SECDE SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
32, nüzûl sıralamasına göre 75, mesânî kısmının
birinci sûreler grubunun dördüncü sûresi olan Secde sûresi Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 30
dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Adını
15. âyetinden alan Mekke’de nâzil olmuş, 30 âyetlik bir sûrenin huzurundayız.
İnşallah sûrede Rabbimizin bize sunduğu bilgilerle şereflenmek üzere bu haftadan
itibaren bu sûreyi tanımaya başlayacağız. Bu sûrede Rabbimiz kullarının tevhid, âhiret ve risâlet konularındaki şüphelerini gidermeyi murat
etmektedir. Bu konularda çok açık deliller, bilgiler sunarak kalplerin
itminanını gerçekleştirmek istemektedir. Zira bu dönemde gelip peygamber
efendimizin mesajını onun ağzından dinleyen Mekke müşrikleri şüphe ve
tereddütlerini or-taya koyarak şöyle diyorlardı: Yahu
bu adama da ne oluyor? Bazen ölüm ötesi hayattan söz ediyor, öldükten sonra
diriliş olacağını, orada tüm yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi söylüyor.
Tüm vücutlarımız toprağın altında çürüyüp gittikten sonra yeniden dirileceğini
iddia ediyor. Bu nasıl mümkün olacak? Hiç çürümüş kemikler tekrar dirilir mi?
Bunu akıl mantık kabul eder mi? Sonra bir bakıyoruz, göklere ve yere egemen bir
tek İlâh olduğunu söylüyor. Sözü dinlenecek, arzuları ve hayat programı
uygulanacak bir tek ilahınız var diyor. Biz yüzlerce ilahla işlerimizi düzene
koyamazken, bu bir tek ilahla bu işi nasıl halledecek? Öteki ilahlarımız ne
olacak? Biz onları da dinlemek zorundayız. Onları da razı etmek zorundayız.
Hayatımızda onlara karışma alanı tanımak zorundayız. Sonra bu adam; size
okuduğum bu sözler Allah’tandır diyor. Bu nasıl mümkün olabilir? Allah hiç vahiy
gönderir mi? Hiç yerdekilerle konuşur mu? Bizim hayatımıza karışmak üzere hiç
kendi bilgisini gönderir mi? Diyorlar, bu konularda şüphelerini ortaya
koyuyorlardı.
Bütün
bu söylediklerine karşılık Rabbimiz bu sûresinde diyor ki; ey kullarım, hiç
şüphe etmeyip kesinlikle bilesiniz ki bu sözler bendendir. Bu sözler, bu
âyetler, bu mesaj kullarımı gafletten uyandırmak için benim gönderdiğim
mesajdır. Bunları sizin gibi bir beşerin söylemesi asla mümkün değildir.
Bunların benden oluşu gün kadar açık ve kesin iken nasıl oluyor da bundan şüphe
ediyorsunuz? Denilmektedir.
Sonra
böyle şüphe içinde olanların akıllarının erdirilmesi için şu sorular
sorulmaktadır: Aklınızı kullanıp bu âyetlerin bir beşerden değil de benden
oluşunu düşünmez misiniz? Gökler yüzüne ve yeryüzüne bakın. Onların nasıl
yaratıldığını düşünün. Onlar üzerinde egemen olan düzene bir bakın. Sonra kendi
bünyelerinize bakın. Organlarınızın düzenini üzerinde düşünün. Bu harikulâde
düzen bir tesadüfe verilebilir mi? Kâinattaki bu düzen şirke mi daha uygun,
yoksa tevhide mi? Şirke mi delil, yoksa imana mı? Bu kâinatı ve onun içinde
sizleri var eden bir Allah’ın öldükten sonra sizleri tekrar dirilmesi çok mu
imkânsız geliyor? Halbuki zor ise ilk defa yaratmak zordur ve işte görüyorsunuz
ki Allah bu zor dediğinizi başarmış ve tüm varlıklarını yaratmıştır.
Sonra
âhiretten bir tablo sunuluyor. İmanın ve küfrün,
tevhidin ve şirkin akıbetleri gözler önüne seriliyor. Buyurun bunlardan
hangisine razıysanız ölmeden önce tercihinizi yapın deniliyor. Sonra Rab-bimizin kullarına karşı son derece merhamet sahibi olduğu
gündeme getirilerek deniliyor ki; Allah, hatalarından, günâhlarından ötürü hemen
kullarını cezalandırmaz. Merhameti gereği hemen günâhkarların defterlerini
dürüvermez. Onlara fırsat tanır, imkân verir. Hattâ onlar lehine onlara bu
dünyada akıllarını başlarına getirecek, uyanmalarını sağlayacak bir takım
musibetler, hastalıklar, sıkıntılar gönderir. Belki böylece kendilerine
gelirler, gaflet uykusundan uyanırlar da Rablerine kulluğu yönelirler diye
önceden onları uyarır buyuruluyor.
Daha
sonra, önceki sûrelerde tekrar edilen bir konu burada bir daha gündeme
getirilir. O da, bu kitap insanlığa ilk defa gönderilmiş, ilk defa duyulmuş,
görülmüş bir kitap değildir. Hepinizin bildiği gibi daha önce Musa aleyhisselâma da Tevrat gönderilmişti. Bunun garipsenecek
neresi vardır? Eğer bu son kitaba ve onun tebliğcisine iman eder, onlar
rehberliğinde bir hayata evet derseniz, kesinlikle bilesiniz Musa aleyhisselam dönemindeki liderlik size verilecektir. Üstün
olanlar, aziz olanlar sizler olacaksınız. Yok eğer reddederseniz tıpkı öncekiler
gibi helâk edileceksiniz denilmektedir.
Daha
sonra Mekke müşrikleri yakın çevrelerinde helâk olmuş toplumlar üzerinde
düşünmeye dâvet edilmektedirler. Ey müşrikler, seyahatlerinizde yakınlarına
uğrayıp geçtiğiniz yerlerde yere batırılmış kavimleri
görmüyor musunuz? Onların kemikleri üzerinde yürümüyor musunuz? O ibret
levhalarına bakıp ibret almıyor musunuz da aynen onlar gibi inatçı tavırlar
takınarak kendi helâkinize davetiye çıkarma-ya mı
çalışıyorsunuz? Denildikten sonra, son bölümde de Resûl-i Ek-rem Efendimizin şu konuya dikkati çekiliyor: Ey peygamberim,
bu in-sanlar seni ve söylediklerini alaya alıyorlar. Onlara de ki; ey kâfirler,
sizin ve bizim hakkımızda son hüküm verildiğinde, artık bunun size hiçbir
faydası olmayacak. Gelin iş işten geçmeden iman
edecekseniz şimdi iman edin. Yok eğer bu boş inatlarınızı sürdürüp son hükmü
bekleyecekseniz, haydi bekleyin bakalım. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım
inşallah.
1. “Elif Lâm
Mîm”
Elif Lâm Mîm ile başlayan Mekkî sûrelerin dördüncüsü ile karşı karşıyayız. Ankebût, Rum ve Lokman’dan sonra
şimdi de Secde sûresini tanımaya çalışacağız inşallah. Rasûlullah efendimizin yatsı namazından sonra yatağımıza
yatmadan önce okumamızı tavsiye ettiği Mekke dönenimin ortalarında nâzil olmuş
tevhid, âhiret ve Risa let konularını en güzel bir biçimde
zihinlerimize yerleştiren 30 âyetlik bir sûre. İman etmek ve amele dönüştürmek
üzere anlamaya çalışalım inşallah. Hurufu mukatta âyetinden sonra Rabbimiz diğer sûrelerin pek çoğunda
olduğu gibi kitabına dikkat çeker:
2. “şüphe götürmeyen Kitap,
âlemlerin Rabbinin indirdiğidir.”
Şüphe yok ki bu Kur’an’ın indirilişi âlemlerin Rabbi olan Allah’tandır. Hiç
şüpheniz olmasın ki bu kitabı Allah indirmiştir. Bu kitap Allah kitabıdır, bu
sözler Allah sözleridir. Göklerin ve yerin, arşın ve kürsi’nin, doğuların ve bâtıların, meleklerin ve cinlerin,
insanların ve varlıkların Rabbi olan Allah’ın indirmesidir bu kitap. Bu kitabın
indirilişi konusunda hiçbir Meleğin, hiçbir cinin, hiçbir insanın ve varlığın
yetkisi yoktur. Bunu bir beşerin veya başka bir varlığın söylemesi mümkün
değildir. Böyle bir sözü, böyle bir kitabı Muhammed’in uydurması asla mümkün
değildir. Zaten sizler bu kitap kendisine vahy
edilmeden önce peygamberden böyle bir söz duymuş da değilsiniz. Peygamberin
üslûp ve belâğati ile bu kitap tamamen farklıdır. Bir
beşerin bu tür sözleri söylemesi, bu tür hükümleri bilmesi kesinlikle mümkün
değildir. Hal böyleyken, bugün kadar açıkken:
3. “Onu
peygamberin kendisi uydurdu" diyorlar, öyle mi? Hayır; ey Muhammed! O, senden
önce bir peygamber gönderilmemiş olan bir milleti uyarman için sana Rabbinden
gelen bir gerçektir. Belki artık doğru yolu bulurlar.”
Onu Muhammed kendisi uydurdu mu
diyorlar? Yoksa o Mekkeliler bu kitabı Muhammed uydurdu demeye mi çalışıyorlar?
Bu kitabı Allah’tan başka birisinin indiremeyeceği, bu sözleri Allah’tan başka
hiç kimsenin söyleyemeyeceği bu kadar açık seçikken bunu Onun uydurup Allah’a
izafe ettiğini mi demeye çalışıyorlar? Böyle bir suçlamayı yaparken hiç
düşünmüyorlar, hiç utanmıyorlar mı bu adamlar? Hayır hayır bilâkis bu kitap Rabbinden bir Haktır. Rabbin katından
indirilmiş hak ve gerçek bir kitaptır bu kitap. Senden önce kendilerine hiçbir
uyarıcı gelmemiş bir kavmi onunla uyarasın diye Rabbinden hak olarak, haklı
olarak, hukuk olarak gelmiştir bu kitap. Belki bu insanlar onunla hidâyeti
bulurlar, doğru yola ulaşırlar, yollarını bu kitapla aydınlatırlar, hayatlarını
bu kitapla düzenleyip düzene koyarlar, bu kitabın pratik uygulaması olan Resûlün
yoluna tabi olurlar da dünyalarını da kazanırlar, âhiretlerini de kazanırlar diye indirilmiş bir kitaptır bu.
Evet işte kitap budur. Kitap
Allah’tandır ve geliş gâyesi de insanlığı hidâyete ulaştırmak, insanlığın
dünyasını ve âhiretini güzelleştirmektir. Dün bu kitap
hakkında insanlar bir şeyler söylüyorlardı. Bakıyoruz şu anda da insanlar bu
kitap hakkında bir şeyler söylüyorlar. Allah da bir şeyler söylüyor bu kitap
hakkında. Şimdi en doğru iş, en akıllıca tercih ne olmalıdır? Yâni bu kitap
hakkında kimin değerlendirmesini kabul edeceğiz? Göklerin yerin, dağların
taşların, meleklerin cinlerin, insanların ve tüm varlıkların yaratıcısı ve
sahibi olan, Allamu’l ğuyub
olan, kaybın da şahadetin de bilicisi olan, bilgisi tam olan, bilgi kendisinden
olan Allah’ın bu kitap hakkındaki değer yargısını mı kabul edeceğiz? Onun
değerlendirmesini mi tercih edeceğiz? Onun dediğine mi evet diyeceğiz? Yoksa
insanların olur olmaz, akla hayale gelmedik çelişkili değerlendirmelerine mi
tabi olacağız?
Yâni tabii her ikisine de boyun
eğme, her ikisine de evet deme, her ikisinin de mü’mini olma hakkına sahibiz. Allah bu dünyada sonucuna
katlanmak kaydı şartıyla ikisini de tercih yetkisi vermiştir bize. Ama elbette
din konusunda, kitap konusunda o dinin, o kitabın sahibi olan Allah’ın değer
yargısının mü’mini olmak bizim için kârlı bir tercih
olacaktır. Çünkü din Onun dini olunca elbette o dini Onun istediği gibi kabul
kişiyi Onun istediği gibi mü’min yapacak, kitabını
Onun istediği gibi kabul kişiyi Onun istediği gibi mü’min yapacaktır. İşte bu kitabın sahibi olan Rabbimiz
buyuruyor ki bu kitap Bendendir. Bu kitap Benim kitabımdır. Onu Ben indirdim. Bu
konuda zerre kadar bir şüphe yoktur.
Ben bu kitabı peygamberim onunla
insanları uyarsın diye indirdim. İnsanlar bu kitapla yol bulsunlar, bu kitabı
hayat programı yapsınlar, bununla
hayatlarını düzenlesinler, bu kitabın istediği gibi bir hayat yaşasınlar
ve hem dünyalarını, hem de âhiretlerini kazansınlar
diye indirdim. Hem de peygamberim bu kitapla kendilerine yıllardır bir uyarıcı,
bir peygamber gelmemiş bir kavmi uyarsın diye gönderdim. İbrahîm ve İsmail (a.s)
lardan sonra takriben 2500 yıl gibi uzun bir süredir
kendilerine peygamber gönderilmemiş olan Mekke toplumuna böylece hidâyet olsun
diye gönderdim diyor Rabbimiz. Evet işte bu kitabın misyonu budur. Kitabı
böylece kabul etmek zorundayız. Rabbimiz işte böylece hidâyet kaynağımız, yol
göstericimiz, hayat programımız olan kitabını ortaya koyduktan sonra şimdi de
kendisini tanıtmaya başlayacak:
4. “Gökleri, yeri ve ikisinin
arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah'tır. O'ndan
başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur.
Düşünmüyor-musunuz?”
O Allah ki gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri 6 günde yaratmıştır. Evet yaratıcı Allah’tır. Yaratılış günü
dediğimiz bu 6 günle alâkalı açıklamada bulunmuştuk. Araf’ta ve diğer sûrelerde
geçti. Bu âyetin bir açılımı da Fussilet sûresinde
gelecek. Orada buyuracak ki Rab-bimiz, ilk iki günde
yeryüzünü, ikinci iki günde de yeryüzündeki dağları ve rızkları, azıkları
yarattığını, iki günde de gökleri yarattığını böylece yaratılışın 6 günde
tamamlandığını anlatacak.
Evet Rabbimiz gökleri ve yeri,
ikisi arasındakilerin tamamını 6 günde yaratmış sonra da arş’a hükmetmiştir.
Kitabımızın başka âyetlerinin ifadesiyle Rabbimiz arş’ı istivâ etmiştir.
Dünyayı, yedi kat se-mavatı,
kürsi’yi tamamen kuşatan arş’ı hâkimiyeti altına
almıştır Rab-bimiz. Yâni kimilerinin iddia ettiği gibi
semavat ve arzı 6 günde yaratıp kendi köşesine
çekilmemiş, yaratıklarının hayatıyla ilgilenmekten, on-lara hayat programı göndermekten istinkaf etmemiş, dünyadan
el etek çekmemiş, Benden bu kadar artık bildiğiniz gibi yaşayın dememiş,
hâkimiyetini, egemenliğini kurmuştur.
Onun içindir ki ey insanlar sizin
Ondan başka Velîniz, Ondan başka karar merciiniz, Ondan başka yasa
belirleyiciniz yoktur. Allah’tan başka sizin velâyetinizi teslim edeceğiniz bir
varlık yoktur. Allah’tan başka hayatınızda söz sahibi varlık yoktur.
Boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucunu eline vereceğiniz, çektiği yere
gideceğiniz, arzularını gerçekleştireceğiniz tek velîniz Allah’tır. Ondan başka
şefaatçiniz de yoktur. Tezekkür etmez misiniz? Rabbinizin bu âyetlerini,
Rab-binizin bu uyarılarını düşünüp anlamaz mısınız?
Aklınızı başlarınıza alıp bu uyarıları kulaklarınıza küpe yapmaz mısınız?
Beyinlerinize, belleklerinize kazımaz mısınız? Sizin gündeminiz olan bu
uyarılara kulak vermez misiniz? Gündeme almaz mısınız bu âyetleri? Şerefiniz
olan, mahza sizi şereflendirmek için gelmiş olan bu
Allah kitabıyla beraber olmaz mısınız? Bu kitapla yol bulmaz mısınız? Düşünüp bu
gerçeği anlamaz mısınız? O Allah ki:
5,6.
“Gökten yere kadar olan bütün işleri Allah düzenler, sonra, işler sizin
hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir gün içinde O'na yükselir. O, görülmeyeni
de görüleni de bilendir, güçlüdür, merhametlidir.”
Göklerde ve yerde bulunan bütün
mahlukâtın işlerini, işini idare eden Odur. Gökyüzünden yeryüzüne kadar tüm
işleri çekip çeviren, düzene koyan Odur. Kâinatın kaza ve kaderini tanzim eden
Odur. Yeryüzünün kaza ve kaderini gökyüzünden indiren Odur. Yerdeki tüm
varlıkların kaza ve kaderini takdir edip uygulamaya koyan Odur. Göklerden yere
kadar hiçbir işi ihmal etmez O Allah.
Yâni gökleri ve yeri yarattıktan
sonra köşesine çekilen, istifa eden, Benden bu kadar, Ben yarattım ve işim
bitti, bunlar benim işim değil, bundan sonra sizin dünyanıza da, âhiretinize de, hayatınıza da karışmam, dilediğiniz gibi
yaşayın diyen değildir Allah. Göklerde ve yerde egemenliği, hükümranlığı devam
edendir Rabbimiz. Yıldızları doğduran batıran, güneşi hareket ettiren,
rüzgarları sevk eden, yağmurları yağdıran, geceyi gündüzü peş peşe getiren,
çayırları çimenleri yeşerten, sararan yaprakları düşüren, insanların rızkını var
eden, insanları doğduran öldüren yine Allah’tır. Göklerde ve yerde ne varsa,
büyük küçük, bilinen bilinmeyen hepsini yaratan, hayatlarını sürdüren,
düzenlerini koruyan Odur. Tüm varlıkların varlık yasalarını belirleyen
Odur.
Sonra Allah’ın emri kendisine öyle bir
günde yükselir ki o günün değerlendirilmesi, ya da
sayısı bin senedir. Yâni sizin saydığınız bin yıla denk olan bir günde işler, o
emirler Allah’a yükselir. Yâni size göre bitirilmesi bin yıl sürebilecek, bin
yılda ancak bitirilebilecek işler, olaylar Allah için bir günlük işlerdir.
Allah’ın kendilerine sunduğu işleri, programları ki bunlar size göre bin yıl
sürebilecek işlerdir, melekler bir günde kaza edip Rablerine raporunu sunarlar.
Evet gökten yere sürekli
Rabbimizin hâkimiyeti, işleri düzenlemesi devam etmektedir. Ve Rabbimizin bu
hâkimiyetine, bu işleri deruhte etmesine hiç kimsenin zerre kadar bir müdahale
hakkı ve gücü yoktur.
İşte bu Allah gaybın da şehadetin de Alîmidir,
bilicisidir, Azîzdir, Rahîmdir. Allah Azîzdir, kâinatta tek hakim, tek egemen
Odur. Kâinatta hiçbir güç Onun iradesine, Onun hükmüne engel olamaz. Azîzdir,
kendisiyle, kendisine iman ve kullukla, kitabına sahip olmakla, peygamberinin
yoluna girmekle izzet ve şeref kazanmak isteyenlere izzet ve şeref kazandırır.
Azîzdir, kâfirlere, inkârcılara karşı da intikam sahibidir. Merhamet sahibidir O
Allah. Merhametine lâyık olan mü’min kullarına
merhamet eder. İman etmek isteyen, bağışlanmak dileyenlere merhametlidir.
Herkes ve her şey Onun
egemenliğine boyun bükmüştür. Melekler, cinler, peygamberler, velîler, sâlih kimseler kim olursa olsun Allah’ın gayb bilgisinden hiçbir bilgiye sahip değillerdir. Hiç
kimsenin bir yetkisi yoktur bu konuda.
7,9. “Yarattığı her şeyi güzel
yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir
suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır.
Size kulaklar, gözler, kalpler vermiştir. Öyleyken, pek az
şükrediyorsunuz.”
Evet Azîz olan, Rahîm olan, izzet
ve şerefine, güç ve kudretine, rahmet ve merhametine hiç kimsenin ulaşması
mümkün olmayan O Allah göklerde ve yerde olan her şeyi yaratmış, yaratmayı da en
güzel bir şekilde yapmıştır. Yarattığı, meydana getirdiği her şeyi muhkem ve
sağlam yapandır Allah. Rabbimizin yarattığı her şeyin, her varlığın kendine göre
bir güzelliği vardır. Şu şöyle olsaydı, bu böyle olsaydı diyebileceğimiz hiçbir
uyumsuzluk, uygunsuzluk yoktur.
Sonra insanı yaratmaya çamurdan,
topraktan başladı. Evet o Allah insanı çamurdan yarattı. Bununla Hz. Adem (a.s) kastedilmiş olabileceği gibi, sonraki
yaratılışa konu olan hepimizin yaratılışı da kastedilmiş olabilir. Çünkü hepimiz
topraktan besleniyor, topraktan meydana geliyoruz. İnsanın teşekkülünde rol
oynayan meninin aslı da gıdadır ve o da topraktan meydana gelmektedir. Evet Sizi
topraktan yaratmıştır o Allah. Sonra onun soyunu bir özden, bir sülaleden, me-hîn bir sudan, yâni değersiz bir meniden yaratmaya devam
etti.
Yâni o suyla insanlara
zürriyetlerini devam ettirme yasasını koydu. Ona üreme imkânını verdi. Sonra onu
tesviye etti, düzenleyip şekil verdi, güzel bir biçime soktu. Yâni onu tam ve
mükemmel bir insan haline getirdi. Azalarını dosdoğru yaptı. Sonra da ona
ruhundan üfledi, insana ruhunu da verdi. Yâni o insana ait olan ruhunu onun
bedeniyle birleştirdi. Dikkat ederseniz burada aslında insanın bedenini veren
de, ruhunu veren de kendisi olduğu halde Rabbimiz ruhu kendisine izafe buyurdu.
Bunun sebebi ruh sahibi olarak insanın yüceliğini, üstün bir özellikte
yaratılmış olduğunu ortaya koymak içindir. Çünkü ruh sahibi oluşu insanı diğer
varlıklardan ayıran bir özelliktir. İnsanın ruh sahibi
oluşu onun düşüncesini, şuurunu, bilgisini, iradesini ortaya koyan bir
özelliktir. Bunlar da tümüyle Allah’tandır.
Sonra Rabbiniz size kulaklar, gözler,
kalpler vermiştir. Öyleyken pek az şükrediyorsunuz. Rabbiniz sizin için duyu
organları da yaratmıştır. Bütün bunları size lütfeden Rabbinize ne kadar da az
şükrediyorsunuz? Ne kadar da az teşekkür ediyorsunuz? Allah’ın size verdiği bu
azalarınızı ne kadar da az Onun yolunda, Ona kulluk yolunda
kullanıyorsunuz?
Evet yaratıcı Allah’tır. Bu varlıkları
ve onların bir üyesi olan sizleri yoktan var eden Allah’tır. Hayat Allah’tandır.
Hayatınızı, varlığınızı Allah’a borçlusunuz. Şu bedeninizi, şu ruhunuzu, şu
elinizi, ayağınızı, gözünüzü, kulağınızı, kalbinizi, duyularınızı, bilginizi her
şeyinizi veren Allah’tır. Allah sizin yaratılışınızı çok mükemmel yapmıştır.
Önce sizi topraktan yarattı, sonra da bir suyla size neslinizi devam ettirme
yeteneği lütfetti. Adem önce topraktı, sonra çamur, sonra şekil veriliyor, sonra
bir insan haline getiriliyor, sonra da ruhu üfürülüyor. Yâni Adem için yarattığı
ruhunu Ona veriyor. Yâni Allah kendi ruhundan bir parça Adem’e veriyor değil de
Adem’in ruhunu Ona veriyor. Ruhuyla bedenini birleştiriyor. Ve işte böylece
insan ortaya çıkıyor.
Öyleyse insan ne sadece ruhtur,
ne de sadece bedendir. İnsan ruhla bedenin bileşkesidir. Ve sonra Adem neslini
topraktan alıyor, zürriyetini besin olarak topraktan alıyor, yiyip içtikleriyle
onun bünyesinde bir su oluşuyor bir meni meydana geliyor. Ve Adem’in vücudunda
oluşan bu suyla Havva’nın vücudunda oluşan su birleşiyor ve Havva’nın rahminde
bir cenin oluşuyor. Ana rahminde teşekkül eden bu cenin hadisin beyanıyla 120
günlük olunca bu defa da o cenine ruh üfürülüyor, ruhu veriliyor ve böylece ana
rahminde bir insan daha teşekkül etmiş oluyor. Rabbimizin takdir buyurduğu belli
bir süre geçtikten sonra yeryüzüne iniyor.
Evet bir toprak parçası, bir su parçası
bir insana dönüşüyor. Hem de eti olan, kemiği olan, gözü, kulağı, kalbi olan,
duyan, gören, hisseden mükemmel bir insan. Mükemmel bir yaratılış, mükemmel
nimetlerle donatılış. Bunu yapan Allah’tır. Sizi böyle mükemmel bir özellikte
yoktan var eden Rabb’ınızdır. Ama ne gariptir ki
insanoğlu yaratıcısını tanımıyor. Ne gariptir ki yaratıcısının kendisinden
istediği şükrü yerine getirmiyor. Her şeyini kendisine borçlu olduğu Rabbine
teşekkür etmeyi düşünemiyor. Düşünsenize, Rabbimiz bizi toprak olarak bıraksaydı
bizi kim yaratabilirdi? Bizi kim insan yapabilirdi? Nasıl dünyaya gelebilirdik?
Bu hayatı nereden bulabilirdik?
Veya bizi böyle mükemmel bir
insan değil de bir taş, bir toprak, bir tavuk, bir ağaç yapsaydı ne gelirdi
elimizden? Kime itiraz edebilirdik? Rabbimiz bize işitebileceğimiz şu
kulaklarımızı, görebileceğimiz şu gözlerimizi, hissedebileceğimiz şu
kalplerimizi vermeseydi kim verirdi? Nereden alabilirdik bunları? İşte şu anda
bunlardan mahrum bırakılmış insanlar ne yapabiliyorlar? Peki şimdi biz Ondan
başka kime şükredeceğiz? Kime teşekkür edeceğiz? Kime minnet duyacağız? Kimin
önünde eğileceğiz? Kime kulluk edeceğiz? Kimi dinleyeceğiz? Var mı Ondan başka
şükredilecek, hamd edilecek, minnet du-yulup sözü dinlenecek birileri?
Var mı Allah’tan başka önünde secdeye kapanacağımız bir varlık? Var mı böyle bir
yaratıcı? Kulluk yaratıcının değil de kimin hakkıdır? Ne kadar da nankörsünüz
böyle? Ne kadar da az kulluk yapıyorsunuz Rabbinize? Bakın Rabbimizin yaratıcı
olarak kendilerinden şükür istediği, kulluk istediği kimi beyinsizler, kimi
nankörler şöyle diyorlar:
10. “Puta
tapanlar: “Toprağa karışıp yok olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?” derler.
Evet; onlar, Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir.”
Yâni biz ölüp te toprağa karışıp gittikten sonra, yeryüzünde kaybolup
gittikten sonra yeni bir yaratılışla tekrar yaratılacağız ha? Öldükten sonra
tekrar diriltileceğiz ha? Hayır hayır bu kesinlikle
müm-kün değildir. Siz onu
bizim külahımıza anlatın. Biz asla böyle bir şeye ihtimal vermeyiz diyorlar.
Aslında Allah’ın kendilerine verdiği ağızlarıyla bu sözleri söyleyen insanlar
Allah’ı inkâr ediyorlar. Rablerine kavuşmayı inkâr ediyorlar. Yâni böyle bir
diriliş olur, olmaz ihtimalinden öte bu adamlar Allah’ı reddediyorlar. Allah’ın
hesabını reddetmeye çalışıyorlar. Daha doğrusu bu dünyada yaşadıkları hayatları
bunu reddetmeyi gerektiriyor. Allah huzurunda hesaba çekilmeye yüzleri olmadığı
için dirilişi reddetmeye çalışıyorlar. Adamların önlerinde yığınlarla günâh
programları var.
Tabi âhiret, hesap, kitap gündeme gelince iştahları kaçacak,
işledikleri suçları, günâhları işleyemeyecekler de onun için rezil bir hayatı
yaşama arzuları inkârı gerektiriyor. Âhiret baskısını
üzerlerinden atıp keyiflerine göre bir hayat yaşamak istiyorlar.
Evet eğer bir adam kâfirse, bir
adam zalimse her şeyden önce o âhireti inkâr etmek
zorundadır. Değilse yaşayamaz adam. Niye? Eh mümkün değil ki. Adam hem Allah var
diyecek, hem âhiret, hesap, ki-tap, azap, ikap var diyecek, hem de kâfir ve zalim olacak. Bu
kesinlikle mümkün değildir. Bu dünyada istediğimiz gibi bir hayat yaşayacaksak
en iyisi mi dirilişi, hesabı, kitabı inkâr edelim, dilediğimiz şeyi yapabilelim
diyorlar. Öyleyse ey peygamberim ve ey Müslümanlar sizler de onlara şöyle
deyin:
11. “Ey
Muhammed! De ki: “Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra
Rabbinize döndürüleceksiniz.”
Size vekil tayin edilen,
ölümünüze vekil kılınan, ölümünüz için Allah tarafından görevlendirilen ölüm
meleği sizin canınızı alır, alacak. Sonra sizler Rabbinizin huzuruna
döndürülürsünüz. Yaşadığınız hayatınızın faturasını ödemek, yaptıklarınızın
hesabını vermek üzere Rabbinizin huzuruna çıkarılırsınız. O
zaman:
12.
“Suçluları Rablerinin huzurunda, başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz! Gördük,
dinledik, artık bizi dünyaya geri çevir de iyi iş işleyelim; doğrusu kesin
olarak inandık” derlerken bir görsen!”
Suçluların vaziyetlerini bir
görsen peygamberim. Rablerinin huzurunda suspus olmuş, başları önlerine eğilmiş,
tıraşları görünmüş, tıpkı suçlu bir kölenin efendisinin huzurunda perişan bir
vaziyette duruşu gibi yıkılışlarını, zilletlerini, horluklarını bir görseydin.
Bugün dirilişi reddedenler, olmaz, biz asla bir daha dirilmeyeceğiz. Asla hesaba
çekilmeyeceğiz. Öldükten sonra toprak olup gideceğiz. Sümen altı edileceğiz diyerek bir hayat yaşayanları,
hayatlarını, amellerini âhi-retin yokluğuna bina
ederek sorumsuzca bir dünya yaşayanları o gün bir görseydin. Rabb’ımız o gün onların halet-i ruhîyelerini, perişanlıklarını anlatıyor. Başları önlerine
düşmüş olarak bakın diyorlar ki:
Rabbena, ey bizim Rabbimiz. Ey bizim
yasa belirleyicimiz, ey bizim yaratıcımız, sahibimiz. Alçaklar o gün anladılar
Allah’ın Rableri olduğunu. Halbuki dünyada başka Rableri, başka efendileri,
başka yasa belirleyicileri, başka program yapıcıları vardı. Dünyada yasalarına toz kondurmadıkları
başka Rableri vardı. Dünyada sözünü dinledikleri, arzularını yerine
getirdikleri, hayatlarında söz sahibi bildikleri başka efendileri vardı. Şimdi
anladılar ki Ondan başka Rab yok. Şimdi anladılar ki ondan başka egemenlik
sahibi yok. Geçmiş olsun. Bunu bugün diyeceklerdi. Bunu bugün kabul edecekler ve
O Rabbin istediği gibi bir hayat yaşayacaklardı. Bakın reddetme imkânlarının
olmadığı bir ortamda diyorlar ki, ey bizim Rabbimiz, biz gördük, biz anladık,
biz işittik ki bu işin doğrusu buymuş. Biz kesinlikle anladık ve bildik ki
Senden başka Rab yokmuş. Anladık ki diriliş varmış, hesap varmış, cennete ve
cehennem varmış.
Ya Rabbi ne
olur, bizi dünyaya bir daha geri çevir de sâlih bir
hayat sürelim. Yalnız Seni Rab ve İlâh bilelim. Âyetlerini dilimizden
düşürmeyelim. Kitabını elimizden bırakmayalım. Senin istediğin gibi Müslümanca bir hayat yaşayalım. Seninle çatışma içine
girmeyelim. Elçilerini reddetmeyelim. Geçmiş olsun. Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar olsun ki bakın yarın mutlak olacakları
Rabbimiz bize bugünden olmuş gibi haber veriyor. Yâni eğer şu anda bir yanılgı
içindeysek yarın ya Rabbi, ne olur bizi dünyaya bir
daha gönder de sâlih bir hayat yaşayalım diyeceğimizi
şimdi haber veriyor.
Öyleyse şu anda daha ölmediğimize
göre Allah’ın istediği bir hayata yönelme imkânına sahibiz. Allah’ın yardımıyla
şu anda kazanma imkânımız vardır. Ve işte mü’minle
kâfirin farkı burada ortaya çıkıyor. Allah’a, Allah’ın gönderdiği şu kitaba ve
peygambere inanmayan, Allah’ın bu haberlerinden mahrum yaşayan kâfirler bunu
göre-miyorlar, bilemiyorlar. Bu gerçeklerden habersiz
olunca da yanlışını anlayamıyorlar, yanlışlarından dönemiyorlar. Böyle bir
zavallılığı yaşıyorlar. Yaşadıkları hayatı sorgulama imkânı bulamıyorlar.
Yaşadıkları bu pis hayatın kendilerini cehenneme doğru götürdüğünü bilemi-yorlar. Ancak o gün
dirilince iş işten geçtikten sonra anlıyorlar, eyvah
diyorlar, geri dönüş istiyorlar ama hepsi nafile. Lâkin biz akıllı Müslümanlar
bu gerçekleri burada görüyoruz, eğer tevbe etmemiz
gerekiyorsa burada tevbe ediyoruz, geri dönmek
istiyorsak burada dönüyoruz ve böylece Allah’ın lütfuna ulaşıyoruz elhamdülillah.
13. “Biz
dilesek herkese hidâyet verirdik; fakat cehennemi tamamen cin ve insanlarla
dolduracağıma dair Benden söz çıkmıştır.”
Eğer Biz dileseydik her nefse
hidâyetini nasip ederdik. Biz isteseydik, Biz yasamızı öyle koysaydık herkesi
Müslüman yapardık. Biz öyle murad etmiş olsaydık
herkese bu gerçekleri dünyada gösterirdik. Herkesin gözünü bu dünyada açar ve
işte size sözünü ettiğim cennet, işte sizi uyarıp sakındırdığım cehennem derdik.
Ama Biz böyle murad etmedik, Biz böyle istemedik, Biz
yasamızı böyle koymadık diyor Rabbimiz. Biz bunları gayb kıldık. Cenneti de cehennemi de gayb bilgisi yaptık. Gözle görünür, duyularla hissedilir
değil de ancak vahiyle bilinir, kitap ve sünnetle anlaşılır kıldık diyor Rabb’ımız. Dileyen Benim gönderdiğim vahiy bilgisine
müracaat eder görür ve bilir olur, dileyen de kör ve sağır kalmayı tercih eder.
Dileyen iman eder, dileyen de küfreder. İşte Bizim yasamız budur diyor
Rabbimiz.
Lâkin Bizden söz gerçekleşti ki, ya da dünyada Biz öyle bir kanun koyduk ki Biz insanlardan
ve cinlerden pek çoğunu cehenneme dolduracağız. Biz böyle bir yasa belirledik,
böyle bir kanun koyduk. Bu kanunumuza uygun hareket edenler cehenneme
gidecekler. Kanun bu. Ya değilse dileseydik Biz
herkesi Müslüman yapardık. Her-kesin boyunlarındaki kulluk iplerinin ucunu
doğuştan elimize alır, kimseye irade vermez, hiç kimseye isyan ettirmezdik. Tüm
insanları melekler gibi iradesiz yaratır, taşlar gibi, bitkiler gibi seçeneksiz
yaratır herkesi cennete gönderirdik.
Evet Rabbimiz böyle istememiş,
böyle dilememiş, yasasını böyle koymamış. İradesiz yarattığı kullarının yanı
başında iradeli insanları da yaratmıştır.
Peki niye böyle istemiş? Onu
sorgulamaya hakkımız yoktur. Niye böyle yaptın ya
Rabbi? diye Ona hesap sorma yetkimiz yoktur. O dilediğine dilediği gibi hükmetme
yetkisine sahiptir. Rabbimiz insana irade vermiş, seçim özgürlüğü tanımış,
cennetini de cehennemini de anlatmış, iman yolunu da küfür yolunu da açmış ve
buyurun hür iradelerinizle buraya da, buraya da gitme hakkınız vardır
buyurmuştur. Böyle bir durumda tercihinin karşılığı konusunda hiç kimsenin de
Ona bir itiraz hakkı kalmamıştır. Ya Rabbi beni niye
cehenneme gönderiyorsun? Ben cennete gitmek istiyordum demeye hiç kimsenin hakkı
kalmamıştır. Bakın iradesini cehennemden yana kullananlara diyecek
ki:
14. “Bugüne
kavuşmayı unutmanızın karşılığını görün; doğrusu Biz de sizi unuttuk,
yaptıklarınıza karşılık ebedî azabı tadın” deriz.”
Haydi bakalım tercihinizin
karşılığı olarak ebedî azabınızı tadın. Haydi tadın bakalım amellerinizin
karşılığını. Bakın bakalım yaşadığınız kâfirce bir hayatın karşılığı olan ebedî
azap nasılmış? bir bakın bakalım. Bugüne kavuşmayı unutmanızın karşılığı neymiş?
Nasılmış bir görün bakalım.
15,16.
“Âyetlerimize ancak, kendilerine hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar,
büyüklük taslamayarak Rablerini överek yüceltenler, vücutlarını yataklardan uzak
tutup korkarak ve umarak Rablerine yalvaranlar ve verdiğimiz rızklardan sarf
edenler inanır.”
Âyetlerimize iman edenlere
gelince. Âyetlerimizle yol bulmaya çalışanlara, âyetlerimiz istikâmetinde bir
hayat yaşayanlara, kendilerini âyetlerimize teslim edenlere, âyetler
rehberliğinde hareket edenlere gelince, hemen secde edelim. Evet bu âyetlerle
karşı karşıya geldiğimiz anda hemen yapacağımız iş secdeye kapanmaktır. Anında,
hiç beklemeden, savsaklamadan, şeytanlık yapmadan secdeye varmak zorundayız.
Evet onlara Bizim âyetlerimiz
zikredildiği zaman, âyetlerimiz onlara duyurulduğu zaman onlar hemen secdeye
kapanırlar. Rablerinin emirleri, arzuları karşısında hemen boyun büküp teslim
olurlar. Tamam ya Rabbi, anladım ya Rabbi, inandım, teslim oldum ya
Rabbi, hemen gereğini yerine getiriyorum ya Rabbi,
hemen istediğin gibi uygulamaya koyuyorum ya Rabbi
deme adına hemen teslimiyet gösterirler.
Ve Rablerine hamd ile tesbih ederler. Rablerini
yüceltirler. Rablerini noksan sıfatlardan tenzih ederler. Rablerinin istediği
gibi olma yoluna girerler. Rablerine secdeden, Rablerinin arzularına boyun büküp
teslim olmaktan asla kibirlenmezler. Bizim O Allah’a karşı bir ihtiyacımız, bir
noksanlığımız yoktur, niye eğilecekmişiz Onun huzurunda? demezler, kibirlilik
göstermezler, müstekbir davranmazlar, anında
Rablerinin önünde eğilirler. Hemen Allah emirlerini pratiğe aktarmanın,
hayatlarında göstermenin hesabı içine girerler. Yâni böyle kolaylarına gelenleri
hemen uygulamaya koyup, kolaylarına gelmeyenleri ise savsaklamaktan yana,
geciktirmekten, anlamazlıktan yana bir tavır sergilemezler. Zaten bizi bizden
daha iyi bilen, bizi bizden daha çok düşünen, bize bizden daha merhametli olan
Rabbimizin tüm emir ve yasakları bizim takatimizin yeteceği emir ve yasaklardır.
Başka ne yaparlarmış onlar? Başka ne özellikleri varmış o mü’minlerin:
Bir de onlar yataklarını terk ederler.
Gece sıcak döşeklerinden uzaklaşırlar. Allah için gece yanlarını yataklarından
ayırırlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler.
Korka, korka, arzu ede ede dua dua Rablerine yalvarıp yakarırlar. Rableri tarafından kabul
görmeme, reddedilme korkusu, ya da cehenneme gitme
endişesi, cennete ulaşma ümidiyle dua ederler. Cehennem korkusu ve cennet arzusu
içinde Allah’a dua ederler. Ve bir de onlar Rablerinin kendilerine verdiği
rızklardan da Allah kullarına infak ederler. Allah’ın verdiklerini kardeşleriyle
paylaşma kavgası verirler.
Evet onlar geceleri ayaktadırlar,
geceleri kalkarlar. Müslim’in rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle
buyurur:
“Farz namazdan sonra en faziletli namaz gece
namazıdır”
(Müslim şerhi
3/230)
Yine Tirmizî’nin rivâyet ettiği başka bir hadislerinde de şöyle
buyurur:
“Ey
insanlar selâmı yayınız, yemek yediriniz, akrabalık bağlarını gözetiniz.
İnsanlar uykuda iken gece namaz kılınız ki esenlikle cennete girersiniz.”
Buyuran Allah’ın Resûlü:
“Gece namazı kılmaya bakınız!
Çünkü gece namazı sizden önceki sâlihlerin
alışkanlığı, Rabbinize yakınlaştırıcı bir amel, günâhlara bir kefaret ve
isyanlardan da alıkoyucu bir özelliktedir.
Yine Ebu
Dâvûd’da Ebu Hureyre efendimizden rivâyet edilen bir hadislerinde
Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Geceleyin kalkıp ibadet eden ve karısını da
uyandıran, kalkmak istemediği zaman yüzüne su serpen kişiye Allah rahmet etsin.
keza kalkıp gece namazı kılan ve kocasını uyandıran ve kocası kalkmak istemediği
zaman yüzüne su serperek onu uyandırmaya çalışan kadına da Allah rahmet
etsin.”
(Ebu
Dâvûd K. Salât
2/45)
Evet inşallah biz de tıpkı örneğimizin
yaptığı gibi gece kalkacağız. Rabbimizle buluşma adına, Rabbimizle birlikte olma
adına, Rabbimizi zikretme ve Onun huzurunda secdelere kapanma adına uykularımızı
terk edeceğiz. Rabbimiz hatırına sıcak yataklarımızı terk edeceğiz, yanlarımızı
yataklarımızdan ayıracağız. Yanımız bitişik olan,
yanımız yapışık olan, bütünleştiğimiz, çok sevdiğimiz yataklarımızı terk
edeceğiz. Rabbimize ibadet edeceğiz, Rabbimizle buluşacağız, rahmetiyle tecelli
ettiği o mübârek zamanda sevgilimizle beraber olmaya çalışacağız. Namaz
kılacağız, Kur’an okuyacağız, Rabbimizin âyetlerini
anlamak üzere kafa yoracağız, Rabbimizin âyetlerini zikredeceğiz.
Evet muttakilerden olmak istiyorsak,
cennetliklerden olmak istiyorsak Rabbimizin bu âyetlerine çok iyi kulak vermek
zorundayız. Yatsı namazını kıldıktan sonra hemen yatmak ve gecenin yarısında,
gecenin sonlarına doğru uyanmak ve Rabbimizle, Rabbimizin âyetleriyle,
Rabbimizin zikriyle beraber olmak zorundayız. Bu âyetleri duyduktan sonra artık
gece yarılarına kadar şeytan vahiyleriyle, kanalizasyonlarla vakit öldürerek,
şeytan vahiylerinin programlarına mahkum olarak, ya da
lüzumsuz malayânilerin, lüzumsuz konuşmaların peşine
düşerek, bırakın gece kalkmayı sabah namazına bile zor kalkacak bir durumdan
kendimizi uzaklaştırmak zorundayız.
İşte âyetlerimize iman eden
Müslümanların bir özellikleri de budur. Gece kalkarlar, Rablerine korku ve ümit
içinde dua ederler ve Allah’ın kendilerine verdiklerinden infak ederler. Mal,
mülk, ilim, basiret, imkân, fırsat, zaman, ömür, gece, gündüz tüm fırsatlarını,
tüm im-kânlarını Allah kullarıyla paylaşırlar.
17.
“Yaptıklarına karşılık onlar için saklanan müjdeyi kimse
bilmez.”
Hiç bir nefis, hiçbir kimse
yaptıklarına karşılık, işlediği güzel amellerine karşılık Bizim kendilerine göz
aydınlığı olarak hazırladığımız, sakladığımız müjdeleri, mükâfatları bilemez.
Bilmezler ki Biz onlara amellerine karşılık neler hazırlamışız. Ne büyük
nimetler, ne büyük mükâfatlar kendilerini beklemektedir. Onların kulluklarının
karşılığı olarak onlara hazırladığımız cennetlerden, nimetlerden onların hiç
haberleri yoktur. Cenneti görmedikleri halde, cennette kendileri için hazırlanan
gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hayallerinden bile geçiremeyecekleri
nimetleri görmedikleri halde o değerli kullarım gece gündüz Bana yalvarıp
yakarıyorlar, Bana kulluk ediyorlar diyor Rabbimiz. Görmedikleri halde cennet
arzusuyla yanıp yakılıyorlar. Görmedikleri halde cehennem korkusuyla ürperip
duruyorlar. Cennete koşuyorlar, cehennemden kaçıyorlar. Bunun için Bize dua
dua yalvarıyorlar diyor.
18. “İnanan
kimse yoldan çıkmış kimseye benzer mi? Bunlar bir
olamazlar.”
Hiç böyle mü’min olan bir kimse fâsık olan,
yoldan çıkmış, imandan, itaatten çıkmış fâsık bir
kimse gibi olur mu? Bu ikisi hiç bir olur mu? Bir mü’minle bir fâsık nasıl bir
olabilir? Bunlar asla bir olmazlar. Mü’min ayrıdır,
fâsık ayrıdır. Mü’min
ayrıdır, kâfir ayrıdır. Allah’a itaat eden ayrıdır, isyan eden ayrıdır. Bu ikisi
asla bir tutulmaz, bir değerlendirilmez. Allah bu ikisini asla bir tutmaz. Bu
konuda, her konuda değer yargısı Ona aittir. Onun değer yargısı geçerlidir.
Bakıyoruz şu anda dünya üzerindeki tüm
anlayış sahipleri, tüm felsefi sistem sahipleri derler ki biz haklıyız, bir
doğruyuz, biz hak yoldayız. Bizim dinimiz, bizim anlayışımız, bizim yolumuz,
bizim hayat programımız, bizim yaşam biçimimiz en doğrudur. Herkes diyor ki biz
haktayız, başkaları bâtıldadır. Yeryüzündeki faşist sistemler, liberal
sistemler, komünist, sosyalist ve demokratik sistemler hep kendilerinin
haklılığını iddia ederler. Biri diğerine asla hayat hakkı tanımamaya çalışır. Ne
şu din sahipleri bu din sahiplerine, ne de bu din sahipleri o din sahiplerine
hayat hakkı tanımaz. İneğe tapınan da, sineğe tapınan da kendisini haklı ve
doğru yolda görmektedir. Herkes kendisini haklı görmekte, herkes cennete
kendisini lâyık görmektedir.
Kim ne derse desin, kim nasıl
hükmederse etsin unutmayalım ki cennetin sahibi Allah’tır. Dirildikleri zaman
öteki âlemde tek Hakîm var, O da Allah’tır. Sadece Allah’ın hükmü ve değer
yargısı geçerlidir orada. Sadece Allah’ın değerlendirmesi haktır ve geçerlidir
orada. İşte Rabbimiz burada orada vereceği hükmünü belirtiyor. Ben mü’-minle fâsıkı asla bir tutmayacağım
buyuruyor. Mü’minle fâsık
asla bir değildir buyuruyor.
19. “İnanıp
yararlı iş işleyenlere gelince, onların yaptıklarına karşılık, varacakları
cennet konakları vardır.”
Allah’ın istediği gibi iman eden
ve iman kaynaklı bir hayat yaşayanlara, iman edip imanlarını hayatlarında
görüntüleyenlere, fıtratlarına yaraşır sâlih ameller
işleyenlere, Rasûlullah (a.s) ın pratize ettiği Müslümanca bir hayatı yaşayanlara, her şeyleriyle üsve-i haseneye benzemeye
çalışanlara gelince onların yaptıklarına karşılık varacakları cennet konakları,
cennet ağırlanmaları, cennet ikramları ve bol bol
nimetler vardır.
20. “Ama
yoldan çıkanların, işte onların varacağı yer ateştir. Oradan çıkmak
isteyişlerinin her defasında geri çevrilirler ve onlara: “Yalanlayıp durduğunuz
ateşin azabını tadın” denir.”
Ama beri tarafta fâsık olanlara, Allah’a ve Resûlüne itaatten çıkanlara,
Allah’ın gönderdiği hayat programını bırakıp fısku
fücur içinde keyiflerine, hevâ ve heveslerine göre bir
hayat yaşayanlara, Allah ve Resûlüne isyan içinde olanlara gelince onların da
konaklama yerleri, ağırlanma yerleri, yerleşim merkezleri cehennemdir. Ne zaman
ki oradan çıkmak isteseler tekrar oraya iade edilirler. Ve kendilerine denilir
ki, yalanlamanızdan ötürü tadın bakalım cehennem azabının tadını. Bakın bakalım
yalanlamanızın karşılığı neymiş?
Evet iman edip sâlih ameller işleyenlere cennette ağırlanmaları, cennet
nimetleri sunulurken yalanlayanlara, iman ve pratik hayatları Rasûlullah efendimize benzemeyen fâsıklara da cehennem vaa-dedilmektedir. Mü’minler
nimetlerin en büyüğü, şereflerin en yücesi olan cennetten bir an bile çıkmak
istemezlerken, cehenneme gidenler sürekli oradan kurtulmak isteyecekler, kaçmak
isteyecekler ama oradan kaçıp kurtulmaları asla mümkün
olmayacaktır.
21. “Belki
yollarından dönerler diye andolsun onlara büyük
azaptan önce dünya azabından tattırırız.”
Evet belki dönerler diye, belki
akıllarını başlarına alırlar da Bize imana, Bize kulluğa dönerler, yaşadıkları
fısk u fücur içindeki hayatı bırakırlar da Müslümanca bir hayata yönelirler diye andolsun ki Biz onlara o büyük azaptan önce, o cehennem
azabından önce yakın bir dünya azabını da tattırırız diyor Rabbimiz. Evet
Rabbimiz bu dünyada kendilerine ibret olsun, akıllarını başlarına getirsin diye,
uyarıcılık özelliği taşısın diye Müslümanlara bir takım dünyevî cezalar,
sıkıntılar verdiği gibi, Müslüman olmayan kâfirlere ve fâsıklara da yine zaman zaman
dünyevî cezalar da tattırıyor. Sebep neymiş? Akılları başlarına gelsin, büyük
iradeyi bilsinler, Allah karşısında acizliklerini, güçsüzlüklerini anlasınlar da
imana gelsinler diye. Başlarına gelen sıkıntılarla sarsılıp hayatlarını
yargılasınlar, sığınacak bir kucak bulsunlar diye.
Müslümanlar biz ne yaptık? Biz ne
tür hatalar işledik ki bunlar başımıza geldi? desinler diye. Rabbimize dönelim,
Rabbimize dua edelim de bizi bu felâketlerden kurtarsın desinler diye. Kâfirler
de biz Müslüman olmak zorundayız desinler diye. Evet demek ki Rabbimizin bu
dünyada gönderdiği sıkıntılar, azaplar mü’minler için
de, kâfirler için de hep bir rahmetin gereğidir. Müslümanlar günâhlarından
dönerler, hatalarını anlarlar, tevbe ederler,
Rablerine kulluğa yönelirlerse, kâfirler de kâfirliklerini, şirklerini,
isyanlarını bırakıp Allah’a imana, Müslümanca bir
hayata yönelirlerse her iki taraf için de bu rahmete
dönüşecektir.
22. “Rabb’ının âyetleri kendisine hatırlatılıp da onlardan yüz
çeviren kimseden daha zalim var mıdır? Şüphesiz suçlulardan öç
alacağız.”
Rabbinin âyetleri kendisine
zikredildikten, hatırlatıldıktan sonra, Allah’ın âyetlerini tanıdıktan sonra
onlardan yüz çeviren, onları yok farz eden, onların işlevini bitiren, ben
anlamam diyen, ben dinlemem diyen kimseden daha zalim kim vardır? Allah’ın gerek
tekvîni, gerek tenzîli, gerek âfâkî, gerek enfüsî âyetlerini gördüğü halde,
duyduğu halde, tanıdığı halde onlara karşı müstekbir
davranarak benim Allah’a da, Allah’ın âyetlerine de ihtiyacım yoktur. Benim
dünyam, saltanatım var. Benim gücüm, kuvvetim var. Benim aklım, mantığım,
bilgim, zevkim var. Benim hayatımı düzenleyeceğim kendi kitabım var. Hayatımı
nasıl yaşayacağımı ben de bilirim. Ne yiyeceğimi? Nasıl yiyeceğimi? Nasıl
giyineceğimi? Nereden kazanıp nerede harcayacağımı? Çocuklarımı nasıl
eğiteceğimi? Nasıl bir hayat yaşayacağımı ben de bilirim.
Benim başka hiçbir şeye ihtiyacım
yoktur diyen kimseden daha zalim kim vardır? Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
istediği hayatı tanımadığı için kendisini Allah’a kulluk ortamından uzaklaştıran
kimseden daha zalim kim vardır? Allah’ın güzel dediği hayatı bir kenara bırakıp
kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde, kendi tanrılığı
istikâmetinde bir hayat yaşayan kimseden daha zalim kim vardır? İşte böyle
mücrimlerden intikam alırız buyuruyor Rabbimiz. Böylelerinden intikam alacağız.
23. “Andolsun ki Mûsâ'ya Kitap verdik; ey Muhammed! Sakın sen ona
kavuşacağından şüphe etme. Mûsâ'ya verdiğimizi İsrâil oğullarına doğruluk
rehberi kıldık.”
Evet andolsun ki Biz Mûsâ’ya kitabı, Tevrat’ı verdik. Öyleyse ey
peygamberim, sakın sen ona kavuşacağından şüphe etme. Tıpkı Mûsâ’nın Tevrat’ı
aldığı gibi senin de bu kitabı Rabbinden alma konusunda sakın bir şüphen
olmasın. Senin böyle Allah’tan bir kitaba ulaşman, Rabbinden bir kitap alman
tarihte ilk defa oluyor değildir. Senden önceki elçilerimize de Biz kitap
gönderdik ve işte onlar içinde en çok bilinen ve de şu anda bu kitabın sana
Rabbinden geldiği konusunda en çok şüphede olan Yahudilerin kendi peygamberleri
Mûsâ’ya da bir kitap göndermiştik.
Veya bunun bir başka anlamı da
peygamberim, sen mutlaka ona kavuşacaksın. Sen mutlaka Rabbine mülaki olacaksın.
Bir gün vefat edip Rabbine mülaki olacakın, öteler âleminde tekrar dirilip
Rab-bine kavuşacaksın demektir. Veya sen mutlaka Mûsâ ’ya kavuşacaksın. Mi’râcta
kavuşacaksın, mahşerde kavuşacaksın, cennette kavuşacaksın veya bu kitabın öteki
sûrelerinde, Araf’ta, Neml’de, Şuara-da, Kasas’da Mûsâ’yla
tanışacaksın. Biz Onu İsrâil oğulları için onları hidâyete ulaştıracak bir
rehber kıldık. O Mûsâ’yı, ya da O Tevrat’ı İsrâil
oğullarına yol gösterecek, rehberlik yapacak, onları kullara kulluktan
uzaklaştırıp Rabb’e kul yapacak, kölelikten kurtarıp
özgürlüğe kavuşturacak bir imam kıldık.
Nasıl ki Tevrat İsrâil oğullarını
hidâyete ulaştırıcı bir özelliğe sahipse şimdi sana gönderdiğimiz bu Kur’an da böyle bir özelliğe sahiptir. Asırlarca Mısırda
kölelik hayatı yaşayan İsrâil oğulları nasıl bu kitap ve bu peygamberle
kölelikten kurtulmayı bilmişlerse sizler de bu kitapla Allah’ın istediği şerefli
bir hayata ulaşmayı bileceksiniz. İşte bu kitap size bunun için gönderilmiştir.
kitabın sizin hayatınızdaki fonksiyonu budur.
24.
“Sabredip âyetlerimize kesin olarak inanmalarından ötürü, aralarından, onları
buyruğumuzla doğru yola götüren önderler yaptık.”
Onlardan, İsrâil oğullarından
imamlar da kıldık. Aralarında hak konusunda, hidâyet konusunda kendilerine
uyulan, hidâyete rehberlik eden, insanları hidâyete çağıran önderler, liderler
çıkardık. Onlar kendilerine gönderdiğimiz kitabın kendilerinden istediklerini
anlayıp, kitaba sarılıp Bizim emrimizle toplumlarına kulluk yolunu gösterdiler.
Bu yolda sabırlarından dolayı Biz onları rehberler yaptık. Kitaba sarılma
konusundaki sabırlarından dolayı, kitabın âyetlerini öğrenme, kitaba sımsıkı
sarılma ve kitabın istediği cehd ü gayreti gösterme
yolundaki sabırlarından dolayı, insanları kitabın istediği kulluğa çağırmaları
yolunda karşılarına çıkan engellere, eziyetlere sabredip göğüs germelerinden
dolayı Biz onları önderler yaptık, liderler yaptık. Onlar Bizim gönderdiğimiz
kitapla gece gündüz beraber oldular, Mûsâ’yla beraber oldular, kitabın ve
peygamberin eğitimine teslim oldular, Müslümanca bir
tavır sergilediler de onun için Biz onları önderler yaptık.
Ey Müslümanlar, eğer sizler de
tüm dünya insanlığına önderler, liderler, egemenler olmak istiyorsanız işte
Benim yasam budur diyor Rabbimiz. Onlar gibi sizler de Benim kitabıma, Benim
peygamberime sarılır, Benim istediğim kulluğu icra noktasında karşınıza
çıkabilecek eziyetlere sabır eder, dişinizi sıkar, Müslümanca bir tavır sergilerseniz sizi de önderler,
liderler yapacağımdan zerre kadar bir endişeniz olmasın.
Bir de onlar Bizim âyetlerimize yakînen, kesin bir bilgiyle de iman ediyorlardı. Zalim
olmadılar onlar. Ne Rablerine karşı, ne Rablerinin kitabına, ne de Rablerinin
elçilerine karşı zulmetmediler. Zaten zalim olsalardı onlar imamet hakkını
kaybederlerdi. İşte Mûsâ (a.s) nın soyundan da, ondan
önce İbrahîm (a.s) in soyundan da böyle yaşayanlara Allah imamlıklar nasip
etmiştir. Ama onlardan zalim olanlara asla bunu
vermemiştir.
25.
“Muhakkak ki Rabbin ayrılığa düştükleri
şeylerde kıyamet günü aralarında hükmedecektir.”
Muhakkak ki Rabbin ayrılığa düştükleri, ihtilâf
ettikleri konularda kıyamet günü aralarında hüküm verecektir. Kıyamet günü
Rab-bin her şeyi ayrıştıracaktır. Onların tartıştıkları konularda her şeyi birer
birer ortaya dökecektir. Yâni O İsrâil oğullarının
Dâvûd ve Süleyman (a.s) lardan sonra kitap ve peygamberden uzaklaşıp, kitabın ve
peygamberin ortaya koyduğu hidâyeti terk edip, İslâm’dan ayrılıp tefessüh etme,
Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma sürecine girdikten sonra içine düştükleri ayrılık
ve ihtilâflarının tümünü yarın açıklayacaktır Allah. Ana kaynak olan İslâm’dan,
kökten sapıp gitmelerinin ne demek olduğunu açıklayacaktır. Kimin hak yolda,
kimin sapıklık yolunda olduğunu ortaya koyacaktır.
26. “Şimdi
yurtlarında gezip dolaştıkları, kendilerinden önceki nice nesilleri yok etmiş
olmamız onları doğru yola sevk etmez mi? Bunlarda şüphesiz ibretler vardır.
Dinlemezler mi?”
Şimdi bu uyarılar, bu ibretler,
bu âyetler onlara yol açmadı mı? Yâni bu kâfirler, bu müşrikler hâlâ bir
gafletin içinde midirler? Kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlere
bakmıyorlar, onlardan ibret almıyorlar mı? Mûsâ (a.s)’a ve İsrâil oğullarının
durumlarına bakmı-yorlar mı?
Mûsâ (a.s)’a ve Ona gönderilen kitaba sarılanların Bizim tarafımızdan tüm
dünyaya imam yapılmaları, lider kılınmaları gerçeği onlara hiçbir şey söylemiyor
mu?
Tıpkı onlar gibi yeryüzünde hakim
bir konuma gelmek isteyen bu insanlar hâlâ bu kitaba yakînen iman etmeye yanaşmayacaklar mı? Bu duruma gelmeden
istedikleri konumu elde edemeyeceklerinin bir yasa olduğunu anlayamadılar mı?
Eğer bundan ibret alamadılarsa, bu onlara yol göstermediyse, hiç değilse Bize
karşı kulluğa yan çizen, kitabımızla ilgilenmeyen, elçilerimizi yalanlayan
önceki toplumlardan helâk ettiklerimizin çokluğu da onlara rehberlik etmiyor,
yol göstermiyor? Bu da mı bir şey ifade etmiyor onlar için? Bundan da mı
gafiller bu adamlar? Onlara karşı kör ve sağır davranıp ta mı Müslüman olmaya
yanaşmıyorlar? Halbuki:
Halbuki şu anda bu insanlar, bu
Mekkeliler, bu dünyalılar onların yurtlarında gezip dolaşıyorlar. Yaptıkları
yolculuklarında o helâk olmuş toplumların yıkıntıları, harabeleri arasında gezip
dolaşıyorlar. Onların kemiklerinin üzerine basıp geçmiyorlar mı? Hani bir zamanlar oralarda egemendiler o
adamlar. Hani güçleri, kuvvetleri, devletleri, saltanatları, boyları postları,
sarayları vardı. Hani ekonomik, siyasal ve askeri güçlerinden korktukları için
insanlar onların saraylarının yakın semtine bile varamıyorlardı. Şimdi onların
kafataslarının üzerinde dolaşmıyor musunuz? Hâlâ ibret almayacak mısınız?
Muhakkak ki işte bunlarda sizin için
âyetler vardır, işitmezler mi? Kulak vermezler mi insanlar bunlara? Haydi bunu
görmüyorlar, işitmiyorlar, düşün-müyorlar peki şunu da
mı görmüyorlar bu insanlar?
27. “Kuru
yerlere suyu gönderip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri ekinleri
çıkardığımızı görmezler mi? Görmüyorlar mı?”
Kupkuru, ölü bir toprağa, çorak,
buzul bir araziye bir su gönderdiğimizde o kupkuru topraktan kendilerinin ve
hayvanlarının yedikleri ekinleri, bitkileri çıkardığımızı da mı görmez bu
adamlar? Yanı başlarında olup biten bu gerçeklere karşı kör ve sağır mı
davranıyorlar? Hiç bakmıyorlar mı? Hiç düşünmüyorlar mı? Hiç akıllarını
kullan-mıyorlar mı? Kimdir gökyüzünden o hayat kaynağı
suyu indiren? Kim dir o kupkuru toprağa hayat veren?
Kendileri mi yapıyorlar yoksa bütün bunları? Bakın körler, akılsızlar diyorlar
ki:
28. “Doğru söylüyorsanız bildirin
bu hüküm ne zaman verilecektir?
derler.”
Eğer doğru söylüyorsanız, eğer
Allah varsa, eğer bütün bunları yapan Allah’sa o zaman haydi söyleyin bakalım ne
zamanmış o fetih? Söyleyin bakalım ne zamanmış Allah’ın hükmü? Ne zamanmış
peygamberin fethi? Ne zamanmış Müslümanların galibiyeti? Yâni bakın işte şu anda
bizler sizin inandığınız Allah’ı da, Allah’ın dinini de, Allah’ın kitabını da,
peygamberini de reddediyoruz. Sizin inandığınız Allah’a kafa tutarak, hayat
programını reddederek keyfimize göre bir hayat yaşıyoruz. Hani nerede Allah’ın
vaadi? Hani nerede kaldı bize karşı size yardımı ve desteği? Ne zaman fetih? Ne
zaman başarınız? Ne zaman diriliş? Ne zaman kıyamet? Ne zaman hesap kitap? Ne
zaman sorgulanma? Ne zaman helâk? Siz bunları bizim külahımıza anlatın diyerek
peygamberle ve Müslümanlarla alay ediyorlar hainler.
29. “De ki:
“Hükmün verileceği gün inkârcılara ne inanmaları fayda verir ve ne de
ertelenirler.”
Sen onlara de ki ey peygamberim.
Sizler de deyin ey Müslümanlar, bilesiniz ki hüküm verileceği gün, Müslümanlara
fetih verileceği gün artık kâfirlere imanları fayda vermeyecek. Evet fetih günü,
ayrışma günü, kıyamet günü, helâk günü, azap günü, diriliş günü, mahşer günü,
hesap günü artık kâfirlere inamları hiç bir fayda sağlamayacak. O gün mecburen
iman edecekler ama geçmiş olsun. O gün artık Allah onlar hakkında hükmünü,
kararını verecektir. Artık o gün ne imanın, ne de mâzeretin bir faydasını
göremeyecekler. Kitabımızın başka âyetlerinin beyanıyla kâfirler ölürken iman
edecekler faydası yok, kabirde iman edecekler faydasız, Mahşer yerinde, hesabın,
Mizanın başında iman edecekler faydasız, cehennemi boylayınca iman edecekler
faydasız.
Öyleyse ey insanlar, gelin imanın
fayda vereceği bu dünyada iman edelim. Gelin faydası olmayacak bir iman yerine
faydalı olacak bir imandan yana olalım. Eğer bu dünyada iman eder ve iman
kaynaklı bir hayat yaşarsak dünyamız da güzel olacak, âhiretimiz de güzel olacaktır. Ama Müslümanlığı ölümden
sonraya bırakırsak ebedîyen kaybetmiş oluruz Allah
korusun.
30. “Ey
Muhammed! Onları bırak, bekle; zaten onlarda senin âkıbetini
beklemektedirler.”
Ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcusu Müslümanlar, sizler onlara karşı görevinizi yapıp onları bu
Allah âyetleriyle uyardıktan sonra bırakıverin onları. Gönül huzuru içinde
onların âkıbetlerini bekleyin. Aldırmayın onlara. Zaten onlar da sizin
âkıbetlerinizi beklemektedirler. Onlar da sizin helâkinizi beklemektedirler.
Bekleyin göreceksiniz. Yaşadığınız Müslümanca bir
hayatın sonunda dünyadaki başarılarınızı onlar görecek, sizler de yaşadıkları bu
pis hayatın sonunda onların rezilliklerini, rüsvalıklarını, helâklerini
göreceksiniz. Onlar sizin öbür taraftaki başarılarınızı, cennetlerinizi, sizler
de onların helâklerini, cehenneme yuvarlanışlarını göreceksiniz.
Yâni bu
konuda bir sabırsızlık göstermenize hiç de gerek yoktur. Bırakın onları kendi
pis hayatları içinde de kendinizi düzeltmeye bakın. Allah yakında onların
belâlarını verecek ve onlara karşı size fetihler nasip edecektir.
Bu sûre de
burada sona eriyor. Rabbim gereği gibi iman edip amele dönüştüren kullarından
eylesin. Ve âhiru dâvana enilhamdü lillahi Rabbil’âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder