AHZÂB SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
33, nüzûl sıralamasına göre 90, mesânî kısmının birinci grubunun beşinci sûresi
olan Ahzâb sûresi Medine’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 73 tür.
“Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
İsmini
içinde geçen 20. âyetindeki “Ahzâb” kelimesinden almış, Medine’de nâzil olmuş
bir sûreye konuk olduk. İnşallah bu mübârek sûresinde Rabbimizin bize
ikrâmlarını tanımaya, onlarla rızıklan-maya, onlarla doymaya çalışacağız. Rabbim
gereği gibi tanıyıp, anlayıp, istifade edip hayata aktarmayı bizlere nasip
etsin.
Sûrede
genel olarak şu konular anlatılır: Hicretin 5. yılında vukua gelen Hendek
(Ahzâb) savaşı; Yine aynı yılda meydana gelmiş Beni Kurayza gazvesi ve yine aynı
yılın sonlarına doğru gerçekleşmiş peygamber efendimizin Hz. Zeynep annemizle
izdivacı.
Uhud’da
Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleştirdiği okçuların ganimete meylederek yerlerini
terk edip, duruşlarını bozmaları sonucunda gelen hezimet İslâm düşmanlarını çok
sevindirmişti. Yahudi’siyle, münâfık’ıyla, müşrikiyle tüm İslâm düşmanlarının
moralleri bir anda yükseliverdi. Hepsi birleşip yeni bir saldırıyla Müslümanları
kökünden kazıyacaklarına dair yeminler etmeye ve hazırlıklar yapmaya başlarlar.
Hadisenin üzerinden henüz iki ay bile geçmeden harekete geçerler.
Bu
hareketin ilk raundu olarak müşriklerle anlaşan bazı Arap kabileler peygamber
efendimize müracaat ederek Müslüman olmak istediklerini ve kendilerine İslâm’ı
öğretecek muallimler gönderilmesini talep ederler. Allah’ın resûlü onlara altı
kişilik bir muallim grubu gönderir. Fakat niyetleri kötü olan bu kabileler Ric’i
mevkiinde peygam-berimizin gönderdiği bu Müslümanlardan dördünü öldürürler,
ikisini de esir alarak Mekke’ye götürüp düşmanlara satarlar.
Yine
Beni Amir kabilesinin reisinin aynı konudaki isteğiyle Re-sûlullah Efendimiz
sahabeden 40 kişilik bir tebliğci heyeti gönderir. Ama onlar da tıpkı öncekiler
gibi tuzağa düşürülür. Maune kuyusu kenarında Resûlullah’ın bu nadide hafızları
da toptan şehid edilir. Dı-şarıda bu menfur hadiseler olup biterken, diğer
taraftan içeride, Medine’de de için için Müslümanları yok etmek için çırpınan
Beni Nadir Yahudileri de cesaretlenerek peygamber efendimize başarısız bir
suikast girişiminde bulunur.
Evet
Uhud yenilgisi akabinde Müslümanlar bir çok olumsuz hadisler yaşarlar. Sanki
Medine etrafındaki tüm kabileler Müslümanların aleyhine geçerler.
Bu
arada Mekke müşriklerinin Hendek (Ahzâb) savaşının hazırlıkları da başlamıştır.
Aslında bu savaş sadece Mekke müşrikleriyle Müslümanlar arasında gerçekleşmiş
bir savaş değil, İslâm’ı ve Müslümanları toptan yeryüzünden silmek isteyen tüm
Arap kabileleriyle Müslümanlar arasında gerçekleşmiş bir savaştı. Onlara ek
olarak Me-dine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşmiş olan Beni Nadir
Yahudileri de bu ahzâbın içindeydi. Sadece kendileri de değil, Gatafan, Hudayl
gibi kabileleri de ziyaret ederek onların güçlerini toplayıp kendilerine
katmıştı. Böylece tüm Arap kabilelerinden oluşan çok büyük bir ordu Hicretin 5.
yılının Şevval ayında Medine üzerine yürüdü. Kuzeyden Beni Nadir, Beni Kaynuka
Yahudileri, Doğudan Gatafan kabileleri, Beni Süleym, Fezare, Mürre, Aşca, Sa’d
ve Esed kabileleri, gü-neyden ise müttefikleri ile birlikte Kureyşliler
geliyordu.
Bu
durumdan haberdar olan Allah’ın Resûlü Medine’de tedbirini almakta gecikmedi.
Altı gün içinde Medine’nin kuzey batısına bir hendek kazdırdı. Sel dağını
arkalarına alarak hendeğin içinde 3000 kişilik bir orduyla düşmanı karşılamaya
geçti. Medine’nin güneyi bağlık ve bahçelik olduğu için o taraftan bir
saldırının olması âdeta imkânsızdı. Doğu tarafta ise düşmanın ilerlemesine geçit
vermeyecek büyük kayalıklar vardı. Güney batı tarafı için de aynı durum söz
konu-suydu. Bu durumda düşmanın ancak saldırı yapabileceği doğu batıyı da
hendekle çevirmişlerdi.
Gelen
Ahzâb (Birleşik ordular) Medine’de böyle bir hendekle karşılaşacaklarını
akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Çünkü böyle bir harp stratejisi
Arapların bilmedikleri bir şeydi. Bu durumda gelen kâfirlere bir tek seçenek
kalıyordu. Şehrin güney doğusunda oturan ve peygamber efendimizle daha önce
Medine’yi birlikte savunmak konusunda anlaşma yapmış Beni Kureyza Yahudilerini
ikna edip anlaşmayı bozdurup kendi saflarında yer almaya zorlamak. Bunun için
Huyay b. Ahtab’ı Yahudileri ikna etmek için gönderdiler. İlk görüşmede Yahudiler
bu teklifi kabul etmediler. Biz ihanette bulunamayız dediler. Ama Huyay onlara
onları derinden sarsacak ifadelerde bulundu. Dedi ki, bakın tüm Arap kabileleri
ona karşı birleştiler ve kesin olarak onu ve dinini yok etmek için geldiler.
Eğer sizler bizimle beraber olmazsanız bu fırsat bir daha ele geçmez deyinde
Allah düşmanı Yahudiler tüm ahlâki sorumluluklarını unutup karşı tarafa
geçiverdiler.
Anlaşmalarını
bozup ihanet ettiklerini öğrenen Allah’ın Resûlü çok üzüldü. Müslümanları da
büyük bir korku ve telaş sardı. Çünkü o tarafı garanti görerek Müslümanlar
hanımlarını, çocuklarını o bölgede yerleştirmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz
haberin doğruluğunu öğrenmek üzere Ensar’ın ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubade,
Sa’d b. Mu-az, Abdullah b. Revaha ve Havvat b. Cübeyr’i gönderdi. Ve onlara;
eğer Yahudiler anlaşmaya hâlâ sadık davranıyorlarsa gelip bunu bütün
Müslümanların, ordunun huzurunda açıklamalarını, yok eğer anlaşmaya ihanet
etmişlerse bunu sadece kendisine söylemelerini orduya duyurmamalarını tembih
etti. Oraya vardıklarında Yahudilerin anlaşmaya ihanet edip düşman safında yer
aldıklarını gördüler ve dö-nüp peygamberimize haber verdiler.
Lâkin
bu haber kısa zamanda ordunun arasında yayıldı ve Müslümanlar içinde çok büyük
bir dehşete sebep oldu. Her taraftan sarıldıklarını anlayan Müslümanlarda büyük
bir tedirginlik meydana geldi. Bu durum böyle bulanık zamanları kollayan
münâfıkların cesaret ve faaliyetlerini artırdı. Alçaklar fırsatı ganimet bilerek
Müslümanların morallerini bozmak için ellerinden geleni yapmaya, dillerinden
geleni söylemeye başladılar. Onlardan birisi şöyle diyordu; “Ne garip değil mi?
Peygamber bize Sezar ve Kisra’nın topraklarını vaad ediyor, oysa hiç birimiz
buradan kaçıp kurtulabilecek bir durumda bile değiliz.” Bir başkası; ey
peygamber, izin ver de bari gerideki evlerimizi, hanımlarımızı koruyalım, diye
kaçmak için izin istiyor, bir başkası peygamberin düşmana teslim edilerek
kurtulacaklarından söz ediyor, bir başkası başka bir hainlik peşine
düşüyordu.
Bu
kargaşa esnasında Allah’ın Resûlü Gatafan kabilesi ileri gelenleriyle görüşerek
savaştan çekilmeleri karşılığında kendilerine Medine hurmalıklarının üçte birini
vereceğini vaad etti. Küfür cephesini bölerek savaşın seyrini değiştirmeyi
denedi. Sahabe-i Kirâm Efendilerimizden bazıları peygamber efendimizin bu
teklifinin sebebini sordular; ey Allah’ın Resûlü, bunu bizim kurtuluşumuz için
mi yapıyor-sunuz, yoksa Allah’tan gelen bir vahiy gereği mi? Resûlullah; bunu
tüm Arap kabilelerinin saldırısına karşı sizi koruyabilmek için yapıyorum
buyurunca, dediler ki; ey Allah’ın Resûlü, eğer bunu bizim için yapıyorsanız
hemen unutun. Biz zaten müşrik olduğumuz dönemlerde de bu kabilelere haraç
vererek boyun eğdik. Şimdi Allah ve elçisine iman şerefine erdikten sonra da mı
boyun eğeceğiz? Şerefimizle savaşır mukadderse şehid oluruz. Allah aramızda
hükmünü verinceye kadar onlarla bizim aramızda hakem olarak kılıç vardır
dediler. Onların bu sözlerine üzerine henüz imzalanmamış anlaşma metnini yırtıp
attılar.
O
sırada Gatafan kabilesinden Nuaym b. Mes’ud Müslüman olmuş ve Resûl-i Ekrem
Efendimizin huzuruna gelerek şöyle diyordu: “Ey Allah’ın Resûlü, benim İslâm’ı
seçtiğimi kavmimden kimse bilmi-yor. Eğer istersen bu durumumdan istifade edip
size istediğiniz gibi hizmet edebilirim. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü; “Git ve
düşman ara-sına ayrılık tohumları saç” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Nuaym hemen
Kureyzalılara giderek onlara şöyle dedi: “Ey dostlarım, size bir endişemi
aktarmak istiyorum. Kureyş ve Gatafanlılar yarın öbürsü gün sa-vaştan bıkıp
usanıp çekip giderlerse, sizin durumunuz nice olur? Onun için dışarıdan
gelenlerden sizi yalnız bırakıp çekip gitmemeleri konusunda size garanti vermek
üzere onlardan rehin isteyin. Bu sözler Kureyzalılar arasında hemen etkisini
gösterdi. Gatafan ve Kureyş-ten bu konuda rehin istemeye karar verdiler. Bunu
gören Hz. Nuaym hemen Gatafan ve Kureyş ulularının yanına koşarak onlara da
şöyle dedi; “Dostlarım, size bir endişemi açmak istiyorum. Beni Kureyzalı-larda
döneklik emareleri sezinliyorum. Muhammed’le anlaşmalarını bozduklarına pişman
olup sizden bir kısım rehineler isteyerek ona teslim etmeyi ve anlaşmalarına
ihanetlerinin suçunu affettirmeyi düşünüyorlar. Benden size bir dost nasihati,
gerisini siz bilirsiniz” dedi. Bu sözler o tarafta da kabul gördü ve birleşik
ordular arasında dağılma ve şüphelere sebep oldu. Gatafan ve Kureyş
Kureyzalıları denemek için şöyle bir haber gönderdiler: “Biz artık bu savaşın
uzamasından bıktık, sizden ve bizden muharipler seçerek Müslümanlarla karşılıklı
bir meydan savaşına girelim” dediler. Kureyzalılar da; “Hayır, biz sizden çekip
gitmeyeceğinize dair rehineler istiyoruz” deyince Kureyş ve Gatafan Hz. Nuaym’ın
sözlerinin doğru olduğuna kanaat getirdiler ve rehine göndermeyi reddettiler ve
böylece düşman bölünmüş oldu.
Medine’nin
kuşatması 25 günden fazla sürdü. Mevsim kış olup yiyecek ve içecek, hayvan yemi
stoku azalmıştı. Ayrıca saflar arasındaki bu ayrılık her iki tarafı da ürkütmeye
başlamıştı. Bir gece müthiş bir rüzgar çıkmıştı. Kâfirler atlarını, çadırlarını
bile göremez bir duruma gelmişlerdi. Tabiatları gereği bu tür sıkıntılara
dayanamayan kâfirler bir gece hendeğin arkalarını terk edip çekip gitmişti.
Sabahleyin uyandıklarında Müslümanlar bir baktılar ki düşmandan hiçbir eser
kal-mamıştı. Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu: “Artık bundan sonra Kureyş size
hiçbir zaman saldıramayacaktır, şimdi artık sıra
bizdedir.”
Resûlullah
Efendimiz Hendek’ten dönünce Cebrâil aleyhisse-lâm gelip silahlarını bırakmadan
Müslümanların Beni Kureyza Yahudilerinin işini bitirmeleri emrini getirdi. Bu
emri alan Allah’ın Resûlü ashabına şöyle buyurdu: “İman ve itaatinde samimi olan
hiçbir Müslüman Beni Kureyza Yahudilerinin topraklarına varıncaya kadar ikindi
namazını kılmasın.” Ordunun kendilerine doğru geldiğini anlayan alçak Yahudiler
evlerinin damlarına çıkıp Müslümanlar hakkında iyi söz-ler söylemeye başladılar.
Ama söyledikleri bu yağları yaptıkları ihanetlerini örtmeye yetmedi. İslâm
ordusu tarafından kuşatıldıklarını gö-rünce büyük bir dehşete kapıldılar. Bir
iki haftadan fazla bu kuşatmaya dayanamayarak haklarında Evs kabilesinden Sa’d
b. Muaz’ın hüküm vermesi şartıyla teslim oldular. İslâm öncesi müttefikleri olan
Evs kabilesinin ileri gelenlerinden bir Müslüman olan Sa’d’ın aracılığıyla sağ
salim Medine’yi terk edebileceklerini umuyorlardı. Fakat onların bu kancıkça
tavırlarını gören Sa’d efendimiz onların bu beklentilerinin aksine erkeklerinin
öldürülüp, kadın ve çocuklarının esir alınıp mallarının Müslümanlar arasında
ganimet olarak dağıtılmasına hükmetti.
Evet
Uhud savaşı ile Hendek savaşı arasında geçen bu iki yıllık dönem böylesine
kargaşalar içinde geçmişti. Peygamber efendimiz ve Müslümanlar bir an rahat yüzü
görmemişlerdir. Bu dönemde evlenme ve boşanma gibi sosyal yasalara dair âyetler,
miras hukuku, içki ve kumar yasağı gibi pek çok hükümler gelmişti. Yine toplumda
düzenlenmesi gereken evlâtlık konusunda da açıklayıcı âyetler geldi. Daha
önceleri evlâtlık müessesesi vardı. İnsanlar evlâtlıklarını aynen kendi
evlâtları gibi görüyorlar, mirastan ona da pay ayırıyorlar, onların vefatları
sonucu geride bıraktıkları hanımlarıyla evlenemiyorlardı. İşte toplumda
geleneklerin çerçevesini çizdiği bu gibi konular vahiyle dü-zenleniyordu.
Tabii
böyle yüz yıllar boyu toplumda yürürlükte olan bir geleneğin bir anda kaldırılıp
yok edilmesi kolay olamazdı. Bu geleneğin peygamber efendimizin bizzat kendisi
tarafından gerçekleştirilecek bir uygulamayla kaldırılması gerekiyordu. Bu
nedenle tüm öteki reformlar gibi bu da bizzat peygamber efendimizin şahsında
evlâtlığı Zeyd’in boşadığı karısı Zeynep’in evlenmesiyle gerçekleşiyordu. Tıpkı
soylu ve hür bir kadın olan Zeynep’in Resûlullah Efendimizin isteğiyle bir köle
olan Zeyd ile evlenerek toplumda bir başka anlayışın, kölelik an-layışının
yıkılması adına ilk darbenin vuruluğu ya da ilk reform hareketinin
gerçekleştirilmesi gibi. Allah’ın Resûlü toplumda yüz yıllardır var olan kölelik
anlayışını yıkmayı hedeflemişti. Bu iş için en yakınlarından Zeynep ve Zeyd’i
seçmiş ve onları evlendirmişti. Şimdi de evlâtlığı Zeyd’in boşadığı karısıyla
bizzat kendisi evlenerek evlâtlığın öz evlat gibi olmadığı gerçeğinin reformunu
gerçekleştiriyordu. Bunu Allah istemişti. Bizzat vahiyle peygamberimize
bildirmişti Rabbimiz. Sûrede etraflıca bu konu anlatılacak.
Sonra
sûrede tesettürle ilgili hükümler gelecek. Hicapla alâkalı ilk düzenlemeler bu
sûre başlamıştır. Ve bu sûrenin gelişinden takriben bir yıl sonra Hz. Hatice
annemize atılan bir iftiranın akabinde gelen Nûr sûresiyle bu tesettür ve hicâp
konusu tamamlanmıştır.
Yine
sûrede Resûl-i Ekrem Efendimizin aile hayatıyla ilgili bir düzenlemeye dair
âyetler geliyor. Yeri gelince uzun uzun açıklayacağımız gibi peygamber
efendimizin evinde, aileleriyle bir problem yaşanmıştı. Beni Nadir Yahudilerinin
sürgün edilmesiyle Müslümanların ellerine çok büyük çapta ganimetler geçmişti.
Hicretten itibaren dört yıl boyunca Resûlullah Efendimizin evinde yokluk ve
sıkıntı hakimdi. Hanımları belki de onun ekonomi anlayışını bir teste tabi
tutmak istediler. Belki de bugüne kadar Resûlullah’ın elinde avucunda bir şeyi
ol-madığı için evinde sıkıntı çekiliyordu, ama şimdi Yahudilerin ganimet malları
ele geçmiş ve evine harcaması değişecek, bolluğa kavuşacaklardı. İşte hanımları
bunu bir sorgulamak için peygamber efendimize serzenişte bulundular. Dediler ki,
ey Allah’ın Resûlü, elin âlemin kadınları şöyle şöyle bir hayat yaşarken, aylar
geçer de bizim evimizde ocak tütmez, baca yanmaz. Bizim de hakkımız değil mi
şöyle şöyle giyinip kuşanmak? Gibi peygamber efendimizi üzecek şeyler söyleyip
onun tepkisini ölçmek istediler. İşte sûrede bu konunun çözümüyle alâkalı
âyetler geldi.
Yine
sûrede Resûlullah efendimizin dörtten fazla kadınla evlenme iznini konu eden
âyetler geldi. Sonra Müslümanların Resûl-i Ekrem efendimizin hanımlarına karşı
takınmaları gereken tavırların konu edildiği âyetler geliyor. Ziyaret ve
dâvetlerle ilgili hükümler ve muaşeret adaplarının belirtilmesi, kadınların
vakarla evlerinde oturmaları, bir zaruret gereği dışarıya çıkmaları gerektiği
zaman da dış el-biseleriyle ve yüzlerini örterek çıkma
zorunlulukları, Resûlullah Efendimize ve Müslümanlara karşı takındıkları bozuk
tavırlarından ötürü münâfıkların kınandıklar, uyarıldıkları âyetlerle devam eder
sûre. Bu tanıtımdan sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başlayabiliriz. Rabbim gereği gibi anlayıp amele dönüştürmeye hepimizi muvaffak
kılsın inşallah.
1, 2, 3. “Ey Peygamber! Allah'tan sakın, inkârcılara
ve iki yüzlülere uyma, Allah şüphesiz bilendir, hakimdir. Sana Rabbinden vahy
olunana uy; şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allah'a güven, Allah,
Vekil olarak yeter.”
Ey peygamberim, Allah’a karşı
takvalı ol. Allah’a karşı takvanı takın. Allah’ın koruması altına gir. Allah
konusunda duyarlı ol. Allah’la yol bul. Yolunu Allah tarif etsin. Allah desin
sen yap, Allah göstersin sen yürü. Tüm hayatında Allah’ı hesap et. Tüm hayatını
Allah için ve Allah’ın istediği gibi yaşa. Hayatının tümünde söz sahibi Allah
olsun. Ve sakın ha sakın Allah tanımaz kâfirlere ve inanmadıkları halde iman
gösterisinde bulunan münâfıklara itaat etme. Onlarla birlik olma. Hayatını onlar
kaynaklı yaşama. Şüphesiz ki Allah âlim ve Hakimdir.
Her şeyi bilen, bilgisi tam olan
ve yaptığı her şeyi hikmetle yapan, ha-yata hakim olan Rabbin sana yeter. Sen
bırak o kâfir ve münâfıkları da Rabbinin sana vahy ettiklerine tabi ol. Hikmeti
ve hâkimiyeti gereği Rabbin sana ne vahy etmişse sen sadece ona tabi ol, sadece
Onun emrine boyun büküp teslim ol. Unutma ki Rabbin yaptıklarınızın tamamından
haberdardır. Her halinizi gözetlemekte ve bilmektedir.
Ve bir de ey peygamberim, unutma
ki vekil olarak Allah sana yeter. Vekilin sadece Allah olsun. Güvenip bağlanman
sadece Ona olsun. Vekaletini sadece Allah’a teslim et. Boynundaki kulluk ipinin
ucu sadece Onun elinde olsun ve sadece onun çektiği yere git. Sadece Onun
seçimini seçim bil. İradeni sadece Ona ver. O senin hayrına, senin adına ne
karar vermişse sen sadece onu uygula. Tabii biliyoruz ki ey peygamberim,
buyurarak peygamberine söylediklerinin tümünü şu anda bizlere de söylüyor
Rabbimiz. Devam ediyor Rab-bimiz:
4. “Allah insanın içine iki kalp
koymamıştır. Allah, zıhar yapmanız sûretiyle eşlerinizi, anneleriniz gibi
(kendinize haram saymanız için) yaratmamıştır; evlâtlıklarınızı da öz
oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize
doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söylemektedir, doğru yola O
eriştirir.”
Allah insana iki kalp
vermemiştir. Allah insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır. Her insanın
göğsünde tek bir kalp vardır ve onun sahibi de yaratıcı olan Allah’tır. Öyleyse
ey insanlar, unutmayın ki Allah sizin eşlerinizi zıhar yaparak anneleriniz gibi
kendinize haram kılmanız için yaratmamıştır. Unutmayın ki o hanımlarınız sizin
analarınız değildir. Allah o eşlerinizi analarınız kılmadı. Bu sadece kendi
kendinize yüklediğiniz bir zorluktur. Allah evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız
gibi saymanızı, öz oğullarınız gibi görmenizi meşru kılmamıştır. Allah onları öz
oğullarınız gibi değerlendirmez. Sizin onları evlâtlık saymanız, onlara öz evlât
gözüyle bakmanız, ya da hanımlarınızı analarınıza benzetmeniz sadece
ağızlarınızla söylediğiniz sözlerdir. Bunun hiçbir gerçek yanı yoktur.
Allah eşin de, ananın da yerini
belirlemiştir. Allah evlâdın da evlât olmayanın da yerini, konumunu
belirlemiştir. Bu konuda yasayı koyan Odur, yetki Onundur. Çünkü yaratan Odur,
Rab Odur, İlâh Odur. Öyleyse bu konuda, her konuda değerlendirmeyi de Onun
istediği gibi yapmak zorundayız.
Kalbimizde ananın ve hanımın yerini,
evlâdın ve evlâtlığın konumunu ayırmak zorundayız. Çünkü Allah insanın göğsünde
iki kalp yaratmamıştır. Rabbimiz bu ifadesiyle kişinin kalbinde anayla karısını
ayırmasını emretmektedir. Kişinin bir tek kalbi vardır ve orada anasıyla
karısını ayırmalıdır. Anasını karısı gibi, karısını da anası gibi kabul
etmemelidir. Anasını karısı yerine, karısını da anası yerine koymamalıdır.
Yâni kişi tek olan kalpte anayla
karısını karıştırmamalıdır. Tabii beden, zıhar olarak da konum olarak da.
Karısının bedeninin organlarını anasının organları yerine koyarak zıhar
yapmamalı ve kalbinde konum olarak karısını anası yerine koyarak ona itaat
etmeye kalkışmadığı gibi anasını da karısı konumunda görerek ondan hizmet
beklemeye kalkışmamalı, kalpte bu ikisinin fonksiyonlarını
ayırmalıdır.
Evet nasıl ki insanda bir tek kalp
vardır ve o kalpte kişi nasıl ki ananın yeriyle hanımın yerini
karıştırmamalıysa, hanımın yerini ayrı, ananın yerini ayrı tutmalıysa işte aynen
bunun gibi kişi tek olan kalbinde Allah sevgisiyle başka şeylerin sevgisini de
karıştırmamalıdır. Kalbinde Allah sevgisiyle para sevgisini, Allah sevgisiyle
efendi sevgisini, şeyh sevgisini birbirine karıştırmamalıdır. Dünya ile âhireti
karıştırmamalı, para ile namazı, bâkîyle fâniyi, Allah’la başkalarını, Allah’la
babayı, Allah’la kocayı, Allah’la amiri, Rasûlullah sevgisiyle şeyhi, Allah
sevgisiyle başka şeylerin sevgisini, Peygambere itaatin yeriyle, efendiye
itaatin yerini ayırmalıdır kişi. Allah insan da iki kalp yaratma-mıştır ki birini Allah’a ötekisini de başkalarına verelim.
Kalbimiz tektir ve orada tek karar mercii Allah olmalıdır.
Öyleyse kalbimizde İlâh ve Rab
olarak hakim olan sadece Allah olmalıdır. Allah’ın değer yargılarına göre bir
hayat yaşamalıyız. Böyle yapmaz da kendi kendimize bir takım değer yargıları
geliştirecek olursak bunların hiçbir değeri olmayacaktır.
İşte iki konu. Birisi kişinin
kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde karısını anasına benzeterek, anası yerine
koyarak zıhar yapmasıdır. Rabbimiz buyuruyor ki bu yanlıştır. Allah sizin
hanımlarınızı analarınız yapmadı. Hanımlarınızın mahrem yerlerini analarınıza
benzeterek onları kendinize haram kılmaya kalkışmanız yanlıştır diyor Rab-bimiz.
Kendi kendinize böyle demeniz onları size haram kılmaz. Ama bu sözlerinizden
dolayı size bir ceza vardır. Zıhar cezası vardır. Yine bir başkasının çocuğunu
kendi çocuğunuz yerinde de göremezsiniz. Başka bir kadının doğurduğu çocuk sizin
çocuğunuz olamaz. Kim doğurduysa o çocuk ona aittir.
5. “Evlâtlıkları babalarına
nispet edin, bu Allah katında en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu
bilmi-yorsanız, bu takdirde onları din kardeşi ve dost olarak kabul edin.
İçinizden kastederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir
sorumluluk yoktur. Allah bağışlar ve merhamet
eder.”
O evlâtlık edindiğiniz çocukları
kendi babalarına nispet edin. Onları babalarının ismi ile çağırın. Böyle
yapmanız, onları kendi evlâdınız görmemeniz Allah katında adâlete daha uygundur.
Eğer o çocukların babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o zaman onları din
kardeşiniz ve dostunuz olarak kabul edin.
Eğer evlâtlıklar konusunda
Rabbinizin bu yasası gelmeden önce, Rabbinizin bu yasasına muttali olmadan önce,
Ahzâb sûresinin inişinden önce kendi kendinize evlâtlık edinmişseniz ve de bu
evlâtlıklarınıza tıpkı öz evlâtlarınız gibi kendi adınızı izafe etmişseniz,
meselâ evlâtlığınıza “Zeyd Bin Muhammed” diye isim vermişseniz, bundan sonra
artık Rabbinizin bu yasası gereği o çocukları babalarının adıyla çağırın. Zeyd
Bin Harise deyin. Çünkü bu Allah katında adâlete, hakkaniyete daha uygundur.
Çünkü onun asıl babası siz değilsiniz odur.
Veya eğer cahiliye döneminde, Allah
dinini bilmediğiniz döneminizde, aranızda yaptığınız savaşların yaygın olduğu
dönemlerde edinip te babalarını bilmediğiniz evlâtlıklarınız varsa artık onlar
sizin din kardeşlerinizdir, dostlarınızdır, yakınlarınızdır. Eğer kasıtlı değil
de babalarını bilmemenizden dolayı bu konuda bir hataya düşmüşseniz size bir
vebal yoktur. Ancak kalplerinizin kastederek, bilerek yapmış olduklarınızdan
hesaba çekileceksiniz. Babasını bildiğiniz halde hâlâ o kimseleri babalarının
adıyla değil de evlâtlık alan kimsenin adıyla çağırmanızdan sorumlu olacaksınız.
Allah bağışlayandır, kasta muka-rin olmayan kusurlarınızı affedendir ve
merhametiyle muamele edendir.
6. “Mü'minlerin, Peygamberi kendi
nefislerinden çok sevmeleri gerekir; onun eşleri onların anneleridir; akraba
olanlar, miras hususunda, Allah'ın Kitabında birbirlerine mü'minler ve
muhacirlerden daha yakındırlar. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun
dışındadır. Bu Kitapta yazılı bulunmaktadır.”
Nebî mü’minlere kendi
nefislerinden daha evlâdır. Rabbimiz mü’minlerin peygamberle ilişkisini
anlatıyor burada. Peygamber mü’-minlere kendi nefislerinden daha yakın ve
sevgilidir. Mü’minler peygamberi kendi nefislerinden daha evlâ, daha önde
tutacaklar, daha çok sevecekler. Peygamberi kendi nefislerine tercih edecekler.
Peygamberin arzularını kendi arzularının önüne geçirecekler.
Tabii ki peygamber efendimizin
Rabbimizin Ahzâb sûresinin bu âyetlerinde vaz ettiği bu yasasından önce evlâtlık
edindiği Zeyd için de aynı şey geçerli olacaktır. Zeyd artık Rasûlullah
efendimizin evlâdı olmayacak ama Rasûlullah efendimizle kardeşliği, dostluğu
devam edecektir. Yâni bu yasanın belirlenmesinden sonra artık Zey-d’e
Rasûlullah’ın oğlu denilmeyecek, Zeyd bin Muhammed diye çağrılmayacak, Zeyd Bin
Harise denecek.
Ve tüm müslümanların peygambere
karşı tavrı da Rabbimizin istediği biçimde olacak. Müslümanlar peygamberlerini,
örneklerini, mihmandarlarını kendi canlarından evlâ tutacaklar, kendi
nefislerinden daha çok sevecekler. Peygamber (a.s) mü’minler için kendi
nefislerinden daha ön planda olmalıdır. Mü’minlerin tercihi Allah’ın Resûlü
olmalıdır. Heveslerimiz, isteklerimiz, arzularımız, değer yargılarımız,
hükümlerimiz, kararlarımız hep Rasûlullah efendimize, onun kararlarına, onun
arzularına teslim olmalıdır. Allah Resûlünün karşısında alternatif bir
kararımız, alternatif bir hükmümüz, alternatif bir sevgimiz, alternatif bir
değer yargımız olmamalıdır. Tüm değer yargılarımızı Rasûlullah efendimize
bırakmak zorundayız. Her şeyi Rasû-lullah efendimize sormak
zorundayız.
Heveslerini Allah ve Resûlünün önüne
geçirmiş insanlar, canları ne isterse onu yapmaktan çekinmeyen, zevkleri,
nefisleri neyi hoş görürse onu yapanlar, hiçbir kayd altına girmeyenler müslüman
olamazlar. Mü’minler nefislerini, arzularını, heveslerini, tutkularını,
şeytanları, tâğutları bir kenara bırakıp peygamberlerinin arzularını tercih eden
kimselerdir. Nefisleri, hanımları, babaları anaları, çocukları, akrabaları,
kavimleri kabileleri, milletleri, devletleri, politik ve dini liderleri,
ağaları, patronları, çevreleri, âdetleri, töreleri, modaları Allah ve Resûlünün
önüne geçirmeyenler mü’minlerdir.
Şimdi bu âyetler istikâmetinde
bir düşünelim: Acaba bizler kendi bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi
hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün sünnetinin önüne mi
geçiriyoruz? Acaba bizler şu anda kendimizi hayata etkin mi zannediyoruz? Acaba
Allah’a Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine sormadan bizler kendi kendimize
hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı,
nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nereden
kazanıp nerelerde harcayacağımızı, han-gi meslekleri seçeceğimizi Allah ve
Resûlüne sormadan kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz?
Yâni bizim hayat programlarımızı
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine ilişkin, evimize malımıza ilişkin,
dükkanımıza tezgahımıza ilişkin, düğünümüze, derneğimize, hukukumuza eğitimimize
iliş-kin, sosyal ve siyasal yapılanmalarımıza ilişkin, gündüzümüze gecemize
ilişkin programlarımızı kim yapıyor? Tüm bu programlarımızı Al-lah ve Resûlü mü
belirliyor? Yoksa biz mi? Allah’ın Resûlü mü belir-liyor yoksa bizim
heveslerimiz mi? Hayatımızın kaçta kaçına Allah ve Resûlü karışıyor? Kaçta
kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefislerimiz, arzularımız,
heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, arzu ve hevâlarımız istiyor biz
yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve
Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah ve Resûlünün
arzularıyla dolduruyorsak o zaman bilelim ki biz Allah’ın istediği gibi müslüman
değiliz.
Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde
bu hususu anlatırken şöyle buyuruyor:
Sizden hiç biriniz hevâsı, gönlü,
arzusu benim tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü'min olmuş olamazsınız."
Tüm arzularımızı, tüm
heveslerimizi, tüm hedeflerimizi, tüm hayatımızı Rasûlullah efendimizin getirip
tebliğ ettiği dine mutabık kılmak zorundayız.
Hz Ömer efendimiz buyurur ki:
“Allah ve Resûlünün kötü gördüğü
şeyi iyi gören mü'min değildir."
Yine Allah’ın Resûlü başka bir
hadislerinde buyurur ki:
"Sizden biriniz, beni nefsinden,
hanımından çocuğundan ve tüm insanlardan çok sevmedikçe mü'min olmaz.
Buhârî, İbni
Mâce)
Yine Allah’ın Resûlü buyurur:
"Üç şey kimde bulunmuşsa gerçek
imanın tadına ermiştir. Allah ve Resulünün her şeyden çok sevilmesi, sevdiğini
Allah için sevmesi, hidâyete erdikten sonra küfre dönmekten, ateşe düşmek kadar
korkması..."
(A. ibni H.
Müsned’i]
Hz Ali efendimiz de buyurur ki:
"Her kim ki Allah ve Resulüne
muhabbet iddia ettiği halde Allah ve Resulüne muvafık hareket etmezse bu iddiası
bâtıldır.”
Yine bir gün Hz. Ömer efendimiz: Ey
Allah’ın Resûlü, sen bana nefsim hariç anam, babam, oğullarım, kavmim, kardeşim
her şeyden daha sevimlisin der. Allah’ın Resûlü: Ey Ömer nefsinden de ben sana
daha sevimli gelmeliyim buyurunca, Ömer: Evet ya Rasulallah bana nefsimden de
sevimlisi buyurur. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü: Evet şimdi oldu ey Ömer
buyurur.
İşte Rabbimiz bu âyetinde bize
bunu anlatıyor. Tabi sevgi itaati gerektirir. İtaat ta peygamberi tanımayı,
isteklerini, yasaklarını, hayatını, sünnetini bilmeyi gerekli kılar. Elbette
istekleri, yasakları, hayatı bilinmeyen bir peygambere nasıl itaat edilecek te?
Öyleyse ona itaat edebilmek için önce peygamberi tanımak zorundayız. Peygamberin
sünnetini tanımak zorundayız.
Ve peygamberin pak zevceleri de
mü’minlerin anneleri olacaktır. Evet Rasûlullah efendimizin eşleri tüm
mü’minlerin anaları makamındadırlar. Rasûlullah efendimizle nikâhlandığı andan
itibaren onun hanımları bizim anamızdır ve ister Rasûlullah hayattayken
boşadıkları, isterse vefatından sonra hiç bir müslüman o analarıyla evlenemez.
Böyle bir nikâh işte Rabbimizin bu âyetiyle haram kılınmıştır. Doğrusu bunun
hikmetini de bilmek zorunda değiliz. Her ne hikmeti varsa Rab-bimiz böyle
istemiştir. Rabbimizin beyanına göre Rasûlullah efendimizin vefatından sonra
onun eşlerinden hiçbirisi bir başka müslümanla evlenemeyecektir. Çünkü
Rasûlullah efendimizin hanımları tüm mü’-minlerin anaları hükmünde olduğu için
onlarla evlenmeleri analarıyla evlenmeleri gibi yasaktır. Bu Rabbimizin işte bu
âyetinde belirlediği bir yasasıdır.
Akraba olanlar, miras hususunda,
Allah'ın Kitabında birbirlerine mü'minler ve muhacirlerden daha yakındırlar.
Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bu kitapta yazılı
bulunmaktadır. Evet akrabalar Allah’ın kitabında yakınlık verdiği kadar
yakındırlar. Miras konusunda akrabalar mü’minlerden de, muhacirlerden de
birbirlerine daha yakındırlar. Allah mirasta sadece akrabalara pay ayırmıştır.
Ve böylece şimdiye kadar pratikte muhacir ve ensâr’ın birbirlerine mirasçı
olmaları, birbirlerine varis olmaları, ya da mal mülk konusunda birbirlerine
yardımcı olmaları yasaya bağlanmıştır. Sadece rahim bağıyla birbirlerine
bağlanan akrabaların birbirlerine varis olacakları hükme bağlanmıştır. Ama illa
diye bunun bir istisnasını be-yan buyurmuş Rabbimiz. Eğer yakın akraba olmayan
dostlarınıza maruf şekilde bir iyilik yaparsanız, mallarınızdan bir kısmını
verirseniz bu müstesnadır, bu size bırakılmıştır. Bu da kitaba yazılmış, bu
kitapta açıklanmış bir konudur.
7. “Peygamberden söz almıştık. Ey
Muhammed! Senden, Nuh’tan, İbrâhim'den, Mûsâ'dan, Meryem oğlu Îsâ'dan sağlam bir
söz almışızdır.”
Hani hatırlayın, Biz
peygamberlerden söz almıştık. Senden önceki elçilerimizden aldığımız gibi sen
den de söz aldık. Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan, Meryem oğlu Îsâ’dan sağlam bir
söz almışızdır. Onlardan insanlara kulluğu, risâleti, Allah’ın rubûbiyet ve
ulûhi-yetini hatırlatmak üzere, insanları Allah’a kulluğa çağırmak üzere sağlam
bir söz almıştık. Bu görevi onlara yüklemiştik te onlar da görevi yerine
getireceklerine dair söz verip ahitte bulunmuşlardı. Niye böyle yapmış Rabbimiz?
Niye söz almış elçilerinden? Niye görevlendirmiş
elçilerini?
8. “Allah, doğrulardan
doğruluklarını sormak ve inkârcılara da can yakıcı azap hazırlamak için bunu
yapmıştır.”
Doğru olanlara, iman ve
teslimiyet iddialarında sadık olanlara, imanlarını eyleme dökenlere, iddialarını
hayatlarıyla, amelleriyle görüntüleyenlere Allah sadâkatlerini sorsun da
mükafatlarını versin, kâfirlere, inkârcılara da bu tavırlarından ötürü acıklı
bir azap versin diye. Evet imanlarında sadık olanlara mükafat vermek, kâfirleri
de cezalandırmak için elçiler gönderiyor Rabbimiz.
Öyleyse Rablerine verdikleri
misâklarına, ahitlerine sadık davrananlar mükafatlandırılırken, inkâr edenler de
cezalandırılacaklardır. Rabbimiz burada genel bir sözleşmeyi hatırlatıyor. Her
ne zaman bir topluma elçi göndermişse Rabbimiz, o elçisi vasıtasıyla o toplumdan
misâk almaktadır, söz almaktadır. Ve o toplum elçilerinin kendilerine
Rablerinden getirdiği emirlere riâyet edip nehiylerden kaçındıkları zaman
sözleşmelerine sadık davranmış, aksini yaptıkları zaman da ahitlerini bozmuşlar
demektir.
Ve işte ey peygamberim senden de söz
aldık. Burada anlatılan konularda, evlâtlık konusunda, peygamber (a.s)’ın
hanımlarıyla evlenme haramlığı konusunda, miras konusunda tüm yanlış
değerlendirmelerden, yanlış anlaşılmalardan uzaklaşıp, Allah yasalarını duyar
duymaz o yasalar istikâmetinde tavır alıp sadık davranalar
mükafatlandırılacaktır. Rabbimizin bu yeni düzenlemeleri eski uygulamaları iptal
edecektir. Ve artık kıyâmete kadar hiç kimsenin değiştirme yetkisi olmadan
varlığını sürdürecektir. Ve öldüğümüz andan itibaren, dirildiğimiz andan
itibaren Rabbimizin kitabında vaz ettiği bu yasalarıyla hesaba çekileceğiz. Tüm
insanlık bu kitapla sorguya çekilecektir. Bu kitaba göre hareket edenler,
hayatını bu kitaba göre yaşayanlar, bu kitabın yasalarını uygulayanlar, Allah’ın
isteklerine karşı sadık davrananlar, bu kitaba iman iddiasında sadâkat ortaya
koyanlar mükafatlandırılacak, aksini yapanlar ise
cezalandırılacaklardır.
Bundan sonra Rabbimiz Hendek savaşı
veya Ahzâb savaşıyla ilgili bir konuyu gündeme getirecek:
9. “Ey İnananlar! Allah'ın size
olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti, Biz de onların üzerine rüzgarlar
ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı
görüyordu.”
Ey mü’minler Rabbinizin sizin
üzerinize indirdiği nimetini bir hatırlayın. Ahzâb günü, ya da Hendek günü
Rabbinizin sizin üzerinize indirdiği nimetlerini bir gündeme alın. Sizler
Medine’de hendekler kazıp üzerinize doğru gelmekte olan düşman güçlerine karşı
kendinizi sağlama almaya çalışıyordunuz. Allah’ın lütfuyla hendek kazma işinde
muvaffak olmuştunuz. Allah’ın Selmanı Farisînin hatırına getirmesi ve
peygamberin de onun teklifini kabul etmesi sonucu bir hendek kazdınız. Rabbiniz
bu konuda sizi başarılı kılmıştı. Üzerinize gelen düşmânâ karşı bir savunma
savaşı verecektiniz. Ve ordular sizin üzerinize doğru gelmişti. Mekkeliler civar
kabilelerle de işbirliği yaparak, Beni Nadır ve Beni Kureyza Yahudilerini de
yanlarına alarak 24000 civarında büyük orduyla Medine’ye doğru geliyordu.
Müslümanların kökünü kazımaya yemin etmişlerdi. Medine’yi kuşatmışlardı.
Medine’nin kuşatılması uzun bir süre devam etmişti. Çok kaygılı anlar yaşadınız.
Biz onların üzerlerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik.
Evet Rabbimiz bu iman küfür
savaşında, hak bâtıl savaşında mü’minlere destek veriyordu. Öyle bir rüzgar
gönderdi ki Rabbimiz toprakları yüzlerine savuruyor, çadırlarını söküyor,
ateşlerini söndürüyor, hayvanlarını dağıtıyor, kâfirleri perişan ediyordu. Bu
arada melekler, Allah’ın görünmeyen orduları da kâfirlerin arasında Allahu
Ek-ber diyerek tekbir getiriyorlardı. Kâfirlerin kalplerine korku salmıştı. Bir
panik başladı ve kaçıp gittiler. Bilesiniz ki Allah tüm yaptıklarınızı
görmektedir.
Yâni savaşları Allah
yönetmektedir. Savaşı yönlendiren, sizi koruyan Allah’tır. Galip getireceğini
galip getiriyor, koruyacağını ko-ruyor, helâk edeceğini de helâk ediyor Allah.
İşte böylece Allah’ın lüt-fuyla, Allah’ın size yardımıyla büyük bir ordu kaçmak
zorunda kalıyor ve şehriniz kuşatma altından kurtuluyordu. Allah sizin
yaptıklarınızı görendir. Sizin sabrınızı, direncinizi, Allah’ın dinini, Allah’ın
elçisini ko-rumadaki kararlılığınızı gören ve bilendir Allah.
10. “Onlar size yukarınızdan ve
aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti; Allah
için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz.”
Hani hatırlasanıza, üzerinizden,
yukarınızdan ve aşağınızdan, alt tarafınızdan gelip hücum etmişlerdi. Her
tarafınızdan kuşatılmıştınız. Necid ve Hayber tarafından gelenler yukarınızdan,
Mekke’den gelenler de aşağınızdan saldırmışlardı. Bir grup doğu tarafından bir
başka grup ta batıdan, yâni vadinin alt tarafından gelmişti. Ve o zaman
üzerinize çullanan orduların büyüklüğünden, güçlülüğünden dolayı gözler kaymış,
bayağı bayağı korku ve sıkıntı içine düşmüştünüz. Korkunuzdan dolayı gelen
orduya bakamıyordunuz. Korkunuzdan normal bakma yeteneğinizi kaybetmiştiniz. Ve
yürekleriniz ağzınıza gelmiş dayanmıştı. Tedirginliği, dehşeti zirve noktasında
yaşıyordunuz. Kalpleriniz heyecanla çarpıyordu.
Ve siz Allah hakkında bir takım
zanlarda bulunuyordunuz. Allah hakkında bir takım değerlendirmelerde
bulunuyordunuz. Sağlam mü’minler Allah’ın kendilerini çetin bir imtihana
sürdüğünü düşünerek ayaklarının kayabileceğinden, bu denemede Allah’ın ve
Resûlünün istediği tahammülü gösterememekten korkmuşlar, münâfıklar da temelden
sarsılıp artık mü’minlerin sonlarının geldiği zehabına kapılmışlardı. İşte
savaşın en kızgın anında sizlerin halet-i ruhîyeleriniz böyleydi.
11. “İşte orada, inananlar
denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya
uğratılmışlardı.”
İşte orada, o anda mü’minler
imtihan ediliyorlar ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsılıyorlardı. Gerçekten
mü’minlerde çok korkunç ve şid-detli bir sarsıntı durumu hakimdi. Tamamen her
yanlarından çepeçevre kuşatılmışlardı. Gerçekten tüm Arap kabilelerin müttefik
orduları, birleşik milletler, birleşik kavimler, hizipler, Ahzâb üzerlerine
gelmişti. Ahzâb işte bu anlama geliyordu. Tüm bu orduların kuşattığı hendeğin
içinde Rasûlullah, ona gerçekten iman etmiş müslümanlar ve inanmadıkları halde
inanmış görünen kimseler vardı.
Ve daha önce Rasûlullah
efendimizin Medine’yi birlikte müdafaa konusunda kendileriyle anlaşma yaptığı
Yahudi kabileler de bu anlaşmalarını bozarak gelen bu küfür ordusunun safına
katılmışlar. Beri tarafta müslümanların safında bulunan münâfıkların da
müslü-manlara karşı haince planlar içinde olmaları, müslümanlara ihanet etmeleri
de söz konusuydu. Gerçekten müslümanlar çok büyük sıkıntılı anlar
yaşıyorlardı.
12. “İkiyüzlüler ve kalplerinde
hastalık olanlar: "Allah ve peygamberi bize sadece kuru vaatlerde bulundular"
diyor-lardı.”
İki yüzlü münâfıklar ve
kalplerinde hastalık bulunanlar şöyle diyorlardı: Allah ve peygamberi bize
sadece kuru vaatlerde bulundular. Demek ki Allah ve Resûlü bizi boş şeylerle
aldatıyorlarmış. Allah ve Resûlü bize boş şeyler vaadetmişler ve bizi
aldatmışlar. Hani Allah ve Resûlü bize kâfirler karşısında yardım ve destek
vaadetmişlerdi. Hani bize zafer vaadinde bulunmuşlardı. Hani yardım görecektik?
Ha-ni desteklenecektik? Şu anda düşman karşısında
tuvalete bile gidemeyecek bir duruma düşmüşken peygamber tutmuş bize Kisra’nın
ve Kayzer’in ülkelerinin fethinden söz ediyor. Boş vaad den başka bir şey
değildir bunlar diyorlardı. Alçaklar daha hendek kazılırken bile bu
inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunanlar Rasûlullah’ı ve müslümanları
üzecek tavırlarda, sözlerde bulunuyorlardı. Şimdi artık daha bir sıkışmışlar,
şirretliklerini artırıyorlardı.
Bu arada kendi canlarını
kurtarabilmek için saklı, saklı Yahudilerle görüşmeler yapıyorlar, işbirliği
içine girmeye çalışıyorlardı. Ra-sûlullah ve müslümanlara ihanet planları
kuruyorlardı. Mü’minlerin morallerini bozmak, cesaretlerini kırabilmek için
ellerinden ne geliyorsa yapmaya çalışıyorlardı. Bakın işte görüyorsunuz, Allah
ve Resûlü bize boş şeylerden, ham hayallerden başka bir şey vaad etmiyormuş
diyerek en sıkıntılı anlarında mü’minleri yenilgiye uğratmaya çalışıyorlardı.
Bakın onlardan bir grup şöyle demişti:
13. “İçlerinden bir takımı: “Ey
Medineliler! Tutunacak yeriniz yok, geri dönün” demişti. İçlerinden bir topluluk
da Peygamberden: “Evlerimiz düşmânâ açıktır” diyerek izin istemişlerdi. Oysa
evleri açık değildi sadece kaçmak istiyorlardı.”
Ey Yesrip halkı. Dikkat ederseniz
ey Medineliler diyemiyorlar-dı. Neden? Çünkü adamlar o anda cahiliye tarih
felsefesini gündeme getirerek, cahiliye anlayışına dönerek Medine’nin Muhammed
(a.s)’ın gelmesinden önceki ismi ile halkına hitap ederek küfürlerini kusmaya
çalışıyorlardı. Böylece bu hitapla Muhammed (a.s)’ı ve dinini silmeyi
hedefliyorlardı. Artık Muhammedin de dininin de pili bitti ve bu şehir Yesrip
olacak, eski günlerine, cahiliye dönemine dönecek istiyorlardı.
Tüm müşrik tarih felsefelerinin
hedefi işte budur. İsterler ki bir ülke İslâm ve müslümanlar tarafından
fethinden önceki cahiliye dönemine dönsün. Bakın şu anda tüm İslam ülkelerinin
tarih felsefeleri böyle oluşturulmaya çalışılıyor.
Şu andaki tüm İslâm ülkelerinin
tarihlerini gün yüzüne çıkarmaya çalışanlar hep İslâm’ın ve müslümanların egemen
oldukları dö-nemleri unutturmaya çalışıyorlar. Bu ülkelerin tarih felsefelerini
geliştirenler hep kâfirler oldukları için âdeta bu topraklar aslında bizimdi der
gibi bir edayla tarih geliştiriyorlar. Bakın işte o günkü münâfıklar da
müslümanlara ey Medineliler demiyorlar da ey Yesripliler diyorlar. Me-dinet’ün
Nebî diyerek o şehri peygambere izafe etmiyorlar da İslam öncesi ismiyle Yesrip
diyorlar.
Ey Yesrip halkı, artık burada sizin
için tutunacak bir yeriniz, bir dalınız kalmadı. Artık burada sizin işiniz
bitti. Haydi çekin gidin buradan. Haydi def olup gidin bu yerden. Ya da artık
sizin burada, bu hendekte tutunacak bir durumunuz kalmadı, haydi dönün şehre.
Veya artık sizin İslâm’da kalma şansınız kalmadı, haydi dönün dinlerinizden.
Haydi artık sizi rezil ve rüsva eden şu müslümanlığı bırakın da atalarınızın
dinine dönün. Allah ve Resûlüne verdiğiniz sözlerinizden dönün. İmandan
İslâm’dan küfre dönün ki şu ordu karşısında helâk olmayın
diyorlardı.
Tam savaş düzeni aldıkları bir ortamda
onlardan bir grup ta Rasûlullah (a.s)’a gelerek izin istiyorlardı. Mâzeret beyan
ediyorlardı. Diyorlardı ki, ey Allah’ın Resûlü, gerçekten evlerimiz açıktır.
Evlerimiz açıkta kaldı. Evlerimiz, çoluk çocuklarımız savunmasız bir durumdadır.
Bize izin ver de evlerimizde kalıp savunalım diyorlardı. Halbuki Allah buyuruyor
evleri açıkta falan değildi. Evleri korunma altındaydı. Evlerinin korunmasını
Allah’ın Resûlü güzel planlamıştı. Dertleri bu değildi adamların. Evleri güvende
olduğu halde bu tür bahanelerle sa-vaştan, Rasûlullah ve müslümanlarla cepheye
gitmekten tüymek isti-yorlardı hainler. Dertleri Allah için bir savaştan
kaçmaktı. İstekleri yalnız kalmaktı. İstekleri peygamberi yalnız bırakmaktı.
Böylece müslü-manları kendi başlarına bırakıp morallerini bozmak, cesaretlerini
kırmak ve yenilmelerini sağlamaktı.
Müslümanlarla daha önce anlaşma yapan
Beni Kureyza Yahudileri müslümanları arkadan vurarak müşriklere katılınca bunlar
da kıvırtmaya başlıyorlardı. Evlerinin düşmânâ ve hırsızlara açık olduğunu iddia
ederek tüymek istiyorlardı. Tıpkı şu anda ne yapalım “Kör olası hanede evlâd u
ıyal var” diyerek Allah’ın istediği kulluklardan, sorumluluklardan kaçanlar
gibi. Acaba bu hainler evlerinde, geride kaldıkları zaman evlerinin müdafaası
için savaşacaklar mıydı? Kesinlikle hayır.
14. “Eğer Medine'nin etrafından
üzerlerine varılmış olsa, sonra da kendilerinden fitne çıkarmaları istense hemen
buna girişip derhal yapmaktan geri kalmazlardı.”
Eğer onlara şehrin her yanından
girilip, Medine’nin her tarafından girilip üzerlerine varılmış olsaydı. O
korumasız dedikleri evlerine girilmiş olsaydı. Yâni o müttefik ordular, o Ahzâb
orduları her taraftan üzerlerine hücum etmiş olsalardı acaba evlerinin
savunulması konusunda silaha sarılacaklar mıydı? Ve hattâ bırakın evlerini
savun-malarını o müttefik ordular tarafından
kendilerinden dinlerinden dönmeleri konusunda, yahut da kendileriyle birlik olup
müslümanların aleyhinde hareket etmeleri istenseydi hemen buna girişip
müslüman-ları arkadan hançerlemekte asla geri kalmazlardı. Kendilerinden bir
fitne istenseydi pek çoğu hemen bu işin içine girerlerdi. Müslümanlar aleyhine
kâfirlere yardımcı olurlardı. Müslümanlar aleyhine fitne ve fesat çevirmeye
kalkışırlardı. Onlardan böyle bir şey istenseydi hiç tereddütsüz bunu
yaparlardı. Zaten onların derdi güçlü gördükleri Ahzâb karşısına çıkmamaktı.
15. “Andolsun ki, daha önce, sırt
çevirip kaçmayacaklarına dair Allah'a ahd vermişlerdi. Allah'a verilen ahd
sorulacaktır.”
Halbuki Allah onlardan daha önce
söz almıştı. Allah daha önce kendilerinden düşmânâ karşı sırt çevirip
kaçmayacaklarına dair, Allah ve elçisine karşı, müslümanlara karşı fitne ve
bozgunculuk içine girmeyeceklerine dair söz almıştı, ahit almıştı. Allah ve
Resûlüne iman etmiş kimseler, iman iddiasında bulunmuş kimseler olarak dıştan
gelebilecek etkilerden etkilenmeyeceklerine dair onlardan söz almıştı Allah.
Bunlar daha önce Uhud savaşında da yılgınlık göstermişlerdi, sonra tevbe
etmişlerdi ve bir daha asla düşmânâ karşı sırt dönüp kaçmayacaklarına dair
Rasûlullah’a yemin etmişlerdi. Elbette Allah’a verilen söz sorulacaktır. Elbette
Allah’a verilen söz bir sorumluluk gerektirecektir. Kim Allah’a bir söz vermişse
o sözünü yerine getirmek zorundaydı.
Ama bu adamlar işte böyle bir
yanlışın içine girdiler. Böyle daha önce gösterdikleri bir yanılgıyı telafi
edeceklerine dair Allah’a söz verip te sözünde durmayanlar bilsinler ki Allah
asla kandırılamaz. Peki bu adamların bu tavırlarının, bu kaçışlarının sebebi
neydi? Bakın bunun sebebini Rabbimiz şöylece gündeme
getiriyor:
16. “Ey Muhammed! De ki: “Eğer
ölümden yahut öldürülmekten kaçıyorsanız bilin ki, kaçmak size fayda
vermeyecektir; kaçsanız bile az bir zamandan fazla
yaşatılmazsınız.”
Ey peygamberim ve ey müslümanlar,
böyle sıkışık bir anda müslümanları kendi başlarına terk edip kaçanlara deyin
ki. Böyle zor anlarda, tehlikeli anlarda ölüm korkusuyla müslümanları satanlara
deyin ki, sizin böyle ölümden kaçmanız size asla bir fayda sağlamayacaktır.
Kaçmanız size hiçbir yarar sağlamayacaktır. Ölümden, yahut öldürülmekten
kaçmanız size hiçbir şey kazandırmayacak. Bu kaçışınız sizin hayrınıza
olmayacaktır. Haydi kaçsanız bile az bir zamandan fazla yaşatılmayacaksınız. Bu
dünyada ebedî kalmayacaksınız.
Yâni ne kadar kaçarsanız kaçın
yine Rabbinizin sizin için takdir ettiği ecele kadar yaşayacaksınız. Yâni eğer
eceliniz gelmişse kaçmanızın, gelmemişse yine kaçmanızın hiçbir anlamı
olmayacaktır. Allah’ın takdir ettiği ecelden kurtulmanız mümkün değildir. Böyle
olunca kaçtığınız zaman Rabbiniz sizi yakalayacak ve cezanız ağır olacaktır.
17. “De ki: “Allah size bir
kötülük dilese veya bir rahmet istese, O'na karşı kim sizi koruyabilir?
Allah'tan başka dost ve yardımcı da bulamazsınız.”
Yine de ki onlara, Allah size bir
kötülük murad etse sizi Allah’ın muradından koruyacak, Allah’ın takdirinin önüne
geçip sizi kurtaracak var mı? Yine Rabbiniz size bir rahmet, bir acıma, bir
mağfiret dilese, onu sizden engelleyecek, onun önüne geçip sizi ondan mahrum
bırakacak bir güç var mı? Mağfiret te, merhamet te Allah’ın kararıdır, kötülükte
Allah’ın kararıdır. Fayda vermek te, zarar vermek te sadece Allah’a aittir. Size
bir rahmet ulaştırmayı, bir zafer ulaştırmayı dilediği zaman, ya da size bir
azap göndermeye, bir hezimet tattırmaya karar verdiği zaman buna kim karşı
çıkabilir? Allah’tan başka hiçbir kimsenin, hiçbir gücün bu konuda zerre kadar
bir yetkisinin olmadığını bilmiyor musunuz? Allah’tan başka ne bir yardımcı, ne
de bir dost, velî bulamazsınız. Dostunuz da Allah’tır, yardımcınız da. Velî
olarak Allah’ı bıraktığınız zaman, velâyetinizi başkalarına vermeye,
başkalarının kararlarını uygulamaya kalkıştığınız zaman kesinlikle bi-lesiniz ki Ondan başka hiç
kimsenin velâyeti ve yardımı size ulaşmayacak, hiçbir fayda
sağlamayacaktır.
18,19. “Allah, içinizden sizi
alıkoyanları, size Allah'ın yardımını kıskanarak, kardeşlerine “Bize gelin,
zorlanmadıkça savaşa gitmeyin” diyenleri bilir. Kalplerine korku gelince, ölüm
baygınlığı geçiren kimse gibi gözleri dönerek, ey Muhammed! sana baktıklarını görürsün. Korkuları gidince
iyiliğinize olanı çekemeyip sivri dilleriyle sizi incitirler. Bunlar
inanmamışlardır, Allah, bu sebeple işlerini boşa çıkarmıştır; bu, Allah için
kolaydır.”
Doğrusu Allah içinizden insanları
Allah yolunda bir savaştan, Allah’a kulluktan, peygamber (a.s)’a yardımdan
alıkoyanları bilmektedir. Onlar, o münâfıklar kardeşlerine, kabilelerine,
kendileriyle birlikte düşüp kalkanlara şöyle diyorlardı: Gelin bize. Muhammedi
bırakın da bize gelin. Onun isteğiyle böyle son derece tehlikeli maceralara,
riskli işlere kendinizi atmaktan vaz geçin de gelin bizim gibi rahat ve kolay
bir hayat yaşayın. Gelin ölüme giden yolu bırakın da şu evlerinizde, şu
bağlarınızda bahçelerinizde yan gelip yatmak üzere, keyfinize bakmak üzere bize
katılın. Bırakın o akılsız müslümanları onlar kendi sıkıntılarıyla baş başa
kalsınlar diyenleri de Allah bilmektedir. Allah onlardan da bu sözlerinden, bu
tavırlarından da haberdardır.
Bunlar pek azı müstesna böyle
zorlu savaşa gelmiyorlar. Savaş onları sıkıntıya soktuğu için böyle bir savaşa
direnemiyorlar, kaçmaya çalışıyorlar. Belki kısa bir süre sizinle çıkarlar,
sizinle birlikteymiş gibi görünürler ama sonra hemen kaçıp giderler. Baktılar ki
müslümanlar müttefik güçler tarafından kuşatılmışlar, Medine’de muhasara altına
alınmışlar ve ne yapılacak? Başlarına neler gelecek? kimsenin bildiği yoktur.
Tam böyle bir imtihan anında hemen tüyerler onlar.
Çünkü böyle bir durumda
müslümanlar Allah için her şeylerini fedâ etmeyi düşünüp, imtihandan başarılı
çıkmanın derdine düşmüşlerken onlar hiçbir fedâkârlığa yanaşmazlar. Mü’minlerle
işbirliği içine girmezler. Çünkü onlar uğrunda fedâi mal ve fedâi cana değmez
bir Allah inancına sahiptirler.
Ve gerçekten bu adamlar size karşı
kıskanç davranıyorlar. Size karşı bencil ve cimri davranıyorlar. Size olan
sevgileri, bağlılıkları onları bir takım fedâkârlıklar göze almaya götürecek
seviyede değildir. Sizlerle düşman nazarlarında tartıldığı zaman düşman ağır
basmaktadır. Çünkü düşmandan bir korku geldiği zaman onları görürsün ki gözleri
dönmüş bir vaziyette sana bakıyorlar. Ölüm baygınlığından ötürü gözleri dönmüş
gibi, sanki kendilerini ölüm bürümüş gibi sakınma ve korku içinde sana
bakıyorlar. Ne yaptıklarını, ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette şaşkın,
şaşkın seni süzüyorlar.
Ama korku kendilerinden gidince
de keskin, incitici dilleriyle de sana yöneliyorlar. Allah korkuyu giderip te
zaferi nasip edince mala mülke çok düşkün oldukları için keskin dilleriyle seni
eleştirmeye başlayarak ganimetten yana tavır alırlar. Ganimetlerden hisse
kapabilmek için akla hayale gelmedik değerlendirmelerde bulunurlar.
Müslümanlıklarından, İslâm’a karşı samimi gayretlerinden dem vurarak bizim
payımızı unutmayın, çünkü bu savaşta bizler de sizinle beraberdik derler. Bizim
desteğimizle bu galibiyete ve ganimetlere ulaştınız derler. Savaşta korkaktırlar
ama ganimetler konusunda çok cesurdurlar.
İşte bunlar iman etmeyenlerdir.
Dilleriyle böyle iman iddiasında bulunmuş olsalar da bunlar kalpleriyle iman
etmemiş kimselerdir. Onun için Allah onların yaptıklarını, amellerini boşa
çıkarmıştır. Yaşadıkları hayatta namazları da, oruçları da, savaşları da tüm
işleri tüm amelleri boşa gitmiştir. Çünkü Allah amelleri dış formlarına göre
de-ğerlendirmez. Allah amelleri niyetlere göre, o amelleri işlemeye sevk eden
iman ve samimiyetlere göre değerlendirir. Allah için niyetten ve samimiyetten
uzak ameller Allah katında boştur. Böyle şahsî çıkarlarını kendi rızasından,
kendi dininden üstün tutanları Allah asla mü’min olarak kabul etmemektedir.
Ve Allah için bu iş gâyet
kolaydır. Yâni onları helâk etmek, onların defterini dürmek çok kolaydır Allah
için. Onların işlerini bitirmek te kolaydır, onların amellerini boşa çıkarmak ta
kolaydır, onların korkup ürktükleri birleşmiş güçleri, Ahzâb’ı bozguna uğratıp
onlar karşısında az da olsalar müslümanları galip getirmek te kolaydır.
20. “Bunlar, düşman birliklerinin
gitmediklerini sanıyorlardı. Bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, kendilerinin
çöllerde bedevilerin yanında bulunup, sadece sizin haberinizi sormayı
dilerlerdi. Aranızda olsalar ancak pek az
savaşırlardı.”
Onlar kendilerini korkutan bu
düşman birliklerinin, düşman ordularının gitmediklerini zannediyorlar.
Korkaklıklarından dolayı, düşmanı çok güçlü ve baş edilmez gördüklerinden dolayı
onların çekip gitmediklerini, kendilerine çok yakın bir yerde bulunup tekrar
döneceklerini, tekrar saldıracaklarını zannediyorlar. Halbuki bunlar Allah’ın
yardımını hiç hesap edemeyen zavallılardır. Rabbimiz görünmeyen ordularıyla,
rüzgarlarıyla onları perişan edip arkalarına bile bakmadan kaçırmıştır. Onları
çoktan mağlup etmişti. Medine’yi muhasaradan vazgeçip ülkelerine dönmeye mahkum
etmişti. Ama Rablerini tanımayan bu zavallıların bundan haberleri olmadığı için
kendi zayıflıkları sebebiyle böyle bir şeyi anlayamıyorlar ve olmadık hesapların
içine giriyorlardı.
Eğer düşman orduları tekrar geri
dönselerdi bu alçaklar kendilerinin çöllerde bulunup sadece uzaktan sizin
haberinizi çöl bedevilerinden sorup öğrenmeyi arzu ederlerdi. Artık bu defa şu
anda sizinle birlikte bulunup kendilerini büyük bir riske atmalarının
tecrübesizliğini anlamış kimseler olarak çöle gitmeyi düşüneceklerdir. Böylece
kendilerini garantiye almış olacaklardır. Uzaktan sizin durumunuzu gözetleyip
eğer siz galip gelirseniz ganimetlere ulaşmak için sizin yanınıza koşacaklar,
yok eğer siz yenilmişseniz bu defa da Medine’yi tekrar eski Yesrip yapmak için
bir hazırlık için geleceklerdi. İşleri güçleri bu adamların fitnedir, fesattır.
Eğer aranızda olsalar bile onlardan çok
azı savaşırdı. İşte bunlar sizin aranızda bulunan böyle zavallı bir durumdan bir
türlü kendilerini kurtaramayan arkadaşlarınızdır. Medine’de birlikte hayat
sürdüğünüz kimselerdir bunlar. Siz onları bırakın da:
¬
21. “Ey İnananlar! Andolsun ki,
sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan
kimseler için Rasûlullah en güzel örnektir.”
Muhakkak ki Allah’a ve âhiret
gününe inananlar için Allah’ın Resûlünde sizin için güzel bir örnek vardır.
Allah’ı çok çok zikreden kimseler için. Rasûlullah nasıl Allah için bir hayat
yaşıyorsa siz de ya-şayın. O
nasıl Allah yolunda savaşıyorsa siz de savaşın. Allah düş-manı müttefik güçlere karşı o nasıl direnç gösteriyorsa siz
de öylece sabır ve direnç gösterin.
Evet Rasûlullah efendimizin tüm
hayatı bizim için en güzel bir örnektir. Çünkü Allah’ın Resûlü örnek kuldur,
form dilekçedir. Allah bizden istediği kulluğu onun şahsında örneklemiştir. Size
gönderdiğim bu elçim gibi bir hayat yaşayın buyurmuştur. Tabii Rasûlullah
efendimizin örnekliği sadece kendi dönemi ashabını değil, kıyâmete kadar
tüm mü’minleri
bağlayacaktır.
Üsve, arkasından gidilecek, takip
edilecek nümune-i imtisâl demektir. Evet Allah’ın Resûlü tüm sözlerinde, tüm
fiillerinde, tüm ha-yatında mü’minler için takip edilmesi gereken bir örnektir.
Önceki derslerimizde bu konuda çok şey söyledik. Bakın Onun hayatını örnek alan
mü’minlerin durumlarını Rabbimiz şöylece ortaya koyuyor:
22. “İnananlar, düşman
birliklerini gördükleri zaman: İşte bu, Allah ve peygamberinin bize vaad
ettiğidir; Allah ve peygamberi doğru söylemiştir" dediler. Bu onların ancak
imanını ve teslimiyetini artırdı.”
Ne zaman ki o mü’minler Ahzâb’ı
gördüler hemen dediler ki işte Allah ve Resûlünün bize vaad ettiğidir, şüphesiz
ki Allah ve Resûlü doğru söylemiştir dediler. Evet önceki âyetlerde ne
buyurmuştu Rabbimiz münâfıklar hakkında? Onlar da bu Ahzâb’ı, birleşik orduları
gördükleri zaman demişlerdi ki Allah ve Resûlü bizi aldatmıştır. Allah ve Resûlü
bize boş şeyler vaad etmiştir demişlerdi değil mi? Bunlar Rasûlullah’ı örnek
almayan, âhiret endişesi taşımayan, hesaba çekileceklerinin şuurunda olmayan,
Allah’ı çokça zikretmeyen, Allah’ın âyetlerini hafızalarında canlı tutmayan,
Allah’ın yasalarını gündemlerine almayan kimselerdi.
Ama Allah’ı çokça zikreden,
Allah’ın âyetleriyle yol bulmaya çalışan, Allah’ın elçisini takip eden mü’minler
bu müttefik güçleri gördükleri zaman ne diyorlar? Onlar da tıpkı örnekleri gibi
dimdik düşman karşısında durup işte Allah ve Resûlünün bize vaad ettiği budur.
Allah ve Resûlü ne söylemişse doğru söylemiştir. Allah ve Resûlü bizden nasıl
bir tavır istemişse doğru istemiştir dediler ve bu ordular ancak onların
imanlarını artırmıştır. Bu durum ancak onların Allah ve Resûlüne karşı
teslimiyetlerini artırmıştır.
Gerçekten bu mü’minler Allah ve
Resûlüne gönülden inanan kimselerdi. Allah ve Resûlünün kendilerini kesinlikle
zafere ulaştıracağına güvenleri tamdı. Allah ve Resûlünün vaadinden
dönmeyeceğine itimatları tamdı. Allah’ın kaza ve kaderine imanları mükemmeldi.
Kâfirlerin her bir yandan kendilerini kuşattığı, münâfıkların kendilerini terk
ettiği, daha önce kendileriyle anlaşma yapmış Yahudilerin kendilerini arkadan
hançerleme kararı aldıkları bir ortamda, sıkıntılı anlar yaşadıkları halde bu
müslümanlar Allah ve Resûlünün kendilerine va-ad
ettiği zaferin çok yakın olduğunu, bundan sonra bu kâfirlerin asla bir daha
Medine’ye hücum edemeyeceklerini biliyorlar, iman ediyorlardı. Aynen
peygamberlerinin vaad ettiği gibi artık bundan sonra hücum sırasının kendilerine
geleceğine, Bizans ve İran’ın, hattâ tüm dünya devletlerinin, tüm dünya
şehirlerinin fethedileceğine imanları tamdı. Kesinlikle biliyor ve inanıyorlardı
ki bundan sonra tüm zaferler, tüm fetihler kendilerinin
olacaktı.
23. “İnananlardan, Allah'a
verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi
de beklemektedir. Ahitlerini hiç
değiştirmemişlerdir.”
İşte o mü’minlerden öyle
yiğitler, öyle erler vardır ki onlar Allah’a vermiş oldukları sözlerde sadık
davrandılar. Daha önce Allah için bir savaş gerçekleşirse şehadet şerbetini
içene kadar Rasû-lullah’ın yanından bir adım bile ayrılmayacakları konusunda
Allah ve Resûlüne söz vermişlerdi. İşte bunlar Allah’a verdikleri bu sözlerine
sadık davrandılar. Onlardan bazıları verdikleri bu söz uğrunda, Allah ve Resûlü
uğrunda seve seve canlarını vermişler, şehadet şerbetini yudumlamışlar, ebedî
diriliğe ulaşmışlar, Rablerine, Rablerinin bağışlamasına kavuşmuşlar, bazıları
da bunu bekliyorlar.
Evet onların içinde Allah’a
verdikleri sözlerini yerine getirenler olduğu gibi, imanlarının, sözlerinin
şehadetini ikâme edebilmek için bekleyenler de vardır. Onlardan dinleri ve
dâvâları uğrunda şehadeti tadanlar öteler âleminde hiçbir kimsenin hayal bile
edemeyeceği büyük cennetler, büyük mükâfatlar olduğu gibi hayatta kalıp bir
başka seferde şehadeti umanlar için de dünyada zaferler, ganimetler, nimetler
vardır. Allah’ın bu yasası hiçbir zaman değişmeyecek, Allah’ın va-adi hiçbir zaman değişmeden devam edecektir.
Kıyâmete kadar her ne zaman ki
mü’minler elçilerini örnek alırlar ve Rablerine verdikleri sözlerini yerine
getirirlerse Allah da mutlak sûrette onlara karşı vaadini yerine getirecektir.
Böylece Rabbimiz tıpkı Rasûlullah efendimizin sahâbesi gibi imanlarının
sadâkatini gerçekleştiren, imanlarının eylemini gerçekleştirenlere sıdklarının
karşılığını verecektir.
24. “Bu sebeple Allah, doğruları
doğrulukları ile mükafatlandırır; ikiyüzlüleri de dilerse azaplandırır veya
tev-belerini kabul eder. Şüphesiz Allah bağışlayandır, merhamet
edendir.”
Evet böylece Allah sadıkların,
iman dâvâsında sadık davrananların, imanlarını hayatlarıyla ispat edenlerin
sadâkatlerinin karşılığını versin diye, münâfıklara da, iki yüzlülere de azap
etsin diye. Eğer dilerse onların tevbelerini kabul etsin diye. Böylece Rabbimiz
yasasını uyguluyor, müslümanlara da kalplerinde hastalık bulunanlara da
uyarısını ulaştırıyordu. Yine de merhameti vardı Rabbimizin, affı vardı. Eğer
münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar hatalarından dönerlerse ve Rabbimiz
dilerse onları affedecektir. Allah Gafurdur, Rahimdir, merhamet
edendir.
25. “Allah inkâr edenleri,
kinleriyle geri çevirdi, bir hayra ulaşamadılar; savaşta inananlara Allah'ın
yardımı yetti. Allah kuvvetli olandır, güçlü
olandır.”
Allah kâfirleri öfkeleri,
gayızları ve kinleri ile geri çevirdi. Onlar hiçbir hayra ulaşamadılar.
Hedefleri Medine’de müslümanları boğmak ve yeryüzünden silmekti. Medine’yi
Yesrip haline getirmeyi planlamışlardı. Müslümanların yeryüzünde izzet ve
şereflerini bitirmeyi hedeflemişlerdi. Ama Allah onların tüm planlarını bozdu ve
onları müslü-manlar aleyhine bir zafere, bir başarıya ulaştırmadı. Çünkü zafer
ve başarı Allah’ın elindedir. Savaşı idare eden, savaşa hükmeden Allah
mü’minlere yardımıyla yetti. Bizzat savaşı yöneten Allah mü’minleri hiç zahmete
sokmadan bir rüzgarla, görünmeyen melekler ordusuyla ve kâfirlerin kalplerine
korku salarak onların kinleriyle birlikte geri dönüp gitmelerini gerçekleştirdi.
Allah kavidir, Allah Azizdir, güçlüdür, izzet ve şeref sahibidir, intikam
sahibidir.
İşte gördük. Tüm Arap
kabilelerinin birleşerek oluşturdukları, Yahudilerin de destek verdiği dev gibi
bir ordu müslümanlara zerre kadar bir zarar veremeden dönüp gittiler. Bir tek
müslümanın burnu bile kanamadı. Allah’ın bizzat savaşa müdahalesiyle hiçbir şey
yapamadan çekip gittiler. Ve artık bundan sonra bu güçler asla müslü-manlar
üzerine hücum edemeyeceklerdir. Medine’de daha önce müs-lümanlarla birlikte
hareket etmek üzere anlaşma yaptıkları halde bu anlaşmalarını bozarak müttefik
güçlere katılarak müslümanlara zor anlar yaşatan, müslümanlara ihanet eden
Yahudilerin durumunu da bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz şöylece anlatacak:
26, 27. “Allah, Kitap ehlinden,
kâfirleri destekleyenleri kalelerinden indirmiş, kalplerine korku salmıştı;
onların kimini öldürüyor, kimini de esir alıyordunuz. Yerlerini, yurtlarını,
mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak
verdi. Allah her şeye kâdir olandır.”
Allah kitap ehlinden,
Yahudilerden müslümanlara karşı kâfirleri destekleyen, müttefik güçlere
müslümanlar aleyhine yardım eden Kureyza Yahudilerini kalelerinden indirdi.
Onların güçlü kuvvetli kaleleri vardı. Onların kalplerine korku saldı da sizler
yaptıkları bu ihanetlerinin karşılığı olarak onların kimini öldürüyor, kimini de
esir alıyordunuz. Çünkü onlar sizi arkadan hançerlediler. Sizinle yaptıkları
anlaşmalarını bozarak, müttefik güçlere destek vererek size sıkıntılı anlar
yaşatmışlardı. İşte bu kalleşliklerinden ötürü Allah onları güçlü, kuvvetli,
muhkem kalelerinden indiriverdi. Onların kalplerine korku saldı da müslümanlar
onları çepeçevre kuşatıverdiler. En sonunda kendileri hakkında yaptıkları bu
hainliklerinin cezasını Tevrat’a göre bizzat kendileri verdiler ve kendileri
hakkındaki kararları da gerçekten çok acı olmuştur.
İşte bu cezanın sonucunda onlardan bir
kısmını öldürüyordunuz, eli silah tutanları öldürüyor, bir kısmını da, kadınları
ve çocukları da esir alıyordunuz. Ve böylece Medine’de Rasûlullah’a ve
beraberindeki müslümanlara ihanet eden Beni Kureyza Yahudileri cezalarını bulmuş
oluyordu. Yine böylece kâh Yahudilerle, kâh Mekke müşrikleriyle anlaşarak,
dayanışma içine girerek için için Medine’de müslü-manlar aleyhine komplolar
çevirmeye çalışan münâfıklar da yavaş yavaş sindirilmeye başlamıştır. Ama yine
de toplumda Allah ve Resûlünü aldatmaya çalışan, müslüman olmadıkları halde
zâhiren müs-lüman görünen kimselerde varlıklarını sürdürüyorlardı. Rabbimizin
peygamberine ve müslümanlara müjdesi devam ediyor.
Evet artık bir dereceye kadar Medine
sağlama alınmıştı. Biraz sonra Hayber fethedilecek, Hayber’in fethinden iki sene
sonra da Mekke’nin fethi müyesser olacaktı. Ve hicretin 10. senesi tüm Arabistan
yarımadası müslümanların egemenliği altına girecekti. Ve daha sonra Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali efendilerimizin hilafeti dönemlerinde Çin
seddinden Atlas okyanusuna kadar, Azerbaycan ve Kafkaslardan Afrika içlerine
kadar tüm dünya müslüman-ların eline geçecekti.
İşte böylece ey müslümanlar, o
Yahudilerin, o Kureyza oğullarının tüm yerlerine, yurtlarına, mallarına,
mülklerine, arazilerine, şehirlerine hakim oldunuz. Ve henüz ayağınızı dahi
basmadığınız yerleri, başka başka ülkeleri de Allah size miras olarak
verecektir. Daha dünyanın nice topraklarına ayak basacaksınız. Allah her şeye
kâdir olandır.
Öyleyse ey peygamber, ey
peygamber yolunun yolcuları haydi size bütün bu lütuflarını ulaştıran Rabbinizin
dini uğrunda savaşa. Haydi Rabbinize kullar kazandırmaya. Haydi küfür ve şirk
bataklığında ezilen insanları iman ve tevhid dirilişine dâvete. Haydi nice
zaferlere, nice galibiyetlere müjdesini veriyordu Rabbimiz. Unutmayın ki uğrunda
savaştığınız Allah çok güçlüdür. Allah her şeye kâdirdir. Allah her şeye güç
yetirendir. Allah tüm savaşları yönetendir. Allah tüm savaşları yönlendirendir.
Öyleyse haydi henüz ayak
basmadığınız topraklara doğru hareket edin. Oralarda Allah’ı tanımadıkları için,
Allah’ın dininden, kitabından, peygamberinden habersiz bir hayat yaşadıkları
için kimisi küfrün, kimisi şirkin, kimisi şeytanların, kimisi tâğutların, kimisi
nefislerinin kurbanı olarak cehenneme doğru giden insanları cennete kazandırmak
için harekete geçin diye teşvikte bulunurken, diğer taraftan da müslümanların
dikkat edecekleri önemli bir hususu dile getirecek
Rabbimiz.
Aileyi sağlama almalarını öğütleyecek.
Müslümanların eşlerinin, peygamber eşlerinin nasıl olmaları gerektiğini? Dünyacı
mı? Yok-sa âhireti hedefleyen bir hayatı mı tercih edeceklerini anlatacak
Rab-bimiz. Evet müslümanlar fatihler olacaklar, dünyayı bir baştan öteki başa
fethedecekler, ama bu fetihleri gerçekleştirebilmek için özellikleri ailelerini
sağlama almak zorunda kalacaklar. Aile yapılarını Allah’ın ve Resûlünün istediği
gibi ağlama aldıkları andan itibaren Rableri tarafından kendilerine fetih
yolları açılacak. Bakın bunun yasasını da bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz
şöylece gündemimize getiriyor:
8, 29. “Ey peygamber! Eşlerine
şöyle söyle: “Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta
bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, peygamberini, âhiret yurdunu
istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir
hazırlanmıştır.”
Hitap yine Rasûlullah efendimize.
Rivâyetlere göre Rasûlullah efendimizin hanımları Beni Kureyza Yahudilerinin
malları, mülkleri ele geçince Rasûlullah efendimizi sıkıştırdılar. El âlemin
kadınları şöyle şöyle bir hayatın içindelerken bizler sıkıntı ve yokluk içinde
kıvranıyoruz dediler. Rasûlullah efendimizden dünyalık bir şeyler istediler.
Müslümanların ellerine son savaşlarda bolca ganimet geçince hayat
standartlarında değişmeler oldu. Bu durumdan tüm mü’minler etkilendikleri gibi
Rasûlullah efendimizin hanımları da etkilendiler.
O anda Rasûlullah’ın aile efradı
olarak Ayşe, Havfsa, Safiye, Meymune, Cüveyriye, Ümmü Seleme, Ümmü Habibe ve
Zeynep var. Bu değerli analarımız toplanıp Rasûlullah’tan bir istekte
bulunurlar. Bizim de başkaları gibi yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya hakkımız
vardır derler. Bizim de hayat standardımız biraz değişsin, biz de biraz rahat
edelim, bizim evimiz, eşyamız da biraz hoşumuza gidecek hale gelsin derler. Ey
Allah’ın Resûlü biraz da biz hanımlarını düşünsen, biraz da bizim için harcama
yapsan derler.
Belki peygambere karşı
hanımlarının istekleri, bu tavırları Onun insanlığa getirip sunmuş olduğu,
insanlardan istemiş olduğu hayat tarzının bir bakıma bir sorgulanması anlamına
da geliyordu. Belki de Rasûlullah’ın hanımları Onun diğer müslümanlar gibi
şimdiye kadar elinde avucunda bir şey olmadığı için böyle garipçe bir hayat
yaşadığı hükmüne, zannına varmışlardı. Şimdi ise müslümanların eline bolca
ganimet malı geçmişti.
Ama Rasûlullah efendimizin hayatı
değişmiyordu. Çaba yine insanlığı hidâyete ulaştırma çabası. Ama müslümanların
hayatlarında az da olsa bir değişikliği görmeleri efendimizin eşlerinde de bir
takım değişikliklerin oluşmasına sebep oluyor. Halbuki eğer O dileseydi Rabbimiz
hem Mekke’de hem de Medine’de altınlar gümüşler verir, dağları taşları altın
yapar, bağlar bahçeler, servetler, paralar, pullar, mallar, mülkler lütfederdi.
Eğer bu dünyada Allah’ın razı olduğu hayat paranın, pulun, altının, gümüşün,
servetin, samanın, makamın, mansıbın, devletin, saltanatın, sarayın, köşkün
varlığıyla daha hayırlı olmuş olsaydı elbette Rabbimiz çok sevdiği elçisine
bütün bunları yeryüzünde hiç kimseye vermediği kadar lütfederdi. Ama bütün
bunlar Allah katında hayırlı, değerli şeyler olmadığı için, Allah katında
hayırlı olanın dünyada Allah’a kulluğun icrasına imkân verecek kadarıyla iktifa
edip âhirette Allah’ın yüce nimetlerine ulaşma heyecanıyla bir hayat yaşamaktı.
Yâni gerek Mekke’de, gerekse
Medine de Rasûlullah’ın Allah’ın sevgilisi bir peygamber olarak tüm insanlığa
bir örnek olarak ashabının, toplumunun en fakirinin, en garibinin, en düşük
gelirlisinin yaşayabileceği bir hayat standardını yaşaması Onun buna gücünün yetmeyişinden
değildi. Ve zaten Hatice anamızla evliliğinden sonra gerek kendisinin, gerekse
çok zengin olan hanımının elinde avucunda ne varsa müslümanlara harcayıp
tüketmiştir.
Çünkü Allah’ın Resûlü Allah’ın bu
dünyada razı olup istediği bir hayatı örneklemekle mükellefti. Allah’ın istediği
kulluğu en güzel bir biçimde pratikte insanlara göstermekle mükellefti O. O öyle
bir hayat yaşamalıydı ki toplumda hiçbir kimsenin Onun hayatı karşısında
komplekse düşmemesi ve işte benim efendim, işte benim örneğim, işte benim
pişdarım, işte benim reisim, benim liderim. O benim efendim olarak böyle bir
hayat yaşadıktan sonra ben Onun yaşadığı hayatı yaşamaktan niye aşağılık duygusu
duyayım? Niye ezilip büzüleyim? Ben mutluluğu, ben izzet ve şerefi, ben huzur ve
saadeti, ben kulluk ve özgürlüğü yalnızca Allah Resûlüne teslimiyette ararım.
Ben sadece Onun gibi olduğum zaman mutlu olurum diyerek onurlu ve şerefli bir
hayatı yaşamanın zevkine erecektir. Tüm toplum böylece güzel bir hayata
kavuşacaktır.
Ama eğer bunun aksi olursa. Toplumun
peygamberi, toplumun önderi, örneği, lideri, imamı, başkanı, devlet reisi o
toplumun gözleri önünde hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hayatı yaşarsa, hiç
kimsenin elde edemeyeceği nimetlerin içinde yüzerse ve o toplumun fertleri
kadınıyla erkeğiyle o hayatın özlemini duymaya başlarlarsa, herkes böyle bir
hayata ulaşmanın kavgası içine girerse, ulaşamadıkları için de herkes böyle bi
aşağılık kompleksine girer ve kimliksiz, mutsuz bir yaşantının mahkumu olursa
varın birbirini yiyecek hale gelen o toplumun durumunu siz düşünün.
İşte görüyoruz, hal dilden daha
iyi anlatır. Halbuki İslâm tüm insanları onurlu bir hayata dâvet etmektedir.
Allah’ın Resûlü insanlara onurlu ve mutlu bir hayatı öğretmek için gelmiştir.
Rabbimiz tüm kullarına böyle onurlu bir hayatı öğretirken elbette bunun
pratikteki örneğini peygamberlerinde gösterecektir. Evet bunun ilk örneği
hayattayken Rasûlullah efendimiz, sonra Ebu Bekir efendimiz, sonra Ömer, Osman,
Ali ve benzeri sahâbe-i kiram efendilerimiz, Ömer Bin Abdi’l Azîz gibi selefimiz
olmuştur.
Bunlar, bu değerli efendilerimiz öyle
güzel bir hayat yaşayacaklar ki, öyle güzel bir hayat yaşadılar ki toplumlarının
en alt tabakasında bulunan, gariptir diye hiç kimsenin değer vermediği gibi
görünen yoksul bir kimse bile onların evlerine geldikleri zaman, onların hayat
standartlarına baktıkları zaman kendi hayatlarından üzüntü ve aşağılık kompleksi
duymamışlardır. Onları kendilerinden daha lüks bir hayatın içinde
bulmamışlardır. Ve işte benim örneğim, benim kendisine bağlandığım imamım budur
diye onlara sevgiyle sarılmışlardır. Ben nasıl yaşıyorsam efendim de öylece
yaşıyormuş diyerek hayatlarından mutluluk duymuşlardır. Benim onurum bunların
onuru, benim sıkıntım bunların sıkıntısıymış. Benim şerefli kulluğum bunların
kulluğunun aynısıymış diyebilmişlerdir.
Tüm toplumun böyle mutlu, dengeli,
düzenli olduğu bir dünyada sonunda ne mi oldu diyorsunuz? İnsanlar şahsiyetli
birer efendi oldular. İnsanlar dünyayı değil âhireti, ekonomiyi değil Allah’a
kulluğu hedefleyen birer tok müslüman oldular. İhtiyaç felsefeleri Allah ve
Re-sûlünün belirlediği gibi değişen, dünyaya kul köle olmayan birer yiğit
oldular.
Bakın bir tane örnek vereyim:
Peygamber örnekliğinde en şerefli hayatı yaşayan o müslümanların içinden Sa’d
Bin Ebi Vakkas isminde bir yiğit o günün en süper devleti olan, en büyük siyasal
ve egemenliğine sahip olan İran’ın Kisra’sının, devlet başkanının sarayına elçi
olarak gönderilir. Ayağı çıplak, kılıcının kını bile yok. Atının üzerinde eğeri
bile yok. Sarayın giriş kapısında atından aşağıya inmiş, Kisra’nın kendisinin
gözünü boyamak, gücünü kuvvetini göstermek için serdirdiği ipekten halılara
mızrağını vura vura, insanların içi giden o atlas halıları dele dele kralın
yanına girerken, asla ben şu anda dünyanın en büyük kralının huzurundayım diye
en ufak bir eziklik içine girmeden, müslümanlığının onuru ve izzetiyle karşısına
çıkar. Ve der ki, ey Kisra, bizler Allah’ın şerefli bir dinle, şerefli bir
peygamberle şereflendirdiği insanlarız. Senden bu şerefe sahip çıkmanı, müslüman
olarak şereflilerden olmanı istiyoruz. Aksi takdirde bizimle savaşa hazır ol.
Senin hayatı sevdiğinden çok Allah için şehadete can atan şerefli bir toplumla
karşı karşıyasın. Düşün ve kararını ver diyebiliyor.
Kralın mülkü ve saltanatı
karşısında kalbinde en ufak bir eziklik, bir şahsiyet problemi yaşamıyor. İşte
böyle bir yiğit ancak gözleri önünde onurlu, şerefli bir hayat yaşayan, yaşadığı
şerefli hayatıyla toplumuna örnek olan, toplumunun hiçbir ferdini kendisine
imrendirmeyen bir peygamberin ve onun yolunu takip edenlerin arasında
yetişebilir. Tüm dünyayı ayaklarının altına alıp onuru, izzeti, şerefi sadece
Allah’a kullukta gören, dünya mülkünü Allah’ın istediği gibi değerlendiren
devlet adamlarına, liderlere, imamlara ne kadar ihtiyacımız var bugün,
anlıyorsunuz değil mi?
Evet Rasûlullah efendimizin hanımları
ister onun hayatını sorgulamak için olsun, ister gerçekten sıkıntıdan kurtulmak
için olsun, bir şeyler isterler ve efendiler efendisini epey üzerler. Belki
bunun farkına varan iki kayınpederi, Ebu Bekir ve Ömer Rasûlullah’ın hane-i
saadetlerine gelirler. Bakarlar ki Rasûlullah üzgün ve hanımları etrafında
toplanmışlar. Sorarlar Rasûlullah’a. Nedir bu sessizlik ey Allah’ın Resûlü? Bir
şey mi oldu? Rasûlullah buyurur ki işte gördüğünüz gibi çevremde oturmuş benden
kendilerine harcamamı artırmamı istiyorlar. İki sadık insan orada kızlarını
azarlayarak derler ki, niçin peygamberi üzüyor ve ondan sahip olmadığı şeyleri
istiyorsunuz? Biz olsak kayınpeder olarak böyle mi yaparız ? Böyle kendi
kızlarımızı mı tedip ederiz? Bunun üzerine Rabbimiz Rasûlullah efendimize
şunları vahy eder:
Ey Nebim, söyle o hanımlarına.
Arkadaşlar bu âyetler, bu teklif şu anda bize de söyleniyor. Bizler Kur’an’dan
öğreniyoruz ki Rasû-lullah efendimizin okumuş olduğu âyetler yanı zamanda bize
de okunmaktadır. Şu anda bu teklif bize, bizim hanımlarımıza, bizim
oğullarımızı, kızlarımıza söyleniyor. Öyle değil mi? Söyle hanımlarına di-yor
Rabbimiz. Eh şu anda Rasûlullah’ın hanımları hayatta değiller. Eğer bu âyetler
sadece Rasûlullah’ın hanımlarıyla ilgili olmuş olsaydı o zaman bu âyetler o gün
işlevini bitirmiş ve artık kitabımızda bulun-mazdı. Ama eğer kıyâmete kadar bu
âyetler bu sûrede varsa ve şu anda analarımızda hayatta değilse elbette bu âyet
bize ve hanımlarımıza hitap etmektedir.
Ve şu anda yeni inmiştir bu
âyetler. Eğer şu anda bizler yeni okuyorsak bu âyetleri. Şu anda bu âyet bizim
gündemimizdedir ve hiç kimsenin bu âyetleri gündemden düşürmeye hakkı da
salahiyeti de yoktur. Hiç kimsenin kendisini bu âyetlerden sorumsuz görmesi de
mümkün değildir. Yine bu kitabımızda diğer peygamberlerle ilgili olan tüm
kıssalar da şu anda bizimle ilgili olduğu gibi bize hitap etmektedir. Hiçbir
anlayış bu âyetler o gün filân peygambere hitap ediyordu, o gün analarımıza
hitap ediyor, onları bağlıyordu, yok bunlar Yahudiler, bunlar Hıristiyanlarla,
bunlar Mecûsîlerle ilgiliydi, bunların bizimle ilgisi yoktur diyerek bu kitabın
âyetlerini birkaç âyete indirgemeye hakkı yoktur. Bu âyetlerden şu anda tüm
dünya, tüm müslümanlar sorumludur.
Evet hanımlarına deki ey peygamberim,
eğer sizler peygamber eşleri olarak dünya hayatını, dünya hayatının ziynetini,
süsünü, rahatlığını, konforunu, lüksünü istiyorsanız. Eğer derdiniz dünyada
refah içinde bir hayat yaşamaksa, gelin sizi metalandırayım. Size ba-ğışta
bulunayım. İstiyorsanız sizi boşayayım,
boşamam dolayısıyla size vermem gereken mutayı, mehirlerinizi vereyim de
güzellikle sizi salıvereyim. Böylece benim içinde bulunduğum sıkıntılı hayattan
kurtulup serbest olursunuz. Özgürce dilediğiniz gibi bir hayat yaşarsınız.
İstediğiz şekilde yer, içer, giyinir, kuşanırsınız.
Evet işte peygamber hanımlarına
söylenen söz budur. Peki bize söylenen nedir? Bize ne söyleniyor burada? Ey
insanlar, ey müs-lümanlar eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin sizi
serbest bırakayım, keyfinize göre bir hayat yaşayın. Ama unutmayın ki bu
tercihinizle peygamber ailesinden, peygamber çevresinden, peygamberle birlik
olmaktan, peygamber yolunun yolcusu olmaktan uzaklaşmış olursunuz. Buyurun
dilediğiniz gibi yaşayabilirsiniz. Yine peygamber ailelerine ve bizlere ikinci
teklif te şöyle. Yok eğer dünyayı değil de Allah’ı, Resûlüne ve âhiret yurdunu
istiyorsanız muhakkak ki Allah sizden muhsin olanlara, Allah’ı görüyormuş gibi
Ona kulluk yapanlara büyük mükâfat hazırlamıştır. Haydi buyurun bu mükafat da
sizi bekliyor. Evet hem hanımlarına hem de kıyâmete kadar gelecek tüm erkek ve
hanımlara bunu teklif ettiriyordu Rabbimiz.
Evet onların tekliflerine bir azarlama,
bir öfkelenme yok. Ama müthiş bir karşı ifade, müthiş bir teklif geliyor. Eğer
Allah ve Resûlünü istiyorsanız, Allah ve Resûlünün hoşnutluğunu istiyorsanız,
âhiret yur-dunu istiyorsanız, âhiret yurdunda gözlerin
görmediği, kulakların duy-madığı, beşer kalbinin akla
hayale getiremeyeceği devlet ve nimetlerinin sizin olmasını arzu ediyorsanız,
muhakkak ki Allah sizden samimiyetle, Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluk
edenlere büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Haydi buyurun. İki seçenekten birini
seçmekle kar-şı karşıyasınız. Allah, resul ve âhiret
yurdu. Allah ve Resûlünün rı-za-sı, âhiret yurdunun büyük mükâfatları. Ya da dünya
hayatı, dünyanın lüksü, malı mülkü, serveti, giyimi, kuşamı, yemesi, içmesi.
İşte her iki-si de karşınızda durmaktadır. Buyurun hangisini tercih edecekseniz
edin.
Rabbimizin bu değerlendirmesinden
anlıyoruz ki bunun her ikisi de birlikte olmayacaktır. Yâni hem dünya olsun, hem
dünyanın süsü ve ziyneti olsun, hem de Allah, Resûlü ve âhiret olsun. Niye biri
olunca diğeri olmuyor? diye bir soru soruyor veya işte bu konuda şu andaki
mevcut hayatımıza göre bir takım felsefeler geliştirmeye çalışıyorsak,
kesinlikle bilelim ve iman edelim ki işte Rabbimizin bu âyet-i kerimesindeki
değerlendirmesi bizim şu andaki yanlış anlayışlarımızı kesinlikle reddediyor.
İşte Rasûlullah efendimizin
yaşadığı hayat ortada. Onun hayat standardını gözünüzün önüne getirin, evini
gözünüzün önüne getirin, kerpiçten, hurma liflerinden, başınızı kaldırsanız
tavana değecek kadar alçak ve sadece üç kişinin gömülebileceği genişlikte bir
ev. Yiyip içtiği de belli. Günler aylar geçer de bazen ocağı yanmaz, bacası tüt-mez, sadece üç beş
hurmayla karınları doyar. Ne kendisinin ne hanımlarının giyecek fazladan bir
elbiseleri var, ne de böyle dolapları dolduracak eşyaları.
Ve düşünün bu âyetler geldiği
zaman da Allah’ın Resûlü yeryüzünün en büyük devletinin başkanı. Eğer isteseydi
etrafında pervaneler gibi dönen o yiğitler Japonya’dan mermer, Bohemya’dan
kristaller getirip muhteşem saraylar, tüm mallarını verip lüks içinde bir hayat
verebilirlerdi ona. Ama Allah’ın istediği bu olmadığı için Rasûlullah şiddetle
kaçtı onlardan. Hatice anamızın ve kendisinin ticaret mallarını da daha
Mekke’deyken Allah yolunda sıfırladı. Tüm mal varlığını Müslüman köleleri zalim
patronlarının elinden kurtarmaya harcadı. Peygamberliğinden sonra da malını daha
fazla çoğaltmayı, ticaretini daha da büyütüp konfor içinde bir hayat yaşamayı
asla düşünmedi.
İşte bu şartlarda bir hayat yaşarken
hanımlarının mızıkçılıkları karşısında Rabbimizin elçisine emri bu olmuştu.
Söyle onlara peygamberim, bu ikisinden birini tercih etsinler. Bu Rabbimizin bir
emriydi ve Allah’ın Resûlü bunu onlara tebliğ etmeliydi. Eğer dünya hayatını
istiyorsanız gelin güzellikle boşayayım sizi demeliydi. Haydi buyurun ikisinden
birini tercih edin denecekti. Ya dünya, ya âhiret. Ya dünyada lüks bir hayat, ya
da âhirette Allah’ın hoşnutluğu, Allah’ın cenneti. Şimdi annelerimiz hangisi
seçmeliydi? Şimdi biz bunlardan hangisini seçmeliyiz?
Rasûlullah’ı sevmek Onun
hayatını, hayat anlayışını sevmek demektir. Rasûlullah’ı sevmek fakirliği sevmek
demektir. Sahâbeden birisi gelip, ey Allah’ın Resûlü ben seni çok seviyorum
buyurunca, Allah’ın Resûlü öyleyse fakirliğe hazır ol buyurmuştu. Çünkü
gerçekten beni seven böyle olmalıdır. Rasûlullah’ı sevmek yetimleri sevmek
demektir. Rasûlullah’ı sevmek merkep üzerinde yürümeyi sevmek de-mektir. Rasulullah’ı sevmek toplumun en garibanının yaşadığı
hayata talip olmak demektir. Rasûlullah’ı sevmek demek kuru ekmek yemeyi sevmek
demektir. Rasûlullah’ı sevmek sadece Allah önünde eğilmek, Allah’tan başka hiç
kimsenin önünde eğilmemek demektir. Rasûlul-lah’ı sevmek demek tüm kâfirlerin, müşriklerin karşısında
Allah’ın bü-yüklüğünü ilân ederek izzetli ve şerefli
bir hayat yaşamak demektir.
Evet Rasûlullah’ın köşkü, sarayı,
villası, parası, pulu, halısı, kilimi, yatağı, yorganı, atı, arabası yoktu, ama
onuru vardı, izzeti vardı. Şimdi şu anda müslümanlar olarak her şeyimiz var, ama
izzetimiz yok, onurumuz yok. Allah ve Resûlünün ön gördüğü şahsiyetimiz yok. Tüm
dünya kâfirleri yanında zerre kadar bir değerimiz yok. Ne siyasal, ne ekonomik,
hiçbir değerimiz yok. Alnını gere, gere ben müs-lümanım bile diyemiyoruz. Ben
müslümanım ve benim müslümanlık-tan başka şeref duyduğum hiçbir şey yoktur
diyemiyoruz. Kalbimizde en ufak bir İslam onuru kalmadı.
Evet Rasûlullah efendimiz önce
hanımlarından Ayşe annemize durumu açtı. Ayşe, sana bir şey söyleyeceğim, ama
rica ediyorum iyice düşünmeden, babanla da istişare etmeden karar verme diyor ve
konuyu açıklıyor. Ve Ayşe annemiz gülüveriyor. Ey Allah’ın Resûlü, ben bu konuda
hiç kimseye danışmadan Seni ve âhireti tercih ediyorum. Rabbimin hoşnutluğu,
senin hoşnutluğun benim için dünyadan, dünyanın tüm nimetlerinden daha
hayırlıdır deyince Allah’ın Resûlü çok sevindi. Diğer hanımları da aynı şeyi
söyleyerek Rasûlullah efendimizi memnun ettiler. Rasûlullah’ın hanımı ve tüm
müslümanların anası olma şerefini ve özellikle cenneti
kaybetmediler.
Acaba aynı durumda bizim hanımlarımız
olsa hangisini tercih ederlerdi? Ey müslüman hanımlar, sizler hangisini tercih
ediyorsunuz bugün? bir düşünün. Hangisinden yanasınız? Dünya ve dünya
nimetlerine ulaşmak mı? yoksa Allah ve Resûlünün hoşnutluğu mu? Dünyada lüks bir
hayat mı? Yoksa cennet mi? Hangisinden yanasınız? Önce dünyayı bir kazanalım,
sonra âhireti de ayarlarız mı diyoruz? Dünya hayatı ve süsü olsun, bunun yanında
âhiret de olsun mu di-yoruz? Yoksa dünya hayatı ve süsünü bir tarafa bırakıp, bu
konuda kendi kendimize hiçbir yorum yapmadan, hiçbir çıkış yolu aramadan Allah,
Resûlü ve âhiret yurdunu mu tercih ediyoruz? Böyle yapalım da efendimizin hane-i
saadetlerinde bizim de yerimiz olsun, biz de ehl-i beytten olalım mı diyoruz?
Öteler âleminde Rasûlullah yanında bir yerimiz olsun mu diyoruz? Tercih bize
bırakılmış, buyurun neyi, hangisini tercih edeceksek tercihimizi güzel yapalım.
Diyebiliyor musunuz ki ben Ayşe’yi, ben
Meymune’yi, ben Haf-sa’yı, ben Zeynep’i kendime örnek seçtim? Eğer bunu
diyebiliyorsanız kesinlikle bilesiniz ki sizler de cennet yarışında onların
yanında olacaksınız. Onlar gibi bir hayat yarışı içinde olacaksınız. Aksi
takdirde şu içinde bulunduğun toplumda atımla, arabamla, evimle, köşkümle şeref
kazanacağım diyorsan, dünyayı tercih ediyorsan izzetini de şerefini de
kaybedeceksiniz. Çünkü eğer şu anda şeref duyduğunuz bu şeylerin Allah katında
bir değeri olmuş olsaydı siz de bunları kabullenmiş olabilirdiniz. Halbuki
bunların hiçbirisi Allah katında şeref değildir. Bakın Rabbimiz Zuhruf sûresinde
buyuruyor ki:
“Eğer bütün insanlar (küfre
meyletmeyip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahmân olan Allah’ı
inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, üzerinde yükseldikleri merdivenleri,
evlerinin kapılarını, üzerinde yaslanacakları kerevetleri gümüşten yapar ve
altın bileziklerle işlerdik. Bunların hepsi ancak dünya hayatının geçimliğidir.
Âhiret, Rabbinin katında O’na karşı gelmekten
sakınanlaradır.”
(Zuhruf:
33,35)
Evet, eğer insanların küfre
meyledip tek bir millet olacağını bilmiş olmasaydık kâfirlerin evlerinin
tavanlarını gümüşten, merdivenlerini altından yapardık. Ama bu bir şeref
değildir. Şeref Allah’ın verdiklerini Allah için harcamak ve onurlu bir hayat
yaşamaktır. Evet Rasûlullah’ın hanımları hepsi de dünyaya karşılık âhireti,
Allah’ın rızasını tercih edince, bu defa bir başka uyarıyla karşı karşıya
geldiler. Bakın o uyarı da şöyleydi:
30,31. “Ey Peygamberin hanımları!
Sizlerden biri açık bir hayasızlık yapacak olursa, onun azabı iki kat olur. Bu
Allah'a kolaydır. Sizlerden Allah'a ve
peygamberine boyun eğip yararlı iş işleyene ecrini iki kat veririz; ona cömertçe
rızık hazırlamışızdır.”
Ey peygamber hanımları, ey toplum
önderinin, toplum örneğinin, liderinin hanımları. Ey toplumun önüne rehber
olarak çıkan mü’-minlerin hanımları sizler öteki müslüman hanımlarından birisi
değilsiniz. Sizler başkaları gibi değilsiniz. Siz peygamber hanımlarısınız, siz
peygamber yolunun yolcusu önder mü’minlerin hanımlarısınız. Sizlerin
sorumluluğunuz başka kadınların sorumluluğu gibi değildir. Siz diğer kadınlardan
farklısınız. Siz vahyin indiği bir evin hanımlarısınız. Eğer sizden biri apaçık
bir fuhşiyyatla, bir günâhla, bir kötülükle gelirse, bir geçimsizlik, bir kötü
huy sahibi olursa ona iki kat azap vardır. Onun cezası öteki kadınların iki
katıdır. Çünkü işlenen günâhın büyüklüğü kişilerin fazilet ve mertebelerinin
büyüklüğüyle orantılıdır. Ve bu cezayı vermek te Allah’a çok kolaydır. Yâni
onların peygamber (a.s)’ın eşleri olmaları cezanın gelmesine engel değildir.
Evet Rabbimiz peygamber
hanımlarına böylece hitap ederek onların değerlerinin çok yüce olduğunu, katında
çok şerefli bir makamları olduğunu ve bu makama lâyık olmaları gerektiğini
anlatıyordu.
Gerçekten de O peygamberdi. O Allah’ın
yeryüzünde kendisiyle konuştuğu, kendisine vahiy gönderdiği, Allah’ın yeryüzünde
sözcülüğü sorumluluğunu yüklenmiş toplumun önderliğine soyunmuş, insanlar önünde
ön plana çıkmış, toplumun örneğiyim, önderiyim diyen bir peygamberdi, bir örnek
şahsiyetti. Elbette tüm insanlığın hidâyetine sebep teşkil edecek, herkesin
önüne geçecek bir peygamberin hareketlerine, tavırlarına, sözlerine,
davranışlarına çok dikkat etmesi gerekecekti. İnsanlığın şahsında doğruyu
bulması gereken böyle bir önderin yapabileceği bir hata, sergileyebileceği bir
yanılgı, görüntüleyeceği bir falso kendisini adım adım izleyen, kendisini örnek
alan insanların hepsinin bir yanılgı içine girmesine sebep teşkil edecektir.
Toplumun önderinin sorumluğu diğer insanlarının iki katıdır. Birisi kendi
sorumluluğu, ikincisi de kendisini takip edenlerin sorumluluğudur.
Toplumun önüne geçmiş müslüman
erkekler ve onların hanımları da böyledir. Onlar toplumun önünde bir yanlış iş
yaparlarsa, çirkin bir örneklik sergilerlerse onlara günâh iki kat olacaktır.
Bakın Hz. Ömer efendimizin hayatından
bir örnek: Hilafeti dö-neminde Hz. Ömer efendimiz bir sefer esnasında ihtilam
oldu. Hemen gömleğini yıkayıp üzerine giymeye çalışırken sahâbeden Amr Bin Avf
dedi ki, ey mü’minlerin emiri ben sana başka bir gömlek vereyim de o gömleğin
kuruyuncaya kadar onu giyersin dedi. Ömer efendimiz bunu sevmedi ve dedi ki âdet
mi olsun istiyorsun? Toplum içinde böyle iki gömlek sahibi olmayı âdet haline mi
getireyim? Söylesene içimizde kimin var iki gömleği de benim olsun? diyordu.
Ömer efendimiz bu sözü söylediği
zaman dünyanın bir numaralı devlet başkanıydı. Dünya saltanatına sahip olsalar
bile o efendilerimiz böyle yaşıyorlardı. Dünyanın saltanatına sahip oldukları
halde ikinci bir elbiseleri yoktu. Aslında iki değil bin elbise alacak imkânları
vardı ama toplumda onu bulamayanlar olduğu sürece bunun âdet haline gelmesini
istemiyorlardı. Çünkü onlar örnek insanlardı. Ben müslümanım diyerek toplumun
önüne geçecek, topluma önderlik edecek insanların tüm hayatlarına dikkat
etmeleri gerekecektir. Onları gören insanlar şöyle dememelidirler: Bak bizim
önderimiz, bizim örneğimiz, liderimiz son model arabaya biniyor. Bizim
başkanımız villada oturuyor. Bizim reisimizin hanımı en nadide elbiseler
giyiyor. Bizim hocamız konforlu bir hayat yaşıyor. Biz de onun gibi olmak
zorundayız. Biz de onun gibi yaşamak zorundayız diyerek insanların din diyanet
tanımadan, kitap sünnet tanımadan gece gündüz o hayata ulaşmanın derdine
düşmelerine sebep olmamalıdır reisler, önderler, imamlar. İnsanların sapmasına
fırsat vermemelidirler.
Müslümanların önderliğine soyunanlar
buna çok dikkat etmek zorundadırlar. Reisler, başkanlar, imamlar, hoca efendiler
namazlarıyla, infaklarıyla, hayatlarıyla, mala bakışlarıyla, özgürlük
anlayışlarıyla, izzet ve şerefleriyle öyle güzel bir hayat yaşayacaklar ki
insanlar onun gibi olma savaşı içinde olacaklar. Ve insanlar onun gibi iyi bir
müslüman olma kavgası verirlerken Allah da onun sevabını, onun mükâfatını iki
misli verecektir. Bir kendi müslümanlığının güzelliğinden ötürü, bir de
insanlara iyi bir örnekliğinden ötürü Allah ona iki kat ecir verecektir.
Evet öyle müslümanca bir hayatın,
öyle müslümanca bir evin, öyle müslümanca bir düğünün, öyle müslümanca bir
harcama anlayışın olsun ki, bu toplumun en gariban insanı bile onu örnek alıp
yaşayabilsin, yapabilsin de senin karşında aşağılık duygusu yaşamasın. Senin
gibi olamadığı için sapmalar içine girmesin. Müslüman olarak Rasûlullah
efendimizi, Hz. Ali efendimizi, Fatıma anamızı, Ayşe anamızı örnek almak
zorundayız. Önüne geçtiğimiz insanlara şahsiyetli bir hayat göstermek
zorundayız. O zaman kesinlikle bilelim ki iki kat sevap alacağız demektir. İşte
Rabbimiz burada peygamber hanımlarına bu müjdeyi veriyordu. Tabii ki kıyâmete
kadar tüm örnek insanlara aynı müjdeyi veriyor.
Ey peygamber hanımları, sizler diğer
kadınlar gibi değilsiniz. Sizler Muhammed (a.s)’ın, örnek insanın, model insanın
hanımlarısınız. Sizler toplumda sizi örnek alacaklara güzel bir örnek
sunmalısınız. Eğer sizler güzel bir müslümanlık yaşarsanız, Allah ve Resûlüne
itaat ederseniz, sâlih bir hayat yaşarsanız sevabınız iki kat olacaktır.
Allah’ın kerim rızıkları, güzel rızıkları sizi beklemektedir.
Evet demek ki peygamber hanımlarının
günâhlarının da sevaplarının da karşılığı diğer kadınlara nazaran iki kattır.
Çünkü onlar toplumun örnekleri, önderleridirler. Onların günâhları da, sevapları
da sadece kendileriyle sınırlı kalmayacaktır. Onların iyilikleri bir toplumun
kurtulmasına sebep teşkil ederken, kötülükleri de bir toplumun mahvolmasına
sebep olacaktır. Onun içindir ki cezalandırılırlarken hem kendi günâhları, hem
de kendilerini takip edenlerin günâhlarıyla cezalandırılırlar.
Mükâfatlandırılırlarken de aynısı geçerlidir.
Onun içindir ki topluma örnek
olan selef önderlerimiz insanlara kötü örnek olacak bir davranışta
bulunmadıkları gibi, kendilerine helâl olan bazı şeyleri bile toplumun geneli
onlara ulaşamama problemi yaşıyorsa o toplumun en garip, en fukara insanlarının
yaşayabileceği bir hayattan asla vazgeçmemişlerdir. Hiçbir kimsenin
imrenmeyeceği bir hayatın sahibi olmuşlardır. Toplumda hiç bir kimsenin
komplekse girmesine izin vermemişlerdir. Bir hurmayla doyabileceklerse ikinci
hurmayı asla düşünmemişler, helâl olduğu halde pek çok dünya nimetlerinden sarfı
nazar etmişlerdir. Allah’ın razı olduğu bir hayatla bu dünyadan ayrılıp
gitmişlerdir, Rabbim hepsinden razı olsun.
32. “Ey Peygamberin hanımları!
Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Allah'tan sakınıyorsanız edalı
konuşmayın, yoksa, kalbi bozuk olan kimse kötü şeyler ümit eder; daima ciddi ve
ağırbaşlı söz söyleyin.”
Ey peygamber hanımları, unutmayın
ki sizler öteki hanımlar gibi değilsiniz. Sizler diğer kadınlardan çok daha
faziletli ve şereflisiniz. Sizler daha titiz olmalısınız. Eğer sakınırsanız,
eğer Allah için takvalı olursanız, Allah’ın sınırlarına riâyet eder, Allah için
bir hayat yaşarsanız bu sizin hakkınızda çok güzel olur. Yâni sizin üstünlüğünüz
başka bir şey sebebiyle değil, sadece takvanız sebebiyledir. Diğer insanlarla
konuşurken sözü yamultmayın. Sözü eğriltmeyin. Yumuşak konuşmayın. Sözü
çekicilikle söylemeyin. Bir kadının kocasıyla konuşması gibi yumuşak bir tonla
konuşmayın. Dosdoğru ve güzel konuşun ki kalbinde hastalık bulananlar size
meyletmesinler. Size karşı kalplerinde kötülük tamahı uyandırmasın. Eğer gevşek
konuşur, yamuk konuşursanız, olur olmaz şekilde söz söylerseniz kalbinde
hastalık bulunanlar size meylederler.
Sakınıyorsanız, muttaki olmak
istiyorsanız karşınızdaki erkeklerle konuşurken ki ileride gelecek perde
arkasından konuşun, diyecek Rabbimiz onlara konuştuğunuz zaman da eğri büğrü
konuşmayın. Karşı taraftaki insanların kalplerinde eğrilik bulunabileceğini
unutmadan konuşun. İnsanların kalplerinin eğrileceği bir ortamı hazırlamayın.
Maruf söz söyleyin. Açık söz söyleyin.
Evet hitap peygamber hanımlarına ama
sadece onları bağlamamaktadır, onların şahsında tüm mü’mine hanımlara
seslenilmektedir. Çünkü bu sözler peygamber hanımlarından çok diğer
müslüman-ların hanımlarına söylenecek sözlerdir. Düşünün, hane-i saadetteki,
Rasûlullah’ın hanesindeki, onun eğitimi altındaki kadınlara bunlar söylenir de
fitne ve fesadın çoğaldığı, kalplerinde hastalık bulunanların çok fazla olduğu
bir dünyada bizim hanımlarımıza söylenmez mi? Bizim hanımlarımız Resûlün
hanımlarından daha mı üstün? Nasıl olur da şimdi bizler efendim bu âyetler ta o
dönemde peygamber hanımlarına aittir, onları bağlamaktadır, bizimle bunların
ilgisi yoktur diyerek Kur’an’ı parçalamaya cüret ederiz? Nereden buluyoruz bu
yetkiyi? Nasıl devreden çıkarabiliriz Allah’ın indirdiği bu âyetleri? Bu âyetler
niçin var burada? Niçin Ahzâb sûresi bunları söylüyor? Aynı emir bize ve bizim
hanımlarımıza söylenmektedir.
Öyleyse ne biz erkekler
kadınlarla konuşurken böyle cıvıklık yapacağız, ne de kadınlarımız başka
erkeklerle konuşmak zorunda kaldıkları zaman onların kalplerine sıkıntı verecek
şekilde cıvık konuşacaklar. Kalplerinde hastalık olanların kötü düşünmelerine
sebebiyet verecek konuşmalardan kesinlikle sakınacağız. Evet burada Rabbi-miz
önce Nebinin hanımlarına, sonra da kıyâmete kadar Ahzâb sûresinin mü’mini ve
mü’minesi olan insanlara seslenmektedir.
Hitaba peygamber hanımlarından
başlanması bu inkılabın ön-ce Rasûlullah efendimizin
evinden başlaması içindir. Önce Peygamber hanımları değişmeli, önce model
insanın hanımları bunları uygulamalı, sonra da onları örnek alacak diğer
müslümanlar uygulamalıdırlar. Çünkü model insan, model aile Rasûlullah’ın
ailesidir. Kimileri bu hitapların sadece peygamber hanımlarına yapıldığını, bu
âyetlerin istediği emir ve nehiylerin sadece peygamber hanımlarını bağladığını,
öteki hanımları bağlamadığını iddia etmeye çalışırlar.
Halbuki âyetlerin devamında
Rabbimizin onlardan istediği namazı ikâme, zekât, Allah ve Resûlüne itaat sadece
peygamber hanımlarından değil, tüm mü’mine hanımlardan istenmektedir. Bunlar
nasıl tüm mü’mine hanımlardan isteniyorsa aynı zamanda evlerinde vakarla oturma
emri, yabancı erkeklerle yumuşak konuşmama emri, cahiliye yürüyüşünden kaçınma
emirleri de tüm mü’mine hanımlardan istenen emirlerdir. Buradaki siz diğer
kadınlar gibi değilsiniz ifadesi diğer kadınlar açık saçık sokağa çıkabilirler,
yabancı erkeklerle istedikleri gibi serbestçe konuşabilirler, istedikleri gibi
flört edebilirler, na-maz
kılmayabilirler, zekât vermeyebilirler, Allah ve Resûlüne itaat et-meyebilirler anlamına değildir elbette. Onlar da bu
emirlerin muhatabıdırlar.
Evet bir zaruret karşısında bir kadının
yabancı bir erkekle konuşması gerekiyorsa mutlaka ciddi bir şekilde ses tonunu
kısmadan, yumuşaklık, gevşeklik, cıvıklık göstermeden, kaypaklığa gitmeden,
tatlılık çağrıştırmadan, karşısındakini tahrik etmeden konuşmak zorundadır.
Bunlar müslüman bir kadının konuşma tarzı değil, hafifmeşrep kadınların konuşma
stilidir.
33. “Evlerinizde oturun; eski
cahiliyede olduğu gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın; zekâtı verin; Allah'a ve
peygamberine itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden kusuru
giderip sizi tertemiz yapmak ister.”
Vakarla evlerinizde oturun.
Evlerinizde sebat bulun, sebat edin. Evlerinizde huzur bulun. Huzur ve güven
içinde evlerinizde oturun. Karar yeri, faaliyet alanı olarak evlerinizde
bulunun. İffet ve hayanızı vakarla koruyarak evlerinizde oturun. Sizin
sorumluluk sahanız evlerinizdir. Çok zarûrî bir ihtiyacınız olmadığı müddetçe
evlerinizden dışarıya çıkmayın. İslâm öncesi cahiliye kadınlarının yaptığı gibi
ziynetlerinizi yabancı erkeklere göstermeyin. Cahiliye kadınları gibi kırıtarak
yürümeyin.
Tabii önceki âyetlerle
peygamberin hanımlarının ekonomik kaygıları giderildi, lüks, konfor kaygıları
bitirildi. Ulaşabilecekleri, hedefleyebilecekleri bir hayat standardı dertleri
kalmadı. Evlerinde çarşı pazara çıkıp bir rızık kazanma sorumlulukları, para
kazanma dertleri kalmadı. Kendilerine tanınan dünya ve âhiret olarak ikisinden
birini tercih yetkilerini âhiretten yana kullandılar. Onun içindir ki
altlarındaki bir hasır sergiye, önlerindeki bir kuru ekmeğe, bir kuru hurmaya
razı oldular. Üzerlerindeki tek yamalı elbiseye razı oldular. Artık niye
ekonomik bir kaygıyla evlerini terk edip dışarıya çıksınlar da? Artık vakarla
evlerinde otursunlar. Ve daha önceki, din gelmeden önceki cahiliye açık
saçıklığıyla dışarıya çıkmayacaklardır. Evet işte böylece şartlar belirlenmiş
oldu. Allah’ı tercih ettiler, peygamberi tercih ettiler. İşte bu tercihleriyle
birlikte evlerinde vakarla oturacaklar ve bu onlar için gâyet kolay olacaktı.
Ama, eğer şu anda müslüman
hanımlar için şartlar oluşmamışsa, erkekler olarak, kocalar olarak bizim
tercihimiz, kadınlar, kızlar olarak hanımların tercihi dünyadan yanaysa,
dünyanın lüksünden, konforundan yanaysa o zaman evdeki hanımları nasıl evde
tutabileceğiz de? Nasıl vakarla evlerinizde oturun diyebileceğiz de onlara?
Erkekler olarak bizim ekonomik gücümüz yetmeyecek, çevremdeki önderlerin,
hocaların, patronların, efendilerin hayatına, hayat standartlarına
ulaşamayacağım. Böyle bir durumda elbette benim hanımım, benim kızım da onların
hayat standartlarının, konforlarının sevdalısı olacaklar, giydirdiğim eski
elbiseleri beğenmeyecekler, benim sergilerimi beğenmeyecekler ve aşağılık
duygusu içinde kendilerini dışarıya atacaklardır.
Allah affetsin de bugün peygamberin
hayatını, peygamberin yaşam tarzını hayal bile edemiyoruz. Söyleyin Allah
aşkına, niye mutfak olacak evlerimizde? Niye kap kacak olacak? Niye elektrikli,
tüplü ocaklar olacak? Niye otomatik makineler olacak? Niye ütü olacak? Niye her
öğün mutfakta yemek pişirilecek? Niye en güzelinden halılar, sergiler olacak?
Var mıydı acaba peygamberin özel bir mutfağı? Evinde özel bir yatak odası var
mıydı peygamberin? Banyosu, tuvaleti var mıydı? Ben bunların yokluğunu bile
düşünemiyorum bugün. Çünkü o hayatı örnekleyecek önderler kalmadı. Rasûlullah’ın
yaşadığı hayatı yaşayıp insanlara gösterecek kimse kalmadı. Müslüman erkeklerin,
müslüman hanımların örnek alacakları ve yaşadıkları hayattan asla bir aşağılık
duygusu duymayacakları, niye benim yok? demeyecekleri pratik örnekler yoktur
bugün.
Hocasıyla, hacısıyla, şeyhiyle,
mürşidiyle İslâm onurunun, İslâm kişiliğinin tamamen yok edildiği bir dünyada
yaşıyoruz. Ve dünya müslümanları da bu örnek olamayan örneklere imrenerek sapıp
gitmektedirler Allah korusun. Zavallı müslümanlar liderlerinin, şeyhlerinin,
efendilerinin, hocalarının hanımlarının giydiği elbisesine özenerek, mantosuna
ulaşmak için bir ömür koşturmak zorunda kalmaktadırlar. Onların çocuklarının cep
harçlığına ulaşabilmek için onların ço-cuklarının özel okul masraflarını bulabilmek bir ömür
koşturmak zorunda kalmaktadırlar. Onun hayat standardına ulaşabilmek için bir
ömür değil iki ömür bile yetmeyecektir. Zavallı müslümanlar kadınıyla erkeğiyle
işleri güçleri çalışıp çırpınmak olacaktır. Erkeğin gücü yetmeyince de, haydi
hanım, sen de gel, sana da iş bulalım. Kızım gel sen de çalışmalısın. Olmadı,
gece vardiyelerine de gitmeliyiz diyecekler ailecek evlerini terk edecekler.
İffetler zedelenecek, hayalar törpülenecek, bir ekonomik kavga içinde aileler
yok olup gidecektir.
Öyle olmuyor mu şu anda? Erkek
eve geldiğinde hanımı bu-lamıyor, hanım geldiğinde kocasını bulamıyor, kız gece
geliyor, oğlan akşam çıkıyor, hayat cehennemi bir hayata dönüşüyor. Yavaş yavaş
kendilerini örnek aldığımız Hıristiyanî bir dünyanın, Yahudi bir dünyanın insanı
olup çıkıyoruz. Parçalanmış aileler, erkek ayrı, kadın ayrı, oğlan ayrı, kız
ayrı dünyaların insanları olup çıkıyorlar Allah korusun.
Evet Rabbimizin özelde peygamberin
hanımlarına, ama genelde müslümanların hanımlarına söylediği ise bunun tamamen
zıddıdır. Evlerinizde vakarla oturun ey mü’mine hanımlar. Peki nasıl oturalım
evlerimizde? demeyeceğiz. Eğer peygamberin hanımlarının ter-cih ettikleri bir hayatı, tercih ettikleri bir cenneti
bizler de tercih ediyorsak bunu demeye hakkımız olmayacaktır. Eğer âhireti,
Allah’ın rızasını, Allah’ın hazırladığı o gözlerin görmediği, kulakların
duymadığı, hiç bir beşer aklının ihata edemeyeceği bir cenneti tercih etmişsek o
zaman unutmayalım ki üzerimizdeki elbise 10 sene idare edebilecek, evimizin
eşyası 40 sene idare edebilecek. En büyük derdimiz Allah’ın istediği gibi
namazımızı ikâme etmemiz, zekâtımızı vermemiz, Allah ve Resûlüne itaat etmemiz
olacaktır. Bunun dışındaki kaygıların, dertlerin tamamı sona alınacaktır.
Allah’ın bizim için indirdiği âyetlerini, Resûlünün sünnetini, hadislerini önce
kendimize okuyacağız, öğreneceğiz, sonra da başkalarına okuyacağız, öğreteceğiz.
Ey peygamber hanımları, bilesiniz ki
Allah sizden rics’i, günâhı, kötülüğü gidermek ister. Sizi temizlemek ister.
Evet buradaki “Ehli Beyt” ifadesiyle Rasûlullah efendimizin hanımları kast
edilmektedir. Çünkü önce ey peygamber hanımları diye söze başlandı. Ama elbette
ev halkı ifadesi genel anlamıyla hem hanımları, hem de çoluk, çocuk ailenin
tamamını kapsamaktadır. Müslim’deki bir hadis te bunun böyle olduğunu anlatır.
İnsanlardan kimileri bu ehli beyt kavramı içine sadece peygamber (a.s)’ın
çocuklarını katarak zevcelerini dışarıda bırakmak isteseler de bu yanlıştır.
Neyse bırakalım şimdi bu tartışmaları. Rabbimiz buyuruyor ki ey ehli beyt
bilesiniz ki Allah sizden rics’i, kusuru, günâhı, hatayı gidermeyi, sizi
tertemiz yapmayı murad ediyor. Eğer sizler Rabbinizin sizden istediği bu
davranışları benimser, Allah’ın istediği gibi bir hayata yönelirseniz Allah sizi
temizleyecektir. O sizi günâh kirlerinden arındırmak istemektedir. Bu ifade
peygamber ailesinin tıpkı peygamber efendimiz gibi mâsum ve günâhsız oldukları
anlamına değildir.
Mâide sûresinin 6. âyetindeki
abdest alan müslümanlar hakkında Rabbimizin:
“Allah sizi tertemiz kılmak ve
size olan nimetlerini tamamlamak istiyor”
Meâlindeki âyet gibidir.
Evet müslüman bir kadın bir zaruret
icabı sokağa çıkmak zorunda kalmışsa cahiliye kırıtışıyla, ziynetlerini açığa
vurarak teber-rücle yürümemelidir. Teberrüc kelimesinin anlamı şöyledir: Kadının
sokakta yüzünü ve vücudunun cazibesini, ziynetlerini, ziynet yerlerini,
takılarını başkalarına göstermesi, cilvelerle dikkat çekip kendisini ortaya
koyması, insanların dikkatlerini üzerine çekmesi anlamlarına gel-mektedir. Evet bu yasak ta peygamber kadınları şahsında tüm
mü’mi-ne hanımlara yapılmaktadır.
Öyleyse hiçbir müslüman kadın
Allah’ın yasakladığı şekilde fiziksel güzelliklerini, fiziksel cazibesini ortaya
koyacak bir şekilde evinden dışarıya çıkmamalıdır. Müslüman hanımların yerleri,
örtüleri evleridir. Zaruretsiz evini terk eden müslüman kadınlar örtülerini
kaybetmişlerdir. Peki evlerinde ne yapacak kadınlar? Boş mu oturacaklar
evlerinde? Hayır. Bakın Rabbimiz onu da şöyle anlatıyor:
34. “Evlerinizde okunan Allah'ın
âyetlerini ve hikmetini hatırda tutun. Şüphesiz Allah haberdar olandır, latif
olandır.”
Allah sizlerin evlerinizde Allah
âyetlerini ve Resûlünün sünnetini, hikmetini okumanızı, onları zikretmenizi,
gündeme almanızı, hayatınızı onlarla düzenlemek üzere tezekkür etmenizi istiyor.
Gece gündüz kitap ve sünnet bilgisiyle bilgilenmenizi istiyor. Hayatınızı ev
merkezli gerçekleştirmenizi istiyor. Evlerinizde Allah bilgisiyle bilgilenerek,
evlerinizi, ailenizi Allah nûruyla aydınlatarak orada küfürden şirkten,
cahiliyeden eser bırakmamanızı istiyor Allah. Müslüman hanımlar olarak Allah’ın
kitabını ve Resûlünün sünnetini çok iyi tanımalı ve onları çevrenizdeki
insanlara duyurma, tebliğ etme kavgası vermelisiniz. Unutmayın ki Allah
Latîf’tir, Habirdir. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. Bunu yapmak
zorundasınız.
Ve ey peygamber hanımlarının
yolunda giden mü’mine hanımlar sizler de bunu yapmak zorundasınız. Ey peygamber
yolunun yolcusu olduğunu iddia eden müslüman erkekler bunu sizler de yapmak
zorundasınız. Unutmayın ki Peygamberin namazıyla, zekâtıyla, evinde Allah’ın
âyetlerini, Resûlünün sünnetinin okunmasıyla sizler de sorumlusunuz. Evet ey
hanımlar, ey erkekler eğer cennete gitmek is-tiyorsanız, eğer Rabbinizin
rızasını kazanmak istiyorsanız aklınızı başınıza alıp Rabbinizin bu âyetlerine
iyi kulak verin.
Ve sizler ey bürolarında,
dükkanlarında, işyerlerinde kadın ça-lıştıranlar, kadınları iş piyasasına çekmenin kavgasını
verenler, daha çok erkeği, daha çok kadını üretime çekme felsefesinin kavgasını
ve-renler, onlara verdiğiniz çok az bir ücretle onların sırtından kazandığınız
paralarla dünya saltanatına soyunanlar, bazen
da bunu İslamî bir kılıfla, efendim işte müslüman güçlü olmalıdır,
müslüman zengin olmalıdır filân gibi zırvalarla kadınları çalışmak zorunda
bırakanlar, sömürü düzenlerini on katına, yirmi katına çıkarmanın kavgasını
verenler unutmayın ki bir gün bu kazançlarınız bitecek. Bir gün bu hayat bitecek
ve siz Rabbinizin hesabıyla karşı karşıya kalacaksınız. O insanların sırtından
kazandıklarınız bir gün gelecek sizin boyunlarınıza, alınlarınıza asılacak. Bu
kazandıklarınız bir gün başınıza belâ olacaktır.
Öyleyse gelin yapmayın bunu.
Gelin o kadınları sömürmeyin. Kocasıyla beraber olması gereken kadınları daha
çok ekonomik güce ulaşma hesaplarıyla fabrikanızda, büronuzda tutmayın. Bunu
sizden önce yapan Amerikalısı, Avrupalısı hep kaybettiler. Şimdi sizler de
onların teknolojik ve ekonomik güçlerine imrenerek onlar gibi olmaya
çalışıyorsunuz. Halbuki bir baksana onların aileleri nasıl parçalanmış? koca
karısını, kadın kocasını göremiyor. Siz de bunu mu istiyorsu-nuz? Hayat mı
zannediyorsunuz bunu? Sabahleyin kalktığı zaman ana çocuğunu bırakıp gidecek,
çocuk ana şefkatinden mahrum büyüyecek. Siz buna insanlık mı diyorsunuz?
Medeniyet mi diyorsunuz buna? Analı babalı çocuklar yetim, kadınlar yetim,
kocalar yetim hayat mı bu? Koca evden pazarlamaya çıkacak, bir iki hafta eve
uğramayacak, kadın ve çocuklar evde yetim kalacaklar. Düzen mi bu?
Güya adam hanımının konforu için,
çocuğunun lüksü için evine uğrayamaz olacak, hanımın gözü yaşlı, çocukların
boynu bükük, hayat mı bu yahu? Eğer onlara, o kadınlara, kızlara acıyorsanız,
onlar fakirlerse çalıştırmadan, evlerinden koparmadan verin onlara vereceğinizi.
Yaşadığınız hayat peygamber hayatına benzesin. Yaşadığınız hayat peygamber
hanımlarının hayatına benzesin. Söküp çıkarmayın şu kadınları evlerinden.
Parçalamayın şu aileleri. Yıkmayın düzenleri. Şu kadınlar, şu kızlar güzel bir
şekilde evlerinde otursunlar, Allah’ın âyetlerini, peygamberin sünnetini
öğrensinler.
Yapmayın bunu. Gelin akılarınızı
başlarınıza alın. Allah aşkına biraz düşünün, yanlış yoldasınız. Peygamber
yolunda değilsiniz. Kimi peygamber seçmişseniz, kimleri önder ve örnek kabul
etmişseniz bi-lesiniz ki
onlar sizi hep yanlışa sürüklüyorlar. Kesinlikle bilesiniz ki si-ze bu hayatı örnekleyen hoca efendiler, şeyhler, liderler,
patronlar, ön plana çıkanlar kendileri girdikleri o kötü yoldan çıkamadıkları
gibi sizi de cehenneme sürüklüyorlar. Sizi kurtaracak tek yol Allah’ın kitabı ve
Resûlünün sünnetidir. Örneğiniz, rehberiniz bunlardır. Gelin bunlara sarılın.
Namazınızı Allah’ın istediği şekilde ikâme edin, zekâtınızı Allah’ın istediği
şekilde verin, kitap ve sünnet bilinciyle müslümanca bir hayata ulaşmanın
yollarını arayın.
Evet tüm mü’mine kadınlar evlerinde
Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğrensinler, Allah ve Resûlüne itaat
eder bir duruma gelsinler, çocuklarına nasıl ana olacaklar? Kocalarına nasıl
hanım olacaklarsa bunun hesabını güzel yapsınlar.
Evet işte Rabbimizin müslüman
hanımlara biçtiği rol budur. Kocasına güzel bir eş olmak, çocuklarına merhametli
ve şefkatli bir ana olmak. Kitabımızın başka âyetlerini de nazarı itibara
aldığımız zaman şunu öğreniyoruz ki Rabbimiz kadın cinsini yaratırken erkeğin
onunla doyuma ulaşmasını, sükune ermesini murad eder, aralarındaki sevginin,
aşkın ve cinsel ihtiyacın giderilmesini bir yasaya bağlar.
Evet işte kadının ilk yaratılış
hikmet ve gâyesi bu saydıklarım ve analık görevidir. İşte bu görevlerini bir
kadın ancak evinde oturmakla ve evinde oturmanın bilincine ermekle
gerçekleştirebilecektir. Ekonomik ve siyasal sıkıntılarla çarşı pazara çıkma,
ekmek rızık kazanma derdi tamamen erkeğe aittir. Ailenin ekonomik ve siyasî
sorumluluğunu, sosyal sorumluluğunu Rabbimiz erkeğe yüklemiştir.
Eğer bir erkek Allah’ın kendisine
yüklediği bu sorumluluklarını kadınına yüklemek isterse o zaman kadın kendi
sorumluluk bilincinden uzaklaşacak, eşlik ve analık görevlerini yerine
getiremeyecek, ai-le
problemleri oluşacak, aile problemlerinin beraberinde sosyal problemler
patlayacak ve toplumda Allah’ın istemiş olduğu sükûnet, sekî-net, huzur ve
kulluk gerçekleşmeyecektir. Ama bir toplumda kadınlar ve erkekler Allah’ın
yasalarına teslim olurlarsa, birbirlerini haramdan korumaya çalışırlarsa elbette
o toplumda huzur ve sükûn olacaktır.
Ama şüphesiz kadınların ve
erkeklerin böyle bir hayata ulaşmaları da Allah ve Resûlüne itaat etmeleriyle,
Allah için namazı ikâme etmeleri ve zekâtı vermeleriyle ve sürekli olarak
evlerinde Allah’ın ki-tabı ve Resûlünün sünnetiyle beraber olmalarıyla mümkün
olacaktır.
Ve aynı zamanda bu kadın merhamet ve
şefkatle çocuklarına en güzel analığı yapacaktır. Çocuklar ana şefkati ve
fedâkârlığıyla büyüyeceklerdir. Ana şefkatinden mahrum büyüyen çocuklar
büyüdükleri zaman da asi olacaklar, şefkatsiz ve merhametsiz olacaklar, topluma
büyük problem olacaklardır. Şu anda toplumda en büyük zorbalıkları
gerçekleştirenler ana şefkatinden mahrum büyüyen insanlardır. Ana ve baba
ekonomik kaygılarla, dünya kaygılarıyla Allah’ın kendileri için biçtiği
rollerini bir kenara bırakırlar da evden dışarıya çıkarlarsa, ticari hayatın
içine atılırlarsa ne erkek erkekliğinin farkına varacak, ne kadın kadınlığının
doyumuna ulaşacak, ne de çocuklar şefkat ve merhametle büyüme imkânı
bulacaklar.
Öyleyse o mü’mine hanımların kocaları
da kendilerini tamamen dünyaya vermesinler. Kadınları onları dünyacı
yapmasınlar. Kadınlar da erkekler de müslümanca, onurlu bir hayatı
hedeflesinler. Arkadaşlar, Allah için gelin Rasûlullah efendimizin hanımlarına
getirilen bu teklifleri bizler de hanımlarımıza yapalım. Allah Resûlüne yapılan
teklifi gelin biz de kendimize yapılmış kabul edelim.
Unutmayalım ki bizler
peygamberden daha hayırlı değiliz. Unutmayalım ki onun atı, arabası, altınları,
gümüşleri, serveti, saltanatı olmadı. Onun olmayan şey bizim de olmasın ne
çıkar? Biz Rasûlul-lah’ın hanımlarından daha değerli değiliz. Onun hanımları
türlü türlü elbiseler giymedi, türlü türlü eşyaları olmadı. Onların olmayanlar
bizim de olmasın ne çıkar? Bizim hanımlarımız, bizim kızlarımız, oğlanlarımız
onunkilerden daha hayırlı değildir. Varsın bizimkilerin de olmasın. Onlar sade
bir hayat yaşadılar, biz de öyle yaşayalım.
Unutmayalım ki bu hayat çabuk
biter. Şu anda bizlerin peşinde olduğumuz şeylerin pek çoğuna sahip olan
niceleri şu anda toprağın altındadırlar. Bir gün biz de öleceğiz. Unutmayalım ki
Allah Resûlünün ve hanımlarının yaşadığı bir hayat dünya için de âhiret için de
çok güzel olacaktır.
35. “Doğrusu erkek ve kadın
müslümanlar, erkek ve kadın mü'minler, boyun eğen erkekler ve kadınlar; doğru
sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkekler ve kadınlar, gönülden bağlanan
erkekler ve kadınlar, sadaka veren er-kekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve
kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve
kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir
hazırlamıştır.”
Bir ara Ümmü Seleme anamız
Rasûlullah efendimize gelerek, ey Allah’ın Resûlü mükâfatlar, âyetler hep
erkeklerle ilgili geliyor. Biraz da biz kadınlarla alâkalı âyetler gelse de
bizler de sevinsek diyor. Ve işte bunun üzerine bu âyetler
geliyor.
Muhakkak ki teslim olmuş erkekler ve
teslim olmuş kadınlar. Müslüman erkekler ve müslüman olmuş kadınlar. Allah’ın
emirlerine teslim olmuş, iradelerini Allah’a teslim etmiş, Allah’ın kendileri
için seçimini seçim kabul etmiş, müslümanca bir hayatı kendilerine hayat tarzı
seçmiş erkek ve kadınlar.
İman etmiş erkekler ve kadınlar.
Allah’a ve Allah’tan kendilerine gelen dinin, hayat programının kendilerini
dünya ve ukbada kurtuluşa götürecek tek yol, tek çare olduğuna gönülden iman
etmiş erkek ve kadınlar.
Allah ve Resûlüne itaat eden erkek ve
kadınlar. Yâni Allah ve Resûlüne iman iddialarını söz planında, iddia planında
bırakmayarak bu imanlarının gereğini yerine getiren erkek ve kadınlar.
İmanlarını hayatlarında görüntüleyen erkek ve kadınlar.
Allah ve Resûlünden gelenleri tasdik
eden, imanlarının eylemini gerçekleştiren erkek ve kadınlar. İman, niyet, söz ve
amellerinde samimi olan erkek ve kadınlar.
Sıkıntılara, yokluklara, varlıklara
sabreden, her şart altında Rablerinin istediği gibi olma yolunda olan erkekler
ve kadınlar. Rablerinin istediği kulluk yolunda karşılarına çıkan her türlü
eziyetlere sabredip geri adım atmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyen erkek
ve kadınlar. Hiçbir korku, hiçbir tehdit, hiçbir nefsânî arzu, hiçbir menfaat
kendilerini Rablerinin istediği kulluktan alıkoyamayan, tek dertleri Rablerinin
rızası olan erkek ve kadınlar.
Allah’a karşı gerçekten haşyet duyan
erkekler ve kadınlar. Rablerine boyun büküp Onun hatırını kazanamama konusunda
tir tir titreyen, Onun huzurunda secdelere kapanan, emirlerini hemen beklemeden
uygulamaya koyan erkek ve kadınlar. Hiçbir gurur, kibir duymadan sadece
Rablerine ibadet ve itaati düşünen erkek ve kadınlar. Rablerine nasıl itaat
etmeleri gerekiyorsa, Rablerinden nasıl korkmaları gerekiyorsa öylece davranan
erkek ve kadınlar.
Sadaka veren erkekler ve sadaka veren
kadınlar. Tasdik ehli olan erkekler ve tasdik ehli olan kadınlar.
Bedenlerinde, mallarında ve tüm
hayatlarında Rablerinin söz sahipliğini kabul etmiş erkekler ve kadınlar.
Oruç tutan erkekler ve oruç tutan
kadınlar. Rableri hatırına tuttukları oruçla bedenlerini ve niyetlerini
arındıran erkek ve kadınlar.
Irz ve namuslarını muhafaza eden
erkekler ve kadınlar.
Allah’ı çokça zikreden erkekler ve
kadınlar. Rablerini hep gündemlerinde tutan erkekler ve kadınlar. Geceli
gündüzlü gündemlerinde Allah olan, Allah’ın âyetleri olan erkekler ve kadınlar.
Allah işte böyle erkek ve kadınlara bir
bağış, bir mağfiret hazırlamış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Allah onların
geçmişte işledikleri günâhlarını, hatalarını, kusurlarını sıfırlamış, bağışlamış
ve onlar için çok büyük mükafatlar hazırlamıştır.
Ne güzel bir müjde değil mi?
Elhamdülillah, elhamdülillah. İs-ter erkek olalım ister kadın hiç fark etmiyor.
Bu özelliklere sahip olduğumuz sürece Rabbimizin bu müjdeleri bizim içindir.
Tamam Rab-bimiz sorumluluklarımız açısından kadınlara erkeklerden biraz fazla
yük yüklemiştir, ama genel mânâda cennete gitme hususunda ne kadınlara ne de
erkeklere bir ayrıcalık vardır. Her ikisi de bu konuda eşittir. Şu sayılan
özelliklere sahip olan kim olursa olsun o cennete gidecektir. Ve işte mü’min bir
erkek ve mü’min bir kadın için Rabbi-mizin değişmeyen bir yasası bakın
şöyledir:
36. “Allah ve Peygamberi bir şeye
hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek
yaraşmaz. Allah'a ve Peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış
olur.”
Allah ve Resûlü bir konuda bir
hüküm vermiş, bir hükümde bu-lunmuşsa o konuda, Allah ve Resûlünün karar verdiği
o işte mü’min erkek ve kadınlara seçim hakkı yoktur. Allah ve Resûlü bir konuda
hüküm vermişse artık inanmış erkek ve kadınların o konuda bir görüş
belirtmeleri, bir tercihte bulunmaları söz konusu değildir. Evet mü’min olduktan
sonra hiç kimsenin hiç bir konuda seçim hakkı yoktur. Ama mü’min oluncaya kadar
iki seçim hakkımız vardır. Allah ve Resûlünü de seçebiliriz, Allah ve Resûlü
dışındaki bir dünyayı da seçebiliriz. Allah ve Resûlüne iman ve teslimiyeti,
Allah ve Resûlünün istediği bir hayatı yaşamayı da seçebiliriz, keyfimize göre
bir hayat yaşamayı da seçebiliriz. Mü’min olmayı da, kâfir olmayı da seçme
hakkımız vardır. Ama iman ettikten sonra, ben mü’minim dedikten sonra, ben
inandım dedikten sonra hiç bir mü’min erkek ve kadın için Allah ve Resûlünün
seçtiği karar karşısında itiraz etme, görüş bildirme, yargılama, sorgulama hakkı
kalmamıştır. Allah ve Resûlünün alternatifi bir karara, bir hükme, bir yola
gitme hakları kalmamıştır.
Evet anladık değil mi? Allah ve
Resûlüne iman edinceye kadar, Allah ve Resûlünü seçinceye kadar bu irademiz
elimizdedir. Dilediğimizi seçebiliriz. Ama tercihimizi Allah ve Resûlünden yana
kullandıktan, müslüman olduktan sonra artık Allah ve Resûlünün bizim hakkımızda
vermiş olduğu bir kararının dışında bir karar verme hakkımız da, yetkimiz de
yoktur. Allah ve Resûlü ne diyorsa, bizim için neyi seçmişse olduğu gibi kabul
edip teslim olmak zorundayız. Artık bu benim hoşuma gitmiyor, bunu benim
mantığım almıyor, buna benim aklım yatmıyor deme hakkımız da yetkimiz de yoktur.
Evet, tüm heveslerin, tüm arzuların
Resûl-i Ekrem efendimize mutabakatı şarttır mü’min olabilmek için. Bakın
peygamber efendimiz Ebu Muhammed Abdurrahman Bin Amr Bin el As (r.a) efendimizin
rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Hiç birinizin gönlü,
arzusu, hevesi benim getirip tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü’min olmuş
olamazsınız.”
(Buhârî)
Yine
bir başka hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Sizden biriniz beni nefsinden,
ailesinden, çocuklarından ve tüm insanlardan çok sevmedikçe mü’min
olamaz.”
(Buhârî,
İbni Mâce)
“Üç şey kimde bulunursa, o gerçek
imanın tadına ermiştir. Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmesi, sevdiğini
Allah için sevmesi, hidâyeti bulduktan sonra küfre dönmekten, ateşe düşmek kadar
korkması”
(Ahmed
İbni Hanbel Müsnedi)
Hz.
Ömer Efendimiz der ki; “Allah ve Resûlünün kötü gördüğü bir şeyi iyi gören
mü’min değildir.”
Hz. Ali Efendimiz de buyurur ki; “Her
kim ki Allah ve Resûlüne muhabbet iddia ettiği halde, Allah ve Resûlüne muvafık
hareket et-mezse bu iddiası batıldır.
Kim ki Allah ve Resûlüne isyan eder,
Allah ve Resûlünün seçimine alternatif seçimler arayışı içine girerse o kimse
apaçık bir şekilde Allah yolundan sapmış ve sapıtmış demektir. Evet Allah ve
Resûlüne inandığını iddia ettikten sonra, Allah ve Resûlünü tercih ettikten,
müslüman olduktan sonra kim ki Allah ve Resûlüne isyan ederse artık onun Allah
ve Resûlüyle hiçbir bağı kalmamış, net bir şekilde İslâm’dan uzaklaşmış
demektir. İşte bunun pratik örneğini sahâbeden Zeyd ve Zeynep’te görüyoruz. Zeyd
Rasûlullah efendimizin evlâtlığı, Zeynep te onun karısıdır. Rasûlullah efendimiz
evlâtlığı olan Zeyd’le hâlâsının kızı olan Zeyneb’i evlendirir.
Tabii bir köleyle asil, soylu bir
kadını evlendirerek Allah’ın Resûlü toplumdaki kölelik anlayışına en büyük
darbeyi indirmek istiyor. Onun içindir ki o günün geleneklerine göre gerçekten
bu çok zor bir evlilikti. Ama İslâm gelenekleri yıkacak, kardeşliği
pekiştirecek, İnsanlar arasındaki sınıf farklılığını bitirecekti. İşte böyle bir
eylemi Allah’ın Resûlü ilk önce kendi akrabaları arasında gerçekleştiriyordu.
Soylu kadın Zeynep bundan çekinir. Ben Zeyd’den daha soyluyum, onu kendime lâyık
görmüyorum der. Rabbimiz işte bu âyetiyle uyarır onu ve velîsini. Ben müslümanım
diyen hiçbir kimse Allah ve Resûlünün seçimine itiraz edemeyecektir. Rabbimizin
bu âyetini duyar duymaz hemen Zeynep ve ailesi Rasûlullah’ın seçimine teslim
olurlar ve bu evlilik gerçekleşir.
Ama evlilikte geçimsizlik vardır.
Zeyd’le Zeynep geçinemiyorlar. Geçimsizlik ailede had safhaya ulaşır. İşte bakın
bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz hadiseyi şöylece
anlatır:
37. “Ey Muhammed! Allah'ın nimet
verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: “Eşini bırakma, Allah'tan sakın”
diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor-dun. İnsanlardan
çekiniyordun oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini
kestiğinde onu seninle evlendirdik, ki, evlâtlıkları eşleriyle ilgilerini
kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı
bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine ge-lecektir.”
Ey peygamberim, sen Allah’ın
kendisine nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin Zeyd’e diyordun ki.
Allah’ın kendisine hidâyet nasip buyurduğu, senin de kendisini kölelikten âzâd
edip hürriyetine kavuşturduğun, kendisine çok iyi davrandığın Zeyd’e nasihat
ediyordun. Gerçekten de Rasûlullah efendimiz Zeyd’e çok iyi davranmıştı. Bir
savaşta ailesi tarafından kaybedilen, sonra köle olarak satılan ve Hatice anamız
tarafından Rasûlullah’ın hizmetine intikal eden Zeyd’e Allah’ın Resûlü çok büyük
ikramlarda bulundu.
Hattâ yıllar sonra bir gün ailesi
Zeyd’i Mekke’de bulurlar ve geri götürmek için gelirler. Allah’ın Resûlü
babasına ve amcasına der ki buyurun kendisi sizinle gitmeyi isterse alın götürün
der. Sorarlar Zey-d’e, ey
oğlum bizimle gelir misin dediler. Zeyd der ki hayır, vallahi ben hiç kimseden
görmediğimi Muhammed’de gördüm, ben onun yanında kalmayı tercih ederim. Henüz
Muhammed (a.s) peygamber değildi. Babası ve amcası onun durumunun çok iyi
olduğunu görünce bırakıp gittiler. Zeyd’in Rasûlullah’ın yanında kalması
gerçekten çok iyi oldu. Bir kaç yıl sonra Muhammed (a.s) Allah’ın elçisi olunca
Hatice anamızdan sonra belki kendisine ilk iman etme şerefine erenlerden oldu
Hz. Zeyd. Ve Kur’an’da hiçbir kimseye nasip olmayan büyük bir şeref Zeyd’e nasip
oluyordu. Zeyd Kur’an’da Rabbimizin ismini zikrettiği tek sahâbedir.
Evet Allah’ın böylece nimetlendirdiği,
senin de kendisine nimet verdiğin o Zeyd’e nasihat ederek diyordun ki ey
peygamberim: Ey Zeyd zevcini tut. Sakın onu boşama. Allah’tan ittika et. Aman
dikkat et, sakın onu boşamaya kalkışma diyordun. Anlıyoruz ki artık bu evliliğin
tadı kaçmış, geçimsizlik hat safhaya varmış ve Zeyd de Zeynep te boşanmadan söz
eder olmuşlardı. Çünkü bıraktığı anda Muhammed (a.s) onunla evlenmek zorundaydı.
Allah böyle istemişti. Allah’ın yasası buydu.
Yine sen ey peygamberim, nefsinde olanı
gizliyordun, halbuki Allah onu açıklayacaktı. Allah’ın açıkladığını, açığa
çıkaracağını sen nefsinde saklıyor, gizliyordun.
İnsanlardan korkuyordun. İnsanlardan
korkarak içindekini gizliyordun. Yâni evlâtlığımın hanımıyla nasıl evleneceğim?
Böyle bir yasağı nasıl işleyeceğim? Bunu insanlara nasıl anlatacağım?
Dedikoduların önüne nasıl geçebileceğim? Evet gerçekten de bu çok zor bir işti
ve o gün de, bugün de Rasûlullah efendimizin Zeynep anamızla gerçekleştirdiği bu
izdivacını hâlâ diline dolayan insanlar varlıklarını devam ettirmektedirler.
Evet ey peygamberim, sen o zaman insanlardan çekinip korkuyordun.
Halbuki:
Allah korkulmaya insanlardan daha
lâyıktır. Korkma diyordu Rabbimiz. O boşayacak ve sen onu alacaksın. Bunda bir
sakınca yoktur. Biz artık evlâtlığın evlâtlık olmadığını, evlâtlığın
geçersizliğini ortaya koyduk. Bu yasayı belirttik. Her ne kadar önceki bir
yanlış gelenekten dolayı bu sana zor gelse de, toplum senin yapacağın bu devrimi
yadırgasa da, senin hakkında olmayacak sözler söylese de Biz bunun pratiğini
bizzat senin üzerinde uygulayacak ve kıyâmete kadar bu bir örnek olacak diyordu
Rabbimiz.
Ne zaman ki Zeyd onunla ilişkisini
kesince, yâni karısı Zey-neb’i boşayınca:
Onu, Zeyneb’i sana nikâhladık, onu sana
zevce olarak takdir ettik. Âyetin bu ifadesinden ötürü Zeynep anamız diğer
analarımıza karşı övünüyordu. Benim nikâhımı Rabbim kıydı diye. Sizin
nikâhlarınızı peygamber kendisi kıydı, ama benimkini Rabbim kıydı diye diğer
hanımlarına karşı iftihar ediyordu. Gerçekten de sevinilecek, övünülecek bir
şerefti bu onun için. Niye böyle yapmış Rabbimiz:
Artık müslümanlar üzerine şu zorluk olmasın diye. Evlâtlıklarının
boşadıkları hanımlarıyla evlenmelerinde bir zorluk olmasın diye işte bunu ilk
önce senin üzerinde uyguladık diyor Rabbimiz. Zaten sûrenin ilk âyetlerinde
yasasını ortaya koymuştu Rabbimiz, bundan sonra artık evlâtlık anlayışı
bitmiştir. Evlâtlığın boşadığı kadınla, ya da evlâtlığın ölümüyle boşa çıkan dul
kadınla daha önce onu evlâtlık edinen kimsenin evlenmesinde hiçbir sakınca
yoktur. Allah’ın emri, Allah’ın yasası işte böylece gerçekleşmiş oldu.
Rabbimizin kendisine daha önce vahiy
yoluyla bildirdiği bu eylemi gerçekleştirmesi gerçekten Rasûlullah efendimize
biraz zor geldi. Boşandıktan sonra Zeyd’i gönderdi Zeynep anamıza dedi ki git
onu bana iste Zeyneb’i. Zeyd haberci olarak Zeyneb’e gitti, gerçekten çok
enteresan bir hadise. Daha önce onun hanımıydı, boşadı onu ve şimdi peygamber
(a.s)’a onu istemeye gidiyordu. Bizim için çok zor bir şey gibi ama Allah ve
Resûlü bir şeye karar verdikten sonra artık ne geleneklerin, ne törelerin, ne de
başka şeylerin bir anlamı kalmı-yor. Allah yasası her şeyin önüne geçecektir.
Karar büyük iradenindir ve onun önüne geçebilecek hiçbir şey yoktur. Zeyd de
Zeynep de ar-tık buna boyun eğecektir. Ayrılmışlardı ve bundan sonra Zeynep
anamız bizim anamız olacaktır, olmuştur. Rasûlullah efendimizin değerli
eşlerinden bir eştir. Ve yine hiçbir problem yok, Zeyd’le Zeynep yine
kardeştirler. Karıkoca değiller ama müslüman kardeşler olarak kardeşlikleri
devam edecektir, tüm boşanmış müslümanlara bir örnek olarak.
Evet tüm boşanmış erkek ve
kadınlar birbirleriyle kardeştirler, kardeşlik ilişkilerini zedelememelidirler.
Nasıl ki evlenmeden önce kardeşlerse, boşandıktan sonra da bu kardeşlikleri
devam edecektir. Birbirlerine düşman olmayacaklardır.
38. “Allah’ın Peygamberlere
farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur. Bu, Allah’ın öteden beri, gelmiş
geçmişlere uyguladığı yasasıdır. Allah’ın emri şüphesiz gereği gibi yerine
gelecektir.”
Allah’ın Peygamber’e (a.s) farz
kıldığı şeylerde peygambere bir güçlük yoktur. Allah’ın istediği bir konuda hiç
kimsenin peygambere bir söz söyleme hakkı da, yetkisi de yoktur. Bu bizzat
Allah’ın Ra-sûlullah efendimize farz kıldığı bir evliliktir ve sadece Peygamber
efendimiz için değil, tüm mü’minler için caiz olan bir iştir. Rabbinin farz
kıldığı bir konuda peygamberin onu yerine getirmesinde bir güçlük yoktur. Bunu
Allah emretti, Zeynep’le nikâhını bizzat Allah kıydı. Rablerinin istediği bir
şeyi peygamberlerin yerine getirmeleri mutlak bir kanundur. Ne peygamberin böyle
bir emri yerine getirmeme yetkisi vardır, ne de bir kimsenin Allah emrini icrâ
eden bir peygambere söz söyleme hakkı vardır. Kimse peygamberi bu konuda
kınayamaz. Kim-se bu konuyu diline dolayamaz.
Yok efendim peygamber
Zeyneb’i görmüştü de, beğenmişti de onu boşatmıştı da, onunla evlenmişti de gibi
zırvaların hiçbir anlamı yoktur. Allah zaten problemi biliyordu, Zeyd’le Zeynep
zaten geçinememişlerdi ve boşandıktan sonra da Rabbimiz ikisini evlendirecekti.
Allah’ın bu yasası sadece Rasûlullah efendimizle ilgili
değil:
Daha önce gelip geçmiş ümmetlerde de
Allah’ın uyguladığı bir yasadır bu. Allah kararını verir ve verdiği kararını
peygamberine mutlaka uygulatır. Allah önceki tüm peygamberlerine mübah kıldığı
şeylerde rahat hareket etme ruhsatı vermiştir. Nitekim Dâvûd ve Süleyman’a (a.s)
uyguladığı çok kadınla evlenme ruhsatını Rasûlullah efendimize de vermiştir.
Allah’ın takdiri her şeyin üzerindedir, Allah’ın emri ezelde takdir edilmiş bir
kaderdir, ne değiştirilebilir, ne de bozulabilir; mutlak yerine getirilmelidir.
39. “Allah’ın göndermiş
olduklarını tebliğ edenler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden
korkmazlar. Allah hesap gören olarak yeter.”
Yine o peygamberler Allah’ın
risâletini, Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ ediyorlar, tebliğ edenlerdir
onlar. Ve sadece Allah’tan haşyet duyan, sadece Allah’tan korkan, sadece Allah
hatırını güden kimselerdirler onlar. Yalnız Allah emrine boyun eğen, yalnız
Allah’ı dinleyen, O’ndan başkalarını asla hesaba katmayan kimselerdir onlar.
İşte bu peygamber özelliğidir ve
müslümanlar da bu peygamber özelliğine sahip olmalıdırlar. Yasa neyi
gerektiriyorsa, Allah neyi emretmişse, nasıl yapmamızı istiyorsa öylece
yapmalıyız ve onu yap-mamıza hiçbir şey engel olmamalıdır. Çünkü hesap görücü
olarak, hesaba çekici olarak Allah yeter, başka hiç kimseye ihtiyacımız da,
minnetimiz de yoktur. Başka hiç kimseye hesap ödemeyeceğiz. Kabirde bizi
insanlar karşılamayacak, dirilince bizi insanlar hesaba çekmeyecekler ki onları
da hesaba alalım. Mahşerde, mahkeme-i küb-râ’da büyük hesap görücü sadece
Allah’tır. Öyleyse niye Allah’tan başkaları için bir hayat yaşayalım? Niye
Allah’tan başkalarını memnun etme yoluna girelim?
40. “Muhammed içinizden
herhangi bir adamın babası değil, o Allah’ın elçisi ve peygamberlerin
sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.”
Muhammed sizden hiçbirinizin
babası değildir, lâkin o Allah’ın elçisi ve elçilerinin sonuncusudur. O
hiçbirinizin babası olmadığı için sizden birinin boşadığı hanımlarını, ya da
sizden birilerinin kızlarını almaya hakkı vardır. Peygamber ümmetin babası
makamında değildir. O, Allah’ın peygamberidir ve peygamberlerin de sonuncusudur,
ondan sonra da hiçbir Nebî ve Resul gelmeyecektir.
Allah her şeyi bilendir, bilgisi
tam olandır, bilgi kendisinden olandır ve her şeye en güzel karar veren de
O’dur. İşte bu sözler, bu âyetler, bu yasalar, bu sûreler de O’ndandır. Bize
düşen işte her şeyi en iyi bilen, mutlak bilen Allah’ın âyetlerine, Allah’ın
sözlerine, yasalarına, dinine teslim olmaktır. Sadece O’nu gündeme almak, sadece
O’nu yüceltmek ve sadece O’nun istediği bir hayatı yaşamaktır.
41, 42. “Ey İnananlar!
Allah’ı çok anın. O’nu sabah akşam tesbih edin.”
Ey iman edenler, Allah’ı çokça
zikredin. Allah’ı çokça gündemlerinize alın. Gündeminizi hep Allah belirlesin.
Hep Allah’la, Allah’ın kitabıyla ve Resûlünün sünnetiyle beraber olun. Hareket
noktanız hep vahiy olsun. Diliniz hep Allah’ın sözcülüğünü yapsın. Hep vahyi
konuşun. Kalbinizin güveni, bağlılığı hep sadece Allah’a olsun. Azalarınız hep
Allah adına hareket etsin. Gözünüz hep Allah için baksın. Kulaklarınız hep Allah
için işitsin. Allah’ın bak dediği yere bakın, Allah’ın işit dediklerini işitin,
O’nun yap dediklerini yapın, yapma dediklerinden kaçının. Tüm hayatınızda sadece
Allah etkili olsun. Hep O desin, siz yapın. Konuşmanızdan işitmenize, yemenizden
içmenize, ticaretinizden yatmanıza, kalkmanıza kadar her şeyinizde Allah adı
yücelsin. Tüm hayatınızda Allah’la şereflenin. Allah’ın istediği şekilde hayat
sürün. Evinizde, ailenizde, mektebinizde, ticarethanenizde, sosyal ha-yatınızda,
hukukunuzda, ekonominizde, nikâhınızda, talâkınızda, savaşınızda, barışınızda
hep Allah’ın istediği gibi hareket edin. Allah’ın âyetleri kafanızda canlı
olsun.
Rabbinizi zikretmekle birlikte,
Rabbinizin istediklerini hafızalarınızda canlı tutup ona göre bir hayat
yaşamakla birlikte aynı zamanda sabah-akşam O’nu tesbih edin. O’nu, O’nun
istediği gibi tanıyın. Allah kendisini hangi sıfatların sahibi olarak
tanıtmışsa, O’nu öylece kabul edin. Onu, O’na ait olmayan tüm noksan sıfatlardan
tenzih edin. O nasıl yüceltilecekse, öylece yüceltin. Nasıl tenzih edilecekse,
öylece tenzih edin. Allah sizi nerede görmek istiyorsa orada bulunarak O’nu
tesbih edin. Allah sizden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece bir kulluk yaparak
O’nu tesbih edin. Hep O’nu anın, hep O’nu yüceltin, hep O’nun istediklerini
açığa çıkarın. O Allah ki:
43. “Karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için size rahmet ve istiğfar eden Allah ve melekleridir.
İnananlara merhamet eden O’dur.”
Size merhamet ediyor. O Allah ki
size acıyor. Melekler de Allah’ın rahmetinin, Allah’ın bereketinin, Allah’ın
acımasının size ulaşması için Allah’a yalvarıp duruyorlar. Ayrıca Allah ve
meleklerinin duası sizin karanlıklardan, zulumatlardan aydınlığa çıkmanız
içindir. Sizi küfür ve şirk karanlıklarından, bilgisizlik ve isyan
karanlıklarından iman ve hidâyet aydınlıklarına ulaştırmak için Rabbinizin
rahmeti size böylece ulaşıyor. Allah’ın meleklerinin duaları da böylece
gerçekleşmiş oluyor.
Şimdi sizler bunu nasıl
unutursunuz? Nasıl göz ardı edersiniz? Bu nimetin, bu hukukun kadri ödenir mi?
Size sizden çok merhamet eden, sizi sizden çok düşünen, sizi karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için vahiy gönderen, kitap ve peygamberler gönderen, sonsuz
merhamet sahibi bir Allah zikredilmez mi? Gündeme alınmaz mı? Tesbih edilmez mi,
yüceltilmez mi? Kulluk O’nun hakkı değil mi? İtaat O’nun hakkı değil mi?
Üstelik O’nun istediği böyle
kolay bir kulluk değil de gece-gündüz alnımızı secdeden kaldırmasak, gece-gündüz
O’na hamd etsek, şükretsek bile O’nun hakkını ödeme imkânımız yoktur. O’nun
nimetlerinin karşılığını verme imkânımız yoktur. Bu hayatı bize veren, bizi
yoktan var eden O değil mi? Hayatımızı O’na borçlu değil miyiz? Kendisine
şükretme nimetini de, kendisini tesbih etme nimetini, kulluk etme nimetini veren
de O değil midir?
44. “O’na kavuştukları gün
mü’minlere yapılacak dirlik temennileri “Selâm” demek olacaktır. Onlara cömertçe
verilecek ecir hazırlanmıştır.”
Evet Onunla karşılaştıkları gün,
O’na kavuştukları gün mü’-minlerin dirlik temennileri selâmdır. Yâsîn sûresinin
beyanına göre yaşadıkları müslümanca bir hayatın karşılığı olarak kendilerine
mükemmel bir cennet ve mükemmel bir cennet hayatı hazırlayan Rableri o
mü’minlere orada selâm diyecektir. Ey kullarım sizin için burada selâmet var
buyuracaktır. Rabbimiz bizzat cennette mü’min kullarını, cennetin sohbetçilerini
selâmlayacaktır. Ne büyük bir devlet ya Rabbi!
Cennette Rabbimiz bizi
selâmlayacak, bize selâm verecek, bize selâmet ve esenlik dileyecek. Allahu
Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ve lillah’il hamd! Bundan daha büyük bir
saadet olur mu?
Bizzat Rabbimizin sesini, sözünü
duyacağız. Şu anda Rabbi-mizin sözünü benden dinliyorsunuz. Bu âyetleri şu anda
ben okuyo-rum. Ama orada Rabbimizin sözünü bizzat kendisinden duyup
dinleyeceğiz. Burada Allah sözlerini duymaktan, dinlemekten zevk alanların
hakkıdır bu.
Veya o mü’minler orada, o cennet
ortamında birbirlerini selâmlayacaklar, birbirlerine selâmet ve esenlik
dileyecekler. Birbirlerine karşı dilekleri hep selâm olacaktır. Ve Rabbimiz
orada onlara kerim bir mükâfat hazırlamıştır. Yâni zatına yakışır cömert bir
ikram hazırlamıştır Rabbimiz. Böyle bir cenneti, böyle bir mükâfatı ancak Allah
verebilir. Öyleyse:
45,46. “Ey Peygamber! Biz
seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah’ın izniyle O’na çağıran, nûrlandıran bir
ışık olarak göndermişizdir.”
Ey peygamberim, Biz seni bir
şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı kıldık. Sen bu ümmet için, bu müslümanlar için
bir şahitsin, bir müjdeci ve uyarıcısın. İşte senin görevin, fonksiyonun,
misyonun budur. Ve Rasûlullah Efendimiz Rabbimizin kendisine yüklediği bu
görevlerini en güzel bir şekilde yerine getirmiştir. Görevine asla ihanet
etmemiştir.
İnsanlara şahitlik etmiştir Allah’ın
Resûlü. Allah’ın Resûlü gerek kendisine
Allah’tan gelen âyetlere Allah’ın istediği şekilde iman edip o âyetlerin
istediği müslümanca bir hayatı yaşama konusunda, gerekse o Allah âyetlerini
tebliğ etme konusunda, onun bir harfini bile gizlemeden insanlara, ashabına
tebliğ etme konusunda şahitliğini yerine getirmiştir. Allah’ın Resûlü Allah’ın
insanlardan istediği kulluğu bizzat yaşayarak ashabına tam ve mükemmel bir örnek
olmuştur. Allah’ın insanlardan istediği kulluğu tüm dünya insanlığının gözleri
önünde yaşayıp pratikte onu en güzel bir şekilde göstermiştir. Allah’ın dinine en güzel bir şekilde şahitlik
yapmıştır.
Tıpkı Rasûlullah efendimizin bu ümmete
şahitliği gibi bizler de İslâm ümmeti olarak tüm dünya insanlığına şahitler
olmak zorundayız. Bizler müslümanlar olarak, şahit bir ümmet olarak hayatımızla
tüm dünya insanlığına Allah’ın istediği müslümanlığa, Allah’ın istediği kulluğa
şahitler olmalıyız. Bizler de şu anda müslümanlar olarak tıpkı Peygamber
Efendimiz gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın yaşanırlılığını, pratiğini göstermek
zorundayız. Bu konuda peygamberin ümmetine karşı şahit olduğu gibi biz de tüm
insanlara şahitler olmak zorundayız. Allah’ın âyetlerini bütün insanlara
ulaştırmak, dünya üzerinde Allah’tan ve O’nun âyetlerinden, cennetten,
cehennemden habersiz bir tek insan kalmayacak biçimde herkesi haberdar etmek
zorundayız.
Allah’ın Resûlü insanlara şahitlik
yaptı, insanları müjdeledi. Tıpkı kendisi gibi, Allah’a teslim olup Allah’ın
istediği gibi müslümanca bir hayat yaşadıkları takdirde Allah’ın cenneti ve
kerim mükâfatlarının olacağıyla müjdeledi onları. Sonra yine Allah’a isyanı
tercih ettikleri taktirde dayanılmaz bir cehennem azabıyla uyardı onları.
Sonra Allah’ın izniyle Allah’a dâvet
eden bir dâvetçidir peygamber. Aydınlatan bir çerâğ, nûr saçan bir ışık,
aydınlatan bir güneştir o. O bir güneş olarak insanların ufkunda doğmasaydı,
Rab-bimiz onun aydınlığı ile bizi aydınlatmasaydı, onun hidâyetiyle, onun
rehberliğiyle bizi şereflendirmeseydi bizi kim karanlıklardan aydınlığa
çıkaracaktı? Bize kim rehberlik edecekti? Allah’ın istediği kulluğu bize kim
örnekleyecekti? Dünyada güzel bir hayata, öteler âleminde de cennetlere bizi kim
ulaştıracaktı? Bize böyle bir rahmet kapısı açmasaydı biz ne yapardık? Rabbimiz
bize karşı, biz kullarına karşı çok büyük lütûf ve rahmet sahibidir. İşte bize
örnek olarak, nûr olarak, ışık olarak, aydınlatıcı olarak seçip gönderdiği
elçisi bizim için en büyük nimetlerinden birisidir.
47. “İnananlara, Rablerinden
büyük bir lütûf olduğunu müjdele.”
Haydi sen o en büyük müjdeci, en
büyük uyarıcı ve en büyük rahmetimiz olan peygamberim, insanlara müjde ver.
Mü’minler için, Bana Benim istediğim gibi iman eden ve hayatlarını bu imanla
yaşayan kullarım için hazırladığım o büyük lütûflarımı, büyük mükâfatlarımı
haber ver onlara. Ey peygamberim, müjdeni güzel yap mü’minlere. Mü’min oldukları
sürece, mü’min kalma kavgası verdikleri sürece, müslümanca bir hayatı
sürdürebilmenin derdinde oldukları sürece onların karşılaşacakları mükâfatları
iyi hatırlat onlara. Ve sen asla:
48. “İnkârcılara,
ikiyüzlülere itaat etme; eziyetlerine aldırma; Allah’a güven, güvenilecek olarak
Allah yeter.”
Kâfirlere ve iki yüzlü
münâfıklara itaat etme. Fıtratlarını, insan olma özelliklerini örterek bir hayat
yaşayan kâfirlere, Allah ve Resûlüne karşı retlerini, inkârlarını açıktan açığa
ortaya koyan kâfirlere ve içlerinden, kalplerinden kâfir oldukları halde
dışarıdan müslüman görünen, müslümanları aldatmaya çalışan münâfıklara sakın
itaat etme. Onlardan yana bir tavır belirleme. Onlardan gelebilecek eziyetlere
aldırma. Bırak onları da sadece Allah’a tevekkül et, sadece Allah’a güven ve
dayan. Vekil olarak, yardımcı olarak Allah sana yeter. Allah’tan başka güvenip
dayanacağın hiçbir kimse yoktur.
49. “Ey İnananlar! Mü’min
kadınlarla nikâhlanıp, onları, temasta bulunmadan boşadığınızda, artık onlar
için size iddet saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları
güzellikle serbest bırakın.”
Ey iman edenler diyerek şimdi
sadece Rablerine güvenmeleri, sadece Rablerini dinlemeleri gereken mü’minlerden
bir şey isteyecek Rabbimiz. Madem ki vekil sadece Allah’tır, madem ki
mü’minlerin gü-venip dayanmaları gereken varlık sadece O’dur, madem ki mü’minler
adına karar verme yetkisi sadece O’na aittir, öyleyse müslümanlar Rablerinin
kendileri adına aldığı bir kararını uygulamak zorundadırlar. Neymiş bu
uygulamaları gereken karar?
Mü’min kadınlarla evlendiğinizde,
onları nikâhlayıp sonra da onlara dokunmadan, onlarla beraber olmadan, cinsel
ilişkiye girmeden onları boşadığınızda onlara ait bir iddet saymanıza gerek
yoktur. Boşanmış kadınlar üzerine saydığınız iddeti onlara saymanıza bir
sorumluluk yoktur. Biliyorsunuz ki boşanmış bir kadın üç hayız, üç temizlik
müddeti beklemeden bir başka müslümanla evlenemez. Bu süre iddet beklemek
zorundadır. Bu iddetin bitimiyle dilediği kimseyle evlenebilir. Ama düşünün ki
bir müslüman erkekle bir müslüman kadın arasında nikâh kıyıldı, ama aralarında
zifaf gerçekleşmedi. Henüz birleşmeden o erkek o kadını boşadı. İşte böyle bir
kadın için üç ay iddet bekleme sorumluluğu yoktur. Yalnız onları yararlandırın
buyuruyor Rabbimiz. Yâni boşamanızın karşılığında onlara mehirlerinden bir
şeyler verin. Güzellikle onları salıverin buyuruyor Rabbimiz. Yâni onları
boşadıktan sonra kendilerine eziyet etmeye kalkışmayın.
Böyle zifaftan önce boşanmış kadınların
mehirleriyle alâkalı Bakara sûresinde, nikâh kıyılmış, ama mehir tayin edilmemiş
ve kendisiyle zifafa girilmediği halde boşanan kadınlara boşayan koca tarafından
maruf ölçüler içinde, yâni kocanın ekonomik durumuna göre Mut’a vermesi
emredilir. Ama eğer nikâh kıyılmış, mehir de tayin edilmiş olduğu halde zifaf
öncesi boşanmışsa o kadınlara da tayin edilen mehrin yarısının verilmesi
emredilmektedir. Ama eğer o kadın kendisi bunu istemezse veya nikâhı elinde
tutan koca ben ona meh-rinin tamamını ödemek istiyorum derse, daha güzel ve
takvaya daha uygundur diyor Rabbimiz.
50. “Ey Peygamber! Mehirlerini
verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği câriyeleri, seninle
beraber hicret eden amcanın kızlarını, hâlâlarının kızlarını, dayının kızlarını,
teyzelerinin kızlarını ve peygamber nikâhlanmayı dilediği takdirde mü’minlerden
ayrı, sırf sana mahsus olmak üzere kendisinin mehrini peygambere hibe eden
mü’min kadını almanı helâl kılmışızdır. Bir zorluğa uğramaman için mü’minlerin
eşleri ve câriyeleri hakkında onların üzerine neyi farz kılmış olduğumuzu
bildirmiştik. Allah bağışlayandır, merhamet
edendir.”
Ey Peygamberim, Biz gerçekten
sana mehirlerini, ücretlerini verip de kendine aldığın, kendine nikâhladığın
hanımları ve ayrıca sağ elinin mâlik olduğu câriyeleri de sana helâl kıldık.
Onlarla Allah’ın gösterdiği sınırlar içinde dilediğin şekilde bir hayat
sürebilirsin. Ayrıca amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayılarının,
teyzelerinin kızlarını da sana helâl kıldık. Seninle birlikte hicret eden hâlâ,
dayı, teyze, amca kızlarını da sana helâl kıldık. Sonra mehirsiz olarak, hiç bir
me-hir istemeden nefsini sana hibe eden bir mü’min kadını da sana helâl kıldık.
Mehirsiz olarak beni nikâhlayabilirsin diyen mü’min kadını da sana helâl kıldık.
Bu sadece Rasûlullah Efendimize aittir, sadece onun için geçerlidir. Peygamber
eğer onu nikâhlamak istiyorsa, Rab-bimiz onu da helâl kılmıştır. Peygamberin
dışındaki müslümanlara bu helâl değildir. Mehrini vermek
zorundadırlar.
Müslümanların evlenmek istedikleri
kadınlarla nasıl evleneceklerini, kadınlarına ve câriyelerine karşı nasıl
davranacaklarını biz sana bildirdik. Tâ ki bu konuda senin üzerine bir zorluk
olmasın diye. Allah Gafûr’dur, Rahîmdir. Mağfiret sahibidir, bağışlayandır.
Evet, Peygamber’in (a.s) ayrıcalığı bildirildi. Diğer müslümanlara da bu
ayrıcalığın dışında, peygamberin bu ayrıcalığının dışında evlenme hukuku açık
bir şekilde belirtildi. Câriyelerin hukuku da ayrıca beyan edildi. Allah vahyi
ışığında Rasûlullah insanlara bunu pratikte nasıl uygulayacaklarını bildirdi.
İşte böylece bu dünyada güzel bir
hayat yaşama imkânına sahip olan müslümanlar vekil kabul ettikleri Rablerinin
yasalarını çok rahat uygular oldular. Kimlerle evlenebileceklerini, kimlerle
evlenmelerinin yasak olduğunu, nasıl evleneceklerini, nasıl boşanacaklarını
bildiler ve hayat bundan sonra Allah’ın istediği şekilde devam eder
oldu.
51. “Ey muhammed! Bunlardan
istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri bırakmış
olduklarından da arzu ettiğini yanına almanda sana bir sorumluluk yoktur. Bu
onların gözlerinin aydın olmasını, üzülmemelerini, hepsine verdiğin şeylere razı
olmalarını daha iyi sağlar. Allah kalplerinizde olanı bilir; Allah bilendir,
Halîm olandır.”
Ey Peygamberim, o eşlerinden
dilediğini bırakma, dilediğini de yanına alabilme özgürlüğüne sahipsin.
Hanımlarından ayrıldıklarından istek duyduklarına dönmende senin için bir
sakınca yoktur. Analarımız, Rasûlullah efendimizin hanımları, Rasûlullah
Efendimizle bir problem yaşadılar. Rabbimiz, Rasûlullah Efendimizi serbest
bıraktı.
Önceki âyetlerde gördük.
Rabbimiz, peygamberine ey peygamberim söyle onlara eğer dünyayı istiyorlarsa,
dünyanın süsünü, ziynetini, lüksünü, refahını istiyorlarsa güzellikle onları
boşayıver. Ama yok Allah’ı, Allah’ın hoşnutluğunu, âhireti ve senin
hoşnutluğunu, senin ailenin bir üyesi olma şerefini istiyorlarsa bilsinler ki
onlar için çok büyük mükâfatlar var buyurmuştu. Bu konuda hem onları, hem de
Rasûlullah Efendimizi muhayyer bırakmıştı.
İşte bakın burada da Rabbimiz
peygamberini muhayyer bırakıyor. Ey Peygamberim onlardan istediklerini seçer,
dilediğini seçmeme konusunda serbestsin. Hattâ bu arada bir aylık bir ayrılık
dönemi geçmiştir. 29 gün sonra Rasûlullah eşlerine dönünce eşleri dediler ki,
“Ey Allah’ın Resûlü hani bir ay buyurmuştun?” Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki,
“Ayların bazısı 29, kimisi de 30 gündür.” Bu olay “ilâ olayı” diye de
anılmaktadır.
Rasûlullah Efendimiz böylece
kendilerine dönüşünde bir yanlışın, bir hatanın olmadığını ortaya koyuyordu.
İşte Rabbimiz peygamberine bunu söylüyordu. O kadınlarından bu bir aylık
ayrılıktan sonra dilediklerine tekrar dönebilirsin.
Böylece o kadınlarının gözlerinin aydın
olması için daha güzeldir buyuruyor Rabbimiz. Evet demek ki analarımızın
gözlerini daha bir aydın edecek, gönüllerini alacak bir hadise olmuştur bu. Bu
olay onların mahzun olmamalarını, üzülmemeleri, gamlanmamaları içindir.
Kendilerine verdiklerin ile sevinmeleri, mutlu olmaları, hoşnut olmaları için bu
hadise daha güzel olmuştur. Buyur ey peygamberim, onlardan istediklerini seç,
istediklerinle birlikte ol, seçimini yap, istediklerini bırakabilir,
istediklerini alabilirsin buyurdu Rabbimiz, Rasûlullah Efendimiz de Rabbimizin
verdiği bu özgürlüğü hanımlarının tamamını geri almakla yerine getirmiş oldu.
Unutmayın ki Allah
kalplerinizde olanları en iyi bilendir. Allah Alîm’dir, Halîm’dir. Rabbimizin bu
ifadelerinin yol göstermesiyle Ra-sûlullah Efendimiz hanımlarının tamamını geri
aldı. Hattâ Sevde anamız kendi sırasını Ayşe anamıza devretti ve yeniden tüm
hanımları Efendimizle barıştı.
Bu yasa böylece belirlendikten sonra
Nisâ sûresi ile Peygamber Efendimizin dışındaki diğer müslümanlar için dört
hanımdan başka alamayacakları, bu işin ancak dört kadınla sınırlandırılmış
olduğu da Rabbimiz tarafından yasaya bağlanmıştır. Bu âyet geldiği zaman toplum
içinde dörtten fazla kadınla evli olanlar çoktu. Rabbimizin bu âyetinin
gelişiyle Rasûlullah Efendimiz şöyle emretti: “Herkes bu kadınlarından
Rabbimizin izin verdiği dördünü seçsin ve fazlasını boşasın.”
Evet o anda dörtten fazla kadınla
evli olanlar dörde indirecek, yeni evlenecek olanlar da ancak dört kadınla
evlenebileceklerdir. Tabii bu âyetler indiği zaman Rasûlullah efendimizin dokuz
tane hanımı vardı. Rabbimiz bu dört yasasından onu istisna
etti.
52. “Ey Muhammed! Bundan
sonra sana hiçbir kadın, câriyelerin bir yana, güzellikleri ne kadar hoşuna
giderse gitsin, hiçbirini boşayıp başka bir eşle değiştirmen helâl değildir.
Allah her şeyi gözetmektedir.”
Ey Peygamber, bundan sonra sana hiçbir
kadın helâl değildir. Şu anda nikâhın altında bulunan eşlerinden bir kısmını
boşayıp da onların yerine bir başkasını almak ta sana helâl değildir. Yâni şu
andaki 9 hanımından bir iki tanesini boşayıp ta, onlar yerine bir başkasını
alman sana helâl değildir. Onların yerine o alacağın kadının güzelliği hoşuna
gitmiş olsa da. Artık bundan sonra bu eşlerinden ne birini bırakıp bir
başkasıyla evlenmeye, ne de bir kaç tane hanım daha almaya hakkın yoktur. Bu
senin için helâl değildir. Ancak sağ elinin sahip olduğu, savaşlardan elde
ettiğin câriyelerinden beraberliği kabul ettiklerin hariçtir. Allah her şeyi
gözetleyendir, her şeyi denetleyendir.
Böylece Rabbimiz, Resûlünün
evlenmesine, nikâhına, talâkına da bir yasa koydu ve bu yasa Rasûlullah
Efendimizin vefatına kadar uygulandı. Rasûlullah Efendimizin vefatından sonra da
artık Rasû-lullah Efendimizin hanımları, bizim değerli analarımız anamız
olmaları sebebiyle hiç bir müslüman erkekle evlenmediler. Onların hayatları da
işte böylece Rabbimizin istediği gibi bir imtihanla devam etti. Bunu belirleyen,
bu konuda hüküm koyan Allah’tır. Allah’ın koyduğu yasaları hiç kimsenin
değiştirme yetkisi de, hakkı da yoktur. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
müslümanların uygulamaları gereken bir başka yasasını da şöylece
bildiriyor:
53. “Ey İnananlar!
Peygamberin evlerine, yemeğe çağırılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat
dâvet edilirseniz girin ve yemeği yiyince, dağılın. Sohbet etmek için de girip
oturmayın. Bu haliniz Peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye
çekiniyordu. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin eşlerinden bir şey
isteyeceğinizde onu perde arkasından isteyin. Bu sayede sizin gönülleriniz de,
onların gönülleri de daha temiz kalır. Bundan sonra ne Allah’ın peygamberini
üzmeniz ve ne de O’nun eşlerini nikâhlamanız asla caiz değildir. Doğrusu bu,
Allah katında büyük şeydir.”
Rasûlullah Efendimiz, Zeynep
anamızla evlenir. Bu evliliği es-nasında Peygamberimiz bir yemek veriyor.
Sahâbe-i kiram efendilerimiz dâvet edilmişler, Peygamberin evinde yemeklerini
yemişler, işleri bittiği halde kalkıp gitmemişler, hâlâ oturmaktadırlar.
Rasûlullah Efendimiz evlendiği anamız Zeynep’le, karısıyla beraber olacak, ama
sahâbe evi terk etmiyor. Kimse yerinden kalkmıyor. Onlara karşı son derece
şefkat ve merhamet sahibi olan Allah’ın Resûlü edebinden, hayâsından dolayı
onlara kalkın gidin de diyemiyor, utanıyor. Ama ba-kın Rabbimiz sahâbe-i kiram
efendilerimizi çok hoş bir şekilde uyarıyor:
Ey İnananlar! Peygamberin
evlerine, yemeğe çağırılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin. Ancak çağrıldığınız
zaman, dâvet edildiğiniz zaman, size girmeniz konusunda izin verildiği zaman
girin. Yemek vaktini beklemeyin. Yemek beklemek üzere bir beklenti içine
girmeyin. İzin verildiği zaman girin ve yemeği yiyince de dağılın. Sohbet et-mek
için de girip oturmayın. Bu haliniz Peygamberi üzüyor, o da size bir şey
söylemeye çekiniyordu. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Allah’ın elbette
onlardan çekinecek bir yanı yoktur. Çekinmediği için de bakın diyor ki ey
müslümanlar, haydi çekin gidin, ne duruyorsunuz? Yemeği yediniz, işiniz bitti,
hâlâ ne diye oturuyorsunuz? Ne diye peygamberi meşgul ediyorsunuz? Peygamberi
böyle bir durumda ra-hatsız etmeye hakkınız yoktur. Yemeğinizi yedikten sonra
dağılın. Uzun uzun laflara dalarak peygamberi meşgul etmeyin.
Tabii bu sadece Peygamber’le
(a.s) sınırlı değil, işi yoğun olan, ümmetin işleriyle uğraşan, ilimle, tebliğle
meşgul olan müslü-manları da meşgul etmemek lâzımdır. Onların yanına gittiğiniz,
davet edildiğiniz zaman eskiden yeniden, saptan samandan konuşmalara dalıp
onları meşgul etmeyin.
İşte Allah’ın Resûlü, Peygamberiniz
Zeynep’le nikâhlanmış. Yeni evlendiği eşiyle beraber olacak. Sizin o ortamda
oturup kalmanız onu sıkıntıya sokuyor. Eziyet veriyorsunuz ona. Utandığı için de
size bir şey diyemiyor. Artık ferâsetli olup hemen kalkmanız gerekiyor. O
sıkılıyor, ama Allah asla sıkılmaz. Allah hiçbir hakkı açıklamakta, hiçbir
gerçeği ortaya koymakta utanmaz, çekinmez.
İşte böyle. Rabbimizin tüm hayata
müdahale hakkı vardır. Günlük işlere varıncaya kadar, düğündeki bir bozukluğu
düzeltmek üzere hemen müdahale ediyor. Yanlışı düzeltiyor, doğruyu gösteriyor,
güzeli tasdik ediyor. İşte Medine’deki müslümanların hayatı hep böyle Allah
kontrolünde, Allah rehberliğinde bir hayat oluyor ve gerçekten güzel bir örnek
hayat olarak bize kadar ulaşıyor, kıyâmete kadar da bu kitapla beraber olanlara
ulaşmaya, insanların hayatlarını güzelleştirmeye devam
edecektir.
Peygamber hanımlarından, analarınızdan
bir şey istediğiniz, bir eşya, bir metâ isteyeceğiniz zaman da perde arkasından
isteyin. Kesinlikle bilin ki böyle yapmanız sizin için de, peygamber hanımları
için de temiz kalabilmeniz, sıkıntıya girmemeniz için bu daha güzeldir, daha
hayırlıdır. Yine unutmayın ki, sizin için Allah Resûlü’ne eziyet yakışmaz. Sizin
Allah Resûlü’ne karşı eziyet vermeniz sizin için hiç te hoş bir davranış
değildir. Yakışmaz size böyle bir şey. Çünkü onlar sizin analarınızdır. Onlarla
ebediyen sizlerin evlenmesi yasaktır. Onun içindir ki sizin böyle bir şeyi
istemeniz, gerçekten Allah katında büyük bir vebâl ve günâhtır.
Peygamber’e (a.s) ve dolayısıyla bize
yönelik bir emirle karşı karşıyayız. Peygamber’e (a.s), onun etrafındaki
müslümanlara hitap eden bu âyetlerin artık şu anda uygulamadan kalktığını, bu
âyetlerin sadece onları, o dönem insanlarını bağladığını, bizi bağlamadığını
hiçbir zaman söyleyemeyiz. Eğer bu âyetler sadece Muhammed’le (a.s) ilgili
olsaydı, sadece o dönem insanlarına hitap etmiş olsa, bizi bağlamıyor olsaydı,
elbette bu âyetler sadece o gün uygulanır ve şu elimizdeki kitaba geçmez ve
kıyâmete kadar insanların önlerine su-nulmazdı. Ama eğer bu âyetler şu anda
önümüzdeki Ahzâb sûresinin âyetleri olarak karşımızda duruyorsa, elbette bunlar
bizim ve kıyâmete kadar ki insanlığın uygulayacakları kurallar, emirler ve
yasalardır.
O zaman bize düşen iş, bu
âyetleri kendimize uyarlamak, bu âyetlerle sorumlu olduğumuzun bilinci içinde
müslümanca bir hayatı yaşama kaygısı taşımaktır. Böyle bir düğün ortamında yemek
yendikten sonra haydi dağılıp gidin, uzun uzun laflara dalarak gerdeğe girecek
olan ev sahibini meşgul edip sıkıntıya sokmayın diyorsa Rab-bimiz, bunu öyle bir
ortamda kendimize söylenmiş bilecek ve aynen Rabbimizin buyurduğu gibi hareket
edeceğiz. Gerek Peygamber’in (a.s) evinde, gerekse bugün bir başka müslümanın
evinde de aynı şekilde davranılması gerektiğine inanacağız. Gittiğimiz ev sahibi
izin verirse gireceğiz, bir yemek için gitmişsek yemeği yer yemez, bir iş için
gitmişsek işimiz biter bitmez hemen kalkıp gideceğiz. Ne peygamberin hanesini,
ne de bir başka müslümanın hanesini rahatsız et-meyeceğiz. Peygamber
hanımlarından bir şey isterken de, diğer müs-lümanların hanımlarından bir şey
isterken de o hanımlar bize perde arkasından söyleyeceklerini söyleyecekler,
iffet ve hayâlarını koruyacaklar.
Yâni kılık kıyafetlerine,
mahremiyetlerine dikkat edecekler. Hitap şekillerine, konuşma tarzlarına dikkat
edecekler. Sûrenin önceki bölümlerinde anlatıldığı gibi yumuşak, cazip bir ses
tonuyla konuşmayacaklar. Bir kadının kocasıyla konuşması gibi konuşmayacaklar.
Yâni Efendimizin hanımlarından böyle bir şey isteniyorsa, elbette kıyâmete kadar
tüm hanımların bu kurala uymaları gerekecektir. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki, bu
hem erkekler olarak sizin için, hem de hanımlar için daha iyi ve daha
hayırlıdır.
Evet burada öğrendik ki, Rasûlullah
Efendimizin hanımlarının bir başka müslümanla evlenmeleri yasaktır. Rabbimizin
bu yasasını duyan münâfıklar Rasûlullah efendimiz hakkında onu üzecek laflar
söylüyorlar. Dedikodular üretiyorlar. Hattâ münâfıkların reisi Abdullah bin
Übeyy bin Selül alçağı Muhammed vefat ettiği zaman, “Ben Ayşe ile evleneceğim”
gibi lakırdılarda bulunuyordu. Onların bu sözleri Ra-sûlullah Efendimizin
kulağına kadar geliyor, Allah’ın Resûlü çok üzülüyordu. Ama Allah’ın takdiri her
şeyin üzerindedir. Bakıyoruz ki Rasûlullah’ın vefatından önce o alçak geberiyor.
Rabbimiz buyuruyor ki:
54. “Bir şeyi açıklasanız da
gizleseniz de Allah şüphesiz hepsini bilir.”
Ey insanlar, kalplerinizdekileri,
niyetlerinizi gizleseniz de, açığa vursanız da Allah şüphesiz onların hepsini
bilmektedir. Yâni Rasû-lullah’ın (a.s) hanımlarıyla alâkalı düşündüklerinizi,
onlarla evlenme niyetlerinizi, ya da onlarla alâkalı ileri geri sözler
söylemenizi Allah bilmektedir. İster açıkça söyleyin, ister gizli tutun Allah
hepsinden ha-berdardır. Öyleyse aklınızı başınıza alın da, ne yaptığınızın,
kiminle karşı karşıya bulunduğunuzun bir farkına varın. Unutmayın ki her
davranışınızdan, her sözünüzden, her niyetinizden sizi hesaba çekecek olan
Allah’tır.
Biraz önce okuduğum hicap âyeti, perde
âyeti gelince, kendilerinin bu âyetin muhatabı olduklarını bilen müslümanlar
gerçekten sıkıntı çektiler. Ama Rabbimiz bu konuda hemen bir açıklamada bulundu.
Bakın şöyle buyurdu:
55. “Kadınların; babaları,
oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin
oğulları, hizmetçi kadınları ve câriyeleri hakkında bir sorumluluğu yoktur. Ey
kadınlar! Allah’tan sakının, çünkü Allah her şeye
şahittir.”
Müslüman hanımların babaları,
oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, yâni yeğenleri, kız
kardeşlerinin oğulları, hizmetçi kadınları ve câriyeleri konusunda bir
sorumluluk yoktur. Yâni müslüman kadınlar babalarıyla, oğullarıyla,
yeğenleriyle, amcalarıyla, dayılarıyla görüşmelerinde bir beis olmadığını
açıkladı Rabbimiz. Ve buyurdu ki, ey hanımlar muttakî davranın. Allah’la
korunun, Allah yasalarının bilincinde olun. Allah’a kulluğunuzun şuuruna erin.
Hayatınızı Allah için yaşayın, Allah’ın sınırlarına riâyet edin. Allah’ın
rızasını düşünerek bir hayat yaşayın. Unutmayın ki Allah yaptığınız her şeye
şahittir. Her yaptığınızı Allah kontrolünde yapmaktasınız ve yaptığınız her
şeyden yarın hesaba çekileceksiniz.
Rabbimiz 53. âyette müslümanlara
Peygamber Efendimizin evine izinsiz girmemeleri gerektiğini, izin verildiği
takdirde girmeleri ve işleri biter bitmez hemen ayrılmaları gerektiğini
anlatmıştı. Bir yemeğe dâvet edildikleri zaman yemeği yer yemez hemen oradan
ayrılmaları gerektiğini öğretmişti. Yine ondan sonraki âyetlerde müslümanlara ve
analarımıza şunu öğretmişti. Onlardan bir şey isteyeceğiniz zaman perde
arkasından konuşun. Onlar sizin karşınıza istenmeyen bir şekilde çıkmasınlar,
sizler de onları istemediğiniz bir şekilde görmeyin. Bu hem erkeklerin, hem de
kadınların kalplerinin güzel olmasını sağlayacak buyurmuştu.
Ana bildiğiniz o Resul
hanımlarıyla evlenmeniz yasaktır buyurmuştu. Bütün bu hudutlarını, bütün
yasalarını bize takdim buyuran Rabbimiz idi. İşte bu yasalar böyle ortaya
konunca, yâni peygamber eşlerinden bir şey isteneceği zaman perde arkasından
isteme emri gelince gerçekten analarımız ve müslüman hanımlar bu konuda çok
dikkatli ve titiz davrandılar. “Peki” dediler, “o zaman babalarımız oğullarımız,
kardeşlerimiz, yeğenlerimiz, kardeşlerimizin çocukları, amcalarımız, dayılarımız
ne olacak? Onlara karşı nasıl davranacağız?” diye telaşa düşünce 55. âyet geldi
ve o konuda bir sıkıntılarının olmadığı bildirildi.
Kendilerinden böyle bir tavır istenen
insanlar sahâbedir. Nesillerin en hayırlısı olan bir toplumdur. Dikkatli
davranmaları gerekenler kimlerdir? Rasûlullah’ın hanımları. Yeryüzünün en temiz
ailesinin en temiz üyeleri. Müslümanların anaları.
Peki ne anlatır bu bize? Bu bize
şunu anlatır: Sahâbe neslinin bile analarına karşı böyle titiz davranmaları
gerekiyorsa, bizim anamız olmayan müslüman kadınlara karşı nasıl davranmamız
gerektiğini anlayın. Şu anda insanların anlayışlarının, değer yargılarının
değiştiği bir ortamda, yâni efendim kalplerimiz temizdir, bizler karşımızdaki
bir kadına, yahut erkeğe hemen meyledecek, farklı duygular içine girecek değiliz
diyerek kendilerini sahâbe neslinden daha temiz takdim etmeye, Allah’ın ahlâk
yasalarını çiğnemeye hiç kimsenin hakkı da yoktur, yetkisi de.
Eğer Peygamber’in (a.s)
terbiyesinde yetişmiş, onun rahle-i tedrîsinden geçmiş o mübârek insanlar
hakkında böyle bir söz söyleniyor, onlardan böyle bir titizlik isteniyorsa,
bizden haydi haydi isteniyor demektir. Bu sizin kalpleriniz için de o
karşınızdaki kadınların kalpleri için de daha temizdir diyor Rabbimiz. Rabbimiz
böyle diyorsa bu kıyâmete kadar bütün müslüman erkekler ve kadınlar için
geçerlidir. İşte kendilerine serbestçe görüşme izni verilenlerin dışında yalnız
başına hiçbir kadının ve erkeğin baş başa kalamayacağı ve birbirlerinden bir
şeyler isterken de yalnızlığın, kimsesizliğin getireceği ortamlardan da
sakınmaları gerekmektedir. Buna titizlikle uymak zorundayız. Siz bilirsiniz.
Eğer bu Allah yasasını beğenmeyerek, kendi hevâ ve heveslerimizle bir yoruma
gidersek, hesabı yarın Allah’a ödeyeceğimizi de
unutmayalım.
56. “Şüphesiz Allah ve
melekleri Peygamber Muhammed’i överler; ey inananlar! Siz de O’nu övün, O’na
salât ve selâm getirin.”
Muhakkak ki işte bu yasalarını
bize belirleyen Allah ve kendisine asla isyan etmeyen, sürekli itaat eden
melekleri Peygamber (a.s) üzerine salât ediyorlar. Allah O’na rahmet ediyor,
rahmetini indiriyor, melekler de Allah’ın rahmetinin Resul (a.s) üzerine olması
için dua ediyorlar. Öyleyse ey iman edenler, sizler de o peygambere salât edin.
Salavat getirin. Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun deyin. Sizler de
Rabbinizin ve O’nun meleklerinin yaptığını yapın diyor Rabbimiz.
57,58. “Allah’ı ve peygamberi
incitenlere, Allah, dünyada da âhirette de lânet eder; onlara alçaltıcı bir azap
hazırlar. İnanan erkek ve kadınları, yapmadıkları bir şeyden ötürü incitenler,
şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günâh yüklenmiş
olurlar.”
Kim de Allah ve Resûlü’ne eziyet
verirse, Allah ve Resûlü’nü üzer, incitirse, Allah ve Resûlü’nün hukukunu,
sınırlarını çiğneyerek, Allah ve Resûlü’nün arzularına, onların istediği bir
hayata karşı gelerek, Allah’ın âyetlerine ve Resûl’ün (a.s) sünnetine boyun
eğmeyerek eziyet ederse, unutmasın ki Allah ona hem dünyada, hem de âhirette
lânet eder ve yarın onun için alçaltıcı bir azaba
gönderir.
Öyleyse kesinlikle Allah ve
Resûlünü incitmeyelim. Allah ve Resûlü’nü üzmeyelim. Tercihimiz daima Allah ve
Resûlü olsun. İtaatimiz daima Allah ve Resûlüne olsun. Dünyada da âhirette de
lânetlenenlerden olmayalım inşallah. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara
yapmadıkları bir şeyden ötürü eziyet edenlere, suç isnat edenlere gelince onlar
da gerçekten açık bir bühtan, açık bir iftira ve günâh yüklenmişlerdir.
Ne Allah ve Resûlü’nün
sınırlarını çiğnemeye, ne de inanmış erkek ve kadınların hukuklarını ihlâl
etmeye hakkımız yoktur. Ne Allah ve Resûlü’ne eziyet etmeye ne de, müslümanları
üzmeye hakkımız vardır.
59. “Ey Peygamber! Eşlerine,
kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını
söyle; bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı
incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet
eder.”
Ey Peygamber, hanımlarına söyle,
kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, ilân et ki onlar dış elbiselerini
üstlerine giysinler. Giysinler cilbablarını üzerlerine. Öyle bir giyinsinler ki,
dışardan bakanlara vücut hatları belli olmasın. Elbiseleriyle üzerlerini tepeden
tırnağa kapatsınlar. Böyle yapmaları, böyle giyinmeleri onların özgür, iffetli
olduklarının bilinip tanınmaları içindir. Onların eziyet görmemeleri, eziyete
maruz kalmamaları içindir.
Allah Gafûr’dur, Rahimdir.
Böylece Allah yasalarına riâyet ederek, Allah’ın istediği gibi giyinerek
kendilerini de Allah’ın koruması altına almış olurlar, ahlâkî boyutu düşük olan
insanların eziyetlerinden de korunmuş olurlar. Hem kendileri korunmuş olurlar,
hem de insanların hevâ ve heveslerine engel olmuş olurlar.
Nûr sûresindeki âyetlerle birlikte
düşünecek olursak, eğer müslüman hanımlar, biz müslümanız diyen kadınlar eğer
gerçekten Rablerinin emirlerine boyun eğmek, Rablerinin istediği gibi tertemiz
bir hayat yaşamak istiyorlarsa, unutmasınlar ki onların kılık ve kıyafetlerini
Allah ve Resûlü belirleyecektir. Yaşadıkları ortam, bulundukları şartlar ve
coğrafya ne olursa olsun, hangi zaman diliminde bulunurlarsa bulunsunlar,
yaşadıkları çağın ismi ne olursa olsun, insanların benimseyip kabullendikleri
hayat tarzı ne olursa olsun hiçbir şey Allah’ın onlar üzerindeki haklarını
düşürebilecek değildir.
Her ne kadar Allah’ı tanımayan,
Allah’a inanmayan, Allah’ın kitabını, Allah’ın isteklerini, Allah’ın arzu ve
emirlerini tanımayan ya da bildikleri halde inanmayan insanlar “bizler bu
dünyada özgürüz” di-yorsa da, “biz bu dünyada dilediğimiz şekilde yaşama,
dilediğimiz şe-kilde giyinme hakkına sahibiz” deseler de, “ama ben özgür
irademle müslümanlığı seçtim, tercihimi, seçimimi Allah ve Resûlü’nden yana
kullandım” diyen kimselerin artık hayat programları konusunda bir se-çim
haklarının kalmadığını önceki âyetlerinde anlattı Rabbimiz. Artık müslüman
olduğumuz andan itibaren, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu Rabbimizin eline
verdiğimiz, irademizi Allah ve Resûlüne teslim ettiğimiz andan itibaren, Allah
ve Resûlünün hükmettiği hiçbir işimizde muhayyerlik hakkımız, seçim hakkımız
kalmamıştır. Hiçbir seçim hak-kımız kalmamıştır. Allah’ın bizim için seçtiğinin
dışında seçim imkânımız yoktur.
İşte bu âyetiyle Rabbimiz kadınlara
seçtiği hayatı, kıyafeti bildiriyor. Ben sizin için bunu seçtim buyuruyor.
Tepeden tırnağa kadar vücutlarınızın hiçbir tarafı görülmeyecek biçimde
örtünmeniz gerekmektedir. Elleriniz, yüzleriniz, bedenleriniz belli olmayacak
şekilde giyinmeniz gerekmektedir. Tüm bedeninizi bir örtü içine sokup, böylece
müslümanların sizi hür ve iffetli olarak tanımaları ve eziyete uğramamanız için
bu sizin hakkınızda daha hayırlıdır. Ben Allah’ın benim adıma seçtiğini kabul
etmiyorum, ben Allah’ın rubûbiyet ve ulûhiyet’ini kabul etmiyorum diyenler
elbette illa ki böyle bir kuralı kabul etmekle zorunlu tutulmayacaklardır. Kimse
onları buna zorlamayacaktır.
Ama bir toplum içinde ben
müslümanım diyen, ben Allah’ın rubûbiyet ve ulûhiyetini kabul ediyorum diyen
müslüman kadınlar bu konuda zorlanacaklardır. Yâni müslümanım diyen insanların
hayatına toplum değil, devlet değil, modacılar değil, işin sömürüsünden yana
olanlar değil, toplumu sadece dünyacı yapmak isteyenler değil, sadece bizi
yaratan, bizi bu dünyaya getiren Allah şekil verecektir. Biz sadece Allah’ın
istediği şekilde bir hayat yaşamak zorundayız, sadece Allah’ı memnun etmek
zorundayız. Bizim üzerimizde egemen olan sa-dece Rabbimizdir. Hayatımızı takvaya
bina ederek yaşamak zorundayız. Üzerimize giyeceğimiz elbiselerimizi takvâya
yönelik, takvâya uygun giymek, takvâya götürücü olarak giymek zorundayız.
Yarışımız takvâ konusunda olmalıdır. Müslümanların imrenmeyeceği, yaşadıkları
müslümanca bir hayattan aşağılık duygusu duymayacakları bir hayat yaşamak
zorundayız.
Rabbimizin
temel bir dinî emri olan tesettürü başka türlü an-layarak yasaklamaya
çalışıyorlar. Efendim, bu dinî bir özellik taşımı-yor, bu siyasî bir özellik arz
ediyor diyorlar. Gerçekten bu, çok utandırıcı bir durumdur. Adamlar hem din
adına konuşuyorlar, din adına hüküm veriyorlar, hem de dinden habersizler. Bakın
işte bu sûrede, Nisâ sûresinde ve Nûr
sûresinde son derece açık bir şekilde ortaya konmaktadır.
Kimi
zavallılar da; efendim, tesettür lâikliğe aykırıdır filan demeye çalışıyorlar.
Halbuki lâiklik eğer din işleriyle devlet işlerinin birbirlerine karışmaması
ise, elbette devlet bir müslümanın dinî inanışını koruması, ona baskı yapmaması
gerekir. Öyle değil mi? Lâiklik dinsizlik değildir demiyorlar mı? Öyleyse
devleti Allah ile kul arasına sokup bir müslümanın yapması gereken ibadetlerini
devlet otoritesi ile engellemeye çalışmak lâikliğin ihlalinden başka neyle izah
edilebilir? Şimdi Allah’ın emri gereği başını örten bir kızcağıza; eğer burada
okumak istiyorsan başını açmak zorundasın demek, o müslümanı Al-lah’ın emriyle
başkalarının emri arasında bir tercihle karşı karşıya ge-tirir. Böyle bir
durumda Allah’a Allah’ın istediği gibi inanan, Allah’ın her şeye kadir olduğunu
bilen, O’nun istediği gibi bir hayat yaşamadıkça mü’min olunamayacağının
bilincinde olan bir mü’min nasıl olur da Allah’ın emrini terk edip bir Rektörün
veya Dekanın emrini tercih edebilir? Peygamberinin; “Allah’a isyan olan hiçbir
konuda bir beşere itaat edilmez” hadisini bilen hangi müslüman açabilir başını?
Lâikler istedikleri kadar lâik hocalara fetvalar verdirsinler, hiçbir müslüman
onların fetvalarına inanmayacaktır.
Halbuki
lâik devleti meselenin din yönü ilgilendirmemelidir. Çünkü o dinle ilgilenmeyen
bir devlettir. Bıraksınlar da müslümanlar inandıkları gibi yaşasınlar. Medine
yahudilerinin, İzmir’e çıkan Yunanlıların, Maraş’ı işgal eden Fransızların,
Erzurum’u işgal eden Rumların yaptıklarını yapmak zorunda değilsiniz
müslümanlara.
Dine
inanmayanların din adına fetva vermeleri çok namuslu bir şey değildir. Meselâ şu
anda A.B.D devlet başkanı; ben dini papadan daha iyi bilirim dese, bütün Katolik
dünyası ayağa kalkar, yer yerinden oynar. Ama bakıyoruz şu anda gazetecisinden
simitçisine, dekanından profesörüne kadar herkes müftü kesildi. Herkes fetva
ve-riyor, diyânet hariç tabii. Onlar ne
zaman konuşacaklar bilmiyorum. Efendim, bu baş örtüsü dinî değil ideolojiktir. E
ne olacaktı? Ben şahsen ideolojisi olmayan bir iman düşünemiyorum. Yâni eğer bir
insanın bir hedefi, bir fikri, bir ideolojisi yoksa, o hayvandan farksızdır.
Zira insanı hayvandan ayıran özellik onun ideolojik yönüdür. Düşünün, şu anda
Ankara İlâhiyatta okumak isteyen bir yahudi, bir hıristiyan, bir de müslüman
var. Kanun yahudiye de, hıristiyana da dinî ve milli kıyafetlerinizle
okuyabilirsiniz diyor. Hıristiyan öğrenci eğer bir rahibeyse, ta-mamen kanmışsa,
yahudi öğrenci dini inancı gereği başında bir takkeyle gelmişse herhangi bir
zorlamayla karşılaşmaz. Ama dinî inancı gereği başını örterek gelen bir müslüman
okula alınmaz.
Peki
acaba bu şartlar altında inanmış bir müslüman ne yapmalıdır? Ne yapalım, zaruret
var, başımızı açmadan bu okullarda okuyamıyoruz, biz de başımızı açıverelim mi
diyeceğiz? Hayır, bu şartlarda avret yerlerini açmak haramdır. Buna zaruret
demiyor dinimiz. Zaruret; yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helâki gerekli kılan
şeydir. Yapmadığı zaman ölümle karşı karşıya kalacaksa kişi, o zaman zaruret var
demektir. Değilse ileride İslâm’a hizmet ederiz gayesiyle bu okullarda baş
açarak okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir.
Çünkü
emr-i bil’maruf farz-ı ayın olmadığı gibi, bir müslüma-nın itikadı ve ibadeti
için gerekli olan ilimlerin dışındaki bilgileri tahsil etmesi de farz-ı ayın
değildir. Kaldı ki mutlaka bilmeleri gereken farz-ı ayın ilimleri başlarını
açmadan başka yerlerden de öğrenme imkânı vardır. İslâm’a hizmet mutlaka resmî
bir okulda okumayı veya resmî bir dairede çalışmayı gerektirmez. Evet kadınların
ilmi yönden yetişmeleri iyidir, ama bu bir haram işlemeyi asla tecviz etmez.
Bilindiği
gibi; “mazarratı def, menfaati celpten daha evlâdır”. Bu bir fıkıh kaidesidir.
Dinimizde bir haramla bir emir karşı karşıya geldiği zaman, haram emirden
önceliklidir. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bunu şöyle anlatır: “Ben size bir
şeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadarını yapın, bir şeyi nehyettiğim
zaman da ondan kaçının.” Dikkat ederseniz emirler için “gücünüz yettiği kadar”
ifadesi geçerli iken, yasaklar için kesinlik söz konusudur. Meselâ ilim öğrenin
der İslâm, ne kadar? Gücünüz yettiği kadar, becerebildiğiniz kadar. Ama içki
içmeyin der, ne kadar? Hiç içmeyin, bir damla bile içmeyin der.
Evet,
unutmayalım ki bir farzla, bir emirle bir yasak, bir haram karşı karşıya geldiği
zaman, haram emirden önceliklidir. Bir harama düşmektense farz terk edilir.
Avret yerini örtecek bir şey bulamayan kişi bir nehir kenarında bile olsa
istincayı terk eder. Çünkü haram emre tercih edilir. Gusletmesi gerek bir kadın,
eğer erkeklerden gizlenebilecek bir ortam bulamazsa guslü terk eder. Çünkü gusül
farzdır, avret yerlerini başkalarına göstermesi ise haramdır ve harama
düşmektense farz olan gusül terk edilir. Öyleyse velev ki şu anda bu okullarda
öğrenilecek bilgiler farz-ı ayın bilgiler olsa bile, bir harama düşürecekse o
ilimler terk edilir. Kaldı ki bu ilimler farz-ı ayın ilimler bile değildir.
60,62. “İkiyüzlüler, kalplerinde
fesat bulunanlar, şehirde bozguncu haber yayanlar, eğer bundan vazgeçmezlerse,
andolsun ki, seni onlarla mücâdeleye dâvet ederiz; sonra çevrende az bir
zamandan fazla kalamazlar. Lânetlenmiş olarak, nerede bulunurlarsa yakalanır ve
hem de öldürülürler. Allah’ın geçmişlere uyguladığı yasası budur ve Allah’ın
yasasında bir değişme bulamazsın.”
Eğer şu iki yüzlüler, eğer şu
münâfıklar, eğer şu kalplerinde hastalık bulunanlar şu yapmakta oldukları
bozgunculuktan, fesatlardan, şehirde kışkırtıcılık yapmaktan vazgeçmeyecek
olurlarsa, yalan haber yayma eylemlerini sürdürecek olurlarsa andolsun ki Biz
gerçekten seni onların üzerine süreceğiz, seni onların üzerine hücum
ettireceğiz, sana güç vereceğiz de sonra orada seninle az bir süre komşu
olabilirler. Çok yakın bir zaman içinde sen onların işlerini bitirir,
defterlerini dürer, oradan sürer çıkarırsın. Senin o kutlu şehrinde, aydınlık
şehrinde onlar bir daha hayat sürme imkânı bulamazlar.
Rabbimiz Medine’de müslümanların Allah
ve Resûlü egemenliğinde yaşadıkları güzel bir ortamda yaşayan müslümanların
arasında huzuru, düzeni bozmak, fitne çıkarmak, kötülüklerin yayılmasına
çalışanları uyarıyor Rabbimiz. Yapmayın böyle. Bozmayın müslüman-ların huzurunu,
yaymayın kötülükleri, diyor.
Eğer bu yaptıklarınıza bir son
vermezseniz, Ben peygamberimi ve beraberindeki müslümanları sizin üstünüze
süreceğim ve işinizi bitireceğim buyuruyor. Rabbimiz istiyor ki müslümanların
yaşadıkları şehirlerde kötülükler yaygınlaştırılmasın. İnsanlar temiz ve güzel
ahlâklı olacaklar. Çok nadir bir vakâ, bireysel bir suç hemen müslüman-ların
gözlerinin önüne serilmeyecek. Şu anda münâfık medyanın yaptıkları asla
yapılmayacak. Yaparlarsa derhal müslümanlar onların ü-zerlerine yürüyecek ve
işlerini bitirecekler. Böyle hainlerin kötü haber yaymalarına asla müsaade
edilmeyecek.
Nûr sûresinde de bu konu çok hoş
anlatılır. Gözleriyle görmedikleri şeyleri insanlar ulu orta konuşmayacaklar.
Allah’ın örttüğünü insanlar da örtecekler. Köşede bucakta birkaç insan günâh
işleyince herkes aynı konumdaymış gibi gösterilmeyecek, günâhlara prim
verilmeyecek, insanlar günâhlara karşı teşvik edilmeyecek.
İşte şu anda bu münâfık haber
merkezlerine kulak verilince yeryüzünde sanki bir tek iffetli insanın kalmadığı
düşüncesine kapılabiliyor insanlar. Sanki herkes gece-gündüz Allah’ın istemediği
bir hayatı yaşıyor zannedersiniz. Zannedersiniz ki dünyada iman kalmamıştır,
dünyada iffet kalmamıştır, herkes kâfir olmuştur. Haydi ey insanlar siz ne
duruyorsunuz? Siz de bu hayata gelin dercesine, alçaklar insanların kötülüklere
düşmesini istiyorlar. Halbuki şu anda iffet ve hayâsıyla hayat süren milyonlarca
insan var bu dünyada, bu ülkede, bu şehirde bu köyde. Tertemiz müslüman erkekler
vardır, tertemiz müs-lümanlar kadınlar vardır ve hep var olacaktır Allah’ın
izniyle.
Ama elbette bu yalan haber yayan
münâfıklardan ve onların nifak ve fitne saçan haberlerinden, haber organlarından
uzak durabilirsek kendimizi onların şerlerinden kurtarabileceğimizi unutmayalım.
Ama eğer onların güdümüne girersek, onların ağlarına yakalanırsak, onların
gözüyle bakmaya başlarsak kesinlikle bilelim ki, onların büyülemelerinden asla
kendimizi kurtaramayacağız demektir Allah korusun. Onlar alabildiğine, güçleri
yettiğince kötülüğü yayarlarken, Allah ve Resûlü’nün insanlara sunduğu din de
iyiliği yaymaya devam edecektir. Müslümanlar da kötülükleri önleyip geceli
gündüzlü bir eğitimle insanları kötülüklerden uzaklaştırmanın kavgasını
vereceklerdir, vereceğiz inşallah.
İşte böyle Medine’de, peygamber
şehrinde ve tüm müslüman şehirlerinde kötülüğün yayılması için sa’y edenler
mel’ûndurlar. Kalplerinde hastalık olanlardır, iffet ve hayâ yoksunu olanlardır,
münâfıklardır. Bunlar Allah’ın lânetine uğramış kimselerdir. Böyleleri nerede
bulunurlarsa yakalanacaklar ve işleri bitirilecektir. İşte Rabbimizin
Peygamberine emri budur. Öldürülecekler onlar. Ey Peygamberim bak, eğer onlar
kötülüklerini sürdürmeye devam ederlerse, sana ve müslümanların iffet ve
hayâlarına kastederlerse, yakalanıp öldürülünceye kadar onlar takip edilecektir
buyuruyor Rabbimiz. İşte bu Allah’ın daha önceki toplumlarda da uyguladığı
değişmeyen bir yasasıdır. Allah’ın sünnetinde değişiklik bulamazsın. Allah
Medine’de kötülüğün konuşulmamasını, kötülük yapanlar varsa bile bunların
kapatılmasını, bitirilmesini istiyor.
63. “Ey Muhammed! İnsanlar
senden kıyâmetin zamanını soruyorlar; de ki: “Onun bilgisi ancak Allah
katındadır; ne bilirsin belki de zamanı yakındır.”
Ey Peygamberim, insanlar sana
kıyâmetten sorarlar. Sana saati soruyorlar. Sen de ki onlara, onun ilmi, onun
bilgisi ancak Allah katındadır. Sen ne bilirsin? Sana ne bildirdi ki belki onun
gelmesi çok yakındır. Belki de hemen geliverecek, sen bilir misin? Gerçekten
Allah’ın Resûlü de dahil hiç kimse onun zamanını bilmiyor, bilemez; bilmesi
mümkün değildir. Hattâ kıyâmetin kopuşunu ilân edecek olan İsrâfil’in (a.s) da
kıyâmetin zamanından haberi yoktur. Allah’tan başka kimse bilmese de onun yakın
geleceği kesindir.
64,66. “Allah şüphesiz,
inkârcılara lânet etmiş ve onlara içinde sonsuz olarak temelli kalacakları
çılgın alevli cehennemi hazırlamıştır. Onlar bir dost ve yardımcı bulamazlar.
Yüzleri ateşte çevrildiği gün: “Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke peygambere
itaat etseydik!” derler.”
Muhakkak ki Allah kâfirlere,
kıyâmeti, hesabı, kitabı örterek, örtbas ederek bir hayat yaşayanlara lânet
etmiştir. Ne zamanmış bu kıyâmet? Sen onu bizim külahımıza anlat ey peygamber
diyerek Rasûlullah’ı sıkıştırmaya çalışanlara Allah lânet etmiştir. Allah’ın
istemediği bir hayatı yaşayan tüm kâfirlere Rabbimiz çılgın, alevli, da-yanılmaz
bir Sair azabı, ateş azabı hazırlamıştır. Onlar orada çıkmamacasına ebediyen
kalacaklar ve orada onlar ne dost, ne velî, ne de yardımcı bulabileceklerdir.
Onlar yüzüstü cehenneme atılırlar, tepe-taklak atılırlar.
İşte o ortamda derler ki, “bize
yazıklar olsun, keşke bizler Allah ve Resûlü’ne itaat etseydik. Keşke kendi hevâ
ve heveslerimizi din kabul ederek bir hayat yaşamasaydık. Keşke kendi
tanrılığımız is-tikâmetinde değil de, Allah ve Resûlü’nün gösterdiği şekilde bir
dünya yaşasaydık. Keşke Rabbimizin kitabını ve elçisinin sünnetini diskalifiye
etmeseydik!” Yüzleri kömür olmuş, akılları başlarına gelmiş böyle diyorlar.
Geçmiş olsun, bunu bugün diyeceklerdi, bugün anlayacaklar ve ona göre bir hayat
yaşayacaklardı.
Öyle değil mi? Bugün geriye dönme
imkânımız var, bugün müslümanca bir hayat yaşama imkânımız, bugün Allah ve
Resûlü’ne itaat imkânımız vardır. Ama bugün Allah’ın bu âyetleriyle beraber olup
aklımızı başımıza almazsak, yarın bunu diyenlerden olacağız Allah
korusun.
67,68. “Ve yine derler ki, ey
Rabbimiz, doğrusu biz sâdât ve küberamıza itaat ettik te onlar bizi yanlış yola
götürdüler. Ey Rabbimiz onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir
lânetle, lânetle.”
Yine diyecekler ki, Rabbimiz, biz
Seni bırakmış da efendilerimize, büyüklerimize, siyasîlerimize itaat etmiştik.
Biz örnek olarak Re-sûl’ünü bırakmıştık ta kendimize başka örnekler arayışı
içine girmiştik. Büyük bildiğimiz, önder bildiğimiz, lider tanıdığımızı bulmuş,
bizi Seninle çatışmaya sevk eden, bizi Sana kulluktan koparıp kendilerine
kulluğa çağıran, bizi Senin yasalarına uymaktan uzaklaştırıp kendi yasalarına
itaate zorlayan kimselere itaat etmiştik. Aksi takdirde insanları Allah’ın
yoluna çağıran, Allah ve Resûlü’ne itaate çağıran kim olursa olsun, bir çocuk
bile olsa ona itaatte bir sakınca yoktur. Bizi Allah’ın emirleriyle,
Rasûlullah’ın istekleriyle karşı karşıya getiren her müslümanın uyarısına kulak
vermek zorundayız.
Bizi Allah ve Resûlüyle karşı
karşıya getiren kim olursa olsun, ne olursa olsun onlara itaat etmemeliyiz.
Böylelerine itaat ettiğimiz zaman cehennemle karşı karşıya kalacağımızın
uyarısını alıyoruz bu âyetlerde. Allah ve Resûlü’nü bir tarafa bırakıp ta
böylelerine itaat edenlerin serzenişlerini duyuyor ve şahit oluyoruz.
Bakın iki şey söylüyorlar: Birincisi,
“keşke Allah ve Resûlüne itaat etseydik. Keşke Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün
sünnetine tâbi olsaydık.” İkinci serzenişleri de, “keşke sadat ve kübaralarımıza
itaat etmeseydik. Keşke efendilerimize, seyyidlerimize, liderlerimize,
büyüklerimize, hahamlarımıza, papazlarımıza itaat etmeseydik. Biz onlara itaat
ettik, onlar da bizi yoldan saptırdılar. Biz ya Rabbi, Senin ve Resulünün
istediği şekilde bir hayat yaşamak istedik, ama onlar bizi Sana ve Resûlü’ne
alternatif bir yola götürdüler. Ey Rabbimiz, onlara, o bizi azdıranlara,
saptıranlara azaptan iki kat ver ve onlara büyük bir lânetle lânet et ya Rabbi!”
diyorlar.
Öyleyse gelin akıllarımızı başlarımıza
alalım da ne biz başkalarına lânet okuma durumunda olalım, ne de birilerinin
lânet okuyacağı bir duruma düşelim. Gelin bugünden aklımızı başımıza alalım da,
Allah ve Resûlü’ne itaat edelim. Allah ve Resûlü’nden başkalarına itaat edip te
cehennemle karşı karşıya kalanlardan olmayalım. Biz in-sanları Allah ve
Resûlü’nün yolundan saptıranlardan olmayalım ki bi-ze bunlar denmesin, insanlar
yarın bize lânet etmesinler.
Ya da başkaları bizi
saptırmasınlar, sapanların, sapıkların peşinden gitmeyelim ki, biz onlara lânet
okuyacak bir duruma düşmeyelim inşallah. Akıllı olan insan “keşke, keşke” demez,
diyeceğini bugünden der, bugünden Allah ve Resûlü’ne itaat eder ve yarın lânet
okuyacağı insanların peşine bugünden düşmez.
69,70,71. “Ey İnananlar! Mûsâ’yı
incitenler gibi olmayın. Nitekim Allah onu, söylediklerinden beri tutmuştu. O,
Allah’ın katında değerli bir kişiydi. Ey İnananlar! Allah’tan sakının, dürüst
söz söyleyin de Allah işlediklerinizi kendinize yararlı kılsın ve günâhlarınızı
size bağışlasın. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, şüphesiz büyük bir
kurtuluşa ermiş olur.”
Ey iman edenler, sakın sizler
Mûsâ’ya eziyet edenler gibi olmayınız. Peygamberinize karşı dürüst söz söyleyin.
Onlar peygamberleri Mûsâ’ya (a.s) karşı eksiklik nispet ediyorlardı, bir beşer
olarak Allah onun tüm bu eksikliklerden uzak olduğunu ortaya koyuverdi. O, Allah
yanında gerçekten seçkindi, seçkinlerden ve kurtuluşa erenlerdendi.
Öyleyse ey iman edenler, Allah’a
karşı takvalı olun, Allah için muttakî olun, hayatınızı Allah için yaşayın.
Nasıl giyineceksiniz? Nasıl evleneceksiniz? Nasıl dâvet yapacaksınız, dâvete
nasıl gideceksiniz? Orada ne yapacaksınız? Ne kadar kalacaksınız? Analarınızla,
diğer kadınlarla nasıl konuşacaksınız? Tüm bu konularda Allah’la yol bulun,
Allah’ın istediği gibi davranın. Tüm hayatınızı Allah belirlesin. Allah buyursun
siz yapın, Allah yasaklasın siz kaçının! Allah vekildir. Allah sizin adınıza en
güzel kararlar alandır. Allah hak bir dosttur. Ondan daha güzel sizin hakkınızda
karar verecek yoktur. Onun için doğru söz söyleyin, güzel söz söyleyin. Doğru
söz, hak söz O’nun kitabının sözleridir.
Öyleyse konuştuğunuz zaman O’nun
kitabıyla konuşun. O’nun âyetlerine uygun konuşun. Kendi hevâ ve heveslerinize
göre konuşmayın. Allah’ın her an sizi görüp gözettiğini, her an Allah’ın
imtihanında olduğunuzu unutmayın. Allah’ı unutmuş, Allah’ın kitabını terk etmiş,
Allah’la savaşanlarla karşı karşıya olduğunuzu da unutmayın. Allah’ı diskalifiye
etmek isteyen, Allah’a yetki sınırlaması getirmek isteyen bir dünyayla karşı
karşıya olduğunuzu unutmayın. Bu dünya bizimdir, bu dünyada yetki bizdedir diyen
tağutlarla karşı karşıya olduğunuzu unutmayın. Gelin tercihimizi güzel yapalım.
Gelin tercihimizi Allah ve Resûlünden yana yapalım. Allah karşıtı güçlerin gücü,
hükmü bu dünyada bitecektir.
Yarın Allah’ın hükmüyle, Allah’ın
sorgulamasıyla karşı karşıya geleceğiz. Herkes hesaba çekilecek, ama kimse
Allah’ı hesaba çekemeyecektir. Güç ve kudret sahibi O’dur. Sözü dinlenecek,
yasaları uygulanacak sadece O’dur. O’na kulluk edenler, O’nu dinleyenler, O’nun
istediği gibi bir hayat yaşayanlar yarın birbirlerini lânetlemeyecekler.
Allah’ın dostlarının şikâyet edileceği başka hiçbir mercî de yoktur. Aman ha
çabuk bitecek şu dünya sebebiyle Allah ve Resûlü’ne itaatten uzaklaşmayalım.
Böylece dünyamızı da âhiretimizi de karartmayalım.
Hayatınızı Allah için yaşayın,
doğru söz söyleyin, hak söz söyleyin de, Allah’ın ve Resûlü’nün sözcüsü olun da
Allah sizin amellerinizi ıslah etsin, Allah sizin amellerinizi başarıya
ulaştırsın. Allah sizi kendinizle, amellerinizle barışık hale getirsin. Sizin
kusurlarınızı, günâhlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Resûlü’ne itaat ederse,
muhakkak ki o büyük bir başarıyla başarmış demektir, kurtuluşa ermiş de mektir.
Başarılı olma yolu Allah ve Resûlü’ne itaatten geçmektedir. Eğer Allah ve
Resûlü’ne itaat edersek, kesinlikle bilelim ki başaranlardan, kurtulanlardan
olacağız. Aksi takdirde kesinlikle kaybedenlerden olacağız Allah korusun.
72. “Doğrusu Biz,
sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten
çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan
ise onu yüklenmiştir.”
Muhakkak ki biz emâneti göklere,
yere, dağlara sunduk, ar-zettik, teklif ettik. Onlar, o gökler, yerler, dağlar
onu yüklenmekten, onu kabulden yüz çevirdiler. Ondan tedirgin oldular. Ondan
korkup titrediler. Nasıl olur da biz bu ağır yükü, bu zor yükü yüklenebiliriz,
nasıl olur da biz bu yükün altından kalkabiliriz, dediler. Ama insanoğlu onu
yükleniverdi.
Ey insanoğlu dikkat et! Ey insan cinsi
iyi anlayın! Bakın göklerin, yerin ve dağların yüklenemediği, korkup kaçındığı
bir yükü, bir sorumluluğu sen yüklenmişsin. Sen almışsın, sen kabullenmişsin.
Peki insan oğlunun sırtına aldığı bu yük, bu sorumluluk nedir? Bu emânet
iradedir, sorumluluktur, özgür bir şekilde hakla bâtıl arasından, imanla küfür
arasından, kullukla, itaatle isyan arasından birini seçmektir. Müslüman ya da
kâfirlikten birini tercih etmektir. Allah’a itaat ya da isyandan birini
seçmektir. Zaten bu dünyanın, dünyadaki bu hayatın temeli de bunun üzerine bina
edilmiştir.
Eğer bizler de bunu kabul etmemiş
olsaydık, bizler de tıpkı şu kabul etmekten çekinen varlıklar gibi iradesiz
olurduk, sorumluluğumuz olmazdı, yükümüz olmazdı. Allah bizi niçin yaratmışsa,
bize nasıl bir görev yüklemişse sadece onu bilir, sadece onu yapardık ve ondan
başkasını tercih yetkimiz olmazdı. Secde halinde olurduk hep Rab-bimize. Ama
şimdi öyle bir sorumluluk almışız ki, bu ya bizi göklerin, yerlerin, dağların,
taşların ulaşamayacağı cennetlere götürecek, ya da bizi meleklerin bile bize
secde etmelerine kadar götürecek. Tüm bu varlıkların bizi efendi bilip bize
teslim olmasına kadar götürecek, ya da bu emânet bizi hayvanlardan, dağlardan,
taşlardan daha aşağı mahlûklar yaparak cehennemin dibine kadar götürecektir.
Unutmayalım ki bu durumu kendimiz
seçtik, kabullendik. Herkese arz edilen bu yükü, bu sorumluluğu sadece insan
kabul etmiş. Tabiî Allah bizi bunu kabul edecek şekilde yarattı, büyük irade
O’dur ve biz de işte bu büyük iradenin doğrultusunda bu sorumluluğu yüklenmeyi
kabul ettik. Evet ya Rabbi, bu yükü biz kabul ettik, İslâm yükünü, kulluk
yükünü, risâlet yükünü, yeryüzünde senin halîfen olma yükünü ver bize, dedik.
Eğer biz kendi irademizle
kabullendiğimiz bu emânete riâyet edersek, irademizi, seçimimizi kulluktan yana,
itaatten yana, İslâm-dan yana kullanır, Allah ve Resûlü’nün istediği bir hayatı,
kendi irademizle aldığımız bu yükün bilincinde bir hayat yaşarsak, kesinlikle
kazananlardan olacağız, dünyanın en şerefli, en akıllı konumunda olacağız ve
sonuç dünyada güzel bir hayat, âhirette de cennet olacaktır. Ama Allah’ın
göklere, yerlere, dağlara teklif ettiği bu emâneti yüklenmekle birlikte, bu
sorumluluğun altına girmekle birlikte hain olur, emânete hıyanette bulunur,
Allah’a isyanı tercih eder, Allah’ın verdiği bu iradelerimizle Allah’a savaş
açar, yeryüzündeki hiçbir insana bile kafa tutmaya gücümüz yetmezken Allah’a
kafa tutmaya kalkışırsak, o zaman da zalim, cahil oluruz ve kendi belâmızı
kendimiz buluruz Allah korusun.
(Burada irade ve emanetle ilgili
dinleyicilerden bir soru soruldu)
Arkadaşımızın
sorduğu soruyla alâkalı şunları söyleyelim inşallah: Emanet; tekâlüf-i
ilâhiyedir. Farz, vacip, sünnet, haram, mekruh gibi C. Hakkın dininin evamiri ve
nevahisidir. Emanet; kulun mükellef olabilme özelliğidir. Emanet; esas
itibariyle irade demektir, seçim gücü demektir. Çünkü irade kişinin sorumlu
tutulmasının temel kaynağıdır. Yâni irade olmasa kişiyi yaptıklarından ve
yapmadıklarından ötürü cezalandırmak veya mükâfatlandırmak abes olacaktır. Çünkü
irade olmasaydı zaten yapmak zorunda olacaktı o yaptıklarını. Melek öyledir.
Aslında insanın fiillerini yaratan, her şeyi yaratan Allah’tır, ama biz Allah’ın
bizim adımıza neleri yaratmasını istememiz sebebiyle sorumluyuz. Meselâ namaz
kılan bir mü’minin namaz kılma eylemini, gücünü yaratan da, içki içen birinin
içki içme gücünü, eylemini yaratan da Allah’tır. Yâni günâhı da, sevabı da
yaratan, bunları işleyen kişilere güç ve imkân veren Allah’tır. Lâkin insan
kendisiyle alâkalı neyin yaratılmasını istemişse, iradesini ne tarafa
kullanmışsa elbette onun karşılığını görecektir. Ondan sorumludur.
Ama
yine bilelim ki, bizim adımıza yaratılan her şey bizim ira-demizle olmamaktadır.
Meselâ bizler iradelerimizle çocuğumuz olsun istiyoruz, çok malımız olsun
istiyoruz, ama bazen bunlar verilmeyebiliyor. Ama eğer bu isteklerimiz hayırlı
şeylerse elbette bu isteklerimizin sevabını göreceğiz. Meselâ irademizle aman
çocuğumuz olmasın diye her türlü İslâm dışı tedbire baş vurup dururken, sonunda
istemediğimiz halde çocuğumuz olmuşsa, istemediğimiz için onun sevabından mahrum
kalacağız. Veya meselâ bir müslüman içki içmek iste-miyor. İradesini bu yönde
kullanıyor. Ama buna rağmen birileri onun şakağına tabancayı dayayarak ölüm
tehdidiyle zorla içirmişse, elbette o müslüman zoraki icra ettiği bu eyleminin
karşılığını içki içmemiş olarak görecektir.
Sorunun
ikinci bölümü, emanetin kaldırılacağına dair hadisti değil mi? Benim bildiğim bu
hadisi bize nakleden sahabe Huzeyfe efendimizdir. Resûlullah aleyhisselâmın
mümtaz ashabından birisidir. Allah’ın Resûlü bu zata bazı sırları söylüyordu. Bu
zat der ki; ben peygamberimize hep fiten konularından sorardım. İşte o
hadislerinden birisi olarak Resûlullah efendimiz bana; “bir gün gelecek
yeryüzünden emanet kaldırılacak” buyurdu der. Bunu nasıl anlayacağız? Sanki bir
adam uyur ve onun kalbinden emanet duygusu kaldırılır. Sonra onu görürsün ve
zannedersin ki onda emanet duygusu vardır. Halbuki zerre kadar bir emanet
duygusu kalmamıştır onda. Ancak emanetten bir iz kalmıştır. Bundan sonra
insanlar o hale gelmişlerdir ki; alış veriş ederler, fakat hiç birisinin emaneti
eda etme niyeti yoktur. Öyle ki falan kabilede, filan şehirde emin birisi varmış
denecek ve parmakla gösterilecek kadar az kalacak.
İşte
şu anda bakıyoruz, adam babasına bile kazık atıyor. Herhangi bir kimse hakkında;
o adam ne kadar iyidir denir, halbuki kalbinde emanet duygusunun büyüklüğü şöyle
dursun, varlığından bile söz edilemez. Dün; yahu filan şehrin valisi ne kadar
iyi, benim hakkımı falanlardan alıverdi denirken, bakıyoruz bugün valisi hırsız,
polisi hırsız, bekçisi hırsız. Hakkını alıvermek şöyle dursun, imkân bulsa
kendisi yiyecek durumda. Öyle değil mi? Alış veriş müslümanla yapılır. Ama şu
anda ciğeri beş para etmeyen yahudileri tercih ediyor insanlar. Bunun sebebi
Müslümanlarda emanet duygusunun pörsümesi değil de nedir?
Acaba Rabbimiz niye böyle yaptı? Niye
bize özgürlük verdi? Niye bize diğer varlıklardan farklı olarak seçim hakkı
tanıdı? Niye bu emâneti bize yükledi? Niye bu emânete biz talip olduk? Şunun
için:
73. “Bunun sonucu olarak,
Allah, ikiyüzlü erkek ve kadınlara, Allah’a ortak koşan erkek ve kadınlara azap
verecektir. Allah inanan erkek ve kadınların tevbelerini kabul buyuracaktır.
Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Münâfık erkekler ve kadınlar, iki
yüzlü erkek ve kadınlar Allah tarafından azap görsünler diye. Müşrik erkekler ve
müşrike kadınlar da bu cezayı görürlerken kimseyi suçlamasınlar, suçu kimseye
atmasınlar diye. Mü’min erkek ve kadınların da tevbelerini, dönüşlerini,
kulluklarını Allah kabul etsin diye işte Allah bu emâneti bize yüklemiştir, ya
da kendi özgür iradelerimizle biz bu emâneti yüklenmişizdir.
İşte hayat bu emânetin yükü
üzerindedir. Bu emânetin yükü bizim belimizi çökertecektir. Eğer Rabbimiz
yüklendiğimiz bu emânet yükünü bizim için kolaylaştırmazsa işimiz zordur. Ama
Rabbimiz bize yardım eder de bu emânete riâyet ederek bir hayat yaşamaya
muvaffak kılarsa o zaman bilelim ki melekler bizim önümüzde eğilecekler,
meleklerden, dağlardan, taşlardan, göklerden, yerlerden üstün olacağız. Onların
tamamı bizim emrimize verilmiş olacaktır. Aksini yaparsak da aşağıların
aşağısına, esfel-i sâfilîne, hayvanlardan daha aşağılara inmiş olacağız.
Bu yükü bize yüklerken Rabbimiz
Gafûr ve Rahîmdir. Bize rahmetiyle, merhametiyle, mağfiretiyle muamele
etmektedir. İşte böyle bir Allah’a ancak hamd edilir, böyle bir Allah ancak
yüceltilir ve kendisine kulluk edilir. Büyük O’dur, Allahu ekber! Noksan
sıfatlardan münezzeh O’dur, sübhanallah. Hamd O’nadır, velhamdü lillahi Rab-bi’l
âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder