SEBE’
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
34, nüzûl sıralamasına göre 58, mesânî kısmının
birinci sûreler grubunun altıncı sûresi olan Sebe’ sûresi Mek-ke’de nâzil
olmuş olup âyetlerinin sayısı 54’dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun
pâk aile halkına ve ashâbına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Bu âyetler kitabımızın 34. sûresi,
Sebe’ sûresinin âyetleridir. Sebe’ sûresi muhtevasından da anlaşıldığı gibi
Mekke’de, Mekke döneminin ortalarında Rasûlullah Efendimizin getirdiği mesajın
toplum tarafından duyulmaya başlandığı, Müslümanların Müslümanlıklarından ötürü
toplumda yavaş yavaş alaya alınmaya, dışlanmaya başlandıkları bir dönemde nâzil
olmuş 45 âyetlik bir sûredir.
Sûrede
vahiyle muhatap olan Mekkeli müşriklerin kabullenmekte zorlandıkları, alay
konusu yaptıkları, istihzâ ederek peygambere sordukları tevhid, âhiret, nübüvvet
konuları son derece açık ve net ifadelerle gündeme getirilir. Rasûlullah
Efendimizin getirdiği Allah ya-salarına karşı çıkan, reddeden kâfirler hem
dünyada hem de âhirette çok kötü âkıbetlerle uyarılır. Kendilerine yeryüzünde
halifelik verilen, çok büyük mülk ve saltanat verilen Dâvût ve Süleyman’ın (a.s)
Allah’a kullukları, teslimiyetleri gündeme getirilerek Mekkeli güçlüler kulluğa
dâvet edilir. Güç ve kudretin tümüyle Allah’a ait olduğu vurgulanarak böyle güç
ve kudret sahibi olan, Allah’a kulluğa yanaşmayan, Allah’la çatışma içine giren
Sebe’ halkının helâki anlatılır. Ölüm, ölüm sonrası hayat, diriliş, hesap, kitap
gündeme getirilir.
Evet, Mekke
döneminin ilk yıllarında nâzil olmuş 54 âyetlik bir sûreye baş vurduk. Bizi
bilgilendirmesi, bize yol göstermesi, bizi Rab-bin razı olacağa bir hayata
götürmesi için bu mübârek sûreye müracaat ettik. Bakalım bize neler öğretecek,
bizi elimizden tutup nerelere götürecek? İnşallah tanımaya çalışacağız.
Az evvel de
ifade ettiğim gibi Mekke döneminin ilk yıllarında, henüz dâvete karşı amansız
işkence ve terör eylemlerinin başlamadığı, sadece yalanlama, reddetme ve alaya
almaların yeni yeni baş-ladığı bir dönemde inmiştir sûre.
Sûrenin ana
konuları olarak şunları sıralayabiliriz: Mekke müşriklerinin henüz yeni tanıyıp
reddetmeye çalıştıkları tevhid, âhiret ve risâlet konuları ele alınıp ispat
edilmektedir. Mekkelilerin itirazlarına bazen itiraz konuları tek tek ele
alınarak cevap verilmekte, bazen de hiç değinilmeden cevap verilmektedir.
Cevaplar genellikle talimat, ö-ğüt verme, delil getirme ve tartışma şeklinde
yapılmaktadır. Ele alınan konulara tarihten örnekler sunulmaktadır. Meselâ Dâvûd
ve Süleyman aleyhimesselâmların kıssalarıyla insanlar yüz yüze getirilmektedir.
Bu kıssalarla
insanlara şu mesajlar sunulmaktadır: Ey insanlar, düşünsenize, sizden önce Dâvûd
ve Süleyman peygamberlere sizin şu anda rüyalarınızda bile göremeyeceğiniz
büyüklükte ekonomik güç ve siyasal iktidar verilmişti. Yeryüzünde hiç kimseye
verilmedik imkânlar lütfedilmişti. Bu imkânlarına rağmen onlar Rablerini
unutmamışlardı. Sahip olduklarıyla asla gurur ve kibre kapılmamışlar, tüm bu
nimetlerin sahibine karşı şükür içinde yaşamışlardı. Böylece bu dünyada şerefli
bir hayat yaşayarak cennete gitmişlerdir. Ama beri tarafta yine tarihte
servetlerine, imkân ve güçlerine güvenerek tıpkı sizin şu anda sergilediğiniz
tavırları sergileyenler de olmuştur. Allah’ın verdiklerini O’na kullukta
kullanacakları yerde isyan ve çatışmada kul-lanan bu tipler de bu dünyada rezil
rüsva olmuşlar, hor hakir mahluklar olarak cehenneme yuvarlanıp gitmişlerdir.
İşte bunun en
güzel örneği Allah’ın helâk yasasının mahkumu olan Sebe’ halkıdır. Onların
durumunu göz önünde bulundurarak ken-diniz için hangi yolun daha hayırlı
olduğunu iyi belirleyin. Her şeye egemen olan Allah’la barışık, tevhid inancına
sımsıkı bağlı bir hayat mı, yoksa küfre, şirke ve inkâra dayalı bir yaşam biçimi
mi? Öteler âleminde cennet ve şerefli bir hayat mı, yoksa cehennemde dayanıl-maz
azapların içinde zelil bir durak mı? Bunu çok iyi düşünüp karar verin diyen
uyarılar yapılmaktadır.
Şimdi Allah
Teâlâ'ya hamd ile başlayana, ilk âyetlerinde, O'nun kâinatta var olan her şeyi
ilmiyle kuşatmış olduğu, göklerin ve yerin derinliklerinde olan zerrelerin dahi
onun bilgisi dahilinde bulunduğu gerçeği ortaya konulduktan sonra, kâfirleri
inkâr etmekte oldukları ve gerçekleşmesini imkansız buldukları kıyametin mutlaka
vuku bulacağı, küfredenler öldükten sonra tekrar dirilme konusunda şaşkınlık ve
hayret içerisinde toprakta yok olan bedenlerin dirilmesinin mümkün olmadığını
zannetmekte oldukları, onların büyük bir aldanma ve şaşkınlık içerisinde
peygamberin getirmiş olduğu kitaba itirazda bulunurken nasıl bir basiretsizlik
içerisinde gerçekleri inkâr ettikleri dile getirilen sûrenin âyetleri üzerinde
kısa bir gezinti yapalım:
"Onlar,
gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olanı gör-müyorlar mı? Eğer dilersek,
onları yere geçirir veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda
Rabbine yönelen her kul için elbet bir ibret vardır" (9)
Sûre bu
gerçekleri dile getirdikten sonra, Davud (a.s)'ın ailesinden bahseden kıssayı
anlatmakta ve insanların bundan ibret alması gerektiğini bildirmektedir. Allah
Teâlâ, Davud (a.s) ve Süleyman (a.s)'ı çeşitli nimetlerle rızıklandırmış ve
onlara bir çok hârikulâde kuv-vetler vermişti. Süleyman (a.s)'a, uzak mesafeleri
çok kısa zamanda katetme vb. özelliklerin yanında cinlere de hükmetme gücü
verilmişti. Cinler onun hizmetinde çalışır ve kesinlikle emrinin dışına
çıkamaz-lardı. Allah Teâlâ, Davud (a.s)'ı ve Süleyman (a.s)'ı vermiş olduğu
ni-metler karşısında şükreder bulmuştu. Ancak Allah Teâlâ, şükreden kimselerin
gerçekten az olduğunu Davud (a.s) ailesine hitab ederek diğer insanlara
bildirmek istemiştir: "...Ey Davud ailesi! Allah'ın nimetlerine şükretmek için
çalışın. Kullarımdan hakkıyla şükreden pek azdır" (13).
Eski
çağlardan beri bir takım insanlar, cinlerin gaybı bildiklerine ve onlarla
irtibat kurabilen kimselerin gayb hakkında bilgiler edindiklerine
inanmaktadırlar. Bu inanış bazı toplulukların cinlere tapınmalarına ve onları
kendilerine ilâhlar edinmelerine sebep oldu. Öte taraftan kendilerine tapınılan
cinler, insanların bu şekilde kendilerine yönelmeleri karşısında büyüklük ve
ululuk sahibi olduklarını zannederek, Allah Teâlâ'ya karşı isyanlarında daha da
azgınlaşıyorlardı. Kur'-an-ı Kerim'de bu durum şu şekilde haber verilmektedir:
"Gerçekten insanlardan bazı kimseler cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da
on-ların cüret ve azgınlıklarını arttırırlardı" (el-Cin, 72/6). Allah Teâlâ
cinler hakkında beslenen batıl inançların asılsızlığını Süleyman (a.s) ın
ölümünden sonra, emri altında zorunlu olarak çalışan cinlerin onun ölmüş
olduğunu uzun zaman fark edemeyişlerini örnek göstererek or-taya koymaktadır:
"Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, öldüğünü cinlere ancak asasını yiyen
bir haşere gösterdi. Süleyman yere düşünce cinlerin durumu anlaşıldı ki, eğer
onlar gaybı bilmiş ol salardı, öyle küçük düşüren bir azap içinde kalıp
durmazlardı" (14).
Peşinden
sûreye adını veren Sebe kavminin içinde bulunduğu nimetlere nankörlük edip,
sapıtmaları sonucu "Arim" seli ile helak edi-lişlerinin anlatıldığı bölüm yer
almaktadır: Sebe'liler Allah Teâlâ tarafından çeşitli rızıklarla
rızıklandırılmış olarak bolluk ve refah içerisinde yaşıyorlardı: "... Onlara;
"Rabbinizin rızıklârından yeyin de O'na şükredin. İşte hoş bir memleket ve
bağışlayan bir Rab" (15) denilmişti. Ayrıca onlara ülkelerini mamur hale
getirmeleri için imkanlar verilmişti. Sebeliler, birbirinden bakıldığında
görülen güzel şehirlerde yaşamakta ve şehirler arasında hiç bir zorlukla
karşılaşmadan rahatlıkla dolaşmaktaydılar. Ancak onlar bu nimetlere
şükredecekleri yerde, nankörlük edip yüz çevirdiler: "Fakat onlar yüz
çevirdiler. Bunun üzerine biz de onların üstüne "Arim" selini gönderdik. Onların
bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki
bahçeye çevirdik. Nankörlüklerinden ötürü onları işte böyle cezalandırdık. Biz,
hiç nankörlerden başkasını cezalandırır mıyız?" (16-17).
Sebelilerin
nankörlük edip, sapıtmalarının sebebi, şeytanın kalplerine soktuğu şüpheyi
onlara tasdik ettirmesiydi. Allah Teâlâ, şeytanın hiç bir yaptırım gücüne sahip
olmadığını, sadece vesvese verebildiğini ve bunun, gerçekten iman edenler
üzerinde bir tesirinin söz konusu olmadığını bildirmektedir: "Gerçekte İblis,
onlara zannını tasdik ettirdi. Mü'minlerden bir grup hariç, onlar İblis'e
uydular. Halbuki İblis'in onların üzerinde hiç bir nüfuzu yoktu. Ancak biz,
âhiret gününe iman edenle, ondan şüphe edeni ortaya çıkarmak için ona vesvese
verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır"
(20-21).
Peşinden
gelen âyetlerde Allah Teâlâ müşriklerin inançlarını sorgulamakta ve onların ilâh
olarak tapındıkları şeylerin hiç bir güce sahip bulunmadığını çeşitli
misa ller vererek
ortaya koymaktadır: "Sen müşriklere şöyle de: Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı
olduğunu iddia et-tiğiniz şeyleri yardıma çağırın. Onların göklerde ve yerde
size zerre miktarı zarar veya fayda vermeye güçleri yetmez. Onların göklerde ve
yerde Allah'la bir ortaklıkları yoktur. Allah'ın da onlardan bir yardımcısı
yoktur" (22).
Allah Teâlâ
kâfirlerin, inkâr etmede öne sürdükleri şeylerin tutarsız ve gerçek dışı
olduğunu ortaya koyduktan sonra Resûlullah (s.a.s)'e hitaben şöyle buyurmuştur:
"Biz seni Ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat
insanların sonraki azabı yalanlamaları karşılığında âhirette içine düşecekleri
acıklı durumları dile getirilirken, onların, kendilerini sapıtmakla suçladıkları
kimselerle olan diyaloglarının ümitsizlik içerisindeki tablosu çizilmektedir.
İnkâr eden zayıf ve güçsüz kimseler, o günde itaat ettikleri güçlü kimseleri ve
tabi oldukları yöneticilerini suçlayarak onlara acı içerisinde sitem
edeceklerdir. Ancak, müstekbirler onların bu iddialarını reddederek suçlamaları
kabul etmeyeceklerdir: "Büyüklük taslayanlar (müstek-birler) de zayıfların
(mustaz'afların) sözlerini reddederek; "Size hidayet gelince, sizi ondan biz mi
alıkoyduk? Bilakis siz suçluydunuz" derler" (32).
Müstekbirler,
insanlığı kurtuluşa erdirecek olan ilahi vahyin onlara ulaşmasını engellemek ve
etkisiz bırakmak için her dönemde değişik yöntemler uygulamışlar ve bu işin
başını çekmişlerdir. Bu gerçek, mustazafların, suçlu olduklarını kabul etmeyen
müstekbirlere ve-recekleri cevapta açık bir şekilde vurgulanmaktadır: "Zayıflar,
büyüklük taslayanlara; Bilakis gece gündüz tuzaklar kurmanız bizi alıkoydu.
Çünkü siz Allah’ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrederdiniz"
derler" (33).
Tarih boyunca
Allah'ın peygamberlerini yalanlayanların en önde gelenleri her zaman dünyevî
bakımdan kendilerinde bir üstünlük görenler olmuşlardır: "Biz her hangi bir
ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri
(mutraflar) mutlaka; "Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz" dediler" (34).
Allah Teâlâ, bu zümrenin dayandıkları mal ve mülklerin gerçek sahibinin kendisi
olduğunu ve bunlara sahip olmanın tek başına bir üstünlük sebebi olmadığını ve
rızkın kendi elinde bulunduğunu bildirdikten sonra tekrar, insanların cinlere
(şeytanlara ibadet edip, onlardan bir şeyler istemelerinin ne kadar büyük bir
sapıklık olduğu gerçeğini vurgulamakta, peşinden de, kâfirlerin kendilerine
okunan âyetler karşısında aldıkları tavır belirtilmektedir. Onları tarih boyunca
iman etmekten yüz çevirten şeylerin en önde gelen sebeplerinden biri,
babalarının batıl dinlerini terk etmek istememeleri ve bu dinleri sorgulamadan
mantıksız bir şekilde onlara bağlı kalmak istemeleridir:
"Kâfirler
âyetlerimiz apaçık olarak okunduğu zaman, Bu sizi, babalarınızın taptığı
şeylerden alıkoymak isteyen bir adamdan başka bir şey değildir" dediler" (43).
Allah Teâlâ, Resûlullah (s.a.s)'e ve onun şahsında onun yolundan giden İslâm
tebliğcilerine hitab ederek, inkârda diretmeleri ve kendilerini İslâm'a çağıran
kimselerin ısrarlı tu-tumlarının altında bir şeyler arayarak onları itham
etmeleri karşısında vermeleri gereken cevabı sunmaktadır. Bu cevap aynı zamanda
müs-lümanın dinini diğer insanlara ulaştırırken gözetmesi gereken şeyin yalnızca
Allah Teâlâ'nın rızası olması gerektiğini de ortaya
koymaktadır:
Şöyle de:
"Sizden herhangi bir ücret istemişsem o sizin olsun! Benim ücret ve mükafatım
yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir" (47).
İslâm nurunun
ortaya çıktığı yerde, diğer bütün düşünce ve inanç sistemlerinin asılsız ve
geçersizliği net bir şekilde insanların gözleri önüne serilecektir. Dolayısıyla,
inkârcıların bütün çabalarına rağmen İslâm'ın gerçekliği hiç bir zaman örtbas
edilemeyecektir: "Sen onlara şöyle de: "Hak geldi, batıldan bir eser kalmadı,
bir daha geri dönmez" (49).
Sûrenin son
âyetleri, İslâm düşmanlarının âhirette gösterecekleri pişmanlıkları ve bu
pişmanlıkların onlara bir fayda vermediği gibi, müstahak oldukları Cehennem
azabından da kurtulmalarını sağla-ayacağını açıklamaktadır: "O zaman onlar
"Hakka iman ettik" derler. Fakat, âhiret gibi dünyaya çok uzak bir yerden imana
nasıl ulaşırlar? Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden
gayba atıp tutuyorlardı" (52-53).
Sûre,
müşriklerin, âhiret gününde arzuladıkları şeylere ulaşmalarının mutlak anlamda
engellenmesi sonucunda içine düşecekleri mahrumiyet halini zikrederek son
bulmaktadır. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başlayalım inşallah.
1. “Hamd, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar kendisinin
olan Allah’a mahsustur. Hamd, âhirette de O’na mahsustur. O, Hakîmdir, her
şeyden haberdardır.”
Hamd,
övgü, senâ, kulluk Allah’a aittir. Kitabımızın sûrelerinin bir kısmı böyle
Rabbimize hamd ile başlar. Fâtihâ elhamdü lillah’la başlar, En’âm elhamdü
lillah’la başlar, Kehf elhamdü lillah’la başlar, Fâtır ve Sebe’ sûreleri elhamdü
lillah’la başlar. Hamd sadece Allah’ın hakkıdır. Hamd edilmeye, övülmeye,
kendisine kulluk edilmeye lâyık sadece Allah’tır. Çünkü göklerin ve yerin mülkü
O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Göklerde ve yerde
canlı-cansız, bildiğimiz-bilmediğimiz ne varsa hepsi mülktür, Mâlik de O’dur.
Elhamdülillah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi Allah’tır.
İşte
böyle mülke sahip olan bir Allah hamd edilmeye lâyıktır. Hamd sadece O’na
yapılır. Övülmeye lâyık, sevilmeye, şükredilmeye, kulluk edilmeye lâyık, teslim
olunmaya, itaat edilmeye, sözü dinlenmeye, arzuları, yasaları uygulanmaya lâyık
olan sadece Allah’tır. O’n-dan başka hiçbir kimsenin hamde, şükre, övgüye,
kulluğa hakkı yoktur. Hamd, Allah bilgisine, Allah kitabına müracaat ederek bir
hayat yaşamaktır.
Mülkün sahibi olarak bu dünyada hamd
sadece O’na ait olduğu gibi, âhirette de sadece O’na aittir. Dünyada da ukbâda
da övgü sadece O’nun hakkıdır. Bu dünyada Allah’a hamd edenler, Allah’ı övenler,
Allah’ın istediği bir hayatı övenler, Allah’a Allah’ın istediği gibi kulluk
yaparak Allah’ın övdüklerini övenler, Allah’ın övdüklerine sahip çıkanlar, yarın
âhirette de O’na hamd edecekler. Dünyada Allah’ı mül-kün sahibi, kendilerinin
sahibi bilerek O’nun istediği bir hayatı yaşayanlar, âhirette de sadece
Rablerini yüceltmeye devam edecekler. Bu dünyada Rablerini yüceltmelerinin,
Rablerinin istediği kulluğu gerçekleştirmelerinin karşılığı olarak cennette
kendilerinin de şanlarının, şe-reflerinin yüceltilmesine şahit olacaklar.
Rableri tarafından dünyadaki hamdlerine karşılık cennetin ve nimetlerin
ayaklarının altına serilmesine, akla hayale gelmedik nimetlerin kendilerine
sunulmasına şahit olacaklar ve orada da bu mülkü kendilerine lütfeden Rablerine
hamd edecekler. A’râf sûresi onların oradaki bu hamdlerini şöyle
anlatıyor:
“Bizi buraya eriştiren Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bizi
doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık” derler.”
(A’râf
43)
Evet bütün bu nimetlere ulaştığını,
ulaştırıldığını gören mü’-minin diyeceği söz budur. Bütün bu nimetleri bize
veren, bizi bu nimetlere ulaştıran, bizi cennete ulaştıran, bize cennet yolunu
gösteren, bize cennete ulaştırıcı ameller işlemeyi nasip eden Rabbimize hamd
olsun. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi, bize yol göstermeseydi, dünyada bize
kitap ve Peygamberler göndermek sûretiyle cennet yo-lunu tanıtmasaydı, bize
cennet yollarını açmasaydı, hiçbir zaman biz bu cenneti bulamazdık, hiçbir zaman
biz bu nimetleri elde edemezdik.
İşte
mü’minin karakteri… Mü’min bir nimete ulaştığı zaman bunu kendisinden değil Allah’tan bilir. Bunu bana
Rabbim verdi der ve sürekli Rabbine şükreder, hamd eder.
Gerçekten de Rabbimiz insana akıl
veriyor, idrak veriyor, hakkı bâtılı, iyiyi kötüyü ayırt etme gücü veriyor,
sonra hakkı bâtılı anlatan kitaplar gönderiyor, ne olur ne olmaz belki de bu
kitapların içindekileri anlayamazlar, yanlış anlamaya kalkarlar diye o
kitapların nasıl anlaşılması gerektiğini, nasıl uygulanıp yaşanılacağını
anlatmak ve göstermek üzere Peygamberler gönderiyor.
Hakikaten
Rabbimiz bizim cennete gidebilmemiz için, bizim cennetimiz için, sürekli bizi
cennet yolunda tutmak hidâyet yolunda tutmak için bize bu kadar imkânlar
hazırlamaktadır. Eğer Rabbimiz bütün bu imkânları hazırlamasaydı, bize hayat
vermeseydi, bize bu mülkünü vermeseydi, bu hayatı nasıl değerlendireceğimiz
konusunda bize kitap göndermeseydi, bize elçilerini göndermeseydi, bize cennet
yollarını net ve açık bir şekilde beyan etmeseydi, mümkün değil biz bu cenneti
bulamazdık, bu cennete ulaşamazdık.
İşte
bu cennet Rabbimizin bize ikramıdır, lütfudur. Burada bugün bunu anlayıp
Rablerine hamd etmeye çalışan, Rablerinin kendileri adına seçtiklerinden razı
olup öylece bir hayat yaşamaya çalışan mü’minler orada da bu hamdlerini devam
ettiriyorlar. Bütün bu nimetlerin kendilerinden değil, Rablerinden olduğunu
burada itiraf eden mü’minler bu imanlarını orada da itiraf ediyorlar. Ama beri
tarafta dünyada Rablerine hamd etmeyenler, Rablerini yüceltmeyenler, Rablerinin
istediği hayatı yaşamayanlar, Rablerine kafa tutanlar yarın yine Allah’a hamd
etmeyeceklerdir.
O Allah
Hakîmdir, Habîrdir. Takdiri güzel olandır, yaratması hikmetli olandır,
yaratıklarına hakim olandır, gökleri ve yeri, göktekileri ve yerdekileri
yaratması boş olmayandır, dünyayı ve âhireti, hayatı ve ölümü hikmet ilkesine
göre yaratandır, yaratıklarını hikmetle yönetendir, yaptığı her işi, verdiği her
hükmü hikmetle verendir, yaratıklarının her birinin nasıl bir hayat yaşaması
gerektiğini bilen ve yaşadıkları hayata göre onların her birini nasıl bir
âkıbetin beklediğini bilen ve bu konuda taktirde bulunandır. Allah, her şeyden
haberdar olandır.
Onun içindir ki böyle Habîr ve Hakîm
bir Allah’la beraber olanlar, böyle Habîr ve Hakîm olan bir Allah’a dünyada
hamdedenler, O’nun istediği gibi bir hayatı yaşayanlar bu dünyada kesinlikle
hikmete ulaşacaklar, Habîr olan Allah’ın haberleriyle, Allah’ın vahyiyle beraber
olanlar, Allah haberlerinden haberdar olanlar, kitabı ve sünneti tanıyanlar,
dünyada da ukbada da Azîz ve şerefli bir hayata
kavuşacaklardır.
2. “Yere gireni ve oradan çıkanı, gökten ineni ve oraya
yükseleni bilir. O, merhametlidir, mağfiret sahibidir.”
Bu
âyetinde de Rabbimiz hamde lâyık olanı tanıtıyor. Gerçek Alîm, gerçek Habîr
tanıtılıyor. O Allah, yerin içine giren her şeyi ve yeryüzünden çıkan her şeyi
bilir. Semâdan ineni, semâya yükseleni de bilir. Evet yere giren, toprağın
altına atılan taneyi, toprağın sinesinde barınan kurtları, böcekleri, oradan
çıkan otları, filizleri, bitkileri bilir. İyilik mi attınız yere, kötülük mü
ektiniz? Kendinizi mi gömdünüz, alın terlerinizi, emeklerinizi mi gömdünüz
oraya? Ölülerinizi mi gömdünüz? Allah onu bilir. Yerin altından fışkıran suları,
kaynakları, yerin merkezinden püsküren lavları bilir o Allah. Gökyüzünden arza
inen yağmur damlalarını, kar lapalarını, güneş ışınlarını, kaderleri, rızıkları,
rahmetleri, bereketleri, vahyi, melekleri bilir O Allah. Yeryüzünden gökyüzüne
doğru neler çıkıyorsa, melekler mi, ölenlerin ruhları mı? Mü’minlerin dualarını,
sâlih amelleri, mi’râca çıkan peygamberi, her-şeyi bilen, hepsinden haberdar
olandır Allah.
O Rahîmdir, Gafûrdur. Kullarına
karşı son derece merhametli ve gufran sahibidir. O’nun kullarıyla ilişkisi bu
sıfatlarına râcidir. Kullarına karşı Rahîm ve Gafûr olduğu için bu hayatı var
etmiş, kullarını yaratmıştır. Kullarına karşı sonsuz merhamet ve gufran sahibi
olduğu için bu mülkü kullarına lütfetmiştir. Onun içindir ki vahyini
indirmektedir, rahmetini indirmektedir yeryüzüne. Onun içindir ki elçilerini
göndermektedir insanlığa. Onun içindir ki, kitapları ve elçileri vasıtasıyla
kullarına rahmet kapıları açmakta, kullarına cennet yollarını göstermektedir.
Müslümanlar tıpkı üzerine rahmetin indiği verimli bir toprak gibi Rablerinden
kendilerine indirilen vahiy rahmetiyle dirilip yeşerirlerken, beri tarafta
kâfirler bereketsiz, katı kayalıklar gibi, çorak araziler gibi bu rahmetten
istifade edememektedirler.
Allah Rahîm ve Gafûrdur. Kullarına
karşı nihâyetsiz merhamet sahibi ve onların kusurlarını affedendir. Eğer şu anda
Rabbimiz kendisine isyan içinde bir hayat yaşayan kullarını cezalandırmıyorsa,
bilesiniz ki, bu O’nun dünya hayatına karışmayışından, dünyada kullarını serbest
bırakışından değil, onları cezalandırmaktan aciz oluşundan değil, kullarına
karşı Rahîm ve Gafûr oluşundandır, bunu unutmayın. Kullarına dönüş imkânı, tevbe
fırsatı tanımasındandır. Kullarıyla ilişkisini rahmet esasına bina edişindendir.
Ama bakın buna rağmen, kendilerine karşı Rabbimizin işleyen bu rahmetine rağmen
kâfirler, Allah’ın bu rahmetinden kaçan, rahmetten istifade etmek istemeyenler
dediler ve diyorlar ki:
3.
“İnkâr edenler: “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. Ey Muhammed! De ki:
“Hayır, öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbime andolsun ki, o saat size
muhakkak gelecektir. Göklerde ve yerde
zerre kadar olanlar bile O’nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve
daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitaptadır.”
Dediler
ki, diyorlar ki “kıyamet asla bize gelmeyecek. Bizim kıyametimiz asla
kopmayacak. Bizim üzerimize asla kıyamet kopmayacak ve biz asla ölmeyeceğiz.
Hani ey peygamber, şu bizi kendisiyle uyarıp durduğun kıyamet ne zaman? Hani
nerede kaldı? Niye gel-miyor? İşte görüyorsun bizler seni de, Rabbini de,
Rabbinden getirdiğini iddia ettiğin mesajını da, dinini de, haberlerini de
reddedip durduğumuz halde, hâlâ o sözünü ettiğin kıyamet, azap gelmedi, biz hâlâ
helâk olmadık. Yok yok senin bize vaat ettiğin o kıyamet asla bize ge-lecek
değildir” diyorlar.
Ne kadar akılsız, ne kadar
zavallılar değil mi? Halbuki kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinden,
kendilerinden öncekilerin kıyametlerinden ibret almalı değiller miydi?
Kendilerinden önce, kendilerinden çok daha fazla güç kuvvet sahibi,
kendilerinden çok daha fazla uzun ömür sahibi kimselerin başlarına kıyamet
kopmadı mı? Onlar ölmediler mi ki, şu anda dünyada yaşayan kâfirler biz
ölmeyeceğiz, bizim kı-yametimiz kopmayacak diyebiliyorlar? Öncekiler ölmedi mi,
ataları öl-medi mi? Daha önce Âd’ın, Semûd’un, Firavunların, tüm kâfirlerin, tüm
zalimlerin, tüm müstekbirlerin başlarına kıyamet kopmadı mı? Sizlerden çok daha
güçlü olanların başlarına kıyameti koparan Allah sizin kıyametinizi koparmaya
güç yetiremeyecek mi? Acaba dün bu âyetlerin geldiği dönemin kâfirleri, bugünün
kâfirleri hayatlarının ve ölümlerinin kendi ellerinde olduğunu mu zannediyorlar
ki, “biz ölmeyeceğiz, bizim kıyametimiz asla kopmayacak” diyebiliyorlar? Neye
güveniyorlar da hayatlarını hiç ölmemek üzerine bina etmeye
kalkışıyorlar?
De ki,
Rabbime andolsun ki gaybı bilen Allah onu size getirecek. Gaybı bilen, gayb
elinde olan Rabbime andolsun ki onu size mutlaka getirecek. Mutlaka o kıyamet
sizin başınızda patlayacak ve siz yok olacaksınız. Allah’tan başka onu kim
getirebilir ki? Allah’tan başka kıyameti kim bilebilir ki? Kıyamet hakkında
Allah’tan başka kim söz edebilir ki? Bırakın uzak geleceklerle alâkalı bir
şeyler söylemeyi, yâni bir saniye sonrasıyla alâkalı bile kim ne diyebilir? Bir
saniye sonra olacaklar konusunda kim, hangi bilgiye sahiptir?
Meselâ
şu anda Rabbimiz dünyamızdan milyonlarca daha büyük bir yıldız gönderip, haydi
git ve şu bana kafa tutan azgınların işini bitir dese ve bir saniye sonra o
yıldız şu dünyamızla çarpışsa kim engel olabilir buna? Bir saniye sonra sallan
deyiverse altımızdaki arza Rabbimiz, kim ne yapabilir? Öyleyse her şeyi bilen,
her şeye hükmeden Allah’tır. Yâni benden kıyametin ne zaman kopacağını sormayın.
İnsanlardan kimin ne zaman öleceğini bana sormayın. Gaybı bilen ben değilim.
Gaybın sahibi Allah’tır. Kesin gebereceksiniz, kesin kıya-metiniz kopacak, bunu
biliyorum ama zamanını, mekânını ben bilemem. Bunu bilen Rabbimdir. Hem öyle
bilir ki benim Rabbim:
Göklerde ve yerde zerre kadar
bile hiçbir şey O’na gizli ka-lamaz, O’nun bilgisinin dışında olamaz. Ondan daha
küçüğü, zerreden daha küçüğü, daha büyüğü apaçık bir kitaptadır. Evet işte böyle
her şeyi bilen, en küçüğünden en büyüğüne her şey ilmi dahilinde olan Allah’tır
gaybı bilen. Gaybın da şehadetin de bilgisi Allah’a aittir. Göklerde ve yerde
mülkü olarak, kulu olarak zerrelerden daha küçük, daha büyük ne varsa hepsi
Allah bilgisinde, Levh-i Mahfûz’da yazılıdır.
Zerreler de, kürreler de, galaksiler
de, yıldızlar da, sinekler de, atomlar da, moleküller de Allah bilgisinde
yazılıdır. Herkes için, her varlık için, her insan için bir dosya tutulmaktadır.
Herkesin en küçük amelinden en büyük amellerine kadar Allah’ın melekleri
dosyalar tutmaktadırlar.
Şu
anda Müslümanları fişleyenlerin de, dosyalayanların da dosyaları tutulmaktadır.
Ve nihâyet bir gün vakti gelip te o gerçek bil-giyi, o kıyamet bilgisini
Rabbimiz insanlar üzerinde uygulamaya başladı mı, artık kimse O’nun takdirinin
önüne geçemeyecektir.
Pekiyi, acaba niye her şey
Rabbimizin bilgisindedir? Niye her şeyin bilgisini sadece kendisine ait kılmış?
Niye gaybını kimseye bildirmemiştir? Niye kendi bilgisini kimseye ezdirip
bozdurmamış? Veya acaba niye kıyameti takdir buyurmuş? Niye kopacak kıyamet?
Kullarını niçin yeniden diriltecek?
4
5.
“Allah’ın, inanıp yararlı iş işleyenlere -ki onlar için mağfiret ve cömertçe
verilmiş rızık vardır- ve âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışanlara -ki
onlara iğrenç ve can yakıcı azap vardır- işlerinin karşılığını vermesi için
kıyamet saati gelecektir.”
İman eden ve sâlih amel işleyenlere,
Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman edip bu imanlarını amele dönüştürenlere,
imanlarını gündeme getirme savaşı verenlere, hayatlarını imanlarıyla
düzenleyenlere, iman kaynaklı bir hayat yaşayanlara, imanlarının hayatlarında
görüntülenmesinden yana olanlara Rablerinden bir mağfiret, bir bağışlama ve çok
cömertçe verilmiş rızıklar verilsin diye. Çünkü onlar esfel-i sâfilîne,
cehenneme gitmekten kurtulmuşlardır. Çünkü bunlar, Allah’a Allah’ın istediği
biçimde iman etmişler ve bu imanlarını sadece söz planında bırakmayıp amele
dönüştürmüşlerdir. İmanlarını hayatlarına geçirmişler, hayatlarını iman kaynaklı
yaşamışlardır.
Çünkü
bunlar fıtratlarını bozmamışlar, Allah’ın yarattığı ahsen-i takvîm oluş
özelliklerini hayatlarının sonuna kadar muhafaza etmişler ve bu fıtratlarına
uygun ameller işlemişlerdir. Sâlih amel, fıtrata uygun amel demektir. Sâlih
amel, Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Sâlih amel, Rasûlullah
Efendimizin hayatında, sünnette yeri olan ve Allah için yapılmış amel demektir.
Sâlih amel, sâlih bir imandan kaynaklanan ameldir.
Rabbimizin âyetleriyle sürekli
beraber olacağız, Rabbimiz kitabıyla, peygamberinin hayatıyla bize ulaştıracak,
Rabbimiz bilgisini bize aktaracak. Bizler bu bilgiyle bilgileneceğiz, bu bilgi
bizi imana sevk edecek, Rabbimizin istediği gibi iman edeceğiz, bu imanlarımızı
amele dönüştüreceğiz, hayatımızı bu imanla düzenleyeceğiz ve böylece sonunda
Rabbimizin bizim için hazırladığı cennet nimetlerine ko-şacağız inşallah. İşte
bu âyetlerden anlıyoruz ki, Rabbimizin hayatı ve ölümü yaratmasının, insanları
var etmesinin, öldürmesinin, tekrar diril-tip hesaba çekmesinin sebebi budur.
İman edenleri, sâlih amel işleyenleri mükâfatlandırmak içindir. Onlar için
mağfiret var, kerim bir rı-zık var. Kerim olan Allah’ın ikramı var, cennet
nimetleri var, bağışlar var. Ama:
Âyetlerimizi aciz bırakmak üzere, âyetlerimizle savaşmak üzere sa’y
edenlere, koşanlara, çırpınanlara gelince, âyetlerimizi yeryüzünde silmeye
çalışanlara, âyetlerimizi örtüp örtbas etmeye çalışanlara, onları gündemden
düşürüp hem kendi gözlerinden, gönüllerinden, hem de insanların dikkatlerinden
kaçırmak için çalışanlara, bizim gücümüzü kudretimizi, egemenliğimizi, dinimizi,
yasalarımızı aciz bırak-mak ve bizi aciz bırakarak yeryüzünde silmeye
çalışanlara, yeryüzünde bize hayat hakkı tanımamaya, kendi yasalarının
uygulanması adına bizim yasalarımızı ilga etmeye çalışanlara, yâni bizimle
savaşa tutuşan kâfirlere gelince, onlar için de elîm bir azap, acıklı,
dayanıl-maz bir azap, iğrenç, rezil edici bir azap vardır.
Mü’minlere
rızkun kerim, kâfirlere de çok acı bir azap vermek için Biz insanları
ölümlerinden sonra tekrar dirilteceğiz diyor Rab-bimiz. İşte adâlet budur;
adâlet bunu gerektirir. Elbette adâlet bu dünyada bu dünyanın sahibinin istediği
gibi iman edip sâlih ameller işleyenlerin, iyilik sahiplerinin
mükâfatlandırılması, kâfirlerin de, kötülük sahiplerinin de
cezalandırılmalarıdır. Değilse iyilik sahiplerinin de kötülük sahiplerinin de
sonunda denk tutulması adâlete ters olduğu gibi, yaşadığımız bu dünyayı da çok
anlamsız kılacak bir durumdur.
6. “Kendilerine ilim verilenler, sana Rabbinden
indirilenin hak olduğunu, güçlü ve hamde lâyık olanın yolunu gösterdiğini
bilirler.”
Kendilerine
ilim verilenler görürler ve bilirler ki Rabbinin katından sana indirilenler
haktır. Evet ilimden nasibi olanlar, vahyi tanıyanlar onu, Rabbinden gelen bu
kitabı, bu vahyi hak bilirler, hukuk bilirler, haklı, doğru görürler, yegâne
hukuk bilirler. Allah’tan gelen bu hak vahyin dışında, bu hak kitabın dışında
hukuk tanımazlar, hayat programı bilmezler. Sana Rabbinden gelen bu kitabın Azîz
ve Hamîd olan Allah’ın dosdoğru yoluna hidâyet edici olduğunu bilirler onlar.
Kendilerine
ilim verilenler, kendilerine Rablerinden kitap verilenler, Allah kitaplarıyla
beraber olanlar, kitaptan haberdar olanlar, kitap doğrultusunda hareket edenler,
kitap kaynaklı hayat yaşayanlar, vahiyle âlim olanlar, kesinlikle görürler ve
inanırlar ki, Allah’tan gelenler haktır. Daha önce Tevrat’ı bilenler, daha önce
İncil, Zebur bilgisine sahip olanlar, Allah’ın vahiy göndererek, kitap ve elçi
göndererek hayata karıştığının, yeryüzünü vahiysiz bırakmadığının bilincinde
olanlar kesinlikle bilirler ki, Allah’tan son elçiye gönderilen bu kitap haktır.
Bu kitabın hak olduğunu, hak olarak, haklı olarak indirildiğini, hakkın bu
kitapla açığa çıktığını, yeryüzünde hakkı hakim kılmanın ancak bu kitapla mümkün
olduğunu, tüm hakları bu kitabın belirlediğini kesin olarak bilirler.
Evet
o mü’minler bilirler ki, insanlık problemlerinin tümünü hakça çözüme kavuşturmak
ancak bu kitapla mümkündür. Çünkü bu kitap Allah’ın hak çözümlerini ihtiva
etmektedir. Çünkü bu kitap, Azîz ve Hakîm olan Allah’tan gelmekte ve insanlığı
Azîz ve Hakîm olan Al-lah’ın yoluna iletmektedir.
Evet Allah ilmiyle âlim olanlar
yeryüzünde Azîz olabilmenin ancak Azîz olan Allah’ın bu kitabının yoluna
girmekle mümkün olabileceğini bilirler. Kitaptan nasipleri kadar şeref sahibi
olduklarını, kitaptan haberdar oldukları kadar ilim ve izzet sahibi olduklarını
bilirler. Kendilerinde ilim olan bu insanların kitaba bakışları, vahye bakışları
onların gerçekten âlim oluşlarının tescilidir. Kesinlikle biliyor ve inanıyoruz
ki dün de, bugün de, yarın da yeryüzünün en âlim insanları Müslümanlardır. Bu
kitabı bilenler âlimdir, bu kitapla beraber olanlar bilgindir, bu kitaptan
haberdar olanlar hikmet sahibidirler. Kur’an-ı Kerîm’deki bu tür âyetlerin
anlamı budur.
Yâni
bunu bilenler âlimdir, bundan haberdar olanlar fâkihdir, hikmet sahibidir. Çünkü
Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki gerçek bilgi vahiydir, gerçek bilgi
Allah’ın bildirdiği bilgidir. Allah bilgisine sahip olan, vahiy bilgisinden
haberdar olan kişi âlimdir. Yâni ilim Müslümana aittir. Kur’an’ı ve sünneti
tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi, dünyanın en âlim kişisidir. Vahiyden
habersiz yaşayan insanlar cahildirler, bilgisizdirler ve hem dünyalarını hem de
âhiretlerini berbat etmiş insanlardır.
Öyleyse bizler de âlim olmak
istiyorsak, Hakîm olan Allah’ın hikmet dolu âyetlerine kulak vermek zorundayız.
Tüm hayatımızda bu kitabı hareket noktası kabul etmek zorundayız. Sürekli bu
kitapla diyalogumuzu sürdürmek, sürekli bu kitabı elimizin ve dilimizin altında
bulundurmak zorundayız. Her an bu kitaptan bilgilenmemizi sürdürerek ilim sahibi
olmak zorundayız. Çünkü bunun dışında âlim, hakim, bilgin olabilmek için baş
vuracağımız başka bir yol, başka bir usûl yoktur.
Bakın
işte bu âyetinde Rabbimiz böyle yapanlara âlim diyor. Kur’an ile bilgilenen,
peygamber yoluna giren, insanları bu yola çağıran kimselerdir âlimler. Ama kim
ki bu kitabın dışında başka kitaplarda bilgi arayışı içine girerse, Allah
hidâyetinin, Allah bilgisinin, Allah sisteminin dışında başka sistem arayışı
içine girerse o da kesin cahildir.
İşte
bakın mü’minler Allah kitabıyla, peygamber yoluyla ilme, izzet ve şerefe
ulaşırlarken, cehalet ve karanlıklar içinde bocalayan cahiller, kâfirler de
şöyle diyorlar:
7-8.
“İnkâr edenler, insanlara: “Size, siz parça parça dağılıp yok olduğunuz zaman
yeniden dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi? Allah’a karşı yalan
mı uyduruyor, yoksa kendisinde delilik mi vardır?” derler. Hayır; âhirete
inanmayanlar, azapta ve derin bir sapıklık
içindedirler.”
Mü’minlerin
kendisiyle ilim ve şerefe ulaştıkları peygamber hakkında kâfirler, cahiller
diyorlar ki sizi bir adamla tanıştıralım mı, size bir adamı gösterelim mi ki, o
haber veriyor. Nasıl? Siz ölüp, parçalanıp, darmadağın olduktan sonra, vücudunuz
toprak olup un ufak olduktan sonra sizlerin yeniden, yeni bir yaratılışla
yaratılacağınızı, yeni baştan diriltileceğinizi söylüyor. Tamamen yok olduktan
sonra sizin yeniden diriltileceğinizi ve hesaba çekileceğinizi söyleyen bir
kimseyi size bildirelim mi, diyorlar. Böylece Allah’ın elçisiyle alay etmeye,
Allah’ın elçisinin dirilişle alâkalı, ölüm ötesi hayatla alâkalı verdiği
haberleri alay konusu etmeye çalışıyorlar. Peygamberin verdiği bilgileri,
haberleri reddetmeye çalışıyorlar.
Yoksa bu
peygamber Allah’a yalan iftirada mı bulunuyor? Yahut acaba kendisinde cinnet mi
var? Delilik mi var kendisinde? Kâfirler böyle diyorlar. Rasulullah efendimizi
ve onun getirdiği mesajı reddedenler gerçekten O’na böyle bir yalancı ve deli
suçlamasında bulunmalarının çok zor olduğunu, buna kimsenin inanmayacağını
biliyorlardı. Çünkü Rasûlullah Efendimizin önceki hayatı gözlerinin önünde
geçmişti, herkes onun hayatını çok iyi biliyordu. Bir peygamber Allah’a yalan
iftirada bulunur muydu? Allah böyle bir şey demediği halde hiç bir peygamber
Allah öyle diyor pozisyonunda kendi uydurduklarını Allah’a izafe etmeye kalkışır
mı? 40 yıl aralarında yaşadığı topluma bir kerecik yalan söylememiş, bir kerecik
toplumunu kandırmamış, aldatmamış, herkesin kendisine “Emin” dediği, emniyet
sahibi gördüğü bir peygamber, peygamberlik öncesi bile asla yalan söylemeyen bir
insan peygamber olup ta tüm dünyanın, tüm insanlığın, tüm varlıkların
sorumluluğunu üzerine aldıktan sonra, âlemlerin Rab-bini tanıyıp herkesten çok
O’na iman ettikten sonra hiç yalan söyleyip Allah’a iftira edebilir mi?
Üstelik
de peygamberlik şerefine ulaşıp Allah’tan aldığı vahiyle tüm dünya insanlığını
sorgulayan, tüm dünya sistemlerini sorgulayıp tüm dünya insanlığının kafalarını,
inanışlarını, düşüncelerini darmadağın edip, kokuşmuş dünya sistemleri üzerine
gerçekten yepyeni bir iman, yepyeni bir sistem oluşturmaya çalışan bir insanın
deli olduğu, cinnet içinde olduğu, yalancı olduğu, Allah’a iftira içinde olduğu
söylenebilir mi? Kâfirin bu mantığına şaşmamak mümkün değildir.
O gün ya da bugün, ya da kıyamete
kadar böyle bir peygambere deli, cinnetli, kahin, şair, sihirbaz, ya da yalancı
dedikten sonra da böylece vasfettikleri bir peygamber Kâbe’nin avlusunda ya da
bir başka yerde Kur’an okurken onun okuduğu Kur’an’a engel olmaya çalışmak
anlaşılacak bir tutum değildir. Deliyse niye bu kadar korkuyorsunuz, niye bu
kadar tedbir alıyorsunuz? Bırakın toplum içinde yüzlerce deliden birisi olarak o
da dolaşsın. Bırakın yüzlerce şairden, yüzlerce kahinden birisi olarak o da
konuşsun. Öteki deliler gibi, öteki sihirbazlar gibi kimse ona itibar
etmeyecektir.
Öyle
değil mi? Şimdiye kadar hangi deliden bu kadar korkulmuş? Şimdiye kadar hangi
sihirbazın peşine bu kadar insan düşmüş? Hangi yalancının yalanları toplumda
maya tutmuş? Niye engel olmaya çalışıyorsunuz onun okuduğu Kur’an’a? Aman bu
insanlar Kur’an ile tanışmasınlar, aman insanlar kitaplarını tanımasınlar diye
niye bu kadar telaşa düşüp çareler araştırıyor, yasaklar koyuyorsunuz? Bu
telaşınız, bu korkunuz ne böyle?
Dünkü kâfirler böyle yaptıkları
gibi, bugünün kâfirleri de aynı şeyi yapıyorlar. Şu anda da tüm dünya kâfirleri,
Yahudisiyle, Hıristi-yanıyla, Mecusisiyle, ateistiyle, lâikiyle tüm kâfirler,
tüm kâfir dünya bilgilenmek için bir yol, bir sistem kabul etmişler. Bu sistemin
temel felsefesi “Allahsızlık” ilkesine dayanmaktadır. Allah’ı yok farz eden,
Allah’ın kitabını, Allah’ın vahyini yok farz eden, Allah’ı devre dışı bırakan,
ismine bazen pozitivizm, bazen materyalizm, bazen idealizm, bazen realizm diyerek Allah’ın
küfür dediği, şirk dediği değişik isimlerle insanlara sunulup, insanları bu
yöntemlerle bilgilendirmektir.
Şu
anda dünya üzerinde kâfir ve şirk egemenliğinde bir hayat yaşamaya mahkum
edilmiş tüm dünya ülkelerindeki eğitim sistemlerinin temelini oluşturan anlayış
budur. Gerek kâfir ülkelerinde, gerekse onların düşüncelerinin egemen olduğu
İslâm dünyasında uygulanan bilgilenme, bilgilendirme yönteminde aynen Mekke
dönemindeki Allah’ı, vahyi devre dışı bırakma çarpıklığını görmek mümkündür.
Ge-rek küfür dünyada, gerekse onların kölesi durumunda bulunan İslâm ülkelerinde
ekonomik ve siyasal yapılanmalarında, sosyal, hukukî dü-zenlemelerinde Allah’ı
devre dışı bıraktıklarını, vahyi bir kenara bıraktıklarını, başka kaynaklardan
bilgilenme esasına teslim olduklarını görüyoruz.
Yeryüzü kâfirleri gerek kendi
dünyalarında, gerekse egemen olup köleleştirdikleri İslâm dünyasında bilgilenme
noktasında temel felsefeleri Allah’ı devre dışı bırakmaktadırlar. Allah vahyini
reddeden kâfirler ne siyasî hayatta, ne ekonomik hayatta Allah’a hayat hakkı,
söz hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Temel felsefeleri budur kâfirlerin. Peygamber
gündeme geldiği zaman, peygamber anlayışı gündeme geldiği zaman hemen peygamber
deli, peygamber şair, peygamber sihirbaz, peygamber aklı hayra şerre ermeyen bir
kişidir; Allah günde-me geldiği zaman o, hayata karışmayan bir varlıktır
diyorlar.
Bu
insanlara bir Müslüman olarak bizim teklifimiz şudur: Ey kâfirler, madem ki
sizler hayatta Allah’ı devre dışı bırakmak, peygamberi reddetmek, Allah ve
Resûlüne hayat hakkı tanımamak gibi bir anlayışın içindesiniz, yeri geldiği
zaman Allah’ın ve peygamberinin hiç bir şey bilmediğini ortaya koymaya
çalışıyorsunuz, siz şu anda sizin bilim adamlarınızın, siyasetçilerinizin,
ekonomi uzmanlarınızın, hukukçularınızın her şeyi bildiklerini mi iddia
ediyorsunuz? Bunların Allah’tan daha iyi bildiklerini mi demeye çalışıyorsunuz?
Eğer kendinizden eminseniz, eğer kendinize güveniyorsanız, bilgilerinizden
eminseniz, o zaman soruyorum size, niye bu insanların rahat bir şekilde
Allah’la, peygamberle, Kur’an ile karşı karşıya gelmelerine engeller
koyuyorsunuz? Niye yasaklıyorsunuz din eğitimini? Niye korkuyorsunuz bu kadar?
Niye bu Kur’an’la bilgilenen insanların imanları istikâmetinde kendi
siyasetlerini, kendi hukuklarını, kendi imanlarını, kendi ahlâklarını, kendi
düşüncelerini ortaya koymalarına engel oluyorsunuz? Bu korkunuz ne böyle? Eğer
cesaretiniz varsa, bırakın Müslümanlar da ortaya koysunlar imanlarının gereğini.
Sosyal,
siyasal, ekonomik, hukukî tüm hayat problemlerinin çözümü konusunda herkese söz
hakkı veriyorsunuz, herkesin çözüm önerisini dinliyorsunuz, herkesin teklifine
kulak veriyorsunuz da niye tüm bu konularda Allah’a ve peygambere hayat hakkı,
söz hakkı ta-nımıyorsunuz? Bir homoseksüel kadar, bir genelevi kadını kadar
Allah’ın söz söyleme hakkı yok mu? Allah bilmez mi hukuku? Allah bilmez mi
sosyal ve siyasal yasaları? Neden Allah bilgisine müracaat etmiyorsunuz? Ey
kâfirler sizin hiç aklınız yok mu, diye bugün küfrün, şirkin felsefesini
sorgulamak zorundayız. Yıllardır hayatta Allah’ı dışladınız, peygamberi
dışladınız, Allah bilgisini, peygamber anlayışını devre dışı bıraktınız, hiçbir
şeyi halledemediniz. Hiçbir problemi çözemediniz. Bu gidişle battıkça batacak,
helâk olup gideceksiniz, demek zorundayız.
¬
Bilâkis
âhirete inanmayanlar azabın mahkumudurlar. Dünyada da böyle Allah bilgisini
devre dışı bırakarak, kendi hevâ ve heveslerini Allah vahyinin önüne geçirerek
bir hayat yaşadıkları sürece haktan, doğrudan, çözümden çok uzak bir sapıklık
içinde kalacaklardır. Çözümsüzlük içinde, bunalımlar içinde bir hayatın mahkumu
olacaklardır. Doğruyu bulduk dedikleri anda bir başka yanlışın, bir başka
çözümsüzlüğün içinde bulacaklardır kendilerini. Ne dünyada ekonomik, hukukî,
sosyal, siyasal, eğitim konularında doğruya, Hakka, hak bilgiye ulaşabilecekler,
ne de öte dünyada azaptan, cehenneme yuvarlanmaktan kurtulabileceklerdir.
9. “Önlerinde ve artlarında göğü ve yeri
görmezler mi? Dilesek onları yere geçirir veya göğün bir parçasını başlarına
indiririz. Bunlarda, Allah’a yönelen her kul için dersler
vardır.”
Acaba
bu adamlar gökte, yerde, önlerinde ve arkalarında olan şeyleri görmüyorlar mı?
Göklerde ve yerdeki Allah’ın âyetlerini gör-müyorlar mı? Geçmişi ve geleceği
düşünemiyorlar mı? Geçmiş ve ge-lecekle ilgileri kesilmiş mi bu adamların? Gök
ve yer yasalarının nasıl işlediğinden haberleri yok mu? Batan bir güneşi, doğan
bir ayı görmü-yorlar mı? Ölenleri, doğanları görmüyorlar mı? Kör mü bu adamlar?
Zannediyorlar mı ki keyiflerine göre bir hayat yaşayacaklar ve asla
ölmeyecekler? Ölenleri görmüyorlar mı? Ömürlerinin günbegün tükendiğinin farkına
varmıyorlar mı ki her şeyin sahibi biziz mantığıyla bir hayat yaşıyorlar?
Gökleri ve yeri, göklerde ve yerde olan her şeyi belli bir düzen, belli bir
hikmetle düzenleyen Allah, elbette kendilerini başıboş bırakacak değildir.
Göklerde ve yerde hak yasalar koyan Allah, elbette onları yasasız, yolsuz,
yordamsız bırakmayacaktır. Göklere ve yere güç yetiren Allah elbette onların
hayatlarını belirlemeye de kadir olacaktır. Bu varlıkları yoktan var eden, bu
düzeni kuran, bu hayatı başlatan Allah, elbette laf olsun diye yaratmamıştır.
Elbette bu hayatın sonunda bir başka hayatı yaratmaya da kadirdir. Bunu
an-lamıyorlar mı bu adamlar?
Eğer
biz dileseydik, onları yerin dibine geçirirdik, yahut gökten onların üzerlerine
parçalar indirirdik de onların işlerini bitirirdik. Allah buna kadirdir. Gökten
onların üzerine büyük bir azap indirerek onların tamamını helâk etmeye kadirdir
Allah. Nitekim öncekilerin üzerlerine indirmiştir. Bu adamlar kendilerinden
öncekilerin başlarına gelenlere bakıp ibret almıyorlar mı? Allah’ı ve elçileri
reddettikleri için, Allah vahyini reddettikleri ve Allah’la savaşa tutuştukları
için kendilerinden öncekilerden nicelerinin yerin dibine geçirildiklerine
bakmıyorlar mı? Gökten indirdiği bir suyla, yerden fışkırttığı bir suyla 950
yıllık ömre sahip bir Nuh toplumunu Allah’ın yok ettiğini bilmiyorlar mı?
Yeryüzünün
en süper gücüne sahip bir Âd toplumunu bir rüzgarla yerin dibine geçirdiğini
duymadılar mı? Yeryüzünün en kuvvetli toplumlarından biri olan Semûd’un bir
sayhayla defterinin dürüldüğü haberi onlara ulaşmadı mı? Onların güçlerinin,
medeniyetlerinin, dünyalarının, hayatlarının, şehirlerinin sıfıra indirildiğini
görmediler mi? Dağları yontup orada evler yapıp güyâ Allah’tan ve azabından
saklanacaklarını zanneden bir toplumu bir titreşimle tarih sahnesinden silmedi
mi Allah? İbretle bu dünyaya veda edip giden insanları, toplumları görmüyorlar
mı bu kâfirler? Geçmişi görmüyorlar mı? Geleceği, ölümü, kabri, haşri, neşri,
hesabı, kitabı, cenneti, cehennemi görmü-yorlar mı? Düşünmüyorlar mı? Görüyorlar
elbette, biliyorlar elbette ama, hayatlarının değişeceğinden korktukları için,
şu anda yaptıkları birçok pislikleri yapamayacaklarını bildikleri için görmezden
geliyorlar, duymazdan geliyorlar.
Âhirete
inandıkları zaman elbette hayat programları değişecek ve hesap kitap endişesiyle
şu anda yaptıklarının pek çoğunu yapamayacaklar, kan dökemeyecekler,
zulmedemeyecekler, istedikleri gi-bi bir hayat yaşayamayacaklar, huzurları
kaçacak ta onun için duy-mazdan, bilmezden geliyor
hâinler.
Gerçekten
Allah’a yönelip, Allah’a kulluğa yönelip O’nu razı etmeye çalışan kullar için
bunlarda âyetler vardır, ibretler vardır. Semâda âyetler, arzda âyetler var,
âfâkta âyetler var, enfüste âyetler var, geçmişlerde âyetler var, gelecekte
âyetler vardır. Gökler, Allah’ın âyetleriyle doludur. Ama tabi bütün bu âyetler,
âyet görmek, âyet duy-mak düşüncesiyle bakabilenler için. Sebe’ye, Fâtır’a,
Bakara’ya, Âl-i İmrân’a yönelen, Allah’ın âyetleriyle dünyayı ve âhireti
değerlendirip Allah için bir hayat yaşamak isteyenler, Allah’ın bu âyetleriyle
Rablerine kulluğa yönelmek isteyenler için.
Ama kişi Allah’ın âyetlerine değil
de başkalarına yöneliyorsa, Allah’ın kitabına değil de başkalarının kitaplarına,
ya da kendi hevâ ve heveslerine yöneliyorsa, hayatı, dünyayı, âhireti Allah’ın
âyetlerinden uzak kendi kendine yorumlamaya kalkışıyorsa ona ne âyet bir şey
söyler, ne de hadis. O zaman bize düşen iş, “Abdün münib” olabilmekle şeref
kazanmaya çalışmaktır. Şu anda insanlar ayrı ayrı yerler-de şeref arayışı
içindedirler. Şunu elde edersem, şu konuma gelirsem, şunlarla beraber olursam
şeref kazanacağım diyorlar. Halbuki şeref Allah’a yönelmektir, şeref Allah’ın
âyetlerine yönelmektir. İşte bakın bu âyetlerden bir tanesi. Ya da Allah’a
yönelmekle şeref kazanmış kullardan biri:
10-11. “Dâvût’a katımızdan nimetler verdik. Ey dağlar ve
kuşlar! Dâvût tesbih ettikçe siz de onu tekrarlayın” diyerek andolsun ki, ona
katımızdan lütufta bulunduk; “Geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut” diye ona
demiri yumuşak kıldık. Ey İnsanlar! Yararlı iş işleyin; doğrusu Ben
yaptıklarınızı görenim.”
Dâvût’a
nimetler verdik, üstünlük verdik katımızdan. Kitabımızın beyanına göre, Dâvût
(a.s) insanlık tarihinin başlangıcından itibaren Yusuf’tan (a.s) sonra
yeryüzünde hiç kimseye verilmeyen devlete, saltanata ve hikmete ulaştırılan bir
peygamberdir. İşte Allah’ın elçisi Dâvût’a (a.s) verilen bu mülk ve saltanat,
kendisine lütfedilen bu muhteşem hayat bizim için büyük bir örnek olacaktır.
Acaba bu örnek bugüne kadar gözümüzün önünde kaç defa canlandı? Devlet
başkanlarını değerlendirenlerimiz, devlet başkanlarını kıssa edenlerimiz acaba
bugüne kadar Davut’u (a.s) hiç gündeme getirdiler mi? Hiç anlattılar mı Dâvût’u
(a.s)? Acaba O Dâvût (a.s) gibi bir melik, bir hükümdar gelip geçmiş mi bu
dünyadan? Var mı onun gibi birisi? Hiç böyle bir hükümdar menkıbesi duydunuz mu
şimdiye kadar? Mûcizelerin, harikulâdeliklerin, dağlara, kuşlara kurtlara egemen
olmanın saltanatını hiç duydunuz mu?
Sizler
yeryüzünde Allah’ın elçisi Dâvût’un (a.s) imanının, dininin, sisteminin,
kulluğunun pratiğini uyguladığınız zaman kesinlikle onun ulaştığı bir saltanata,
onun ulaştığı bir izzet ve şerefe sizin de ulaşabileceğinizi hiç düşündünüz mü?
Ya da şöyle sorayım: Allah’ın elçisi Davut’tan (a.s), onun hayatından, onun
teslimiyet ve kulluğundan sorumlu olup olmadığınızı hiç düşündünüz mü? Onun gibi
olmak, onun gibi inanmak, onun gibi yaşamak zorunda olduğunuzu hiç hesaba
kattınız mı? Acaba bugüne kadar kendi tarihimiz dediğiniz, atalarımızın tarihi
dediğiniz, yahut genel tarih dediğiniz şu tarih yutturma-calarının dışına
çıkarak bir melikle, bir peygamberle karşı karşıya gelebildiniz mi? Yâni bugüne
kadar gündeminize alabildiniz mi Dâvût’u (a.s)? Öyle bir melik, öyle bir
peygamber ki:
Dağlara
diyor ki Rabbimiz, “Ey dağlar! Onunla birlikte zikre, tesbihe katılın. Kuşlar!
Sizler de öyle yapın. Dâvût’un zikrine, Dâvût’un tesbihine, Dâvût’un Rabbi
yüceltmesine, Zebûr okumasına, vahyi terennüm etmesine, Allah’ı gündeme almasına
sizler de katılın, sizler de Ona eşlik edin.”
Evet, görüyor musunuz devleti?
Görüyor musunuz saltanatı? Yeryüzünde mülkünü, saltanatını, devletini, gücünü,
kuvvetini, imkânını, fırsatını onları kendisine lütfeden Allah’ın emrine veren,
yeryüzünde hakkı hakim kılan, Allah yasasından başka yasa bilmeyen, Allah’ın
halifesi olarak O’nun razı olacağı bir hayatı yaşayan bir peygamberin zikrine,
tesbihine dağlar ve kuşlar da eşlik ediyor. Sonra:
Demiri
de ona yumuşattık diyor Rabbimiz. Allah elçisine demiri de yumuşatıveriyor. Çok
sert olan, çok güçlü olan demir, onun elinde çok yumuşak bir hale getiriliyor.
Onun elinde demir tıpkı bir kadının elindeki hamur gibi yumuşak oluyor. Dâvût
(a.s) demire elinde istediği gibi şekil veriyor. Demir onun elinde yumuşak bir
tel, bir hamur haline geliyor da Allah buyuruyor ki elçisine, haydi ey Dâvût
onunla zırhlar yap, dokumasını sağlam tut, dokumasını sağlamlaştır, zırhlara
hareket kabiliyeti ver ve sâlih ameller işleyin. O zırhlarla yeryüzünde Allah
egemenliğini gerçekleştirip o egemenliğinizi sâlih amellere dönüştürüp Allah’ın
rızasını kazanmaya yönelin.
Kendisi
için yumuşatılmış demirle zırhlar yapacak Allah’ın elçisi ve sâlih ameller
gerçekleştirecek. O zırhların içinde Allah’ın istediği en sâlih amel olan Allah
dininin yayılması adına cihad edecek. Bu zırh yapma işini de vahiyle yapacaktı.
Tıpkı Nuh’un (a.s) Allah gözetiminde, vahyin kontrolünde gemi yaptığı gibi…
Dâvût’un
(a.s) o güne kadar Allah gözetiminde gerçekleştirdiği bir zırhı hiç kimse
yapamamıştı. Allah’ın izniyle Dâvût’un (a.s) elinde demir iç içe geçecek, vücudu
rahat bir şekilde hareketli tutabilecek ve böylece savaşlarda Allah’ın dininin
hakim kılınmasında araç olarak kullanılacaktı.
İşte böyle bir melik, böyle bir
peygamberdi Dâvût (a.s)... Bakara’da ve Enbiyâ sûresinde de Dâvût ve Süleyman
(a.s) anlatılır. Bakara’daki âyetlere göre daha çocuk yaşında Dâvût (a.s)
Talût’un ordusu içinde yeryüzünün en süper ordusunun komutanı Allah düşmanı
Ca-lut’u öldürür; hem de elindeki bir sapan taşıyla.
Şu
anda Dâvûtların kanını içmeye bir türlü doymayan Yahudilerin ellerindeki sapan
taşlarıyla karşılarına dikilen Filistinli Müslüman çocuklardan niye bu kadar
korktuklarını biliyor musunuz? Çünkü biliyorlar ki Dâvût (a.s) Müslümanların
peygamberidir. Yahudiler de önceleri Müslüman’dılar. Ama şu anda Yahudiler
Dâvût’u (a.s) da, Süleyman’ı (a.s) da Allah’ın tanıttığı gibi tanımıyorlar.
Dâvût ve Süleyman’a (a.s) şu anda Allah’ın istediği gibi inananlar, Allah’ın
istediği gibi kabul edenler Müslümanlardır.
Yahudiler,
Dâvût’un (a.s) Calut’u elindeki bir sapan taşıyla öldürdüğünü biliyorlar. Yine
kesin biliyorlar ki, şu anda Müslümanlara karşı Calut rolü oynayan bu Yahudiler
Filistinli Müslümanları Dâvût (a.s) makamında görüyorlar. Onun içindir ki
ellerinde sadece sapan taşı bulunan, Rabbimiz Allah demelerinin dışında,
Müslüman olmalarının dışında hiçbir suçları olmayan, hiçbir kimseye zararları
olmayan o gençlerin, o çocukların ellerindeki taşlar onlara atom bombasından
daha büyük geliyor ve ödleri kopuyor. Kesin biliyorlar ki o çocukların
ellerindeki taşlar bir gün tüm Calutları öldürecektir. Kesinlikle biliyorlar ki,
o taşlar bir gün zalimleri ortadan kaldıracaktır. Bunu çok iyi biliyorlar.
Gözlerinin önünde hep Dâvûtlar duruyor ve o hayat hakkı tanımadıkları bu
Dâvûtların elinde gerçekleşecek helâklerinin çok yakın olduğunun farkındalar.
Ama
tabii bizler de şunu anlamalıyız ki, eğer Dâvût’un benzeri olmak istiyorsak
kesinlikle tüm Calutlarla savaş vermeye hazır olmalıyız. Kıyamete kadar tüm
Calutların korkulu rüyası olmaya hazır olmalıyız. Dâvûd’ların olduğu bir dünyada
Calut’ların asla olmayacağını bilmek zorundayız. Dâvût olmaya hazır olmayanların
bulundukları bir dünyada da kesinlikle Calutların egemenliği sürüp gidecektir,
bunu unutmayalım.
Şimdi
de Süleyman (a.s) gündeme getiriliyor. Müslümanların din önderleri, siyaset
önderleri, yazarları, çizerleri acaba bugüne kadar Neml’de, Sad’da ve Sebe’de
anlatılan Süleyman’ı (a.s) hiç gündeme getirdiler mi? Bu konuda iki satırlık bir
makale yazıp çizdiler mi? Müslümanların devlet başkanı işte şöyle olmalıdır diye
acaba bir kerecik Allah’ın hayatını onayladığı Süleyman’la (a.s) ilgi kurdular
mı? Bakın Allah onu şöyle anlatıyor:
12.
“Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam es-tiğinde bir aylık mesafeden
gelen rüzgarı buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık.
Rabbinin iz-niyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki,
bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını
tattırırdık.”
Süleyman
(a.s) için de rüzgarı mûsâhhar kıldık. Rüzgarı onun emrine verdik ki, o rüzgarın
sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir aydır. Yâni Süleyman (a.s) sabah
biniyor binitine ve bir aylık mesafeye gidebiliyor. İster yaya yürüyüşüyle,
ister deve ya da başka bir vasıta yürüyüşüyle bir aylık bir mesafeye gidiyor.
Sabahleyin Kudüs’ten çıkıyor Afganistan’a gidiyor ve oralarda Allah’ın dinini
tebliğ ve talim ediyor, sonra akşam sarayına, kentine dönüyor. Duydunuz mu böyle
bir melik? Rüzgarın emrine verildiği böyle bir melik yoktur
yeryüzünde.
Yine onun
için su gibi erimiş bakır akıttık. Süleyman’a bakır madenini de lütfedip emrine
verdik. Bakırı kaynağından sel gibi akıtıp, emrine verdik. Sonra Rabbi’nin
izniyle, yanında iş gören cinleri de onun buyruğu altına verdik ki, bunlar
içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık.
Allah’ın emriyle bakır ve cinler de Süleyman’ın (a.s) emrine âmâde kılınıyor.
Görüyor musunuz Allah’a kul olanlara, Allah’ın emrine itaat edenlere Rabbimiz
her şeyi lütfediyor, her şeyi onların emrine veriveriyor.
Kesinlikle
bilelim ki, şâyet şu anda bizler de Allah’a, Allah’ın istediği teslimiyeti,
Allah’ın istediği kulluğu gerçekleştirirsek Rabbimiz bize de bu tür nimetlerini
yağdıracak ve yeryüzünde bize de en büyük izzet ve şerefi kazandıracaktır. Bu
Allah’ın değişmez bir yasasıdır ki, zaten bunun için bunları bize anlatmaktadır.
Bakın Allah’a
itaat eden, gücünü kuvvetini, iktidarını, saltanatını Allah’ın emrine teslim
eden bir peygamberin emrine veriliyor cinler, rüzgarlar. O cinlerden kim
Süleyman’ın (a.s) emrinden dışarı çıkmaya kalkışırsa, çılgın ateşin azabına
maruz bırakılıyordu. Kimse onun emrinden dışarı çıkma imkânı bulamıyordu.
Elbette gücünü, kuvvetini, iktidarını Allah’ın emrine teslim eden bir kuluna
Rabbimiz her şeyi âmâde kılıyor. Evet, Allah emriyleydi bunlar. Allah boyun
büktürüyordu tüm bunları elçisine. Peki ne yapıyordu bu cinler? Ne görevleri
varmış onların?
13. “Süleyman için, o ne dilerse, mabetler, heykeller,
büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Dâvût
ailesi! Şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.”
Onlar
dilediği şekilde Hz. Süleyman’a her şeyi yapıyorlardı. O ne dilerse onu
yapıyorlardı. Mabetler, mihraplar, mescitler, ibadet yerleri, kaleler,
timsaller, şekiller, dekorasyonlar, saraylarını süsleyen manzaralar, figürler,
büyük büyük kazanlar, yüksek havuza benzer leğenler, çanaklar, kap-kacaklar,
sabit kazanlar yapıyorlardı. İstediği şekilde kullanabileceği, istediği yemeği
pişirebileceği geniş geniş kap-kacaklar yapıyorlardı onun
için.
Evet her şey onun emrindeydi
Allah’ın izniyle. Peki böyle Allah’ın lütûflarına ulaşmış bir kimseye düşen
nedir? Ne yapması lazım böyle insanın? İşte bakın bütün bunları lütfeden
Allah’tan şu emir de ona geliyor:
Ey Dâvût
ailesi siz de bütün bunları size lütfeden Rabbinize şükredin. Ey şu anda Dâvût
ailesi olan Müslümanlar, sizler de Rab-binize şükredin. Tüm bu nimetleri size
veren Rabbinizin razı olacağı yerde kullanın. Allah’ın razı olacağı bir hayatı
yaşayın, hayatınızı o hayatın sahibinin yolunda kullanın. Dünyanızı, hayatınızı,
canınızı, malınızı, zamanınızı, imkânlarınızı, fırsatlarınızı onları size
verenin yo-lunda harcayın.
Allah size hangi nimeti
vermişse o nimet cinsinden infakta bulunarak şükredin Rabbinize. Hayatı, onu
size veren Allah’ın istediği biçimde yaşayarak, geceyi ve gündüzü onu size
lütfeden Allah yolunda kullanarak, aklı, fikri, bilgiyi onu verenin razı olduğu
yerlerde kullanarak, zamanı onu verenin razı olduğu yerde kullanarak, Allah’ın
rızasını tahsilde harcayarak Rabbinize şükredin.
Hayatı o hayatın sahibine
sormadan yaşayarak, zamanı kendi bildiğiniz biçimde doldurarak, malı o malın
sahibinin razı olmadığı yer-lerden kazanıp, O’nun razı olmayacağı yerlerde
harcayarak, elinizi, ayağınızı, gözünüzü kulağınızı onları size vermeyenlerin
yolunda kullanarak, varlığınızı onu size vermeyenler yolunda harcayarak, geceyi
ve gündüzü onu size verenin razı olmadığı şeyler yolunda harcayarak nankörlük
etmeyin.
Bu âyetleriyle Rabbimiz kendilerine
ihsanlarda bulunduğu kullarından şükür istiyordu. Bu sûre Mekke’de nâzil
oluyordu. Bu âyetlerin indirildiği Mekke atmosferinde Müslümanlar gerçekten çok
kötü bir hayatın içindeydiler. Müslümanlıklarından ötürü işkencelere maruz
bırakılmış kullarına Rabbimiz bu âyetleriyle şunları müjdeliyordu: “Ey kullarım,
sakın içinde bulunduğunuz şartlara bakarak üzülmeyin. İşte Ben size bu
âyetlerimle yeryüzünde değişmez yasamı anlatıyorum. Eğer sizler de Bana Benim
istediğim kulluğu, Benim istediğim teslimiyeti gerçekleştirirseniz işte bu örnek
kullarıma verdiğim mülk ve saltanatların aynısını size de vereceğim.” Gerçekten
de bu âyetlerin gelişinden beş-on yıl sonra Dâvût ve Süleyman’ın (a.s) hakim
oldukları bölgelere Müslümanlar hakim olacaklardı.
Güç,
kuvvet, egemenlik, saltanat Allah’ın izniyle Müslümanların eline geçecekti.
Müjdeydi bu âyetler dünkü peygambere ve beraberindeki bir avuç Müslümana.
Müjdedir bu âyetler onların yolunu ta-kip eden yirminci asır Müslümanlarına. Arz
Allah’ındır, mülk O’nundur ve onu dilediklerine verir. Allah’ın izniyle bir gün
gelecek Müslümanlar tekrar Dâvût ve Süleyman’ın (a.s) mülk ve saltanatına
ulaşacaklar. Bir gün gelecek, Allah’ın izni ve yardımıyla esen rüzgarlar,
bulutlar, dağlar, taşlar Müslümanların zaferine ortak olacaklar. Bir gün gelecek
dağlar, taşlar Müslümanların tekbirlerine, Müslümanların hayatın her alanında
Allah’ı yüceltmelerine eşlik edecek Allah’ın izniyle. Ve o zaman yeryüzü
insanlığı ya Müslüman olup izzetli ve şerefli bir hayata kavuşacaklar, ya da
Müslümanların izzet ve şerefleri karşısında zelil bir hayatı soluklamak zorunda
kalacaklar. Ya şükredenlerden olacaklar, ya da küfredenlerden olacaklar. Bakın
Allah diyor ki:
Ama
şükreden kullarım azdır. Kullarım çok az şükrediyorlar bana. Nimetlerin vericisi
olarak beni çok az tanıyorlar, beni çok az dinliyorlar, beni ve âyetlerimi çok
az gündeme alıyorlar. Ya da az evvel ifade ettiğim gibi kullarımdan şükredenler
çok azdır diyor Rabbi-miz. Peygamberlerin gerçek mânâda şükreden kullar olduğu,
ama şükreden peygamberlerin gerçekten az olduğu, Müslümanların da bu azlardan
olmaya çalışmak zorunda oldukları anlatılmaktadır. Biz Müslümanlar yeryüzünde az
da olsak, kâfirler çok ta olsalar, şeytan ve avenelerinin çokluğu bizim zorumuza
da gitse her şeye rağmen azlardan, şükredenlerden, Allah için hayat
yaşayanlardan olmak zorundayız. Bakın şükreden Süleyman mülk ve saltanatta
zirveye ulaşıyor. Allah O’na yeryüzünün en büyük egemenliğini lütfediyor.
Ama mülk ve saltanatı ne olursa
olsun elbette bir gün o da bu dünyaya veda etmek zorundadır. O da bir gün bu
dünyadan ayrılmak zorunda kalacaktır. Kur’an’da hiçbir peygamberin vefat
haberini göre-miyoruz, Rabbimiz kitabında hiçbir peygamberinin ölüm hadisesini
bize anlatmıyor. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun birinci sebebi, bununla Allah
elçilerinin pratikte canlılıklarını, örnekliliklerini
sürdürmeleridir.
Ama
Süleyman (a.s) öyle değildir. Allah’ın onun vefat haberini yeryüzünde böyle
zirvede mülk ve saltanata sahip olanların da bir gün gelip bu dünyayı terk etmek
zorunda kalacaklarını anlatmak için veriyor. Bununla biz kullarına buyuruyor ki
Rabbimiz, ey kullarım, yeryüzünün en büyük mülk ve saltanatlarına sahip olsanız
da kesinlikle bilesiniz ki bir gün onu terk etmek, bir gün ona veda etmek
zorunda kalacaksınız. Süleyman’a (a.s) kalmayan bu dünya size de kalmayacaktır
mesajını vermektedir. Bakın bundan sonraki âyet onu şöylece
anlatmaktadır:
14.
“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun
ölümünü cinlere fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şâyet
cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı, alçak düşüren bir azap içinde
kalmazlardı.”
Onun
ölümünü takdir edip, vefatına hükmedip onu öldürdüğümüz zaman, onun dayandığı
asasını yiyen bir hayvandan, bir kurttan başka hiçbir şey onun vefatına delâlet
etmedi. Hiç kimse onun vefatını anlamadı. Cinler, Mescid-i Aksâ’yı yapıyorlardı
ve Süleyman (a.s) da emrinde çalışan cinlere nezaret ediyordu. Sarayında ya da
bulunduğu yerde onları gözetliyor, kontrol ediyordu. Mabedin yapımı esnasında
âsâsına yaslanmış olduğu halde Allah onun ruhunu aldı. Artık dünyadan ayrılmıştı
Allah’ın elçisi. Vefat etmişti ama o hâlâ ayaktaydı, âsâsına dayanmış olarak
duruyordu. Diri, dipdiri, canlı gibi duruyordu. Cinler, insanlar onu görüyor,
diri zannediyor ve Mescid-i Aksâ’nın inşâsına devam ediyorlardı. Ama nihâyet
onun dayandığı âsâyı yemeye başlayan bir kurt âsâyı yiyip bitirince ona dayanan
Süleyman (a.s) da yere yığılıverince, onun vefat ettiğini anlayan cinler
dağılıverdiler. Zaten Mescid-i Aksâ’nın yapımı da
tamamlanmıştı.
Böylece
o ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şâyet cinler görülmeyeni bilmiş
olsalardı, alçak düşüren bir azap içinde kalmaz-lardı. Onun ölü olarak yere
düşüşü, cinlerin gaybı bilmediğini ortaya çıkardı. Eğer cinler gaybı bilmiş
olsalardı, Süleyman’ın (a.s) vefat etti-ğini bilmiş olsalardı, elbette
çalıştırıldıkları o ağır işlerin altında yaşamaya mahkum olmazlardı. Bakın
görüyor musunuz? Cinler yanı başlarında duran Süleyman’ın (a.s) vefat ettiğini
bile bilemiyorlar. Nerde kaldı onlar gayb bilgisine sahip olduğu
iddiası?!
Evet
böylece cinlerde kimi yetkilerin varlığına inanan, cinlerin gaybı bildiklerini
zannedip onlara sığınmaya çalışan insanlar, yanılgı noktalarını anlasınlar diye
Rabbimiz bu haberi bize naklediyor. Öyley-se bizler için de bir haber, bir
gerçek açığa çıkmış oluyor ki, cinler ke-sinlikle gaybı bilmezler. Gayb bilgisi
sadece Allah’a aittir. Onu O’ndan başkası asla bilemez. Ancak bildirdikleri
kadarını elçilerine bildirmiş, gerisini bildirmeyeceğini bize haber vermiştir
Rabbimiz.
Bundan
sonraki âyetlerinde Rabbimiz Sebe’ halkıyla Sebe’ yurtlarıyla karşı karşıya
getirecek bizi. Sûreye ismini veren konuyu anlatmaya başlayacak Rabbimiz.
Sûrenin bu bölümünde anlatılacak olan Sebe’ ülkesi Mekke’ye göre, Ümmü’l Kurâ’ya
göre güney taraflarında Yemen civarında bir bölgedir. Sebe’ ülkesinin, Sebe’
melikesinin, Allah’ın elçisi Süleyman’la (a.s) ilgisini kitabımızın Neml sûresi
bize etraflıca anlatır. Burada Sebe’ ülkesinin Belkıs’tan sonraki dönemi gündeme
getiriliyor.
Rabbimiz burada inkâr edenlere
tarihi bir örnek sunuyor. Hani önceki âyetlerinde Rabbimiz ne oluyor bu
kâfirlere, bu adamlar önlerini arkalarını görmüyorlar mı, geçmişlerini
geleceklerini hiç düşünmü-yorlar mı, diye buyurmuştu ya, işte şimdi bu görmeyen
kâfirlerden bir örnek sunuluyor.
15.
“Sebe’lilerin yurtlarında Allah’ın kudretine bir işaret vardır: Sağlı sollu iki
bahçe vardı. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin. İşte
hoş bir şehir ve bağışlayan bir Rab” denmişti.”
İşte
son derece güzel bir belde. Sebe’ halkının yurtlarında Allah’ın kudretine
işaretler vardır. Sağlı sollu bahçeler, baştan sona bağlar, bahçeler ve türlü
türlü nimetler verdi Allah onlara. Ne güzel değil mi? Belde, belde-i tayibe;
Rab, Rabb’ul mağfire, mağfiret sahibi bir Rab… Böyle mağfiret sahibi bir Rabbin
verdiği güzel bir beldede güzel bir hayat yaşanır değil mi? Bulundukları kent
gerçekten çok gü-zel bir kent. Allah buyuruyor ki, buyurun Rabbinizin
nimetlerinden bol bol yiyin ve tüm bu nimetleri size lütfeden Rabbinize
şükredin, Rabbi-nizin istediği bir hayatı yaşayın. Güzel güzel bağlar, bahçeler,
sulama imkânları mükemmel, barajlardan elde ettikleri sularla bu bahçeleri
sulama tesisleri mükemmel. Yiyin, için ama kendi yediklerinizden Allah kullarına
da yardımda bulunun, Allah’a kullukta kullanın deniliyor
kendilerine.
Şimdi böyle bir hayat içinde Allah’a
şükredilmez mi? Allah’ın lütfettiği bir hayatın içinde Allah’a kulluğa
yönelinmez mi? Kendisine şükredilecek, kendisine kulluk edilecek, sözü
dinlenecek, çektiği yere gidilecek, hamd edilecek tek varlığın O Rab olduğu
konusunda bilgilerini tazelemeleri gerekmez mi? Elbette öyle yapmaları
gerekiyordu, ama:
16, 17.“Fakat onlar yüz çevirdiler; bunun için Biz de
üzerlerine Arim selini gönderdik, onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlık
ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. İşte böylece,
inkârlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı
veririz?”
Ama
onlar yüz çevirdiler. Tüm bu nimetlerin kadr-u kıymetini bilemediler.
Kendilerine tüm bu nimetleri lütfeden Rablerinin değerini bilemediler,
nimetlerin sahibine şükürden, taatten, kulluktan yüz çevirdiler de, hem
Allah’tan hem de Allah’ın âyetlerinden irâz ettiler, sar-f-ı nazar ettiler.
Allah da onların üzerlerine Arim selini gönderiverdi. Arim seliyle onların
bağlarını, bahçelerini yerle bir ediverdi. O sağlı sollu bağlarının,
bahçelerinin setlerini yıkıp tüm ülkeyi harap ediverdi. Tüm sulama tesislerini
bozuverdi de küçük, bodur ağaçlardan başka hiçbir şey bırakmadı. Yemişi acı
olan, buruk olan sedir ağaçlarını bırakıverdi. O güzelim meyveler, meyve
ağaçları, sulama tesisleri, ırmakları, içindeki köşkleri, sarayları harap
ediverdi. Çünkü onlar Rablerinin nimetlerine şükretmediler. Şükredip Rablerine
kulluğa yönelmiş olsalardı, Allah onların nimetlerini bereketlendirecek,
artırdıkça artıracaktı. Ama tavırlarına karşılık her şeyleri bir azapla yok
ediliverdi. Nankörlüklerinden dolayı her şeylerini kaybettiler. Tüm güçleri, tüm
varlıkları bitti.
18.
“Onlarla, kutlu kıldığımız şehirler arasında, karşıdan karşıya görünen kasabalar
var etmiş, oraları gezilecek be-lirli konak yerleri yapmıştık, “Oralarda
geceleri ve gündüzleri güven içinde gezin”
demiştik.”
Ve
biz onların kentleriyle etrafını bereketli kıldığımız kentler arasında bir sürü
açık köyler, kentler var ettik. Kitabımızda, “içinde bereketler var ettiğimiz,
bereketli kıldığımız, bereketlendirdiğimiz” ifa-desiyle Suriye, Filistin, Şam
beldeleri kastedilmektedir. Rabbimizin el-çilerini, vahiylerini gönderdiği
beldeler, A’râf ve Enbiyâ sûrelerinde anlatır.
Onların, Sebe’lilerin şehirleriyle
birbirinden uzak olmayan, birbirine bitişik olan, birisi biterken hemen ötekisi
başlayan şehirler var ettik. Yolcular Yemen’den çıkıp, Sebe’ ülkesinden çıkıp
yollarına devam ederlerken dinlenmek istediklerinde konaklama yerleri var ettik
diyor Rabbimiz. Bereketli toprakları olan Şam, Filistin bölgelerine kadar
aralarında güzel yerleşim kentleri var ettik ve gece-gündüz emin olarak, emniyet
içinde seyredin demiştik onlara.
Acaba
şu anda da acaba içinde bulunduğumuz dünya, içinde yaşadığımız şehirler bize
Sebe’lileri hatırlatmıyor mu? Şu anda bizler de emin bir şekilde dilediğimiz
yerlere gidiyor, dilediğimiz yerlerden geliyoruz. Allah’ın emânıyla dilediğimiz
şehirlere seyahat ediyoruz. Gittiğimiz yerlerde konaklama imkânlarına sahip
bulunuyoruz. Öyley-se kesinlikle bilelim ve unutmayalım ki, Sebe’lilere verdiği
nimetlerin aynısını bize de veren Rabbimiz bu nimetlerinin karşılığında
bizlerden de şükür istiyor. Hamd istiyor, kulluk istiyor. Bakın kendilerine
bunca nimetler verilen Sebe’ halkı dediler ki:
19.
“Ama onlar: “Rabbimiz! Yolculuklarımızın mesafesini uzak kıl” deyip kendilerine
yazık ettiler. Biz de onları efsane yapıverdik, darmadağın ettik. Doğrusu
bunlarda, pek sabreden ve çok şükreden kimseler için dersler
vardır.”
Dediler
ki, ey bizim Rabbimiz, şu seferlerimizin arasını uzat. Biz birdenbire
gideceğimiz yere ulaşıveriyoruz. Yâni bu yolculuklarımızda macera yok, meşakkât
yok, yolculuk sıkıntısı yok. Biz biraz macera yaşamak istiyoruz. Şu
şehirlerimizin arasını biraz aç ta bu ni-metlere biraz meşakkâtli ulaşalım da,
biraz macera yaşayalım diyor-lar. Ukâlâlar, Allah’ın kendilerine lütfettiği
nimetlere şükredecekleri yerde nankörlük ediyorlar, zorluk istiyorlar, meşakkât
istiyorlar, macera istiyorlar, Rablerine isyan ediyorlar. Dilleriyle bunu
söylemeseler de, Allah’ın nimetleri içinde yüzdükleri halde Rablerine kulluktan
çıkanlar, küfran-ı nimette bulunuyorlar demektir. Nimet vericiden, nimet
vericinin hayat programından habersiz, küfür içinde, şirk içinde bir ha-yat
yaşayan insanlar bu halleriyle sanki Rablerine şunu demeye çalışıyorlar: “Ya
Rabbi bize lütfettiğin tüm bu nimetlerini bizden geri al. Biz bunların
hiçbirisine lâyık değiliz” demektedirler.
Onlar böylece kendi kendilerine
zulmettiler. Kendi kendilerini Allah’a şükür ortamından, kulluk ortamından
uzaklaştırıp küfür ve nankörlük ortamına götürerek Allah’a karşı zulmettiler.
Allah’ın kendilerine lütfettiği bunca kolaylık nimetlerine, emniyet nimetlerine
karşılık nefislerine zulmettiler de, biz de onları efsane yapıverdik, darmadağın
ediverdik. Doğrusu bunlarda pek sabreden ve çok şükreden kimseler için dersler
vardır.
Yâni bu nankörlüklerinin karşılığı
olarak biz de onları sözler, masallar, efsaneler, mitolojiler haline getirip yok
ediverdik diyor Rab-bimiz. Onlar sadece masallarda kaldılar. Dilden dile dolaşan
bir masal oluverdiler. Onları darmadağın ettik, ezdik, bitirdik işlerini. İşte
böylece bir varmış bir yokmuş olarak Sebe’ halkı parça parça helâk edildi.
Rabbimizin
bu beyanlarından anlıyoruz ki, Sebe’ halkı Nuh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb ve
Mûsâ’nın (a.s) toplumları gibi toptan helâk edilmediler. İlk önce barajları
yıkıldı, sulamaları, sulama tesisleri yıkılıp tarlaları perişan oldu, sonra
yerleri yurtları yıkıldı, ülkelerini terk edip başka yurtlara hicret ettiler,
Arabistan yarımadasının her bir bölgesine dağıldılar ve garip, yersiz-yurtsuz,
evsiz-barksız hale geldiler. Rezil ve perişan bir hayatın mahkûmu oldular.
Ama
bunun suçlusu kendileriydi. Allah’a kulluktan çıkmaları, Allah’ın nimetlerine
karşı nankörlük etmeleri sebebiyle Allah onların üzerlerinden nimetlerini
alıverdi ve onları öyle bir perişan etti ki, öyle derbeder etti ki, dillere
destan oldular, masalların konusu haline geliverdiler. Onların durumunu dillere
destan yapıverdi Rabbimiz. Öyle ki o bölgede insanlar birbirlerine, “sakın Sebe’
halkı gibi olmayın” der oldu. Tüm dünyada onlar bir darb-ı mesel haline
geldiler. Şu anda bile böyle korkunç bir âkıbetle paramparça olmuş bir toplumdan
söz ederken, Araplar Sebe’ halkını örnek göstermektedirler. Allah’a isyan
sonucunda cennet gibi bir yurt bir anda cehenneme dönüverdi. İnsanlar her
şeylerini terk edip, yurtlarından ayrılıp her biri bir tarafa dağılıp zillet
içinde, dilencilik içinde bir hayatın mahkûmu oldular, millet olma özelliğini
kaybettiler, bir efsane oldular.
İşte gördünüz Allah’a karşı
nankörlüğün sonucunu. Allah’a kulluktan, Allah’a şükürden kopmanın sonucunu hep
beraber gördük. Burada kendi kendimize şu soruyu sormak zorundayız: Acaba şu
anda hangi ülke insanı, hangi şehir insanı böyle bir azapla, böyle bir gazapla
karşı karşıya gelmeme konusunda emindir? Kim böyle bir emniyet duyabilir? Kim
güvence hissedebilir? Evini, barkını, ticaretini, gücünü, kuvvetini, şehrini,
vatanını, her şeyini kaybetmeme konusunda kim emin olabilir? Hangi toplum,
barajlarının yıkılmayacağından emin olabilir? Hiç kimse bu konuda bir emniyet
içinde olamaz. Allah’a karşı nankörlük içine giren her insan, her toplum Allah
dilediği zaman yıkımla karşı karşıya gelecektir. Bu Allah’ın yeryüzünde
değişmeyen bir yasasıdır. Allah diyor ki:
Sabreden,
şükreden kullarımız için bunda çok büyük dersler, ibretler, âyetler vardır.
Allah kendilerine çok çok nimetler verdiği zaman, güç kuvvet, devlet, iktidar
verdiği zaman, imkân verdiği zaman şımarmayan, nimetlerin sahibine kafa tutmaya
kalkışmayan, nankörlük yapmayan, kulluktan çıkmayan, dengesini kaybetmeyen,
tıpkı önceki âyetlerde anlatıldığı gibi Dâvût ve Süleyman (a.s) gibi Allah’ın
verdiklerini yine Allah yolunda kullanmaya çalışan insanlar için bunda çok büyük
ibretler vardır diyor Rabbimiz.
20. “Andolsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru
çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı.”
İblis,
Sebe’ halkı üzerinde görüşünü doğru çıkarmıştır. Hani al-çak İblis, “ben onları
saptıracağım, onları sana kulluktan, sana şükürden koparacağım, onların pek
çoğunu sana şükreder bulamayacaksın, hiçbir kimse senin yoluna gitmeyecek,
elbette senin kullarından belli bir pay alacağım” demişti ya, işte Allah’a karşı
verdiği bu sözüne yoldan çıkardığı Sebe’ halkını şahit tuttu.
Allah onu lânetleyip rahmetinden
kovunca, o da Allah üzerine yemin ederek şöyle demişti: “Muhakkak ki senin kullarından tespit e-dilmiş, bana
ayrılmış, muayyen, bilinen, takdir edilmiş bir hisse, bir nasip alacağım,
kendime seçeceğim, kendime edineceğim. Senin kullarından belli bir kesimi
kendime kul-köle edineceğim. Onların hayatlarından, zamanlarından,
çalışmalarından, enerjilerinden, mallarından, çocuklarından bir kısmını kendim
sahipleneceğim” demişti. Ancak Sa’d sûresinin beyanıyla;
“İblis
dedi ki; Ben onların hepsini saptıracağım, ama hâlis mü’minler müstesna.”
demişti.
Halis kullarına, ihlaslı kullarına, katışıksız din sahibi kullarına, katışıksız
vahiy sahibi kullarına hiçbir şey yapamayacağım demişti. İşte gerçekten sözünü
tuttu şeytan. Sebe’liler şeytana tabi oldular, katışıklı din sahipleri ona itaat
ettiler. Ancak mü’minlerden bir grup, dinlerini Allah vahyine dayandıran bir
grup ona tabi olmadılar. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman edenler,
Allah’a Allah’ın istediği şekilde kulluk yapanlar Allah’ın yardımıyla
kurtulurken, çoğunluk peygamber yolunu terk ederek şeytan vahiylerine uydular,
şeytanın peşine düştüler.
Elbette
sonunda İblis kazanıyor, peşine takılanlar kaybediyordu. Ama hayır, yanlış
söyledim, asıl kazananlar şeytan vahiylerine de-ğil de Allah vahyine teslim olan
Müslümanlar oluyordu. Çünkü İblis bu dünyada kazansa da kaybediyordu. Çünkü o
saptırdıklarıyla beraber cehenneme gidiyordu.
21.
“Oysa İblisin onlar üzerinde bir nüfûzu yoktu; ama Biz âhirete inanan kimselerle
ondan şüphede olanları, işte böylece ortaya koyarız. Rabbin her şeyi gözetip
koruyandır.”
Halbuki
o İblisin onlar üzerinde hiçbir gücü kuvveti yoktu. İnsanlar üzerinde hiçbir
yetkisi, nüfûzu yoktu. Ama Rabbimiz bu dünyada bir imtihan gereği ona sınırlı
bir yetki vermiş, bu yetkiyle de İblis onları saptırıyor, onları kötü yollara
dâvet ediyor, kötülükte onlara ör-nek oluyordu.
Bu alçağın hiçbir zaman kullar
üzerinde her hangi bir otoritesi, herhangi bir yaptırım gücü de yoktur. Allah’a
inanan, Allah’la yol bulmaya çalışan, sürekli Allah’ın kitabı ve peygamberinin
sünnetiyle beraber olan, vahye sarılan, hayatını vahiyle düzenlemeye çalışan,
Allah’ın muttakî ve sâlih kulları üzerinde onun da, avenelerinin de hiçbir
etkisi ve yetkisi yoktur. Bu yüzden de onu ve avenesini bir şeymiş gibi
gözlerimizde büyütmemize ve onlardan korkmamıza gerek yoktur. Sadece Allah’ın
kendisine verdiği sınırlı bir saptırma yetkisi vardır. Peki bu yetkiyi Rabbimiz
niye vermiş ona?
Allah’a ve âhirete iman edenleri
bilelim, âhiret hakkında şüphesi olanları onlardan ayıralım ve onları açığa
çıkaralım diye. İşte İblis’e bunun için yetki verdik diyor Rabbimiz. Bu dünyada
insanlardan kimileri Allah’ı dinleyecek, kimileri İblis’e ve İblis’in
vesveselerine kulak verecektir. Dünyadaki hayat bu iki yolun, bu iki kavganın
arasında seyredecektir. Allah’ın vahyine kulak verenler, Allah’ın kitabını
dinleyenler, Allah’ın kitabına evet diyenler, hayatlarını Allah’ın kitabıyla
düzenleyenler ile şeytan vahiylerine teslim olanlar, şeytan sözcüklerine
yönelenler hep birlikte bir dünya kavgası içine girecekler ve hayat böyle devam
edip gidecektir.
Rabbin her şeyin muhâfızıdır. Kendi
vahyine kulak verenleri de, şeytan vahiyleri doğrultusunda bir hayat yaşayanları
da gören, gözeten, kollayan O’dur. Tüm kullarını kuşatmış olarak yaptıklarından
ötürü dilerse anında ceza da verebilir, dilerse cezalarını tehir de edebilir.
Ama yasa O’nun emrinde, güç ve kuvvet O’nun elindedir.
Bundan sonra gerek o günkü Mekke
müşriklerinin, gerekse kıyamete kadar gelecek tüm müşriklerin şirklerinin
reddini gündeme getirecek Rabbimiz:
22. “Ey Muhammed! De ki: “Allah’ı bırakıp da göklerde ve
yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı
bulunmadığı ve hiçbiri Allah’a yardımcı olmadığı halde tanrı olduklarını ileri
sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza!”
Gerek
daha önce anlatılan Dâvût ve Süleyman’ın (a.s), gerekse Sebe’ halkının
kıssalarıyla ortaya konmuştu ki, insanların, toplumların iyi ya da kötü
kaderleri Allah’ın elindedir. Kendilerine yeryüzünde güç kuvvet, mülk ve
saltanat vererek Azîz eden de, sayısız lütûflarıyla kullarını izzet ve şerefe
ulaştıran da, nimetlerini geri alıp helâk eden de, zillet ve meskenete mahkum
eden de Allah’tır. İnsanlar ve toplumlar üzerinde egemen olan, geçerli olan
yasalar Allah yasalarıdır.
İşte
burada da bunu bir daha hatırlatarak Rabbimiz diyor ki: Ey müşrikler, eğer bunun
böyle olmadığını, fertler ve toplumlar üzerinde egemen olan Allah’tan başka
varlıkların da olduğunu iddia ediyorsanız, haydi çağırın o İlâhlarınızı da, bir
insanın iyi ya da kötü kaderini değiştirsinler bakalım. Çağırın da Allah’ın
öldürdüğünü diriltsinler, çağırın da kaderi kötü olan birinin kaderini
değiştirsinler. Allah berisinde önderler, liderler, tanrılar kabul ettikleriniz
de size bir fayda ve zarar sağlasınlar.
Hayır
hayır, göklerde ve yerde zerre miktarı sahip oldukları bir yetkileri yoktur
onların. Var mı Allah berisinde bir yetkileri? Çağırın da göstersinler bakalım
güçlerini, kuvvetlerini. Desinler bakalım, bizim de sahip olduğumuz zamanlar,
mekânlar vardır. Bizim de mâlik olduğumuz mülkler, yıldızlar, semâlar vardır.
Var mı Allah’tan başka Melik? Bir tek zerreye mâlikiyetleri var mı onların? Bir
sinek kanadı yaratmaya kadirler mi? Bir buğday tanesi yaratacak yetkileri var
mı, gökten bir damla yağmur yağdırmaya güçleri yetiyor mu? Hiçbir güçleri,
hiçbir yetkileri yokken nasıl oluyor da bu adamlar tanrılık taslamaya
kalkışıyorlar? Nasıl bizler de İlâhız, bizler de Rabbiz, bizler de yasa
belirlemeye yetkiliyiz, bizleri de dinlemek zorundasınız diyebiliyorlar? Nereden
alıyorlar bu yetkiyi?
Hayır hayır, onların göklerde ve
yerde, göklerin ve yerin mülkiyetinde hiçbir ortaklıkları da yoktur, yetkileri
de yoktur. Allah mülkünde, egemenliğinde kimseyi ortak edinmemiş, kimseye yetki
vermemiştir. Kimseye yetki devrinde bulunmamıştır. Yâni hâşâ ben göklerin
Rabbiyim, göklerde egemen benim, ama yerlerin egemenliğini size devrediyorum,
göklerin Rabbi benim ama sizler de yerdekilerin Rabbi-siniz dememiştir. Ben
namazın, orucun, haccın Rabbiyim ama sizler de hukukun, ekonominin, eğitimin,
sosyal ve siyasal yapılanmaların rabbisiniz, ben yerdekilerin işlerini size
devrettim, siyaseti size bıraktım dememiştir. Ben camilerin Rabbiyim ama
mekteplerin Rabliğini si-ze devrettim dememiş, kimseye yetki vermemiştir
Rabbimiz. Tüm egemenlik, tüm yetkiler kendi elindedir. İnsanlara verdiği geçici
yetkiler de sadece bu dünyada imtihan sebebiyledir.
Allah’ın asla onlardan bir
yardımcısı da yoktur. Kimi işlerini düzenleme konusunda acze düşmüş de
insanlardan kimilerini yardımına çağırmış değildir Allah. Hal böyleyken, bu
adamlar nasıl oluyor da Allah’ın yetkilerine ortaklık iddia edebiliyorlar? Nasıl
oluyor da, bu adamlar kim oluyor da egemenlik bizdedir, Allah’ın yetkileri
bizdedir, biz dilediğimiz gibi hükmederiz, biz dilediğimiz gibi hayat programı
yapar, dilediğimiz gibi bir hayat yaşar, asar, keseriz diyebiliyorlar? Hayır
hayır eğer şunu diyorlarsa bu da yanlıştır: Biz Allah katında sevgili kullarız,
biz Allah’ın yeryüzünde dostlarıyız, bizler Allah katında iyi kullarız, bizler
şefaatçileriz. Eğer bize itaat ederseniz, bizim dediğimiz gibi yaşarsanız, bizi
takip ederseniz yarın bizler de Allah huzurunda sizlere şefaat ederiz. Hayır,
öyle de değil!
23. “Allah’ın katında, kendisine izin
verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince
birbirlerine “Rabbimiz ne söyledi?” diye sorarlar; “Hak söyledi” derler. O,
yücedir, büyüktür.”
Allah
huzurunda O’nun izin vermediği hiç kimsenin şefaatinin faydası yoktur. Ancak
O’nun izin verdiklerinin, izin verdiklerine şefaati fayda verecektir. Yâni
şefaat edecek olanları da şefaat edilecek olanları da yarın Allah
belirleyecektir. Allah’ın kendilerine şefaat izni verdiği insanlar ancak şefaat
edilmeye izin verdiklerine şefaat edebileceklerdir.
Şefaat
edicileri Allah belirleyecektir, ama şurasını da asla unutmayalım ki, şefaat
edilecek olanları da yarın Allah belirleyecektir. Yâni meselâ yarın Allah bana
şefaat edebilme iznini verse, ben baba-ma, anama, kayınpederime, bacanağıma,
arkadaşlarıma şefaat ede-meyeceğim de, Allah’ın, şunlara, şunlara şefaat
edebilirsin diye benim karşıma çıkardığı listede yazılı olanlara şefaat
edebileceğim.
Evet,
şefaat edecekleri de, şefaat edilecekleri de yarın Allah belirleyecektir.
Öyleyse bugünden birilerini şâfî makamında görüp on-ların ellerine, eteklerine
yapışmanın anlamı yoktur. Yarın bizi kurtarırlar diye Allah’a yapılması gereken
kulluk birimlerinden bazılarını onlara yapmanın anlamı yoktur. Bilmiyoruz ki
belki de bugün bizim şâfî makamında , yarın şefaat ediciler olmak şöyle dursun
belki de şefaat edileceklerin içinde bile yer almayabilirler. Öyleyse
unutmayalım ki şefaatin tamamı Allah’a aittir. Kulluğun tamamı da sadece O’na
yapılmalıdır.
Ta ki
onlardan kalplerinin korkusu, ürpertisi gittiği zaman, heyecanları yatışıp ta
düşünebilir bir duruma geldikleri zaman derler ki, Rabbimiz ne dedi? Rabbimiz
hak dedi, Rabbimiz doğru dedi derler. Hani daha önce başka türlü söylüyorlardı?
Hani daha önce şefaati kendilerine veya başkalarına veriyorlardı? Hani Allah
berisinde başkalarının da şefaat yetkileri vardı? Tabi orada, Allah huzurunda
her şey bitti. Orada, o ortamda cennet ve cehennem gözler önüne serildikten
sonra artık söz Allah’a aittir, Hak Allah’a aittir. Allah, Âlidir, Allah
büyüktür.
24, 25. “Ey Muhammed! De ki: “Göklerden ve yerden sizi
rızıklandıran kimdir? “De ki: Allah’tır. Öyleyse doğru yolda veya apaçık bir
sapıklıkta olan ya biziz ya sizsiniz. De ki: İşlediğimiz suçlardan siz sorumlu
olmazsınız, sizin yaptıklarınızdan da biz sorumlu olmayız.”
Rabbimiz,
elçisine “Benim sana vahy ettiğim bu Kur’an’ı, bu âyetlerimi insanlara duyur”
emrini veriyordu, aynı emirler şu anda bize de yöneliktir. Biz de söyleyeceğiz
bunu? Neyi söyleyeceğiz? Göklerden ve yerlerden sizi rızıklandırıp doyuran
kimdir? Var mı size Allah-tan başka bir rızık verici? Bu soruyu soracağız, ama
karşımızdakinin cevabını beklemeyeceğiz. Soruyu sorduğumuz insanlar vahiyden
ha-bersiz bir yanılgı içinde oldukları için şu veya bu şekilde yanlış, farklı
şeyler söyleyebilirler. Allah’tan başkalarını Rezzak makamında görebilirler.
“Filanlar, falanlar bize rızık vermeseler bizim hayatımız biter, bizi doyuran
onlardır” diyebilirler. Onların cevaplarını beklemeden biz ne diyeceğiz?
Diyeceğiz ki Allah, gökten ve yerden bizi rızıklandıran, bizi doyuran Allah’tır.
Öyleyse
ya biz, ya siz hidâyettesiniz. Ya biz doğru yoldayız, ya da siz. Ya biz
doğruyuz, sizler sapıksınız, ya siz haktasınız biz yanlıştayız. Eğer Rezzak
Allah’sa, göklerden ve yerlerden rızık gönderip bi-zi doyuran Allah’sa, göklerin
ve yerin sahibi Allah’sa, bizim sahibimiz O ise, o zaman sahibimiz olarak,
doyurucumuz olarak O’na teşekkür etmemiz, kulluk yapmamız gerekecekse, şu anda
bizler Rabbimize kulluk edip O’na teşekküre devam ederken, sizler de Allah’ı
bırakıp başkalarına kulluk etmeye çalışıyorsanız, biz ikiye ayrıldık demektir.
Allah’a kulluk eden bizler ve Allah’tan başkalarına kulluk eden
sizler…
Yâni bizler yaratan, rızık veren,
doyuran Allah bizden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece kulluk yapmak zorunda
olduğumuza inanıyoruz. Hz. Adem’den (a.s) bu yana tüm Müslümanlar böyle dediler,
böyle yaptılar. Şu anda bizler de böyle diyoruz. Ama bakıyoruz, insanların bir
kısmı da yaratıcı ve rızık verici olarak Allah’ı kabul etmiyor. Biz Allah’ı
kabul etmiyoruz, biz hayatımızı Allah’ın yasalarına göre değil de, kendi
aklımıza, kendi keyfimize, kendi duyularımıza güvenerek bir dünya yaşamak
istiyoruz. Bu bizim hoşumuza gidiyor. Biz böyle yaşamanın doğruluğuna inanıyoruz
diyorlar. İşte bunu da, bunu da diyenler var. Böyle de yaşayanlar var. Ama
elbette bunlardan bir tanesi doğru, ötekisi yanlıştır. Elbette bunun ikisinin de
doğru olması mümkün değildir.
Öyle
değil mi? Ya göklerin ve yerin sahibi, bizim sahibimiz, bizim yaratıcımız,
doyurucumuz, rızık vericimiz Allah’tır, tüm nimetler O’ndandır, hayat O’ndandır,
ölüm O’ndandır, binaenaleyh bizler O’na kulluk yapmalıyız, O’na teşekkür etmek
zorundayız diyenler yanlıştadır, yahut da biz Allah’ı da peygamberi de
tanımayız, bizi Allah da peygamber de bağlamaz, biz keyfimize göre bir hayat
yaşarız diyenler yanlıştadır. Bunların hangisinin doğru, hangisinin yanlış
olduğunu tartışmaya, masaya yatırmaya hakkımız yoktur. Çünkü bizler Müslü-manız,
Allah’a iman ediyoruz, Allah’ın kitabına iman ediyoruz. Biz, Al-lah’tan gelen bu
kitabın mü’minleri olarak diyoruz ki ya biz hidâyetteyiz, ya siz. Eğer bu kitaba
göre biz hidayetteysek siz sapıksınız. Yok eğer biz sapıksak siz hidâyettesiniz,
doğrudasınız. Hem biz, hem siz, hem Müslümanlar, hem de kâfirler doğrudadır
demek mümkün değildir. İki taraf ta doğruda olamaz. Ya Müslümanlar doğrudur, ya
kâfirler…
İşte bu sorgulamayı kâfirlere
yönelten Müslümanların düşüncelerine göre, Allah’ın değer yargısına göre, bu
kitaba göre, Sebe’ sûresine göre doğru olan, hakta olan, hidâyette olan, delille
hareket eden kesinlikle Müslümanlardır. Onun içindir ki hücumda olan, sorgulayan
sürekli Müslümanlar olmalıdır. Soracağız, sorgulayacağız bu kâfirlerin
hayatlarını, inanç manzumelerini. Ey kâfirler, gökten ve yerden rızık veren,
doyuran kimdir? Kimin ekmeğini yiyip kime kulluk ediyorsunuz? Kiminle
rızıklanıyor, kimin kılıcını sallıyorsunuz? Ne bu haliniz? Ama siz bilirsiniz,
unutmayın ki siz bizden, biz de sizden sorumlu tutulmayacağız. Siz
yaptıklarınızın karşılığını, biz de yaşadığımız hayatın karşılığını göreceğiz.
Eğer bizler yanlıştaysak, hatamızın cezasını çekeceğiz, sizler bizim
yanlışlarımızdan sorumlu olmayacaksınız, bizler de sizin yanlışlarınızdan hesaba
çekilmeyeceğiz. Sizin hayatınızın faturası bize, bizimki de size
çıkarılmayacaktır.
26. “De ki: “Rabbimiz sonunda hepimizi toplar, sonra
aramızda adâletle hükmeder. Adâletle hükmeden, bilen ancak O’dur.”
De
ki, Rabbimiz bir gün bizi toplayacak, sonra aramızı hakla açacak. Kıyamet
kopacak, dirileceğiz, hesaba çekileceğiz ve aramızda hakla hüküm verilecek.
Rabbimiz hakla hükmünü verecek. Şu doğruydu, bu yanlıştı, şu haktı, bu bâtıldı,
şu iyiydi, bu kötüydü, şunlar hidâyetteydi, bunlar sapıklık içinde bir hayat
yaşıyorlardı diye Rab-bimiz hakla hükmünü verecek. Çünkü Rabbimiz Haktır, en
doğru hük-mü verendir, Alîmdir, Hakîmdir.
Zaten
doğru hükmünü, gönderdiği elimizdeki şu kitabında bildirmiştir. Aslında bugün bu
kitabın âyetlerini, bu kitabın dosdoğru ya-salarını kâfirlere götürmek,
kâfirlere duyurmak kâfirlerin kendileri için de, bizim için de bir rahmettir.
Yine Rabbimizin bu hak âyetleriyle kâfirlerin hayatlarını sorgulamamak kâfirlere
karşı en büyük zulümdür. Elimize bu kitabı alıp, kâfirlere gidip, beyler, bu
kitaba göre sizler yanlıştasınız, bu kitaba göre sizin yaşadığınız bu hayat sizi
cehenneme götürmektedir diye açık ve net bir şekilde onları uyarmak zorundayız.
Bakın Rabbimizden bir sorgulama daha:
27. “De ki: “O’na taktığınız ortakları bana gösterin,
yoktur ki! O, güçlü olan, Hakîm olan Allah’tır.”
De
ki, haydi Allah’a ortak koştuklarınızı bana gösterin. Deliliniz nedir bu konuda,
kime dayanıyorsunuz? Allah’ın ortakları vardır derken neye dayanıyorsunuz? Kendi
hevâ ve heveslerinize mi dayanıyorsunuz? Yâni yarın Allah mahkemesinde Allah
sorgulamasıyla karşı karşıya geldiğiniz zaman, O’na karşı sizi savunmak üzere
ayağa kalkacak, O’nun azabından sizi kurtaracak birileri var mı? Varsa hani
gösterin bakalım onları. Kendilerine kulluk adına Allah’a kulluğu bırakarak
hayatınızı tehlikeye attığınız, kendilerini memnun etme adına Rabbinizi
küstürdüğünüz şu İlâhlarınızı bir gösterin bakalım. Var mı Allah’tan başka Rab?
Var mı Allah’tan başka İlâh? Hayır hayır, sadece Rab olan, İlâh olan, Azîz ve
Hakîm olan O’dur buyurulduktan sonra peygamberin evrenselliğini anlatan bir
âyetle karşı karşıya getiriliyoruz.
28. “Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci
ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.”
Peygamberin
görevi evrenseldir. İnsanların tamamına seni müjdeci ve uyarıcı gönderdik diyor
Rabbimiz. Allah, peygamberini te-selli ederek diyor ki: “Ey peygamberim, Mekke
toplumu, kavmin seni dinlemediler diye, sana kulak vermiyorlar diye sakın
üzülme. Sen sa-dece Mekke şehrinin, sadece bu ülkenin, sadece bu toplumun,
sa-de-ce bu çağın insanlarına değil, kıyamete kadar gelecek tüm çağların
insanlarına gönderilmiş bir peygambersin. Eğer şu anda senin kavmin senin
vasıtanla benim kendilerine açtığım bu rahmet kapısından istifade etmek
istemiyorlarsa, senin kıymetini bilmiyorlarsa üzülme, başkaları bilecektir. Seni
tüm insanlığa müjdeci ve uyarıcı olarak gön-derdik ama insanların çoğu
bilmiyorlar. İnsanların çoğu göz göre göre reddediyorlar, elçilerin uyarılarına
kulak vermiyorlar” ve diyorlar ki:
29.
“Doğru sözlü iseniz söyleyin bu vaat ne zamandır?”
derler.”
Haydi
sadıklarsanız söyleyin o vaat ne zaman? Haydi iddialarınızı eyleme dönüştürme
imkânınız varsa söyleyin kıyamet ne zaman? Ne zaman bu kıyamet, ne zaman bu
hesap kitap? Ne zaman bu sorgulama, ne zaman bu azap? Ey Muhammed, şu bize vaat
edip durduğun, bizi kendisiyle korkutup durduğun kıyamet ne zaman? Ne zaman
olacak bu iş? Ne zaman toplayacak Rabbin bizi huzurunda? Ne zaman hükmedecek
aramızda? Yıllardır vaat ettiğin halde hani niye başımıza bir şeyler gelmiyor,
niye aleyhimize hüküm verilmiyor?
30. “De ki: “Size, bir gün tayin edilmiştir. Ondan bir
saat ne geri kalabilirsiniz ne de öne geçebilirsiniz.”
De
ki, sizler onun vaatleşmesiyle karşı karşıya geleceksiniz. O size mutlaka
gelecek, bir saat bile tehir edilmeyecektir. Ne bir saat öne alınacak, ne de bir
saat geri bırakılacak. Çünkü Allah sizin arzularınıza tabi değildir. Allah bu
konudaki hükmünü kendisi verir. Aramızdaki hükmünü vereceği zamanı Allah en iyi
bilendir. Allah bir kere hükmünü verdi mi, işiniz
bitecektir.
31.
“İnkâr edenler: “Bu Kur’an’a ve ondan öncekilere inanmayacağız” dediler. Sen bu
zalimleri, Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman, suçu birbirine atıp
dururken bir görsen! Güçsüz sayılanlar, büyüklük taslayanlara: “Siz olmasaydınız
biz inanmış olacaktık” derler.”
Evet
kâfirler biz ne bu Kur’an’a, ne de önündeki kitaplara inan-mayacağız diyorlar.
Ne bu kitaba, ne de bu kitaptan önce indirilmiş olanlara iman etmeyeceğiz
diyorlar. Peygamberim, sen böyle diyen zalimleri Rableri huzurunda tevkif
oldukları zaman bir görsen! Suçu birbirlerine atıp dururlarken onları bir
görsen! Dünyada atıp tutuyorlardı alçaklar, Allah kimmiş? diyorlardı. Peygamber
de kimmiş? Di-yorlardı. Kur’an da neymiş, bu kıyamet te ne zamanmış? diyorlardı.
Biz kesinlikle bu saçmalıklara inanmayız
diyorlardı. İman etmiyor-lar-dı, teslim olmuyorlardı, kulluğa yanaşmıyorlardı.
Rablerine secdeye, Rablerinin hayat programına yönelmiyorlardı. Allah karşısında
güç iddiasında, bilgi iddiasında, varlık iddiasında bulunuyorlardı. Ama artık
şimdi Rableri huzurunda tevkif olmuşlar, tutuklanmışlar ve her şeyleri bitmiş.
İşte böyle rezil ve perişan bir durumdayken onları bir görseydin peygamberim.
Evet
bir kısmı bir kısmına söz atmaya başlayacaklar. Atışmaya, birbirleriyle
sataşmaya, birbirlerine suç atmaya başlayacaklar. Sen yaptın, sen ettin, sen
saptırdın, senin yüzünden oldu demeye başlayacaklar. Bakın herkesin tutuklandığı
bir ortamda mustaz’aflar müstekbirlere, yönetilenler yönetenlere, idare
edilenler idare edenlere, güdülenler güdenlere, tabi olanlar tabi olduklarına
diyecekler ki, “siz olmasaydınız biz Müslümandık. Siz bize engel olmasaydınız
bizler Müslüman olacaktık. Sizler bizim dinimizi bozmasaydınız, Allah di-nini
kaldırarak, Allah yasalarını ilga ederek bizim karşımıza resmî bir din
çıkarmasaydınız, biz Müslüman olacaktık. Sizler bizim hayat programımızı
değiştirmeseydiniz, bizim hukukumuzu, bizim alfabemizi, bi-zim sosyal, siyasal
yasalarımızı değiştirmeseydiniz, bizim tarihimizi, bizim kılık-kıyafetimizi
bozmasaydınız biz Müslüman olacaktık. Doğrusu biz dünyada size uymuştuk. Dünyada
emirlerinize boyun eğiyor, kanunlarınıza itaat ediyor, arzularınızı yerine
getiriyor, bizi neye çağırdıysanız koyun gibi arkanızdan geliyorduk. Sürüler
gibi size tabi oluyorduk. Sizler güçlüydünüz, sizler kendinizi dünyada Rabler
görüyordunuz, İlâh olduğunuzu iddia ediyordunuz. Evet bizi saptıranlar, bizi bu
cehenneme getirenler sizlersiniz. Sizler olmasaydınız biz asla bu cehenneme
gelmezdik,” diyorlar. Onlar böyle deyince bakın müs-tekbirler de, öndekiler,
tabi olunanlar, idareciler de ne diyorlar bakın:
32. “Büyüklük taslayanlar, güçsüz sayılanlara: “Size
doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? “Hayır; zaten
suçlu kimselerdiniz” derler.”
Size
hak geldi de, siz hakkı kabul ettiniz de sizi ondan biz mi çevirdik? Siz
Müslüman oldunuz da, Müslüman olmak istediniz de biz mi engel olduk? Siz
Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya yöneldiniz de biz mi mâni olduk? Hayır
hayır bizim elimizde hiçbir güç ve kuvvet yoktu ki size engel olalım. Bilâkis
siz kendiniz suçluydunuz.
Evet
cehennemde, ateşin içinde aynı azabı paylaşan insanların tartışmalarını,
birbirlerini suçlamalarını anlatıyor burada Rabbimiz. Demek ki, bu iki grup da
cehennemdedir. Demek ki, mustaz’afların, zayıfların zayıflığı onları
kurtaramayacaktır. Davar sürüsü gibi idarecilerinin kanunlarına itaat etmek
zorunda kalmış bu insanların, ne yapalım, biz güçsüzdük, zayıftık, gücümüz
kuvvetimiz yoktu, elimizden bir şey gelmiyordu demeleri onları
kurtaramayacaktır. Çünkü Allah onlara akıl vermişti, Allah onlara irade
vermişti. Seçme hürriyeti vermişti Allah onlara. Bunlar hiç bir zaman böyle
sürüler değildi. Berikiler onların iradelerini satın almak istedikleri zaman,
boyunlarına ip takıp kendilerine kul-köle yapmaya zorladıkları zaman, hiçbir
tepki göstermediler. Sanki bu işe dünden razıymış gibi boyunlarını teslim
ettiler.
Halbuki dünyadayken alçaklar bunlara
ağam paşam diyorlardı. “Anam! Babam! Kurtar bizi!” diyorlardı. “Her şeyimizi
sana borçluyuz! Sen olmasaydın biz olmazdık! Liderim! Şeyhim! Efendim!
Şevketlim, biz senin dediğinden çıkmayız! Atam izindeyiz!” diyorlardı. Yâni
onlar ne kadar alçaksa, berikiler de o kadar alçaklık yapıyorlardı dünyada.
Bakın burada müstekbirler, yöneticiler, yönetilenlere diyorlar
ki:
“Ey zalimler! Ey adam olmadıklar! Ey
sürüler! Ey iradesizler! Ey beyinsizler! Ey akılları bizim cebimizde olanlar!
Boşuna bağırıp durmayın! Boşuna lakırdılarda bulunmayın. Zira sizin bizden bir
farkınız yoktur. Yâni şimdi size hidâyet geldi de, sizler hidâyet üzere yaşamak
istediniz de sizi hidâyetten biz mi kopardık? Hayır hayır! Bilâkis siz kendiniz
sapıklardınız! Siz kendiniz mücrimlerdiniz! Siz dünyada bizim sizi teşvik
ettiğimiz şeylere karşı ihtirasınızdan, hırsınızdan dolayı hemen kolayca bizim
peşimize takıldınız. Kolayca bizim ağımıza tutuldunuz. Biz sizin vicdanlarınızı
satın almaya geldiğimizde sizler buna dünden razıydınız. Bizim karşımızda en
küçük bir tepkide bulunmadınız. Sizi Rabbinizin hayat tarzından koparıp
demokrasiye, la-ikliğe, milliyetçiliğe, ırkçılığa, dünyaya, dünyalıklara
çağırdığımız zaman mal bulmuş mağribi gibi hemen bizim dâvetimize uyuverdiniz.
Karşımızda en küçük bir mücadele bile vermediniz. Çünkü sizler zaten Allah’a
kulluktan bıkmış usanmıştınız. Hayatınızın her bir sahasın-da sadece Allah’ı
dinlemekten, Allah’ın dediklerini yapmaktan usanmıştınız da, hayatınızın bazı
bölümlerini başka Rablere, başka İlâhlara bırakarak biraz rahat nefes almayı
ümit ederek bizlere tapınmaya yönelmiş kimselerdiniz. Hayatınızın her bir
bölümünde Allah’ı atlatamayacağınızı, Allah’ı yönlendiremeyeceğinizi bildiğiniz
için, biraz da bizim gibi atlatılabilecek, yönlendirilebilecek tanrılarımız
olsun istemiştiniz. Bizi siz seçmiş ve hayatınızın bazı bölümlerine bizlerin
karışmamızı siz kendiniz istemiştiniz.
Allah’tan bıkıp usanan sizler
kendinize öyle tanrılar istiyor-dunuz ki sizden hiçbir ahlâkî sorumluluk
istemesinler. Sizden ne namaz, ne oruç, ne hac, ne tesettür, ne zekat,
istemesinler. Bıkıp usandığınız Allah’ın size haram kıldığı içkiyi, kumarı,
fâizi, tesettürü helâl kılıverecek, yasallaştırıverecek tanrılar istediniz
kendinize. Sizi rahatlatacak, size rahat bir nefes alma imkânı verecek tanrılar
istediniz. Üstelik bu tanrıların ipleri de sizin kendi ellerinizde olduğu için,
yâni onları kendiniz seçtiğiniz için, siz ne isterseniz o konuda kanun yapacak,
arzularınıza tabi olup yönlendirebileceğiniz tanrılar istediniz kendinize. Siz
istediniz, siz seçtiniz, biz de size hükmettik. Siz sattınız vicdanlarınızı, biz
de satın aldık. Alan memnun, satan memnun. Siz istediniz biz bulduk. Siz
kokladınız, biz topladık. Eğer sizler vicdanlarınızı satmak istemeseydiniz, biz
onu zorla sizden alamazdık.
Öyleyse
bizi niye kınıyorsunuz da? Üstelik belki de bizi saptıran sizlersiniz. Çünkü
sizler gönül rızasıyla bize itaat ettiğiniz için, bizi büyük kabul edip bizim
karşımızda boyun büktüğünüz için biz de ken-dimizi bir şey zannettik. Aslında
bizi şımartanlar da sizlersiniz. Eğer sizler bize itaat edip adam yerine
koymasaydınız, belki bizler de zulmedemeyecek, şımarmayacak ve kendimizi bir şey
görmeye kalkışmayacaktık,” diyorlar.
33.
“Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve
bize Allah’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler.
Azabı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin bo-yunlarına
demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını
çekerler?”
Mustaz’aflar,
yönetilenler, ezilenler yine diyorlar ki, “ey müs-tekbirler, sizler gece-gündüz
hileler kuruyor, komplolar hazırlıyor bizi küfre zorluyordunuz. Bizi saptırmak,
bizi Allah’a kulluktan koparıp kendinize kul köle edinmek için, bizi Allah
yasalarına itaatten çıkarıp kendi yasalarınıza boyun büktürmek için gece-gündüz
dolaplar çeviriyordunuz. Kendi müşrik eğitimlerinizi bize empoze ederek bizi
zorla Allah’a şirk koşmaya zorluyordunuz. Eğitim yasalarınızla, ekonomik
düzenlemelerinizle, hukuk yapılanmalarınızla, sosyal ve siyasal
anlayışlarınızla, kılık-kıyafet dayatmalarınızla bizi Allah ve Resûlüyle
çatışmaya sevk ediyor, zorluyordunuz. Bizi pis bir hayatın mahkûmu et-tiniz.
Bizim önümüze isyan yolları açtınız, bizi saptırdınız.”
Ama
azabı gördüklerinde hepsi pişman olacaklar; müstekbir-leri de, onlara tabi olan
mustaz’afları da, saptıranları da saptırılanları da hepsi perişan olacaklar. Biz
de onların boyunlarına boyunduruklar, kelepçeler geçiririz. Onlar söyledi,
berikiler konuştu ve nihâyet hepsinin suçlu olduğu açığa çıktı. Ancak az önce
ifade ettiğimiz gibi herkes, tüm insanlar kendi yaptıklarının karşılığını
görüyorlar. Herkes yaşadığı hayatın sonucuyla karşı karşıya geliyor. Değilse hiç
kimseye asla fazladan bir ceza vermiyor. Onlar kendi cehennemlerini kendileri
hazırlıyor.
İster siyasal önderler olsun,
isterse dini önderler olsunlar eğer insanlar araştırmadan, tahkik etmeden
bunlara tabi olurlar ve “efendim ne yapalım işte bunlar bizim siyasal
büyüklerimiz, bunlar bizim ekonomi uzmanlarımız, bunlar bizim din önderlerimiz,
onlar en güzelini, en doğrusunu bilirler. Hayat diye, hukuk diye, ekonomi diye,
kılık-kıyafet diye, din diye bize ne sunmuşlarsa biz onu doğru kabul etmek
zorundayız. Bu konuda bizim herhangi bir suçumuz yoktur. Eğer bir suç varsa bir
suçlu varsa, gerçek suçlu onlardır” demeye kimsenin hakkı yoktur.
Din
böyle basite indirgenemez ki! Başka şeye benzemez, bu dindir, hayattır.
“Efendim filan hoca dedi, ben de yaptım.
Falan zât öyle buyurdu, ben de uyguladım” demek yarın bizi kurtarmayacaktır.
Dinimizi kendimiz öğrenmek zorundayız. Allah bize de akıl vermiştir. Allah’ın
bize verdiği bu akıllarımızı birilerinin cebine sokmaya ve körü körüne onların
peşine takılmaya hakkımız yoktur. İşte dinin temel kaynakları kitap ve sünnet
ortadadır ve herkesin ona ulaşma imkânı da mevcuttur.
34,35. “Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın
varlıklı kimseleri, onlara: “Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz” diye
gelmişlerdir. Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da
değiliz” derlerdi.”
Biz
bir kente uyarıcılar, elçiler gönderdik mi, o kentin azgınları derler ki, “biz
onu reddediyoruz, biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz, çünkü bizler
evlât ve mal yönünden sizden çok fazlayız.” Evlât siyasal gücü, mal da ekonomik
gücü temsil eder. Kentin mele’ grubu, zengin ve şımarık insanları siyasal ve
ekonomik güçlerine güvenerek Allah’ın elçilerini
reddediyorlar.
Genel bir değerlendirme görüyoruz bu
âyetlerde. Rabbimiz kentlere, kasabalara, ülkelere elçiler gönderiyor,
uyarıcılar gönderiyor. İnsanlığın atası Hz. Adem’den (a.s) bu yana hiçbir kent,
hiçbir toplum yoktur ki, kendilerine Allah’tan bir uyarıcı gelmemiş olsun. Bu
uyarıcılar Allah’tan aldıkları vahyi insanlara ulaştırarak onları Allah’a
kulluğa çağırdıkları zaman, dünyada Allah’ın istediği bir hayatı yaşayarak ölüm
ötesine hazırlığa dâvet ettikleri zaman, insanları kıyametle, cennetle,
cehennemle uyardıkları zaman, mütrafûn olanlar, kurulu düzenin menfaatçileri,
statükodan yana olanlar diyorlar ki, biz sizi de, sizin gönderildiğiniz
risa leti
de reddediyoruz, diyorlar.
Gerekçe
olarak ta şunu gösteriyorlar: Bizim malımız ve evlâdımız daha çoktur. Bizim
siyasal mevkiimiz ve ekonomik gücümüz si-zinkinden daha büyüktür. Bu halimizle
bizler asla azaba da uğrayacak değiliz. İşte gerekçeleri de budur. Kendilerine
gönderilen elçilerin bunlara sahip olmayışlarını göz önünde bulundurarak, sizin
hiçbir şe-yiniz yokken bizler size mi tabi olacağız, diyerek peygamberlerin
getirdikleri bir sistemi, bir hayat tarzını kabule
yanaşmıyorlar.
Çağlar boyu yaşanıp gelen, tekrar
edilip gelen bir hastalıktır bu. Allah’ın insan hayatına karışması konusunda
odak nokta seçerek arzularını kendileri aracılığıyla insanlığa sunduğu
peygamberlerine ilk karşı gelenler, ilk savaş açanlar âyetin ifade buyurduğu
gibi "Mütraf-lardır. Yâni toplumun zengin, şımarık servet sahipleri, toplum
içinde sınırsız bir hayat yaşayan, zenginliklerinin, arsızlıklarının,
servetlerinin kendilerini azdırdığı kimseler... Servetlerinin, zevk ve
eğlencelerinin, lüks içinde sınırsızca yaşadıkları hayatlarının kendilerini
bırakmayıp hakkı kabullerine engel olduğu varlıklı kimseler. Bunlar her dönemde
ve her toplumda gönderilmiş hak elçilerine karşı ilk savaşı açan kimselerdir.
Hemen hemen her dönemde topluma egemen olan bu zenginler grubu peygamberlere
karşı tavır alıp, peygamberlerin yolunu kesmeye çalışıp, halkı Allah elçilerine
karşı kışkırtmışlardır. Bunun sebebi de şudur:
Bunlar her toplumda mevcut
statükonun devamından yana-dırlar. Yâni mevcut düzeni savunmaktadırlar. Çünkü
kendilerini servet sahibi yapan, kendilerini diğer insanlara egemen kılan,
garibanların kanlarını emmeye izin veren, toplumun fakir kesimi üzerinde
kendilerini Rableştiren o düzenin kendisidir. Mevcut sistem sayesinde palazlanıp
servet sahibi oldukları için sistemin yıkılmasını asla istemezler.
Şunu
da kesinlikle bilmektedirler ki, peygamber bu düzeni değiştirmek için
gelmektedir. Peygamber toplumda ezen ve ezilenlerin, zalimlerin ve mazlumların,
sahte Rablerin rubûbiyetlerine ve köleleştirilmiş Allah kullarının kulluklarına
son verip toplumda Allah hâkimiyetini gerçekleştirmek için gelmektedir.
Peygamber adâleti tesis etmek için gelmektedir.
Peygamberin
mesajı gönüllerde yer edip o mesajın hayata hakim olması bu adamların elde
ettikleri tüm gayr-ı meşrû servetlerinin ve toplum içinde bu servetleri
sayesinde sağladıkları tüm statülerinin ellerinden uçup gitmesi söz konusudur.
İşte bunu çok iyi bilen bu servet sahipleri, düzenlerinin bozulacağı korkusuyla
Allah elçilerine ilk savaşı açmaktadırlar. Halkın cahil kalmasını
istemektedirler. Halkın bilinçlenmesini, halkın peygamberle tanışmasını
istememektedirler.
Allah elçilerini reddederek diyorlar
ki, biz mal ve evlât yönünden, ekonomik ve siyasal güç yönünden çok üstünüz. Biz
Allah’ın gözde kullarıyız. Baksanıza, Allah size vermediklerini bize vermiştir.
Dünyada bize oğullar, mallar, mülkler, servetler, saltanatlar veren, bizleri bu
nimetlerle mükâfatlandıran Allah elbette bu dünyada bizi si-ze üstün kıldığı
gibi, öbür tarafta da bizi bunlardan mahrum bırakmayacaktır. Üstün olan bizler
sizlere asla itaat etmeyiz diyorlar. Ama bu adamların şunu da bilmeleri
gerekiyordu. Kendilerinden önce, kendilerinden çok daha fazla mal mülk sahibi,
güç kuvvet sahibi olanlar bu dünyayı terk edip gitmediler mi? Onlardan ibret
almalı değiller miydi? İşte kıyamete kadar Allah elçilerine karşı aynı tavrı
sergileyen, mallarına, evlâtlarına, siyasal ve askeri güçlerine güvenerek
Rasûlullah’a ve O’nun yolunun yolcusu tüm uyarıcılara müstekbirce bir tutum
içinde olanlara Rabbimiz şunu dememizi istiyor:
36. “De ki: “Şüphesiz Rabbim rızkı dilediğine genişletir
ve bir ölçüye göre verir, fakat insanların çoğu bilmezler.”
Kâfirler
bu dünyada Allah’ın rızık paylaştırma yasasını, rızık taksim etme hikmetini
bilmiyorlar. Dünyada kendilerine bol bol nimetler verilenler, kendilerinin
Allah’ın sevgili kulları olduklarını zannediyorlar. Nimet verilmeyenlerin ya da
az verilenlerin de Allah’ın gazabına uğramış kimseler olduklarını zannediyorlar.
Halbuki Rabb’in rızkı dilediğine genişletir ve bunu bir ölçüye göre verir. Ama
insanların çoğu bunu bilmiyorlar. Rızık, Allah’ın elindedir. Mülk Allah’ındır.
Şu anda ekonomik güce sahip olanlar, askerî, siyasal güce sahip olanlar
zannetmesinler ki, bu sahip oldukları kendilerindendir. Bu mallarını, bu
mülklerini, bu evlâtlarını kendilerinin sanmasınlar. Bunları biz kendimiz
kazandık, kendimiz bulduk filan demesinler. Onlara bütün bu sahip olduklarını
veren de bir gün tüm bunları ellerinden alacak olan da Allah’tır.
Öyleyse
unutmasınlar ki mal mülk sahibi, evlâd-u ıyal sahibi olanlar da, bunlardan
mahrum bırakılanlar da imtihandadır. Kimin ka-zanıp kimin kaybettiği yarın belli
olacaktır. Unutmayın ki toplumu vahiyle şekillendirmeye, toplumu vahiyle
değiştirmeye çalışan peygamberlere bu zalimlerin sahip olmakla övündükleri
şeyler çok az verilmişti. Allah’ın elçisi ne malına, ne de gücüne kuvvetine
değil, sadece Allah’a güvenmiştir.
Öyleyse
gelin ey insanlar, geçici bir dünya malının, geçici bir dünya saltanatının içine
gömülüp, onun peşine düşüp Allah’ı ve elçilerini reddedenlerden olmayalım. Bakın
Allah diyor ki:
37.
“Ey İnsanlar! Sizi Bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de
çocuklarınızdır; yalnız, inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların
yaptıklarına karşılık mükâfatları kat kattır; işte onlar, yüksek derecelerde,
güven içindedirler.”
Ne
mallarınız, ne evlâtlarınız sizi bize yaklaştıramaz. Sizin Allah’a yakınlık
kazanmanız mallarınız ve evlâtlarınızla olmayacak. Ne ekonomik gücünüz, ne
siyasal ve askerî varlığınız sizin Allah’a yakınlığınız konusunda bir değer
ifade edecek değildir. Allah’a yakınlığı sağlayan, sadece insanların imanları ve
bu imanlarına bağımlı olarak işledikleri sâlih amelleridir. Kim Allah’ın
istediği şekilde iman eder, kim Allah’ın razı olacağı biçimde mü’min olur ve
Resûlünün pratikte örneklediği bir hayatı yaşarsa, işte ancak Allah’a
yaklaştıracak, Allah’ı hoşnut edecek olan odur.
Değilse
Allah’ın bu dünyada bir imtihan konusu olarak verdiği mallar, evlâtlar, güçler,
kuvvetler hiçbir zaman Allah’a yaklaşma unsurları değildir. Çünkü onları zaten
Allah veriyor. Kimilerine bolca verip, kimilerini mahrum ettikten sonra kalkıp
ta çok verdiklerim az verdiklerimden üstündür diye bir yasa koyması zulüm olmaz
mı Allah için? Öyle değil mi, bu üstünlük ve yakınlık sebebi saydıklarımızı biz
kendimiz bulmadık ki. Bunları bize veren Allah’tır. Aksini söyleyebilir misiniz?
Meselâ tüm dünya birleşse bir adamı bir tek evlâda ulaştırabilir mi? Çocuğu
olmayan birini çocuk sahibi yapabilir mi? Tüm dünya birleşse, Allah’ın takdir
etmediği bir tek kuruşa, bir tek rızka ulaşamazlar. Tüm dünya birleşse, gökten
bir tek yağmur tanesi indiremezler, yerden bir tek buğday tanesi bitiremezler.
Öyleyse
nasıl oluyor da malını ve evlâdını kendisine Allah verdiği halde bir adam çıkıp,
benim Allah’a yakınlığım malımın ve evlâdımın çokluğuyla doğru orantılıdır
diyebiliyor? Yâni o zaman Allah’ın kendilerine mal ve evlât vermeyerek imtihan
ettiği kimseler şunu demeye hak kazanmayacaklar mı? Ya Rabbi, sen bize oğul
vermedin, mal mülk vermedin ve bir yasa koydun ki malı, mülkü, evlâdı çok
olanlar, ekonomik ve siyasî gücü çok olanlar hayırlıdır, üstündür, onlar cennete
gideceklerdir dedin. Böyle şey olur mu ya Rabbi? Bizim suçumuz ne, demeye
hakları olmaz mı?
Halbuki
Rabbimiz değer yargısını mala, mülke, evlâda göre değil, imana ve sâlih amele
vermiştir. Allah’a yakınlığı olanlar Allah’ın istediği iman eden ve bu imana
dayalı bir hayat yaşayanlardır.
İşte
onların yaptıklarına karşılık mükâfatları kat kattır ve onlar yüksek
derecelerde, güven içindedirler. Mükemmel saray odaları içinde emin olarak
hayatlarını yaşayacaklardır. Ama:
38. “Âyetlerimizde Bizi aciz bırakmağa yeltenenler, işte
onlar, azapla yüz yüze bırakılırlar.”
Ekonomik,
siyasal ve askerî güçlerine güvenerek, mallarına, mülklerine, devletlerine,
saltanatlarına, kavimlerine, kabilelerine güvenerek bizim âyetlerimizi, bizim
sistemimizi aciz bırakmak isteyenleri de azapla yüz yüze bırakırız. Onlar
cehennem azabıyla karşı karşıya getirilecekler. Kim malına mülküne güvenerek
Allah’a kafa tutmaya kalkışırsa, Allah’ın âyetlerini kabul etmezse, inananlara
zulmederse onlar azaba hazır tutulacaklardır.
39. “De ki: “Doğrusu Rabbim, kullarından dilediğinin
rız-kını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir; sarf
ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar, çünkü O rızık
verenlerin en hayırlısıdır.”
Evet,
Allah dilediklerine rızkı fazlasıyla verir, dilediklerine de azaltır. Bu konuda
yetkili sadece Allah’tır. İnsanların elinde hiçbir yetki yoktur. Şu anda ve
yarın kim neye sahip olmuşsa, olacaksa her şeyi veren O’dur. Dilediklerine rızkı
genişletir bol bol verir, dilediklerine de kısıverir. Çünkü O her şeyi bilendir.
Kime ne kadar vereceğini, kime ne kadar kısacağını bilendir. Rızkı takdir eden
O’dur. Hikmet sahibidir O. Hikmeti gereği yapar bu taksimi. O’nun ilmi her şeyi
kuşattığı için, bir kulu için zenginliğin mi, yoksa fakirliğin mi hayırlı
olacağını en iyi bilen O’dur. Bol vermesinde de, az vermesinde de mutlaka bir
hikmet ve hayır vardır.
Öyleyse
bu konuda O’na akıl vermeye, O’na yol göstermeye hakkımız yoktur. Ya Rabbi, bana
şu kadar vermeliydin! Beni şununla imtihan etmeliydin! Ben buna lâyıktım! Beni
şununla imtihan etseydin, ben mutlaka imtihanı kazanırdım! diyerek O’na karşı
gelmenin anlamı yoktur.
Sarf
ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine Allah daha iyisini koyar, çünkü O rızık
verenlerin en hayırlısıdır. Yâni mallarınızdan ne infak etmişseniz Rabbiniz
tarafından daha iyisiyle, daha fazlasıyla halef kılınırsınız. Allah yolunda ne
infak etmişseniz, Allah için elinizden neyi çıkarmışsanız, ondan daha fazlasıyla
size mukabelede bulunur. Çünkü Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Allah bize mal veriyor, mülk
veriyor, devlet, saltanat veriyor, bilgi veriyor. Şimdi bu âyetlerde bu
verilenlerin Allah katında değer yargısı olmadığı da haber veriliyor. Peki o
zaman niye veriyor Allah bunları bize? Ne yapacağız bunları? Nasıl bir ilişki
içine gireceğiz bunlarla? Aslında bu hususları önceki derslerimizde anlatmaya
çalışmıştık. Bunlar bizim hayatımızda ancak Rabbimizin rızası istikâmetinde
yerini alırsa, o zaman bizim için hayırlı olacaktır. Allah’ın kendilerine
verdiği bu imkânları Allah’ın emrine veren, bunlarla ilişkisini Allah’ın
istediği gibi ayarlayan, Allah’ın istediği yerde harcayan, kullananlar Allah’ın
rahmetine ulaşacaklardır diyoruz.
Bundan sonra yine öteler
âlemindeyiz:
40. “Allah bir gün onların hepsini diriltip toplar, sonra
meleklere: “Bunlar mı size tapıyordu?” der.”
Rabbimiz
insanların hepsini diriltip huzurunda toplayacaktır. Herkes toplanmıştır:
İnsanlar var, cinler var, melekler var… Rabbimiz meleklere soruyor: Bunlar mı
size ibadet edenler? Bunlar mı sizi benim berimde Rabler, İlâhlar bilip
tapınanlar? Bunlar size ibadet mi edi-yorlardı? Siz mi dediniz onlara bunu? Siz
mi istediniz onlardan kendinize kulluğu? Siz mi razı oldunuz onların bu
kulluklarından? Bunlar size taam mı ediyorlardı? Furkân sûresinde anlatıldığına
göre bu soru sadece meleklere değil, insanların putlaştırıp İlâhlaştırdıkları,
yasalarını uygulayarak kendilerine kulluk yaptıkları tüm varlıklara sorulacak.
Siz mi istediniz bu insanların size kulluğunu? Bakın Melekler diyor
ki:
41. “Melekler: “Hâşâ, bizim dostumuz onlar değil Sensin.
Hayır; onlar bize değil cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı”
derler.”
Hayır
ya Rabbi, seni tesbih ve tenzih ederiz. Sen bizim Velîmizsin. Biz böyle bir şeye
nasıl razı oluruz? Biz böyle bir şeyi nasıl isteyebiliriz? Bizim Velîmiz sen
iken, bizim Rabbimiz sen iken, dostumuz sen iken, bizim boyunlarımızdaki kulluk
ipinin ucu senin elindeyken, sadece sana kulluk eder, sadece seni dinlerken
nasıl olur da bu insanlara Allah’ı bırakın da bize kulluk edin deriz? Allah’ı
bırakın da bizi dinleyin, Allah yasalarını bırakın da bizim yasalarımızı
uygulayın diyebiliriz? Onların yaptıklarından bizim haberimiz yoktu.
Bilâkis onlar cinlere tapınıyor,
cinlere kulluk ediyorlardı. Onlar cinlerin kendilerine sunduğu vesveselere,
yalan yanlış bilgilere, zanlara itibar ediyorlar ve senin kitabından yüz
çeviriyorlardı. Onların kendilerine takdim ettikleri hayat tarzlarını kabul
ediyorlar, senin dininden sarf-ı nazar ediyorlardı. Onların pek çoğu onlara
mü’mindiler. Onların mü’miniydiler. Senin mü’minin olacakları yerde onların
mü’mini olmakla, onların arzularını uygulamakla, onların yasalarına tabi olmakla
şeref duyuyorlardı. Pek çoğu böyleydi onların diyor
melekler.
42. “Zalimlere: “Yalanladığınız ateşin azabını tadın,
bugün birbirinize ne fayda ve ne de zarar verebilirsiniz” deriz.”
Artık
bugün hiçbirimizin bir diğerine ne fayda sağlama, ne de zarar verme gücü yoktur.
Halbuki güyâ dünyada cinler güçlüydü, güyâ insanlardan kimileri güçlüydü. Orada
güç kuvvet bitmiştir. Halbuki dünyada güçlülere tapınılıyordu. Güçlülerin
arzuları yerine getiriliyordu. İnsanlar birbirlerini tanrı, kul makamında
görüyorlardı. Kimileri dünyada Allah’ın kendilerine verdiği geçici güç ve
kuvvetlerini, Allah’ın kendilerine tanıdığı geçici yetkilerini kullanarak sanki
fayda ve zarar verme konumundaymış gibi pozlara giriyorlar, insanlara
kendilerini böyle empoze etmeye çalışıyorlardı. Halbuki yine bunu Allah’ın
kendilerine verdiği geçici yetkiyle yapıyorlardı. Ama orada her şey bitmiştir.
Malları, mülkleri, devletleri, saltanatları, tanrılıkları, İlâhlıkları hepsi
dünyada kalmıştır. Orada söz, orada yetki sadece Allah’a aittir.
Zalimlere denilir ki,
yalanlamalarınıza mukabil olarak artık tadın azabı. Yalanlıyordunuz, yalan
sayıyordunuz, yok farz ediyordunuz, reddediyordunuz kıyameti, reddediyordunuz bu
âyetleri, reddediyordunuz cehennemi, cenneti. Haydi şimdi yalanladığınız,
reddettiğiniz cehennem azabını tadın bakalım. Ne yapmışlardı, nasıl yaşamışlardı
bunlar dünyada?
43.
“Âyetlerimiz onlara açık olarak okunduğu zaman: “Bu sizi babalarınızın
taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor” derlerdi. “Bu Kur’an
düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir” derlerdi. Hak, inkâr edenlere
geldiğinde, onun için: “Bu apaçık bir büyüdür"
demişlerdi.”
Onlara
apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman, apaçık âyetlerimiz gündeme getirildiği zaman,
duyurulduğu zaman, kendilerine apaçık âyetlerimizi sunan elçilerimiz geldiği
zaman diyorlardı ki, bu sizi atalarınızın ibadet ettiği bir dinden, bir
anlayıştan, bir sistemden, bir yoldan, bir hayat tarzından uzaklaştırmak isteyen
bir kimsedir.
İşte kâfirlerin peygambere karşı
tavırları buydu, peygamberi değerlendirmeleri buydu. Bu adam sizi atalarınızın
dininden, atalarınızın yolundan koparmak istiyor diyorlar ve de peygamberin
getirdiği Kur’an’a da düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir diyorlar.
Uydurulmuş bir sözdür diyorlar.
Demek
ki Allah’ın kendilerine gönderdiği elçilerine karşı kâfirlerin iki hücumları
vardı: Birincisi, biz atalarımızın bize bıraktığı bir dini, bir sistemi, bir
yolu asla bırakmayız. Kimse bizi atalarımızın, dedelerimizin yolundan koparamaz.
İkincisi,
ey peygamber, senin getirdiğin bu Kur’an uydurmadan başka bir şey değildir,
diyorlar. Biz bu uydurma bir kitabı asla kabul edemeyiz diyorlar. Bu apaçık bir
büyüdür, apaçık bir sihirdir diyorlar. Biz atalarımızdan böyle bir şey görmedik.
Atalarımızdan böyle bir şey duymadık. Eğer böyle bir şey olsaydı atalarımız en
iyisini bilirler, en iyisini yaparlardı diyorlar, arkasından da Kur’an’a bu
uydurmadan başka bir şey değildir diyorlar ve peygambere de o bir sihirbazdır,
diyorlar.
44. “Oysa Biz, ey Muhammed, onlara okuyacakları bir kitap
vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik.”
Halbuki
biz onlara okuyup ders yapacakları, okuyup aralarında ders haline getirecekleri,
okuyup anlamaya çalışacakları ve hayatlarını onunla düzenleyecekleri bir kitap
göndermemiştik şimdiye kadar. Yâni bu adamların daha önce bu Allah’tandır
dedikleri bir kitapları, bir sahifeleri olsa da, bak biz Allah’a bağlıyız, biz
bu kitapla hayatımızı düzenliyoruz, Allah daha önce okumak ve amel etmek üzere
bize bu kitabı gönderdi deseler. Halbuki bağlandıkları, dayandıkları böyle bir
kitapları da yok ellerinde. Biz atalarımızın yoluna bağlıyız, diyorlar, kimse
bizi atalarımızın dininden ayıramaz, diyorlar, ama atalarından kendilerine
intikal eden bir kitap da gösteremiyorlar. Halbuki ata olarak daha önceki
atalarına gitselerdi, daha önceki ataları olan peygamberlere gitselerdi elbette
reddettikleri bu kitabın aynısının onların hayatını düzenlediğini
göreceklerdi.
Bundan önce Allah’tan başkalarına
ibadet etmelerini, Allah’tan başkalarını dinlemelerini onlara öğreten, öğütleyen
hiçbir kitap, hiçbir elçi göndermedik. Ellerinde böyle bir kitapları da yok. Hal
böyleyken şimdi bu adamlar Kur’an’ı reddedip küfre ve şirke sarılırlarken, bu
kü-fürlerini, bu şirklerini neye dayandırıyorlar? Hangi kitaba, hangi elçiye
dayandırıyorlar? Hayır hayır, onlar bir bilgiye değil, bir delile, bir kitaba,
bir peygambere değil, sadece zanlarına, sadece hevâ ve heveslerine dayanarak,
cehâletlerinden kaynaklanan bir sapıklıkla hareket
ediyorlar.
45. “Kendilerinden önce gelenler de yalanlamışlardı; oysa
bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine bile erişememişlerdi. Böyleyken
peygamberlerimizi yalanladılar; Beni inkâr etmek nasıl olur?”
Kendilerinden
öncekiler de yalanlamışlardı Allah’ı, yalanlamışlardı peygamberi,
yalanlamışlardı Allah’ın dinini. Bu adamlar hiç kendilerinden öncekilerin
başlarına gelenlere bakıp ibret almıyorlar mı? Allah’ı, Allah’ın kitabını,
Allah’ın elçisini yalanlayan Mekkeliler, şu anda onların yolundan giden
dünyalılar, seleflerinin âkıbetini hiç düşün-müyorlar mı? Allah’ı ve dini
yalanlayan, Allah’la ve elçisiyle savaşa tu-tuşan bir Nuh kavminin, bir Âd
toplumunun, bir Semûd’un, bir Lût toplumunun, bir Firavun’un başına gelenleri
bilmiyorlar mı? Halbuki Kur’an’ı ve Muhammed’i (a.s) yalanlayan bu adamlar,
kendilerinden önceki seleflerine verdiğimiz şeylerin onda birine bile
ulaşamamışlardır.
Yâni
kendilerinden öncekilere verdiğimiz güç ve kuvvetin, devlet ve saltanatın,
medeniyet ve teknolojinin onda birine bile ulaşabilmiş değillerdir bu adamlar.
Ne fizikleriyle, ne bedenî güçleriyle, ne ömürleriyle, ne medeniyetleriyle
önceki toplumlara verilenlerin onda birine bile mâlik değillerdir bu adamlar.
Kendilerinden önce kendilerinden on kere daha güçlü olan toplumların helakini
görmüyorlar mı bu adamlar? Onlar yalanladılar da sonları ne oldu? Baş
edebildiler mi Allah’la? Onlar baş edemediler de, onların onda bir gücüne sahip
olmayanlar mı baş edecekler Allah’la? Mekkeliler ya da şu andaki yeryüzü
kâfirleri ne zannediyorlar kendilerini?
Böyleyken peygamberlerimizi
yalanladılar. Beni inkâr etmek nasıl oldu? Nasılmış beni inkâr etmek? Nasıl oldu
onların sonları? Beni ve dinimi, beni ve peygamberimi yalanlayanlara ne yaptım?
Benim inkârımın âkıbeti nasıl olmuş bakmıyorlar mı, görmüyorlar mı bu adamlar?
Allah peygamberine diyor bunları, peygamberin şahsında hepimize bir emirdir bu.
Öyleyse bakacağız Araf’a, En’âm’a, Hûd’a, bakacağız Neml’e, Kasas’a ve göreceğiz
ki, Rabbimizin inkârının âkıbeti çok acı olmuş, hepsi de helâk edilmişler, hepsi
de kaybetmişler. Ama bizden öncekilerin acı sonlarından ibret alan bizler
inşallah kazananlardan oluruz.
46. “Ey Muhammed! De ki: “Size tek bir öğüdüm vardır:
Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz, göreceksiniz ki
arkadaşınızda bir delilik yoktur. O yalnız çetin bir azabın öncesinde sizi
uyarmaktadır.”
De
ki ey peygamberim, ben sadece size nasihat ediyorum. Yâni Allah için şu anda
içinde bulunduğunuz kin ve düşmanlıklarınızdan, peşin fikirlerinizden,
kalplerinizdeki, kafalarınızdaki önyargılarınızdan bir an için sıyrılıp tek tek,
ikişer ikişer, üçlü, dörtlü gruplar halinde ciddi ciddi bu işi bir düşünün.
Gerçekten düne kadar kendisini tanıdığınız, aranızda büyümüş, çocukluğu,
gençliği aranızda geçmiş, kendisine her yönden emin bir kimse gözüyle baktığınız
bu arkadaşınızda bir delilik emâresi var mı, yok mu? Daha dün Kâbe’nin tamiri
esnasında Haceru’l-Esved’in yerine yerleştirilmesi gibi en büyük, en ciddi bir
konuda bile kendisinin hakemliğini toptan kabul ettiğiniz bir insana şimdi nasıl
deli diyebiliyorsunuz? Ağzınızdan çıkanın farkında mısınız siz? Yâni şimdi o
insan peygamber olup, Allah’ın kendisine vahy ettiği bir kitapla sizin
hayatınızı sorgulamaya, dininizi sorgulamaya başladı diye arkadaşınıza deli mi
diyorsunuz?
Halbuki
O, sizi, size ansızın gelecek şiddetli bir azapla uyarıyor. O, sizin için bir
uyarıcı ve kurtarıcıdır. Uyarısı da kendisinden de-ğil Allah’tandır. Allah’tan
kendisine vahiy gelmektedir. Sizin için hayır olan, sizin hayrınızı düşünen,
sizi azaptan kurtarmak için çırpınan bir adama deli mi diyorsunuz? Sizi
cehaletle cehenneme doğru sürüklenen bir ortamda bulan ve bu kötü gidişinize
engel olmaya çalışan bir peygambere, bir kurtarıcıya deli diyorsunuz öyle mi,
yazıklar olsun size!
47. “De ki: “Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun;
benim ecrim Allah’a aittir. O her şeye şahittir.”
De
ki ey peygamberim, ben bu görevime karşılık sizden bir ücret istemiyorum.
Ücretiniz sizin olsun. Benim ücretim Allah’a aittir. Ben bu görevi Allah için
yapıyorum. Ben sadece sizin kurtuluşunuz için çırpınıyorum. Benim derdim budur.
Benim ücretim, benim ödülüm, benim sevincim sadece sizin cennete gitmenizdir.
Benim istediğim sadece sizlerin Müslümanlar olarak Rabbinize kulluğa yönelmeniz
ve böylece ateşten kurtulmanızdır. Bunun dışında sizden hiçbir beklentim
yoktur.
İşte tarih boyunca tüm
peygamberlerin söylediğini Rasûlullah Efendimiz de söylüyor. Tarih boyunca tüm
Allah elçilerinin pratikte uy-guladığı bir kulluğu, pratikte gösterdiği bir
hayatı, şu anda biz Müslümanlar da göstermek, söylemek mecburiyetindeyiz. Yâni
biz peygam-berler yolunun yolcuları da kendilerine din götürdüğümüz insanlardan
hiçbir ücret istemeyeceğiz. Bizim ücretimiz Allah’a aittir diyeceğiz. İn-sanlara
kitabı götürmeden, insanlara vahyi duyurmadan onlardan hiç-bir şey
beklemeyeceğiz. Sadece götürdüğümüz vahiyle hayatlarını düzenlemelerini, sadece
Allah’a kul olmalarını ve böylece cehennem ateşinden kendilerini kurtarıp
cennete gidecek bir özellik kazanmalarını isteyeceğiz. Uyarımızın temelini vahiy
oluşturacak. Vahyin dışında başka hiçbir şey götürmeyeceğiz insanlara.
Götüreceğiz Kur’an’ı, gö-türeceğiz peygamberi ve işte böylece Müslüman olun
diyeceğiz. Unutmayalım ki zaten Allah her şeye şahittir. Unutmayalım
ki:
48,49. “De ki: “Görünmeyenleri en iyi bilen Rabbim, bâtılı
hak ile ortadan kaldırır. De ki: “Hak geldi; artık bâtıl ne yeniden başlar, ne
de geri gelir.”
Görünenleri ve görünmeyenleri en iyi
bilen Rabbimdir. Bâtılı hak ile ortadan kaldıran da Rabbimdir. Mülk ve saltanat
Allah’a aittir. Egemenlik O’na aittir. İnsanları hidâyete ulaştıracak olan,
hakkı yeryüzünde hakim kılacak, dinini koruyacak ve egemen kılacak olan sadece
Allah’tır. Yâni bu söylediklerimi ben kendi kendime söylüyor de-ğilim. Bunu ben
kendim belirlemiş değilim. Bunları bana bildiren, vah-yeden Rabbimdir. Rabbim
bana gönderdiği bu hak bilgileri, bu hak yasaları bâtılın başına vuruyor ve
bâtıla karşı hakkı galip getiriyor. Hak geldikten sonra da artık bâtılın yeni
baştan bir şey çıkarmaya, yeni baştan bir şey yaratmaya da gücü yoktur.
Hak
karşısında yenilgiye uğrayan bâtıl, ne eski gücünü geri getirmeye, ne de yeni
bir güç bulmaya muktedir olamaz. Hak geldi mi, bâtılın işi biter. Ama eğer şu
anda yeryüzünde bâtıllar hâlâ varlığını sürdürebiliyorlarsa, bu hakkın gücünü,
varlığını ortaya koyamamasındadır.
50. “De ki: “Ben sapıtırsam, sapıtmakla ancak kendime
etmiş olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbimin bana vahy etmesiyledir. Doğrusu
O, işitendir, yakın olandır.”
Ey
peygamberim, de ki, eğer ben sapıtıyorsam, sapmış olsam o zaman kendi hevâ ve
hevesime uymuş, vesveselerin peşine takılmış ve artık kendi nefsim aleyhine
sapmış olurum, kendi kendime sapmış olurum. Ama eğer ben hidâyeti bulmuşsam, bu
da Rabbimin bana vahy etmekte olduğu bu Kur’an sayesindedir.
Yâni
eğer ben sapacak olsam, bu sapıklığım kendimden, hidâyetse Allah’tandır.
Sapıklıklar, yanlışlıklar, zulümler, kötülükler bize aittir, ama hidâyet
Rabbimizin lütfudur. Her türlü iyilikler O’ndan tüm kötülükler de bizdendir.
Tabii bu ifade peygamberin saptığı, sapıttığı, sapıtacağı anlamına
gelmemektedir. Yâni peygamber bile bunu dedikten sonra bizler haydi haydi demek
zorundayız. Hidâyet Allah’ın elindedir. Hidâyete ulaştıran Allah’tır. Rabbimiz
lütfetmeseydi şu anda hidayeti biz nereden bulabilirdik? Rabbimizin lütfuyla şu
anda bizler hidâyetteyiz, O’nun lütfu keremiyle Müslüman olduk. Ama insanlardan
pek çoğu bu gerçeği bilemediklerinden, yaptıkları, kazandıkları iyilikleri
kendilerine, kötülükleri de Allah’a havale ederler. Halbuki Allah öğretmedikten
sonra bu zavallılar bırakın iyilik yapmayı, neyin iyilik ol-duğunu bile
bilemezlerdi.
51-52. “Onları korktukları zaman bir görsen; artık
kurtuluş yoktur; cehenneme yakın bir yerde yakalanmışlardır. O zaman, “Allah’a
inandık” derler ama, âhiret gibi uzak bir yerden imana nasıl kolayca
ulaşırlar?”
Onları
bir feza’, bir titreme yakaladığı zaman, ölümle, ecelle, reddettikleri
dirilişle, kıyametle, sorgulamayla, azapla, cehennemle karşı karşıya kaldıkları,
kabirden kalktıkları, hesap kitapla burun buruna geldikleri zaman korkudan
aldıkları vaziyetleri bir görsen. Kaçıp kurtulacakları bir yerleri de yoktur.
Her an ateşe yakın bir yerden yakalanıverdiler. Nereye kaçacaklar da? Kime
sığınacaklar da Allah-tan? İşte o zaman derler ki, bizler Allah’a inandık, iman
ettik Allah’a, iman ettik kitaba, iman ettik peygambere, iman ettik kitabın ve
peygamberin haber verdiklerine, iman ettik âhirete ve pişman olduk derler.
Geçmiş
olsun. Artık çok uzak bir yerden imana ulaşmak nasıl mümkün olabilecek? Nasıl
iman etmiş olabilecekler bu adamlar? Daha önce dünyada, iman etme ortamında
imanı reddedip küfrü, şirki tercih eden bu adamlar artık şimdi nasıl iman
edecekler? Zorunlu bir imana nasıl iman denebilir? Reddedemeyecekleri bir
ortamdaki imanın ne anlamı olabilir? Halbuki iman gaybın konusuydu. Gözleriyle
her şeyi, tüm gerçekleri gördükten sonra iman ettik demelerinin ne kıymeti
olabilecek ki? Adam hayattayken iman etmiyor da, ölürken iman ediyor, kabirde
iman ediyor, mahşerde iman ediyor, cehennemde iman ediyor. Hayır hayır, kabul
değildir bu iman. Vaktiyle olacaktı bu iş. Halbuki:
53. “Oysa onu daha önce inkâr etmişler, uzak bir yer olan
dünyadan görülmeyene dil uzatmışlardı.”
Onlar
daha önce küfretmişlerdi. Daha önce dünyadayken, uzak yerlerdeyken gayba atıp
tutuyorlardı. Diriliş mi? Boş ver, hikâye diyorlardı. Hesap kitap mı? Asılsız,
boş ver diyorlardı. Cennet mi, laf bunlar, bizim ihtiyacımız yok cennete.
Cehennem mi? Hikâye diyor-lardı. Filansız, falansız cennet bizim için sürgün,
falanlarla cehennem ödüldür bize, diyorlardı. Cennet cennet dedikleri üç beş
gılman, üç beş hûri, bizim ilgimizi çekmez, dünyada onun âlâsını bulabiliyoruz,
diyorlardı. Vahiy mi, Kitap mı? Boş ver, bizim ondan daha güzel kitaplarımız
var, bilgilerimiz var diyorlardı. Peygamber mi? Geç onu, bizim ondan daha
etkili, daha yetkili, daha bilgili efendilerimiz var, diyor-lardı. Allah mı? Boş
ver, bizim O’ndan daha egemen, O’ndan daha bilgili siyasîlerimiz var,
diyorlardı. Uzaktan uzağa akıllarına gelen her şeyi söylüyorlardı, ama şimdi o
uzaklar yakınlaştırılınca, her şey gözlerinin önüne getirilince, tamamen aksini
söylüyorlar, iman iddiasında bulunuyorlar.
4. “Kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına artık engel
konur; nitekim, daha önce, kendilerine benzeyenlere de aynı şey yapılmıştı.
Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler.”
Artık
onlar için arzuladıkları şeylerle, iştahlarını çeken şeylerle kendileri arasına
bir engel, bir hail, bir perde çekilmiştir, daha önce onların benzerlerine,
benzer gruplarına çekildiği gibi. Kendilerinden öncekilere yapıldığı gibi
bunlara da nimetler haram kılındı, cennetler ve iyilikler yasak kılındı. Çünkü
onlar dünyadayken apaçık bir şek ve şüphe içindeydiler.
Gerçekten kâfirler ve müşrikler
yaşadıkları bu dünya hayatında sürekli bir kuşku içindedirler. Yaşadıkları
hayattan, inançlarından, yollarından, âkıbetlerinden hep bir şüphe içindedirler.
Yaptıklarından hiçbir zaman emin değildirler. Çünkü itminan ancak bilgiyledir.
Hiç kimse Allah’ın olmadığı, âhiretin olmadığı konusunda bir bilgiye sahip
değildir. Hiç kimse Allah’tan başkalarına kulluk yapılacağı konusunda, şirk
konusunda bir bilgiye, bir delile sahip değildir. Onun içindir ki, bu adamlar
tüm hayatlarını şüpheler, zanlar üzerine bina etmişlerdir; şüphe içinde bir
hayat manzumesi geliştirmişlerdir. Şüpheyi, inançlarının temeli yapmışlar ve
hayatlarını ziyan etmişlerdir.
Ama Müslüman onların kaybedişlerini
bugünden düşünen, o gün kazanacakların kazandıklarını bugünden kazanmanın
kavgası içine giren insandır. O günü, o günün sahibinin âyetleriyle
değerlendiren, o günün sahibinin istediği gibi bir hayatı yaşamaya yönelen, o
günü bugünden, bu âyetlerle gören, görmediği şeylere iman eden kimsedir. Allah
bizi böyle olan, böyle inanan ve böyle yaşayan kullarından eylesin. Bu sûreyle
alâkalı da bu kadar söz yeter, Rabbim gereğiyle amel etmeyi hepimize nasip
eylesin. Velhamdü lillahi Rabb’il âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder