniz kendinize. Siz 
istediniz, siz seçtiniz, biz de size hükmettik. Siz sattınız vicdanlarınızı, biz 
de satın aldık. Alan memnun, satan memnun. Siz istediniz biz bulduk. Siz 
kokladınız, biz topladık. Eğer sizler vicdanlarınızı satmak istemeseydiniz, biz 
onu zorla sizden alamazdık. 
Öyleyse 
bizi niye kınıyorsunuz da? Üstelik belki de bizi saptıran sizlersiniz. Çünkü 
sizler gönül rızasıyla bize itaat ettiğiniz için, bizi büyük kabul edip bizim 
karşımızda boyun büktüğünüz için biz de ken-dimizi bir şey zannettik. Aslında 
bizi şımartanlar da sizlersiniz. Eğer sizler bize itaat edip adam yerine 
koymasaydınız, belki bizler de zulmedemeyecek, şımarmayacak ve kendimizi bir şey 
görmeye kalkışmayacaktık,” diyorlar.
33. 
“Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve 
bize Allah’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler. 
Azabı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin bo-yunlarına 
demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını 
çekerler?”
         Mustaz’aflar, 
yönetilenler, ezilenler yine diyorlar ki, “ey müs-tekbirler, sizler gece-gündüz 
hileler kuruyor, komplolar hazırlıyor bizi küfre zorluyordunuz. Bizi saptırmak, 
bizi Allah’a kulluktan koparıp kendinize kul köle edinmek için, bizi Allah 
yasalarına itaatten çıkarıp kendi yasalarınıza boyun büktürmek için gece-gündüz 
dolaplar çeviriyordunuz. Kendi müşrik eğitimlerinizi bize empoze ederek bizi 
zorla Allah’a şirk koşmaya zorluyordunuz. Eğitim yasalarınızla, ekonomik 
düzenlemelerinizle, hukuk yapılanmalarınızla, sosyal ve siyasal 
anlayışlarınızla, kılık-kıyafet dayatmalarınızla bizi Allah ve Resûlüyle 
çatışmaya sevk ediyor, zorluyordunuz. Bizi pis bir hayatın mahkûmu et-tiniz. 
Bizim önümüze isyan yolları açtınız, bizi saptırdınız.” 
Ama 
azabı gördüklerinde hepsi pişman olacaklar; müstekbir-leri de, onlara tabi olan 
mustaz’afları da, saptıranları da saptırılanları da hepsi perişan olacaklar. Biz 
de onların boyunlarına boyunduruklar, kelepçeler geçiririz. Onlar söyledi, 
berikiler konuştu ve nihâyet hepsinin suçlu olduğu açığa çıktı. Ancak az önce 
ifade ettiğimiz gibi herkes, tüm insanlar kendi yaptıklarının karşılığını 
görüyorlar. Herkes yaşadığı hayatın sonucuyla karşı karşıya geliyor. Değilse hiç 
kimseye asla fazladan bir ceza vermiyor. Onlar kendi cehennemlerini kendileri 
hazırlıyor.
            İster siyasal önderler olsun, 
isterse dini önderler olsunlar eğer insanlar araştırmadan, tahkik etmeden 
bunlara tabi olurlar ve “efendim ne yapalım işte bunlar bizim siyasal 
büyüklerimiz, bunlar bizim ekonomi uzmanlarımız, bunlar bizim din önderlerimiz, 
onlar en güzelini, en doğrusunu bilirler. Hayat diye, hukuk diye, ekonomi diye, 
kılık-kıyafet diye, din diye bize ne sunmuşlarsa biz onu doğru kabul etmek 
zorundayız. Bu konuda bizim herhangi bir suçumuz yoktur. Eğer bir suç varsa bir 
suçlu varsa, gerçek suçlu onlardır” demeye kimsenin hakkı yoktur. 
Din 
böyle basite indirgenemez ki! Başka şeye benzemez, bu dindir, hayattır. 
“Efendim  filan hoca dedi, ben de yaptım. 
Falan zât öyle buyurdu, ben de uyguladım” demek yarın bizi kurtarmayacaktır. 
Dinimizi kendimiz öğrenmek zorundayız. Allah bize de akıl vermiştir. Allah’ın 
bize verdiği bu akıllarımızı birilerinin cebine sokmaya ve körü körüne onların 
peşine takılmaya hakkımız yoktur. İşte dinin temel kaynakları kitap ve sünnet 
ortadadır ve herkesin ona ulaşma imkânı da mevcuttur.
34,35. “Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın 
varlıklı kimseleri, onlara: “Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz” diye 
gelmişlerdir. Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da 
değiliz” derlerdi.”
         Biz 
bir kente uyarıcılar, elçiler gönderdik mi, o kentin azgınları derler ki, “biz 
onu reddediyoruz, biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz, çünkü bizler 
evlât ve mal yönünden sizden çok fazlayız.” Evlât siyasal gücü, mal da ekonomik 
gücü temsil eder. Kentin mele’ grubu, zengin ve şımarık insanları siyasal ve 
ekonomik güçlerine güvenerek Allah’ın elçilerini 
reddediyorlar.
            Genel bir değerlendirme görüyoruz bu 
âyetlerde. Rabbimiz kentlere, kasabalara, ülkelere elçiler gönderiyor, 
uyarıcılar gönderiyor. İnsanlığın atası Hz. Adem’den (a.s) bu yana hiçbir kent, 
hiçbir toplum yoktur ki, kendilerine Allah’tan bir uyarıcı gelmemiş olsun. Bu 
uyarıcılar Allah’tan aldıkları vahyi insanlara ulaştırarak onları Allah’a 
kulluğa çağırdıkları zaman, dünyada Allah’ın istediği bir hayatı yaşayarak ölüm 
ötesine hazırlığa dâvet ettikleri zaman, insanları kıyametle, cennetle, 
cehennemle uyardıkları zaman, mütrafûn olanlar, kurulu düzenin menfaatçileri, 
statükodan yana olanlar diyorlar ki, biz sizi de, sizin gönderildiğiniz 
risa leti 
de reddediyoruz, diyorlar. 
Gerekçe 
olarak ta şunu gösteriyorlar: Bizim malımız ve evlâdımız daha çoktur. Bizim 
siyasal mevkiimiz ve ekonomik gücümüz si-zinkinden daha büyüktür. Bu halimizle 
bizler asla azaba da uğrayacak değiliz. İşte gerekçeleri de budur. Kendilerine 
gönderilen elçilerin bunlara sahip olmayışlarını göz önünde bulundurarak, sizin 
hiçbir şe-yiniz yokken bizler size mi tabi olacağız, diyerek peygamberlerin 
getirdikleri bir sistemi, bir hayat tarzını kabule 
yanaşmıyorlar.
            Çağlar boyu yaşanıp gelen, tekrar 
edilip gelen bir hastalıktır bu. Allah’ın insan hayatına karışması konusunda 
odak nokta seçerek arzularını kendileri aracılığıyla insanlığa sunduğu 
peygamberlerine ilk karşı gelenler, ilk savaş açanlar âyetin ifade buyurduğu 
gibi "Mütraf-lardır. Yâni toplumun zengin, şımarık servet sahipleri, toplum 
içinde sınırsız bir hayat yaşayan, zenginliklerinin, arsızlıklarının, 
servetlerinin kendilerini azdırdığı kimseler... Servetlerinin, zevk ve 
eğlencelerinin, lüks içinde sınırsızca yaşadıkları hayatlarının kendilerini 
bırakmayıp hakkı kabullerine engel olduğu varlıklı kimseler. Bunlar her dönemde 
ve her toplumda gönderilmiş hak elçilerine karşı ilk savaşı açan kimselerdir. 
Hemen hemen her dönemde topluma egemen olan bu zenginler grubu peygamberlere 
karşı tavır alıp, peygamberlerin yolunu kesmeye çalışıp, halkı Allah elçilerine 
karşı kışkırtmışlardır. Bunun sebebi de şudur:
            Bunlar her toplumda mevcut 
statükonun devamından yana-dırlar. Yâni mevcut düzeni savunmaktadırlar. Çünkü 
kendilerini servet sahibi yapan, kendilerini diğer insanlara egemen kılan, 
garibanların kanlarını emmeye izin veren, toplumun fakir kesimi üzerinde 
kendilerini Rableştiren o düzenin kendisidir. Mevcut sistem sayesinde palazlanıp 
servet sahibi oldukları için sistemin yıkılmasını asla istemezler. 
Şunu 
da kesinlikle bilmektedirler ki, peygamber bu düzeni değiştirmek için 
gelmektedir. Peygamber toplumda ezen ve ezilenlerin, zalimlerin ve mazlumların, 
sahte Rablerin rubûbiyetlerine ve köleleştirilmiş Allah kullarının kulluklarına 
son verip toplumda Allah hâkimiyetini gerçekleştirmek için gelmektedir. 
Peygamber adâleti tesis etmek için gelmektedir. 
Peygamberin 
mesajı gönüllerde yer edip o mesajın hayata hakim olması bu adamların elde 
ettikleri tüm gayr-ı meşrû servetlerinin ve toplum içinde bu servetleri 
sayesinde sağladıkları tüm statülerinin ellerinden uçup gitmesi söz konusudur. 
İşte bunu çok iyi bilen bu servet sahipleri, düzenlerinin bozulacağı korkusuyla 
Allah elçilerine ilk savaşı açmaktadırlar. Halkın cahil kalmasını 
istemektedirler. Halkın bilinçlenmesini, halkın peygamberle tanışmasını 
istememektedirler.
            Allah elçilerini reddederek diyorlar 
ki, biz mal ve evlât yönünden, ekonomik ve siyasal güç yönünden çok üstünüz. Biz 
Allah’ın gözde kullarıyız. Baksanıza, Allah size vermediklerini bize vermiştir. 
Dünyada bize oğullar, mallar, mülkler, servetler, saltanatlar veren, bizleri bu 
nimetlerle mükâfatlandıran Allah elbette bu dünyada bizi si-ze üstün kıldığı 
gibi, öbür tarafta da bizi bunlardan mahrum bırakmayacaktır. Üstün olan bizler 
sizlere asla itaat etmeyiz diyorlar. Ama bu adamların şunu da bilmeleri 
gerekiyordu. Kendilerinden önce, kendilerinden çok daha fazla mal mülk sahibi, 
güç kuvvet sahibi olanlar bu dünyayı terk edip gitmediler mi? Onlardan ibret 
almalı değiller miydi? İşte kıyamete kadar Allah elçilerine karşı aynı tavrı 
sergileyen, mallarına, evlâtlarına, siyasal ve askeri güçlerine güvenerek 
Rasûlullah’a ve O’nun yolunun yolcusu tüm uyarıcılara müstekbirce bir tutum 
içinde olanlara Rabbimiz şunu dememizi istiyor:
36. “De ki: “Şüphesiz Rabbim rızkı dilediğine genişletir 
ve bir ölçüye göre verir, fakat insanların çoğu bilmezler.”
         Kâfirler 
bu dünyada Allah’ın rızık paylaştırma yasasını, rızık taksim etme hikmetini 
bilmiyorlar. Dünyada kendilerine bol bol nimetler verilenler, kendilerinin 
Allah’ın sevgili kulları olduklarını zannediyorlar. Nimet verilmeyenlerin ya da 
az verilenlerin de Allah’ın gazabına uğramış kimseler olduklarını zannediyorlar. 
Halbuki Rabb’in rızkı dilediğine genişletir ve bunu bir ölçüye göre verir. Ama 
insanların çoğu bunu bilmiyorlar. Rızık, Allah’ın elindedir. Mülk Allah’ındır. 
Şu anda ekonomik güce sahip olanlar, askerî, siyasal güce sahip olanlar 
zannetmesinler ki, bu sahip oldukları kendilerindendir. Bu mallarını, bu 
mülklerini, bu evlâtlarını kendilerinin sanmasınlar. Bunları biz kendimiz 
kazandık, kendimiz bulduk filan demesinler. Onlara bütün bu sahip olduklarını 
veren de bir gün tüm bunları ellerinden alacak olan da Allah’tır. 
Öyleyse 
unutmasınlar ki mal mülk sahibi, evlâd-u ıyal sahibi olanlar da, bunlardan 
mahrum bırakılanlar da imtihandadır. Kimin ka-zanıp kimin kaybettiği yarın belli 
olacaktır. Unutmayın ki toplumu vahiyle şekillendirmeye, toplumu vahiyle 
değiştirmeye çalışan peygamberlere bu zalimlerin sahip olmakla övündükleri 
şeyler çok az verilmişti. Allah’ın elçisi ne malına, ne de gücüne kuvvetine 
değil, sadece Allah’a güvenmiştir. 
Öyleyse 
gelin ey insanlar, geçici bir dünya malının, geçici bir dünya saltanatının içine 
gömülüp, onun peşine düşüp Allah’ı ve elçilerini reddedenlerden olmayalım. Bakın 
Allah diyor ki:
37. 
“Ey İnsanlar! Sizi Bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de 
çocuklarınızdır; yalnız, inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların 
yaptıklarına karşılık mükâfatları kat kattır; işte onlar, yüksek derecelerde, 
güven içindedirler.”
         Ne 
mallarınız, ne evlâtlarınız sizi bize yaklaştıramaz. Sizin Allah’a yakınlık 
kazanmanız mallarınız ve evlâtlarınızla olmayacak. Ne ekonomik gücünüz, ne 
siyasal ve askerî varlığınız sizin Allah’a yakınlığınız konusunda bir değer 
ifade edecek değildir. Allah’a yakınlığı sağlayan, sadece insanların imanları ve 
bu imanlarına bağımlı olarak işledikleri sâlih amelleridir. Kim Allah’ın 
istediği şekilde iman eder, kim Allah’ın razı olacağı biçimde mü’min olur ve 
Resûlünün pratikte örneklediği bir hayatı yaşarsa, işte ancak Allah’a 
yaklaştıracak, Allah’ı hoşnut edecek olan odur. 
Değilse 
Allah’ın bu dünyada bir imtihan konusu olarak verdiği mallar, evlâtlar, güçler, 
kuvvetler hiçbir zaman Allah’a yaklaşma unsurları değildir. Çünkü onları zaten 
Allah veriyor. Kimilerine bolca verip, kimilerini mahrum ettikten sonra kalkıp 
ta çok verdiklerim az verdiklerimden üstündür diye bir yasa koyması zulüm olmaz 
mı Allah için? Öyle değil mi, bu üstünlük ve yakınlık sebebi saydıklarımızı biz 
kendimiz bulmadık ki. Bunları bize veren Allah’tır. Aksini söyleyebilir misiniz? 
Meselâ tüm dünya birleşse bir adamı bir tek evlâda ulaştırabilir mi? Çocuğu 
olmayan birini çocuk sahibi yapabilir mi? Tüm dünya birleşse, Allah’ın takdir 
etmediği bir tek kuruşa, bir tek rızka ulaşamazlar. Tüm dünya birleşse, gökten 
bir tek yağmur tanesi indiremezler, yerden bir tek buğday tanesi bitiremezler. 
Öyleyse 
nasıl oluyor da malını ve evlâdını kendisine Allah verdiği halde bir adam çıkıp, 
benim Allah’a yakınlığım malımın ve evlâdımın çokluğuyla doğru orantılıdır 
diyebiliyor? Yâni o zaman Allah’ın kendilerine mal ve evlât vermeyerek imtihan 
ettiği kimseler şunu demeye hak kazanmayacaklar mı? Ya Rabbi, sen bize oğul 
vermedin, mal mülk vermedin ve bir yasa koydun ki malı, mülkü, evlâdı çok 
olanlar, ekonomik ve siyasî gücü çok olanlar hayırlıdır, üstündür, onlar cennete 
gideceklerdir dedin. Böyle şey olur mu ya Rabbi? Bizim suçumuz ne, demeye 
hakları olmaz mı? 
Halbuki 
Rabbimiz değer yargısını mala, mülke, evlâda göre değil, imana ve sâlih amele 
vermiştir. Allah’a yakınlığı olanlar Allah’ın istediği iman eden ve bu imana 
dayalı bir hayat yaşayanlardır. 
         İşte 
onların yaptıklarına karşılık mükâfatları kat kattır ve onlar yüksek 
derecelerde, güven içindedirler. Mükemmel saray odaları içinde emin olarak 
hayatlarını yaşayacaklardır. Ama:
38. “Âyetlerimizde Bizi aciz bırakmağa yeltenenler, işte 
onlar, azapla yüz yüze bırakılırlar.”
         Ekonomik, 
siyasal ve askerî güçlerine güvenerek, mallarına, mülklerine, devletlerine, 
saltanatlarına, kavimlerine, kabilelerine güvenerek bizim âyetlerimizi, bizim 
sistemimizi aciz bırakmak isteyenleri de azapla yüz yüze bırakırız. Onlar 
cehennem azabıyla karşı karşıya getirilecekler. Kim malına mülküne güvenerek 
Allah’a kafa tutmaya kalkışırsa, Allah’ın âyetlerini kabul etmezse, inananlara 
zulmederse onlar azaba hazır tutulacaklardır.
39. “De ki: “Doğrusu Rabbim, kullarından dilediğinin 
rız-kını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir; sarf 
ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar, çünkü O rızık 
verenlerin en hayırlısıdır.”
         Evet, 
Allah dilediklerine rızkı fazlasıyla verir, dilediklerine de azaltır. Bu konuda 
yetkili sadece Allah’tır. İnsanların elinde hiçbir yetki yoktur. Şu anda ve 
yarın kim neye sahip olmuşsa, olacaksa her şeyi veren O’dur. Dilediklerine rızkı 
genişletir bol bol verir, dilediklerine de kısıverir. Çünkü O her şeyi bilendir. 
Kime ne kadar vereceğini, kime ne kadar kısacağını bilendir. Rızkı takdir eden 
O’dur. Hikmet sahibidir O. Hikmeti gereği yapar bu taksimi. O’nun ilmi her şeyi 
kuşattığı için, bir kulu için zenginliğin mi, yoksa fakirliğin mi hayırlı 
olacağını en iyi bilen O’dur. Bol vermesinde de, az vermesinde de mutlaka bir 
hikmet ve hayır vardır. 
Öyleyse 
bu konuda O’na akıl vermeye, O’na yol göstermeye hakkımız yoktur. Ya Rabbi, bana 
şu kadar vermeliydin! Beni şununla imtihan etmeliydin! Ben buna lâyıktım! Beni 
şununla imtihan etseydin, ben mutlaka imtihanı kazanırdım! diyerek O’na karşı 
gelmenin anlamı yoktur.
            Sarf 
ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine Allah daha iyisini koyar, çünkü O rızık 
verenlerin en hayırlısıdır. Yâni mallarınızdan ne infak etmişseniz Rabbiniz 
tarafından daha iyisiyle, daha fazlasıyla halef kılınırsınız. Allah yolunda ne 
infak etmişseniz, Allah için elinizden neyi çıkarmışsanız, ondan daha fazlasıyla 
size mukabelede bulunur. Çünkü Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.
            Allah bize mal veriyor, mülk 
veriyor, devlet, saltanat veriyor, bilgi veriyor. Şimdi bu âyetlerde bu 
verilenlerin Allah katında değer yargısı olmadığı da haber veriliyor. Peki o 
zaman niye veriyor Allah bunları bize? Ne yapacağız bunları? Nasıl bir ilişki 
içine gireceğiz bunlarla? Aslında bu hususları önceki derslerimizde anlatmaya 
çalışmıştık. Bunlar bizim hayatımızda ancak Rabbimizin rızası istikâmetinde 
yerini alırsa, o zaman bizim için hayırlı olacaktır. Allah’ın kendilerine 
verdiği bu imkânları Allah’ın emrine veren, bunlarla ilişkisini Allah’ın 
istediği gibi ayarlayan, Allah’ın istediği yerde harcayan, kullananlar Allah’ın 
rahmetine ulaşacaklardır diyoruz.
            Bundan sonra yine öteler 
âlemindeyiz:
40. “Allah bir gün onların hepsini diriltip toplar, sonra 
meleklere: “Bunlar mı size tapıyordu?” der.”
         Rabbimiz 
insanların hepsini diriltip huzurunda toplayacaktır. Herkes toplanmıştır: 
İnsanlar var, cinler var, melekler var… Rabbimiz meleklere soruyor: Bunlar mı 
size ibadet edenler? Bunlar mı sizi benim berimde Rabler, İlâhlar bilip 
tapınanlar? Bunlar size ibadet mi edi-yorlardı? Siz mi dediniz onlara bunu? Siz 
mi istediniz onlardan kendinize kulluğu? Siz mi razı oldunuz onların bu 
kulluklarından? Bunlar size taam mı ediyorlardı? Furkân sûresinde anlatıldığına 
göre bu soru sadece meleklere değil, insanların putlaştırıp İlâhlaştırdıkları, 
yasalarını uygulayarak kendilerine kulluk yaptıkları tüm varlıklara sorulacak. 
Siz mi istediniz bu insanların size kulluğunu? Bakın Melekler diyor 
ki:
41. “Melekler: “Hâşâ, bizim dostumuz onlar değil Sensin. 
Hayır; onlar bize değil cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı” 
derler.”
         Hayır 
ya Rabbi, seni tesbih ve tenzih ederiz. Sen bizim Velîmizsin. Biz böyle bir şeye 
nasıl razı oluruz? Biz böyle bir şeyi nasıl isteyebiliriz? Bizim Velîmiz sen 
iken, bizim Rabbimiz sen iken, dostumuz sen iken, bizim boyunlarımızdaki kulluk 
ipinin ucu senin elindeyken, sadece sana kulluk eder, sadece seni dinlerken 
nasıl olur da bu insanlara Allah’ı bırakın da bize kulluk edin deriz? Allah’ı 
bırakın da bizi dinleyin, Allah yasalarını bırakın da bizim yasalarımızı 
uygulayın diyebiliriz? Onların yaptıklarından bizim haberimiz yoktu. 
            Bilâkis onlar cinlere tapınıyor, 
cinlere kulluk ediyorlardı. Onlar cinlerin kendilerine sunduğu vesveselere, 
yalan yanlış bilgilere, zanlara itibar ediyorlar ve senin kitabından yüz 
çeviriyorlardı. Onların kendilerine takdim ettikleri hayat tarzlarını kabul 
ediyorlar, senin dininden sarf-ı nazar ediyorlardı. Onların pek çoğu onlara 
mü’mindiler. Onların mü’miniydiler. Senin mü’minin olacakları yerde onların 
mü’mini olmakla, onların arzularını uygulamakla, onların yasalarına tabi olmakla 
şeref duyuyorlardı. Pek çoğu böyleydi onların diyor 
melekler.
42. “Zalimlere: “Yalanladığınız ateşin azabını tadın, 
bugün birbirinize ne fayda ve ne de zarar verebilirsiniz” deriz.”
         Artık 
bugün hiçbirimizin bir diğerine ne fayda sağlama, ne de zarar verme gücü yoktur. 
Halbuki güyâ dünyada cinler güçlüydü, güyâ insanlardan kimileri güçlüydü. Orada 
güç kuvvet bitmiştir. Halbuki dünyada güçlülere tapınılıyordu. Güçlülerin 
arzuları yerine getiriliyordu. İnsanlar birbirlerini tanrı, kul makamında 
görüyorlardı. Kimileri dünyada Allah’ın kendilerine verdiği geçici güç ve 
kuvvetlerini, Allah’ın kendilerine tanıdığı geçici yetkilerini kullanarak sanki 
fayda ve zarar verme konumundaymış gibi pozlara giriyorlar, insanlara 
kendilerini böyle empoze etmeye çalışıyorlardı. Halbuki yine bunu Allah’ın 
kendilerine verdiği geçici yetkiyle yapıyorlardı. Ama orada her şey bitmiştir. 
Malları, mülkleri, devletleri, saltanatları, tanrılıkları, İlâhlıkları hepsi 
dünyada kalmıştır. Orada söz, orada yetki sadece Allah’a aittir. 
            Zalimlere denilir ki, 
yalanlamalarınıza mukabil olarak artık tadın azabı. Yalanlıyordunuz, yalan 
sayıyordunuz, yok farz ediyordunuz, reddediyordunuz kıyameti, reddediyordunuz bu 
âyetleri, reddediyordunuz cehennemi, cenneti. Haydi şimdi yalanladığınız, 
reddettiğiniz cehennem azabını tadın bakalım. Ne yapmışlardı, nasıl yaşamışlardı 
bunlar dünyada?
43. 
“Âyetlerimiz onlara açık olarak okunduğu zaman: “Bu sizi babalarınızın 
taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor” derlerdi. “Bu Kur’an 
düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir” derlerdi. Hak, inkâr edenlere 
geldiğinde, onun için: “Bu apaçık bir büyüdür" 
demişlerdi.”
         Onlara 
apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman, apaçık âyetlerimiz gündeme getirildiği zaman, 
duyurulduğu zaman, kendilerine apaçık âyetlerimizi sunan elçilerimiz geldiği 
zaman diyorlardı ki, bu sizi atalarınızın ibadet ettiği bir dinden, bir 
anlayıştan, bir sistemden, bir yoldan, bir hayat tarzından uzaklaştırmak isteyen 
bir kimsedir. 
            İşte kâfirlerin peygambere karşı 
tavırları buydu, peygamberi değerlendirmeleri buydu. Bu adam sizi atalarınızın 
dininden, atalarınızın yolundan koparmak istiyor diyorlar ve de peygamberin 
getirdiği Kur’an’a da düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir diyorlar. 
Uydurulmuş bir sözdür diyorlar.
Demek 
ki Allah’ın kendilerine gönderdiği elçilerine karşı kâfirlerin iki hücumları 
vardı: Birincisi, biz atalarımızın bize bıraktığı bir dini, bir sistemi, bir 
yolu asla bırakmayız. Kimse bizi atalarımızın, dedelerimizin yolundan koparamaz. 
İkincisi, 
ey peygamber, senin getirdiğin bu Kur’an uydurmadan başka bir şey değildir, 
diyorlar. Biz bu uydurma bir kitabı asla kabul edemeyiz diyorlar. Bu apaçık bir 
büyüdür, apaçık bir sihirdir diyorlar. Biz atalarımızdan böyle bir şey görmedik. 
Atalarımızdan böyle bir şey duymadık. Eğer böyle bir şey olsaydı atalarımız en 
iyisini bilirler, en iyisini yaparlardı diyorlar, arkasından da Kur’an’a bu 
uydurmadan başka bir şey değildir diyorlar ve peygambere de o bir sihirbazdır, 
diyorlar. 
44. “Oysa Biz, ey Muhammed, onlara okuyacakları bir kitap 
vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik.”
         Halbuki 
biz onlara okuyup ders yapacakları, okuyup aralarında ders haline getirecekleri, 
okuyup anlamaya çalışacakları ve hayatlarını onunla düzenleyecekleri bir kitap 
göndermemiştik şimdiye kadar. Yâni bu adamların daha önce bu Allah’tandır 
dedikleri bir kitapları, bir sahifeleri olsa da, bak biz Allah’a bağlıyız, biz 
bu kitapla hayatımızı düzenliyoruz, Allah daha önce okumak ve amel etmek üzere 
bize bu kitabı gönderdi deseler. Halbuki bağlandıkları, dayandıkları böyle bir 
kitapları da yok ellerinde. Biz atalarımızın yoluna bağlıyız, diyorlar, kimse 
bizi atalarımızın dininden ayıramaz, diyorlar, ama atalarından kendilerine 
intikal eden bir kitap da gösteremiyorlar. Halbuki ata olarak daha önceki 
atalarına gitselerdi, daha önceki ataları olan peygamberlere gitselerdi elbette 
reddettikleri bu kitabın aynısının onların hayatını düzenlediğini 
göreceklerdi.
            Bundan önce Allah’tan başkalarına 
ibadet etmelerini, Allah’tan başkalarını dinlemelerini onlara öğreten, öğütleyen 
hiçbir kitap, hiçbir elçi göndermedik. Ellerinde böyle bir kitapları da yok. Hal 
böyleyken şimdi bu adamlar Kur’an’ı reddedip küfre ve şirke sarılırlarken, bu 
kü-fürlerini, bu şirklerini neye dayandırıyorlar? Hangi kitaba, hangi elçiye 
dayandırıyorlar? Hayır hayır, onlar bir bilgiye değil, bir delile, bir kitaba, 
bir peygambere değil, sadece zanlarına, sadece hevâ ve heveslerine dayanarak, 
cehâletlerinden kaynaklanan bir sapıklıkla hareket 
ediyorlar.
45. “Kendilerinden önce gelenler de yalanlamışlardı; oysa 
bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine bile erişememişlerdi. Böyleyken 
peygamberlerimizi yalanladılar; Beni inkâr etmek nasıl olur?”
         Kendilerinden 
öncekiler de yalanlamışlardı Allah’ı, yalanlamışlardı peygamberi, 
yalanlamışlardı Allah’ın dinini. Bu adamlar hiç kendilerinden öncekilerin 
başlarına gelenlere bakıp ibret almıyorlar mı? Allah’ı, Allah’ın kitabını, 
Allah’ın elçisini yalanlayan Mekkeliler, şu anda onların yolundan giden 
dünyalılar, seleflerinin âkıbetini hiç düşün-müyorlar mı? Allah’ı ve dini 
yalanlayan, Allah’la ve elçisiyle savaşa tu-tuşan bir Nuh kavminin, bir Âd 
toplumunun, bir Semûd’un, bir Lût toplumunun, bir Firavun’un başına gelenleri 
bilmiyorlar mı? Halbuki Kur’an’ı ve Muhammed’i (a.s) yalanlayan bu adamlar, 
kendilerinden önceki seleflerine verdiğimiz şeylerin onda birine bile 
ulaşamamışlardır. 
Yâni 
kendilerinden öncekilere verdiğimiz güç ve kuvvetin, devlet ve saltanatın, 
medeniyet ve teknolojinin onda birine bile ulaşabilmiş değillerdir bu adamlar. 
Ne fizikleriyle, ne bedenî güçleriyle, ne ömürleriyle, ne medeniyetleriyle 
önceki toplumlara verilenlerin onda birine bile mâlik değillerdir bu adamlar. 
Kendilerinden önce kendilerinden on kere daha güçlü olan toplumların helakini 
görmüyorlar mı bu adamlar? Onlar yalanladılar da sonları ne oldu? Baş 
edebildiler mi Allah’la? Onlar baş edemediler de, onların onda bir gücüne sahip 
olmayanlar mı baş edecekler Allah’la? Mekkeliler ya da şu andaki yeryüzü 
kâfirleri ne zannediyorlar kendilerini?
            Böyleyken peygamberlerimizi 
yalanladılar. Beni inkâr etmek nasıl oldu? Nasılmış beni inkâr etmek? Nasıl oldu 
onların sonları? Beni ve dinimi, beni ve peygamberimi yalanlayanlara ne yaptım? 
Benim inkârımın âkıbeti nasıl olmuş bakmıyorlar mı, görmüyorlar mı bu adamlar? 
Allah peygamberine diyor bunları, peygamberin şahsında hepimize bir emirdir bu. 
Öyleyse bakacağız Araf’a, En’âm’a, Hûd’a, bakacağız Neml’e, Kasas’a ve göreceğiz 
ki, Rabbimizin inkârının âkıbeti çok acı olmuş, hepsi de helâk edilmişler, hepsi 
de kaybetmişler. Ama bizden öncekilerin acı sonlarından ibret alan bizler 
inşallah kazananlardan oluruz.
46. “Ey Muhammed! De ki: “Size tek bir öğüdüm vardır: 
Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz, göreceksiniz ki 
arkadaşınızda bir delilik yoktur. O yalnız çetin bir azabın öncesinde sizi 
uyarmaktadır.”
         De 
ki ey peygamberim, ben sadece size nasihat ediyorum. Yâni Allah için şu anda 
içinde bulunduğunuz kin ve düşmanlıklarınızdan, peşin fikirlerinizden, 
kalplerinizdeki, kafalarınızdaki önyargılarınızdan bir an için sıyrılıp tek tek, 
ikişer ikişer, üçlü, dörtlü gruplar halinde ciddi ciddi bu işi bir düşünün. 
Gerçekten düne kadar kendisini tanıdığınız, aranızda büyümüş, çocukluğu, 
gençliği aranızda geçmiş, kendisine her yönden emin bir kimse gözüyle baktığınız 
bu arkadaşınızda bir delilik emâresi var mı, yok mu? Daha dün Kâbe’nin tamiri 
esnasında Haceru’l-Esved’in yerine yerleştirilmesi gibi en büyük, en ciddi bir 
konuda bile kendisinin hakemliğini toptan kabul ettiğiniz bir insana şimdi nasıl 
deli diyebiliyorsunuz? Ağzınızdan çıkanın farkında mısınız siz? Yâni şimdi o 
insan peygamber olup, Allah’ın kendisine vahy ettiği bir kitapla sizin 
hayatınızı sorgulamaya, dininizi sorgulamaya başladı diye arkadaşınıza deli mi 
diyorsunuz? 
Halbuki 
O, sizi, size ansızın gelecek şiddetli bir azapla uyarıyor. O, sizin için bir 
uyarıcı ve kurtarıcıdır. Uyarısı da kendisinden de-ğil Allah’tandır. Allah’tan 
kendisine vahiy gelmektedir. Sizin için hayır olan, sizin hayrınızı düşünen, 
sizi azaptan kurtarmak için çırpınan bir adama deli mi diyorsunuz? Sizi 
cehaletle cehenneme doğru sürüklenen bir ortamda bulan ve bu kötü gidişinize 
engel olmaya çalışan bir peygambere, bir kurtarıcıya deli diyorsunuz öyle mi, 
yazıklar olsun size! 
47. “De ki: “Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; 
benim ecrim Allah’a aittir. O her şeye şahittir.”
         De 
ki ey peygamberim, ben bu görevime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. 
Ücretiniz sizin olsun. Benim ücretim Allah’a aittir. Ben bu görevi Allah için 
yapıyorum. Ben sadece sizin kurtuluşunuz için çırpınıyorum. Benim derdim budur. 
Benim ücretim, benim ödülüm, benim sevincim sadece sizin cennete gitmenizdir. 
Benim istediğim sadece sizlerin Müslümanlar olarak Rabbinize kulluğa yönelmeniz 
ve böylece ateşten kurtulmanızdır. Bunun dışında sizden hiçbir beklentim 
yoktur.
            İşte tarih boyunca tüm 
peygamberlerin söylediğini Rasûlullah Efendimiz de söylüyor. Tarih boyunca tüm 
Allah elçilerinin pratikte uy-guladığı bir kulluğu, pratikte gösterdiği bir 
hayatı, şu anda biz Müslümanlar da göstermek, söylemek mecburiyetindeyiz. Yâni 
biz peygam-berler yolunun yolcuları da kendilerine din götürdüğümüz insanlardan 
hiçbir ücret istemeyeceğiz. Bizim ücretimiz Allah’a aittir diyeceğiz. İn-sanlara 
kitabı götürmeden, insanlara vahyi duyurmadan onlardan hiç-bir şey 
beklemeyeceğiz. Sadece götürdüğümüz vahiyle hayatlarını düzenlemelerini, sadece 
Allah’a kul olmalarını ve böylece cehennem ateşinden kendilerini kurtarıp 
cennete gidecek bir özellik kazanmalarını isteyeceğiz. Uyarımızın temelini vahiy 
oluşturacak. Vahyin dışında başka hiçbir şey götürmeyeceğiz insanlara. 
Götüreceğiz Kur’an’ı, gö-türeceğiz peygamberi ve işte böylece Müslüman olun 
diyeceğiz. Unutmayalım ki zaten Allah her şeye şahittir. Unutmayalım 
ki:
48,49. “De ki: “Görünmeyenleri en iyi bilen Rabbim, bâtılı 
hak ile ortadan kaldırır. De ki: “Hak geldi; artık bâtıl ne yeniden başlar, ne 
de geri gelir.”
            Görünenleri ve görünmeyenleri en iyi 
bilen Rabbimdir. Bâtılı hak ile ortadan kaldıran da Rabbimdir. Mülk ve saltanat 
Allah’a aittir. Egemenlik O’na aittir. İnsanları hidâyete ulaştıracak olan, 
hakkı yeryüzünde hakim kılacak, dinini koruyacak ve egemen kılacak olan sadece 
Allah’tır. Yâni bu söylediklerimi ben kendi kendime söylüyor de-ğilim. Bunu ben 
kendim belirlemiş değilim. Bunları bana bildiren, vah-yeden Rabbimdir. Rabbim 
bana gönderdiği bu hak bilgileri, bu hak yasaları bâtılın başına vuruyor ve 
bâtıla karşı hakkı galip getiriyor. Hak geldikten sonra da artık bâtılın yeni 
baştan bir şey çıkarmaya, yeni baştan bir şey yaratmaya da gücü yoktur. 
Hak 
karşısında yenilgiye uğrayan bâtıl, ne eski gücünü geri getirmeye, ne de yeni 
bir güç bulmaya muktedir olamaz. Hak geldi mi, bâtılın işi biter. Ama eğer şu 
anda yeryüzünde bâtıllar hâlâ varlığını sürdürebiliyorlarsa, bu hakkın gücünü, 
varlığını ortaya koyamamasındadır. 
50. “De ki: “Ben sapıtırsam, sapıtmakla ancak kendime 
etmiş olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbimin bana vahy etmesiyledir. Doğrusu 
O, işitendir, yakın olandır.”
         Ey 
peygamberim, de ki, eğer ben sapıtıyorsam, sapmış olsam o zaman kendi hevâ ve 
hevesime uymuş, vesveselerin peşine takılmış ve artık kendi nefsim aleyhine 
sapmış olurum, kendi kendime sapmış olurum. Ama eğer ben hidâyeti bulmuşsam, bu 
da Rabbimin bana vahy etmekte olduğu bu Kur’an sayesindedir. 
Yâni 
eğer ben sapacak olsam, bu sapıklığım kendimden, hidâyetse Allah’tandır. 
Sapıklıklar, yanlışlıklar, zulümler, kötülükler bize aittir, ama hidâyet 
Rabbimizin lütfudur. Her türlü iyilikler O’ndan tüm kötülükler de bizdendir. 
Tabii bu ifade peygamberin saptığı, sapıttığı, sapıtacağı anlamına 
gelmemektedir. Yâni peygamber bile bunu dedikten sonra bizler haydi haydi demek 
zorundayız. Hidâyet Allah’ın elindedir. Hidâyete ulaştıran Allah’tır. Rabbimiz 
lütfetmeseydi şu anda hidayeti biz nereden bulabilirdik? Rabbimizin lütfuyla şu 
anda bizler hidâyetteyiz, O’nun lütfu keremiyle Müslüman olduk. Ama insanlardan 
pek çoğu bu gerçeği bilemediklerinden, yaptıkları, kazandıkları iyilikleri 
kendilerine, kötülükleri de Allah’a havale ederler. Halbuki Allah öğretmedikten 
sonra bu zavallılar bırakın iyilik yapmayı, neyin iyilik ol-duğunu bile 
bilemezlerdi. 
51-52. “Onları korktukları zaman bir görsen; artık 
kurtuluş yoktur; cehenneme yakın bir yerde yakalanmışlardır. O zaman, “Allah’a 
inandık” derler ama, âhiret gibi uzak bir yerden imana nasıl kolayca 
ulaşırlar?”
         Onları 
bir feza’, bir titreme yakaladığı zaman, ölümle, ecelle, reddettikleri 
dirilişle, kıyametle, sorgulamayla, azapla, cehennemle karşı karşıya kaldıkları, 
kabirden kalktıkları, hesap kitapla burun buruna geldikleri zaman korkudan 
aldıkları vaziyetleri bir görsen. Kaçıp kurtulacakları bir yerleri de yoktur. 
Her an ateşe yakın bir yerden yakalanıverdiler. Nereye kaçacaklar da? Kime 
sığınacaklar da Allah-tan? İşte o zaman derler ki, bizler Allah’a inandık, iman 
ettik Allah’a, iman ettik kitaba, iman ettik peygambere, iman ettik kitabın ve 
peygamberin haber verdiklerine, iman ettik âhirete ve pişman olduk derler. 
Geçmiş 
olsun. Artık çok uzak bir yerden imana ulaşmak nasıl mümkün olabilecek? Nasıl 
iman etmiş olabilecekler bu adamlar? Daha önce dünyada, iman etme ortamında 
imanı reddedip küfrü, şirki tercih eden bu adamlar artık şimdi nasıl iman 
edecekler? Zorunlu bir imana nasıl iman denebilir? Reddedemeyecekleri bir 
ortamdaki imanın ne anlamı olabilir? Halbuki iman gaybın konusuydu. Gözleriyle 
her şeyi, tüm gerçekleri gördükten sonra iman ettik demelerinin ne kıymeti 
olabilecek ki? Adam hayattayken iman etmiyor da, ölürken iman ediyor, kabirde 
iman ediyor, mahşerde iman ediyor, cehennemde iman ediyor. Hayır hayır, kabul 
değildir bu iman. Vaktiyle olacaktı bu iş. Halbuki:
53. “Oysa onu daha önce inkâr etmişler, uzak bir yer olan 
dünyadan görülmeyene dil uzatmışlardı.”
         Onlar 
daha önce küfretmişlerdi. Daha önce dünyadayken, uzak yerlerdeyken gayba atıp 
tutuyorlardı. Diriliş mi? Boş ver, hikâye diyorlardı. Hesap kitap mı? Asılsız, 
boş ver diyorlardı. Cennet mi, laf bunlar, bizim ihtiyacımız yok cennete. 
Cehennem mi? Hikâye diyor-lardı. Filansız, falansız cennet bizim için sürgün, 
falanlarla cehennem ödüldür bize, diyorlardı. Cennet cennet dedikleri üç beş 
gılman, üç beş hûri, bizim ilgimizi çekmez, dünyada onun âlâsını bulabiliyoruz, 
diyorlardı. Vahiy mi, Kitap mı? Boş ver, bizim ondan daha güzel kitaplarımız 
var, bilgilerimiz var diyorlardı. Peygamber mi? Geç onu, bizim ondan daha 
etkili, daha yetkili, daha bilgili efendilerimiz var, diyor-lardı. Allah mı? Boş 
ver, bizim O’ndan daha egemen, O’ndan daha bilgili siyasîlerimiz var, 
diyorlardı. Uzaktan uzağa akıllarına gelen her şeyi söylüyorlardı, ama şimdi o 
uzaklar yakınlaştırılınca, her şey gözlerinin önüne getirilince, tamamen aksini 
söylüyorlar, iman iddiasında bulunuyorlar.
4. “Kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına artık engel 
konur; nitekim, daha önce, kendilerine benzeyenlere de aynı şey yapılmıştı. 
Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler.”
         Artık 
onlar için arzuladıkları şeylerle, iştahlarını çeken şeylerle kendileri arasına 
bir engel, bir hail, bir perde çekilmiştir, daha önce onların benzerlerine, 
benzer gruplarına çekildiği gibi. Kendilerinden öncekilere yapıldığı gibi 
bunlara da nimetler haram kılındı, cennetler ve iyilikler yasak kılındı. Çünkü 
onlar dünyadayken apaçık bir şek ve şüphe içindeydiler.
            Gerçekten kâfirler ve müşrikler 
yaşadıkları bu dünya hayatında sürekli bir kuşku içindedirler. Yaşadıkları 
hayattan, inançlarından, yollarından, âkıbetlerinden hep bir şüphe içindedirler. 
Yaptıklarından hiçbir zaman emin değildirler. Çünkü itminan ancak bilgiyledir. 
Hiç kimse Allah’ın olmadığı, âhiretin olmadığı konusunda bir bilgiye sahip 
değildir. Hiç kimse Allah’tan başkalarına kulluk yapılacağı konusunda, şirk 
konusunda bir bilgiye, bir delile sahip değildir. Onun içindir ki, bu adamlar 
tüm hayatlarını şüpheler, zanlar üzerine bina etmişlerdir; şüphe içinde bir 
hayat manzumesi geliştirmişlerdir. Şüpheyi, inançlarının temeli yapmışlar ve 
hayatlarını ziyan etmişlerdir.
            Ama Müslüman onların kaybedişlerini 
bugünden düşünen, o gün kazanacakların kazandıklarını bugünden kazanmanın 
kavgası içine giren insandır. O günü, o günün sahibinin âyetleriyle 
değerlendiren, o günün sahibinin istediği gibi bir hayatı yaşamaya yönelen, o 
günü bugünden, bu âyetlerle gören, görmediği şeylere iman eden kimsedir. Allah 
bizi böyle olan, böyle inanan ve böyle yaşayan kullarından eylesin. Bu sûreyle 
alâkalı da bu kadar söz yeter, Rabbim gereğiyle amel etmeyi hepimize nasip 
eylesin. Velhamdü lillahi Rabb’il âlemin.
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder